Tevbe

Tevbe kişinin kendini yenilemesi ve bir iç onarımdır. Yani, sapdırıcı düşünce ve davranışlarla bozulan kalbî muvâzeneyi, yeniden düzene koyma uğrunda, ferdin, Hakk’dan Hakk’a kaçması, daha doğrusu. O’nun gazabından lûtfuna, hesabından rahmet ve inâyetine sığınmasıdır tevbe.

Tevbeyi, günah duygusuyla, benliğin bir hesaplaşması şeklinde ta’rif etmek de mümkündür. Yani nefsin, hayatı sorumsuzca sevk ve idâresine karşı, benlik ve iradenin, yüce dağlar gibi, günahın karşısına dikilip ona geçit vermemesidir tevbe.

Günah, muvâzenesizce bir çukura yuvarlanıp gitmekse; tevbe, usûlüne göre bir hamlede hoplayıp oradan dışarıya çıkmakdır. Diğer bir ifâde ile günah; vicdanın muvakkat bir murâkebesizliğinden, rûhun aldığı yara ise; tevbe, kalbin, sürekli bir ızdıraba düşmesi, ve çok ciddî olarak kendi kendini kontrole koyulması ve böylece insanî duyguların yeniden fer ve kuvvet kazanmasıdır.

Günah, insanda şeytanın hâkimiyeti ve nefsin tesiriyle olduğuna göre, tevbe, şeytana karşı duyguların müdafaası ve ruhdaki âhenksizliği, dezarmoniyi düzenleme gayreti demekdir.

Günah erozyonlarının, ruhu törpüleyip aşındırmasına karşılık tevbe, gönül zeminini, düşünce ve sözlerin en güzeli “kelime-i tayyibe” ile çimenlendirmek ve o erozyonların tahribatını önlemekdir. Gözlerin döneyazacağı, yüreklerin hoplayacağı gün gelmeden, yürekleri hoplatan tevbe gayreti ne mübecceldir.! Keşke onu, her günahın açdığı gediği kapatacak seviyede, âh u enînlerle yapmaya muvaffak olabilseydik.!

Evet, tevbe, böyle erkekçe bir dönüşün adıdır. Aksine, her söz yalan, her davranış da bir aldatmacadır. Çünkü günahla fevt edilen şeyler giderilmedikden, ve zamanın “günah kare”sindeki boşluk doldurulmadıkdan; hislerde ürperti, ruhda ızdırab, gözlerde yaş belirmedikten sonra, işlenilen kötülüklere karşı nedamet duyulduğunu iddia etmek, tutarsız ve kabûlden uzakdır.

Günahlar çeşit çeşit ve tevbeleri de başka başkadır. Millî vahdetin zedelenmesi büyük bir günahdır. Buna göre bu cürmü işleyen kimse, hem Hakk katında hem de halk katında en büyük mücrim sayılır. Binaenaleyh, böyle bir günahın tevbesi de, ancak, altı üstüne getirilmiş heyet-i içtimâiyyenin eski sıhhat ve birliğine kavuşdurulmasıyla kâbil olacakdır, yoksa içtimâî bünye korkunç hafakanlar içinde, güm güm gümlerken, onu bu hâle getirenlerin, “nâdim ve pişman oldum” demeleri, sadece bir aldanma ve aldatmacadır. Evet, böyle bir günahın tevbesi, ancak, toplum içine saçılmış olan bölücü, parçalayıcı sapık düşüncelerden dönüldüğünü, milletin her ferdine avaz avaz ilân etmekle olacağından, sırf gizli nedametlerle affedileceğini ummak bir aldanmadır. Ve dolayısıyla da, iç çekişmeler sürüp gidecek; ve toplumdaki zaafların, gevşekliklerin, dağınıklıkların da’vetiyle gelen dış baskı ve tazyikler de arttıkça artacakdır. Zira, bir toplumun dirlik ve düzeni, yani ilahî tevfîkin onlarla beraber olması, ancak ve ancak o toplum fert ve hiziblerinin anlaşıp uzlaşmalarına, hiç olmazsa birbirleriyle sulh olup ihtilâfa düşmemelerine bağlıdır. Aksine, birbirine düşmüş ve dolayısiyle içtimâî ufku ihtilâflarla kararmış bir milletin, toptan tevbe etmesi lâzımdır. Böyle bir tevbe de, sevgide, afda, müsamahada “Rûhullah”ın bağışlayıcılığına vefalı bir havârî olmaya vâbestedir. Yani, yolu ve yönü hak oldukdan sonra, herkese ve her düşünceye arka vermek; her hamleyi alkışlamak ve her fedâkârlığa temennâ durmakla mümkündür. Bana öyle geliyor ki, asırlık yaralarımızın sarılmasında, bundan daha tecrübe edilmiş bir ilaç ve daha objektif bir usûl bulmak da, bugün için hemen hemen imkânsız gibidir.

Ne acıdır ki, bütün bunlara rağmen bizler, yıllardan beri, omuzlarımızı çökertircesine, boynumuza çullanmış yığın yığın vebâllerin altından sıyrılıp çıkmayı, bir perşembe akşamı merasimine bağlayarak, tevbe adına zahmetsiz ve ucuz yollar aramaktayız! Oysaki, ferdî günahlar için, böyle kesdirmeden bir sıçrayış ve nedâmet yetse bile, toplumla alâkalı cürümlerde, daha sahici, daha özlü irkilmeye, silkinmeye ve kendini yenilemeye ihtiyaç vardır.

Ah bu zahmetden kaçış ve beleşçilik..!

Toplumu meydana getiren her müessese tevbe etmeli ve tevbesi de, kendini bitiren, tüketen, ihmâl ve hataları kavrama ve onları telâfî etme şeklinde olmalıdır.

İdarî kadro, kendi cürüm ve günahlarını sezerek, onlara karşı tam vaziyet almak suretiyle tevbe etmeli, kendini yenilemeli ve dirilmelidir. Yoksa ellibin defa nedamet şeklindeki merasimlerle, bir çuvaldız boyu yol almaya imkân yokdur. Bin nefrin böyle bir derdi derman görenlere! Ve bin nefrin, defalarca aynı şeylerle aldananlara...!

Adlî tetkilât, hakkaniyet ve isabetli kararlarıyla kanatlanır ve gökler ötesi saltanatlara namzet olur. O, adâlet soluduğu sürece, saatleri yıllar sayılır Hakk’ın katında. İsâbetsiz kararları karşısında ızdırab duyup, iki büklüm olduğunda da, bundan geri değildir. Bir de onun Hakk’ın üstünlüğünü hiçe sayıp, kuvveti hâkim kıldığı, hakkı kuvvete boğdurduğu anları vardır ki, o, bu haliyle, affedilmez ve tevbesizdir...

Maarif teşkilâtı da öyledir. Maarif, millî duygu ve düşüncenin havârisi ve koruyucusu olduğu sürece, takdire lâyık en mübeccel bir müessesedir. Sapık ve çarpık ideolojilere yüz verdiği müddetçe de, harâmîlerden daha harâmî ve mücrimlerden daha mücrimdir. Yabancı ve tahribkâr düşüncelere karşı, tam ve ciddî tavır alacağı âna kadar da, bağışlanamaz ve tevbesizdir...

Bütün siyasî kurulutlar gayri siyasî fertler ve cemaatlar; hatta düşünürler, yazarlar ve mürşitler, nefislerine ve hiziblerine muhabbetden dolayı, inhisara sapmış ve dolayısıyla da kendi dışlarında kalan hak ehline düşmanlık beslemişlerse, büyük günah içindedirler ve teker teker tevbe etmeleri farzlar ötesi farzdır.

Evet, bütün bu fert ve müesseseler, bir kere daha kendilerini kontrol etmeleri ve alabora olan millet vapurunda, kendi hisselerine düten hatâ, günâh ve ihmâlleri görmeleri, sonra da bunun telâfisine gitmeleri mutlaka elzemdir. Yoksa, bugüne kadar olduğu gibi, günâhlara, hep dışda namzet arar ve hep karşı tarafı karalamaya devam edecek olurlarsa -maâzallah- altından kalkamayacağımız bâdirelerin içine girilmesi ve silinip gitmemiz, kaviyyen muhtemeldir.

Evet, bizler en büyük günahı, herkesi suçlu ve kendimizi masum görmek suretiyle işledik. Bu anlayışdan kurtulamadığımız sürece de, içtimâî atmosfer sertleşdikçe sertleşdi ve birbirini ta’kib eden parçalanmalar hep hız kazandı. Binaenaleyh, bu milletin mukadderatıyla, maddî ve ma’nevî alâkalı görülen bütün ruhlar ve kendini bu millete adamış bütün hasbî gönüller, bir kere daha dize gelerek tevbe etmelidirler.

Makam ve mansıb sevdasına kapıldıklarına; hizip sevgisiyle kör-sağır olup inhisara saplandıklarına; binbir paradoksla nesilleri kalpsiz ve ruhsuz bıraktıklarına; tegallüp ve tahakkümlere gömülüp hakkı kuvvetde gördüklerine; düşüncelerine ters gelen şeyler, İlâhî soluklarla beslenmiş dahi olsa, ona karşı savaş ilân etdiklerine; şahsî çıkar ve menfaatlara dilbeste olduklarına; yalan, tezvir, aldatma ve iğfâle girdiklerine; hedeflerine varabilmek için her vesileyi meşrû saydıklarına ve her devre uyma eğiliminde bulunduklarına... Evet, bütün bunlara tevbe edip insanlık adına son bir kere daha yemin ve peymanlarını yenileme mecburiyetindedirler.

Ne mutlu, günahlarını idrak edip tevbeye koşanlara! Ne mutlu, nefsine karşı sert ve acımasız, başkalarına karşı -hak ehli başkalarına karşı- müsâmahalı ve affedici olanlara..!