Ruhî Hayat
Keramet, Allah’ın herhangi bir velinin eliyle yarattığı hârikulade haldir. Ne var ki, kerametin izharı makbul değildir. Bu sebeple, “keramet erkeklerin hayzıdır” denmiştir. Evet, İslâm’ın çokları tarafından folklor olarak yaşandığı ve algılandığı günümüzde, maalesef keramet de bundan nasibini almış ve san’at olarak icra edilir hale gelmiştir. Mesela, şiş sokma. İslâmî nasslar ve ilmî veriler ışığında böyle bir şeyin olabileceğini kabullensek bile, bugün şiş sokma gösteri mevzûu haline gelmiş ve getirilmiştir. Bunun keramet ile uzaktan-yakından ilgisi yoktur. Ve bu konuda söylenebilecek sözlerin en hafifi ile ifade edeyim ki, bu bir merasim ve folklordur.
Ruhanî kendi çerçevesi dahilinde pek çok şeyi müşahede edebilir. Ruhanilerin cismaniyete ait şeyleri görmeleri, onlar için zahmetsiz sıkıntısız bir şekilde gerçekleşebilir. Bazen Allah onlara, mükâfat-ı cismaniye de verir. Ancak bu, hiçbir zaman hulûl ve ittihad şeklinde gerçekleşmez. Bu ruhun, cismaniyetle iç içe münasebeti şeklinde tecelli eder. Dolayısıyla ruh-cesed beraber olarak kendilerine ait şeyleri müşahede ederler. Siz, bir dürbünle dağları gördüğünüz, daha hassas bir dürbünle yıldızları müşahede ettiğiniz gibi, ruhlar da, cismaniyete ait şeyleri böyle çeşitli dürbünler kullanarak, cismanîlerin görme ve duyma buudları içerisinde müşahede ederler.
Soru: Hislerin inkişafı nasıl olur? Cevap: 1. Âfâkî ve enfüsî tefekkür ile, yani Mebde’ ve meadını (başlangıç ve sonunu) düşünmekle veya rekaiki yani cennet-cehennem, sırat ve benzerlerini tefekkür etmekle hisler gelişip incelebilir. 2. Hislerin inkişafı, evvelâ müstakim amel ister. İnanç, nazarî olarak nefse kabul ettirilmiş olabilir ama, insan, imanın ağırlığını ancak amelle tam hisseder. Bu itibarla, geceler ihmal edilmemeli, Kur’ân-ı Kerim, evrad u ezkâr aksatılmamalı, namaz başta olmak üzere diğer ibadetler de halis bir niyetle yerine getirilmeli ki, duygular inkişaf etsin, kalp ve ruh da bedenin cenderesinden kurtulsun. Ayrıca bunların temadisi de şarttır. Bu şuna benzer; bazı ilaçlar vardır ki, 5 sene hiç ara vermeden alındığı takdirde tesirini gösterir. Bunun gibi ameller ve onlardan elde edilecek netice, ancak devamla mümkün olacaktır. İnsan bu arada yine sürçebilir ama, mühim olan Allah’la irtibatıdır. İrtibat artık mevcud olduğu için sürçse de çabuk doğrulur ve kendine gelir. Kant diyor ki: “Nazarî akılla Allah bilinemez, ancak amelî akılla bilinir.” Amelî akıl denince vicdan da anlaşılabilir. Evet, eğer iman Allah’ın yaktığı bir meşale ise, devamı bizim amelimize bağlıdır. Rûhen inkişaf etmiş velilerin yanında gözünüzle birşey göremezsiniz ama, vicdanınız çok şey hisseder. Çoğu kere manâsını anlamadan Kur’ân-ı Kerim okursunuz, ama lâtifeleriniz (iç fakülteleriniz) ondan çok şey alır. 3. Menhiyattan (günahlardan) mümkün mertebe kaçınmak lazım. İmam-ı Şaranî, “namazsız bir insanla düşüp kalksam, hatta karşılaşsam, 40 gün namazımdan zevk alamam” der. 4. Esma-i İlâhî’yi çekmek çok önemlidir. “Ya Keşşaf” diye zikretmek, letaifteki perdenin aralanmasına vesile olabilir. Gaffar, Gafur ve Tevvâb isimlerine çok devam etme, rahmet kapılarının açılmasına önemli bir vesiledir. Adede gelince bu talibe göre değişir. Bazıları da bunu ebcedine göre çeker. Doğrusunu Allah bilir. Bu işler, biraz da istidada bağlıdır. Aslında en önemlisi, kalp selâmetidir. Günahlardan kaçınma, emirleri yerine getirme ve ahirete hazırlık içinde olma da, üzerinde durulacak şeyler arasında sayılır. 5. Gıdanın haram ve helâl olması da, hislerin inkişafında çok mühim bir faktördür. Efendimizin bazı hadîsleri buna işaret eder. 6. Mezarlıkları ve hastahaneleri gezmek de, hislerin inkişafında önemli birer te’sir icra ederler.
Madde ile kayıtlı olmayan ruhlar, dünyadaki cesetlerine benzer misalî cesedleriyle tekrar görülebilirler. Bunun sayısız denecek kadar misalleri vardır. Kâinatta Allah’ı Anlatan Deliller Kâinatta Allah’ı gösteren dört büyük delil vardır: 1. Âyât-ı tekviniye ki, biz ona Kainât Kitabı da diyoruz. 2. Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyân. 3. Hazret-i Ruh-u Seyyid-i Enam. 4. Vicdan Bazıları, birinci ve ikinci delillerle Allah’ın fizik ve kimya kanunları gibi anlatılamayacağını söylerler. En doğru hakikat, vicdandır derler. Bu, husus oldukça derin ve incedir. Risâle-i Nur külliyatında, ÔTabiat Risâlesi’ hariç, önce, “Allah vardır” kaziyesi temel olarak ortaya konmuş sonra söylenecek her şey bunun üzerine bina edilmiştir. Başka eserlerde ise, delil ve medlûl ayrı ayrı ele alınmıştır. Allah (cc), kendisini anlatırken tenezzülât yapmış, yani bizim idrak seviyemize hitap etmiştir. Biz de öyle yapmalıyız. Ne var ki ben çok defa bu konuyu avamca anlatıyor, sonra da Rabbimden özür diliyorum.
Velinin bütün hayat boyu varacağı yere, nebi daha doğduğunda varmıştır. Mevlâna, Muhyiddin-i Arabî ve “80 küsur senelik hayatımda dünya zevki namına birşey tatmadım” diyen Bediüzzaman da buna dahil... Onlar bayraklarını nereye götürüp dikerlerse diksinler, orada Nebinin sesini-soluğunu duyarlar.
Birisi A. Kadir-i Geylânî’nin adını çok duymuş. Ziyaretine gitmiş. Köpeklerin boyunlarında altınları görünce, Şeyhe hüsn-ü zannı kırılmış. Şeyh ona, “Biz erenler, insanların kıymet verdiği altını buna lâyık gördük ve köpeklerin boynuna bağladık” demiş. Büyüklerin davranışlarında hikmet aramak gerek.. kusur değil..
Bişr-i Hafî’nin vefat ettiği gün, Bağdat’ın köpekleri sokaklara pislemeye başlamışlar. Bunu gören ehlullahtan biri, “Eyvah, Bişr-i Hafî vefat etti” diye irkilmiş. Zira, Bişr-i Hafî devamlı yalınayak gezermiş. Bundan dolayı köpekler de ona olan saygılarından orta yere pislemezlermiş. Bu bir menkıbe, aslına değil, faslına bakılmalı.!
Alvar İmamı’nın Eksik Olmayan İniltisi “N’olur Ya Rabb! N’olur Ya Rabb! Neyin eksik olur Ya Rabb!”
Velâyetin ilk basamaklarında çok keramet görülür. Bunlar, şekerleme nevinden, veli namzedinin aşkını, şevkini artırmak içindir. Ama, evliyanın en mükemmelini temsil eden sahabe-i kiramda o kadar çok keramet yoktur. Çünkü onlar, yollarını ve istikametlerini bulmuşlardır ve şekerlemeye de ihtiyaçları yoktur.
Bazı veliler Makam-ı Hızıriyeti temsil ettiklerinden, uğradıkları yer yeşerir. Bediüzzaman da bu makamı temsil etmişse gezdiği yerler yeşerecektir. Bugün Türkiye’de hizmet adına birtakım yerlerdeki yeşillik bundandır. Buna Almanya, Rusya, Kosturma da dahil edilebilir. Onun geçtiği başka yerler de vakti geldiğinde mutlaka yeşerecektir.
Huzur, her ferdin vicdanında Allah’ı bulması, O’nunla maiyete ermesi her dem O’nunla dolması, coşması ve zamanla tamamen O’nun nuruna gark olmasıdır. Huzur insanın kendisinden değildir. Huzur, bize O’ndan gelir. Bu da, herkesin derecesine göre tecelli eder. Huzurun bir üst mertebesi, zevk-i ruhanîdir. İkisinin birbirinden farklı olduğu noktalar vardır. Zevk-i ruhanî ve huzur da, insanın hissetiği şeyler farklı farklıdır.
İnsanı Cenab-ı Hakk’a ulaştıran yollardan biri de “Aşk”tır. Aşk, beş duyunun dışında cereyan eden bir vak’adır. Aşk yolu, caziptir çekicidir. Bu yola girip de dönen olmamıştır. Bunun için, aşktan çok misal verilmiştir. Bir kere, aşk yolunda mahbûbda kusur aranmaz. Sonra aşkla ulaşılan cezbe gider ilâhî incizaba dayanır. Derken kul bir hamlede Allah’a ulaşır. Yaşadığımız devir arızalı bir devirdir. “Allah” deyip de burnunun kemikleri sızlayan insan, ne kadar da az..!
Aşk yolu, acz-fakr yoluna biraz muhalif gibidir. İnsan, perde halinde açılan menfezden Allah’a bakabilir. Aşk’ta, acz u fakrın insan ruhuna kazandırdığı “hiç olma” haletini kaybetme söz konusu olabilir. Aşkta ikilik vardır fakat, varlığı nefyetme yoktur. Tabii ki bütün bunlar, vicdanlarında Allah’a kurbiyete erememişler için tantanalı sözler. Bence insan Allah’a aşk, şevk, cezb u incizab ve acz u fakr gibi yüzlerce yolla ulaşabilir. Bazıları vicdanında duyarlar ama, bunu ifade edemezler. Zira o, “hal” dir ve o hali kelimenin dar kalıpları istiab edemez.
Soru: Rububiyet insanda nasıl tecelli eder? Cevap: 1- İnsanın, himayesi altındakilerini terbiye etmesi, 2- Allah'ın, insanları kendi eliyle terbiye etmesi şeklinde. Bu kavisler helezoniktir, daima yukarıya doğru çıkarlar ve hiç geriye dönmezler. Efendimiz (sav)’in miracı da böyledir. O, daima yükselmiştir. O’nun miraçtan sonra aramıza dönmesi ise, miracın bize bakan yönüdür. Kendisine bakan yönüyle ise o, hiç geriye dönmemiştir ve sürekli terakkî etmiştir. İnsan-ı kâmil mertebesi ile ecel arasında bir ilişki vardır. O mertebenin sahibi, o makama gelmeden ölmez. Efendimiz, vefatından evvel “Allahümme Refika’l-A’la” diyerek adımını atmış ve yükselişini devam etmiştir. Zaten Rubûbiyet ile ubûdiyet birbiriyle ayrılmaz bir bütünlük arzeder. Ubûdiyyet dairesi, bütünüyle Rubûbiyet dairesi hesabına çalışır.
Soru: Muhyiddin ibn-i Arabî, “Hatemü’l-Enbiya’nın nuru Hâtemü’l-Evliya’nın nurundan istimdad eder” der. Bu, nasıl izah edilebilir? Cevap: Çok su götürür bu soru ile alâkalı şimdilik şu kadarı yeter. Şöyle ki: Bu gibi zatlar, seyr-i sülûk ile ulaştıkları mertebelerde kendi nurlarını müşahede ediyorlar. Tabiî, kendi nurları kendilerine daha yakın, Efendimiz’in nuru da uzak bulunduğundan, kendi nurlarından gözleri kamaşıyor ve Sema-i Risâletin Kamer-i Münir’i olan Efendimiz’in nuru kendi çerçevesiyle görülemeyebiliyor. Bunu güneşten daha büyük oldukları halde, bu’dümüzün zulmetlerinden ötürü küçük gördüğümüz dev güneşlerle misallendirebiliriz. Ayrıca, bu zatlar söylediklerini bir sekir halinde de söylemiş olabilirler.
Soru: Kuşeyri Risâlesi’nde birisi, “20 seneden beri bugün cenneti isteyebildim” diyor. Bu nasıl anlaşılmalı? Cevap: Her insanın kendine mahsus bir muhasebe ve murakabesi vardır. Hz. Adem, o malûm zellesinden sonra 40 yıl başını yukarıya kaldıramamıştır. Aynı şeyi biz yaparsak bu sun’îlik olur. Herkes kendini yaşamalı. Sözü edilen şahsın muhasebesini yapmak bize düşmez ama; o şahıs, belki de kendisinde cenneti isteyecek cesareti bulduğu an, huzur ve mehabbetten ötürü geriye adım atmıştır?
Seyr ü sülûkun üç mertebesi vardır: Seyr ilâllah, Seyr fillah, Seyr minallah ve billah. “Seyr ilâllah”, Allah’a doğru seyretme ma’nâsındadır ve Seyr ü sülûkun ilk mertebesidir. Fakat onun da kendi içinde mertebeleri vardır: İlme’l-yakin, ayne’l-yakin, hakka’l-yakin’in mertebeleri gibi... “Seyr fillah”, Allah’da seyretme demektir. Bu, insanın her an O’nunla olması, O’nun esmâ ve sıfât dairesinde dolaşması, isim ve sıfatlarının tecellileriyle baş başa kalması demekdir ki, bir ma’nada sâlik, bu makamda tamamen Allah’ta fanî olur ve fenâfillah’ı ihraz eder. Üçüncü mertebe ise, “Seyr minallah”dır. Sâlikin seyrini tamamladıktan sonra, varlığın özüyle alâkalı gördüğü bütün göz kamaştırıcı, baş döndürücü güzelliklere rağmen, insanlar arasına döner. Bu dönüş gördüklerini, tattıklarını bildirmek için dönüştür ve halk içinde Hakk’la beraber olma halidir. Bu mertebelere nâil olanların hali, peygamberlerin Cenab-ı Hakk’ın muhtelif isimlerine mazhar olmaları haline benzer. En iyisi de, insanın bu mazhariyet ve bu hallerini bilmemesidir. Eğer biliyorsa, istidraç olmaması için duâ etmeli ve gizlemeye çalışmalıdır. “Seyr fillah”da şahsî arzu ve düşünceler olmaz. İnsan, sadece isimlerinin tecellileri ve tecellilerin renk tonlarıyla baş başadır. Bu tecelliler arasındaki televvünleri yaşarken, insanın, bütün arzularından tecerrüdü ve varlığını Allah’a feda etmesi bu makamın bir özelliği ve bekâ-billah da bu zirvenin önemli bir varididir. Ne var ki bu yollarda her zaman bir zaviye ve ihsas farklılığı da söz konusudur. Hatta bu farklılığı bu yolun kutupları arasında görmek de mümkündür. Bazıları bu mertebe farklılığını bilmediklerinden dolayı, İmam Rabbanî ile Muhyiddin İbn Arabî gibi zatların bazı noktalarda birbirleriyle çatıştıklarını zannedebilirler. Aslında böyle bir çatışma kat’iyen varid değildir. Farklı mütalâalar ise, bunların tamamen farklı buudlarda olmalarından kaynaklanmaktadır. Bazen bu mertebelerde bulunan insanların şuurları, içinde bulundukları hale taallûk eder. İşte o zaman Muhyiddin İbn Arabi, “Bizden olmayan, bizim eserlerimizi okumasın” der. Bunu anlamak zordur ve bir ölçüde şeriatla te’lifi de mümkün değildir. Hallac-ı Mansur’un “Ene’l-Hakk” demesi de bu cümledendir. Bu tür sözler, zâhirde, şeriata zıd gibi görünür ise de, esasen bu zatlar, içinde bulundukları makamın gereğini yerine getirmektedirler. Ahmed Emin, gibilerin bu konuyla alâkalı in’ikadları, indî, haricî dolayısıyla da haksızdır. Çünkü bu gibi durumlar bir “hal” mes’elesidir. “Kal”in “Hal”e tercüman olması ise hayatî bir mevzuu işâretlerle anlatmaya benzer.
Her insanın beslendiği bir kaynak olmalı ve sık sık bu kaynağa uğrayarak kendini yenilemelidir. Aksi takdirde sessizce kurur gider de farkına bile varamaz. İnsanın kendini kontrol etmesi, çok zor bir mes’eledir. Onun içindir ki, tasavvufta ilk olarak nefsin bilinmesi mevzûu ele alınmıştır. Mevlânâ Muhammed İkbal tasavvufa dair yazdığı “Esrar-ı Hodi” isimli eserinde nefsin sırlarını kavramaktan bahsederken, “Seyr Fillâh”a ulaşan insanın, benliğin sırlarından sıyrılması şarttır” der. Keşke bir alet icad etseler de, herkes şekerini, tansiyonunu ölçer gibi manevî hayatını ölçebilse! Bu insanlığın kurtulması için çok büyük bir iyilik olurdu, insana kendisini tanıtmadan daha büyük bir iyilik mi olur? Şimdilik böyle bir şeye mâlik değiliz; yarın olacağımızı da bilemiyorum. Tekyeler, zâviyeler bir zaman bu misyonu eda ediyorlardı.
Soru: İbadetsiz Allah (cc) tanınmaz, deniyor. Ne buyurursunuz? Cevap: Bazılarının bakış açısına göre böyledir. Allah’ı bilme, bir yanıyla ibadete bağlı bir seviye işidir. Zat-ı Ulûhiyetin gerektiği şekilde bilinmesi, ancak ibadetle olabilir. Bu hususla alâkalı şu mülâhazaları zikretmekte yarar var: 1. Kalp aynasını sadece bir defa Rabb’e çevirip, O’nun, o andaki tecellisiyle almış olduğunuz zevk-i ruhanî ve imdad-ı Rabbanî ile bir ömür boyu yaşayamazsınız. O halde, sürekli O’nun tecellilerine açık olmak gerekmektedir. 2. Fikir ve ruhî seviyenize göre Rabb’e karşı sürekli açık olmazsanız gelişemezsiniz: Zira insana çocukken kâfî gelen şeyler, yetişkinlikte kifayet etmeyebilir. 3. İbadeti çok geniş olarak ele almak icap eder. Namaz bir ibadet, oruç bir ibadet, hac bir ibadet.. Hatta naslara müracaat etmeden niyet esintisiyle yapılan şey de bir ibadettir. Rabbin tanınıp, bilinmesi bir de vicdan ile mümkündür. Fakat bu çok ileri seviyedir ve herkesin kavraması da oldukça zordur. Bundan dolayıdır ki, Bediüzzaman Hazretleri, ilk yazdığı eserlerinde Cenab-ı Hakk’ı gösteren deliller arasında vicdana da yer verirken, daha sonra yazdığı eserlerde zannediyorum, Risâle-i Nur mesleğine yeni girenlerin anlayamayacağı endişesiyle bundan bahsetmemiştir.
İslâmiyet’in kesin olarak tayin ve tesbit etmediği hususlar, fıtratlara göre ayrı ayrı hükümler alır. Naslara muhalif olmamak şartıyla, kesin hükme bağlanmamış mes’elelerde muhitin, iklimin, örf ve ananelerin farklı olmasıyla farklı yollara sülûk edilebilir. Tarikatlarda zikrin gizli veya açık yapılması da her halde buradan kaynaklanmaktadır. Meselâ, Allah’ın (cc) zikri hususunda Buhari’deki bir hadîs-i şeriflerinde Allah Rasûlü (sav): “Nefsinize merhamet edin, zira siz ne bir gaibe, ne de bir sağıra duâ ediyorsunuz” buyurmaktadırlar. Bunu esas alan bazı tarikatlar, zikirlerini hafî (gizli, sessiz) yapmaktadır. Buna karşılık ise, bir diğer ekol zikirlerini cehrî (açıktan, sesli) yapmayı tercih etmişlerdir. Hasılı bu mes’ele nasslarla kesin bir hükme bağlanamadığından, her iki şekilde de zikir yapmaya cevaz var demektir.
Hz. Ömer’e isnad edilen bir söz vardır: “Hesaba çekilmezden evvel nefsinizi hesaba çekin.” Bu, murâkabenin bir buudu. “İyi bir mü’min, daima kendi nefsine karşı savcı, başkalarına karşı avukat gibi davranır.” Bu da diğer buudu. Hutbesini dinlemek için İbn Abbas’ın Mekke’den Medine’ye Ôşedd-i rihal’ ettiği (yollara düştüğü) Hz. Ömer (ra), bir gün hutbede ortaya koyduğu fevkalâde talâkat ve fesâhat karşısında birden durur ve “Haydi be ordan, deve çobanı sen de!” gibi ifadelerle nefsini tokatlar. Yine Ömer, evet İslâm’da devlet sistematiğinin güçlü temsilcisi o büyük zat, gerçekleştirdiği onca büyük muvaffakiyetin en küçüğüne bile sahip çıkmamış ve bir defa olsun, “Ben yaptım” dememiştir. Hasan Basrî (ra), Ebû Nuaym’ın Hılyetü’l-Evliyâ’sındaki kayda göre, Nebî zevcesinden süt emmiş büyük bir insandır. O, kendisini her gün hesaba çeker ve “Sen, geçen gün namazda şunları şunları düşünen kişi değil misin? Rabbin huzûrunda hiç böyle şey yapılır mı? Önceki gün de şunu yapmıştın. İşte sen, busun” derdi. Bunlar, bir devri, aydınlatan büyük muhâsebe ve murâkabe insanlarıdır. Zaten Kur’ân da, “Sizi ve yaptıklarınızı yaratan Allah’tır” (Saffat, 37/96) demiyor mu?
Derecesine göre her mü’minde Ahiret’e gitme arzusu vardır. Allah, bu arzuyu kamçılama adına tasavvur edebildiğimiz şeylerle Ahiret’i bize resmetmektedir. Dünyada daha çok bedenimizin altında kaldığımız içindir ki, Allah cennetin cismanî nimetlerini öne çıkararak sürekli onları anlatıyor ve insanlara o dille konuşuyor. Cennette bir de bizim tasavvur ve tahayyüllerimizi çok çok aşan nimetler vardır ki; bence esas önemli olan da onlardır.
Tevazû, bir haldir; insanın kendi içinde kendini yenmişliğinin ifadesi ve kibirden, çalımdan; gururdan vazgeçmenin adıdır. Öyle ya, insanın caka yapmaya, çalım satmaya ne hakkı vardır? Âriye bir Ôelbise’ ile çalım satılır mı? Allah, giydirdiği o âriye elbiseyi istediği zaman geri alabilir. Eğer O bize, “Üzerinizde Bana ait olan şeyleri şöyle bir tarafa ayırın da, kendinize ait şeylerle Bana bir tekmil verin” dese, herhalde O’na gösterebilecek hiçbir şeyimiz kalmayacaktır. Böyle bir soruya muhatap olsam, benim diyeceğim şudur: “Ya Rabbi, ben hiç oğlu hiçim. O kadar ki, hiçliğimi bile Sana ait bir şeyle ifade ediyorum; çünkü bunu söyleyen ben, Sana aidim ve kendi adıma hiçim.” Tevazu, sürekli böyle bir idrak kuşağında yaşamanın bir diğer adıdır. Eğer insan bu idrak seviyesine ulaşamamış ve bunu varlığının bir buudu haline getirememişse, o takdirde, yer yer boynunu mütevazı bir kimseymiş gibi bükmesi, riyakârlıktan öte bir ma’nâ ifade etmez. Müsamahaya gelince, o bir ahlâktır. İnsan temrinat yapa yapa onu ruhunda ikinci bir fıtrat olarak geliştirebilir. Meselâ, insanın kendini sürekli kontrolü, küfür olmayan hususlar dışında, başkalarının hatalarını affetmesi ve kendi nefsine karşı bir savcı, başkalarına karşı ise bir avukat gibi davranması, evet işte bütün bunlar müsamahadır. Efendimiz (sav), zina ikrarı ile kendisini cezalandırması için başvuran Maiz’i dört defa geri çevirmiştir. Biri, Halid’i şikâyet için geldiğinde, tek kelime konuşturmamıştır. Bu seviyede bir müsamahaya insan sürekli temrinat ile ulaşabilir ve onu bir ahlâk haline getirebilir. Kısaca, tevazu ve müsamaha, Peygamberlere ait iki sıfattır. Tevazuun zıddı kibir, çalım; müsamahanın zıddı ise yobazlık ve bağnazlıktır. Günümüzde yobazlığın en şiddetlisi, küfür ve ilhad cephesinde görülmektedir. Merhum Necip Fazıl, yobazlığı müslümanlara yamamak isteyenlere karşı tavır alır ve onu asıl sahiplerine iade ederek, “küfür yobazı” derdi.
Tasavvufî menkıbelerle tesellî olup, “büyüklük nedir; nasıl büyük insan olunur?” gibi mevzûlara bîgâne kalmak, mânevî bir âfettir. Ne yazık ki, insanımızın önemli bir kesimi, bu âfetle meflûç, kolu-kanadı kırılmış ve sanki hiçbir şey olmamaya niyet etmiş gibi yerlerde sürüm sürüm... Bu durumdan kurtulmak için, büyüklerin büyüklüklerini anlatırken, kendi iç aydınlığımız içinde o büyüklüğe ulaşmayı düşünmeli ve bu yolda gereken cehd ve gayreti göstermeliyiz.
İlâhî Televvünatı Yakalayabilmek Soru: İmam Rabbanî, Muhasibî... vs. gibi tasavvuf erbabının günah, sevab, nafile vs. hususlardaki değerlendirmelerini nasıl ele almalıyız? Hepsini olduğu gibi kabullenebilir miyiz? Cevap: Bu kabil büyük tasavvuf erbabının muhtelif değerlendirmeleri, bulundukları makamla çok alâkalıdır. Bundan dolayı da, bu zâtların beyanlarının ilelebed devam edeceğini zannetmek hatalı bir tutum olsa gerek olur. Zira hükmü ilelebed devam edecek olan sadece ve sadece Allah (cc) ve O’nun Rasûlü’nün beyanlarıdır. Fakat, bu zâtların değerlendirmelerini, geçmişe ait duygu ve düşünceleri anlama ve yeni terkiblere ulaşma açısından mutlaka dikkate alınmalıdır. Onları sadece ezberlemekle yetinmek dûn himmetlik olur. Biz bunları vesile yaparak düşüncelerimizi deşelemeli ve bu misaller ışığında temrinat yapmalıyız. Evet, her an ayrı bir şe’nde olan Cenâb-ı Hakk’ın tecellilerinin televvünatı da farklı farklı olur. İşte mühim olan bu televvünatı yakalayabilmek ve vicdanlarımızda bunu duyabilmektir.
Soru: Tecelli ve zuhur arasındaki fark nedir? Cevap: Esbab-ı âdiye içinde olursa ikisi de aynı mânâdadır. Meselâ Allah’ın bizim üzerimizdeki lütfu, ister ilham esintisiyle olsun, ister arzu ettiğimiz şeyin gerçekleşmesiyle ve buna ister tecelli, ister zuhur diyelim farketmez. Yani lütf-u ilâhî olarak zuhur etti veya tecelli etti diyebiliriz. Fakat Allah’ın esmasının tecellisi ile, eşyanın varlığının tecellisi ve zuhuru arasında fark vardır. Meselâ, eşyayı yoktan var eden Allah, bizi de yoktan var etti. Ve bunda Allah’ın esmasının tecellisi vardır. Ama, zuhur dolayısıyla da vahdet-i vücud yoktur. Bu itibarla, herşey O’dur demiyoruz; belki herşey O’ndandır diyoruz.. yani herşey Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellisiyle var olmakta ve varlığını sürdürmektedir. Bu itibarla da Allah, bir lahza tecellisini kesse, herşey yok olur gider. Zuhura gelince, bu Allah’ın varlık halinde ve eşya şeklinde zuhuru demektir. Bu bir mânâda vahdet-i vücudu (panteizm), bir mânâda da vahdet-i mevcudu (monimizm) ifade eder. Bu da varlık bir tanedir ama, insan, cemadat ve hayvan şeklinde zuhur ediyor demektir. Aristo’dan Farabi’ye kadar felsefede temel rükün şudur: “Allah varlığı mutlak olandır. Sonra zuhurla O’ndan akl-ı kül meydana geldi. Bunun olmaması mümkün değildi.” Bu, Allah (hâşâ) önce kaynayan bir kazan gibiydi de taşan kısımları ile varlık meydana geldi. gibi bir hezeyan ve Ehl-i Sünnet’e göre bu düpedüz şirktir. Esasında Allah herşeyi kudret ve iradesiyle ilim programına göre yarattığı gibi, yine aynı programa göre herşeyi ilelebed görüp gözetmektedir. Bir de, bu mes’elede daha sonra hulul ve ittihad mezhepleri ortaya çıkmıştır ki, bunlara göre mes’ele hep zuhur şeklindedir. Allah Üzeyr’de, İsa’da zuhur etmiştir. Hz. Ali’de, Hasan Sabbah’ta zuhur etmiştir... Bütün bâtıl mezhepler bu hatadan yola çıkarak inhirafa düçar olmuşlardır. Onun için bu tabirleri hassasiyetle yerinde kullanmak lazımdır.
Hakikat ehlince ihsan, hak ölçülerine göre iyi düşünme, iyi şeyler plânlama, iyi işlere mukayyed olma ve kullukla alâkalı davranışların, Allah’ın nazarına arzedilmesi şuuruyla fevkalâde bir titizlik içinde temsil edilmesinden ibaret kalbî bir ameldir. İhsana ulaşabilmek için duygu, düşünce ve tasavvurların sağlam bir imâna bina edilmesi, iman gerçeğinin İslâmî esaslarla derinleştirilmesi ve kalbin kadirşinas ölçüleri ile ilâhîleştirilmesi şarttır. Başkalarına ve başka şeylere ihsan duygusu ise, hak murakebesi ile bütünleşmiş böyle bir kalbin tabiî tavrıdır. Evet, “İhsan, görüyormuşçasına senin, Allah’a ibadet etmendir; sen O’nu görmesen de, O seni görüyordur.” hakikatınca, yapılan her şeyi arızasız ve Cenâb-ı Şâhid-i Ezelî’nin nazarına arz edilebilecek şekilde inanarak, duyarak, irade, his, şuur ve lâtife-i rabbâniye buudları ile yerine getirmek bir esas, bir temel prensip ve hakikat erlerince ulaşılması gerekli olan bir ufuk; başkalarına karşı iyilik duygusu, iyilik düşüncesi ve iyi davranmak ise, insan ruhu ile bütünleşmiş böyle bir ihsan şuurunun zuhurû, taşması ve intişarıdır ki, birinci şıkkın tabii neticesi ve ihsana programlanmış bir vicdanın programlandığı şeyi ifade etmesinden ibarettir. İhsan şuuru, salih bir dairenin (kısır döngü karşılığı olarak kullanıyorum) kapısını açan sırlı bir anahtar gibidir. O kapıyı açan ve o aydınlık koridora adımını atan insan, yürüyen merdivenlere binmiş gibi, kendini sihirli bir yükselişin helezonunda bulur. Bir de, bu mazhariyetiyle beraber, iradesinin hakkını verip kendi de yürüyüşünü devam ettirirse, her adımda iki basamak birden yükselir... İhsan şuuru, yağmur yüklü bulutlar gibi bir baştan bir başa bütün kalp tepelerini sarınca, ilâhî eltaf sağnak sağnak boşalmaya başlar.. Bu mevzuda bir de, amel ve davranışların ötesinde, kalplerin kurup durduğu hâlis niyetlere terettüp eden fazl ve lütûf kaynaklı ilâhî varidât vardır ki, onun tasavvuru bizi de, bizim düşüncelerimizi de aşar..! İnsanı Hakk’a ulaştırmada en aldanmaz vesilelerden biri kalpdir ve kalbin en büyük ameli de ihsandır. İhsan, ihlâs yamaçlarına açılmanın en emin yolu, rıdvan tepelerine ulaşmanın en sıhhatli vasıtası ve Şâhid-i Ezelî’ye karşı da bir temkin şuurudur. O’na doğru hergün, imanla donanmış, amelle kanatlanmış ve takva ile derinleşmiş yüzler-binler “şedd-i rihal” eder, yolculuğa koyulurlar ama, o zirveye ya birkaç insan ulaşır, ya da ulaşamaz. Ulaşamayanlar, ulaşma adına didinmelerini sürdüredursunlar; ulaşanlar orada Allah’ın (cc) sevmediği şeyleri bütün çirkinlikleriyle duyar hisseder ve onlara karşı kapanır; Allah’ın (cc) güzel gördüğü şeylerle de fıtratının gereğiymişcesine birleşir, bütünleşir ve sürekli “ma’rûf” soluklarlar.
Soru: Gavs, Kutup, Üçler-Yediler-Kırklar diye bilinen veliler, bütün İslâm ülkelerine mi dağılmıştır? Yoksa Türkiye’de ayrı, Mısır’da ayrı mıdır? Cevap: Belki Allah (cc)’ın velileri dört bir tarafa dağılmıştır. Ancak “iki imam” dediğimiz zatlar, her zaman bulunabilir ama, Gavs her zaman olmayabilir. Ayrıca her Kutup, Gavs değildir. Bir ölçüde kutbiyet, gavsiyetin hasse-i lazimesidir. Ve bunlar vefat edince Allah’ın izniyle vesayetleri devam eder. Yani tasarrufları, bir rahmet bulutu gibi üzerimizde tüllenir durur. İmam Rabbanî, A. Kadir-i Geylanî, Şeyhu’l-Harranî ve Bediüzzaman gibi zatları bunlardan sayabiliriz. İşin doğrusunu Allah bilir.
Soru: Evliyaullah birbirini tanırlar mı? Cevap: Kutbiyet ve gavsiyet mertebesine gelenler tanıyabilir. Diğer evliyâ ise tanıyabilirler de tanımayabilirler de. Çünkü onlar temsil ettikleri ve zıllinde seyrettikleri makamlarla vardırlar. Böyle her zaman kendileri olamadıklarından, zaman zaman zılliyet ile aslı birbirine karıştırılabilir. Mesela, Hz. İlyas (as)’ın makamı, Hz. Mesih’in makamı, Muhammedî Makam gibi makamları (sav) tefrik edemeyenler, hatta, zıll ile aslı karıştırıp, bu Hz. Hızır’dır bu Hz. Mesih’tir... falan diyebilirler. Halbuki o bildiğimiz velidir ama, belli bir ismin gölgesinde seyrettiği için, halk onu o makamın asıl sahibi zanneder. Bu çok dakik bir mevzudur. En büyük velide bile bazen böyle durumlarda iltibaslar görülebilir. Bazen birisi, yaptığı irşad ve hizmetlerle makam-ı Mehdiyetin cüz’î bir hassasını temsil ederken, hüşyar fakat, ihatasız ruhlar da bu şahsa Mehdi derler. Halbuki bilmiyorlar ki o zat, büyük bir hakikatin sadece bir zıllini temsil ediyor. Onun içindir ki; bu türlü televvünat esnasında her zaman ifrattan sakınmalı; zira, ifrat edilirse mesul olunur. Evet, veli de olsa mesul olur.
Soru: Keşf ü keramet ve manevî makamlar Allah’dan istenir mi? İstenirse bunun yolu nedir? Cevap: 1) İhlaslı olma mevkiinde olanlar kasden ve bizzat keşf ve keramet talep ederlerse, Allah (cc) vermeyebilir. 2) Murad-ı İlâhî sizin istediğiniz şekilde tecelli edecekse, sizin duâda ısrarlı, azimli ve kararlı olmanız lazımdır. Eğer onları acilen verirse, duâ sizin aleyhinize olmuş olur. Şöyle ki, Allah (cc) size burada, kabirde, berzahda, haşirde, sıratta, cennette lazım olacak duâları ettirmek ve daha çok söylettirmek istiyorsa isteklerinizi verdiği zaman duâyı keserseniz ve bu da sizin aleyhinizde olmuş olur. 3) Herkes Esma-i İlâhîden hangisini tutarsa, başı kendi kemalâtının arşına ulaşabilir. Ama, talibin istidadı da oldukça mühimdir. Fıtratınızın müsaid olduğu isimlere devam ederseniz, çabuk terakki edebilirsiniz. Yoksa sadece hikmet araştıran kimseler yükselemeyebilirler. Hikmetle beraber ah-u vah insanı da olunursa, işte ancak o zaman yükselme daha bir hızlanmış olur. Yalnız, kat’iyen esma-i İlâhiye ihmal edilmemesi gerekir. Her zaman arzettiğim gibi, susuz, yanmış, kavrulmuş bir adam suyu nasıl yudumlar, işte Esma-i İlâhîyi öyle yudumlamalı. Veya fakr u ihtiyaç içindeki bir dilenci, halini nazara verip nasıl ilhah eder. İşte o ölçüde, O’nun isimleri dile getirilmelidir. Başka bir husus da; bu şekildeki münasebete ara vermemektir. Ara verildiği takdirde o âna kadar açtığınız kapılar bir bir yüzünüze kapanır ki; o zaman tekrar yeni baştan başlamanız lazım gelir.
Soru: Halk arasında “Asfiyâ”diye meşhur olanlar var, bunlar kimlerdir ve temsil ettikleri makamlar nasıldır? Cevap: Bunlar bir yönüyle, Hakk’a açık olması bakımından Enbiyanın makamını temsil ederler. Asfiyâ, Enbiyâ ile Evliyâ arasında bir makam işgal eder. Bunlar perdesiz, hailsiz Hakk’a nazır ve ilâhî tecellilere aşinadırlar. Eskiden kalelerde her ayın doğuş noktasını görebilmek için bir menfez tesbit edip gedik açarlardı. İşte Asfiyâ da, Hakk’a karşı böyle bir rasat kabiliyet ve imkânıyla serfirazdır. Sizin en pes dediğiniz şeylerde bile onlar Hakk’ın tecellilerini görürler. Bunlarda ilk mevhibe, cebrîdir de, ama sonra inkişafla, iradeleriyle de Halık’a açılırlar. Hakka açık olunca, mülk âlemini seyrettikleri gibi, melekut âlimini de her zaman temâşâ edebilirler. Bu müşahede ve seziş firasetten farklı bir şeydir. Zira, ferasete bazen tecrübe ile ulaşılabilir. |