İbrahim olmayı isteyen, aynı zamanda ateşe atılmayı da istemektedir. Yusuf gibi olmanın yolu, hapishaneden geçer. Dava adamı olarak ölmek, havari gibi yaşamaya bağlıdır. Bunları birbirinden ayrı düşünmek imkânsızdır. Hem şehadet iste, hem de can pazarına gelme!.. Olacak şey mi bu? Şimdiye kadar olmamış, bundan sonra da olamaz!..
Kendi Mes’elelerimizi Halletmeden “Belâ-yı bahr-i mâsivâya mübtelâyım Ya Rasûlallah! Mâsivâ denizine düşüp çırpınmadan bunun ne demek olduğunu anlamak zordur. Kendi dünyamıza ait mes’eleleri dahi halledemeyince, kendi kendime, “acaba boşuna mı yazıp, konuşuyoruz?” diye sormadan edemiyorum..
Vefasız hayat arkadaşınızdan nasıl intikam alırsınız? O’nu terk eder ve vefasızlığıyla baş başa bırakırsınız değil mi? Dünyadan da işte böyle intikam almalısınız. Yani kalben ve rûhen onu aşmalı, kesbini millete mal etmelisiniz!
Aksiyon adamı, hareketleri her defasında şuur adesesinde kontrol etmeli ve devamlı hasar vermeyecek şekilde davranmalıdır. Ne var ki, hasar gönül insanı olmadan anlaşılmaz.
Kitap okumak mühimdir; ondan daha mühimi de okuduklarını hayata geçirip tatbik edebilmektir. Ayrıca, bildikleri insanı gurura ve kibre sevketmemeli. Aksi takdirde insan, Hürriyet Heykeli gibi birşeye benzer. Evet, böylesi sadece bir heykeldir ve karınca kadar dahi kıymeti yoktur. Bazı arkadaşlarımızda bu durumu hissedince, kendilerine, onları eşyanın perde arkasına baktıracak bir kitab verdim. “Şunu bir okuyun” dedim. Evet, bazıları biraz kitap okuyunca, birşey oldu zannına kapılıyor. Tabii o zaman da, “bilmediğini bilme” bilgisinden uzaklaşıyor..
Zamanımızda “murabıt” ferdî, ailevî ve içtimaî hayatını dinin emirleri doğrultusunda yaşayan kimsedir. Meselâ, onun evlenmesi, iffetini muhafaza, haramlardan kaçınma ve nesil yetiştirmek için; çalışması da, medar-ı maişetini temin ve el-aleme el-avuç açmamak içindir. Zira aleme el açarsa, hâlisane dine hizmet edemez. Bu seviyede dinî hayatı olanlardan -inşaallah- herhalde kul hakkını da kaldırırlar.
Dine, imana ve Kur’ân’a hizmet adına bin türlü sıkıntılara göğüs gererek yaşamaya çalıştığımız, din düşmanlarının şerlerinden emin olmak için köşe-bucak kaçtığınız günleri emniyet ruhunun hakim olduğu devirlerde hatırladıkça, “ah o eski günler! Bir şaki gibi saklanıyor ama, dinin i’lası için kavga veriyorduk!” diyeceğiz. Çünkü gelecekteki ümran döneminde, kelepir sevdasıyla mü’minler birbirlerine girecekler. Bir kısmı, bu durumdan muzdarib olarak dağlara çıkacak ve münzevî bir hayat yaşamayı medeniyete tercih edecek. Bir kısmı da, “Hayır, hak verilmez alınır”, deyip mücadele edecektir. Pekâlâ, böyle bir gelecek için mi durmadan uğraşıyoruz? Hayır, belki bunlar olacak ama, umumi emniyet ruhunun hakim olmasıyla birçok kimse onun nimetlerinden istifade edecek ve yine o sayede cenneti ve ebedi saadeti kazanma yollarını bulacak. Kaldı ki, bu tür hareketler mutlak ma’nâda cenneti kazanmaya da mani değildir. O günleri idrak edenler, Efendimiz’in tavsiyesine uysunlar: Kılıçlarını kırıp, evlerine çekilsin ve durmadan ibadet yapsınlar.. yapsınlar, ve kendi toplumlarıyla kavgalara girmesinler. Zaman zaman bunları düşündükçe, gözyaşlarıma hakim olamam..
Halkın adet ve îtiyad haline getirdiği birtakım bid’atlara birden karşı çıkmak doğru değildir. Eğer, söyleyenin halk içinde güçlü bir itibarı yoksa, bu davranışı tesirsiz kalmaya mahkûmdur. Bu tür mes’eleler, ancak halk içinde kökleşmiş bir itibar kazandıktan sonra yapılmalıdır.
İnsanın, mazhar olduğu nimetleri, güzellikleri, meziyetleri, tahdis-i nimet dışında, sağda solda teşhir etmesi çocukça bir davranıştır. Ciddî insanlara yakışmaz ve hele Rabbiyle kalbi arasındaki sırlara saygılı ruhlara asla..!
Kendisine peygamberlik gelmeden önce de geldikten sonra da Efendimiz (sav), insanlığın içinde bulunduğu maddî-manevî sefalet ve dalalet tabloları karşısında hep ızdıraptan iki büklüm olmuştur. O kadar ki, zaman zaman inzivaya çekildiğini tek başına kaldığını siyer kitapları kaydediyor. Peygamberlikten sonraki ızdırabına ise, Kur’ân-ı Kerim, iki yerde açık, bir yerde işareten temas eder ki bunlardan: “Herhalde sen, onlar bu söze inanmıyorlar diye üzüntünden kendini helak edeceksin” ayeti bana çok manidar ve ürpertici gelir. Izdırapsızlık, bizim en büyük eksikliğimizdir. Eğer iman ve Kur’ân hakikatlerinin neşv u neması ve ma’şeri vicdanda ma’kes bulması hususunda ızdıraptan haftada birkaç gün uykumuz kaçmıyorsa, ileride uykumuzu kaçıracak şeyler olacak demektir. İşin doğrusu dertten çatlamayanlar karşısında bazen insanın çatlayası geliyor...
Biatın bir değişik buudu da, sürekli yenilenmedir. Efendimiz (sav), bazı ashabından belki 10 defa biat almıştır. Halbuki, onlar için o devirde her şey orijinaldi. Bir ezan okunuşuyla bütün duyguları coşuyor ve dopdolu namaza koşabiliyor; yeni nazil olan bir ayetle gönül ve his dünyalarında yeni ufuklar açılıyor ve her an yeni bir orijinalite ile karşı karşıya bulunuyorlardı. Evet, yeni kalmanın ve yenilenmenin bütün sebepleri mevcuttu... Buna rağmen, zaman zaman onlarda da bir kabuk bağlama veya bir ülfet oluyordu. Bundan dolayı, dıştan ilâhi bir müdahalenin araya girip onları karıştırması ve yenilenme adına harekete geçirmesi gerekiyordu. Efendimizin onlardan sık sık biat almasının bir ma’nâsı da işte bu olsa gerek... Öyleki, sahabinin “Ben biat ettim ya Rasûlallah” demesine karşılık Efendimiz, “Olsun, bir daha et” buyuruyorlardı. Her yeni biat, onlarda yeniden bir yapılanma meydana getiriyor ve duygularının yenilenmesine yol açıyordu. Yenilenme, bazen belâ ve musibetler vasıtasıyla da olabilir. Ne var ki, yenilenmenin bu tür yollarla olması istenmez. Hatta bu belâ ve musibetler insanlardaki gaflet perdesini kaldırsa bile...
Helâk olanlar, önce kendi içlerinde ve vicdanlarında helâk olmuşlardır. Daha sonra bu yok oluş, onların dışlarına aksetmiştir. Yaşamak isteyenler, Allah ve Resûlünün sevmediği tavır ve düşüncelere karşı sürekli gerilimde olmalıdırlar ki hayatiyetlerini devam ettirebilsinler.
Namazları acele ile kılanlara gönül koyuyor ve Cenab-ı Hakk: “Benim size herşeyi karşılıksız vermeme mukabil, siz bana böyle mi teşekkür ediyorsunuz? Bu şekilde mi namaz kılıyorsunuz?” der mi diye de endişe ediyorum. Eğer derse, o zaman işimiz çok zor demektir.
Bizim mesleğimizde esas olan, insanların mazhar oldukları nimetlere kendilerini memerr olarak görmeleridir. Bu hâl, mes’eleyi aslına irca etmek demektir ki, o da TEVHİD’dir. Yani, her şeyi Allah’tan bilme keyfiyetidir. Efendimiz ve Ashabın’ın durumu da budur. Onlar, sahip oldukları her şeyi Allah’tan biliyorlardı.
Evrad u ezkâr, duâ, nafile namaz gibi ibadetler, sürekli olarak ve ısrarla yerine getirmeli ki, bunlar, zamanla bizde ikinci bir fıtrat hasıl etsin. Meselâ, iki rekatlık bir nafileyi dört rek’at kılmaya alışır, bir daha da bırakmazsanız, bırakmaya kalksanız, “Eyvah, bugün de falso yaptık” dersiniz. Böyle bir anlayış, insanda zaten mevcud olan birtakım kabiliyetlerin kullanılarak inkişaf etmesi ve insan ruhuna hakim olmasından kaynaklanmaktadır.
Fare nasıl yağ, peynir vs. gibi şeylerin kokusunu çok öteden alır ve gider onları bulur, öyle de ehl-i dünya âdetâ maddenin faresi olmuş. Bizim hayallerimizde bile ulaşamadığımız yollarla gidip kendi menfaatlerini bulabilirler.
Bence öğrenmemiz gereken önemli şeylerden biri de, herkesle diyalogtur. Emsal arasında tenafüs yani çekememe, olur ama, mühim olan, kimsenin gıybetini yapmamaktır.
Hizmette misal olma mevkiinde bulunanlar, her şeyleriyle “hizmet insanı” olmak zorundadırlar. Bunlar gece-gündüz durmadan koşturmalı, hatta onları kimse uyurken görmemeli. Kabilse günde 3 saat uyku bir iki saat diğer ihtiyaçlar, bunun dışında hep hizmet etmelidirler. Evet onlar, ancak bu şekilde etraflarına numune olabilirler. Bu ölçüde hizmete kendini adamış bir insan, zaman zaman evinin yolunu unutur zannediyorum. Ayrıca, hizmet insanı, kendisini davasından alıkoyacak herşeyi elinin tersiyle itmesini bilmelidir. Ev mi, çoluk-çocuk mu, iş mi her neyse ayağına pranga olan hiçbir şeyin esiri olmamalıdır. Esasen, bir kısım özel durumlar dışında, dava adamının şahsî hayatı yoktur.
Ne olursanız olun, makam, şöhret başınızı döndürmemeli ve hep “Sıfır” olmalısınız. Olmalısınız ki, büyük rakamlarda, büyük yerlerde kullanılabilesiniz. Ve ne olursanız olun -Allah aşkına- öğrenme ve öğretmeden başka bir şey düşünmemelisiniz.
Haftada bir gününüzü kendinize ayırın. O gün, maddî ve dünyevî hiçbir şey yapmayın. Her işiniz mâneviyat ve ahiret âlemi adına olsun.
Ahirzaman Cemaatinin Vasıfları Ahirzaman’da İslâm’a hizmet edecek topluluğun en önemli vasıflarından biri de vaizliktir. Bunlar, cami kürsülerinde veya başka yerlerde vaaz ve nasihatlarla dinin ruhunu aksettireceklerdir. Bu cemaatin ikinci önemli vasfı ise, alışılmış sistemleri ve tabuları parçalamaktır. Evet, dünyada çığır açan kimseler, hep alışılagelen şeylerin dışında neş’et etmişlerdir. Ve şunun-bunun prensiplerine de uymamışlardır uyamazlar da, çünkü prensipleri kendileri vaz’ederler.
Kurtulmak mı önemli, kurtarmak mı? Kurtulmak için akıllı olmak şart değil. Zira deliler de kurtulur. Ama kurtarmak için muhakkak akıllı olmak gerekir. Bundan dolayıdır ki, peygamberlerin içinde hiç deli yoktur.
Tenkid, meşveretlerde kimseyi nazara vermeden yapılmalıdır. Zira, yüze karşı yapılan tenkid kırıcı, gıyaben yapılan ise gıybetin sahasına girer.
İnsan, hizmet adına kendisine tevdi edilen vazifeleri, sahip olduğu hizmet şuuruna göre yapar. Bununla birlikte, evvel ve ahir tavsiyem, hizmeti hangi seviyede yaparsak yapalım, karşılığında hiçbir şey beklememeliyiz. İnsan, yaptığı hizmete karşılık olarak hayalinde birtakım beklentiler içine girerse, beklediklerini bulamayınca -hafizanallah- küsüp gidebilir. Onun için, duâlarımda sürekli “Ya Rabbi, beni arkadaşlarıma mahcub etme” diyorum. Zira bize belirli bir bakış açısı var ve biz o değeri korumak zorundayız. İnsan, murakabe ile kendisinin manen “sıfır” olduğunu bilmeli ve yaptıklarına kat’iyen sahip çıkmamalı. Bediüzzaman bile kendisini bir “memerr” (bu bazı iyiliklerin uğrağı demektir) olarak görüyordu. Aksi takdirde hayalî düşünceler ve beklentiler içinde boğulup gidebiliriz.
Ortaya attığımız fikirler makûl görülürse memnun olmalı; makûl görülmezse, “mevsimi değilmiş” deyip beklemeli ve kat’iyen kavga edilmemelidir. Bazan da makûl fikir, onu teklif eden şahısdan dolayı reaksiyon görebilir. Böyle durumlarda, bu tür teklifleri başkalarının yapmasına fırsat verilmelidir. Önemli olan, fikirlerin hüsn-ü kabulüdür. İleri sürdüğümüz fikir hak ise, ona öncelikle kendimiz hürmet etmeliyiz. İstişarede üzerinde durulan mes’ele kabul usulüne göre ettirilmezse, te’sir ve bereketi de olmayabilir. Halbuki bizim mesleğimizde bereket çok önemlidir. Bediüzzaman Hazretleri, İstanbul’da sayıca çok dostlarla yaptığı hizmetlere mukabil, Isparta’da az sayıdaki arkadaşlarıyla yaptığı hizmeti daha bereketli bulur. Ve bu bereketi de ihlâsla irtibatlandırır.
İkbal Arzusu ve Manevî Terakki Dünyevî bir ikbal arzumuz ve dünya ile bir alâkamız yoktur. Biz, karşısında cennetlerin bile ucuz kaldığı Allah’ın (cc) rızasına talibiz. Vali olmak, milletvekili olmak, bakan olmak, zengin olmak vs. bunun karşısında ne anlam ifade eder ki? Rıza-i İlâhî’ye talib olan, böylesine küçük ve hasis şeylere itibar eder mi? Ancak, dünya bazan biz talip olmadan da bize verilebilir. O zaman da onu Allah yolunda kullanmalıyız. Evet, gönlümüzde dünyaya karşı hiçbir arzu, hiçbir meyil, hiçbir iştiyak olmamalıdır. Kaldı ki, bizim için manevî terakkiye bile talip olmamak çok önemli bir esastır. Hasılı, namaz kılarken cenneti görseniz, ondan bile kaçmalısınız.
Duâlarda Cenab-ı Hakk’tan hizmet aşkı ve şevki istenebilir. Bununla birlikte, ben duâlarımda, “Senin sevdiğin ve razı olduğun” diyorum. Siz de, encamını bilmediğiniz, arkasında hayır mı var, şer mi var kestiremediğiniz isteklerde bulunmamalısınız. Evet, insan kendi arzu ve isteklerinden uzaklaşıp Rabbinin arzu ve istekleri içinde eriyip gitmesi çok önemlidir ve işte bence manevî terakki budur.
Hiç kimseyi büyük-küçük günahlarından dolayı kınamayın. Bazen, “daha” bile demeden, içinden geçenlerden dolayı itab gördüğüm olmuştur. Artık, birine zina isnadını, küfür isnadını siz düşünün. Ta’yir geri tepen bir silahtır. Ama, maalesef müslümanlar arasında bugün çok kullanılıyor.
İslâm’ın i’lası, insanın en büyük ideali olmalıdır. Evlenme, çoluk-çocuk edinme ve makam-mansıb sahibi olmanın da kendine göre bir önemi vardır ama, İslâm, bunların daima önünde yer almalıdır. Evet, İslâm, hayatımızın gayesi olmalıdır. Günümüzde, bir kısım müessese ve şahıslar bu duyguyu öldürüyorlar. Hayatı, lezzeti, nefsânî hazları birinci plâna çıkarıyor ve zamanla herkesi çürütüyorlar. Hakikat açısından dünyevî düşünceleri İslâm’a rağmen ön plâna çıkaranlar aldanmıştır.
İnsan günde yüz defa ihlâs ve yakîn istese, yine de fazla istemiş sayılmaz. Yalnız bunu kavlî duâ ile mi istemeli, yoksa fiilî duâ ile mi? Yani davranışları zapt u rapt altına alarak mı? Bence ikincisi; ama bu, kavlî duâya mani değil. O halde, hem dille, hem davranışlarla istemeli. Evet, eğer sizlere tavsiyemin bir ma’nâsı varsa, evvel ve ahir tavsiyem: “Allah’ın hoşnutluk ve rızasını taleb etmenizdir. Duâlarınızda cennet talebini unutabilirsiniz, cehennem azabından azad edilmeyi unutabilirsiniz ama, ihlâs veya yakîn istemeyi asla unutmamalısınız. Zira bunun unutulmaya tahammülü yoktur. İhlâs ve yakîn olmayınca insanlar boşlukta yaşarlar. Söylediklerini gırtlak üstü söylerler, davranışları da hep hay-huy olur.
Namazda olsun, namaz haricinde olsun, gönlün her teli tıpkı bam teli gibi ses vermeli. Bilhassa da namazda böyle olmalı. Sazların bir tane bam teli var, fakat gönlün her teli bam teli gibi olmalı. Öyle namaz kılmalı ki, herkesin namazı bir diğerine misal olsun ve secde, doyulmaz bir neşveye, duâlar, insana bıkkınlık vermeyen gıdaya; rükû ayrı bir edaya; kıraat de, dane dane canlı kelimeler armonisi halini alsın. Muhbir-i Sadık, “Namazınızı veda namazı olarak kılın” buyuruyor. Size, “bir vakit namaz kılacak kadar ömrünüz kaldı” deseler, o namazı nasıl özene-bezene kılarsınız. İşte her namazı böyle özene-bezene kılmalısınız. Evet “bu benim son namazım olabilir” mülâhazasıyla kılınan namaz veda namazıdır. Namaz öyle bir iştir ki, ondaki her inhiraf insanı sîreten hayvanlığa götürür. Meselâ, Efendimiz, “İmamdan önce başını secdeden kaldıran, suratının eşek, şekline dönmesinden korkmuyor mu” diyor. Secde için “başınızı (yem gagalayan) tavuklar gibi koyup kaldırmayın” diyor. Otururken “Kendinizi köpekler gibi salmayın” diyor. Demek ki, namaz, insanın insan-ı kâmil olmasını ifade ediyor. Öyleyse, insan kıyamını, kıraatını, rükûsunu, sücûdunu ciddî bir temkin ve teyakkuzla yapmalı; eşeğe, maymuna, tavuğa, köpeğe benzememelidir. Bu teşbihlerdeki tabirleri ben söylesem galiz bulabilirsiniz ama, bunları “Beni Rabbim terbiye etti, ne de güzel terbiye etti” diyen edeb abidesi Hz. Muhammed (sav) söylüyor. Evet, namaz insanın hayatında yapacağı şeylerin en güzelidir ve en güzeli olmalıdır. Hayatın en tatlı hatıraları namazla ilgili bulunmalıdır. Zira miraca namazla çıkılır.. Allah’a namazla ulaşılır, enbiyânın huzuruna namazla varılır. O halde, illâ namaz, namaz, illa namaz...
Dert, derdin kaynağını bilmemektir. Derman, derdi dert içinde derman bilmektir. Tedavi, kahrı, lûtfu bir saymakta yatar. Tedavi süresi, ise, “Yakin gelip çatıncaya dek”dir. Biri: “Derd-i derunuma derman arardım, Bir başkası: “Derman arardım derdime. şeklinde hislerini ifade eder. Bu arada dertten şikayet edenler de var: Dert elinden dade geldim. Fuzuli de: “Beni candan usandırdı, cefadan yar
usanmaz mı? sözleriyle dert korosuna katılır.. ve daha niceleri..!. Allah’tan gayrısını yar sayan, yıkılmaya mahkûm bir yarı başına sarmış demektir. Bu açıdan da o, gidip ahmaklığına ağlamalıdır.
Kobralara merhamet, zehirlenecek bir sürü kimsenin hakkına tecavüz demektir. Bu itibarla, müslümanlara taarruz eden kimseleri affetme kobralara merhamet olsa da, insanlığa zulümdür.
Dünyanın neresinde olursa olsun, antikomünist rejimlerin nazarında komünist ile Müslüman bir değildir. Bir tercih yapma durumunda kalsalar, yine komünistleri tercih ederler. Bundan dolayı, siyasî yapılanma noktasında bir serbestlik bahis mevzûu olduğunda bu durum şu anda komünistlerin işine yarar. Çünkü süper güçler onları desteklerler. Ayrıca böyle bir serbestiyet, İslâmî potansiyelin su-i istimaline sebep olabilir.. ve münafık kılıklı pek çok insan ortaya çıkar. Şimdi bırakın politikacıları da kendimize bakalım. Ben Türkiye’de Müslümanlar içinde 100 insanın bir ay sürekli olarak ciddi bir şekilde Efendimiz (sav)’in “ümmetî, ümmetî” dediği gibi, ümmet-i Muhammed için gözyaşı döküp, ızdırap çektiğini zannetmiyorum. Eğer böyle 100 adam gösterebilirseniz bana, ben de size çok ümit vaad edici şeyler konuşabilirim. Evet, çoğumuz şahsımızı rencide eden şeylerden dolayı ağlıyor, sızlıyoruz ama, İslâm’ın ve Müslümanların yürekler acısı hallerine büyük ölçüde lakayd kalabiliyoruz.
Günah, insanın içinde burkuntu yapıyorsa, bu bir mü’minlik alâmetidir. Ama, rahatsız etmiyorsa o da nifaka alâmettir. Zira, nifak ve günah aynı cinstendir. Günah ancak münafığı rahatsız etmez.
İrşad ve Tebliğden Beklenen Netice İrşad ve tebliğe ait vazifelerden müsbet neticeler elde etmek harikuladeliklerle değil, sebeplere tam riayetle mümkündür. Zaten şeriat-ı fıtriyede de esas olan budur. Bakın, bitkiler birden bire değil, belki uzun bir süre bakım ve görünümlerinin yapılması ile olgunlaşıyorlar. Yumurta civcive öyle dönüşüyor. İrşad ve tebliğ hizmetlerinde de, o hizmetlere ait usul ve prensiplere tamı tamına riayetle netice beklenebilir. Bunun aksi, hayalperestliktir... Rica ederim, Allah, peygamberleri ve hususiyle de Hz. Muhammed (sav) için değiştirmediği kanununu bizim için mi değiştirecek. Başta Efendimiz olmak üzere, bütün peygamberler mücadelelerini her şeye göğüs gererek, uzun seneler sabır ve sebatla sürdürmüşlerdir. Bu mücadelelerinin semeresi olarak da, Allah onlara muvaffakiyet ihsan etmiştir. Hasılı, muvaffak olmak isteyen peygamberlerin yoluna sülûk etmelidir. İrşad ve tebliğde dikkat edilecek önemli bir husus da şudur: Her insanın latifelerinin dirilmesi, uyanması değişik bir sebebe bağlıdır. Bazılarınınki, uzun zaman ve ısrarlı uyarmaların neticesinde ayağa kalkar. Bazılarınınki de kitle ruh haletiyle uyanır. Ama, bu bizim için tercih edilecek bir yol değildir. Zira kitlevî hareketlerin kontrolü çok zordur ve rahatlıkla menfî istikametlere kanalize edilebilir. Ayrıca, böylesine kitlevî hareketlerin neticelerinde pek çok insan birbiriyle anlamsız ve gereksiz bir kavgaya tutuşabilir. Oysa bizim maksadımız, insanları kavgaya sevketmek değildir. Maksadımız, insanların hidayetini temindir. Bütün insanlar hidayet üzere olduktan sonra, istenilen kitle zaten temin edilmiş demektir.
İbadet ü taattan zevk alamayınca ibadeti terk etmek düşüncesi, nefsin bir aldatmacasıdır. Bu tür şeyler, kasden istenilmez. Yani, zevk almak için ibadet edilmez. Önemli olan, içinde bulunulan en olumsuz şartlara rağmen, gerek şahsî, gerekse içtimaî vazifelerimizi eksiksiz yerine getirmektir. Bazan uzun bir sükût, daha uzun bir hutbeden daha beliğdir ve daha çok ma’nâ ifade eder. Her türlü ağır şartlar altında aşkımızı, şevkimizi devam ettirebilme, belki de aynı şartlarda dolu dolu namaz kılmaktan daha hayırlıdır. Meselâ, cemaatle birlikte, yüreklerimiz hoplayarak kılınan namaz mı, yoksa tek başımıza bir yerde alnınızı secdeye koyup, hiçliğimizi idrak mi daha hayırlıdır bilemeyiz. Bu sebeple belki de, devamlı huzur içinde bulunanlar yanılıyorlar. Çünkü, Cenab-ı Hakk’ın nelerden razı olacağını tam olarak kestirmemiz mümkün değildir. Bu noktada sofiler de aldanabilir. Onlar aldandığı gibi, biz de aldanabiliriz. Zor şartlar altında hizmet vermek zorunda olan arkadaşlarımız, belli anlarda ahireti, cenneti, Rabbin sonsuz nimetlerini düşünerek kendilerini yenilemelidirler. Bu mülâhazalar, kişinin hizmet içindeki mevki ve fonksiyonuna göre de değişiklik arzedebilir. Cephenin en ön safında mücadele eden ile, geri hizmetlerde mücadele verenlerin aynı statüye tâbi olmaları kat’iyen düşünülmemelidir.
Tebliğde Sayı Azlığı veya Çokluğu Soru: Bazı arkadaşlar, irşad ve tebliğ vazifesinde az veya yetersiziz diye ümitsizliğe kapılıyorlar. Bu durum karşısında nasıl davranmalıyız? Cevap: Tebliğ vazifesinde önemli olan berekettir. Bu da sayıya bağlı değildir. Kaldı ki, sayıca azlık veya yetersizlik bizi daha bir canla başla hizmet verme yolunda kamçılamalıdır. Böyle bir kamçılanma zayıf olanların aşka şevke gelmelerine de sebebiyet verir. Hadîslerde bununla ilgili bir hâdise nakledilir. Savaş esnasında ve kuvve-i mâneviyenin sarsıldığı bir dönemde, birisi atını mahmuzlayıp düşman saflarına saldırır ve bir daha da geriye dönmez. İşte onun hali, Nebî beyanında bir örnek mücahid olarak takdirle yadedilir. Sayıca az olmamız ve ehl-i küfür ile aramızda kuvvet dengesinin bulunmayışı, ne yazık ki, ortada bulunan ve makam-mansıb zaafı olan bazılarının, zaman zaman ehl-i dünyanın ağzına düşmesine sebep olabilmektedir. Bilhassa bunun gibi durumlarda, iş başa düştü deyip, atı mahmuzlamak icab edecektir. Her devrin şartlarına göre bir hizmet stili vardır. Önemli olan, şartları ve şartların gereğini iyi tesbit edip, işe öyle koyulmaktır. Böyle yapıldığında ümit ederiz ki Allah da muvaffak eder ve etmektedir de. Yetersiz olma mes’elesine gelince: Bunun da müsbet tesirleri vardır. Bu nokta, belli sınırlar içinde tutulabilir ve ümitsizliğe düşme vesilesi yayılmazsa, bu takdirde gayreti kamçılayıcı bir faktör olur. Şöyle ki, hiçbirimiz, peygamberlere ait bu vazifeyi tam bir şuurla yaptığımızı iddia edemeyiz. Haddizatında bizler bu işin içine neden ve nasıl girdiğimizi ve hangi husûsiyetlerimizden dolayı tercih edildiğimizi de bilmiyoruz. Tabii hangi sebeplerin insanların hidayetine vesile olacağını da... Bir tarafta, aklı başında ilimle de mücehhez insanlar var; var ama bunlar fazla hizmet edemiyorlar; diğer taraftan da, sadece ilmihal bilgisiyle hizmet eden bir sürü insan var. Kimlerin daha tesirli olduğu meydanda. “İnneke lâ tehdî men ahbebte velâkinn’allahe yehdî men yeşâ” (Sen, sevdiğini hidayete erdiremezsin, Ancak Allah, dilediğine hidayet eder) sırrıyla, biz Allah’ı anlatmakla mükellefiz. Bu ise, mazhariyetle olur. Yani bize düşen devrimizin gerektirdiği işleri yapmaktır. Kimse bizden Hz. Mesih olmamızı bekleyemez. Kaldı ki biz onun merkûbu dahi olamayız. Evet, biz bize düşeni yapacak ve vazife-i İlâhiye’ye karışmayacağız. Tebliğ ve irşad vazifesini şöyle de değerlendirebiliriz. Şayet biz bu içtimaî denizde birer dalga isek, karşıda da bize mukabil dalgalar var. Bize gelen dalgaları kırmakla, arkadan gelenlerin işlerini kolaylaştırmış oluruz. Evet, iki kişiyi hakiki müslüman yapamasak da, on kişinin küfr-ü mutlakını kırabildi isek, geriden gelenler için uygun bir zemin hazırlamış sayılırız. Bediüzzaman gibi pek çok kimse dahi, bunu böyle değerlendirmiyor mu? Ayrıca yetersiz kaldığımız durumlarda, imâna muhtaç kimseleri daha iyi bilenlerin yanına götürmeli veya onları çağırıp anlatılacak şeyleri onlara anlattırmalıyız. Ne var ki bu da her zaman olmaz; çünkü, taşıma su ile değirmen dönmez. O zaman biz de gayret edip, öğrenilmesi gereken şeyleri bir an evvel öğrenmeliyiz. Hasılı, imân, insanın afâkî ve enfüsî araştırması ile Cenab-ı Hakk’ın insanın içinde yaktığı bir nurdur. Eğer muvaffak oluyorsak, bu Allah’tandır. O halde, yaptığımız işlerin zerresini bile kendimize maletmemeliyiz. Zira böyle bir sahiplenme, bir nevi şirktir, hizmetin bereketini götürür.
Soru: Cemaatlerin birbirlerinden adam kazanmalarını nasıl değerlendirebiliriz? Cevap: 1. Gidip başkalarına iltihak edecek arkadaşlar hakkında endişe edip de, diğer cemaatleri kötülememek lazımdır. Çünkü bir cemaati gıybet eden, o cemaatin bütün fertlerini gıybet etmiş sayılır. Ve o ferdlerin bütünü, haklarını helâl etmedikçe de, ihtimal kurtulamaz. Oysa biz, kurtulalım diye uğraşıyoruz. 2. Giden arkadaş veya gittiği cemaat hakkında arkadan konuşma, gıybet etme, zaten var olan ayrılığı körüklemek ve yangına benzin ile gitmek demektir. Böyle bir davranış ise, tevfik-i İlahî’den mahrum kalmaya sebeptir. Halbuki bu şahıs, sanki birinci bölükten ikinciye veya ikinciden üçüncüye geçmiş veya aynı evde oda değiştirmiş gibi kabul edilmelidir. 3. Bu gibi durumlarda, herhangi bir hizmete dilbeste olmuş insanların rahatsız olmaması mümkün değil ise de, bu rahatsızlıktan onları günaha sokmamalarına da çok dikkat etmelidirler. Evet, bu husus dikkate alınarak, aleyhte söylenebilecek şeylerin şartlandırma kabilinden önceden anlatılmasında fayda mütalâa edilebilir. Bütün bunlara rağmen, kanaat değiştiren insanlara karşı da tavır almamak gerektir ve hatta bu şarttır.
Sürekli düşünerek ve tecessüs ederek yaşamak, mâneviyatın bir buudunu teşkil eder ve çok önemlidir. Ne var ki, ülfet ve ünsiyet bunu engelleyebilir. Bu sebeple ülfet ve ünsiyeti kırmak gerekir. Aslında, zamanımızda pek çok kimse, mâneviyata inanmadan yaşıyor. Onun için Bediüzzaman Hazretleri, “A’zami zühd ve takvaya bir cemaat sahip çıkmalı” diyor. Aksi takdirde, herkes mes’ul olur.
Namazı dert edinmek lâzımdır. Kıyam, kıraat, rükû, sücûd vs. namazın şekillerinden ibarettir. Oysa asıl olan, muhteva ve ruhtur. Nasıl ki yeme-içme cismaniyetimiz için bir ihtiyaçtır, namaz da manevî hayatımız ve ruhumuz için bir gıdadır. Namaz, fıtratımızın bir gereği haline getirilmelidir. Ruh, gıdasını ancak, bu şekilde kılınan bir namazdan alabilir. Meselâ, Kevser sûresi’ni 1000 defa okur, her seferinde ayrı şeyler hissedersiniz. Sonra da bu hale şaşar kalır ve “Kevser sûresi bir satırlık birşey ama, meğer içinde kitapları dolduracak muhteva varmış” der, kendinizden geçersiniz. Onun için, namazları angarya kabilinden kılmamak gerekir. Namazda dikkat edilecek bir diğer husus da, nasıl vücud geliştirme çalışmalarında kalbi yormamak için fikir dünyasından uzaklaşmak gereklidir, öyle de, ruhu geliştirmek için dünyevî düşünceleri devreden çıkarmak, bütünüyle kalp ve ruh insanı haline gelmek şarttır. Tabii, namazın dış şekillerini özenle yerine getirmek ile bu muhteva arasında sıkı bir münasebet olduğu da bir gerçek. Bir de, bazılarının namazına bakıp da, değişik tavır ve uygulamalara gidilmemelidir. Başkası namazında elini, kolunu, başını sallayabilir. Bu kimseyi ilgilendirmemeli. Herkes, kendi namazını kılmalıdır. Ayrıca, başkaları namazlarını nasıl eda ederlerse etsinler, Allah’a borçlarını ödemiş olacaklarından şüpheye düşmemeli, neticesinde insana vizr yükleyecek olan sû-i zan kapısını kat’iyen açmamalıyız. Kaldı ki biz, kimsenin davranışlarına hakem de değiliz. Bir diğer husus da, namaz kılarken şartları hesaba katmamalıyız. Aslında şartların insanın namazına tesir edeceği muhakkaktır. Fakat bunu bile bile irademizle bu şartları aşmalı ve kalbi kemal noktasına yönlendirmeliyiz. Feyze, berekete en açık olduğumuz zamanlarda bile sadece O’nu mülâhaza etmeliyiz. Meselâ, Allah’la, aranıza girecek bir cezbe, sizi o anda arş-ı Rahman’a ulaştıracak, bile olsa hemen “Hayır Rabbim ben bunu istemem, şu namaz kılanlardan birisi gibi olayım, yeter” diyebilmelisiniz. Son bir husus da, herkesin namazı, içinde bulunduğu mertebe ve dereceye göre farklılık arzeder. Siz kılmış olduğunuz namazı, İmam-ı Rabbani’ye anlatsanız, belki size güler. Veya İmam-ı Rabbani, İbn-i Arabi’ye anlatsa, o da güler. Zira buudlar farklıdır. Burada önemli olan nokta bizim gibi avam-ı nasa, hakîkî namaz mülâhazasına, düşünce yolunu açmaktır. Bir zerre iken, kendini deryaya salıverme ve damla iken derya olma... Bunun ötesinde de, Rabbim lûtfederse, şu anda mahiyetini, keyfiyetini dahi bilmediğimiz, ama dedikodusunu, nakilciliğini yaptığımız o mertebelere ulaştırılabileceğimizi yine O’nun rahmetinden bekleyebiliriz.
Şahs-ı manevî ile alâkalı birtakım belâ ve musibetler vardır ki, bunları birtakım fedakârlar karşılar ve cemaate gelecek belâların def u ref’i için kendilerini feda ederler. Hizmet kadrosu içinde değişik münasebetlerle vefat edenler ve muhtelif belâlara dûçar olanlar hakkında böyle düşünmek daha muvafık olur.
Her Güçlüğün Akabinde Bir Kolaylık Vardır Soru: Rüya’da Fetih sûresi’nin baş tarafının okunması neye delâlet eder? Cevap: Şahsî hatalara bakılmadığına delâlet eder. Ayrıca Hudeybiye’de müslümanların hisleri, gururları ve izzetleri ile çok oynandı ama sonra Allah bilâhare onlara fetih nasib buyurdu, zannediyorum, bugün de aynı şeyler geçerli. 30-35 seneden beri ne zaman müslümanların izzet ve gururlarıyla oynanmış ve mü’minler herhangi bir tazyike maruz kalmışlarsa, ardından büyük bir fütuhat olmuştur. Yani her zaman “Muhakkak her güçlükle beraber büyük bir kolaylık vardır” âyetinin hükmü tecellî etmiştir. Yalnız bunun vazgeçilmez bir şartı vardır ki, o da, ihlâs ve samimiyeti kaybetmemek, Allah (cc) ile irtibatı devam ettirmektir. Bu başarıldığı zaman, “Rabbin seni bırakmadı” sırrına mazhar olabiliriz. Yoksa, yaptıklarımızın hiç faydası olmayabilir...
İrade zaafı, zırh ve miğfer arasındaki delikler gibidir. Şeytanlar vururlarsa oradan vururlar. Efendimiz (sav): “Bir ifrit, elinde ateş, bana namazda musallat oldu” buyuruyorlar. Demek ervah-ı habise, herkese derecesine göre musallat olabiliyor. Evet, şeytan kimine uzaktan ok atar, kimine de merdiven dayar, öyle çıkar...
Hizmette esas olan ihlâs ve samimiyettir. Tarihte nice peygamberler gelmiştir ki arkalarında bir veya iki kişi ya bulunmuş ya da bulunmamıştır. Buna karşılık, nice veliler de vardır ki, peşlerinden kitleleri sürüklemişlerdir. Ne var ki bu velilerin hepsini üst üste koysak, bir Nebî’nin topuğuna ulaşamazlar. İrşad ve tebliğ vazifesinde sayı çokluğu çok mühim olmadığı gibi, hemen netice alınacak diye bir kaide de yoktur. Mühim olan, “Allah, bu gayretleri boşa çıkarmaz” inancıyla çalışmak; ihlâs, samimiyet ve sadakattan da kıl kadar sapmamaktır. Kur’ân-ı Kerim, Semud kavmi hakkında, “Semud’a gelince: Onları hidayet ettik, fakat, körlüğü hidâyete tercih ettiler” buyurur. Bu o zaman böyle olduysa da, bir gün gelecek, o kavmin veya arkadan gelenlerin içine atılan hidayet tohumları mutlaka boy atıp, gelişecektir. Her da’va eri bu hakikatı kavramalı ve yılmak, usanmak nedir bilmeden bir küheylan gibi hep yoluna devam etmelidir.
Bugün insanımızın en büyük derdi, Allah (cc) ile olan irtibatının eksikliğidir. O halde, bunu te’min edecek her vesileye her gün defâatle müracaat edilmeli ve bizi O’na götürecek yollar sık sık gözden geçirilmelidir; aksi halde, O’ndan uzaklaştıran tekye ve zaviye de olsa mutlaka yıkılıp, altı üstüne getirilmelidir.!
‘Ebû Bekir’ bir isim; ama, bıraktığı tatlı izlerle o hâlâ içimizde yaşıyor. Hem o kadar yaşıyor ki, bu adı andığımızda sanki kanımızdaki alyuvar ve akyuvarlar kendisine selâm duruyor. Hz. Bilâl, Habeşli bir köle; siyahî, fakat, Sahabe mektebinin mübeccel bir ferdi ve Peygamber Müezzini. Aradan on dört asır geçmiş olmasına rağmen, hâlâ teberrüken adını oğullarımıza veriyoruz. Karşı kutupta, 150 metre boyunda ehramlar yapan Mısır Firavunları var; dünyevî ölçüler içinde büyük; ama, dünden bugüne hep lânetle anılıyorlar. Evet, ebedî yaşamak isteyenler, Ebû Bekir’i Ebû Bekir, Bilâl’i Bilâl yapan vasıflarla bezenmeli ve firavunluğa da özenmemeli ve tenezzül etmemelidirler.
Nefis Müdafaası Şeytanın Mırıltısıdır Nefsi müdafaa adına söylenen her söz şeytanın mırıltısıdır, o aynı zamanda bir cedel ve miradır. Meselâ, “bu gece herhalde teheccüde kalkamadınız” dendiğinde, “geç yatmıştım da” gibi bir savunmaya girmek, cedel olur. Geç yatılmış bile olsa, “şu gafil nefsin elinden kurtulamadım gitti” denmelidir. Aynı şekilde, meselâ, “ekmekleri ısıtsaydınız?” dendiğinde, nefis müdafaası adına, “hekimler böyle yemenin faydalı olacağı görüşünde” demek de bir cedeldir. Yine, “haritayı öyle değil de, şöyle assaydınız” dendiğinde, “odayı tam ortalayayım da, daha iyi görünsün istemiştim” cevabını vermek de bir müdafaa-ı nefs ve cedeldir. İnsan, her hâlükârda nefsini müdafaadan kaçınmalı, fakat Hakk nâmına her fırsatı da mutlaka değerlendirmelidir.
Haramlar Karşısında Gençlere Tavsiyeler Çarşı ve sokakta kol gezen haramlar karşısında gençlere şu tavsiyelerde bulunulabilir: a. İşleri biriktirip, dışarı çıkıldığında birkaç işi birden görmek. b. Bir kısım işlerimizi her gün çeşitli sebeplerle dışarı çıkma mecbûriyetinde olanlara gördürmek. c. Sokağa yalnız çıkmayıp, bir veya iki kişi ile birlikte çıkmak. d. Her an günahlardan ve kayıp gitmekten Allah’a sığınmak. Ayrıca, her hususta olduğu gibi, bu hususta da başkalarına örnek olma mevkiinde bulunan şahıslar, hayatlarına çok dikkat etmelidirler. Zira, “âlimin sürçmesi âlemin sürçmesi, veya, âlimin ölümü âlemin ölümüdür” fehvasınca, onların yapacağı küçük bir hata veya dikkatsizlik binlere, milyonlara sirâyet edebilir, binleri ve milyonları sarsabilir.
Ulû’l-azm peygamberlerin hemen hepsinin ashâbından, irtidat edenler çıkmıştır. Hz. Mûsâ’nın ashabından Samirî, Hz. İsa’nın havârilerinden biri ve kâinatın iftihar tablosu Hz. Muhammed’in (sav) ashâbı içinde de bir hayli isim... Geçmişte peygamberleri görmüş ve onlarla aynı atmosferi paylaşmış insanlar arasında dahi irtidat vaki olursa, huzurda bulunmanın tadına erememiş ve nebevî ‘sıbga’ (boya) ile boyanamamış bugünkü insanlarda irtidadın olmayacağı düşünülemez. Bu bakımdan, herkes akıbetinden endişe etmeli. Hadisin ifadesiyle, insan cennet ehlinin amellerini işler de, neticede yazısı kendisine sebkat eder ve son deminde irtikab edeceği kötü bir amelle -Allah muhafaza buyursun- cehenneme yuvarlanabilir. Hz. Ebû Hureyre’nin akıbet endişesiyle nasıl iki büklüm olduğunu, onun şu sözlerinde müşâhede etmek mümkündür. “Bir gün üç kişi oturuyorduk. Allah Rasûlü yanımıza geldi ve “Cehennemde içinizden birinin dişi bana Uhud dağı kadar görünüyor” buyurdu. Derken birimiz şehid oldu ve iki kişi kaldık. Ben çok endişe ediyor ve Rasûlullah’ın haber verdiği kişi ben olurum diye korkuyordum. Nihayet, diğeri de Yemâme’de Müseyleme’nin saflarında can verince Rabbime çok hamdettim.” Evet, Allah Rasûlü için “halîlim” ifadesini kullanacak kadar O’na yakınlık hisseden Hz. Ebû Hureyre âkibetinden bu denli korkarsa, bizim nasıl davranmamız gerektiğini varın siz hesap edin!
Günümüzde hizmet içinde kibir ve ucb’dan bir ölçüde kurtulma merhalesine geldiğimiz söylenebilir. Ama, şu iki hususun önü bir türlü alınamadı: 1. Enâniyet, 2. Gıybet. Hele gıybet, hele gıybet!
İzmir-Manisa yolu üzerinde bir levha var: “Ağaç, ağaçlar içinde büyür.” Ağaç ağaçlar içinde büyüdüğü gibi, insan da insanlar içinde büyür. İnsanlar içinde varlığa erer. Duygu ve düşünceleri gerçek insanlar arasında; sadâkati sadâkat ikliminde, fedakârlığı da fedakârlık ikliminde gelişir. Gün gelecek, eliniz, ayağınız, gözünüz, kulağınız, kısaca bütün âzâlarınız fayda vermez olacak ve o zaman arkadaşlarınızın elleriyle tutacak, onların ayakları ile yürüyecek ve gözleriyle görüp, kulaklarıyla işiteceksiniz. Öyleyse, şimdiden sâdık arkadaşlar edinmeğe bakın. Zannediyorum, “Sâdıklarla beraber olun!” ayeti bu hakikata işaret etmekte..!
Bediüzzaman’ın Zaviyesinden Da’va Adamı “Beni nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarma yolunda dünyamı da fedâ ettim, âhiretimi de. Seksen küsur senelik hayatımda dünya zevki nâmına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esâret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde geçti. Çekmediğim cefâ, görmediğim ezâ kalmadı. Divan-ı harplerde bir câni gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan men’ edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa daha ziyâde ölümü tercih ettim. Eğer dinim beni intihardan men’ etmeseydi, Said belki bugün toprak altında çürümüş olacaktı. Bütün hayatım zahmet ve meşakkatle, felâket ve musîbetle geçti. Cemiyetin imanı, saadet ve selâmeti yolunda nefsimi de dünyamı da fedâ ettim. Helâl olsun. Onlara bedduâ bile etmiyorum. Çünkü, bu sâyede Risâle-i Nur, hiç olmazsa birkaç yüzbin, yahut birkaç milyon, belki daha ziyade kişinin imanını kurtarmaya vesîle oldu. Ölmekle yalnız kendimi kurtaracaktım, fakat hayatta kalıp, zahmet ve meşakkatlere tahammülle bu kadar imanın kurtulmasına hizmet ettim. Allah’a bin kere hamd olsun! Sonra, ben cemiyetin iman ve selâmeti yolunda âhiretimi de fedâ ettim. Gözümde ne cennet sevdâsı var, ne de cehennem korkusu. Cemiyetimizin imanı nâmına bir Said değil, bin Said fedâ olsun! Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem; o zaman orası da bana zindan olur. Milletimin imanını selâmette görürsem, cehennemin alevleri içinde yanmaya râzıyım. Çünkü, vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.”
Bir tahmin değil, kanaat-ı kat’iye olarak diyorum ki, ilerde fikirler çarpışacak, cemâatler birbirleriyle çekişecek duruma düşecek ve işte o zaman ancak muvâzene unsuru olan bir cemâat, aradaki hatt-ı muvâsalayı temin edecektir. O cemaat olmak ne büyük bahtiyarlık! O halde, her cemaat bu vazifeye talîp ve hazır olmalıdır.
Dönemimiz itibariyle, rûhî ilhamlarımızı coşturacak bir çevreden mahrum olarak yaşadık; hâlâ da aynı durum devam ediyor. Ancak, mazhar kılındığımız lütuflar açısından, sanki Sahabe devrinde gibiyiz...
Avamî telâkkîlerle ve herhangi bir temele oturmayan düşüncelerle hiçbir mes’ele halledilemez. Bugün yıkılması gereken bin tane bid’at ile, onların yerine ikâme edilmesi düşünülen bin sünnet var. Böylesine ağır bir yükün altında acele edip teennîyi elden bırakmak hatadır.
İslâmî hizmetleri götürmek istediğimiz insanlara haddinden fazla alâka göstermek, iki yönden mahzurlu olabilir: 1. Fıtrat, fıtrî olmayan alâkaları reddeder. Dolayısıyla, karşımızdakinin yerine kendimizi koyup, “böyle haddinden fazla alâka bana gösterilseydi, acaba ne yapardım?” diye düşünmeliyiz. 2. İnsanlara haddinden fazla alâka, sanki o insanlar bu hizmete girmezse, bu kervan yürümez gibi yanlış bir düşüncenin doğmasına sebep olur ki, bu da gayretullah’a dokunur. Her mes’ele gibi, bu mes’ele de Tevhid açısından değerlendirilmeli ve vicdanımızdaki Tevhid anlayışına ters düşen her şeye başkaldırıp, ölçülü olmalıyız. Ölçü veya Kur’ânî tabiriyle, mîzan, insanın dünyası ve ukbâsı ile çok yakından alâkalıdır.
Bozuk bir dönemde geldik. Düşünce bozuk, hâl bozuk, çarşı bozuk... Ve, Bediüzzaman Hazretleri gibi kimselerin meşcereliğinde kendimizi bulmaya çalışıyoruz. Pek çok kimse, müslümanlık adına baba ve dedelerinden tevârüs ettikleri hususları aynen tekrarlamaya devam ediyor. Bütün bu hususların aslî mecrâlarına ircâsı ise, memleketin aslî yapısında gerçekleşecek ‘mutasyon’lara bağlıdır. Bunların hepsini tek bir nesil kaldıramaz. Öyleyse, bu son ihyâ hareketinin, hiç acele etmeden, kendi tabiî seyri içinde gerçekleşmesi beklenmelidir.
“Ülkenin %99’u müslüman” gibi sloganvarî sözlerle, gaflet ve gevşekliğe itiliyoruz. Bu tür sözlerin bize kazandıracağı hiçbir şey yoktur ve şimdiye kadar da hiçbir şey kazandırmamıştır. Bu sebeple, muvakkaten de olsa azınlık düşüncesiyle hareket edilmesi şarttır. İsterseniz, bu konuda bir hatıramı nakledeyim: Bir defasında Erzurum’a giderken bir derenin yanıbaşında azınlık düşüncesine mensup üç-beş haneli küçücük bir köy gördük; o köyden iki üç tane üniversite hocası çıktığını söylediler. Aynı şekilde, bir arkadaşımız benzer bir köyde çocukların dışında, hiçbir genç göremeyince sebebini sormuş ve şu cevabı almış: “Biz gençlerimizi üniversitelere koyar ve hepsini, ama hepsini okuturuz.” Bu gerçeği görmemezlikten gelmek kime ne kazandırır? O halde, üzerimizdeki gaflet gömleğini çıkartıp, parya haline getirildiğimiz şu ülkede dinimizi ve ülkümüzü yüceltme ve yükseltme adına çalışmalı, çalışmalı, yine çalışmalıyız..!
İkinci Dünya Savaşı’nda Hitler, Rusya’da nasıl arkadan gelenler üzerlerinden geçebilsin diye tankların bazısını bataklıklara yığmışsa, aynı şekilde bir nesil de, arkadan gelen nesillerin kurtulması adına kendini fedâ etmelidir. Türkiye’de şu anda yaşanan süreç budur!
Ne zaman bir at görsem, yaşadığım dünyadan sıyrılır ve mâzî ile bütünleşirim. Çünkü, atın en önemli özelliği, yorulmak nedir bilmeden, çatlayıncaya kadar koşmasıdır. Kendilerini İslâmî hizmetlere vakfedenler de, tıpkı bir küheylan gibi çatlayıncaya kadar koşmalıdırlar. Hizmette böyle bir aksiyonun yanı sıra ilim de önemlidir. Çünkü, netice itibariyle her şey ilme bağlıdır. Cahil, kimseye bir şey anlatamaz. Bu sebeple, ilim elde edecek ve öğrendiklerimizi şuur haline getireceğiz. Mustafa Sabri Efendi M. Abduh’u tenkid ederken, “Abduh, anlattığı şeylerin şuurunda değildi. Belki sadece kendi cephesi adına bir şeyler söylüyordu” demektedir. Yani, M. Sabri Efendi’ye göre Abduh, hakîkî ilmi elde edememişti. O halde, ilim elde etmekle kalmayacak, kazandığımız bilginin şuuruna da varacağız. Kaba kuvvete gelince, o akıl ve mantık plânında mağlûp olanların başvurduğu bir yol vahşice bir davranıştır. Halbûki, medenîlere galebe iknâ iledir.
Fikir plânında komünizme düşmanız. Bu mevzûda geçmişte mücadele verenleri de takdirle yâd ederiz. Fakat, takdir etmek ayrıdır, mücâdelenin mantık ve usûlü dairesinde yapılması yine ayrıdır. Zindandan bir gencimiz belli bir kırılmışlık içinde gönderdiği bir mektubunda, “Komünistlerle mücadelemizde yol bilemeyip de sokağa döküldükse hata mı ettik?” diye sitem ediyordu. Cevabımda, “Dost, sînemi yaktın!” demişdim. Her şeye rağmen, olanlara rağmen yine insaflı olma mecburiyetindeyiz.
Allah, yeryüzünün istikrarı için dağları yaratmıştır; ayrıca, dağların yerin üzerinde görünen kısımlarının en az iki misli de yerin altındadır. İşte, bu kudsî da’vâya gönül verenler, Hızır’la yolculuk yapmanın, Hızır çeşmesinden âb-ı hayat içip ‘ölümsüzlüğe’ ermenin yolunu aramalı; geceleri gündüzler kadar aydınlık, iç dünyaları itibariyle de dış görüntülerinden daha derin ve Rabb'in huzûrunda gözyaşı döken, dağ gibi birer ma’nâ eri olmalıdırlar. Evet, insan çok kontrollü bir hayat yaşamalıdır. Uçakların nasıl uçuştan önce kanatları, pervânesi, motoru, hattâ en küçük civataları bile kontrol edilir öyle de insan, kendini en ince hissiyâtına kadar kontrol altında tutmalıdır. İşte bize bir murâkabe ölçüsü: İnsanların yanında ‘hizmet’ diyen, ‘Allah rızası’ diyen bir hizmet eri, yalnız kaldığında aynı duyguları taşımıyor, hattâ şakakları aynı duygularla zonk zonk atmıyor ve kasıkları ağrımıyorsa, ciddî bir nifak alâmeti taşıyor olabilir.
Toplum plânında büyük muvaffakiyetler için, ferdlerin önce ruh plânında oturaklaşmaları ve kendilerini bulmaları şarttır. İşte Fatih! Rumeli Hisarı’nın plânı, gemilerin karadan Halic’e indirilmesi hep bu 21 yaşındaki büyük komutanının kafasından çıkmıştı. Emsallerinin bugün üniversite sıralarında oturduğu bir yaşta o, devlet idaresine ve ‘fatihliğe’ ait her sırra sahipti. O ve onun gibilerinin ortaya koyduğu performans, her şeyden önce onların ruh plânında mükemmel yetişmiş olmalarından kaynaklanıyordu. Fatih, Molla Güranî’nin, Akşemseddin’in elinde yoğrulmuştu. Yine, bazıları, cehaletlerini ilan edercesine kendisine yeniçeri diyorsa da, çocukluğu Fatih’le geçmiş bulunan Ulubatlı Hasan, saray terbiyesi görmüş bir Enderun ağasıydı. Hâsılı, tarihi büyük umranlar, hep böyle ruhlar tarafından gerçekleştirilmiştir.
Hiç şüpheniz olmasın zaman müslümanların lehine işlemektedir. Şimdilik net olarak keyfî ya da kemmî bir buudumuz yoksa da, nasıl anne karnında ceninin doğmasına -olağanüstü şartlar dışında- kesin gözüyle bakılıyor, öyle de bizim durumumuz da şu anda artık doğuma yaklaşmış bir cenin gibi kabul edilebilir. Evet, bir millet, bugün olmasa da yarın, mutlaka sorumsuz insanların elinden dünyanın idaresini almak zorundadır. Zira, insan hayatının ne demek olduğunu bilmeyen ve bir tek el hareketi veya parmak dokundurmakla milyonlarca kişinin ölümüne sebebiyet verebilen ‘canavar’larla, ne insanlık ne de dünya, arzu edilen yere varabilir.
Devletin devam ve bekâsını sağlayacak ve ona “devlet-i ebed-müddet” olma pâyesini kazandıracak en önemli hususlardan biri, hiç şübhesiz karşı cephenin çok iyi bilinmesidir. Bu da, sistematik bir şekilde işleyen bir haber alma teşkilâtı ile ancak mümkün olabilir. Şanlı geçmişimizde bu hususta yığınla misal vardır. Meselâ, Hasan Can, Yavuz Sultan Selim’in en yakın arkadaşı ve nedîmidir; aynı Hasan Can, Şah İsmail’in de satranç arkadaşıdır. Bir dönemde, bir kilisede papazlık yapan Osmanlı haber alma servisi mensubu bir zatın padişaha yazdığı mektupta, “Kilisede istavroz çıkarta çıkarta iflahım kesildi. Müsaade etseniz de artık dönsem” dediğini okuyoruz. Fransa’da bulunan bu zata verilen cevap, “devletin devam ve bekâsı adına orada kalmanız uygun görülmüştür” şeklindedir. İstanbul’u alarak, Efendimiz’in müjdesine nâil olmak isteyen Yıldırım Bayezid, Bizans’tan aldığı Olivera ve Despota adlı iki kadın vasıtasıyla, Bizans’ın içini avucunun içi gibi biliyordu. Aynı şekilde, meselâ Akıncılar içinde haber alma teşkilâtında kullanılan çok sayıda insan vardı. Bunlar, birden fazla dil bilirlerdi. Kanunî zamanında Alman sarayında bir Türk casusunun varlığı 10 yıl süreyle bilinmişse de, bu casus keşfedilememişti.. ve daha niceleri... Bir yandan, hasım cepheyi, mükemmel işleyen haber alma teşkilâtıyla içinden tanırken, öte yandan da hasım cephenin aynı faaliyetleri kendi içimizde sürdürmesine müsaade edilmemeli ve imkân tanınmamalı! Ne var ki, bu sahada her zaman aynı başarıyı gösterdiğimiz söylenemez. Meselâ, hakkında Nazım Hikmet bir destan yazacağı ana kadar hiçbir şey bilmediğimiz Şeyh Bedreddin, ulemâ arasında yer almış olmasına rağmen, karşı cephenin içimizdeki bir adamı olduğu söylenir. Tabakâtü’l-Müfessirîn’inde Ömer Nasuhi Bilmen Hoca’nın, “hakkında dedikodu var ise de, büyük bir alimdi” dediği bu zatın ancak yakın tarihte komünist olduğu anlaşılabilmiştir. Evet, devlet ve milletin bekâsı ve hayâtiyeti adına önem arzeden her dinamiğin üzerinde etraflıca durmalı, bu dinamikleri sistematik hale getirmeli, günümüzün teknolojik imkânlarından da faydalanarak bu faaliyetleri gerçekleştirmeli.. ve bilhasa haber-alma husûsunda her zaman hasım cephenin çok önünde olunmalıdır.
Vakıf kurmaktan dernek kurmaya kadar, her sahada İslâm’ı temsil için, o sahanın mükemmel temsilcilerini yetiştirmek mecbûriyetindeyiz. Eğer temsil tam ma’nâsıyla yerine getirilmezse, sahip çıkılan yüce hakikatler söner gider. Allah (cc) ile insan arasında ubûdiyet ve ulûhiyet mukavelesi vardır. Bu mukavelenin şartlarına riayet etmek, farzlar üstü farzdır. “Bana verdiğiniz sözü tutun ki, Ben de size verdiğim sözü tutayım” (Bakara, 2/40) ayeti bu mukaveleye işaret etmektedir. Öyleyse, ahde vefa, üzerimizdeki en büyük mes’ûliyet-lerden biridir. Bu mes’ûliyetin yerine getirilmesinde hayatımız bile söz konusu olmayabilir. Esâsen, bu mukavelenin önemli bir buudunu da ölümü göze alma teşkil etmektedir: İşte, konuyla alâkalı Kur’ân ayeti: “Allah, mü’minlerden mallarını ve canlarını cennet kendilerinin olmak üzere satın almıştır. Çünkü onlar, Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, öldürülürler. Bu, Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’ân’da Allah üzerine hak bir vaaddir. Ahdini Allah’tan daha çok yerine getiren kim olabilir? O halde, O’nunla yaptığınız bu alış-verişten dolayı sevinin. Gerçekten bu, büyük bir kazançtır.” Demek oluyor ki, biz muvakaveleyi bozmadığımız takdirde Allah da bozmayacaktır. Zaten O, asla hulfü’l-vaadde bulunmaz; yani o, vaadinden asla dönmez. İçtimâiyatçıların görüşüne göre, dünyanın kaderine hakim olan ve tarihte büyük umranlar kuranların hemen hepsi, çileli bir hayatın içinden çıkıp gelmiş milletlerdir. Evet, bu umranlar, hayatlarını çile çizgisinde sürdüren yiğitlerin omuzlarında yükseldiği gibi, yine çileli hayata devam edenlerin omuzlarında devam etmiş; devam etmiş ve ne zaman rahata ve rehâvete düşülmüş, o zaman da bu umranlar çöküşe geçmiştir. Meselâ, bir dönemin yiğitlerinden Hz. Huzeyfe (ra) ve Hz. Enes (ra), hayatlarının son döneminde çok gözyaşı dökmüşlerdir. Halbuki onlar, dünyaya bizim kadar dalmamışlardı. Bu bakımdan, çileli bir hayat yaşamayı daha baştan bilerek ihtiyar etmeli; rahatın, rehâvetin bir gün bizi öğütücü dişleri arasına alabileceği ihtimali karşısında hep teyakkuzda bulunmalıyız. Yoksa, bugün var olsak da, yarın tükenişimiz kaçınılmazdır. İçte değişikliğe uğramanın bir diğer emâresi de, evrâd ü ezkârı ve günlük hizbimizi okumayı, çeşitli sâiklerle de olsa terk etmektir. Önceleri, Kur’ân’ın nûrunu, karşılaştığımız herkese anlatma şevk ve gayreti içindeydik. Şimdi sanki bu hizmet, o günkü halavetini kaybetmiş gibi. Evrad ve ezkâra gelince, hizmet ediyoruz, koşturuyoruz diye o da rafa kondu. Oysaki Tabiîn ve Tebe-i Tâbiîn’e baktığımız zaman, her türlü vazife ve sorumluluklarının yanında evrâd ü ezkârlarını hiç terketmediklerini görüyoruz. Bediüzzaman Hazretleri, her sahayla iştigal etmiş, fünûn-u müsbete adına çok şeyler öğrenmiş, fakat, şimdikilerin anlayışına göre, ledünnî sahada yaya kalması beklenirken, aksine o, bu sahada da derinleştikçe derinleşmiş ve kalbî hayatını, gecelerdeki ruhanî seyahatını hiç mi hiç terketmemiştir. Demek ki, dimağ mütefelsif, yani aklî ilimlerle meşgul olsa da, kalp daima melek gibi olmalıdır. Bediüzzaman, birbirinden uzak bu iki sahayı cem’ edebilmesi yönüyle de çok büyüktür. Evet, pozitif ilim tahsili yapanlar, içten bozulmaya karşı çok dikkatli olmalıdırlar. Evrâd ü ezkâra devam etmeli, Rabb’le münasebeti kavî tutmalı; birer temkin insanı olarak, “Allah her yerde hâzır ve nâzır O’nun huzûrunda bulunmak dikkat ister” diyerek, her zaman toparlanmalıdırlar. Zihinler ilim ve hikmetle, dopdolu olduğu gibi, gönüller de itmi’nanla dolup taşmalıdır. Eskiden, sabah akşam, “Sübhâneke yâ Allah, teâleyte yâ Rahmân, ecirnâ min en-nâr, bi-afvike yâ Rahmân” diyerek, tesbihatını terketmeyenler, makam ve mansıb sahibi olduktan sonra, bunu terkediyorlarsa, bunlar içten çürümeğe başlamışlar demektir. Sabah derslerini terkedenler de öyle... Gecesini ihyâ etmeyen, teheccüd namazını kılmayan, sabah kahvaltısını yapmamalıdır. Tarih boyunca Kur’ân cemaatleri hep aynı yoldan gelip geçmiş, hep aynı çürümeğe maruz kalmışlardır. Zaten arada bir gelen mücedditlerin hikmet-i vücudu da bu küflü dimağların küfünü izale etmek değil mi? Hâsılı, müslüman şu anda yokuşun eteğindedir ve eğer şimdiden çürümeler başlamışsa, ilerde çok dökülenler olacak demektir. Bu sebeple, her bir çürüme emâresi, bizi dâğidâr etmeli, çürümeğe mani olmak için de, her mü’min, ayıplarını yüzüne söyleyecek kardeşler edinmelidir ki, kardeşi çürüme belirtilerinin farkına vardığında hiç çekinmeden hemen onu tenkid etsin ve yolunu düzeltmesine vesile olsun.
Tahyîr Hâdisesinin Bir Başka Buudu Efendimiz (sav)’in zevceleri, ‘tahyîr’ hâdisesinde Allah ve Rasûlullah’ı tercih buyurunca, “İyilik, iyiliği doğurur” kaidesine bağlı olarak, Efendimiz (sav) de başka kadınlarla evlenmekten men’ olundu. Eğer onlar dünyayı tercih etseydiler, bu takdirde Peygamber zevcesi olmaktan çıkacaklar ve bu İlâhî lütfun getirdiği her hayırdan da mahrum kalacaklardı. Biz de, her tercihimizi Allah ve Rasûlü’nün arzuları istikametinde kullanabilsek, o zaman Âhiret’te kaybedenlerden olmayacağız inşaallah.
Osmanlılar döneminde, hariçteki kuvvetler haçlı zihniyeti etrafında toplanıp üzerimize geliyorlardı. Günümüzde ise hem dâhilde hem de hariçde bir haçlı zihniyeti ve haçlı saldırılarıyla karşı karşıya bulunuyoruz. Bizim içimizde, bizden; fakat yaşayışı, zihniyeti ve inancıyla yabancılaşmış nice insanlar var ki, petrol kuyularımızı bile bile kapatmaktan tutun da, nüfus plânlamasına varıncaya kadar, milletimiz aleyhinde alınan her kararın ve ortaya konan her icraatın altında onların imzası var. Bu gerçek bize, bir kere daha bu milleti ve bu ülkeyi sevenlerin mücadele sahalarının çok geniş olduğunu ihtar etmektedir.
Kendimizi iradî olarak birtakım zorluklara alıştırmalıyız. Meselâ, yastığımız sert olmalı; sert yerde yatmalı, hizmet için sağa sola gidilip, seferin meşakkati çekilmeli ve çokça oruç tutulmalıdır. Evet, lezzetleri terk evlâdır ve iradî olduğundan da büyük sevabı vardır. Önümüzü Kesen Düşmanlar 1. Önümüzü kesen düşmanların en önemlilerinden biri rahattır. 2. Bir diğer düşman ise, âdetâ gaye haline getirilmiş evlâd ü ıyâl arzusu, yani evlenmekdir. Evlenme, evlâd sahibi olma, gaye değildir. Yüce gayenin gerçekleşmesinde alt yapılarından biridir. Gaye olmuş olsaydı, farz kılınırdı. Gaye, rızâ-ı İlâhî’dir. 3. Önümüzü kesen bir diğer düşman, makam-mansıb sevdâsıdır. İnsan, her zaman önce şu makama geleyim de, ondan sonra hizmet ederim düşüncesine girebilir. Zavallı farkına varmaz ki, o makam kendisi için bir gaye haline gelmiş ve hizmet, ikinci plânda kalmıştır. Hayatımızı, hizmete göre ayarlamalıyız. Ne tekkenin ruhanî havası, ne medresenin ilim ufku, ne de kışlanın disiplini bizi imrendirmemeli; unutmamalıyız ki, buralar, belli bir vazifeyi edâ etmek için vardır.
Hz. Ömer, iki katlı ev yaptıran birine, “Ölüm sana daha yakın” demişti. Bu sözün bize anlattığı nedir? Çok da objektif olmayan değerlendirmelerde bulunacak olursak: 1. İnsan, zarûrî ihtiyaçları dışında herhangi bir şeye sahip olmamalı. 2. Zarûrî ihtiyaçlarımızdan arta kalan mal, para, neyimiz varsa tasadduk edilmeli. Meşhur tabirle, “bulduğumuzda ihtiyacımızı gidermeli, kalanını dağıtmalı; bulamayınca da sabretmeli.” Bir Hak dostunun dediği gibi bunu sakın bir fedakârlık olarak kabûl etmeyin! Çünkü, Bağdat’ın köpekleri de böyle yaparmış. Bulunca yer, bulamayınca sabredermiş. 3. Sıcak bir havada bulduğumuz gölge ölçüsünde, her nimetin kadrini bilmeli ve getirdiği sorumluluğun şuurunda olmalı. Faydalandığımız her nimet aynı zamanda bizi uyaran bir tokat gibi ensemize inmeli. Ayet-i kerimede, “Dünya hayatınızda bütün güzel şeylerinizi harcadınız, hepsinin zevkini sürdünüz” buyurulmaktadır. Bir defasında bu ayet hatırıma gelince ağlamıştım da, baktım Halim Baba da ağlıyor. “Niye ağlıyorsun?” dedim. “Buraları kendi elinle yaptırdın; ama buraya zorlukla girip çıkıyorsun” cevabını verdi. Kendisine, “Sen, benim ağladığımın tam tersine ağlıyorsun” dedim. İnsan, dünyaya bir defa gelir ve yerine getirmesi gereken vazifeler için kendisine bir defa fırsat verilir. İşte bu biricik fırsatta o ya kazanacak, ya da kaybedecektir. Bir kere de bu fırsat elden gitti mi, artık ne ‘keşke’lerin faydası olacaktır, ne de geri dönüş arzularının..
Dengeli bir hizmet eri, söyleyeceği şeyleri hemen söylemez. O bilir ki, söylenmesi gereken her şeyi şimdi söylerse, kendisine hayat hakkı tanımayanlar çıkabilir. Şartlar aleyhine ağırlaştırılabilir, dolayısıyle de sıkıntılı bir atmosfere düşebilir.
Her müslüman, Allah diyen biriyle dost olma yolunu araştırmak zorundadır. Çünkü, ötede her şey Allah deyip dememeğe göre ayarlanacaktır. Kur’ân, “İşte böyle, kim Allah’ın nişanlarına saygı gösterirse, şüphesiz bu, kalplerin takvasındandır” buyurmasına karşılık eğer bu mes’ele hafife alınacak olsa, Allah’ın yücelttiği bir husus hafife alınmış olur.
Allah yolunda cihad edenlerin mücadelelerine terettüb eden neticeler, taşıdıkları duygu düşünce ve sahip oldukları şuur nisbetinde artar. Meselâ, cihad duygu ve düşüncesinde çok derinleşenler şehidlik üstü pâyelere ulaşırlar.
Allah (cc) dilerse mü’minin işlediği günahın cezasını dünyada iken verebilir. Onuncu Lem’a’da anlatılan şefkat tokatlarını hatırlayınız! Öyle ise Mü’min, ayağına bir diken bile batsa, bunun işlediği bir günahın neticesi olduğunu düşünmelidir. Aynı şekilde, hiç olmayacak biçimde terlese, kalbinde bir sıkıntı hasıl olsa, imtihanda bildiği halde yazamasa.. bütün bunları, seyyiâtına terettüb etmiş cezalar saymalıdır. Eğer Allah rahmetinin tezâhürü olarak, seyyiâtı hasenâta tebdil ile, bu fasid daireyi kırmazsa, mü’min, hayatını hep bu fasit dairede sürdürür. Fasit dairenin karşısında, Efendimiz (sav)’in “Hayır hayrı doğrur” diye beyan buyurdukları ifadeden çıkarılan bir de “salih daire” vardır. Bu daire içinde hayır, bir başka hayra kapı açar; derken mü’min daima hayır eker, hayır biçer; biçtikçe de, içinde hayır işlemeğe karşı daima bir şevk ve cesaret bulur.
Herhangi bir musîbet karşısında tetikte durmak başka, mağlûp olmak başkadır. Dolayısıyla, başımıza gelen bir musibeti gözümüzde büyütüp, irade plânında mağlup olmamalıyız. Aynı şekilde, insan günahlara karşı da daima tetikte olmalıdır. Evet her an, bir köşe başında, bir günahın çelmesine takılıp sendeleyebiliriz. Günahlara karşı bu dikkat nasıl günaha mağlûp olmak ma’nâsına gelmez, öyle de musîbetlere karşı tetikte olmak da mağlubiyet demek değildir.
Gerçek bir da’vâ adamına terettüb eden vazifelerin en önemlisi, da’vâsına karşı göstermesi gereken vefâdır. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer gibi tefekkür dünyamızı aşan insanları tahlil etmek bize düşmez ama, kendini alıp kesseniz, kanının her damlası ‘vefâ, vefâ’ diyecek olan Hz. Sıddîk (ra)’ın vefâsına bakın ki, hicret esnâsında 7-8 yaşındaki kızı Hz. Âişe yanında yoktu. Aynı şekilde, Hz. Ömer (ra) hicret ederken, küçük oğlu Abdullah yanında değildi.. Efendimiz (sav), Hz. Selman (ra) için, “Din Süreyyâ yıldızında da olsa, bunun kavminden bazıları onu oradan çekip indirirler” buyurmuşlardır. İşte, dînî hakikatler Süreyyâ takım yıldızlarında asılı bile olsa, da’vâ adamının onları oradan çekip alacak vefayı göstermesi gerekir. Ayrıca, bir da’vâ adamının, üzerine düşen vazifeyi yerine getirmesi da’vâsına olan inancı nisbetindedir. Günümüzde, Cumhurbaşkanlığı Kupası, Başbakanlık Kupası gibi isimler altında kupa maçları yapılıyor. İslâm da’vâsının müntesipleri öyle bir kupa için yarışıyorlar ki, bu yarışın sonunda verilecek olan kupanın bir kulpunu onlar, diğer kulpunu ise Allah (cc) tutacaktır. Doğrusu böyle bir kupaya canlar fedâ edilse değer!..
1- Kendini emniyette görmekten olabildiğince sakınmak ve daima âkıbet endişesi içinde olmak. 2- Allah’tan çok korkmak. 3- Şeriat-ı fıtriyeye ittiba etmek. Bir diğer ifadeyle kavlî duâ ile fiili duâyı yani ameli birleştirmek; menhiyata yaklaşmamak, günah atmosferlerinden uzak durmak ve sürekli ibadet ü tâat ile meşgul olmak. 4- İmana müteallik eserleri sürekli mütalâa etmek; -bel-leyip ezberlemek değil- müzâkere etmek. Unutmamak gerekir ki, her yeni müzâkere, insana daha değişik şeyler kazandırır. 5- Cemaatten ayrı düşmemek; olur-olmaz yerlerde otururken dahi, dostlarla bir halka teşkil etmek. Bu hususta, “Zulmedenlere meyletmeyin; daima sâdıklarla beraber olun”, “sürüden ayrılanı kurt yer” gibi düsturları her zaman hatırda tutmak. 6- İçtimaî vazifemizin dışında, günün en az yarısını hizmete vermek. 7- Hepsinden daha önemlisi de Hakk kapısının sâdık bendesi olmaktır. Hakk kapısının sâdık bendeleri olanların günahlarına bakılmaz. O halde, günahlarından rahatsız olanlar, Hakk’ın dinine hizmete koşmalıdırlar. Her halde en büyük istiğfar da işte budur. Çevrelerinden korkanlar da, emniyeti, aynı şekilde Din’e hizmette aramalıdırlar. |