Risâle-i Nur Etrafında
Risâlelerin tamamında herhangi bir fikrî tezada rastlanmamaktadır. Bu eserler şayet ilham olmayıp, bütünüyle mantık muhassalası olsaydı, muhakkak tezat da olurdu. Bu eserlerde tezadın olmaması ancak sünuhat ile izah edilebilir ki, bunu da zaten yer yer Nur Müellifi de bizzat söylemektedir.
Eserlerin Okunmasında Dikkat Edilecek Hususlar 1. Bütününü okumak. 2. Gazete gibi okumamak. 3. Bütünlük içinde mütalâaya kendimizi alıştırmak. 4. Kendi nefsine okumak ve ayrıca içinde birşeyler olduğu mülâhazasıyla okumak. 5. Her gün okuduğu şeylerle kendini kritiğe tâbi tutmak ve otokontrol yapmak. Yoksa, eserler yaldızlı ciltlerle kütüphanede durur da, gerektiği gibi istifade edilemez.
Bazı şartlar altında, bazı mes’eleleri terk etmekde yarar vardır. Bediüzzaman Hazretleri zamanında, 163’ün 3. maddesinde şahsî nüfuz mes’elesi yer alıyordu. Eğer O, hediye kabul etseydi, bu mes’ele çok istismar edilirdi. Halk geldikçe gelirdi ve 163/3’den dolayı da geleni götürürlerdi. Ama has talebeleri, Bediüzzaman Hazretlerine Mercedes - Chevrole almışlar o da binmiş. O dönemde Bediüzzaman’ın arabası kadar hızlı giden bir araba yoktu. Poliste jip vardı. Polisler, “hocaya söyleyin, yavaş gitsin, yetişemiyoruz” diyorlarmış.
Risâleleri eğer hakkıyla anlasaydık, medrese ve tekkelerden bekleneni verirdi. Ama maalesef bazılarımız onu sadece ilzam için kullandık ve malzeme durumuna düşürdük. Bazılarımız da, “anlamasak da, ruh istifade eder” deyip, evrad dinler gibi dinledik. Öldürdük onları. Perdeyi yırtıp, danede hakikatı gösteren dikkat-i nazardır; zâhirî nazar değil.
Bediüzzaman’ın hayatında Bitlis, Van ve Isparta’nın ayrı bir önemi vardır. Biri, doğum yeri, biri medresesinin bulunduğu yer, diğeri de makberinin bulunduğu yer.
Cemil Meriç, “Bediüzzaman’ın kurduğu düşünce sistemi, tamamen yerli bir sistemdir. Mes’eleleri çok güzel hazmetmiş ve sistemleştirmiş. Bu seviyede düşünce adamı yetiştiremememiz bizim için büyük talihsizliktir” der.
Bediüzzaman’ın İlâhiyat ağırlıklı, fakat müsbet ilimlerin de okutulduğu bir üniversite düşüncesi, o dönem için çok orijinal bir tesbittir. Bu üniversitede Arapça farz, Türkçe vacib, Kürtçe de caiz olacaktı. O bu düşüncesini dönemin padişahına arzetmek için İstanbul’a gider. Fakat, padişahın etrafındakilerin engellemelerinden dolayı, padişahla yüz yüze görüşemez. Daha sonra Sultan Reşad bu teklifi kabul eder ve bir miktar da tahsisat ayırır. Ne var ki harb u darbden dolayı bu teşebbüs de yarım kalır ve Bediüzzaman, aynı teklifi Cumhuriyet hükümetine de sunar.. tabii yine netice yoktur.
Zannediyorum, 19. Mektub’un te’lifinden önce Türkiye’deki müslümanların Efendimiz’in mucizeleri hakkındaki bilgileri fazla değildi. Akılların Batı düşüncesine kapıldığı ve hızla Sünnet’in inkârına gidildiği bir devrede Bediüzzaman’ın mucizeleri ele alması ve inkârı kabil olmayacak bir seviyede izah ve isbat etmesi, -her işinde olduğu gibi- tektir, orijinaldir, şükran ve minnete lâyıktır.
Rusya’yı hedef gösterirken batıyı, batıyı hedef gösterirken Amerika’yı unutturmak da büyük tehlikedir. Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadesi çok önemlidir: “Avrupa kâfir ve zalimleri, Asya münafıkları.” Ne var ki, münafık, kâfirden daha şiddetli olduğu da unutulmamalıdır.
Felsefe, çok tehlikeli bir meslektir.. İnsanın aklına avans vermek suretiyle insanın duygularını, lâtifelerini öldürebilir. Felsefeci, tünelin içinde yürüyen bir insan gibi, hep tek buudlu bir yoldadır. Bu yolda çok yaralar alınabilir. Onun için, felsefe ilimleriyle uğraşanlar beraberinde sofiyyenin eserlerini mütalâa etmeli, evrad u ezkârda kusur göstermemeli ve kat’iyen kendilerine güvenmemelidirler ki onunla gelen vartalara ma’ruz kalmasınlar. Bediüzzaman Hazretleri’nin şu tesbiti ne kadar yerindedir. “Aklın ulûm-u felsefe (felsefe ilimleri) ile iştigali nisbetinde, emraz-ı kalbiyye (kalp hastalıkları) çok olur.”
Risâle-i Nur’da Hakîm ve Rahîm İsimlerinin Tecellisi Risale-i Nur talebeleri, “Rahîm” isminin şefkat burcunda dolaşıyorlar. Bu, onların yerde merhamet dağıtarak, göklerin merhametine mazhar olmaları demektir. Nur’larda “Hakîm” ismi de mütecellidir. Bu, devir ve şartlar nazara alınarak hareket etmek demektir. Hakîm ismine mazhariyet, cidden çok farklı bir şeydir. Şartlara umûmî atmosfere aykırı hareket edenler, bu mazhariyetten mahrum kimselerdir. Esasen, dünden bugüne, hususiyetleri ve aralarındaki mücadele açısından iman-küfür ve mü’min-kâfir münasebetlerinde değişen bir şey yoktur. Değişen sadece dünya şartlarıdır. Meselâ, Bediüzzaman ve talebeleri, ilk dönemde bahtiyar bir ihtiyar ve on talebeden ibaretti. Onların o zaman bu isimlere mazhariyetleri ile, bugünkülerin mazhariyetleri çok farklıdır. Meselâ, günümüzde cemaat, o zamana nisbetle kemmî ve keyfî buudları itibariyle az daha kuvvetlense, hikmetin yanında kudretin de tecellileri görülebilir. Daha sonraki devirlerde gelecek olanlar, ayrı bir strateji takip edeceklerdir; zira onlar, daha başka isimlerin tecellilerine mazhar olmaları söz konusudur. Bu itibarla hangi zaman dilimi içinde bulunursak bulunalım, bize düşen, daima hikmete uygun hareket etmektir. Şunu da unutmayalım: “Hikmete uygun hareket edelim” derken, hata da edebiliriz. Önemli olan, hatalarımız söylendiğinde, hemen o hatadan dönmesini bilmektir. Aksi takdirde, yani enaniyete aldanıp hatada ısrar etmekle, bütün isimlerin mazhariyetlerine karşı kapanma söz konusu olabilir.
Soru: İman-Hayat-Şeriat dönemlerinden kastedilen nedir? Cevap: Bunlar, ahir zamandaki diriliş hareketinin merhalelerini ifade eder. İman ve hayat devrelerinde ateizm karşısında bazı ortak noktalarda birleşmeler olabilir. Dinin hakimiyetine gelince o, bütün dünyadaki müslümanları ilgilendiren bir mes’eledir. Bugün için bu sadece bir düşünceden ibarettir. Ancak bütün mesajlar, bu türlü düşüncelerin neticesidir. Demirperde ülkelerindeki kaynaşmalar, İslâm’ın âtisi için ümid vericidir. Hizmetler belirli bir seviyeye geldiğinde iltihaklar olacak ve mürtedler tavır değiştirecek ve her ülkede bu düşünceyi temsil eden şahsiyetler yetişecektir. Bu şahsiyetler, hasımlardan tokat üstüne tokat yiyerek pişecek ve hiçbir engelin hiçbir karşı koymanın önünde boyun eğmeyerek hep düşünceleri istikametinde yürüyeceklerdir. Hâdiseleri sosyolog gözüyle değerlendirdiğimizde, bu mukadder neticeye doğru gidildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunun önünü de İnşaallah kimse alamayacaktır. Ateistler, mes’eleyi hâlâ sebepler zaviyesinden değerlendiriyor ve bu yönelişi durdurabileceklerini zannediyorlar. Belki bir zümrede durdurabilirler, ama umûmî ma’nâda bu gidişi durduramayacaklar.
Bediüzzaman Hazretleri, Sovyetler için “nifak şebekesi” tabirini kullanır. Zira Ruslar, kurdukları düzenle insanlığı yıllarca iğfal ettiler. Buna rağmen, kendi düzenleri adına hatalar yapmaktan da kurtulamadılar. Meselâ, kendi ırklarından olmayanları yüksek seviyeli tüccar ve subay yapmadılar. Bilhassa Türkler’i büyük ölçüde hep er olarak kullandılar. İşe yaramayacak yaşlıları ya sürgüne gönderdiler veya öldürdüler. Bu tür hatalar, esir milletlerde millî duygunun doğmasına yol açtı. Her hatâ, o hatanın muhatablarını tedbirli olmaya sevkeder. Hatânın büyüklüğü nisbetinde de tedbirli insan yetişir. Şef döneminin baskısı, Bediüzzaman Hazretleri gibi, daima ayakları üzerinde durabilen birini yetiştirmiştir. Biz bugünkü hâlimizle o dönemde yaşasaydık, inanın hizmet edemezdik.
Hz. Bediüzzaman’ın yaşadığı devrede cemâat çok önemliydi. O kadar ki, onun kazanına atılan her şeyin buharı ‘cemaat’ diye tüterdi. Meselâ, ‘Mesihiyet, Mehdiyet’ diyene, o ‘şahs-ı manevî’ derdi. Kendisine, “Rüyada sizi Efendimiz’in yanında gördük” deseler, o yine, “şahs-ı manevî” derdi. O kadar ki, şahsıyla temsil edilen hakikatler için bile “şahs-ı manevî” diyerek, kendini geri çeker ve hep ‘adî bir tercüman’ olarak görünmeye çalışırdı.
İnsan her seviye ve mertebede imtihan halindedir. Mesela: Risâle-i Nur Külliyatı iyi bir ameliyat-ı fikriyye yapmaya vesiledir. Herkes kendi seviyesine göre okursa ve hele sürekli okursa ondan çok çok istifade edebilir. Çünkü bu eserler Kur’ân’dan mülhem pırıltılardır. Öyle olması da bir imtihandır. Eserlerde kullanılan ifade tarzı da bir imtihan.. Bediüzzaman’ın ekrad içinde neş’eti de ayrı bir imtihandır. Bazıları işte bu noktalara takılıp kalabilir ve o bereketli zat ve eserlerinden yararlanmayabilirler. Bunun için, insan; Allah’tan (cc) devamlı olarak istikamet istemeli. Nasıl ki gündüz yaptığı ibadetten dolayı yorulan bir insan, uyuduğu zaman da ibadet yapmış gibi sevap alır. Öyle de hayatının her saniyesinde istikamet arzusuyla dopdolu yaşayan bir insana da Allah (cc) birgün bunu lütfedebilir.
Risâle-i Nur’larda Gramer Kurallarına Uygunluk Soru: Risâle-i Nur’ların gramer kurallarına uygun olmadığı söyleniyor. Ne dersiniz? Cevap: Yahya Kemal Türkçeci ve dili en iyi kullananlardan birisidir. Necip Fazıl’ın ifadesine göre dil bir renk zemzemesi halinde onda ifadesini bulmuştur. Ama, Yahya Kemal’in de gramer hataları vardır. Risâleler açısından mes’eleyi ele aldığımızda; umumî ma’nâdan dil güzel kullanılmıştır. Ama buna çok ciddi bir ehemmiyet verilmemiştir. Arapça olan eserlerinde de böyledir. Aslında dilin kurallarına uymamak da bizim için ayrı bir imtihan noktasıdır. Mes’eleyi kelime ve cümleperestler gibi değerlendirmemek gerekir. Bu eserler Kur’ân’ın malıdır, böyle olmasında ayrı bir feyiz ve bereket vardır. Meselâ birisi çıkıp çok şaşaalı ifadelerle birşeyler anlatabilir. Diğer tarafta bir başkasının ihlasla söylediği dört kelimelik bir cümle ondan daha fazla kalplerde hüsn-ü tesir icra eder... Farz-ı muhal Risâlelerde hiçbir şey olmasa bile yetmiş yıldır iç ve dıştaki din düşmanlarının onunla uğraşmaları bu eserlere yabancı kalmış, bir türlü ısınamamış bazı kimseleri düşünceye sevketmelidir. Acaba, Türkiye’de başka kesimlerdeki insanların sayısından ve dindar talebelerin çokluğundan ciddi endişe edilmemesine rağmen ışık evlerin en küçüğüne karşı bile çok büyük bir endişe hissedilmesi neyin göstergesidir? Evet, insan bazen, zatî kıymeti olan bir şeyin kıymetini, o şeyin hasımlarının, düşmanlık ve hassasiyetinden de anlayabilir.
“Zaman Tarikat Zamanı Değil Hakikat Zamanıdır” Soru: Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin (ra) “Zaman tarikat zamanı değil hakikat zamanıdır” sözünü nasıl anlamalıyız? Cevap: Bu söz belirli bir devreye aittir ve bizim düşüncelerimizi aşan bir derinlik ifade eder. Bu hususta şu mülahazalar gözetilmiş olabilir: 1. Bediüzzaman’ın (ra) yetiştiği devrede medrese ve tekyeler kendi üzerlerine düşen görevi yapamıyorlardı ve yenilenmeleri lazımdı. Ama, ehl-i dünya ve ehl-i dalâlet ile uğraşıldığı bir dönemde medreselerle hesaplaşmaya gitmek kat’iyen doğru değildi. 2. O dönemde tarikatlar yakın takibe alınmıştı. Zaten nurlardan dolayı tarassut edilen bir insan, bir de tarikatçılık vehmiyle mi durumunu ağırlaştırsaydı? Kaptanın gemisindeki tayfayı koruması gibi Bediüzzaman da cemaatini koruma ve kollama durumundaydı. Yoksa, Efendimizin tavsiye etmiş olduğu zühd ve takvayı esas alan tarikatlara Bediüzzaman gibi engin ve ledûnnî birisinin karşı olması asla düşünülemez.
Belagatın heyecanının muvakkat olmaması için ihlasa iktiran etmesi şarttır. Bediüzzaman’ın eserlerindeki tesir de işte bundandır. Hem de tıpkı büyük okyanusların büyük dalgaları gibi... Hatta bir ölçüde onun böyle olduğunu kabul etmekle ancak ondan istifade edilebilir; aksi takdirde edilemez...
Mustafa Sabri Efendi’nin Reddiyesi Soru: Mustafa Sabri Efendi’nin “er-Reddiyyetü ale’l-Mezhebi Saidi’l-Kürdiyyeti” isimli bir eser yazdığı doğru mu? Cevap: Hayır, doğru değildir. Mustafa Sabri Efendi’ye Bediüzzaman Hazretlerinden bahsettiklerinde, onu takdirle karşılamıştır. Ayrıca Mustafa Sabri Efendi Arapça bilen bir insandır. Böyle birinin Bediüzzaman için “Kürdiyyeti” tabirini kullanması mümkün değildir. Zira bu tabir müennes (dişi) için kullanılır. Kaldı ki, bu hezeyan dolu, sözüm ona reddiye çıkdığında M. Sabri Efendi’nin oğluyla görüşüldü.. bu düzme eserin kat’iyen babasına ait olmadığını, olamayacağını söyledi.
Tarihçe-i Hayat’ın arkasında Sabir imzalı bir yazı vardır. Bu zat, o devrin meşhur gazetecilerindendir. Zamanın pek çok ileri gelenleriyle olduğu gibi, Bediüzzaman Hazretleri ile de görüşmüştür. Bediüzzaman’a bu nasıl birisidir? diye sorulduğunda: “Çok iyi bir gazeteci” cevabını vermiş. Sabir’e sorulduğunda ise o: “Ben, dünya çapında pek çok kimse ile görüştüm. Ama Bediüzzaman kadar ihlaslı birini görmedim” demiştir. Bediüzzaman’ın havasını teneffüs etmeden bizim bunu anlamamız mümkün değildir. Evet, ihlas öyle bir sırdır ki, aysbergleri bile eritir. |