Bir Demet Sosyal Mes’ele
Çilehaneler insanın irade gücünü artırır. Ferd kendini orada bütün derinlikleriyle bulur.. idrak eder ve tanır. Şu kadar var ki mükemmel bir ferd de ancak yine mükemmel bir toplum içinde yetişir. İnsanlar arası münasebetler, âdâb ü erkân hep iyi bir toplum içinde öğrenilir. Mesela Osmanlı dönemindeki terbiye sistemi köylere varıncaya kadar her yeri içine alıyordu. O terbiyeyi alan insanlar, köylerde bile yaşasa, sarayda yetişmiş insan imajı veriyorlardı. Ben 12 yaşımda iken, Osmanlı’nın yıkılış döneminde yetişmiş ve 80 yaşında öyle ihtiyarlar gördüm ki, her yönleri ile zirve idiler. Kimbilir, daha önceleri ne zirveler, ne zirveler yetişmişti.?
Bugün toplum olarak başkalarının potası içinde eriyik hale geldik. Bizi biz yapan değerlerin çoğunu yitirdik. Sonra da, “mucid yetişmiyor kâşif yetişmiyor” diye şikayete başladık. Elbette yetişmez. Yetişmesi için taklitçilik ruhunu bırakıp, herşeyi değiştirecek olgun ve yapıcı ruhlara ihtiyacımız var; kitap, okul, sıra... vs. herşeye varıncaya kadar kökten değiştirecek ve her şeyi yeni baştan kuracak. Yetişme ve yetiştirmede istidat faktörünü de nazara almak şarttır. Zira insanlar, istidat ve kabiliyetleri ile doğar, sonrada iyi üstadlar sayesinde arş-ı kemalatlarına yürürler. Mesela, İmrü’l-Kays hiç mektep görmemiş. Einstein okulda kendini tam gösterememiş. Newton her ne kadar teorisini matematik üzerine kurmuş ise de, okulda iken matematik derslerinde zayıf almıştır. Ne var ki, o yüksek istidat mevsimi gelince birdenbire inkişâf edivermiştir.
Efendimiz (sav), Kâbe’yi genişleterek, Hıcr bölgesini içine dahil etmek istemişti. Fakat, cemaatin yeni müslüman olması ve Kâbe’nin yıkılmasını kabullenmeme ihtimalleri bulunması dolayısıyla bu niyetinden vazgeçti. Demek ki, usûle taallük etmeyen mes’elelerde, ma’şeri vicdanın kabulü çok önemli... Asırlardan beri kudsiyet atfettikleri Kâbe’de yıkarak değişiklik yapmak çok zordu ki, Efendimiz (sav) böyle bir işe teşebbüs etmedi. Kaldı ki etseydi, O’na kimsenin itiraz etmeyeceği de muhakkaktı. Bizim de, bu tarihî gerçekten ders alarak, toplum vicdanının kabullenmeyeceği şeylere körü körüne teşebbüs etmememiz gerekir. Aksi halde, çalışmalar boşa gider ve gayeye de ulaşılamaz. Hatta bu kabil hatalı çıkışların cezasını gelecek nesiller çeker.
Hz. Ömer (ra) birisini tanımada şu hususları esas alırdı: 1) Bir müddet beraber bulunmak. 2) Alış-veriş yapmak. 3) Yolculuk etmek. Ben bunlara bir dördüncüsünü ekleyerek diyorum ki; beraber hapishane hayatı yaşamak. Evet, “tatmayan, yaşamayan bilmez”, sırrınca orası öyle bir yer ki, başkalarını tanıma adına insanın eline yanıltmayan çok sağlam kriterler veriyor.
Kemmiyetin artışıyla keyfiyetin korunması ma’kusen mütenasib (ters orantılı)’dir. İnsanlık tarihi boyunca, bu hüküm, Ademoğlu için İlâhî bir kader olmuş ve hiç değişmemiştir. Dolayısıyla, Hz. Muhammed (sav) için bile değişmeyen bu kaderin, hakkımızda değişeceğini beklemek yerine, bunu aşmanın çarelerini aramalıyız. O da, öncelikle işin başında bulunan, bizim terminolojimizle önde gözüken şahısların Rabbileriyle irtibatlarını çok sağlam ölçülerde kuvvetlendirmeleri ile mümkündür. Evet, özün korunması için baştakiler üzerlerine düşeni yapmazlarsa, arkalarında bulunanlardan ne bekleyebilirler ki? Veya bu hususta bir şeyler beklemeye hakları var mıdır? Hasılı, onlar vazifelerini yaparlarsa, geridekiler de onlardan ayrı kalmamaya çalışacaklardır.
Soru: Teknikte Avrupa’ya yetişebilir miyiz? Cevap: Şimdilik biraz şüpheli. Zira her ırkın belli bir kabiliyeti vardır. Bazıları ilimde, fende, teknikte, bazıları da başka şeylerde ileridir. Türk milleti tarihin hiçbir devrinde fen ve teknikte batı ölçülerinde ileri gitmemiştir. O, hep idareci olmuş ve cihanları idare etmiştir. Bununla birlikte, fen ve teknikte istenilen seviyeye ulaşmak için belli bir kısım hususiyetler gerekir: 1. Önce fen ve tekniği temsil edecek kişiler yetiştirilmelidir. 2. Bu konuda toplum-devlet el ele olmalıdır. 3. Dünyanın bunu engellemeye çalışacağı gözardı edilmemelidir. Komünistler dünyaya yayılmaya başlayınca Batılılar NATO’yu kurdular. Buna karşılık komünistler de Varşova Paktı’nı. Sonra Avrupa Ortak Pazarı kuruldu. Güya Amerika’ya karşı kurulan bu pazar, aslında eski haçlı zihniyetinin devamından başka birşey değildi. Bu paktlar arasında değişik konularda teati oldu ve olacak.. güçlü olursak bizim de sazımız sözümüz dinlenebilir. Belki işte o zaman İslâm’ın sesini de duyurabiliriz. Şu anda AT’a (şimdiki adıyla AB’a) girmek bizim için hayalden öte geçemez. Borçlarımızı erteletmeyi fazilet saydığımız, kapılarında âdetâ elpençe divan durduğumuz bu milletlere, “Gelin, dinimize girin” diyebilir miyiz? Hayır. Hiçbir efendi, kölesinin dinine girmez. Heraklius, Ebu Süfyan’a soruyor, Ebu Süfyan da “O (sav), içimizde en şerefli kabiledendir” diyordu. Ancak aziz olanlar kendilerini dinletebilirler. Milletçe aziz oluncaya kadar, ne mesafe alabilmemiz ne de başkalarına söz dinletmemiz mümkün olmayacaktır.
İp, ip olarak kopar ve hiçbir şey ifade etmez. Birleşip halat olduklarında bir kıymete ulaşırlar. İttifak halat olma demektir. Allah, her türlü başarıyı ittifakla bütünleşenlere va’deder. Oruç, Reyyan kapısından cennete götürür; sadakat da bir başka kapıdan cennete götürür. İttifak, ise en önemli bir başarı vesilesidir ve muvaffakiyete götürür. Zaten, akıllı kimseler bunca haricî ve dahilî düşmanlara karşı ittifak etmeden başka çare düşünmezler. Bu işe bir de Allah’ın inayet bakışı var ki o herşey demektir. Bina için temel atar, duvar çıkar, pencere takar, derken çatıyı çatarsınız. İşte, içtimaî yapınızdaki çatı da Allah’ın tevfikidir. İttifaksız ve tevfiksiz hizmetler çatısız bina gibidir. Bu çatı, çok önemlidir. İnsanlar, şahsî ibadet ve tâatlerinde ne kadar ileriye giderlerse gitsinler, ittifakları yoksa, sürtüşür, kokuşur ve dağılırlar. Allah, ittifakı meyve ve sebzeyi verdiği gibi vermez; onu bizim irademize bağlamıştır. İttifakı yaratacak yine Allah’tır, fakat sebep olarak bizim cehd ve gayretimiz çok önemlidir. Efendimiz’in: “Üç şey için Allah’a duâ ettim, ikisi kabul olundu ama, biri reddolundu. ‘Ümmetim arasında ihtilaf olmasın’ dedim. Allah kabul buyurmadı” hadîsi de zannediyorum işte bu noktaya parmak basıyor.
Haremeyn-i Şerifeyn’e müslümanlardan başkasının girmesinin yasaklanmasında taabbüdî, yani ibadete ait bir yön vardır ki, başka hiçbir hikmet mülâhazasına girmeden müslümanlar bu hükme kıyamete kadar uymak zorundadırlar. Bu tesbitten sonra, bir de İslâm alemine ait şöyle siyasî bir hikmetten söz edebiliriz: İslâm âleminin merkezi Haremeyn-i Şerifeyn’dir. Dolayısıyla, bir gayr-i müslim oraya girip müslümanlara ait sırları kat’iyen öğrenmemelidir. Bu prensip, “Sedd-i zerayi” açısından bütün İslâm merkezlerine teşmil edilebilir. Yani, bir gün İstanbul veya bir başka belde, İslâm âlemine merkezlik edecek olursa, oraya da gayr-i müslimler sokulmayabilir. Zira, İslâm alemine ait sırların yabancıların eline geçmemesi çok önemlidir. Osmanlılarda Kanûnî devrine kadar bu hususa belli ölçüde dikkat edilmiştir. Dıştan sır toplanmış ama, dışarı sır verilmemiştir. Kanûnî döneminden sonra ise tam tersi olmuştur. Öyleki, sarayda konuşulan bir mes’ele, iki-üç gün sonra Lordlar Kamarası’nda müzakere masasına konulmuştur. Yıkılışımızı hızlandıran sebeplerden biri de işte budur.
Hizmetin aslını enbiya-ı izam yapmıştır. Çünkü onlar, Zat-ı Ulûhiyetin zatî cilvelerinin gölgeleridir. Gelen ümmetler ise zıllîdir. Efendimiz’den sonra peygamber olmadığı için, gelen evliya ve mücedditler nübüvveti temsil etmişlerdir. Efendimiz’de hakim olan unsur, bu velilerde de hakimdir. Tıpkı Hz. Davud’da hakimiyet, Hz. Adem’de tevhid hakim olduğu gibi, Allah Rasûlü’nde de ferdiyet hakimdir. Her halde, ism-i A’zam sayılırken başta “Ferd” isminin zikredilmesinin sırrı da bu olsa gerek. Ayrıca, “Allah” lafz-ı celâlinin baş harfi olan, “Elif”, Ahmed’in de baş harfidir. Allah (cc), Ahmed’de mütecellidir. Hizmet-i imaniyede bulunanlar, hangi nebinin cemaatinden olurlarsa olsunlar şeffaf birer ayna hükmündedirler. Onlara bakanlar, aslî olan peygamberlerini görürler. Tahrifden evvelki Hristiyan Hz. İsa (as)’ı, Müslüman ise, Hz. Muhammed (sav)’i görür. Bugün, hizmetteki bazı hususiyetlerde evsaf-ı İseviye ne kadar ileri giderse gitsin, evsaf-ı Muhammediye daima hakimdir. Zira Hz. Mesih, bir hadîsin işaretiyle “Bazınız bazınıza imamsınız” buyurur. Bu: “Ben imam olamam” demektir. Bugün, devrin getirdiği şartlar ve hizmetin stratejisi açısından, bir yanağına vurana öbür yanağını çevir, karşılık verme, sokağa dökülme” diyorsak, bir ma’nada bu ruhu temsil gereğinden dolayıdır. İlerde İnşaallah Muhammedî zemin tam oturacak ve Muhammedî renk bütün renklere hâkim olacaktır. Şimdilik bu cemaatte mülayemet ve müsamaha ma’nasına Mesihiyet yönü galip olabilir, o şeffaf aynada Mesih (as) görülebilir. Bu ma’nâyı anlamayanlar ve aslı tecellî ile karıştıranlar, mesihî ruhun temsilcisine mesih nazarıyla bakabilirler. Bu iltibasa Bediüzzaman Hazretleri bir yerde işaret ederek, “Evliya mertebeleri içinde bir mertebe vardır ki, o mertebede Hz. Hızır ile görüşülür ve buna “Makam-ı Hızır” denilir. Bu makamdaki bir veli bazen ayn-ı Hızır, yani Hızır’ın bizzat kendisi olarak görülebilir” demektir. İhtimâl, ilerde bir cemaat hilâfeti temsil edecektir. Bu makamın aslî temsili Hz. Davud ve Hz. Süleyman (as)’a aittir. O zaman da asıl ile tecelliyi, aslî temsil ile gölge temsili karıştıranlar, öndekilere Davud, Süleyman (as) deme galatına düşeceklerdir.
Adet-i İlâhî olarak, insanlar rızâ-i İlahî dışında birşeyin üzerine çok düşmüşlerse, o şey başlarına hep dert olmuştur. Elektronik dünyası.. pilotsuz uçaklar... İhtimal bunlar ileride belki icad edenlerin dahi başına dert olacağa benziyorlar. Bunların dünlerinden ve bugünlerinden de bu anlaşılıyor. Evet bir öfke ile neler olmaz ki? Birisi sana kötülük etse, bir düğmeye basmakla her yeri harab edebilirsin.
Teokratik düzen, İslâmî, şer’î bir sistem demek değildir. Tam aksine, kurumlaşmış dinî bir sınıfın kendi içtihad ve görüşleriyle sistemleştirdikleri bir idare tarzıdır. Bir kesim İslâm adına ona sahip çıkmakla hata etmekte, diğer bir kesim de teokrasi deyip İslâm’a saldırmakla günahlara girmekte...
Bazıları sistemin getirmiş olduğu zorluklara bakarak, İslâm’dan taviz verme veya nasslarda tekellüflü tevillere gitme yoluyla değişik cevaz kapıları aralıyorlar. Bunlar bilmiyorlar ki, böyle yapmakla ciddî bir hata işliyorlar. Çünkü, herkes içinde yaşadığı devre göre, İslâm’dan taviz verirse, ortada ne din kalır, ne de iman. Sonra, bu sistemin getirmiş olduğu problemlere çözüm İslâm’da aranmaz ki! Neden?.. Zira, problem İslâm’dan kaynaklanmıyor. O halde çözüm de İslâmî esaslar içinde aranamaz...
Eskiden “Efendi” tabiri şimdiki “Bey” tabirinin yerine kullanılırdı. Günümüzde ise “Efendi” sözcüğü tahkir ifade ediyor. Şimdi bu tabiri, kapıcı, odacı hizmetli vb. insanları çağırırken kullanıyorlar.
Soru: Muhyiddin İbn-i Arabî’nin “Şecere-i Numaniye” isimli eseri, niçin diğer kitapları ölçüsünde şöhret bulmamıştır? Cevap: Öteden beri Ehl-i Sünnet alimleri, istikbalden haber veren, gelecekten bahseden eserleri ve bu mevzuun işlenmesini tasvip etmemişlerdir. Çünkü bu, insanlarda merakı tahrik edici ve su-i istimale açık bir mes’eledir. Günümüzde bile bu tür şeyler, inanmış veya inanmamış insanlar arasında hâlâ bir hayli revaçta... Ehl-i Sünnet alimleri istikbale ait bir şey söylemişlerse, mutlaka âyet ve hadîslere dayanarak söylemişlerdir. İtikadî sınırları zorlayacak sahalara kat’iyen girmemişler ve ifade etmek istedikleri hususlarda da: “Allahu a’lem, “Allah’ın atâsı gelip, onu bozmazsa” gibi kayıtlar düşmüşlerdir. Bugün, bu hassasiyet gösterilmiyor. Dolayısıyla, istikbal haberlerine kapı açmak bir yönüyle din düşmanlarının ekmeğine yağ sürmek demektir. Bu ve bunun gibi pek çok sakıncalarından dolayı Osmanlı uleması Şeceretü’n-Numaniyye’yi bastırmamışlardır. Sadece, Selimiye Kütüphanesi’nde mahdut bir nüshası mevcuttur. Bütün bunlara rağmen, isbat makamında, ehl-i velayetin istikbale ait verdiği haberlerden istifade edilebilir, anlatılabilir. Fakat, isbat makamı teşhir makamından çok farklıdır, bunu da unutmamak gerekir.
Savaşta ele geçirilen esirler, aralarında anlaşıp isyan çıkarmasınlar diye; 1. Müslüman ailelere dağıtılır; 2. Her müslüman, evinde onların kalplerini İslâm’a te’lif için gayret gösterir; 3. Müslüman, kendi payına düşen köleyi azad ederek, sevap kazanma yoluna da gidebilir.. Köleyi azad etmek için karakterini iyi bilmek gerekir. Bu da, köleyi bir müddet alıkoymak ve yakından tanımakla mümkün olur. Bu alternatiflerin dışında başka hiçbir teklif, mes’eleye köklü çözüm getirmez. Biz bugün kölelik müessesesine Batı’nın aldatıcı kıstaslarıyla bakıyoruz. Sonra da, İncil’i idam etmek için kurulan sehpada Kur’ân’ı asıyoruz; tıpkı ‘Karakuşî mahkeme’ fıkrasında olduğu gibi: Bir hırsız Kadı Karakuş’a gelir ve hırsızlık için girdiği evin sahibini şikâyet eder: “Kadı Efendi, evin penceresi çürükmüş; kaçarken düştüm ve kolum kırıldı” der. Ev sahibi, “pencereyi ben yapmadım, marangoz yaptı” diyerek, işin içinden sıyrılır. Marangoz, “pencereyi takarken, gözüme falanca kadının elbisesi ilişmişti” der. Kadın, elbiseyi boyayanı suçlar. Boyacı herhangi bir mazeret bulamayınca, Karakuş boyacının idamına karar verir. Ne var ki, boyacının boyu idam sehpasından uzun olduğu için yerine daha kısa boylu bir boyacı bulunur ve hüküm infaz edilir.
“Nasılsınız?” sualine karşılık, maddî hastalıklarım sebebiyle, yalan olmasın diye, “iyiyim” demiyorum. Mânen zaten hiç bir zaman iyi olmadım. O bakımdan, “Nasılsınız?” sorusuna, “Allah iyi etsin!” diye karşılık veriyorum. Bunun gibi herkes, kendine göre bir cevap verebilir. Yalnız, “Nasılsınız, iyi misiniz?” diye sormak yerine, “İnşâallah iyisinizdir” demek daha muvafık olur zannediyorum. Efendimiz (sav) ile Ashâbı arasında bu türden hal-hatır sormanın cereyan ettiğini bilmiyorum. Yine de, İslâmî ölçüler içinde kalmak kaydıyla, hal-hatır sormakta mahzur olmasa gerek.
İstanbul’un fethi, Ayasofya’nın fethidir; tersinden ifadesiyle, Ayasofya’nın fethi, İstanbul’un fethini gerektirir. Bu gerçeği iyi bilen Fatih, fetihten sonra ilk iş olarak Ayasofya’yı ele almıştır. Aynı çerçevede, Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi de, Hilâfet’in kaldırılmasını takip eden yıllara rastlar. Bu sebeple denebilir ki, Ayasofya’nın aslî fonksiyonuna döndürülmesi, Müslümanlar için âlem-i İslâm çapında bir fâl-i hayr sayılabilir. Fakat bu iş, şuurlu bir toplum ister; yani Fatih çapında liderler, Ulubatlı çapında da erler..
Nakilcilik Bir Ölçüde İlhamı Öldürür ‘Mülhemûn’, yani ilhama mazhar ruhlar, daima başkalarından nakil yaparlarsa, hiçbir zaman ruhlarını şahlandıramazlar. Hep nakille uğraşanların kitaplarına bakın, 30 sayfada 80 tane yanlış bulursunuz. İşte bu ilim adına büyük bir felâkettir. Nakilciler için ikinci büyük felâket de, akıl ve dimağları çok okuma sâyesinde açık kalsa bile, bunlar ruhlarını bir türlü çoraklıktan kurtaramazlar. Böyleleri 50 ciltlik kitap da yazsalar, rûhî yönden bir çobandan farksızdırlar. Üçüncü felâket; nakilciler, kitaplarında günümüzü aksettiremediklerinden, cemaati sürekli dünün atmosferinde dolaşdırırlar. Kısaca, nakilcilik tam bir felâkettir. Halbuki, fıkıh kitaplarında kadı’nın müctehid olmasının şart koşulduğunu görürüz. Kadı müctehid olamasa da, en azından ehl-i tercih olmalıdır; fetvâ verirken, kitaplardan nakletmek yerine, mes’eleyi kaynağından halletme gücüne sahip bulunmalıdır. Bu, İslâm’ın dimağı daima canlı tuttuğunun ve İslâm fıkhının her dem taze ve dinamik oluşunun ifadesidir. Ne acıdır ki, bugünün insanları klasik kaynaklarımızı tercüme bile edemezken, modernistler aynı malzemeyi kullanıyor ve tahribe gidiyorlar. Biz, Ehl-i Sünnet olarak vazifemizi yapamadığımızdan dolayı, modernistler gözümüzün içine baka baka istediklerini yapabiliyorlar.
Osmanlılar’ın son döneminde Batı’dan yediğimiz darbe tesirini her alanda göstermiştir. Meselâ, düyûn-u umûmiye’nin gırtlağımıza bastığı dönemde, Dolmabahçe Sarayını inşâ etmek hiç de akıllıca bir iş değildi. Fakat, İngiliz Kraliyet Sarayını ve benzeri eserleri görünce, aşağılık duygusu ile Dolmabahçe’yi yapmaya koyulmuşuzdur. Rica ederim, zirvelerde dolaştığımız yıllarda hiç böyle duygulara kapılmış, böylesi yapılar inşâsına girişmiş miydik? İşte Fatih, işte eski payitaht! Tarih, İstanbul’da, “bu, Fatih’in sarayıdır” diyeceği bir bina gösterebilir mi?
Gülistan’da şöyle bir hikâye anlatılır: Hz. Musa (as) zamanında çok fakir biri vardı. O kadar fakirdi ki, kum ile tesettür ederdi. Bu kişi bir gün Hz. Musa’ya, “Rabbime benim için duâ et de, beni zenginleştirsin” dedi. Hz. Musa’nın duâsı üzerine Hz. Allah kendisine, “o kuluma söyle, bu hali onun için daha hayırlıdır” buyurdu. Ama, beriki ısrar edince, kendisine imkân bahşedildi. Bir koyun aldı, bundan sürüler meydana geldi ve adam zengin oldu. Gel gör ki, zenginlik bu adamı azdırdı; derken içkiye başladı. Hz. Musa (as) bir gün bir yerde bir kalabalık gördü ve “bu kalabalık neyin nesidir?” diye sorunca, kendisine şu cevabı verdiler: “Birine kısas uygulanıyor. Adam, fakir biriydi. Sonra zenginleşti; fakat, malıyla azdı, içki içti ve derken, tuttu birini öldürdü. Şimdi de, cezasını görüyor!”
Halk, idare edildiği sisteme ve o sistemin temsilcilerine inandığı müddetçe, o ülkede ciddî sayılabilecek arızalar meydana gelmez. Aksi halde, problemlerin ardı-arkası kesilmez. 1980 ihtilâli öncesi devletin resmî erkânından bir zat, Özbekistan’a resmî bir ziyarette bulunur. Özbekistan, o dönemde bağlı bulunduğu Sovyetler Birliği’nin pamuk üretiminin % 80’inini karşılamaktadır. Türkiye’den giden bu ziyaretçi, ürettiği pamuğu, Rus politikası gereği, ihtiyacı olan arpa ve buğday karşılığında takas eden çiftçilerden bazılarına, “Bu muamele ile aldatılmadığınızı nereden biliyorsunuz?” diye sorar. Cevap, cidden düşündürücüdür: -Sosyalist aldatmaz. Evet, Müslümanlık adına bu güven ve bu itimadı 7’sinden 70’ine bütün milletin gönlüne yerleştirmek mecbûriyetindeyiz.
Sosyalizm’in yumuşaması bizim için hiç de sürpriz değildir. 1980 öncesi anarşi döneminde bile onların fikir plânında bittiğini biliyor ve çıkardıkları anarşinin, şimdilerdeki bitişlerinin ifadesi, canhıraş feryatlar olduğunu söylüyorduk. Günümüzde nice büyük düşünürler, artık komünizme sırt çevirdiler; hatta bazıları Müslüman bile oldu. Dünya ülkelerinin çoğunda Hristiyan demokratlar iktidara geliyor. Demek ki, fikrî coğrafyada büyük değişiklikler yaşanmakta. Şu kadar ki, yıllarını komünizmle tüketmiş insanların birdenbire Müslüman olacaklarını düşünmek de makul değildir. Bunlar ihtimal önce te’lif yoluna sapacak ve İslâm ile komünizmi barıştırmaya çalışacaklardır. Bu tür yalpalanmaların bize faydası dokunacaktır; çünkü, onların falsolarını gördükçe, arkalarından gidenler, “Demek ki komünizm bugüne kadar hep kaypak kafalarla temsil ediliyormuş” diyeceklerdir. Şimdiye kadar komünizm halka kendini hep kitle-ruh haleti içinde arz ediyordu. Aslında böyle bir metod, ancak düşünceden mahrum kalabalıklar oluşmasına yol açar ve nitekim öyle de oldu. Bu kalabalıklar, hiçbir zaman hür bir ortamda kendileri olarak düşünemediler. Zannettiler ki, komünistler yakında ihtilâl yapıp ve hemen işbaşına gelecekler. Bugün artık tebeyyün etti ki, bütün bunlar boş bir gürültüden ibaretmiş. Sis ortadan kalktı ve herkes -onlar da, biz de- sâlim düşünme imkânı bulduk. Komünist cephenin kalemşörlerinin, belli istihalelerle bir gün, belki de yakında İslâm’ın müdafileri olmalarını beklemek, bile hayal olmasa gerek...
Günümüzde şer’î ma’nâda ulü’l-emrin var olduğu söylenemez. Bu sebeple, “Asrın imamına bi’at etmeden ölen, câhiliye ölümü ile ölür” diyerek, kendi kafalarındaki imamlarını kastedenler, düşüncelerinde bir çıkmaz içindedirler. Ayrıca, sû-i zanda bulunarak, haram irtikab etmektedirler. Ancak, şimdilik şu kadarı söylenebilir: Herkes kendi hizmet dairesi içinde bir rehber edinebilir ve “hizmetin selâmeti adına bunu dinlemek vâciptir” diyebilir. Evet, içinde bulunduğumuz hizmet döneminde, dâire içinde birini dinlemek lâzım; aksi halde, teşettüt-ü ârâ (fikir ve düşünce dağınıklığı) olur ve hiçbir yere varılamaz.
Batı, her gün yeni bir bunalımla sarsılmakta ve bu bunalımlar onu yeni arayışlara itmektedir. Batılı fikir ve düşünce adamları, bunalımlarına çare ararken, tarihî seyri itibariyle denenmiş yollar değil de, denenmemiş şeyler peşindedirler. Tam bu esnada İslâm, günlük hayatta güçlü ve tutarlı toplumlarla temsil edilebilseydi, batılıların gürül gürül İslâm’a dahil olmaları söz konusu olabilirdi. Ne var ki, böyle bir temsili çok yakın bir gelecekte mümkün görmek, oldukça zor.
Devletler de, tıpkı şahıslar gibi doğar, büyür, gelişir ve ölürler. Ne yapılırsa yapılsın, tıpkı şahıslar gibi, devletlerin ölümü de önlenmez. Şu kadar ki, meselâ Sultan II. Abdülhamid gibi, dört başı ma’mur idareciler yıkılışın önünü -oksijen çadırında da olsa- geçici olarak alabilmiş ve Allah’ın izniyle devletin ömrünü uzatabilmişlerdir. Evet, bir zamanlar biz de büyük, muhteşem bir devlettik. Bayraklarımız, dünyanın dört bir yanında dalgalanıyordu. Nihayet günü geldi; tarihçilere muhteşem bir mâzî ve tükenmez bir malzeme bırakıp gittik. Gitmekle kalmadık; arkadan gelenler, bizi bu muhteşem mâzîmizle teselliye başladılar. Bari böyle devam etseydi; etmedi ve bir kısım türediler, o muhteşem mazîyi inkâr ve tezyif cihetine bile gittiler. Bizden önce de varlık sahnesine çıkanlar, sonra da yıkılıp gidenler oldu. Meselâ, Yahudiler ve Hristiyanlar, bunlar bir dönemde insanlık adına çok çetin mücadeleler verdiler. Allah da’vasını insanlığa anlatmak ve kabûl ettirmek için ciddi gayret gösterdiler. Bilhassa, ilk dönem Hristiyanları, Hz. İsa’nın saf ve samimî takipçileri, arenalarda aslanlara yem edildi; ağaçlarda sallandırıldı ve ateş dolu hendeklere atıldılar da, bütün bunlara rağmen dinlerinden dönmediler. Hatta bu uzun mücadeleler sonunda muvaffak da oldular. Nihayet Konstantin geldi ve belki de tabanın zorlamasıyla veya siyasî mülâhazalarla Hristiyanlığı Roma’nın resmî dini olarak kabûl etti. Fakat, bu ikbâl ve safiyet döneminden sonra, Hristiyanlık idbâra başladı; sistem yozlaştı ve faziletli kimseler makam, mansıb, şöhret ve para karşılığında dize geldiler, geldiler, sonunda da yıkılıp gittiler. Bugün biz şanlı mazîdeki o muhteşem günlerimize yeniden dönmek istiyorsak, öncelikle şu gerçeği hatırdan çıkarmamalıyız: “Yoksa siz, sizden öncekilerin başlarına gelenler, sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sanıyordunuz?” Evet işte yol bu! Ölümlerin kol gezdiği bir yol; ciddî bir mücadele ve dayanma rûhu isteyen bir yol. Evet, bu mücâdele ruhuna sahip olur ve makam, mansıb, para, şehvet.. gibi bütün dünyevî beklentilerden ve maddî hazlardan âzâde kalabilir ve neticede her şeyi Allah’a verme ve her muvaffakiyeti O’ndan bilme ma’nâsında ihlâsa ulaşabilirsek, o takdirde o günlerin yeniden gelmesi niye hayal olsun ki? Unutmayalım, milletler, ferdlerinin yıkılmalarıyla yıkılır. Bu sebeple, ferdlerin ihyâsı, milletin de devletin de ihyâsı demektir. Her şeye rağmen istikbâle ümitle bakıyor ve şâirimizin dediği gibi, Vîrânelerin yasçısı baykuşlara
döndüm, demiyor, o günlerin bir defa daha geleceği ümid ve azmiyle geleceğe yürüyoruz.
Ahir Zamandaki Diriliş ve Kadir İsminin Tecellisi Kadir isminin dünya ve ahirette tecellisi farklı farklıdır. Dünya; “darü’l-hikmet”, ahiret ise “darü’l-kudret” olduğundan, ahirette Cenâb-ı Hakk’ın Kadir ismi sebepler perdesi olmadan doğrudan doğruya tecelli edecek ve orada tamamen kudret hakim olacaktır. Hadîste de ifade edildiği gibi, istenilen herşey anında yerine getirilecek ve insan arzu ettiği herşeye nail olacaktır. Kudretin ahiretteki bu tecellisi dünyada tecelli etmeyeceği mânâsına gelmez. Zira dünyada Kudret, hikmet perdesi altında zuhur etmektedir. Dolayısıyla da bizler dünyada eşya ve hâdiseleri sebepler perdesi altında temâşâ etmekteyiz. Oysa ki bu perdelerin verasında asıl icraatta bulunan yine Allah’ın Kudreti’dir.. Şimdi bu açıklamanın ışığı altında mevzuu tahlil etmeye çalışalım. Bizler sebepler aleminde yaşadığımızdan dolayı, istikbale ait vereceğimiz hükümlerde veya değerlendirmelerde de “tenasüb-i illiyet” prensibine göre düşünüyor ve hüküm veriyoruz. Bundan dolayıdır ki henüz sebepleri ortaya çıkmamış pek çok mes’eleyi daha gelişme sürecinde iken henüz göremiyoruz. Ancak netice zuhur ettikten sonra onlara aklımız eriyor. Meselâ: Müslümanlığın -hal-i hazırda içinde bulunduğu durum itibariyle- birgün dirileceğini, herkesin Müslümanlığa iltihak edeceğini, Hristiyanlığın dahi İslâm’a sığınacağını çoğumuzun aklı almıyor. Çünkü, günümüzde müslümanlar hakkında pek çok plan ve entrikalar düzenleniyor, bizim de mevcut potansiyel güçle bunlarla mücadele edip, galebe çalacağımıza ihtimal verilemiyor. Bu durum aynen Rûm Sûresi’nde ele alınan, Rum’ların İran’lılara galebe çalacağının müjdelenmesi hâdisesine benzemektedir. Evet, o zaman da böyle bir galebe mümkün görülmüyordu. Çünkü, Rumlarla İranlılar arasına kesinlikle kuvvet dengesi yoktu. İnsanlar hâdiseleri sadece sebepler açısından değerlendirdiklerinden sebepler alemine zuhur etmemiş ama, gelişme vetiresine girmiş böyle bir realiteyi göremiyorlardı. Bu sûre ile Cenâb-ı Hakk onlara, şu hakikatı hatırlatıyordu: Birgün gelecek Müslümanlar mutlaka Sasani ve Rum’lara galebe çalacaklar! Bugün için de yine ilhad dünyasıyla Müslümanlar arasında kuvvet dengesi yok. Çünkü, Müslüman ülkelerde hayatî ehemmiyeti olan pek çok müesseseye Müslüman olmayanlar hâkim. Bütün bunlara rağmen, Müslümanların cephesinde de kâfirlerin hiç de tahmin etmedikleri gelişmeler ve inkişaflar oluyor. Zaten onları korkutan da işte bu türlü faaliyetlerdir. Onlar bizden değil, Müslümanlığın tekrar ihya edilmesinden korkuyorlar. Bu sebeple bilhassa bugünlerde,“Havkale” adını verdiğimiz “La havle ve la kuvvete illâ billâh”ı laâkal günde beşyüz defa tekrar etsek de yine az sayılır.
Rusya’da durumun değişmesiyle “Yeni Dünya Düzeni” diye milletin ağzında sakız yeni bir kelime türedi. Herkesin ağzında Yeni Dünya... Zannediyorum çok kimse, ne dediğinin farkında bile değil. Tıpkı Tanzimat neslinin “Avrupa, Avrupa” dediği gibi. O gün bırak bütün Avrupa’yı, doğru dürüst İngiltere ve Fransa’yı bilen tek insan yoktu. Şimdi de öyle, herkesin “Yeni Dünya” dan anladığı farklı. ABD kendi değerlerine göre kurulmuş bir dünya. Ona göre “Yeni Dünya” bilhassa bu orta kuşakta, içine hem İslâm âlemini, hem de Türkî cumhuriyetlerini alan ve batı standartlarına göre düzenlenmiş bir dünya kasdediliyor. ABD’nin bu dünyada, başta biz olmak üzere bütün İslâm dünyasını alâkadar eden bir kısım hedefleri ve beklentileri söz konusu.. Burada, ölümsüz bir peygamber sözünü hatırlamamak mümkün değil. Makro plânda olmasa da mikro plânda, kıyamete kadar olmuş ve olacak herşey, Asr-ı Saadette işaretler şeklinde yaşandığına göre, çağımıza dair birşeyler bulmamız her zaman mümkün olacaktır. Evet Peygamber Efendimiz (sav) bir yönüyle, Enbiya-ı İzamla gelen herşeyi tafsil etmiş, diğer yönüyle de, ümmetin yapacağı şeyleri bir ölçüde icmal edip bırakmıştır. Yani o günle bugün arasında benzerlikler söz konusudur. Tabiî, hiçbir hâdise ayniyle yaşanmamaktadır. Çünkü hiçbir hâdise aynî olarak cereyan etmez. Tarihî maddecilerin bu mevzudaki yanılmalarını hatırlatıp geçelim. Şimdi İslâm tarihinde bir hicret hâdisesi yaşanıyor. Büyük bir tekevvünü, var oluşu başlatan hâdise... Bir beldeden başka ve daha emin bir beldeye yapılmış bir hicret hâdisesi.. bu hicretle beraber, iç içe başka hicretler de yaşanmıştır: Allah’ın mehariminden, yani yasakladığı şeylerden, mübah kıldığı şeylere hicret.. Müslümanlığın tam tekmil yaşanamadığı bir yerden, onun duyula duyula yaşanıldığı bir iklime hicret... İşte günümüzde de bunun benzeri hâdiseler yaşanmaktadır.. ve bu bir bakıma çok önemlidir. O günün büyük tekevvününü netice veren hicret, bugünün tekevvününü de netice verecektir. Hatta denebilir ki, o gün olduğu gibi bugün de dıştaki cihad, içteki cihada dayandığı zaman değer kazanacaktır. Eğer içteki cihadda bir açık, gedik varsa, maddî hicreti de zedelemiş olacaktır. Mekke’deki Müslüman, önce iç dizaynını yaparak, kendi iç âleminde düzene ve intizama kavuşmuştu. Sonra da maddî bir hicretle bu dizaynı ayrı bir buuda taşımıştı. Tabiî Allah Rasûlü (sav) sahabeyi etrafına toplayıp “Haydi bakalım şimdi bir iç hicret (Allah’ın yasakladığı şeylerden hicret) yaşayın. Sonra da büyük hicret var” şeklinde konuşmamıştı. Mevsimi gelince herşey kendi fıtrî seyri içinde vukua gelmişti. Yani bazen iç, bazen de dış hicret ağırlık kazanmış, ama dengeye mutlaka fevkalâde önem verilmişti.
Bazan hâdiseler zekâyı inkişaf ettirir. Bazan da zekâ inkişaf etmeye uygun bir vasat bulamamış olur. Meselâ dağın başında veya bir köyde ateşpâre bir zekâ doğar. TV yok, kitap yok, muhatap kıt, oturup-konuştuğu bir anası bir de babası... Bütün dünyası, işte bu iki insanla ve 30 kelimelik bir bilgiyle çevrili. Dağ, keçi, koyun, tarla, süt, yoğurt vs.. bildiği tek şey bunlar. Böyle biri, kayanın üstündeki bir tohum gibidir; ne kök salar, ne de ondan herhangi birşey çıkar. Ne var ki, bu bile vasatını bulunca birden bire inkişaf ediverir. Bir rüzgâr ya da bazan bir karınca o tohumu taşın üzerinden toprağa taşır ve o da bağrında Rahman’ın dercettiği nesi varsa, döker hepsini ortaya. Öte yandan bir çocuk doğar.. Ve doğar doğmaz TV, kitap vs... ile karşı karşıya gelir. Ve dünya kadar bilgi kaynağıyla tanışır; derken kısa zamanda o kadar çok şeyler öğrenir ki, siz onun 10 yaşına basınca allâme olacağı zehâbına kapılırsınız. Ama aslında hiç de öyle değil; belli bir seviyeye geldikten sonra bu gelişme birden bire duruverir. Bazan da öyle bir ortama rağmen geri zekâlı olur.
Mukaddesat Tanımazlarla Münasebet Soru: Durmadan elfaz-ı küfrü telaffuz edip hakaret kusan kimselerle selamlaşmamız, alış-verişimiz, cenazelerinde bulunmamız doğru mudur? Cevap: Selamı almayan laubali kimselere ille de birşeyler denecekse, bence “Merhaba” denmeli.. alış-verişte dikkatli davranıp mukaddesata karşı laubali olmalarına, sizi istismar etmelerine fırsat verilmemelidir. İnançlarımızla dalga geçen insanlarla fazla düşüp kalkmamız da sakıncalıdır. Cenaze namazına gelince, kimse böyle bir şeye mecbur edilemez. Ama bir cenaze olur, siz de muhakkak kıldırma durumunda kalırsanız “Allahümme’ğfir lehu - Allahım! Onu mağfiret et” derseniz, ihtimal ahiret hesabına sizi sorumlu tutabilirler. Bazı kimseler hayatları boyunca dine hakaret ediyor, dindarı baskı altında tutuyor, her fırsatta küfrünü, ilhadını ilân ediyor ve ölürken de;“Bana dinî merasim yapmayın” diyor. Ama dinleyen kim! Tabiî bu arada bir kısım vazifeliler de namaz kıldırmak mecburiyetinde kalıyor. Böyle olunca “Canım ne yapalım! Maçı idare ediyoruz. Zaten memleket Kırkpınara döndü. Eline fırsatı geçiren yağcılığa başvuruyor” diyorlar. Deniz Gezmişler ömürleri boyunca dine, Allah’a, mukaddesata küfrediyor, sonra devlete başkaldırınca öldürülüyor. Ama sonra da dinî merasimle gömülüyor. Bu ne perhiz, ne lahana turşusu...
Aslında Kur’ân’ın fen ve teknik adına çok ilginç tesbitleri var. Bunlar gelecekte inkişaf edecek tohumlar sayılabilir. Ne acıdır ki, bunlar bir dönemde Avrupa aşkına bir bir budandı. Avrupa ve Amerikalılar sistemlerini kendilerine göre baştan kurmuşlar, şimdi durmadan değiştiriyorlar. Biz ise onların değiştirdiği sistemleri uygulama adına arkalarından koşturup duruyoruz. Halbuki onlar bizim hiçbir derdimize derman olmaz.. zaten bugüne kadar da olmadı. Çare olmadığı belli ama onların arkasında buhrandan buhrana sürüklenip duruyoruz... Bir türlü “Oh be, rahatladık” diyemiyoruz.! Biz, son birkaç asırdır hep başkalarının kucağında büyüdük, onların ninnilerini dinleyip durduk... Büyürken de uyurken de hep bunlarla avunduk. Şimdi bir boşluk var ve bu boşluğu kendimize ait kültürle doldurmak zorundayız.
Kendi Kültürümüzden Uzaklaştık Kendi kültürümüzü hatırladıkça, insanımızın Kur’ân’dan ne kadar uzaklaştığını düşünüyorum. Âlem-i İslâm’ın yıkılma sürecinde Türkiye’nin uğradığı gadre, hiçbir millet uğramamıştır. Kültüründen, dilinden herşeyinden koparılmış olan bu millet, Merhum N. Fazıl’ın dediği gibi zihinler “hafıza hammalı” olmuş ve o gün-bugün bir türlü dimağın, ruhun, ilhamların hakkını veremiyor. Bir de ilim adına hep, başkalarına ait şeyler fişleyip duruyoruz. Yıllardır kendi usulümüze, Kur’ân üslubumuza yabancıyız... Dolayısıyla Kur’ân ve İslâm adına bir şeyler yapacaksak, sünnete, Kur’ân-ı Kerîm’in ruhuna, Efendimiz (sav)’in getirdiği ruha yeniden dönmeli ve dirilmeliyiz. Yoksa, şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da hep başkalarının ruhu ile tenasühleşmiş gibi yaşayacağız. Kur’ân kültürü, Kur’ân mealinden çok farklı birşeydir. Bu mevzuda yalnız Arapça bilmek de kâfi değildir. Kur’ân Allah’ın kelamı ise, insan da Allah’ın ayrı bir kitabıdır, bunları birbirinden ayrı düşünemeyiz. Mevcud ilim ve mevcut kültürümüzle Kur’ân’ı takib etmemiz oldukça zor. Çünkü mevcud kültür de, ilim de Batı kaynaklı. Bu ilim ve bu kültürden yola çıkarak değil, Kur’ân’ın aydınlık ikliminden hareketle eşya ve hâdiselere bakarak herşeyi öyle değerlendirmeliyiz...
En seviyeli millet, umum işlerini birlik ve bütünlük içinde düşünüp cumhûrun reyine ağırlık veren millettir. Tabiî, o millet fertlerinin din, dil, tarih şuuru gibi önemli hususlarda aynı terbiyeyi almaları da şarttır.
Bir millet fertleri arasında, hile ve aldatmaca akıllılık sayılıyorsa, o millet artık, kanserin onulmaz safhasına ulaşmış demektir. Bu arada, umumi bünyede iyilik emaresi olarak görülen şeyler ise, veremli bedendeki şişkinlikleri, semirip gelişme zannetme gibi bir aldanmışlıktır.
Bir milletin bütün fertleri arasında, ailevî bağ seviyesinde bir irtibat varsa; tâlî, zirvelere doğru onun yoluna mutlaka su serpecektir. Fertleri birbirini sevmeyen, biri diğerinin aleyhinde olan, birbirine karşı emniyet ve güven hissetmeyen milletler ise, hakikî ma’nâsıyla millet olamadıkları gibi, istikbâl adına da vaadedecekleri hiçbir şey yoktur.
İslâm’ın çok kısa bir zamanda yayılmasına ve ilk devir müslümanlarının dinlerini öğrenme hususunda gösterdikleri gayrete hep hayret etmişimdir. Düşünün ki halk sabanının arkasında kıraata ait mes’elele-ri müzâkere ediyor. Zira o dönemde bütün himmetler bu noktaya teksif edilmiş. Buharî, Müslim ve Tirmizî aynı dönemde ve birbirine yakın bir bölgede yetişebiliyordu. Ne var ki, günümüz müslümanlarının aynı hassasiyeti ve aynı gayreti gösterdiklerini söylemek mümkün değildir. Keşke zamanımızda bazı kimseleri teknolojinin yanında bu konuda da belli bir seviyeye ulaştırabilseydik. Kimbilir belki de ileride yetiştirilmek istenen ilim adamlarına böyle bir usul tatbik edilir.. Günümüzde hafızalar ve zihinler çok dağınık. Her türlü teknik aleti kullanmayı biliyorlar ama diğer çok önemli mes’elelerde aptal denecek kadar yetersizler. Aptal olmamanın ne demek olduğu bilinmediğinden kimin aptal olduğunu bilmek de epey zor...
Müceddidler Arasındaki Farklı Görüşler Zamanın değişmesiyle bazı hükümler değişir. Her asrın başında bir müceddidin gelmesini biraz da bu hikmet açısından değerlendirmek gerekir. Her zaman, sonra gelen müceddid, kendinden öncekilere ait düstur ve prensiplerde değişiklik yapabilir. Bunda yadırganacak birşey yoktur. Hizmet sistematiğinin içinde, bulunulan devreye adapte edilmesi şarttır. Dünkülere ait hayatî sayılan nice prensipler vardır ki, bugün onları tatbik etmek imkânsızdır. Yarın da bugüne ait bazı prensiplerin tatbiki imkânsız olacaktır. Bütün bunları normal karşılamak gerekir. Toplumlar da aynen insan gibidir. Doğar, büyür, gelişir, kemale erer ve ölür. Nasıl ki bütün bu devrelerde, bazı değer hükümleri değişikliğe uğruyor; söz gelimi, çocukluk veya gençlik döneminde hayatından bir parça olan tutkularına, olgunluk döneminde bir insanın gülüp geçmesi gibi, toplumlar da olgunlaşıp, kemale erdikçe, daha önceki tutku ve alışkanlıklarına gülüp geçer ve onları hafife alır. Elbette burada, değişmesi imkânsız değer hükümlerinden söz etmiyoruz. Esasen, zamana göre strateji, usûl, üslûp değişikliğini peygamberlerde de görebiliriz. Meselâ, Hz. İsa (as), Yahudi maddeciliğinin karşısına ruh ve ma’nâ ile çıkmıştır. Halbuki biz bugün aynı şeyi yapamayız. Yani, “sana birisi tokat vursa, sen öbür yanağını da çevir, ona da vursun” düsturu, İslâmiyette geçerliliğini kaybetmiştir. Hz. Zekeriya’nın, Hz. Davud’un stratejileri ile tamamen farklıdır. Bütün peygamberleri aynı şekilde düşünebiliriz ki, “Füsus” da anlatılmak istenen de işte budur. Müceddidlerin durumu da böyledir. Onun içindir ki, bazen iki müceddidin dedikleri arasında farklılıklar görülebilir. Bu sebeple, müceddidlere ait sözleri ve onların hizmet felsefelerini, bulundukları devri göz önüne almadan değerlendirmek hatadır ve insanı hatalı neticelere götürür.
Herhangi bir müessesenin başındaki idareci mutlaka disiplinli olmalıdır. Disiplin tevazuya mani değildir. Buna bizim literatürümüzde, ciddiyet denir. İdareci, idare ettiği müessese ile ilgili prensipleri tavizsiz uygulamalıdır. Ancak gördüğü aksaklıkları gidermede hem yol göstermeli hem de bizzat aktif olarak mübaşerette bulunmalıdır. Ayrıca, emri altındakilere şefkatli, mürüvvetli davranmalı ve onların dertleriyle yakından ilgilenmeyi de asla ihmal etmemelidir. Bu davranış idare edilenleri idareciye karşı saygılı davranmaya sevkeder ve böylece prensipleri tatbik daha da kolaylaşır. Yoksa, tevazu olsun diye işi laubaliliğe götürmek hiç kimseye fayda vermez ve idarecide ciddi bir boşluk mânâsına gelir. İdareci başarıyı, tevazuu ve emri altında bulunanların ruhuna girmede, onlara her fırsatta yardımcı olmada aramalıdır. Böyle bir durum idareye ayrı bir ruh ve canlılık kazandırır.
Saadet asrıyla günümüz arasında belli noktalarda benzerlikler olsa bile, benzemeyen noktalar daha çoktur. Onun için her iki devir de kendi şartlarıyla ele alınıp öyle değerlendirilmelidir. Her iki devirde de küfür ve küfran vardır. Ancak Saadet Asrında, karanlık ile aydınlık en net çizgilerle birbirinden ayrılmıştır. Cahiliye adı verilen dönemde din olmadığı için diyanet de yoktur. Dolayısıyla insanlarda dinî duygu ve düşünce adına en küçük bir tezahür ve emare görmek mümkün değildir. Halbuki günümüzün böyle olduğunu söylemek mümkün değildir. Gerçi günümüzde de, din bütün üniteleriyle hayata geçirilmese bile, dinî duygu ve düşünce vardır; ama eksiktir. Öyle ise, din adına yapılacak irşad ve tebliğ bir daha gözden geçirilerek ona göre tanzim ve tertib edilmelidir. İkincisi, saadet asrında din doğrudan doğruya Efendimiz (sav) tarafından temsil ediliyordu. Dolayısıyla değişik alternatifler yoktu. Peygambere tabi olan doğru yolda, diğerleri ise bâtıldaydı ve bunu herkes de böyle kabul ediyordu. Halbuki günümüzde sayılamayacak kadar çok cemaat ve her cemaatin de kendine göre hizmet metodu var. Bu kadar çok alternatif arasında yapılacak hizmet de yine bu devrin şartları nazara alınarak yapılmalıdır. Üçüncüsü: O gün için dinin bütün emirleri orijinaldi. Dolayısıyla sahabi hep orijinaller kuşağında dolaşıyordu. Bu da onlardaki metafizik gerilimin canlı kalmasını sağlıyordu. Halbuki günümüzde bu orijinalliği temin için yeni yeni hizmet yolları ve usulleri keşfetmek lazımdır ki hizmet erleri daima canlı kalabilsinler ve gevşemeden korunmuş olsunlar. Dördüncüsü: Günümüz nesliyle sahabi arasında durum ve şartlar itibariyle bazı benzer noktalar bulunsa bile, benzeyenin benzenene tam olarak ve ayniyet ölçüsü içinde benzemesi söz konusu olamadığı gibi, onlarla başkaları arasındaki benzerliklerde de, hiçbir zaman misliyet-i tamme bahis mevzuu değildir. Bir kere onlara liderlik eden ve öncülük yapan bizzat Efendimiz (sav)’dir. Bu açıdan da onlara benzemek kat’iyen mümkün değildir. Değildir ki, onlar bu Yüce Başbuğ’un yönlendirmesiyle çok kısa bir zamanda çok büyük işler başarmışlardır. Öyleki, tarih aynı muvaffakiyeti bir daha ne görmüş ne de görecektir. Beşincisi: Her iki döneme ait hasım güçler arasında da farklılık vardır. Efendimiz (sav) döneminde ilâh kabul edilen putlar vardı. Ve bunlar açıktan açığa ma’but sayılıyorlardı. Halbuki günümüzde insanların serfuru ettiği bir hayli uydurma ilâhlar mevcuddur. Ama, hiç kimse onlara açıktan açığa ilâh dememektedir...
En zor anlarda ve başkalarının “bitti, tükendi” dediği demlerde dahi bu millet, beklenenlerin çok ötesinde silkinip kendine gelmiş ve ruhunda meknî dinamiklerle hep şaha kalkmasını bilmiştir. O kadar ki, Gibb ve Romanti gibi Batılı düşünürler onun hakkında şu tarihî sözü söylemişlerdir: “Milletlerin müdafaadan ümitlerini kestikleri yerde onların taarruzu başlar.” Yeter ki, milletimizi ayakta tutan ruhî dinamikler korunsun; tarih şuuru, inanç ve akideyle birleşerek içtimaî bir şuur meydana gelmiş olsun. Dost-düşman şunu iyi bilmelidir ki; Asırlarca İslâm’a bayraktarlık yapmış bu necip millet ve İslâm aleminin son karakolu bu kudsi ocak asla yıkılıp yok edilemeyecektir. Şimdilerde de, Rahmeti Sonsuzun o engin rahmetinden bunun böyle olmasını ümit ediyoruz. Ve O’ndan, bizi ümidlerimizde yalancı çıkarmamasını diliyoruz..
Günümüzde evliya, asfiya, mukarrebin veya ebrar adına adam kıtlığı mânâsına bir “kaht-ı rical”den bahsetmek zannederim yanlış değildir ve mübalağa da sayılmaz. Zira böyle insanları yetiştiren ocaklar kapatılmış, olanlar da eski seviyesine göre kendisinden beklenen fonksiyonu tam ve mükemmel bir şekilde eda edemez hale getirilmiştir. Yer yer ruhumuzu üns esintileriyle diriltecek büyüklerle karşılaşsak bile, onların sayısı da oldukça azdır ve verdiğimiz hükmü cerhedecek çapta değildir. Ama ümitliyiz, inşaallah bir başka dönemde o eski büyükleri tekrar görür ve o altın iklimi bir daha idrak eder, yaşar ve duyarız.
Senelerden beri, düşüncede, tasavvurda, ahlâkta çeşit çeşit içtimaî erozyonlara maruz bırakılmış bu ülke, diğer memleketlere nisbetle daha çok gadre uğramış olması; mazisi ve millî harsıyla, daha çok örselenmiş bulunması itibariyle, “metafizik” gerilimin merkez üssü gibidir. Daha sonra Türkistan (bununla Orta Asya’nın bütün mağdur ülkelerini kasdediyorum) ve yakın kuşak ülkelerinden Mısır gelir. Bir asrı aşkın bir zamandan beri çeşitli zulüm, mağduriyet ve haksızlıklar altında sürekli inleyen bu kuşak, öylesine bilenmiştir ki, çok yakın bir gelecekte o, polatlaşan ruhuyla, kendine bu mezelletleri reva görenlerin karşılarına dikilecek ve mutlaka onlarla hesaplaşacaktır. Elverir ki, bu kuşağı elinde tutan milletler, hususiyle onların talihli idarecileri iyi bir durum değerlendirmesi yaparak, vukuu muhakkak bir infilak ve indifanın enkaz ve külleri altında kalmasınlar.
Asırlardan beri her yanıyla rehnedâr olmuş ferdî ve içtimaî bünyenin, bir hamlede tamir edilip canlandırılmasına, eski dinamizmine kavuşturulup cihanla hesaplaşır hale getirilmesine imkân yoktur. Ne var ki, ona ait parçaları birer birer ihya ederek (bütüne) eski fonksiyonunu kazandırmak da pek alâ her zaman mümkün olabilir. Bu bir ahesterevlik değil, mes’eleyi tabii seyri içinde ele alma lüzumunun gereğidir.
Siz istediğiniz kadar “Yurtta sulh, cihanda sulh” deyin.. Böyle demekle ne yurtta, ne de cihanda sulhü temin etmeniz mümkün değildir. Eğer milletçe sulh istiyorsak, sulhe götürücü tedbirleri de beraberinde düşünmemiz icap eder. Bazen anlaşma yolu aramak sulhe götürür; bazen de güçlü kuvvetli olduğumuzu hissettirmek, karşıdakini sulhe zorlar. Zaruret olmadıkça ikinci yolu denemeye gerek yok.. Ama zaruret varsa, o zaman birinci yolla netice elde etmek imkânsızdır. Önemli olan dengeli olmaktır. Eğer her iki alternatif dengeli olarak değerlendirilebilse, sulh ve sükûn teessüs eder. Aksi halde her hâdise kaos doğurur ve her vesile kaosla noktalanır.
Türkiye’de basın denince akla gelen ilk kelime gazetedir. Ama, son zamanlarda sayıları oldukça kabaran haftalık veya aylık aktüel dergileri de şimdilerde düşünebiliriz. Ancak, ister gazete isterse bu dergilerde müşterek bir husus vardır ki bence çok önemlidir. O da şudur: Bilhassa Türkiye’de basın, muhtevadan oldukça yoksundur. Zaten on senedir tirajın aynı rakamda donması da bunun açık bir göstergesidir. 2,5-3 milyona yakın insan, ister istemez günlük okuma ihtiyacını bu gazetelerden karşılamaktadır. Gazete tercihinde eski alışkanlıkların tesirini görmezden gelmek yanlıştır. Ama yine de, okuyucunun alışkanlık yerine kalite ve muhteva zenginliğine yönelmeye başladığını söyleyebiliriz. Bu durumun gün geçtikçe daha da net ve kesin bir tavır halinde ortaya çıkacağına inanıyorum. Muhtevasıyla gerekli seviyeyi yakalayan gazetelerdir ki, gelecekte yaşama hakkını elde edeceklerdir. Tirajları şu anda kabarık olsa bile, muhteva fakiri gazetelere gelince, bunlar ister kısa, ister uzun vadede ama mutlaka birgün silinip gideceklerdir. Belki de birinci gruba “ZAMAN” ve emsali; ikinci gruba bazı süper görünümlü gazeteler örnek teşkil edecektir. Ne diyeyim? Bekleyelim, görelim...
İlim adamlarımız Batı kopyacılığını mutlaka terketmelidir. Esasen bizim insanımızın düşünce ufku, akıl ve zeka seviyesi, bizim, biz olarak kalmamıza yeterlidir. Hiçbir hususta başkalarını taklide ihtiyacımız olacağını zannetmiyorum. Elverir ki, terkip ve tahlil denemelerine girebilelim ve son bir-iki asırlık psikolojik baskıdan sıyrılarak kendi aklımız ve kendi tefekkür gücümüzle düşünebilelim. Çok şey kazanıp, hiçbir şey kaybetmeyeceğimize inanıyorum. Bir denesek ne zararımız olur ki?
Çocuklarda 0-5 yaş grubu önemlidir. Bu dönemde kazanılan ruhî yapının daha sonra değişmesi oldukça zordur. Bu müsbet manâda da menfi manâda da böyledir. Rahmetli Nahid Dinçer’i ölüm yatağında ziyarete gitmiştim. Bana 0-5 yaş grubunun önemi ve mutlaka kreşlere el atılması gerektiği hususunda uzun uzun izahlarda bulunmuştu. Belki anlattıkları bilinen şeylerdi; ama ölüm yatağında bir insanın herşeyi bırakıp bu mevzu üzerinde hassasiyet göstermesi cidden beni çok duygulandırmıştı.
Sosyolojik Değerlendirmeler İle İlgili Bir Mülâhaza Bizim hayat-ı içtimaiye hakkında söylediğimiz sözler, yaptığımız değerlendirmeler, hep “esbab-ı adiye” ölçüsünde cereyan eder. Eğer Cenab-ı Hakk, bu adi sebepleri kendi büyük icraatına birer şart olarak kabul buyurur ve icraatını da sözünü ettiğimiz o sebeplere bağlarsa o şey oluverir. Buna, isterseniz, “Esbabın perdedârlığı” da diyebilirsiniz, Cenab-ı Hakk’ın kelamında tenezzülat olduğu gibi, icraatında da esbaba böyle değerler atfetmesi her zaman söz konusu olabilir. Ancak yine de, meşiet ve dileme O’na aittir. Evet, bütün sebepler bir araya gelse, O dilemedikten sonra hiçbir şey olmaz. Onun için, sosyolog ve düşünürler, ne derlerse desinler ve hâdiseleri nasıl yorumlarlarsa yorumlasınlar biz, netice hakkında kesin bir şey söyleyemeyiz ve dediklerimizin yüzde yüz isabetini de kat’iyen iddia edemeyiz. Böyle bir iddia, haddini bilmezlik olur. Bu sebepledir ki, yorumlarımızın sonuna mutlaka bir “İnşaallah - Allah dilerse” ifadesi eklemeli ve sözlerimizi bu misk-ü amberle hitama erdirmeliyiz. Bunu söylerken, neticede sebeplerin hiçbir önemi yoktur, demek de istemiyoruz; sadece, sebeplere hakiki mânâda tesir vermenin doğru olmayacağını hatırlatmak istiyoruz. Bu kanaatimiz mahfuz kalmakla beraber, içtimaî hayatın gel-gitlerini bilmek ve neticeye ait -ihtimal kaydıyla- kanaatlerimizi izhar etmek her zaman mümkündür ve vakidir. Mesela: Sosyologlar, devlet ve milletlerin yıkılmasında ahlâkî çöküntünün müessiriyetinde ittifak halindedirler. Ahlâk anlayışındaki bazı küçük farklılıklar bu ittifaka zarar vermez. Hakikaten kadimden bu yana, hangi toplumda ahlâkî çöküntü artmışsa, o toplumun yıkılışı süratlenmiştir. Belki her toplumun yıkılışı adına kesin bir süre takdir etmek mümkün değildir, ama, böyle bir neticeyi vurgulamak da yanlış olmasa gerek. İşte sosyologlara ait değerlendirmelere, bu perspektiften bakmak gerekir. Elbette bu değerlendirmelerin haklı bir yanı vardır; ancak bütününe aynı haklılığı tanımak doğru değildir. |