Bir Zaviyeden Hadis
“Allah, kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslâm’a açar...” ayeti nazil olunca, sahabe-i kiram ile Allah Rasulü arasında şu konuşma geçer. -Kişinin kalbi nasıl açılır, inşiraha nasıl kavuşur ya Rasûlallah? -Bu, kişinin kalbine atılan bir nurdur. Onunla kalp inşiraha ve genişliğe ulaşır. -Bunun emareleri var mıdır? -Ahiret yurduna yönelmek, aldatan dünyadan yani onun hevesatımıza bakan taraflarından yüz çevirmek, ölümden önce ölüme hazırlanmak; evet, ebedî yaşayacakmışcasına dünyaya dalma ve ölümden hoşlanmayıp, dünyaya yönelme, beraberinde dünyada rezil ve rüsvay olmayı getirir. Allah Rasûlü (sav) bir başka hadîslerinde buna da temas buyururlar: -Yemek yiyenlerin yemek kabına saldırdıkları gibi milletlerin dört bir yandan üzerinize saldırmaları yakındır. -Ya Rasûlallah bu, o gün sayıca azlığımızdan dolayı mı olacak? -Hayır, sayıca çok. Fakat sellerin sürüklediği çöpler gibi olacaksınız. Allah, düşmanlarınızın kalbinden korkuyu gidermiş sizin kalbinize de vehn koymuştur. -Vehn nedir ya Rasûlallah? -Dünya sevgisi ve ölümü kerih görme.
Bir hadis-i şerifte, “bir kavme benzemeye çalışan onlardandır” deniyor. Her şeyden önce, bu hadîs, hadîs kriterleri açısından sahih değildir. İkinci olarak, “teşebbehe” fiili, tefe’ul babındandır. Bu babın hususiyeti de tekellüf için olmasıdır. Bu da insanın kendini, sürekli başkalarına benzemeye zorlaması demektir. Demek ki, böyle bir zorlanma içine girmeyenler için tehlike bahis mevzûu değildir. Üçüncü olarak, insan yüce bir dava uğruna üzerine farz olan vazifeyi eda ederken, “giyim ve kuşamımla toplum dışı olmayayım”, düşüncesi ve niyeti ile, toplum telâkki, örf, adet, gelenek ve göreneklerine göre giyiniyorsa, bunda bir mahzur yoktur. Hattâ böyle bir düşünce, takdir ve tebcile lâyık sayılır.
Geleceğe ait haberler veren hadislerin işaretinden anladığımıza göre, İseviyetin merkezi Şam bölgesi olacak. Hatta, Mehdi ve askerlerinin orada sıkıştıkları bir anda, Hz. İsa’nın imdada yetişeceğine dair rivayetler de var.. Geçen bunca zaman içinde bu hadîslerin cüz’î ma’nâları tahakkuk etmiştir. Meselâ, bir dönemde Deccaliyetin temsilcileri olan komünistler, Şam bölgesine bütünüyle nüfuz etme düşünce ve gayreti içine girmişlerdir ama kaderin cilvesi; umduklarını bulamamış bir ölçüde Muhammedî ruhla tersyüz edilmişlerdir.. Bölgeden ateizm, ilhad ve anarşinin bütünüyle sökülüp atılması bu hususda nihaî nokta olsa gerek.
Temessül, Ehl-i Sünnet ulemasının hadîslere dayanarak açıklayıp kabul ettikleri bir husustur. Yalnız bunları te’vil ve tefsir etme oldukça zordur; yani bunlar müteşabih nev’inden hâdiselerdir. Meselâ, Hz. Cibril (as)’in, Efendimiz (sav)’e Dıhyetü’l-Kelbî suretinde gelmesi -ki sahih hadîsle sabittir- bir temessüldür. Keza; Useyd b. Hudayr’ın şu vak’ası da yine temessüle delâlet eder. Useyd b. Hudayr bir gece Kur’ân okurken, atı şaha kalkar. Çocuğunu ezecek korkusuyla Useyd okumayı kesince at sakinleşir, başlayınca tekrar şaha kalkar. Bu arada başının üstünde buluta benzer bir şey belirir. Mes’ele Efendimiz’e intikal ettirilince onun “sekine” olduğunu ifade buyururlar. Yine, sahih hadislerin ifadelerine göre, kabirde insanın iyi ve kötü amelleri temessül eder. Kul sorar: “Sen nesin?” O “ben senin dünyadaki iyi veya kötü amelinim” diye cevap verir. Görüldüğü gibi, temessüle delâlet eden bir sürü şey var. Bunca sarih ve sahih vak’adan sonra, “temessül yoktur deme”, gerçeklere gözünü yumma ve hakikatlere karşı inad etme demektir. Fakat unutmayalım, “gözünü gündüz güneşe karşı kapayan, sadece kendine gece yapar.”
Ümmet-i Muhammed’den önceki kavimler, günah işlediklerinde, semavî afetler onları kırıp geçirirdi. Biz ise, ittifakımızın bozulması ve ihtilafa düşme şeklinde cezaya maruz kalıyoruz. Çünkü Allah Rasûlü (sav), “Ben, Rabbimden ümmetimi sair ümmetler gibi helâk etmemesini istedim. Kabul buyurdu. İhtilafa düşmemelerini istedim. Onu reddetti” der. Çünkü ihtilafa düşme veya ittifak etme, iradî bir husustur. Ferdler, iradelerini kullanarak o neticeyi hâsıl edebilirler. Bugün, semavî afetlerle yerle bir olan kavimlerin işlediği günahların, belki de kat be kat fazlası işlenmesine rağmen, Ümmet-i Muhammed’in helâk edilmemesi, 1- Yukarıda arzettiğim hadis-i şerifle, 2- “Halkı ıslah edici olduğu halde, Rabbin haksızlıkla memleketleri helâk edecek değildir.” ve “Sen onların içinde iken Allah onlara azab edecek değildir” ayetlerinin ifade ettiği ma’nâ-ya göre, bir zümrenin halkın arasında dolaşarak irşad ve tebliğ vazifesini yapıyor olması ve Allah Rasûlü (sav) bedenen aramızda olmasa bile, mânen Müslümanların gönüllerinde yaşamasıyla açıklanabilir.
Efendimiz (sav)’in ahirete ait anlattığı şeylerin bir kısmı misalî levhalarda gördüğü şeylerdir.
Efendimiz (sav), enbiya arasında son, bizim için ilk muallimdir. Vakar ve ciddiyet O’nda esastır. Zü’l-yedeyn Hâdisesinde, Ebu Bekir ve Ömer, “namazı taksir ettin” diyemiyorlar, ama aklından zoru olan bir kadın Efendimiz’e, “Benim evimin işini gör” diyebiliyor. Efendimiz (sav) de kalkıyor, onun kovasını taşıyor. Bu, onun vakarına ters değildir.
Cennet veya Cehennem’de Görmeler Soru: Cennet ve cehennem hayatı haşirden sonra gerçekleşeceğine göre, Efendimiz’in “Falanı cennette gördüm” demesini nasıl yorumlamalıyız? Cevap: Bu bir ayan-ı sabite, yani ilmî ve kaderî vücutların berzahdaki timsalleridir. İnsanlar yaratılmazdan önce, kimin cennette, kimin cehennem’de olacağı belli idi. Ve Efendimiz (sav) onların kaderine bakıyor, görüyor ve haber veriyordu. Cennetliklerin aldığı lezzet veya cehennemliklerin çektikleri elemle ilgili haberlere gelince: Sözü edilen lezzet de, elem de cismanî değil, ya ruhanî veya akıbet itibariyledir. Zira, Efendimizin haber verdiği cennet veya cehennemdeki vücudlar ilmî vücudlardır. Evet dünyadaki vücudların haricî vücud olmasına karşılık diğerleri ilmî vücudlardır. Birincisine ilim, ikincisinde ilimle beraber meşiet ve kudret taallûk eder.
Soru: “Bir insan ömür boyu cennet ehlinin amelini işler de, son anda cehennem ehlinin amelini yapar ve cehenneme girer. Bir insan da, cehennem ehlinin amelini işler de, son anda cennet ehli gibi davranır ve cennete girer” hadîsini izah eder misiniz? Cevap: Bu hadîs-i şerifin birkaç yönü var: 1. Husûsî dairede şerefsüdûr olmuş, yani, hususi bir veya birkaç kişi için söylenmiş olabilir. 2. Gün gelir ki, şartlar çok zorlaşır ve kişi imana girmekten başka yol bulamaz veya tam tersi olur. 3. Ahir zamanla alâkalıdır. Çünkü hadîs, fitneler bahsinde geçiyor. 4. Her iki durumda da akıbet önemli demektir.
Soru: “Üç sınıf insan var ki, Allah onlarla konuşmaz, onlara bakmaz ve onları azab-ı elim içinde bırakır. İhtiyar zinakâr, yalancı melik ve kibirli fakir” hadîsinde kişiler arasındaki vech-i münasebet nedir? Cevap: Hepsinin hali, yaptıkları şeye ters. Zinayı genç yaparsa, “bedenine yenik düştü” denir. Ama bunu gençlik devresini atlatmış bir ihtiyar yaparsa, affedilir gibi değildir. Yalan her zaman çok çirkindir ama bunu bir devlet başkanı yaparsa, o topyekün bir toplumu sarsar. Kibir aslında kötüdür. Ama bu kibri yapan fakir olursa, o bütün bütün küstahlık etmiş olur.
Soru: “Kur’ân’ı seslerinizle güzelleştiriniz.” hadîsini izah eder misiniz? Cevap: Bunu teyid eden “Kur’ân-ı Kerim’i telhini üzerine okuyunuz” hadîsi de var. Ma’nâsı şu olsa gerektir: “Kur’-ân-ı Kerim’in, kendine has üslubu, edası, musikisi vardır. Öyle ise siz de onu, kendi kametine uygun şekilde seslerinizle güzelleştiriniz.” Efendimiz’in (sav) herkesten Kur’ân-ı Kerim dinlediğine dâir fazla birşey bilmiyoruz. Ama Übeyy b. Ka’b’tan, Abdullah b. Mes’ud’dan dinliyordu. Evet, herkes güzel okuyamayabilir, ama ihlaslı olması mümkündür. İhlaslı olunca, kimse dinlemese Bediüzzaman’ın dediği gibi “melekler dinler.” Evet, sizin nice kerih gördüğünüz şey vardır ki, o Allah indinde çok kıymetlidir. Mesela, oruçlunun ağız kokusu, Allah indinde miskten daha enfesdir. İhlâsla okunan Kur’ân-ı Kerim’de öyledir.
Soru: Efendimiz bir hadîslerinde ashabından birine şu tavsiyede bulunuyor: “Diline sahip ol, evini geniş tut, günahına ağla.” Aralarındaki fasl-ı müşterek (ortak nokta) nedir? Cevap: Birinci tavsiyede günaha girmeme, üçüncü tavsiyede ise günahtan kurtulma dile getiriliyor. İnsanı günaha sokan en büyük amillerden birisi dildir. Dili tutma hakkında sahih başka hadîsler de vardır. Meselâ, Efendimiz (sav) dil ve apış arasının muhafazası karşılığında bizzat cennete kefil olacağını buyururlar. Ağlama ise, günahların affına vesile olacak en kuvvetli bir yoldur. İkinci tavsiyede, mecazî bir ma’nâ kasdolunduğu kanaatindeyim. Evi geniş tutma, çok misafir kabul etme demek olabilir. Misafire izzet ve ikram ise sadakadır.
Bir hadis-i şeriflerinde Efendimiz (sav), günü üçe bölerek, sabahtan öğleye kadar Yahudilerin, öğle-ikindi arası Nasara’nın (Hristiyanların), ikindi-akşam arası ise Müslümanların buyurmuşlardır. Bundan şu iki ma’nâ çıkarılabilir. 1. Efendimiz’den sonra başka bir peygamber gelmeyecektir. Nitekim, bir hadislerinde, “Ben ikindi güneşine benzerim” buyurmuşlardır. 2. Güneşin batması, kıyametten kinayedir, Dolayısıyla İslâm Kıyamet’e kadar sürecektir.
İnsanda fıtrat çok önemlidir. Bununla birlikte insan, “Bazı huylarımı değiştiremiyorum” diyor ve bunda da kendisini haklı görüyorsa, o halde bu kadar nebi, bu kadar rasûl gönderilmesinin ma’nâsı ne? Öyleyse, fıtratı Allah ve Rasûlü’nün istediği yöne çevirmek lazım. Hz. Suheyb hakkında Hz. Peygamber (sav), “Suheyb ne güzel kuldur. Allah’tan korkmamış olsaydı, yine de günah işlemezdi” buyururlar. Hz. Suheyb’in fıtratı günah işlemeğe müsaid değil. Fakat kim, yani, fıtratı günaha müsait olmayan mı, yoksa müsait olduğu halde iradesinin kavgasını vererek günah işlemeyen mi daha makbul; onu Allah bilir..?
Efendimiz hakkında konuşurken çok edepli ve saygılı olmalıyız. O’nun beşer arasına katılması, bir tenezzüldür. Zira o, asıl yapısı itibariyle, meleklere imam olacak ölçüde saf ve duru yaratılmıştır.
“Siz dünya işlerini daha iyi bilirsiniz” hadîsini şöyle anlatabiliriz. 1.Sizin aklî kapasiteniz ancak dünyaya yetecek kadardır. Eğer vahiy imdada yetişmeseydi, bütün malûmatınız sadece meşgul olduğunuz dünyevî işlerle sınırlı kalır, bunları aşarak ukbaya uzanamazdı. 2. Allah Rasûlü bu ifadeleriyle, her insanda mevcud bulunan akıl ve iradenin bir hikmet-i vücudu olduğuna da işaret buyurmuşlardır. 3. Bu söz, hurmaları aşılama mevzuunda söylenmiştir. Sahabe ile Allah Rasûlü’nün o andaki durumlarını, Hz. Musa (as) ile Hz. Hızır (as) arasında cereyan eden seyahat hâdisesine benzetebiliriz. Hz. Musa biraz daha sabretseydi, Melekût alemine ait daha pek çok sırrı bu vesileyle öğrenebilecektik. Ama Hz. Musa sabredemedi, edemezdi de.. Zira olup bitenler, Tevrat’a ve onun ahkâmına aykırı idi. Alternatif akım, regülatörlerle doğru akıma çevrilir ve ancak ondan sonra kullanılır. Melekût alemine ait sırlar, alternatif akım gibidir. Zahir-i Şeriat ise, onları regüle ederek doğru akıma çevirir. Bir peygamberin zahir-i Şeriat’a zıt hâdiselere sabır ve tahammül göstermesi bu bakımdan imkânsızıdır. Fakat -Efen-dimizin de buyurdukları gibi- eğer Hz. Musa bu tahammülü gösterebilseydi, Melekût alemine ait çok daha başka sırları da öğrenebilecektik. Bunun gibi, eğer sahabe, sabredebilseydi Efendimiz’in hurmaları aşılama şeklini öğreneceklerdi. Fakat sahabe, lihikmetin bu sabrı gösteremedi. Bu sebeple de Efendimiz, kendilerini incitmemek için, “Siz dünya işlerini daha iyi bilirsiniz” buyurup, mes’eleyi bağladı.
Soru: Hz. İsa’nın ahir zamanda Şam’a ineceği mes’ele-sini nasıl anlamalıyız? Cevap: Bunu, Hz. İsa’nın cismaniyetiyle zuhuru şeklinde anlamamız, naslara uygunluğu bakımından esasdır. Ancak, O’nu temsil edecek ve küfrün belini kıracak önemli fikrî hamlelerin o civarda zuhur edeceğine, mehdiyetin orada belireceğine de bir işaret olacak ki, Hz. İsa “Bazınız bazınıza imam olacaksınız” diyor. Demek ki, müceddit seviyesinde çok kimseler zuhur edecek ve Hz. İsa birine “sen imamete geç” diyecektir. Bu aynı zamanda, Hristiyanların pes edeceği ma’nâsına da gelir. Bu durum, “Ya Rabbi, bizi müttakilere imam kıl” duâsının da gizli bir remzi gibidir.
1. Hadisler kafamızda şekillenmelidir. Hadîs metninin tamamını ezbere bilmiyorsak bile, metni gördüğümüzde hadis olup olmadığını bilmeliyiz. 2. İlhamın önü açık olmalıdır. Fişleme usulünde bu olmaz. Her şeyden önce ayet ve hadislerde ifade edilen hakikatler bizatihi yaşanmalı. 3. Çok kitap okumalı. Meselâ, binlerce sayfalık kitaplar, çok kısa zamana sıkıştırılarak okunmalı ve hazmedilmeli. Kitap okurken de dikkatimizi çeken orijinal yerler not alınmalı ve geçmiş malûmatımıza dayanarak gördüğümüz eksiklikler tamamlanmalı.
Allah Rasûlü (sav), kendi başına kıldığı namazları alabildiğince uzun kılar, fakat cemaat içinde kısa ve vasat kıldırırdı. Başka hiçbir delil olmasa bile şu hali, Efendimiz’in Peygamber olduğuna delalet eder: Rabbisi ile baş başa kalınca o kadar derin bir irtibat halinde, fakat insanlar içinde insanlardan bir insan. Bu sadece peygamberliğin verdiği ciddiyet ve temkinden kaynaklanabilir.
Soru: Efendimiz, “Ebû Bekir’e söyleyin, imam olsun” buyurunca Hz. Aişe validemiz, bazı mazeretler ileri sürerek babasının imametine mani olmak istedi. Hikmeti ne olabilir? Cevap: 1. Efendimiz hasta iken Ebû Bekir’in O’nun yerine namaz kıldırmasını halk hayra yormazdı. Böylece Ebû Bekir, acı vakı’anın temsilcisi olur, sevilirken nefret edilir duruma düşerdi. 2. Peygamber Efendimiz (sav), Hz. Ebû Bekir’in kendi yerine geçeceğini zaten iş’ar buyurmuşlardı. Fakat halk, daha sonra olacak böyle bir şeye baştan antipati duyabilirdi. Böylece Ebû Bekir, ileride yükleneceği misyonu çok rahat yerine getiremezdi şeklinde bir mülahazadan kaynaklanmış olabilir.
Soru: Hadîste “Kisra’nın helakından sonra Kisra; Kayser’in helakından sonra da Kayser yoktur” deniliyor. Ama şimdi onların yaptığını yapan ABD, Rusya ve diğer Avrupa ülkeleri var? Cevap: İnsanların güçleri, imanlarının kuvveti, zamana tesir edebilir. Sahabenin imanı çok güçlü olduğu için, kısa bir zaman diliminde çok büyük fetihleri gerçekleştirmişlerdir. Bu, da, Allah’ın diğer kanunları gibi bir kanunudur. Biraz da, günümüzde süper güç adı verilen birtakım devletlerin ve paktların yıkılması bizim Allah yolunda her türlü maddî-manevî fedakarlıkta bulunmamıza bağlıdır. Bu da, sahabi gibi iman kuvvetini elde etmekle mümkündür. Bu ne zaman olacaktır, bilinmez ama, bu netice mutlaka birgün elde edilecektir.
“Rabbişrahlî sadri”, Hz. Musa’nın beyanına değişik buudlar kazandırmıştır. Siz bir çeşit konuşursunuz ama, Hz. Musa, çok farklı şekil ve üsluplarda konuşabilir. Onun sözleri, beyandaki televvün keyfiyetiyle zaman ve mekanı aşar, melekût aleminin dört bir yanında tınlar.. keşke o beyan kendi orijini ile korunabilseydi...
Soru: Hadislerden anlaşıldığına göre, Adn cenneti, cennet nimetlerinin hepsinin toplandığı bir yerdir. Bazı hadîslerde ise “Firdevs cennetini isteyin” buyuruluyor. Bunu nasıl te’lif edebiliriz? Cevap: 1. Adn cenneti, bütün cennet nimetleri ile dayalı-döşeli bir yerdir. Firdevs cenneti ise, (cennet’i piramid gibi farzedersek) bütün cennet mertebelerinin birlikte müşahede edileceği en yüksek bir yer ve uç noktadır. 2. Bazı insanlarda cismanî hevesler inkişaf eder. Onları şâirâne ilhamlar ve ruhun istifade edeceği zevkler pek alâkadar etmez. Bu açıdan Adn cenneti üstündür. Bazılarında ise rûhî hevesler, duygular inkişaf etmiştir. Ruhânî halleri arzu ederler. Onlar için yeme, içme, huri vs. pek önemli değildir. Bu açıdan da Firdevs cenneti üstündür. 3- Geçmiş ümmetlerde gaybe iman, ümmet-i Muhammed’e nisbeten çok az gelişmiştir. Onlarda nazarî ilim daha galipti. Bu noktadan, bir bakıma cismaniyet cenneti diyebileceğimiz Adn cenneti, diğer ümmetlerin ufuk noktasıdır. Buna karşılık, Muhammed Ümmeti, gaybe imanda çok derinleştiği için, onlara da Firdevs cenneti hedef olarak gösterilmiştir.
(sav) ve (sas) İbarelerinin Yazılışı Soru: “Sallallahu aleyhi vesellem” ibaresinin (sav) veya (sas) şeklinde yazılmasında bir mahzur var mıdır? Cevap: Yazan şahıs, yazarken salât u selâm getirmelidir. Okuyan da, herhalde okurken (sas) veya (sav) şeklinde yazıldığı gibi okumuyordur! Demek ki bunlar, birer işaret ve remizden ibarettir. Kaldı ki, Kur’ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde de bu türden îcaz-ı bil-hazf yani kısaltma ile îcaz yapılmıştır. Mes’elenin bir de şu yönü var: Bu ibarenin uzun uzun yazılması bıkkınlık veriyor düşüncesi aslında büyük hatadır. Ancak insana böyle bir düşünce gelecekse, remizlerle yazması evlâdır.
Soru: Akika’da çocuğun saçının kesilmesinin sebebi nedir? Cevap: 1- Bu işin poliklinik bir tesbitinin yapılması lazım. 2- Zekât, nasıl malın sigortasıdır; saçının ağırlığınca altın tasadduk edilmesi de, bir nevi çocuğun sigortasıdır. İnşaallah onu belâ ve musibetlerden korur. 3- Sadece bir tefe’ül yani, hayra yorma, hayır dileme olabilir.
Soru: “Üç mescidin dışındaki mescidlere husûsî olarak yolculuk yapılmaz” mealindeki hadîsi nasıl anlamalıyız? Cevap: Hadiste işaret edilen Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Aksâ’da ibadet etme tercihinin altında yatan ma’nâ şudur: Yeryüzünde Allah (cc) tarafından kudsî kılınmayan hiçbir yere kudsiyet atfedilemez. İbadet kasdıyla Kâbe’ye gidilebilir fakat, Sultanahmed, Ayasofya ve Süleymaniye, öyle değildir! Kâbe’de namaz kılma adağında bulunulursa, bu nezir yerine getirilir. Ve tabii böyle mekânlara gezmek ve görmek için gidilebilir. Kur’ân-ı Kerim’de çok yerde yeryüzünde gezin bakın” buyurulur. Şu kadar ki, Allah tarafından gazaba uğramış ve helâk edilmiş kavimlerin yerlerini ziyaret etmek ibret alma kasdı olmaksızın mahzurlu görülmüştür. Efendimiz (sav), anne-babasının kabirlerini ve Uhud şehidlerini ziyaret ediyordu. Büyük zatların kabirlerinin ziyareti aleyhine de bir rivayet bilmiyoruz. Aksine, böyle zatların kabirleri ziyaret edilmeli, kendilerine Fatiha okunmalı, feyizlerinden ve manevî iklimlerinden istifade edilmelidir. Onları şefaatçi ma’nasına vesile ve vasıta yaparak duâ ve niyazda bulunulmalıdır. Aynı durum, kudsî mekânlar için de geçerlidir.
Hadîsin ifadesiyle, cehennem şehvetlerle, zevklerle, fuhşiyatla kuşatılmıştır. İş kazaları için önceden çeşitli tedbirler aldığımız gibi manevî hayatımız adına da öyle tedbirler almalıyız. Günahlara karşı bir alarm sistemi kurmalıyız. Kendimizi tehlikede hissettiğimiz an alarm çalmalı ve bize elli yerden el uzanmalı. Şimdiye kadar bu mevzûda gördüğüm en akıllı insanlar, ya doğrudan veya dolaylı olarak durumlarını aktarıp, halledilmesini talep edenler olmuştur. Ahmaklara gelince, onlar her türlü gayr-ı meşrû şeyden lezzet almaya bakmıştır. Bir esrarengiz kuyu ki, ağzı şehvet, makam, şöhret, para; dibi de cehennem.
Allah (cc), kullarına devamlı Halîm olarak muamele eder. Meselâ, Suheyl İbn Amr veya Esid İbn Attab müslüman olmadan evvel söylediği şiirlerle İslâmiyete karşı hep cephe oluşturmuş biri. Hz. Ömer, Efendimiz’den, ona haddini bildirmek için izin ister fakat, Efendimiz (sav) “Hayır, o bir gün seni memnun edecek” cevabını verir. Efendimiz’in vefatını müteakip Hz. Ebu Bekir galeyana gelen halkı Medine’de yaptığı o tarihî konuşmayla yatıştırdığı gibi, Suheyl İbn Amr da Mekke’de bu tür bir konuşma yaparak önemli bir hizmet ifa etmişti. Demek ki, Allah (cc) onun temerrüdüne 5-6 sene sonra yapacağı hizmetlerden dolayı mehil vermiş ve böylece bize “Halîm” isminin tecellilerinden televvünler göstermek istemişti.
Ahir Zamanda İstanbul’un Fethi Soru: Ahir zamanda İstanbul’un fethi mes’elesini nasıl anlamalıyız? Cevap: Ahir zamanla ilgili hadîslerde, İstanbul’un fethi ile Deccalın çıkması arasında bir haftalık mesafe olduğu ifade ediliyor. Bu fethi, o zaman İstanbul kimin elinde ise, onlardan geri alma şeklinde anlamalı. Dahilden piyonların elinde ise, bu ma’nen onlardan halâsı, Bizanslıların elinde ise onlardan. Yoksa top-tüfek ile, Çandarlılarla, Zağanoslarla, Fatihlerle yeniden bir fetih olacak diye anlamak uygun değildir.
Efendimiz (sav), hayatının her anını diken üstünde duruyor gibi yaşamış ve Allah’a karşı kurbiyetin hakkını tasavvurlar üstü bir titizlikle yerine getirmiştir. O’nun her hâl ve hareketi gibi, bu husûsiyeti de bize örnek olmalıdır.
“Yolculuk, azapdan bir parçadır” hadisine binâen denilebilir ki, insan ihtiyaçları için yolculuk yapıyorsa, bu yolculukta katlandığı meşakkatler ölçüsünde sevap kazanır. Hele bu yolculuk dini tebliğ istikametindeyse, elde edilecek mükâfatlar, nafile ibadetlere terettüb eden sevapların çok çok üstünde olacaktır.
Hilâfetin 30 yıl süreceği mevsûk hadislerde ifade buyurulmuştur. 70 yıl süreceğine dâir zayıf rivayetler varsa da, Efendimiz (sav)’in rûhâniyetini gerçek ma’nâda temsil eden hilâfet, 30 yıl devam etmiştir. Bilâhare meydana gelen hâdiseler, bu gerçeğin tarihî birer şahididir.
Efendimiz (sav), bir hadis-i şeriflerinde, “Benim soyumda sifah (zina) yoktur. Ben, hep nikâhtan geldim” buyururlar. Diğer bütün nebîlerin nesebi de aynıdır. Fakat, kefere ve fecerenin soyu için aynı şeyi söylemek mümkün değildir.
Efendimiz’e (sav) Ait İki Fıtrat Efendimiz (sav)’in iki fıtratı vardır: Biri, nübüvvet vazifesini yüklenebilecek, fakat başlangıçta bir çekirdek ve nüve halinde olan fıtratı. Diğeri, tabiat-ı beşeriyesi. Efendimiz (sav)’in birinci fıtratı, kendisinde 40 yaşına kadar bir tohum ve çekirdek hükmündeydi ve tabii inkişaf etmiş değildi. İnkişaf edince, büyüyüp gelişti ve neticede ikinci fıtratı, bu birinci fıtratına teslim oldu. Zannediyorum o, “Nefsim bana teslim oldu” sözüyle, işte bu gerçeği ifade etmektedir.
Kârun’un yurdu, yuvası ve sahip olduğu malları ile birlikte yere batması, berzah âlemine ait bir mes’eledir, yani manevî bir sukuttur. Bu, şuna benzer: Bir gün Efendimiz (sav) bir mecliste otururlarken, bir gürültü duyulur. Efendimiz, “Bu, 70 yıldır cehenneme yuvarlanan bir taşın cehenneme düşmesiyle çıkardığı sestir” buyururlar. Biraz sonra meclise biri gelir ve “70 yaşındaki falan münafık öldü” der.
Bir hadîs-i şeriflerinde Efendimiz (sav), kızı Hz. Fatıma’ya hitaben, “Nefsini Allah’tan satın almaya bak! Allah katında senin nâmına hiçbir şey yapamam” buyururlar. Bu hadîste anlatılmak istenen, “İnsan için çalıştığından başkası yoktur” âyetinde de buyurulduğu üzere, kişinin kurtuluşu için çalışmanın esas olduğudur. Evet insan, Efendimiz (sav)’in çok yakını da olsa, şahsî sorumluluklarını yerine getirememişse kurtulamaz. Öte yandan, Hz. Ali (ra), Ebû Cehil’in kızı ile evlenmek isteyince, Efendimiz (sav) bu defa, “Ahirette bütün nesepler kesiktir, benim nesebim müstesnâ” buyururlar. Bu hadis-i şerifte anlatılmak istenen de, Ahirette dînî ve nesebî yakınlığın sadece Efendimiz (sav)’e ait olduğudur. Bu gerçeğin farkında olan Hz. Ömer, dînî yakınlığa nesebî yakınlığı da katmak için, Efendimiz (sav)’in soyundan biri ile evlenmek istemiş ve bu arzusunu yıllar sonra Hz. Ali’nin kızı ile evlenerek tahakkuk ettirmiştir.
Efendimiz (sav), halkın himmetine müracaat etmiş, sonra da, herkese tek tek, “sen ne verdin?” diye sormuştur. Dolayısıyla, kimse bu mes’elenin kritiğini yapamaz. Biz de infak hayrında müsabaka yapıyor ve her mü’mini bu önemli işe teşvik ediyoruz.
“Âhir zamanda Kâbe’ye sığınanlar olacak. Onlara kast edenler, ‘Beydâil-ard’ denilen yerde ‘hasf’ olunacak” meâlindeki hadîs-i şerifte geçen ‘hasf’ı sadece lügat ma’nâsı ile ele almamak gerekir. Hasf, lügat ma’nâsı itibarı ile her ne kadar ‘yerin dibine geçme’ demek ise de, bundan ‘saltanatın sönmesi, ikbalin idbara dönmesi ve öldürülme’ gibi ma’nâlar da anlaşılabilir. Nitekim, Karun’un serveti ile beraber ‘hasf’ının bu şekilde anlaşılmasının üzerinde daha önce de durulmuştu. Bu ma’nâda ve küçük ölçekte bir ‘hasf’, Abdullah İbn Zübeyr’in Kâbe’de Haccac tarafından şehid edilmesinden 50 sene sonra vukû bulmuş ve zalimler bütünüyle âhiret’e intikal ederken, saltanatları da yerle bir olmuştur. En son yaşanan Kâbe baskını hâdisesinde de yüzlerce masum insan öldürüldü ve baskına katılanların hepsi idam edildi. Evet, Allah imhâl eder, yani mühlet verir ama, ihmal etmez.
Efendimiz (sav), kendisine karşı ayağa kalkılmasını istememesine ve “Acemlerin büyüklerine ayağa kalktığı gibi ayağa kalkmayın” buyurmasına rağmen, Ashâb-ı Kiram kendisine karşı hürmette kusur etmiyor ve ayağa kalkıyorlardı. Biz de Mevlid-i Nebevî okunurken, “Doğdu ol sâatte ol Sultân-ı Dîn” denildiğinde “hoş geldiniz” ma’nâsına ayağa kalkıyor ve kendilerine karşı hürmet ve ta’zimlerimizi arzetmeye çalışıyoruz. Evet, bu bir edep anlayışı ve edep göstergesidir. Dolayısıyla, ihmal edilmemeli ve mutlaka yerine getirilmelidir.
Nasıl Yaşarsanız Öyle Ölürsünüz Hadis olması tenkit edilse de, hadîs diye rivayet edilen ve hadis ölçüsünde bir gerçeği ifade eden bir sözde, “Nasıl yaşarsanız öyle ölür ve nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz” denmektedir. Bir insanın hayat tarzı, onun şuuraltını oluşturur. Bu sebeple, o insanın bütün hayatında, ölümü esnâsında ve kabirde Münker ve Nekir’e cevap verirken hep o şuuraltının izleri tezâhür eder. Müslüman olarak ölmek, hakkımızdaki İlâhî takdirin nasıl tecellî edeceğini bilemediğimizden dolayı, belki elimizde değildir ama, bu yolda, yani müslüman olarak ölme yolunda olmak elimizdedir. Yoksa, Kur’ân-ı Kerim’in “ancak müslümanlar olarak ölünüz” emri “teklif-i mâlâ-yutak”, yani yerine getirilmesi mümkün olmayan bir teklif olurdu. Hayatını salih ameller kuşağında geçiren bir insanın son nefesinde imanla gitmesi kaviyyen muhtemeldir. O halde, imanın gereklerini o derecede hayatımıza hayat kılmalıyız ki aksi bir düşünce ve aksi bir hayat tarzı rüyalarımıza bile misafir olmasın. Allah’a kavuşma arzusuyla yanıp tutuşalım ve hep bu visalin beklentisi içinde yaşayalım. Unutmayalım ki, -hadîsin ifadesiyle- “Kim Allah’a kavuşmayı arzu ederse, Allah da ona kavuşmayı arzu eder.”
Nebî, kalbi, beyni, sinir sistemi ve bütün fakülteleri a’zamî seviyede çalışan insan demektir. Bu sebeple, nebînin hayatı, normal insanî buudların üzerinde cereyan eder. Onun duyması, sezmesi, hisleri, arzu ve istekleri hep zirve noktalarda dolaşır. Meselâ, nebînin şehvet hissi, normal insanınkinden kat kat fazladır. Efendimiz’in (sav) bu hususta, “Ben, sizin herbirinizden 25 kat daha güçlüyüm” buyurması; sahîh bir hadiste ifade edildiği üzere, Hz. Süleyman’ın bir gecede 90 küsur hanımıyla mübaşerette bulunabilmesi, bunun bir göstergesidir. Nebî, bu yapı ve beşerî normları zorlayan bu husûsiyetleri içinde, nefsini de her bakımdan gemleyebilen insandır. Hz. Yûsuf (as), Zeliha bütün fettanlığı ile karşısına dikildiğinde “Ben Allah’tan korkarım” diyerek, ona karşı en ufak bir meyil göstermemişti. Bazı tefsirler, Zeliha karşısında Hz. Yûsuf’un gördüğü “bürhan”dan bahsederken, “Hz. Yûsuf kadına meyledecekti ki, babasını görüp vazgeçti” gibi, tamamiyle İsrailiyat kaynaklı ve nebînin ismet sıfatına hiç de uygun düşmeyen açıklamalara yer vermişlerdir. Halbûki, Hz. Yûsuf’un gördüğü bürhan, ilim, irfan ve murakabeden meydana gelen nebînin nefsine hakimiyeti gerçeğiydi. O Yusuf (as) ki, câzibedâr kadınların oyunları karşısında, “Rabbim! Hapishane benim için bunların teklifine uymaktan daha iyidir” demiş ve sarayın zevk u safâ dolu hayatını terk edip, iffeti adına yıllar ve yıllar boyu hapishanenin ufûnetli, çileli ve tahammül edilmez hayatına râzı olmuştu. İşte bu, onun ismetini ispata kâfî bir delil değil midir? Çile ve ızdırap dolu hapis hayatına artık bir nokta konma günü gelip de, kapılar ardına kadar açıldığında, “iffetim herkes tarafından bilinmedikçe, hapishaneden çıkmam” diyen de Hz. Yusuf’tu. İsmet mevzûunda Hz. Yusuf ne ise, başta İnsanlığın İftihar Tablosu Efendimiz Hz. Muhammed (sav) olmak üzere, bütün peygamberler ve onların izinde hayatlarını sürdüren evliyâ, asfiyâ ve mukarrebin de odur. Onlar da aynı çizgide vâridatlara mazhar olmuş, mazhar oldukları vâridatlar nisbetinde imtihanlara tâbî tutulmuş ve Allah’ın izniyle hep kazananlar safında yerlerini almışlardır.
Amel-i Salih, Cennet ve Cehennem Münasebeti Soru: Susamış bir köpeğe su içiren fahişe kadının cennete girmesini, kediyi hapsederek ölümüne sebebiyet veren abide-sâcide kadının cehenneme girmesini nasıl anlamalıyız? Cevap: Bir kere bu bir kader-i ilâhîdir. Bizler Aynştayn’ın nazariyesini bile anlamakta güçlük çekiyor, hatta çoklarımız itibariyle anlayamıyoruz da, Allah’ın ilm-i ezelîsi ve onun belirlenmiş bir tablosu olan kader hakkında nasıl hüküm verebiliyoruz. Nasıl oradaki takdire ve bu takdirin sebep veya hikmetlerine muttali olabiliriz ki? İkinci olarak, o bağiye fahişe kadın, kimbilir hangi toplumun ne tür bir gadri ile bu kötü yola itilmişti. Kimbilir ne tür zorlamalar veya komplolarla kendini o vadide bulmuştu. Aslında, her susayan köpeğe su içiren bağiye, fahişe cennete girmez ama, bu kadın belki, içi ızdırapla doluydu.. iki büklümdü.. hacaletaver bir hayat yaşıyordu ve susuz köpeğe su içirmesi ile –tabir caizse- Rahmet’in bam teline dokundu ve affedildi. Evet, bağiyenin ızdıraptan çatlayan sinesi ile, Allah’ın rahmeti bir vahidin iki yüzünden ibarettir. Bakınız, tevbe nasıl içte duyulan nedamet ve ızdırabın dışarıya sözle yansıması ve “estağfirullah” ile seslendirilmesidir. Aynen öyle de; pişmanlığı doruk noktaya ulaşmış, gönlü kalaklar içinde bir kadın, susuz köpeğe su içirmesi ile rahmet serasına sığınıyor ve cennete giriveriyor. Bunun tersi de gadabullahtır. Yani kediyi hapsederek, acından onun ölümüne sebebiyet veren kadın. O abide-sacide olmasının yanında, zulüm üstüne zulüm işlemiş bir kadın olabilir. Yoksa her kediyi hapseden ve ölümüne sebep olan cehenneme girmez. Ama bu kadının, kediyi hapsetmesi, bardağı taşıran son damla olmuş, gadabın bam teline dokunmuş ve cehenneme girmiştir. Evet, mes’elelere böyle ilm-i ilâhînin taalluku açısından bakmak lazımdır. Şunu da unutmamalı; bunlar Allah için mücbir (zorlayıcı) sebepler değildir; çünkü “Ona kimse cebriyle bir iş işletemez
asla Öyle ise olsa olsa, bunlar şart-ı adi olabilir. Kaldı ki, zaten Allah hükümlerini o şart-ı adilere göre vermiştir.
Soru: Bir hadiste ‘Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyiniz..’ deniyor. Halbuki şehadeti arzulama hakkında da bir sürü hadis var. Bunları nasıl te'lif ederiz? Cevap: Şehadet, sadece düşmanla karşılaşmakla elde edilemez. Şehadetin çeşitleri var: Bir insan, şehadeti gönülden arzu ederse, yatağında dahi ölse şehid olur. Bir de, bazıları düşmanla karşılaşınca kanaatleri değişebilir. Onun için temen-niden men’ ediliyoruz. Bir diğer tevcih de düşmanla karşılaşmak esas değildir; Esas olan îla-yı kelimetullahtır. Tebliğ ve irşad yaparken öyle devirler gelir ki, düşmanla karşılaşıp ölseniz, yapacağınız vazifeler ortada kalır. Öyleyse düşmanla karşılaşma veya şehadet arzusu esas alınmamalı, birer vesile kabul edilmelidir. Konuyu şöyle hülasa etmek mümkündür: Düşmanla karşılaşmada tek yol, tek istikamet var. Şehadette ise değişik yollar, değişik istikametler var; halis bir niyetle yatakta ölmeye kadar...
Soru: Efendimiz (sav)’in hanımları Ehl-i Beyt’ten midir? Cevap: Onlar, Efendimiz (sav)’in hane-i saadetlerinde bulunma ve mü’minlere ana olma gibi, mutlak, umumî ve küllî bir fazilete mazhar iseler de, has mânâda Ehl-i Beyt’ten sayılmazlar.
Efendimiz (sav) bir hadîslerinde “Cenâb-ı Hakk’ın hicabı nurdur” mânâsında “Hicabuhu nurun” buyurur. Yine Miraç’ta gördüğünün bir nur olduğunu belirterek “Raeytü nuran” der. Biz burada, bu hadîslerin yorumu üzerinde duracak değiliz. Sadece “hicap” kelimesinin tedâî ettirdiği bir hususu arzetmek istiyorum: Hicap, örtü mânâsındadır. Cenâb-ı Hakk nurunu, sebeplerle kendi arasına bir hicap ve perde edinmiştir. İzzet ve azamet öyle gerektirmektedir. Ancak bu perde, Cenâb-ı Hakk’ın önünde değil, bizim ve bütün sebeplerin önündedir. Eğer O, bu hicabı az aralayacak olsaydı bütün âlem yanar ve mahvolurdu. Cenâb-ı Hakk sıfatlarıyla muhattır ki, çok az müntehinin nazarı oraya ulaşabilmiştir. Halbuki bizler kainattaki nizam, intizam ve ahenkten menfezler açarak o perdenin verasını görmeye çalışıyoruz. Tevhidi yakalamak çok zorlu bir iştir. Çokları kitaplarda yazıldığı için ona inanır; fakat işin hakikatından habersiz yaşar.. İnanmak başka, inandığını vicdanında sezmek daha başkadır. Hâl ile keşfedilecek şeyler akılla elde edilemezler. Bunda yadırganacak bir taraf da yoktur. En basitinden, kulağın işittiğini burunla duymak mümkün değildir. Söylediğimiz prensibe, bu kadar basit bir misalle bile bakılabilse çok şey anlaşılır zannediyorum. |