Daha önceden çeşitli vesilelerle söyledim. Yine söylüyorum; su-i zan etmek haram, su-i zanna vesile olmak da bir yanlışlıktır. Bu açıdan arkadaşlarımız, ehl-i hizmet olan, iman ve Kur’ân’a hizmet dâvâsında farklı metodları benimseyen dostlarımızı mutlaka ziyaret etmeli, yanlış anlama ve anlaşılmalara medâr olabilecek hususları anlatarak, onlara günah işletme imkân ve fırsatı vermemelidirler. Evet, herkes kendi mesleğinin, meşrebinin muhabbeti ile yaşayabilir.. yaşamalıdır da. Onun için başkaları medya imparatorluğu adını taksalar da biz TV, radyo, gazete ve dergilerden oluşan basın-yayın yoluyla dinimize hizmet etmeyi bir yol, bir metod olarak benimsemişiz. Onlar da farklı bir yol tutturmuş gidiyorlar. Bu aşamada ne bizim onlara, ne de onların bize benimsenen metod farklılıklarından dolayı ta’n ve teşnide bulunmaları yakışık alır. Hatta nerede var TV, yurt-okul-pansiyon açmak, hizmette bir düstur mu vb. gibi tenkitvâri ifadeler adavet telkin edici, iftirakı körükleyici, Kitap ve Sünnet’le te’lifi yapılamayacak olan şeylerdir. Şimdi bunun karşısında biz de tutup şöyle mi diyelim: “Çarşaf veya şalvar dinin aslî unsurlarından mı, iman esasları arasında mıdır ki herşeyi onun üzerine bina ediyorsunuz?” Hayır, hayır bu türlü şeyler ehl-i iman arasında olabildiğine yakışıksız, birbirimizi iftiraka götürücü ve gıybeti tazammun eden şeylerdir. Bence bunların hiçbirine gerek yok. Herkes kendi istidat ve kabiliyetleri doğrultusunda, düşüncelerine uygun gelen yeri bulmuş ve o kulvarda hizmetine devam ediyor, devam etmeli de. Meşrebinin muhabbeti ile yaşamalı, başka meşreplere dil uzatmamalı. “Hasen”i bulduktan sonra “ahsen”in münakaşasını yapmamalı. Yani Hüseyin’i bulduktan sonra Hasan’ın peşine düşmemeli. Zira Hasan da mutlaka Hüseyin’in bulunduğu yerdedir. Ayrıca, herkesle diyaloğa açıldığımız şu dönemde, sayılamayacak kadar çok fasl-ı müşterekleri olan Müslümanların, meşrep farklılığından dolayı birbirlerini çekiştirmeleri, iftirak içinde olmalarını izah etmek çok zor olsa gerek!.
Ben yıllardan beri bu dâvâya sahip çıkacak insanların gençlerden teşekkül etmesi için Rabbime dua dua yalvardım, yakardım ve halen yalvarmaya devam ediyorum. Çünkü, Hz. Ömer’e isnad edilen bir söze göre “genç insanı olmayan bir davânın ayakta durması mümkün değildir.” Sakın ola ki bu düşüncenin mefhum-u muhalifini ele alarak “ihtiyarların bu dâvâda işi yok” gibi bir anlayışa kapılmayın. Ben böyle bir saygısızlığı irtikap etmekten Allah’a sığınırım. Fakat şu da unutulmamalıdır ki, yaşlanmış, iki büklüm olmuş insanlarla böylesi uzun bir yola çıkılmaz. Bu dâvâ başım, gözüm, dişim demeyecek, evlad ü iyal, şan, şeref, şöhret, makam, mansıp peşinde koşmayacak genç, dinamik insanlar ister. Gençlik heyecanını, dinamizmini dâvâsı uğrunda kullanacak insanlar. Fakat bütün bunlar şart-ı âdidir, esbab-ı âdidir. Yani Allah sizlere takdir buyurmuş olduğu lütûf ve ihsanları sunarken, bu gençleri vesile olarak kullanır. Onun için hepimiz ve hepiniz Cenâb-ı Hakk’a yönelerek dâvâyı omuzlayacak ve sonuna kadar götürecek genç insanları ihsan buyurmasını istemeli ve dua dua yalvarmalıyız. Ayrıca kavlen duanın yanında duygu ve düşünce bazında da bu düşünceyi diri ve canlı tutmanın yani beklentiler içinde bulunmanın Allah katında çok müessir bir dua olduğuna inanıyorum. Yatarken-kalkarken, yerken-içerken hatta rüya ve hülyalarımıza varıncaya kadar “Allahım gençler, genç dâvâ adamları...” diye düşünmek bence çok önemlidir. Öte yandan; insanlık bir değişim ve dönüşüm yaşama aşamasına girdi. İşte bütün insanlığın beklediği bu dönüşüm ve değişimi gençler gerçekleştirecektir. Onun için şimdiye kadar çok defalar dediğimiz gibi “Genç adam, kalk bu bâdirenin bahadırı ol” diyecek ve gençlere misyonlarını hatırlatmaya devam edeceğiz. Evet, Üstad Hazretleri dâvâyı sahiplenen bunca genci bir arada görmediği halde, o fecrin emarelerinin göründüğünü söyler. Zaten fecr, fecr-i kâzib bile olsa, o fecr-i sâdıkın en sâdık emaresidir. İşte Bediüzzaman da o sâdık emareyi görmüş ve onun muştusunu bizlere sunmuştur. O Büyük Çilekeş etrafında 20 adam olduğu dönemde “kardeşlerim küfrün ve ilhadın bel kemiği kırılmıştır” der. Tiflis’de medresesinin temellerini atma hülyası, Van’da Medresetü’z-Zehra düşüncesi, “Ümitvar olunuz! Şu istikbal inkılâbâtı içinde en yüksek ve gür sadâ İslâm’ın sadâsı olacaktır” demesi, “Ümidim var ki semâvât ü zemin-i Asya / Bâhem olur teslim yed-i beyzâ-yı İslâm’a” sözleri ve bu çizgideki beyanları üst üste getirilecek olduğunda, o Büyük Üstad’ın bugünleri çok öncelerden gördüğü ve kaneviçesini sabır tığıyla ördüğü görülecektir. Evet, Sezâi Bey’in ifadesiyle “fecr ordusu” artık gün yüzüne çıkmıştır. Bu kudsî dâvâya omuz verecek genç ve dinamik kadro iş başındadır. Hz. Ömer gibi adaletin, gücün, istikametin remzi, Hz. Hamza gibi şecaat ve cesaretin önderi, Hz. Eyyub misali sabrın kahramanı olan gençler artık şahlanmış bulunmaktadır. İşte tam bu aşamada diyorum ki Ey Hamza’lar, Ömer’ler, Ali’ler “lebbeyk” deyin, bu kudsî hamulenin altına girin. Girin bu sorumluluk altına ve asırlardan beri yaşanan bir hayatın vebalinden kurtarın neslinizi. Ahesterevlik etmeyin.. elinizi çabuk tutun.. önünüze çıkan altın gibi fırsatları kaçırmayın.. değerlendirin bütün bunları.. ve kurtarın çağınızı, çağınızın insanlarını. Çağı yakalamak diyorlar! Haydi canım, sizin hülyalarınız, idealleriniz yanında ne değeri var ki bu düşüncenin. Siz, bırakın çağı yakalamayı, yapacağınız hizmetlerle çağınızı aşmaya namzetsiniz. Siz bu çağın Heraklit’leri, Apollo’larısınız. Estağfirullah.. düşünülen şeylerin hayata taşınması yanında ne Heraklit’in, ne de Apollo’nun lafı olur. Hasılı; bu gençler topluluğunun, bu fütüvvet ordusunun yapacağı daha çok şeyler var. Yeter ki Rabbim muhalif bir rüzgar estirmesin ve bizleri hizlan, hüsran ve haybet içinde bırakmasın. Âmîn!
Dünyada, iletişim ağlarının genişlemesiyle beraber, demokrasi, barış, diyalog, hoşgörü ve müsamaha kavramlarının da yayılıp benimsendiği bir gerçektir. Bu kavramların daha da yaygınlaşması ve bütün Müslümanların bundan nasiplerini almaları için, fert ve toplum olarak herkese görev düşmektedir. Burada topluma müessir olabilecek önemli güç kaynakları ve iletişim vasıtalarından biri de hiç şüphesiz spordur. Sporla ilgili şeyler, dünyanın bir ucundan diğer ucuna hemen bir anda intikal edebilmektedir. Mutlaka lüzumuna inandığımız ve bizim hesabımıza oldukça önem arzeden diyalog ve müsamaha düşüncesi diğer vasıtaların yanında bu yolla da herkese duyurulabilir. Mesela futbolda sahada geçirilecek 90 dakikalık süre çok iyi değerlendirilebilir, oyun içinde gerekli performans gösterilip, tribünlerdeki seyircilere zevkli dakikalar yaşatılabilir ve kimsenin itiraz edemeyeceği, insanlık çapında bir kısım faziletler rahatlıkla sahada sergilenebilir. Evet, 90 dakikanın bu şekilde değerlendirilmesi çok önemlidir. Ancak ondan daha önemli bir husus var ki o da, eskiden olduğu gibi, yenilen ve yenen tarafların bir araya gelmeleri, birbirleriyle sarılıp, el sıkışmaları ve etraflarına centilmenlik yağdırmalarıdır. Onların bu şekildeki hareketleri, tribünlerdeki insanlara da yansıyacaktır. Bu yer yer sandalyeleri ateşe veren, birbirlerine sövüp-sayan, zaman zaman kanlı-bıçaklı birbirine giren ve sporu bu şekilde duygudan, düşünceden tecrid edilmiş bir meslek olarak görmek, göstermek isteyenlere de önemli bir ders olacaktır. Taraftarlar da kavga ve döğüş yerine, karşılıklı sevgiyle el sıkışıp, stadyumdan öyle ayrılacaklardır. Bütün bunlar küçük görülse de, bununla kin, nefret kırılıp, hiç olmazsa belli ölçüde nötr edilir ki dünyanın da buna çok ihtiyacı vardır. İçte ve dışta bir kesim, belki dünyada diyalog ve beşerî münasebetlerin bu ölçüde temsilini istemeyeceklerdir. Bunun için de temkinli davranma mecburiyetindeyiz. Öyleyse bu iş temkinle götürülmeli ve temkin öncelikli yaşamalıdır. Yapılan her işte içten içe derince, çok akıllı, çok sağlam olmalı ve samimi hareket edilmelidir. Hatta biraz da mukassî görünülmelidir. Bunun bir metod olarak, meslekten mesleğe değişeceği de hatırdan uzak tutulmamalıdır. Bir imam camide, -eğer matlubsa- avazı çıktığı kadar bağırabilir, herşeyi açık konuşabilir, açık söyleyebilir. Ama bir sinema ve tiyatro sanatçısı, bir fikir kitabı yazarı öyle davranamaz; O, sunacağı mesajların, açık müdafaasını yapmak yerine, çok küçük bir mesele halinde, rollerinin ya da sayfalarının arasına sıkıştırıp sunmak zorundadır. Bunun böyle yapılmasında maslahat vardır. Yoksa o mesajların çarpıcılığı ve tesiri kırılır, müessir olunamaz. Sporda da aynı şey geçerlidir. Mesela atılan bir gol sonunda, “bunu imanımla yaptım, Allah’ın izniyle böyle oldu” gibi sözler, bazı insanları hezeyana, tuğyana sevkedebilir. Bunun gibi, bazılarını rahatsız edecek hal ve davranışlardan sakınmakta maslahat olsa gerek. Evet, maalesef günümüzde, bazı şeyleri böyle yadırgama söz konusu; bu fasıl aşılacağı âna kadar; dine, dinin vaad ettiği itmînana, ahiret hayatını garanti etmeye herkesin ihtiyacı olduğu ve bütün bunlar, usulünce sunulduğunda kabul göreceği mülâhazasıyla arkadaşların -mutlaka ama mutlaka- temkinle hareket etmeleri şarttır. Hemen bütün dünyada Müslümanlık adına bir şeyler yapmak isteyen pek çok kimse meseleye böyle hoyratça yaklaştıklarından dolayı, sevdirmekten ziyade maalesef nefret ettiriyor ve insanlar arasında aşılmaz uçurumlar meydana getiriyorlar. Oysa ki Müslümanlığın insanlar arasında köprü olmaya, yan yana ve uçurumsuz olmaya ve dahası açık olmaya ihtiyacı vardır. Bizler bu ilkelere ters hareket eder ve kendi ufkuna göre diyaloğa açık olan insanlara yaklaşamazsak, dinin ruhuna aykırı hareket etmiş oluruz. Çeşitli vesilelerle sevgisini, saygısını ifade etmek için el uzatan insanlara, aynıyla mukabele etmezsek, -hafizanallah- sevimsiz hale geliriz. Hatta bir kısım sürpriz olumsuzluklara sebebiyet vermiş oluruz. Hülasa olarak diyebiliriz ki, spor gibi önemli bir faktörün, mutlaka çok iyi değerlendirilmesi gerekir.
Günümüzde, İslâmî çizgide sürdürülen bütün faaliyetlerin herkes tarafından takdir edilmesi gerekir. Toplumun hangi alanına yönelik olursa olsun yapılan, yapılacak olan her türlü hizmet, Allah’ın rızası olarak belirlenen hedefe, müminleri bir adım daha yaklaştırıyorsa, bunda kıskançlığın, kinin, hasedin olmaması gerektiği kanaatindeyim. Mesela; çeşitli yerlerde açılan ilkokuldan üniversiteye kadar eğitim müesseseleri -inşâal-lah- birçok insanın, İslâmî duygu ve düşünceyle tanışmasına vesile olacaktır. Ve bu günümüzün insanının ıslahı adına çok önemli bir adımdır. Bu vesileyle cami cemaatinin, imamın, vaizin, müftünün, imam-hatip ve ilahiyatın dışında, kadimden bu yana devam edegelen önemli bir vazifeyi üstlenip eda edecek aydın bir zümre yetişecek ve bunlar dinimizin dünya çapında bir kez daha şehbal açmasına vesile olacaklardır. Şimdi böyle bir kadronun yetişmesine kimsenin itirazı olmayacağı gibi, kimsenin kıskançlık izharında bulunması da doğru değildir. Yalnız bu organizasyon içinde bulunan insanların da aşağıdaki hususlara dikkat etmeleri gerekir: 1- Sair hizmet metodlarını kabullenip, o yolda yürüyen insanların rahatsızlık duymalarına, tahrik olmalarına sebebiyet verilmemeli, onları rahatsız edecek her şeyden kaçınılmalıdır. Zira bizim onları hasede, kine sevkederek günaha sokmaya hakkımız yoktur. 2- Hakkımızda yapılan suçlamalara, makul ve mülayim cevaplar verilmelidir. Mesela; “Yurt, okul, kurs vs. şeklinde hizmet kompleksleri açıyor, buralarda milletin parasını israf ölçüsünde harcamalara giriyorsunuz. Dev spor salonları, yüzme havuzları.. yapıyorsunuz. Bunlar caiz mi?..” türünden yapılan itirazlara, “Siz de günübirlik meselelerde boğulup gidiyorsunuz. Cihanın bunlarla fethedildiği ne zaman görülmüş?.” şeklinde karşılık vermeniz kat’iyen doğru değildir. Bunun aksine, daha mülayim bir tavır içinde; “Böyle olmanın bir kısım yararları var. Bizim aklımız ermeyebilir ama, bazı insanlar böyle uygun görmekte ve cihan bunu tasvip etmekte..” şeklinde bir cevap vermemiz onları yumuşatacak ve belli ölçüde onların beşerî vahşetlerini izale ile olumsuz yönlerini nötr edecektir. Bütün bunlar bir tarafa, insanımızın hak yol, doğru metod kabul ederek bu çizgide sergiledikleri fedakârlıklar doğrusu bizleri hayrete düşürmektedir. Eğer başkaları gurur ve benlikten kaynaklanan bir anlayışla “bizim yapamadığımız şeyi başkaları nasıl yapar?” mülâhazasıyla böyle davranıyorlarsa, doğru yolda yanlışlıklar yapılıyor demektir. Unutmayalım ki, toplumsal uzlaşma asgarî müştereklerin tesbitiyle mümkün olur. Aynı cephede, fakat farklı kulvarlarda bulunan insanların kendi meşreplerinin muhabbeti ile yaşayıp yol almaları normaldir. Başka kulvarlarda koşanlara çamur atmakla hedefe varılmadığı ve varılamayacağı da ortadadır.
Hoşgörü bizim dünyamızın yamaçlarının gülüdür, çiçeğidir. Biz onu asırlarca hep birlikte, el ele gönül gönüle vererek temsil etmişiz. Ve inşâallah kökünde böylesine bir hoşgörüyü barındıran bu millet ağacının, yeniden hayat bulması sonucunda onu bir meyve halinde dışarıya çıkartacak ve hoşgörüyü bir kez daha tam anlamıyla temsil edecektir. Evet, Ahmet Yesevî’ler, Yunus Emre’ler, Mevlânâ’lar, Hacı Bektaş’lar bu düşüncenin zirvelerinde dolaşan, bizim dünyamızın insanlarıdır. Milletimizin hoşgörüye bu denli açık olmasında, dinî prensiplerimizin rolü çok büyüktür. Hatta denilebilir ki hoşgörü, kaynağını dinimizden almaktadır. Zira o, aşk, şevk, sevgi platformunda gelişir. Bu platformu çok çeşitli denemeleri ile hazırlayan ise, dindir. Bakın Nebiler Serveri’ne (s.a.s). O’nun bir adı “Habib"tir. Habib, seven ve sevilen demektir. Bir dinin peygamberine bu ismin veya sıfatın verilmesinin altındaki espri kavranabilse, buna verilen ehemmiyet kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Evet o, değil insanlara, hayvanlara bile fevkalade hassas bir şekilde davranmış, onlara verilen en küçük rahatsızlık karşısında ciddi olarak rencide olmuş ve bu konuda etrafındakileri uyarmıştır. Hayvanlara karşı tavrı bu olan Allah Rasulü’nün insanlara karşı davranışı bundan daha ötedir. O, namazda, Rabbisinin huzurunda dururken, bir çocuk ağlaması işitse, o çocuğun annesinin hafakanlarını kalbinde duyar ve namazı acele olarak kılardı. “Hibbi’r-Resûl” yani Peygamber’in sevdiği, sevgilisi ünvanını alan Üsame b. Zeyd’in, bir savaşta samimî olmadığı inancıyla karşı taraftan “La ilahe illallah” diyen birisini öldürdüğü haberi ulaştığında fevkalade rahatsız olmuş ve Üsame’ye defaatle “kalbini yarıp da baktın mı?” demiştir. Öyle ki Hz. Üsame, “Keşke bu zamana kadar Müslüman olmasaydım da Allah Rasûlü’nden bu itabı duymasaydım” temennisinde bulunmuştur. Yine o Nebiler Sultanı (s.a.s) Medine’yi teşrif ettiklerinde, Medine ahalisi ile yapmış olduğu anlaşmada (Medine Vesikası) Yahudilere dahi öylesine haklar tanımıştır ki, onlar günümüzde yürürlükte olan İnsan Hakları Beyannamesi’nde, insanlara tanınan haklardan çok çok ileridedir. Evet, bizim hoşgörü anlayışımıza kaynaklık eden dinimizdir veya hoşgörü dinimizin tabiatının gereği ve onun bir derinliğidir. Biz, o dini hayatımıza hayat kıldığımız asırlarca, bu uzun zaman dilimlerinde o hoşgörüyü dünya çapında temsil etmişizdir. Yalnız tarihin bazı dilimlerinde, günümüzde de kısmen olduğu gibi, bu espriyi kavrayamayan bazı marjinal gruplar veya bazı fertler, bu anlayışa ters hareketlerde bulunmuş olabilir. Onları bu tür davranışlara sevk eden, düşünce kayması olabileceği gibi, dış dünyanın etkileri de olabilir. Evet, eli kanlı, gözü kanlı, dili kanlı, müsamaha, tolerans, hoşgörü nedir bilmeyen bazılarının işleyegeldikleri cinayet, bombalama, yaralama, gasp, soygun vb. hadiseleri bütün müminlere mâl etmek, hatta bunu İslâm’ın temel özelliği olarak göstermek doğru olmasa gerektir. Netice itibariyle, bütün olumsuz şartlara rağmen, günümüzde bize düşen şey, hoşgörü anlayışını yeniden öncelikle içimizde yeşertmek, daha sonra da çevremizle olan münasebetleri hep bu çizgide sürdürmektir. Zira bu milletin yeniden dirilişi, husumet düşüncelerinin kökünün kesilmesine ve hoşgörü anlayışının yaygınlaşmasına bağlıdır. Allah’a şükür, bu süreç Türkiye’de başlamıştır. Başladığı gibi daima artan bir hızla devam etmesi, sonra bütün bir dünyaya yayılması en büyük dileğimizdir. Günümüzde insanımızın herşeyden daha çok, her zamankinden daha fazla sevgiye, saygıya, el ele tutuşmaya ihtiyacı vardır. Geleceğin dünyası kinin, nefretin, şiddetin, kavganın, savaşın üzerine değil, sevginin, hoşgörünün, birbirimizi kabullenmenin üzerine bina edilecektir.
20. asırda en çok istiskal edilen, hatta hor ve hakir görülen değerlerin başında maalesef ana ve baba gelmektedir. Bu konunun; dinî inançları, içtimaî, iktisadî ve siyasî hayatlarına egemen olan kanunları itibariyle Batı dünyasında bulunmasına makul izahlar getirebiliriz ama aynı şeylerin İslâm dünyasında olmasını izah etmek oldukça zor ve gariptir. Bir kere Kur’ân, ana-babayı “valideyn” diye tesmiye ederek, ikisini bir varlık gibi göstermiş ve onların haklarını Allah ve Resulü’nün hakları ile aynı çizgide değerlendirmiştir. Ben şahsen, unutulan veya unutturulan bu gerçeğin neslimize tekrar hatırlatılması gerektiğine inanıyorum. Ayrıca bu konuda, eğitim ve öğretim vazifesi gören A’dan Z’ye hemen herkese çok ciddi görevler düştüğü kanaatindeyim. Doğrusu, günümüzün hizmet erlerinin bile bu mevzuda hataları olabiliyor; bazen bu hataları görüyor ve hicranla iki büklüm oluyorum. “Hizmet ediyor, İslâm’ı ihyaya çalışıyoruz.. ana-babamızın haklarına tam anlamıyla riayet etmesek de olur..” gibi düşüncelerde olanları hatta bu düşüncelerini sesli olarak ifade edenleri affetmek içimden gelmiyor. Bir kere, İslâm için hayatî meselelerle uğraşmak, ana-babayı ihmal etmeyi gerektirmez ki! Hele bunu bir kahramanlık emaresi olarak telakki etmenin affedilir yanı, tarafı yoktur. Aslında çok iyi bir zamanlama ile hizmete devam edilirken, ana-baba ziyaret edilerek, bakımları, görümleri yapılarak onların hakları da gözetilebilir. Bana göre hizmet deyip ana-babalarını ihmal edenler ciddi bir aldanmışlık içinde, hatta yapmış oldukları yanlışlığın farkına varmadıkları veya onu yanlış telâkki etmedikleri için ayrı bir haybet yaşamaktadırlar. Ziya Gökalp’in ifadesiyle “cehalet-i mük’ap” işte buna denir. Bazılarının ana-babaları, çocuklarının bu türlü hizmetlerde görev almasını istemeyebilir, bunu hazmedemeyebilir ve problem çıkarabilirler. Bu konuda ölçü, hadis diye rivayet edilen, şu meşhûr sözdür: “Allah’a isyanın bahis mevzuu olduğu yerde, mahlukata -kim olursa olsun- itaat edilmez.” Yani ana-baba Allah’a ve O’nun emir ve yasaklarına muhalif bir şeyi emretmedikleri müddetçe, onların hak ve hukukuna riayet etmekle mükellefiz.
Arkadaşların Birbirine Saygısı Arkaşlarımız birbirlerine karşı daima saygı ile dopdolu olmalı ve bunu hemen her zaman hayatlarına yansıtmalıdırlar. Bana göre onların birbirlerine “ta’n u teşni”de bulunmaları, hem dünyada hem de ukbada kaybetmelerine sebep olabilir. Sık sık çevreme sitem ederek bunu hatırlatmaya çalışmışımdır. Şöyle ki, akademik kariyer yapmış, bir yerde dekan veya rektör olmuş arkadaşlarımıza -çocukluk dönemini bildikleri için herhalde- falan aşağı, filan yukarı dediklerini duyduğumda “yahu Allah aşkına, bizim içimizde neş’et eden bu arkadaşlar, sizin nazarınızda hiç büyümezler mi?” dediğimi yakınımdakiler çok iyi bilirler. Bizim Erzurumluların enfes bir tabiri vardır bu konuda; “ev danası öküz olmaz” derler. Konuyla alâkasını irfanınıza havale ediyorum. Gerçi ana ve babanın bu konuda farklı yaklaşımları olabilir. Zaten vardır da. Oğlu paşa da olsa, yine “Ali gel, Ali kalk” derler. Yalnız bizim ailede yoktur bu. Anam bana hep “Hacı Efendi” derdi. Kardeşlerim de birbirlerine “Efendi” derler. Yani hep ta’zim ve saygı ifade eden bir üslupla konuşurlar. Bu mevzuda bazıları sayın, bey, efendi vs. samimiyeti bozuyor derler. Hayır, bu bir üslup meselesidir. Ben hiçbir zaman üslubumu bozmak istemem. Herkes düşüncelerini kendi beyanları içinde anlatır. Ben ne isem onu ifade ediyorum. Elin-alemin bu mevzudaki düşünceleri beni alâkadar etmez...
Mazhar Olduğunuz Lütuflar Aşkına..! Farklı zamanlarda, farklı cemaatlerin huzurunda ifade etmeye çalıştığım ve bana göre önemini hiçbir zaman kaybetmeyen ve kaybetmeyecek olan birkaç meseleyi hatırlayabildiğim şekliyle, hiçbir tasnife tâbi tutmadan arzetmeye çalışacağım. Üstad Hazretlerinin, “sırran tenevveret” sözüyle resmettiği dönemin bir mânâda bitişi, bana göre kısmen yurt, pansiyon, okul, kurs... faaliyetlerinin başlangıcıyla hissedilmeye başlamıştır. Bunun için illa da bir tarih vermek gerekecekse, 1978 başlangıç olarak kabul edilebilir. Bu açıdan hizmete bakılacak olursa, sizin temsil ettiğiniz hizmet 18 yaşında demektir. Evet sizler, henüz hizmet itibariyle 18 yaşında sayılırsınız. Buna karşılık, hizmet düşünce ve sistematiğinizi kabullenip sahip çıkanların adedi ve bu düşüncenin ulaşmış olduğu coğrafya itibariyle hadiseye bakacak olursanız, bir açıdan, Osmanlı’dan çok çok ileride olduğunuz rahatlıkla söylenebilir. Çünkü Osmanlı daha 18 yaşında iken Söğüt’ten, Domaniç’ten dışarıya yeni yeni çıkıyordu. Şimdi o güç, bu zaaf, o gelişme, bu intişar karşılaştırılınca: “Bu Allah’ın sizlere olan lütfu ve ihsanıdır” demekten kendimizi alamayız. Bu lütuf ve ihsanın farkında ve şuurunda olmak, sonra da buna uygun şükürde bulunmak, bu lütufların devamı adına yapılan, ya da yapılması gerekli olan biricik vazife olsa gerek.. Öte yandan, bu önemli ve önemli olduğu kadar da büyük işe sahip çıkan insanlar olarak bizler, hiçbirimiz bizden önce bu işin sahibi olmuş insanlar kadar, kat’iyen seviyeli değiliz. Mesela, hiçbirimiz, keşfi-kerameti açık, Çanakkale’den Gelibolu’ya bir sandalla geçen ve orada şehid düşen bir Süleyman Şah değiliz. Veya her namaza duruşunda “Kâbe” önüne gelip temessül eden veya diğer bir ifadeyle Kâbe önüne temessül etmediği müddetçe namaza başlamayan, o dünyanın dört bir yanına ordular sevkedecek kadar akıllı ve başarılı ve nihayet Sırp’a haddini bildirdiği savaşta şehid düşen Murad Hüdavendigâr hiç değiliz. Hepimiz sıradan, düz insanlarız. Belki de çoklarımız itibariyle günahlarımız boyumuzu aşkın. Ama, şu Cenâb-ı Hakk’ın lütfuna bakın ki, O bir zamanlar bu gibi insanlarla temsil edilen dâvâyı bizlerle temsil ettiriyor ve o büyük hizmeti bizlere gördürüyor. İnsan burada Bediüzzaman Hazretlerinin şu sözünü hatırlamadan edemiyor: “Kardeşlerim! Bu İslâm ve Kur’ân’a hizmet dâvâsı, ihsân-ı İlâhî olarak bizlerin omuzuna konulmuş.." Söz buraya gelmişken şunu da sizlere hatırlatmadan geçemeyeceğim. Hizmetimiz itibariyle bu seviyeye gelinceye kadar acaba kaç şehid verdik? Süleyman Şah, Murad Hüdavendigâr, Yıldırım Beyazıt misüllü kaç insanımız bu yolda öldü ya da öldürüldü? Kaç arkadaşımız çoluğunu-çocuğunu, evini-barkını terketti de, şarkın o namlı, şanlı sultanı Selahaddin Eyyubî gibi ömrünü çadırlarda geçirdi? O büyük Sultan’ın “Allah’ın evi orada Haçlıların elinde iken, Selahaddin nasıl kendine ev edinir” sözü herkesin ma’lumudur. Evet, bizim içimizden de dünyanın dört bir yanına giden arkadaşlarımız oldu.. oldu ama, onlar sizin hazırlamış olduğunuz imkânlarla oraya gitti. Biletini siz aldınız, ceplerine kâfi miktar parayı siz koydunuz. Ve bunlardan da öte, onlar, cemaat kaynaklı me’haz’in kudsiyetine dayanarak oralara gittiler ve gittikleri yerlerde hüsn-ü kabul ile karşılandılar. Bana göre bizim arkadaşlarımız, İslâm tarihi boyunca, bu yüce dâvâ uğrunda, çile çeken insanların onda biri kadar çile çekmemişlerdir. Allah’ın lütuflarını kendimize mâl ederek caka yapmayalım. Şayet bu hususta ben yanılıyorsam -ki yanılmayı çok isterim- bu uğurda evini-barkını satan, hakiki anlamda çile ve ızdırap çeken, işini, imkânlarını terk ederek diyar diyar dolaşan yoktur. Varsa, gelsin onların dertlerini paylaşalım ve ona: “Sattığın eve bedel, al şu evi” diyelim. Benim bu sözlerimin sizleri rencide etmeyeceğini umarım. Vak’ayı rapor şeklinde, sizlerden tecrid ve tecerrüd düşüncesi içinde söyledim bütün bunları. Evet bu faslı “el-insaf” deyip ve peşi peşine iki nokta koyup geçiyorum. Hizmetin ruhuyla alâkalı bir diğer hususu hatırlatmakta fayda mülâhaza ediyorum: Bu daire-i kudsiye içindeki arkadaşların birbirleriyle uyumlu bir biçimde çalışmaları çok önemlidir. Kur’ân’ın: “Bazınızı bazınıza fitne kıldık” veya “Bazınızı bazınızla imtihan ettik” işâr ve irşadı açısından denebilir ki, biz karşı cephenin insanları ile imtihan olduğumuz gibi, kendi içimizde de imtihan olacağız. Tabii böyle bir imtihan, bize ayrı bir sevap kazandıracaktır. Bu noktadan hareketle diyebilirim ki, bana göre ahlaken en mazbut insan, Kur’ân ve Sünnetin ölçüleri içinde en huysuz insanlarla bile geçinebilen, onlara karşı tavırlarını ayarlayabilen insandır. Daha önceleri aynı şeyi ifade ederken, “en iyi insan, kobralarla bile arkadaşlık yapabilen insandır” demiştim. Rica ederim, bizler Hint yogilerinden daha aşağı mıyız ki, onlar, kobralarla arkadaşlık yapabildikleri halde, biz birbirimizle geçinemiyoruz.! Hem de kudsî bir dâvâ etrafında... Efendimiz (s.a.s)’in ahlâkıyla ahlâklanma mecburiyetinde bulunan biz, falan veya filanla şu ya da bu huyundan dolayı geçinemiyor ve rahatsızlık duyuyorsak, kendi ahlâkımızı vicdan tedavi hanelerinde bir kere daha gözden geçirmeliyiz. Ve yine bana göre bu hizmete dilbeste olmuş kimseler, bu kudsî dairedeki arkadaşları ile geçinemiyorlarsa, onlar ya akıl hastasıdır ya da kendi ruh adeseleriyle başkalarını mahkum eden bencillerdir. O halde, gelin Allah aşkına; şu İslâm ve Kur’ân dâvâsında, hem de her seviyede elemana çok ciddi ihtiyaç duyulduğu bir dönemde, aynı çizgiyi paylaştığımız insanların, kusurlarını araştırmayalım.. kimsenin aleyhinde konuşmayalım ve konuşturmayalım. Daha önceleri defaatle ifade edildiği gibi kendi nefsimize karşı bir savcı, başkalarına karşı da bir avukat gibi davranalım... Bu mülâhazadan hareketle hepimiz kendi kendimize: “Sen kendini gaflete salmış hâinin tekisin.. günde 7 saat uyumadan evden çıkmayan bir tenperversin.. sen bedeninin esiri ve cesedinin kulu-kölesisin.” Evet böyle demeli ve başkalarını hep melek gibi görmeliyiz. Ve soralım kendimize, acaba o tenkid vesilesi yaptığımız ve gıybetlere girdiğimiz meseleler, Kur’ân ve Sünnet ölçüleri içinde mahzurlu mu? Size bu konuda, çarpıcı bir misal arzetmek istiyorum; Devr-i Saadet’te bir sahabi, Allah Resulü’nün huzuruna gelerek, çarşıda gezerken nefsine hakim olamayıp, bir kadını öptüğünden bahseder.. ve sonra da boynunu büküp hakkında verilecek olan hükmü beklemeye başlar. Evet, bu şey bir günahtır. Elin-âlemin harimine el uzatma, namusuna dokunma, hele hele emniyet temsilcilerinin bunu yapması çok büyük bir günahtır. Ne var ki, vahyin solukları bu günahı bir sürçme şeklinde gösterir ve “Gündüzün iki ucunda, gecenin de ilk saatlerinde namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri (günahları) giderir. Bu öğüt almak isteyenlere bir hatırlatmadır” (Hud, 114) der. Böylesi bir olay karşısında Kur’ân’ın sesi ve onun kabul ettiği ölçü budur. Şimdi, bu kabil dinî ölçülere göre, günah-ı sağair dahi sayılmayacak, “otururken boynunu şöyle eğiyor, ben de fitil oluyorum” vs.. diyerek başkaları aleyhinde konuşan kişilerin, şeytanın ölçüsünü kullandıklarında şüphe olmasa gerek. Evet, bu ve benzeri şeyler, İslâmî nasslarda günah sayılan şeyler arasında yok. O halde neyin münakaşasını yapıyoruz? Bakın ben, farklı ruh haletine sahip birisi olarak, yıllardan beri bazı meselelerde hep kendimi ta’dil etmeye çalışmışımdır. Mesela, objektif olmayan hususî anlayışıma göre ben, Allah’a inanmış bir insanın bedenini düşünmesini çok tuhaf karşılıyor, çoluk-çocuğuyla meşgul olup, birkaç saat bile olsa, hizmeti terk etmesini garip buluyor, Hakk yolunda hizmet ederken maaş almanın izahını yapamıyor; hatta alınan o parayı zehir gibi görüyor ve bu hususlarda zayıf olan insanlardan din-i mübin-i İslâm’a ne fayda gelir diye düşünüyorum. Ne var ki ben, bu görüşlerimin objektif olmadığını da biliyorum. Buna rağmen şimdi kalksam ve benim görüşlerime uygun hareket etmeyen, benim gibi düşünmeyen insanları ademe mahkum etsem; herhalde mahkum olmadık kimse kalmayacaktır. Bu da benim kendimi yalnızlığa mahkum etmem anlamına gelir. Bir de Hz. Üstad’ın o engin düşüncesine bakın: Hâfız Tevfik, herkesin Üstad’dan kaçtığı dönemde ona talebe olup Risaleleri eliyle istinsah eden şanlı ve devâsâ bir insandır. Nur’un ilk kahramanlarından olan bu zat, ihtimamla fötr giyen birisidir. Aynı zamanda sigara tiryakisidir. Üstad ona, üç-beş sayfa risale yazdıktan sonra dermiş ki, “Tevfik’im, sen kalk biraz dışarıda dolaş.” Şimdi soruyorum, kaçımız bu ölçüdeki insanlarla birlikte olmaya katlanabiliyor ve onları rantabl olarak değerlendirebiliyoruz? Yine Üstad; kendi aralarında fikir münakaşası yapan talebelerini görünce, herşeyi üzerine alır ve “kabahat bende” dermiş. Evet onun hayatı hep bu engin müsamaha anlayışı içinde geçmiştir. Rica ederim; eğer bizler, aynı topraklar üzerinde birlikte yaşadığımız ve sayıları binleri yüzbinleri geçen, asgarî müştereklerde birleştiğimiz kardeşlerimizle geçinemezsek, yeni yeni açılmaya başladığımız, ayrı dil, ayrı kültür, ayrı mizaç, ayrı anlayışa sahip başka milletlerle nasıl anlaşacak, nasıl geçineceğiz? Bunlarla aramızda nasıl bir vahdet temin edeceğiz? Allah aşkına, aynı kaynaktan beslenen, aynı terbiyeden geçmiş insanlar eğer uzlaşamıyorsa, koskoca bir dünyaya İslâm’ın vahdet mesajını sunan insanlar, bu mevzuda nasıl başarılı olacaklar ki! Allah kalplerimizi yumuşatsın. Başta kardeşlerimiz olmak üzere herkesi kabullenmeye muvaffak kılsın. Evet, şu ülkede demokratik bir hava sayesinde, herkesi kendi konumu içinde kabul etmeye mecbur ve mükellefiz. Herkesle iyi geçinmesini ve asgarî müştereklerde birleşmesini öğrenmek ve uygulamak zorundayız. Onun için sizlerden tekrar tekrar rica ediyorum; varsa bir meziyetiniz ya da faziletiniz onu mutlaka davranışlarınızla ifade edin. Sertlik ve huşunet göstererek etrafınızdakilerle aranızı açmayın.. ve kapanması mümkün olmayan çukurlar meydana getirmeyin!. Hele hayatları boyunca ciddi bir vefa ile, başlarını hep hak ve hakikat kapısının eşiğine koymuş ve oradan bir daha da ayrılmamış insanlar hakkında kat’iyen olumsuz konuşmayın.. mizacı, huyu size uymasa da yine konuşmayın! Ayrıca siz ve biz ölçü değiliz ki!.. Ölçü Allah ve Rasulüne sadakat ise, haklarında konuştuğunuz ve bu dâvâda turnikeye sizden senelerce önce girmiş olan insanlar, kim bilir sizden ne kadar ileridedir! Evet ben, 30-40 yıldır hayat çizgilerinde bir arpa boyu bile inhiraf ettiklerine şahid olmadığım insanlar tanıyorum. Ramazan, burs, kurban, gıda... dendiğinde her zaman aynı şevk ve heyecanı duyan öyle kişiler biliyorum ki, eğer Allah nezdinde şehadetim bir kıymet ifade edecekse, Allah huzurunda onlar lehinde her zaman şahitlik yapabilirim. Bu uzun faslı Allah Rasulü ile Zahir arasında geçen bir hadise ile bitirelim. Zahir yüzü çok güzel olmayan, belki sizin yüzüne bakmak istemeyeceğiniz bir insandır. Fakat o, Allah Rasulü’nün çok sevdiği birisidir. Bir gün Nebiler Serveri, Zahir’i arkadan yakalar ve gözlerini kapatır. Zahir, soluklarından Hz. Peygamberi tanıyınca kendini iyice salıverir. O esnada Allah Rasulü bir latife yapar: “Bir kölem var. Satın almak isteyen var mı?” der. Zahir, “Ya Rasûlallah! Şeklime, şemailime bakınca bana kimse kıymet vermez” der. Buna karşılık Efendimiz (s.a.s), “Sen Allah katında çok şey ifade edersin” buyurur. Evet kim bilir bizim arkadaşlarımız içinde de Zahir gibi, dış görünüşü itibariyle nâhoş, fakat gelecek nesillerin, adlarını bayraklaştıracakları nice insanlar vardır!. O halde “Her geceyi kadir, her kişiyi Hızır bil” vecizesinden hareketle, mizaçları bize uymasa da, herkesi kendimizden üstün görmeli, onlarla mutlaka geçinmeli ve kat’iyen aleyhlerinde kelime-i vahide konuşmamalıyız. Başlarınızı ağrıtan sözlerime son verirken, çok eski yıllarda belki de aynı duygu ve düşüncelerin beni esir aldığı bir zaman dilimi içinde, önce “Nerdesin?” sonra da “Gel!” (1-2) başlıklarını verdiğimiz üç makale kaleme alınmıştı. O makalelelerin tekrar mütâlâa ve müzâkere edilmesinin faydalı olacağını zannediyorum.
Geçmişte olduğu gibi, günümüzde de bu kudsî dâvâdan yer yer ayrılmalar olmaktadır. Bu durum; bize hizmetin genişlemesi ölçüsünde arkadaşların hassasiyet adına derinleşip engin olmalarını gerektirdiğini hatırlatmaktadır. Zira bu problemin önünün alınması ancak hüşyar kalplerle mümkün olur. Bu gibi hadiselere fırsat vermemek için; 1- Başta bu arkadaşların memnuniyetsizliğine sebebiyet verilmemelidir. Bunu derken aslında, bunca insanın kendilerinden razı olduğu arkadaşlara, “aman arkadaşlarınız sizden memnun olsun” mânâsında bir ifade kullandığımdan da hicab duyuyorum. Ama yine de elden geldiğince herkesi memnun etme yolları araştırılmalıdır kanaatindeyim. Madem ki Allah(c.c), tenezzülat-ı İlâhiye dediğimiz, yani konuşurken, lütuflarda bulunurken.. bizim seviyemize göre hareket ediyor ve sanki rahmetini bizim ayağımıza göre yürütüyor -ki bu İlâhî bir ahlâktır- arkadaşların da, kendi mesuliyeti altında olanlara karşı aynı şekilde muamele etmesi gerekmektedir. 2-Arkadaşların maddî açıdan desteklenmesinin bu problemi önleyebileceği düşüncesindeyim. Buna göre keşke imkânlar olsa da herkese bir değil, iki burs verilse. Böyle acip bir zamanda, küfrün, dalâletin başını alıp bir tarafa gittiği dönemde, namaz kılan, oruç tutan.. arkadaşlara değil iki burs canlar bile verilse sezadır. Ne var ki, himmetler sınırlı, yapılacak işler de olabildiğine çoktur. O halde bütün bunlar arkadaşlara anlatılıp izah edilmelidir. Ta ki onlar beklentiler içine girmesinler. 3- Arkadaşların yakın takibe alınması şarttır. Ayrılma emarelerinin görüldüğü an üzerine gidilmesi, zannediyorum buna fırsat vermeyecektir. Bir yaranın kansere dönüşmeden, yapılacak muameleyle önü alınacağı gibi, bu daire içinde yakın çevremizde başı dönen, bakışı bulanan arkadaşların hemen idrak edilip imdadına koşulursa, kaymaları engellenmiş olacaktır. Bir insan kazanma çok önemlidir. Allah Rasulü (s.a.s)’nün ifadesiyle, yığın yığın deve ve koyun sürülerinin Allah yolunda tasadduk edilmesinden, hatta, üzerine güneşin-doğup battığı her şeyden daha hayırlıdır. Bir insanın kazanılması bu kadar değere sahipse, kaybedilmesi de o kadar külfet demektir. Zübeyr Gündüzalp’in “eğer bir kalp teessür duyacaksa, ‘bir genç imansız oldu’ sözü karşısında atom zerratı adedince parçalanması lazımdır” ifadesinde olduğu gibi arkadaşların da, bir kişi başını alıp gidecek diye yüreği ağzına gelecek kadar hassas olmalıdır. Benim onurum, gururum.. değil, bir insanın bu hizmetten, imandan, Kur’ân’dan.. uzaklaşmasın mülâhazasıyla hareket etmek önemlidir. Böyle hareket edildiği zaman -Allah’ın inayet ve keremiyle- gitmek isteyenler gitmeyecek; gidenler de yoldan dönüp geri gelecektir. Geçmişte bunun misalleri çok görülmüştür. 25 yıl evvel yol değiştirip giden birisi ile geçen sene görüşen bir arkadaş geldi bana, “falan arkadaşla görüştüm, sizin hakkınızda hüsn-ü zan ediyor ve cuma namazlarını kılıyor” dedi. O esnada elbisemi çıkartıp vermeye kadar her şeyimi tasadduk etmeye hazırdım. Çünkü küfür ve dalâlet başka bir şeye benzemez. Netice itibariyle, iman dairesinden iradeleri ile ayrılan insanları, Allah tutmaz ve -hafizanallah- onlar ayaklarını sağlam basacakları bir zemin bulamazlar. Onun için kudsiler bu meselenin encâm ve akıbetinin bu kadar vahim olduğunu düşünmeli, buna kat’iyen fırsat vermemelidirler.
Hz. İbrahim: “Bana, sonra gelecekler içinde iyilikle anılmayı nasip eyle!” (Şuara; 26/84) diye dua etmişti. Allah onun bu duasını kabul buyurdu. Ondört asırdan bu yana Müslümanların, günde beş vakit kıldıkları farz veya nafile namazlarında, Efendimiz’e getirmiş oldukları salât ü selam yanında bir de Hz. İbrahim, onun aile ve yakınlarına da salât ü selam getirmeleri, bu duanın kabul edilmiş olmasının en büyük emâresidir. Buradan hareketle benim şahsî düşüncem, Allah dâvâsına hizmet etme etrafında kenetlenen insanlar, şahısları itibariyle değil, içinde bulundukları cemaati niyet ederek bu duayı çokça yapmalılar. Bu riyaya, sum’aya ucb ve fahra girmeme açısından daha garantili ve daha selametli bir yoldur. Aksi halde “yaptığım şu hizmetlerle gelecek nesiller tarafından yâd edileyim, kitaplara mevzu olayım, ansiklopedilere gireyim vs.” düşünceleri insana hem dünyada, hem de ukbâda kaybettirebilir. Sizler halisâne bu milletin imanına -tabii günümüz şartlarını hesaba katarak- hizmet edin!. Muvaffakiyetin de Allah’dan olduğunu kat’iyen hatırdan çıkarmayın!. Şirke karşı kapılarınızı sımsıkı kapatın! Bunları gerçekleştirebilirseniz, bu millet, siz istemeseniz de sizi birer yâd-ı cemil olarak anacaktır. Allah da dünü-bugünü-yarını bir bütün olarak gördüğü ve bildiği için, sizin sevaplarınızı amellerinizin cinsine, niyetlerinizin enginliğine göre verecektir. Evet, kat’iyen bundan şüpheniz olmasın. İşte o zaman Hz. İbrahimvâri, Nemrud’un üzerine gidebilir ve ateşlere korkmadan atılabilirsiniz.
Çoğu zaman yaptığımız işlerde, şükrün bereketine mazhar olmak yerine, “ben yaptım, ben ettim..” gibi kelimelerle şirk kapılarını aralayabiliyoruz. Halbuki her insan, “beni de, davranışlarımı da yaratan Allah’tır” anlayışından hareketle, kendisine lütfedilen başarıları kendi nefsine mâl etmemelidir. Mesela; insanın, “yemek yedim” demesindeki “yeme” Allah’ın yarattığı bir şeydir. Yani onu ağızda çiğneme-öğütme, sonra mideye gönderme-hazmetme, daha sonra da yararlı kısımlarını alıp, diğerlerini dışarıya atma... gibi işler, bütünüyle iradenin dışında cereyan etmektedir. İşte insanın buna sahip çıkıp, “ben yedim” demesi akıl ve mantıkla izah edilemediği gibi, misalini verdiğimiz veya vermediğimiz bütün mazhariyetlerinde de, kendi dahlinin onda bir bile olmadığını görüp, “Allah’ın izniyle böyle oldu, Allah ihsan etti vs.” diyerek şükür kapısını açık tutması gerekir. Bu düşünce hem nimetlerin sağnak sağnak devam etmesine vesiledir, hem de şirk kapısının kapalı kalmasını sağlar. Böyle düşünüp ve bu düşünce üzerinde hayatı şekillendirme, şükre açık olma demektir. Fakat insanın bu hakikata uyanması, onu kavrayıp hayatına mal etmesi zaman ister. Onun için insan, iç sezisiyle onu kavrayacağı, vicdanı inkişaf edip, söylediklerinin doğru olduğunu anlayacağı âna kadar, bunu bir prensip olarak kabul edip söylemeli ve bütün güzelliklerde hep O’nu kaynak bilip, O’na yönelmelidir.
Hizmet kalemlerinin çokluğu ve maddî mevzuların da gündemi çok işgal etmesi yüzünden, insanın yetişme ve kendi adına derinleşmeye hiç zamanı kalmıyor. Halbuki biz, en başta dinî duygu ve düşüncelerimizi hayata geçirme vazifesiyle sorumluyuz. Evet bizim asıl vazifemiz, hayatımızı bir dantela gibi dinî duygu, dinî düşünce atkıları üzerinde örmekten ibarettir.. ve bunun haricindeki meselelere de “olsa da olur, olmasa da olur” kabilinden bakmak durumundayız. Bunun için 24 saatlik günümüzün, 7 günlük haftamızın, 30 günlük ayımızın ve tabii 365 günlük senemizin hiçbir dilimini zayi etmeden, fevkalâde bir program yapmalı ve o programda vaktimizin önemli bir bölümünü hizmet-i imaniye yolunda sarfetmeye özen göstermeliyiz. Bizi bekleyen ve hayatî ehemmiyeti haiz olan işlerin üzerinde olabildiğince hassasiyetle durmalı ve yumurtaları üzerinde dönüp duran, bir kuluçkanın duyarlılığını sergilemeliyiz. Eğer biz bu hassasiyeti gösterebilirsek, meydana gelecek olan yavrular da, bizim onlar üzerinde gösterdiğimiz ihtimamı hissedecek, şaşıracak ve “neden bu kadar ilgi ve alâka?” diyeceklerdir. Aslında ben de, yıllardan beri hep bu türlü insanları aradım, durdum. Onları bir gün mutlaka bulacağım ümidiyle, yumurtalardan civciv çıkartmak uğrunda ölüp giden insanları göreceğim hayaliyle yaşadım.. yaşadım ve “Ben ölsem gitsem de olur; yeter ki bunlar olsun” hummasıyla kıvranan erler, erenler bekledim.. beklemeye de devam edeceğim; zira bu düşüncedeki insanların sahip çıktığı bir dâvâyı, Allah zayi etmeyecektir. Gerçi, bu türlü insanlar görmedim desem nankörlük etmiş olurum. Gündüzleri okula, akşamları da üç ayrı yerde programa giden çok kıymetli arkadaşları tanıdım. Dört bir yanda, binbir türlü belanın kol gezdiği namüsait şartlar altında “her şeye rağmen” deyip hiç durmadan koşan mânâ erleri müşahede ettim. Aslında bugünkü durum da, sebepler planında, işte bu türlü samimi, ihlaslı insanların alın terleri ile gerçekleşti. Ne var ki, olanlar, olması gerekli olan, istenilen ve beklenilen ölçüde değildi. Zannediyorum hepimiz daha büyük fedâkarlıklar bekliyorduk. Mesela sizlere, arzettiğim samimiyet, safvet, içtenlik, sıcaklık ve hasbîlikle; hatta başkalarını yaşatma arzusu ve onlara ahireti kazandırma isteğiyle kendilerini helak edecek babayiğitler beklerdik.. beklemeye devam da edeceğiz. Bu hususta elli defa fecr-i kazib ile aldansak, elli defa sinek kanatlıları Heraklit diye alkışlasak, elli defa ateş böceklerini yıldız zannetsek.. dahası bütün bunlarda aldandığımızı hissetsek de beklemeye devam edeceğiz. Dilerim bu sözlerle rencide olmaz ve “acaba biz, bu hâl ve tavrımızla çevremizi aldatıyor muyuz?” zehabına kapılmazsınız. Evet biz, mükemmeli ve daha mükemmeli elde etmek için hiç durmadan koşmalı ve asla ye’se düşmemeliyiz. Dünyanın bizim sunacağımız mesajlara çok ihtiyacı var. Bugünkü haliyle dünya, üzerinde taşıdığı problemlerin ağırlığından ve çokluğundan dolayı kambur ve iki büklümdür. Ara sıra zelzeler ve fırtınalar diliyle; “artık ben bu kamburu taşıyamayacağım” ikazında bulunuyor. O halde gelin dünyanın imdadına koşalım. Sodom ve Gomore’lerin tekrar yaşanmasına fırsat vermeyelim. Ve unutmayalım ki, dünya üzerinde bu vazifeyi yapacak ve bu sorumluluğu bihakkın yerine getirecek olan bizim milletimiz ve bizim insanımızdır.
Bir mânâda Müslüman, fatih ruhla hareket etme mecburiyetinde olan insandır. Hangi devir ve hangi şartlar altında olursa-olsun Müslümanın hareket felsefesi budur ve bu olmalıdır. “Mevcud ile iktifa, dûn-himmetliktir.” Hele mevcud ile övünme ve gururlanmanın, tebliğ ve temsille müşerref olduğumuz bu dinde aslâ yeri yoktur. Evet, onlar bir gün bütün yeryüzünü fethetseler ve kendi düşünce dünyaları adına etrafı yemyeşil yapsalar bile, vazifemiz bitti deyip, bir kenara çekilmezler.. çekilmez ve ruhlarının ilhamlarını boşaltmak için gezegenlere seyahatler tertib etme yollarını araştırırlar. Daha doğrusu aramalıdırlar, aramak zorundalar. Aksi halde içten çürümeler başlar ve bünye kendi rağmına hareket ederek, için için kendini yer ve bitirir. Tarih bunun nice örnekleriyle doludur, ibret ve ders vesikası olarak kütüphanelerimizin tozlu rafları arasında ibret aşıklarını beklemektedir.
Teminat Altında Bulunabilmek İçin Bediüzzaman Hazretleri bir yerde hizmet edenlerin teminat altında olduklarını söyler. Burada hizmet erlerinden maksad, kendilerinden bekleneni yerine getirenlerdir. Aslında bu da izafî bir kavramdır. Kimden, nerede, ne, nasıl ve neler beklenmekte? Bütün bu sorulara şahısların husûsî durumları ve içinde bulundukları şartlar hesaba katılarak cevap verilebilir. Bu hususla alâkalı objektif kaideler vaz’ etmek mümkün değildir. Ancak, bu işin asgarî şartı, insan duygu ve düşüncesinin hep Allah’a ve Rasulü’ne hizmet etrafında dönüp durmasıdır. Zaten bu genel düşünce korunduktan sonra, onun hayata yansıması gayet kolay olacaktır. Aksi halde, yani düşünce kaymalarının içine girildiğinde, teminat altında olmayı beklemek bence hayaldir. Mesela, insan: “bir an önce okulumu bitirip evlensem, iş sahibi olsam, hayat düzenimi kursam” düşüncelerinin esiri haline geldiyse, onun rantabl hizmet etmesi mümkün değildir. Bu evlenme ve iş sahibi olmanın mahzurlu olduğu anlamına gelmez. Belki yukarıda ifade ettiğimiz gibi bu, bir düşünce kaymasıdır ki, böylelerinin genel hizmet düşüncesini koruyabileceği kanaatinde değilim. Kaldı ki Bediüzzaman bu değer yargısını, kendisi ile birlikte bu dâvâ uğrunda çile çeken, hapishanelerde yatan, işkence ve eziyetlere maruz kalan arkadaşlar için söylüyor. Onun için, bu beşaretin va’dettiği neticeyi elde etmek isteyenler hizmet düşüncesini her halükarda korumak zorundadırlar. Bundan sonradır ki, ardından İslâm cevaz verdiği ölçüde -maddî, manevî istikametlerine halel vermeden- zevk ve lezzet verici şeyler içine girebilirler. Yani, evvelâ onlar, dünya-ahiret dengesini korumalılar ki hem Allah’ın hoşnutluğunu kazansınlar, hem maddî-manevî musibetleri engelleyici ilahî şemsiye altına girebilsinler, hem de toplumun beklentilerine cevap verebilsinler.
Üstad Bediüzzaman Hazretlerine saygı ile dopdolu ve hayatta iken kendisini ziyaret eden bahtiyarlardan birisi, bana bir rüyasını anlatmıştı. Bilinmesinde fayda mülâhaza ettiğim için, şimdiye kadar birkaç defa anlatmış olmama rağmen, müsaadenizle bir kere daha anlatmayı düşünüyorum. Rüyada Anadolu’nun her tarafını bir baştan bir başa seylaplar kaplamış ve âdeta Nuh tufanı gibi, önüne kattığı herşeyi sürükleyip götürüyor. Koca koca binaları, büyük büyük blokları seller, birer kütük gibi sürüklüyor. Ümit adına herkesin sarsıldığı ve yeis girdabı içinde panik yaşadığı bir anda, nereden ve nasıl çıktığı belirsiz şekilde birden bire Üstad Bediüzzaman beliriverir. Çelik-çavak hareketleri ile Türkiye’nin dört bir bucağında açılmış olan yurtları, okulları, kursları dağdan kaya koparıyor gibi kucaklayıp, selin önüne koyar.. ve bu sayede sel durur; orada bir baraj oluşur ve her taraf eski halini alır. Rüyayı tabir etmeme gerek yok zannediyorum. Hıçkıra hıçkıra ağlayarak anlattı o zat bana bu rüyasını. Evet, Anadolu’da ve hususiyle Güneydoğu’daki azgın bir şekavetin yegane çaresi eğitim ve kültürdür. Aksi halde, bu iki toplumu birbiriyle bütünleştirecek, birleştirecek ortak paydalar bulununcaya, bulunduktan sonra da onların üzerinde anlaşılıncaya kadar problemler devam edeceğe benzer.. Keşke, ekonomik, güvenlik vs. alanında yapılan uygulamalar gibi, gerçek çözüm adına, ortaya konan bu teklifleri de devlet destekleyebilseydi..! Zannediyorum hem daha kısa zamanda hem de daha kalıcı ve köklü çözüme gidilebilecekti. O günlerin uzak olmaması dileğiyle..
Düşünce, Aksiyon’un Bir Buudu mudur? Düşünce aksiyonun bir buudu olarak kabul edilebileceği gibi, bazı yönleriyle onun önünde de olabilir. Evet, düşünce sessiz bir aksiyondur ve hayata tatbik, amel, hamle mânâsındaki aksiyonun önündedir. Çünkü düşünce, aksiyondan daha derin ve daha engindir. Değişik platformlarda Müslümanlar, hizmete ait meseleleri oturup konuşuyor ve değişik kararlara varıyorlar. Yani her meseleyi meşveret ediyorlar. Bazıları da okulda, yurtta, evde, çarşıda farklı işlerle de meşgul oluyorlar. Aklınıza gelebilir ki, acaba ikinciler, birincilerin bir adım önünde mi?. Hayır, meşveret, işlerin düşünce planında ele alınması, fizibilitenin yapılması demektir. Bunlar çok önemli şeylerdir ve kat’iyen toy dimağların, tecrübesi ve bilgi birikimi olmayan insanların yapacağı şey değildir. Öyleyse hamle öncesi bu işlerin planlanması, uygulamadan geri olmadığı gibi, ileridir bile denebilir. Hatta, hareket planında bir işi gerçekleştirenlerin yaptıkları şeyler; başyücelerin ortaya koyduğu stratejiler, fizibiliteler, plan ve projeler yanında çok sönük kalabilir. Mesela, savaş esnasında orgeneraller, korgeneraller çok iyi savaşçı olmalarına rağmen, silahı eline alıp savaşmazlar. Cephe gerisinde kalıp askerî stratejiler üretirler.. onların verdikleri kararlarla bir savaşın, binlerce askerin hatta bir milletin, bir devletin kaderi belirlenir. Dolayısıyla, bu komutanlar kadrosunun, yapageldikleri işler hafife alınamaz. Hatta düşman cephenin ilk planda hedefi bu kumandanlardır. Onların yok olması, ordunun yok olması mânâsını taşır ve bu da düşman adına galibiyet demektir. Onun için savaş esnasında komutanlar sıkışırsa, rütbelerini söker, er veya astsubay elbiseleri ile meydana atılırlar. Çünkü onlar ne kadar büyük görünürlerse o kadar boy hedefi sayılırlar. Netice itibariyle, yukarıda arzetmeye çalıştığımız gibi düşünce, aksiyonun çok çok önünde ve üstündedir.
Mesleğimizin esasları olması sebebiyle medreseyi, tekyeyi ve kışlayı çok seviyorum. Evet, bunları hem dinî ilimleri hem müsbet ilimleri hem de kâinata ait meseleleri şerh ve izah etmesi yönüyle bir vahidin iki yüzü gibi görüyorum. İnsanı insanlık semalarına çıkartan ruhu esas alıp, onu geliştiren tekyeyi, mânâsıyla, muhtevasıyla ve bütün derinliğiyle ayrı bir alâka ile karşılıyorum. Kışlayı, disiplini hayatın vazgeçilmez bir buudu olarak ele aldığı, hatta bunu insanın fıtratının bir yanı haline getirdiği için seviyor ve kendime çok yakın hissediyorum.
Sahabe ile Beraber Olabilmek İçin... Hz. Osman, Abdurrahman b. Avf vs. gibi servet sahibi nice zenginler, Allah Rasûlü (s.a.s) döneminde rahat ve rehavet içinde yaşayabilirlerdi. Ama yaşayamamışlardı. Evet, onlar kumların üzerinde herkes gibi yatıp kalkmayı, bir kuru ekmekle karın doyurmayı tercih etmiş, “dünyadaki hayatınızda bütün güzel şeylerinizi harcadınız” ayetinin tokadından şiddetle sakınma mülâhazasıyla bunları ahirete bırakmışlardı. Şimdi, devran döndü, bize geldi. Bütün cazibesi, süsü ve zineti ile dünya hayatının bizi çağırıp bağrına bastığı günümüzde, bizlerin “Biz burada doymak için değil, tatmak için varız.. doymayı öbür âleme bırakıyoruz.. İslâm’a omuz verilmesi gerekli dönemde bedenî hazları terke karar vermişiz, kalb ve ruhun derece-i hayatına ulaşmak hedefimizdir...” diyerek, tıpkı Hz. Osman’ların, Abdurrahman b. Avf’ların yaşadıkları hayatı herşeye rağmen deyip iradî olarak tercih etmeliyiz. Aksi halde ötede, onlarla beraber bulunmak bir hayli zor olacaktır. Hem, inanç, duygu, düşünce ve fedakârlık çizgisinde sahabe ile buluşmadıktan sonra, onlarla aynı safta haşr ü neşr olmak nasıl mümkün olacak ki?..
Geçenlerde kendileri ile tefsir, fıkıh, hadis okuduğumuz arkadaşlarla bir araya gelmiştik. İhtimal hepsinin düşüncesi adına bir sözcü ayağa kalktı ve: “Üzerimizde o kadar hakkınız var. Size karşı bu hakkımızı nasıl ödeyecek ve sorumluluğumuzu nasıl yerine getireceğiz?” dedi. Cevaben dedim ki: “Hayır! Yüzlerce defa hayır! Kat’iyen benim sizin üzerinizde bir hakkım söz konusu olamaz. Vakıa, sizin öyle düşünmenizde bir mahzur yoktur ve öyle düşünmekle Allah karşısında hata işlemiş olmazsınız ama; ben, böyle birşeyi değil düşünmek, aklımdan bile geçirsem, en büyük haksızlığı irtikap etmiş olurum.” Evet, sorumluluğumu yerine getirirken, başkalarına sorumluluk yükleyemem. Herkes ne biliyor ve ne kadar biliyorsa, onu öğretmekle mükelleftir. Aksi halde insan, ayet ve hadislerde, “zecr” ifadeleriyle anlatılan hakikatleri ketm etme durumuna düşer ki, Allah böyle bir âkıbetten hepimizi muhafaza buyursun.! Evet, düşüncelerin tashihi bence çok mühimdir. Zira amelde sırat-ı müstakîme ancak doğru düşünce ile ulaşılabilir.
Taklid, her ne kadar iman ve imana müteallik hususlarda, bir ölçü kabul edilse de, amel ve muamelatta aynı şekilde düşünmek zordur. Çünkü amel, hele ibadetlere yansıyan şekliyle bütünüyle şuur demektir.. daha doğrusu öyle olmalıdır. Benim başımdan geçen bir hadise var ki, bunu zaman zaman hatırladığımda kısmen güler, kısmen içine düştüğümüz şuursuzluktan dolayı ağlarım. Bir hac esnasında, Kâbe’nin üst katlarında M. Ali Hocayla birlikte oturmuş metafta tavaf edenleri seyrediyorduk. Kâbe’nin, zemzem tarafında; Suudların yaptıkları ahşaptan bir minber bulunuyordu ve üzeri de branda ile kapatılmıştı. Kapalı şeyler mehabet arzettiğinden midir nedir, M. Ali Hoca’ya “şimdi şeytan birini yoldan çıkarır da gelir minbere elini sürer ve arkadan gelenler de tıpkı Hacerü’l-Es’ad’a olduğu gibi, onda da bir keramet vardır deyip, ellerini sürmezler mi?” demeye kalmamıştı ki oradan geçen birisi, elini ardından yüzünü minbere sürüvermez mi?. Ve arkadan gelenlerin çokları “aslı-faslı var mı?” demeden minbere ellerini, yüzlerini sürmeye başladılar. Şimdi güler misin, ağlar mısın? Demek ki insanların ibadet eksenli yanlışlıklara kayması daha çok olabiliyor. Şimdilerde de bazılarını görüyorum, benim namazda bazan heyecanlarımı tutma gayretime rağmen tutamadığım anlarda yaptığım hareketleri yapıyorlar. Yani, ben içimdeki vesveseleri ve namazın huzuruna muhalif düşünceleri bir kenara atmak için gayri ihtiyarî bazı hareketlerde bulunuyorsam takliden bazı arkadaşların da aynı hareketleri yaptıklarını görüyorum. Halbuki herkesin şeytanla mücadele şekli farklıdır. Namaz içinde bana gelen vesveseler sana gelmiyor olabilir! Dolayısıyla ben, namazdaki derinliğime göre, başımı değil kendime hakim olamayıp yumruğumu bile sallayabilirim. Veya hayal hânemin genişliğine göre, şeytanın farklı taarruzlarına karşı farklı farklı şekillerde mücadele edebilirim. Şimdi burada esas olan şudur: Biz, namazı “beni nasıl namaz kılıyor görüyorsanız öylece kılın” buyuran Nebiler Serverinin vaz’ ettiği ölçüler içinde kılmakla mükellefiz. Biz dini ve tüm dinî değerleri kendi orijini ile muhafaza etmeye mecburuz. Bu açıdan arkadaşlarımız çok dikkat etmelidirler. Aksi halde, Allah: “Nereden çıktı bu baş sallamalı namaz?” diye sorabilir ve Rabbin huzurunda haceletten iki büklüm oluruz. Kaldı ki, nice vecd ve mevâcîd insanları var ki, namaz içinde bir pervane gibi dönebilirler. Evet ben böylelerini gördüm. Namazda kendinden geçmiş, bir meczup Mevlevî gibi dönüyor. Şimdi o dönüyor diye biz de mi döneceğiz? Rica ederim, bu ve buna benzer şeyler iradî ve kasdî olmadığında günah sayılmasa da, iradî olduğunda mutlaka mes’ul oluruz. Sonuç olarak taklidin her çeşidinden olabildiğince sakınıp, tahkikin zirvelerine çıkma her zaman hayatımızda belirlediğimiz hedef nokta olmalı. Hele bu niyeti bir yapalım, peşinden azim ve kararlılıkla yola düşelim, bakalım “Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler.”
“Dini İnceleme İhtiyacı Duyuyorum” Allah bu kudsî dâvâya gönül veren insanlara öylesine hizmetler gördürmüştür ki, zannediyorum bu iş takılıp bir yerde kalsa ve daha başka hiçbir şey yapılmasa, bu hayırlı hizmetlerle milyonlarca insan cennete girebilir. Yani Allah o engin lütfu ve merhameti ile, nam-ı celil-i Muhammedî’nin dünyanın dört bir yanında bayrak açması için gayret gösteren bu arkadaşları bütünüyle cennetine koyabilir... Buna rağmen, arkadaşlara bakıyorum da, hâlâ hepsi çok heyecanlı, hırslı ve gayretli. Öyleki, başarı ile neticelenen her hizmet, onlarda daha bir hizmet aşkının canlanmasına vesile oluyor. Dün Orta Asya, Avrupa, ABD derken, şimdi atlarının yönünü âlem-i İslâm’a çevirmiş, Pakistan, Bangladeş, Mısır diyorlar. Evet, Allah’a hamd ü senalar olsun; onların bu gayretleri neticesinde, bu ülkede çok şeyler aşıldı. Dün husûmetten başımızı kaldırıp, etrafımıza bakamıyorduk. A’dan Z’ye sanki herkes bize düşmandı. Şimdi öyle mi ya!. Bu heyet-i âliye âdeta bir cazibe merkezi haline geldi. Herkes, bizim kendilerine doğru atacağımız bir adımı bekliyor. Bugüne kadar olan yanlış davranışlarından dolayı da özür diliyor. Yaptıkları yeni teşebbüslerde, bizden destek bekliyor. Hatta senelerce dine, imana düşman tavır takınan birisi, “Bugünlerde dini yeniden inceleme ihtiyacı duyuyorum ve Hocam’a selam söyleyin” diyor. Evet, bütün bunlar gerçek.. ama, hiç kimse bunlardan kendine bir pay çıkarmasın. Bunlar Rabbimizin bize lütûf ve ihsanları. Ve ben, bu lütûflar karşısında sertliğini koruyacak, hakikate karşı mukavemet edecek tek bir gönül düşünemiyorum. Bütün ruh u canımla inanıyorum ki bir gün bütün gönüller durumlarını bir kere daha gözden geçirecek ve gerçeğe yöneleceklerdir. Yeter ki bu işi Mevlânâ’lar gibi, Yunus’lar gibi temsil edebilelim.. temsil edip takılıp yolda kalmışlara, rehber olalım.. onların ellerinden tutup kaldıralım ve onlara evc-i kemâl-i insaniyete çıkan yolları gösterelim. Eğer biz bunu yapabilir, bu baldan bir kere de onların tatmalarını sağlayabilirsek, göreceksiniz “Parmağım aşkın balına, bandıkça bandım bir su ver” diyecek ve bu yoldan bir daha da ayrılmayacaklar. |