YAKÎN

Yakîn, şekten, şüpheden kurtulmak; doğru, sağlam ve kesinlerden kesin bir bilgiye, hem de herhangi bir tereddüt ve kuşkuya düşmeyecek şekilde ulaşmak, bütünleşmek demektir. Yerinde îkân, istîkân ve teyakkun da diyeceğimiz yakîn, ma’rifet yolcusunun ruhânî seyahatında erip zevkettiği ma’nevî bir makamdır; aynı zamanda, derece, mertebe, terakkî ve inkişâfa açık varlıklar için söz-konusudur. İçinde derece ve mertebelerin bulunmadığı, onun için inkişâf ve terakkînin bahis mevzû olmadığı ilm-i ilâhî için yakîn kat’iyen söz konusu değildir. Bir kere ilâhî isimler tevkîfîdir.. ve gaybın lisân-ı fasîhi Hz. Şâri’ tarafından -tabiî kendisine verilen vâridat ölçüsünde- nelerden ibâret olduğu bildirilmiştir ama, bunlar arasında, yakîne kaynaklık yapabilecek “mûkin” diye bir isme rastlanmamaktadır. Sâniyen yakîn, şek, şüphe, tereddüt şânından olan nesneler hakkında kullanılır; Zât-ı Ulûhiyyet ise bunlardan münezzeh ve müberrâdır.

Hakîkat ehlince yakîn; îmân esaslarını ve bilhassa, îmânın kutb-u a’zâmını, aksine ihtimal vermeyecek şekilde bilmek, kabullenmek, duyup hissetmek ve onun insan benliğiyle bütünleştiği irfan ufkuna ulaşmak demektir. Onu, îmânda delîl ve bürhanları aşarak, “latîfe-i rabbâ-niye” yoluyla gaybları müşâhede, eşyânın perde arkasını murâkabe ve sırları muhafaza şeklinde de târif etmişlerdir. Ona, bütün bilgi kaynaklarını, bütün müşâhede ve murâkabe yollarını kullanarak varılan noktalar ötesi nokta -ki, o nokta bir yönüyle intihâ, diğer yönüyle de ibtidâ sayılır- demek, zannederim daha uygun olur. O noktaya ulaşan hakîkat eri, sık sık sonsuza yelken açar.. kalben mi’râca, rûhen “ -Ne göz kaydı ne de haddi aştı” (Necm, 53/17) ufkuna ulaşır.. pâr pâr yanan ilâhî tecellîler kehkeşânları arasında seyahat eder ve “âyetü’l-kübrâ”yı heceleyecek lisân, görüp duyacak sem’ u basarla taltif edilir. Yani sonsuzluk yolcusunun kâinat kitâbını tekrar ber tekrar mütalâa, eşyâyı tekrar ber tekrar hallac etmesi neticesinde, büyük-küçük her varlık üzerinde, Allah’a mahsus taklid kabul etmez sikke ve tuğrâların ifâde ettikleri ma’nâları.. âfâkta ve enfüste müşâhedesine takdim edilen ibret levhalarını seyr ede ede ulaşılmaz perde arkası sırların inkişâfına.. hayatını vahyin tılsımlı ve aydınlık ikliminde sürdüre sürdüre insânî güçle aşılamayan ve ihâta edilemeyen “kenz-i mahfî”nin tenezzül dalga boyuyla kalpte tecellîsine.. ve bu kaynaklardan süzülüp gelen ışık dalgaları mahiyetindeki vâridâtı göz, kulak ve diğer latîfelere hem de hiç kırmadan, değiştirmeden aksettiren vicdan menşûrunun iş’âr ve işâretlerine âşina olması, duyup hissetmesi, zevkedip tatmasıdır ki, ancak, çok hususî ma’nâda Allah’a yakın olanların lütuflandırılacakları bir keyfiyettir.

Yakînin en azı bile, kalbi nurlarla dolduracak, tereddüt sis ve dumanlarını silip süpürecek ve insanın iç dünyâsında, sevinç, itmi’nân ve revh u reyhân esintileri meydana getirecek kadar güçlüdür. Hz. Zünnûn’un da dediği gibi; yakîn, kalbi ebediyet arzusu ve sonsuzluk emeliyle coşturur. Bu yüksek duygu ise, insanda zühd düşüncesini uyarır ve geliştirir.. zühd yamaçları hikmete açık düşünce kuşaklarıdır.. zühdle kanatlanıp hikmete ulaşan ruh, benliğine âkıbet mülâhazasını perçinler ve hâkim kılar.. ukbâ mülâhazasıyla oturup kalkanlar ise, halk içinde olsalar dahi hep Hakk’la beraberdirler.

Yakînin başlangıcı, perde aralanması berzâhı, iki adım ötesi mükâşefe -kalbin ilâhî tecellîlerle doygunluğa ulaşıp, şüphe, tereddüt ve bütün kuşkulara kapanması ki; bu noktaya ulaşanlardan bazıları: “Perde açılsa yakînim ziyâdeleşmez” demişlerdir- eşyânın hakîkatını renkler ve keyfiyetler üstü tüllendiği bu iklimden iki soluk sonra da müşâhede -gözle görülmemişler, kulakla işitilmemişler ve insan tasavvurlarını aşan mevhibeler âleminde seyahat- ufkudur.

Yakîn mebde itibâriyle kesbî, müntehâ ve netice itibâriyle de bedîhî, lutfî -kesbî sözüyle, Ehl-i Sünnet imamlarının; eğilim ve eğilimdeki tasarruf dedikleri cüz-î irâde ve onun taallukunu kastediyorum- ve mutlaka ma’rifet vizelidir. Ma’rifet; bakış zâviyesi, isabetli nazar, dupduru niyet ve sâlikin delîllerle buluşup tanışmasına, Allah ihsânının iktirân etmesiyle meydana gelir, billûrlaşır, benliğin bütün derinliklerini aydınlatır.. derken dört bir yandan insan rûhuna ışıklar yağmaya başlar.. varlığın her ufkunda peşipeşine şafaklar sökün eder.. meşrıkların yanında mağribler de ağarır ve istidâdına göre her fert, kendini ışıklarla muhat bir nokta gibi görür rûhunun derinliklerinde, kesret dağdağasının silinip gittiğini müşâhede eder ve herşeyin bir vahdet zemzemesi içinde zevke inkılab ettiğini duyar ve yaşar...

Evet, yakîn, başlangıcı itibâriyle, biraz tozlu-dumanlı, dolayısıyla da huzursuzluk esintilerine açık geçer; neticesi itibâriyle ise, tasavvurlar üstü bir huzurla iç içedir. Mebde ve müntehâdaki bu farklılığı göremeyenler, yakînde hatarât, huzurda tavattun ve emniyet varolduğu iltibâsına düşmüşlerdir. Oysa ki mes’ele, tamamen bir mebde ve müntehâ mes’elesi.. hatarât ise "AYET"  fehvâsınca herkes için bahis mevzûu.. tavattun ve emniyete gelince onlar, Allah’ın yakîn seralarında yetiştirdiği inâyet turfandalarıdır.

Bir kısım Kur’ân âyetlerinde işâret buyurulduğu gibi, yakîn, tasavvuf erbâbınca üç bölüm içinde mütâlaa edilmiştir:

1- İlme’l-yakîn ki: Apaçık delîl ve bürhanların aydınlık dünyâsında, o delîl ve bürhanlar vesâyasında hedeflenilen hususlarla alâkalı en sağlam inanç ve en kesin iz’âna ulaşma keyfiyeti..

2- Ayne’l-yakîn ki: Keşif, müşâhede ve duyup hissetmenin, rûha kazandırdığı engin ve tarifler üstü ma’rifete ulaşabilme hâli..

3- Hakka’l-yakîn ki: Perdesiz, hâilsiz; aynı zamanda kemmiyetsiz, keyfiyetsiz ve tasavvurları aşan sırlı bir maiyyeti ihrâz mazhariyetidir.. bazıları bu mazhariyeti, kulun, benlik, enâniyet ve nefis cihetiyle fenâ bulup Zât-ı Hakk’la kâim olması şeklinde de yorumlamışlardır.

Bu üç husûsu, avamca şöyle bir misâl ile anlatmak da mümkündür: Bir insanın ölmeden ölümü bilmesi “ilme’l-yakîn”, gözünden perdenin kaldırılıp canını almaya gelen melekleri görmesi, sekerât öncesi bir kısım metafizik hâdiselere şâhit olması “ayne’l-yakîn”, ölümün kendine has keyfiyetini tadıp duyması da “hakka’l-yakîn”dir. Buna göre bir insanın, ilmî istidlâl yoluyla herhangi bir mevzûda elde ettiği kesin bilgiye ilme’l-yakîn, gözüyle, kulağıyla ve diğer sâlim duygularıyla ulaştığı ma’rifete ayne’l-yakîn, istidlâl ve müşâhade üstü ve doğrudan doğruya onun vicdanına gelen, vicdanından fışkıran ve bütün zâhir-bâtın duygularının ufkunu saran irfâna da hakka’l-yakîn denir.

Yakînin, husûsiyle de hakka’l-yakînin, hakâik-i mücerredeye tatbîkine gelince, yukarıdaki mülâhazalarda da işaret edildiği gibi, o, tamamen hâlî, zevkî bir mes’eledir.. ve bundan öte fazla bir şey söylemek de bizim boyumuzu aşar.