SEKÎNE VE TUMA'NÎNE VEYA İTMİ'NÂN

Sekîne; sukûn kökünden, vakâr, ciddiyet, mehâbet, ünsiyet, dalgaların dinmesi ve sakinleşme ma’nâlarına gelir ki, hafiflik, huzursuzluk, kararsızlık ve telâşın zıddıdır. Sekîne, tasavvuf erbâbınca; gaybî vâridatla kalbin oturaklaşmasıdır ki, böyle bir kalp, sürekli bir dikkat ve temkin içinde öteleri kollar, sermedî esintilere açık bulunur ve itmi’nân etrafında dolaşır.. bu makam aynı zamanda “ayne’l-yakîn” mertebesinin de başlangıcıdır. Bu i’tibârla da, çok defa ilim yoluyla gelen vâridatla basîretin avladığı şeyler birbirine karışır; muvakkaten müşâhede ufku buğulanır; bundan da bir kısım iltibaslar doğar.

Sekîne, bazen, sezilip-sezilmedik gizli işaret ve emâreler şeklinde zuhûr eder; bazen de bizim gibi avamdan insanların bile tanıyıpbileceği kadar açık tecellîlerle gelir. Sekîne ve ona refreflik eden işaret ve emâreler ister vicdan kulağına fısıldanan birer ma’nevî esinti, birer ilâhî nefha gibi ancak çok dikkatle sezilebilecek türden olsun, isterse, İsrailoğullarına ihsan edildiği gibi herkesin görebileceği şekilde ve hârikalar izhâr ederek gelsin, gelsin ve sekîne erbâbı arasında bulunsun -Üseyd b. Hudayr'ın Kur'ân okuduğu esnada ve daha başkalarını farklı durumlarda bürüyen buğusu şeyler hatırlansın kendini hissettirsin, kuvve-i ma’neviyyeyi kanatlandırsın ve irâdelere fer olsun, o her zaman, “îmânlarına îmân katmak için mü’minlerin kalblerine sekîne ve emniyet indiren O’dur” meâliyle ifâde edeceğimiz  (Fetih, 48/4) âyetiyle anlatılan, aczini-fakrını müdrik ve ihtiyaçlarının şuurunda olan mü’minlere medâr-ı şükran ve medâr-ı şevk olmak üzere ilâhî bir te’yiddir. Bu te’yide mazhar olmuş bir mü’min artık dünyevî korku, tasa ve endişelerle sarsılmayacağı gibi, aynı zamanda onunla iç ve dış âhenge ulaşır ve bir huzur insanı haline gelir.

Sekîneye mazhar bu âhenk ve huzur insanı, davranışları itibâriyle vakûr, emniyet telkîn edici, inandırıcı ve ciddî, iç âlemi itibâriyle ve Allah’la münâsebetleri açısından da temkinli, dikkatli, benlik, çolpalık ve şatahat düşüncesinden uzak ve bektâşiyâne hezeyanlara karşı da hep kapalıdır. Her vâridat ve her inşirâh veren esintiyi O’ndan bilir, edep ve şükranla iki büklüm olur, her huzursuzluk ve tatminsizliği de mahiyetindeki boşluklarla irtibatlandırır, kendini sorgular ve nefsiyle hesaplaşır.

Tuma’nîne veya itmi’nân, tam sukûn, tam oturaklaşma ve kalbî hayat adına gelgitlerin bütün bütün sona ermesi şeklinde ta’rîf edilmiştir ki, o da, itmi'nânın sekîne üstü bir hâl olduğunu göstermektedir. Sekîne, nazarî bilgilerden kurtulup, gerçeğe uyanma mevzuunda bir başlangıç ise, tuma’nîne bir nihâî nokta ve bir son duraktır.

Tasavvuf erbâbının, tuma’nîne üstünde gösterdikleri “râdiye” ve “merdiyye” dereceleri itmi’nânın, ebrâra âit birer buudu ve rızâ semâsının iki derinliği; “mülheme” ve “zekiyye” de onun mukarrabînle alâkalı, zor idrâk edilir iki diğer mertebesidir.. ve vâridatı gibi bişâreti de hem çok hem de dupdurudur.

Sekîneye mazhar ruhlarda, yer yer ters akıntılar kendisini hissettirebilir, ama tuma’nîne de herşey rayına oturmuşluk içinde cereyan eder; kalp tıpkı bir kıblenümâ gibi sürekli Hakk hoşnutluğunu gösterir ve vicdan ibresinde de en küçük bir sapma olmaz. Bu öyle yüksek bir “yakîn” mertebesidir ki, bu mertebede seyahat eden ruh, her konakta ayrı bir “-İsterim ki kalbim itmi’nâna ulaşsın” (Bakara, 2/260) gerçeğine şâhid olur ve her menzilde ayrı bir vâridatla taltif edilir. Dolaştığı her yerde “ -Hak dostları için ne bir korku vardır ne de onlar tasalanırlar..” (Bkz. Bakara, 2/62, 112, 262, 274, 277) nefehatını duyar.

“-Onların üzerine melekler iner ve derler ki: Korkmayın! Tasalanmayın, size va’dolunan cennetle sevinin!” (Fussilet, 41/30) bişâretini hisseder, “-Biliniz ki, kalbler ancak, Allah’ın zikriyle huzura erer” (Ra’d, 13/28) kevserini zevk eder, tabiat ve cismaniyet üzerinde yaşar.

Tuma’nîne, insanın sebepler üstü ve vasıtalar ötesi bulunmasının ünvanıdır. Akıl, tabiatüstü seyahatini bu mertebede noktalar.. ruh, bu noktaya ulaşınca dünyâ kaygılarından kurtulur.. his, bu sihirli konakta bütün aradıklarını bulur ve damla iken deryâ olur.

Bu mertebeyi elde etmiş kimsenin ünsü “üns-Billah” şevki “şevk-İlâllah” bekâsı “bekâ-Billah” kelâmı da “maa-Allah”dır. O, kendine aralanan bu panjurdan, kendi sınırlılığı içinde sınırsız görmeye, sınırsız işitmeye ve sınırsız iktidara ulaşır.. ulaşır da, herkesin bocaladığı, şaşkınlığa düştüğü en girift, en karmaşık hâdiseler girdabından dahi bir solukta sıyrılıp çıkar.

Böyle bir ruh, dünyevî telaş ve endişelerden kurtulduğu gibi, herkesin korkup tir tir titrediği ölüm ve ölüm ötesi handikapları da “  -O senden, sen de O’ndan hoşnud olarak dön Rabbi’ne” (Fecr, 89/28-30) iltifat ve teveccühleriyle gülerek karşılar ve ölümü var olmanın en tatlı, en imrendirici neticesi olarak görür. O, ölümle noktalanan dünyâ hayatından sonra -İbni Abbas’ın mezarının başında duyulduğu gibi- her menzilde (Fecr, 89/28-30) fermânını işitir, kabir hayatını cennet yamaçlarında geçirir, mahşeri bir hayret ve hayranlık olarak duyar, mizanı bir mehâfet ve mehâbet neşvesi içinde yaşar, köprüyü de mecburi istikamet olduğu için geçer.. geçer ve ruhunda itmi'nâna ermiş gönüllerin karargâhı olan cennete ulaşır.

Böyle bir ruh için dünyâ affa giden yolda hazırlanmış bir Arafat, ondaki zaman, büyük bayram için bir arefe, ukbâ ise bayramlar bayramıdır.