CEZBE, İNCİZAP

Çekme, çekip kendine bağlama, kendinden geçme ve rûhî heyecan sözleriyle ifadelendireceğimiz cezbe tasavvuf ıstılahında, Allah’ın kulunu kendine çekmesi, bundan doğan vecd hali ve sâlikin beşerî sıfatlardan sıyrılarak İlâhî vasıflarla -ahlâk-ı âliye-i Kur’âniye de diyebiliriz- ittisafı ve tecelliyât-ı Celâl ile vahdeti duyup hissetme veya müşâhedesidir ki, bu tecellîlere ma’kes olan pâk ve müstaid ruh, kendini ötelerden kabarıp gelen dalgaların gel-gitlerine salar; tıpkı yüzme ameliyesiyle bütünleşmiş iyi bir yüzücü gibi, endişesiz, korkusuz, telaşsız ve derin bir teslimiyetle; bazen de şevk u tarâb içinde yüzerdurur.

Cezbe, insanın özüyle irtibatlı “ile’l-merkez-merkez çek” bir kuvve-i kudsiye tarafından, yine onun yaratılış gayesine ve mahiyet ibresinin gösterdiği ufka doğru bir çekme ve cezbetme ise; incizab, ruha vârid bu davete, onun karşı koymadan “severek, isteyerek geldim” demesidir.

Cezbe, esbab-ı âdiye ile elde edilemeyecek kadar büyük bir mevhibe ve mazhariyettir; bu mazhariyetin biricik sebebi de cebr-i mukaddes ve ihtiyar-ı mübecceldir. Evet, hem cezbeyi kucaklayacak ruhdaki istidat ve gönüldeki safvet, hem de maâliyâta namzed bu nezih fıtratın ikinci bir mevhibe ile şereflendirilmesi, ikisi de Hakk’a aittir. “ -İşte bu Allah’ın bir fazlıdır; onu dilediğine verir..”(Hadîd, 57/21) verir de bir “ân-ı seyyâle” içine, koca zaman parçalarını ve onlardaki şuunâtı sığıştırır, bir tek adıma cennetlere ulaşma gücünü bağışlar ve bir nazara kömürü elmas haline getirme kabiliyetini bahşeder.

Evet, insan iradesiyle, aşılması imkânsız gibi görünen çok uzun mesafeler, çok baş döndürücü irtifalar, Hakk’ın cezbedip yükseltmesiyle, mi’rac gibi bir hamlede, bir nefhada oluverir. Bu ma’nâya işaret içindir ki, bir mübarek sözde şöyle denmiştir: “   -Hazret-i Rahmân’ın cezbelerinden tek bir cezbe ins-ü cinnin amel (leriyle elde edilen kurbete) denktir.”

Hakk’ın cezbiyle ruhlarında, îman-İslâm-ihsan esrarını duyan münceziblere “Üveysî meşreb” denir ki, bunların bütün duygu, düşünce, hissiyat ve davranışları, o kudsî cezbe ile müncezib olmaları sayesinde hep istiğrak ve hayret içinde geçer.

Bazen de, cezbe ile, riyazat ve ibadet arasında “devir” gibi bir salih daire teşekkül eder; Hakk yolcusu, ibadet ve riyazeti ölçüsünde cezbe ile taltif edilir ve cezbesi nisbetinde de kendini riyazet ve ibadete verir. Şer’î kıstaslar ibresinin gösterdiği istikamette hareket edildiği sürece de bu alışveriş ve bu doğurgan teselsül devam eder. Aksine, Mişkât-ı Muhammed (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ)’nın nûrefşân ikliminden uzaklaşıldığı ölçüde de çeşit çeşit iltibaslar baş gösterir, lâubâlilikler zuhur eder ve şer’î mükellefiyetlerin hafife alınması gibi zulmânî hallerle karşılaşma “fâsit daire”leri içine girilir.

Her şeyden evvel cezbe bir istidat ve bir ilk mevhibedir.. Allah’ın bu ilk cebrî atâsı olmadığı takdirde, Hakk yolcusu, mücerred riyazet, ibadet ve tasfiye ile ne o cezbeyi elde edebilir, ne incizâba erebilir ne de “ism-i vedûd”dan süzülüp gelen ışıkla kâinat çehresindeki cezb u incizâb dalgalanmalarını görüp anlayabilir.. ve böyle birisine, “hiçbirşey değil” denmesi doğru olmasa bile, ciddî bir şey olduğunu söylemek de oldukça zordur.

“Cezbe-i aşk olmayınca neylesin şeyhim beni,
Hakk’tan ilham gelmeyince neylesin şeyhim beni..!”
Yunus

Cezbe insanı, bazen, kendini feyz-i ilâhî muhitinde, müstağrak görerek, dünyayı da, ukbâyı da, dünya ve ukbâ ile münasebetlerini de öyle bir nisyana gömer ki, artık O’nun tecellîlerinden başka birşey göremez.

“Bir cezbe verdi tab’ıma bahrin hurûşu kim,
Sandım muhît-i feyz-i ilâhî hayâlimi...”
Muallim Naci

der ve kendini, kendi gibi diğer şeyleri de o Cazibedâr-ı Mukaddes’in cezbiyle mest ü sermest görür. Evet, “muhabbet-i ilâhînin cezbesinden ve şarab-ı muhabbetden herkes ve herşey mesttir: Felek mest, melek mest, nücûm mest, semavât mest, şems mest, kamer mest, zemin mest, anâsır mest, nebat mest, şecer mest, beşer mest ve baştan başa bütün canlılar mesttir.”

Cezbe iki türlü olur:

1. Hafî (Gizli olanı) ki: Cezbeli Hakk’ı sever. Hakk’ın emirlerini yerine getirmekten derin bir zevk alır ve sürekli daha derin bir haz kaynağına doğru çekildiğini hisseder.

2. Celî (Açık olanı) ki: O, her an daha da inkişâf eden, daha da büyülü bir hal alan, çok derin bir duyuş ve sezişle, O Mutlak Cazibedâr’ın cezbiyle, üns, huzur ve itmi’nân tüten sırlı bir dünyaya müncezib olduğunu duyar ve hep meczûb olarak yaşar.. tabiî, halden anlamayanlar, onun hayatındaki televvünâta bakar ve onu deli sanırlar. Bu hal ve bu iltibâsı ifâde etmesi bakımından, Abdülaziz Mecdi Efendi’nin, cünûn redifli şu gazeli oldukça manidârdır:

“Cezbe derler bir cünûn vardır fevz-i emin
Bundan eyler îtilâ bâlâyâ esrar-ı cünûn”

Evet, cezbenin zahiren cinnete benzeyen yanları vardır; ama yine de ikisi birbirinden çok farklı şeylerdir. Cezbe tecellileriyle halden hale intikal edip duran meczûbun idraki, ya kayıp normal beşer idrakinin altına düşer, düşer de, ondan hiss-i selim, akıl ve şer’i şerifle tevfiki imkânsız haller zuhur etmeye başlar.. veya yükselip âdî insanlar seviyesini aşarak öyle beşer üstü bir zirveye ulaşır ki, onun ötesindeki seyahatinde, hep elinde sünnet meş’alesi, hiss ü aklın önünde sonsuzluğa pervaz eder durur da, görenler onu mecnûn zanneder.

Heyhat! Aklın altına kayıp düşmüşlük ifadesi cinnet nerede; aklı, hissi tevfik-i ilâhînin yedeğine alıp sürekli onların önünde yürümek nerede..?