SUNUŞ 11 yaşında bir çocuktu. ilkokulu bitirmiş ve din eğitimi yapan bir müessesenin eleme imtihanını kazanarak kaydını yaptırmıştı... İlkokul öğretmeninin ona karşı ayrı bir ilgi ve alakası vardı. O da öğretmenini seviyordu. Belki de ilk defa öğretmeninin isteğine uymamıştı. Buna uyamamıştı demek daha uygun olurdu. Öğretmeni yatılı okula gitmesini isterken, biraz da ailesinin zoruyla Kur'an kursu hüviyetindeki bir müesseseye kaydını yaptırmış, orada okumaya niyetlenmişti. Oysa ilkokul öğretmeni onu hangi telkinlerle yetiştirmişti. 'Sen büyük bir adam olacaksın' onun alışageldiği iltifatlardan sadece birisiydi. Ama şimdi o, büyüklüğe giden bütün yolları kendi eliyle tıkamıştı... 'Yobaz' ve 'Gerici' yetiştiren bir yerde okuyacaktı... Son görüşmesinde öğretmeni ona buna benzer laflar söylemişti... Sanki havada birkaç ıslık çalmış ve ardından gelip onun okuma hevesinin üzerine şaklamıştı... Yaralanmıştı Çocuk... Büyük olma yolunun tıkandığına canı sıkılmış ve sebep olanlara kin duymaya başlamıştı... Yatılı okulu kazanmış olmasına rağmen gidememek içine iyice işlemişti. Bir gün öğretmenine içini döktü... Ondan üniversiteyi bitirinceye kadar destek olacağı garantisini aldı... Artık ailesi karşı çıksa da önemli değildi... Öğretmeni ona her türlü desteği verecekti.. Kur ân kursundan kaçtı. Zor da olsa ailesini ikna etti. Ama kimliği, ilkokul diploması kursta kalmıştı. Onlarsız okula kaydolması imkansızdı. Kursa gitti. Talebeler dersteydi. Kimseye görünmeden ikinci kata çıktı. Burası kursun yatakhanesiydi. Kimliği ve diploması bavulundaydı. Kurstan kaçarken dikkat çekmesin diye bavulunu yanına almamış, kimliğini ve diplomasını almayı da unutmuştu. Acele acele alacaklarını aldı, bavulunu kapatıp eski yerine koydu. Nasıl olsa daha sonra gelir alırım, diye düşündü. Merdivenlerden indi. Dış kapıdan çıktığı an iş bitmiş, hürriyetine kavuş-muş olacaktı. Yüreği heyecandan bir güvercin yüreğine dönmüştü. Koşar adımla dış kapıya doğru yürüdü. Tam kapıdan dışarıya adımını atacaktı ki, ensesine bir el yapışıverdi. Çırpınışları fayda vermedi, ensesindeki elden kurtulamadı. Biraz sonra Hoca'sının huzuruna çıkarıldı. Meğer Hocası emir vermiş 'Gören yakalasın ve bana getirilmeden bırakılmasın' demiş. Görevli de vazifesini yapmış ve onu elinden tutup hocasının yanına götürmüştü. Talebe, kendini buradan nasıl kurtaracağını düşünüyordu. Sonunda kararını verdi. Hocasına karşı alabildiğince küstahlaşacak, o da böyle küstah talebe işe yaramaz diyecek ve onu kovacaktı. Böylece kurtulmuş olacaktı. Düşündüğü gibi de yaptı. Hocanın karşısındaki sandalyeye kuruldu, burnunu havaya dikip oturdu. Uzun bir sessizlikten sonra Hoca, birkaç kere tepeden aşağıya süzdüğü talebeye 'Burada okumak istemiyor musun?' diye sordu. Mağrur talebe, haşin bir sesle “İstemiyorum” dedi. İkisi de sustular. Hocası sordu: Nerede okumak istiyorsun?' 'Yatılı okulda' diye cevap verdi talebe bu soruya. Hocası sorusunu değiştirdi: 'Ne olmak istiyorsun?' diye sordu. 'Cumhurbaşkanı' dedi talebe. - Peki kaç sene yaşayacağını düşünüyorsun?' diye bir başka soru sordu hocası... En fazla yüz sene' karşılığını verdi. - 'Yüz sene yaşadın diyelim, bunun kaç senesi uykuda geçer?' - 'Yaklaşık yarısı' - Kaç sene Cumhurbaşkanlığı yaparsın?' - "Yedi sene. Ama millet isterse bir yedi sene daha' (O zaman öyleydi.) - 'Peki 14 sene diyelim. Bunun kaç senesi uykuda geçer. İnsan uykusunda da Cumhurbaşkanı olmaz ya?'
Bu son soru kafasına balyoz gibi inmişti. Küçük bir çocuktu. Ama dindar bir ailede yetiştiği için 'sonra'nın ahirete yönelik bir tarafı olduğunu da biliyordu. Dememişti, açıklamamıştı ama hocası bunu ima etmişti. Sânki ona önemli olan Cumhurbaşkanı olmak değil, insan olmaktır, demek istemişti. Kendisinin bir tahta kulübesi olduğundan bahisle, fakat ben hayatımdan o kadar memnunum ki, şu anda bana Cumhurbaşkanlığı teklif etseler burayı bırakıp gitmem, demişti. Talebenin zihni önce allak-budlak oldu. Sonra karanlık sis bulutlarından aydınlığa kayıyor gibi hissetti kendini. Hocasının bir büyükle konuşur gibi onu karşısına alıp konuşması, bütün küstah davranış ve sözlerine rağmen gayet hoşgörülü ve müsamahakâr davranması, içine ılık bir sevginin akışına sebep olmuştu... Kararını verdi, burada kalacak, burada okuyacaktı. Bu vak'a aynen vakidir. Ç'ünkü o talebe bendim. Şimdi maziye bakıyorum. Aradan yirmi sekiz sene geçmiş Fethullah Gülen Hocaefendi ile aramızda cereyan eden bu anekdotun üzerinden. Acı tatlı ama mutlaka neticesi itibariyle öğretici, yol gösterici hatıralarla dolu yirmi sekiz sene. Sadece çetelesi bile bir kitap tutacak o hatıraları burada aktarmam imkansız. Ama onlar arasında bir tarih örgülendiği muhakkak. Vuzuhu göz kamaştıran bu gerçeği bugün ifade ancak malumu ilam. Dünyayı aşmışlık içinde dünya ile entegre bir sistematik çağa uygun süratle mekiğini dokuyor. Bu sosyolojik vakaya göz kapamak realitelere göz kapamakla eşdeğer. Hızla değişen dünyada merhale katetmelerin rekoru kırılıyor. Ama bu doku içinde değişmeyen sabit değerler var. Ve onlar kıyamete kadar değişmeyecekler. İhlas gibi, samimiyet gibi, yaşatma zevkiyle yaşama gibi, her türlü beklentiden uzak kalmak gibi, Allah'la irtibatı kavi tutmak gibi, yaratılmışı yaradandan ötürü sevmeyi bayraklaştırmak gibi, kine, nefrete, düşmanlığa geçit vermemek gibi, insanlardan bir insan olmayı ve öyle de kalmayı her türlü makam ve mansıba yeğlemek gibi, hoşgörü gibi, müsamaha gibi, milli, dini ve insani değerlere birinci elden sahip çıkmak gibi... Olanlar ileride olacakların işaretleri. Bugün dünyanın dört bir yanına ulaşmış kültür seferberliği önümüzdeki çeyrek asırda semeresini hem de en olgun şekilde vereceğe benziyor. Ulaşılan hiçbir noktada geri adım atmama, ilerleme sürecinin kader-denk çizgisiyle örtüştüğünü gösteriyor. Bu işin içtimai coğrafyası bütün dünya. Ve bu işin ruh mimarı seviyesinde günümüz temsilcisi,. kendisinden önceki temsilcilerin hakkı her zamaıi mahfuz katmak şartıyla Fethullah Gülen Hocaefendi. "Küçük Dünyam"ın bu zeminde misyonu ise, yeni oluşumun başlangıç noktasını tesbit. Bu mütevazı ismin muhtevasını hazırlamak benim için hiç de kolay olmadı. Aylarca süren ısrarlı talep yine aylarca süren doküman hazırlıkları.. Günlerce devam eden görüşmeler, konuşmalar, sohbetler.. Küçük Dünyam -ki o zaman ismi de yoktu- tarihe ilk elden malzeme sunmak gayesiyle hazırlandı. Sorular, sorgulamak değil hatırlatmak ve anlatımı kolaylaştırmak gayesiyle soruldu. Daha sonra bu soruların pek çoğu ayıklanarak yazıya dökülmedi ve konunun bütünlüğü böylece temin edilmeye çalışıldı. Bütün bu yoğun çalışmaların neticesi elbette elinizdeki eser değil. Şimdilik yayınlanmasında fayda görülmeyen büyük bir kısım buraya alınmadı. "Küçük Dünyam", rüşeym haline gelmiş çekirdeğin dışla ilk teması. Şimdilerde görülen ve ileride daha da serpilip gelişeceğe benzeyen diğer temaslar ise onun bir uzantısı. Küçük Dünyam fanteziden uzak, zaruret kaynaklı bir çalışma. Ne var ki, hem önem hem de ağırlığı bakımından sorumluluğunun şuurunda. Onu, ferdiyeti itibariyle belli bir Şahsı öne çıkarma gayreti şeklinde yorumlamak eksik bir yaklaşım. Bana göre Küçük Dünyam, kolektif Şuur anlayışının mayalanış serüveni. Ve beni cezbeden de meselenin bu yanı. Gaye çapında değere sahip bu yana kıyasla kişisel hak ve sorumluluklar bahane kabilinden saikler. Küçük Dünyam, daha önce Zaman Gazetesi'nde yayımlandı. Lehinde, aleyhinde çok şeyler söylendi, yazıldı. Burası ne lehte yazanlara teşekkürün ne de aleyhte yazanlara cevabın yeri. Ancak yayın sırasında bazı yanlışlıkların olduğu da bir gerçek. Şimdi biz bu tür yanlışları tashih, yanlış anlaşıldığından dolayı yanlış yorumlara sebep olan kısımları da çıkararak eseri yeni baştan ele almış bulunmaktayız. Küçük Dünyam'ın bu orijinal nüshası kitaplaşmak üzere ve ilk defa Milliyet Yayınları'na verildi. Diğer baskılar veya fotokopilerle çoğaltmalar bizim bilgimizin ve iznimizin dışındadır. Dolayısıyla bizi bağlayan tarafları da yoktur. Bu vesile ile başta Yalvaç Ural Bey olmak üzere bütün Milliyet Yayınları yetkililerini tebrik eder, eserin hazırlanmasında emeği geçen bütün dost ve arkadaşlarıma da yürekten teşekkürlerimi bildiririm. Latif ERDOĞAN |