"İlkler..." Mustafa Birlik Bey'in evinde salı ve cumartesi günleri sohbet yapılıyordu. Aslında o sıralarda İzmir, talebe potansiyeli bakımından çok zayıf durumdaydı. İlk defa, Mehmed Metin Bey'in odasına, ertesi sene veya daha sonraki sene beş-on talebe gönderdim. Burası ufak bir odaydı. Hatta ihtilalden sonra da o odayı göımeye gitmiştim. Talebeleri gönderdikten sonra, ne olur ne olmaz diye arkalarından gittim. Gördüğüm manzara beni çok sevindirdi. "Elhamdülillah" deyip Rabbime hamdettim. Bu talebelerle ders başladı. Talebelerin hepsi Kestanepazarı talebelerindendi. O zamanlar tesbihatı kimse bilmiyordu. Nasıl yapıp da öğretsem, diye düşünmeye başladım. Kafamda hep bunu düşünüyordum. Adeta içime ıstırap olmuştu. Bir diğer husus da bunları itaata alıştırmaktı. Talebeler disipline girsinler, evrada, ezkara alışsınlar diye, caminin ışıklarını söndürüp hatme-hacegan yaptığım da oluyordu. Onların ruhen yoğrulmalarını istiyordum... Bazı istidatlı gördüklerimi caminin mahfiline çıkarır orada hususi kitap okuturdum. Fakat bir kısım su-i niyetli kişilerin kötü görmesi karşısında onu da terk ettim. Gençlik ve feveran olmasına rağmen, bu işin sessiz ve zarar gelmeden yürümesini arzu ediyordum. 1968 yaz döneminde kamp yaptık. Hepimiz yetmiş kadardık. Kamplardan önceki devrede ise dört talebeyi Edirne'ye göndermiştim. Uykum Gelmesin Diye Tehzib-i ahlak derslerine giriyordum. Çocuklar hüngür hüngür ağlıyorlardı. Bir gün yatakhaneleri gezerken Halil Mezik Bey'i gördüm. Kendini boynundan üst kanepeye bağlamış. Ne yaptığını sordum. "Dünkü anlattıklarınızı düşünüyordum. Uykum gelmesin diye de kendimi bağladım" dedi. Gözümü doldurmuş bir talebe idi. Böyle olanlardan biri de İbrahim Kocabıyık'tı. Her ikisi de hazırlık okuyordu. Bunlarla birlikte Abdullah Aymaz ve Mehmed Binici'yi, dördünü, Edirne'ye gönderdim. Dernekten izin alınıştım. Harçlıklarını da verdiler. Dedim ki "Bunlar İstanbul'u Edirne'yi gezsinler. Gözleri gönülleri açılır, ufukları inkişaf eder." Ayrılalı beş gün olmuştu ki aklıma bir şüphe düştü. Ya bunları niçin gönderdiğimi, niyetimi, maksadımı, maksadımdaki inceliği bilmezler de bunlarla alakadar olmazlarsa, diye endişe etmeye başladım. Isındıralım derken sakın bunları soğutmayalım, dedim ve ben de izin alıp arkalarından Edirne'ye gittim. İyi ki gitmişim. Korktuğum başıma gelmişti. Yürekten alakadar olan olmamış. Bir miktar orada, bir miktar da İstanbul'da kaldılar. İstanbul'da Zübeyr Ağabey vardı. Onların kendi yanında kalmalarını temin etti. Zannederim üç-beş gün orada kaldılar. Ve bu onlar için çok faydalı oldu. Halil Mezik'le Mehmed Binici'nin durumu iyi idi. Abdullah Aymaz, o yıllarda daha derli toplu, daha ümit vaadediciydi. Mehmed Binici biraz futbolcuydu. İbrahim ile Halil Beyler yaşça küçüktü. Bu seyahat onları meselelerimize ısındırdı. Zaten içlerinde nüve de vardı. İlk Kamp Kampa çıkmaya karar verdiğimizde aradan iki sene gibi- bir zaman geçmişti. İsmail Büyükçelebi Bey o zamanlarda tanıdı. Çok ciddi ve gayretliydi. Hatta şu sözlerini hiç unutamam: "Abdullah Ağabey, bu meseleleri biliyormuş da bana hiç söylememiş. Yazıklar olsun. İki elim yakasında kalsın!" Kamp meselesi beni iyiden iyiye düşündürüyordu. Finansman meselesi çok önemliydi. İhtiyaçları nasıl karşılayacaktık? Sonra çadır almak icap ediyordu. Bu günlere kıyas edilirse, bunlar çok cüz'i paralar gibi görünebilir. Fakat o gün o kadarcık imkanı bile bir araya getirmek zordu. Benim kaldığım çadırı bin liraya yaptırmıştık. Büyük çadırlar ise 2500'er liraya yapılmıştı. Ankara'ya gittim. Orada tanıdığım insanlar vardı. Aklıma bir çare gelmişti. 27 Mayıs ihtilalinden sonra, askeriye milletten para toplamış, karşılığında da bono dağıtmıştı. Bu bonolar istendiği zaman paraya çevrilebilecekti. Gittim ve 3000 lira tutarında bono topladım. Bunları Kestanepazarına verdim. Onlar da bonoları paraya çevirdiler. Böylece çadırların yapımına hızla başladık. İlk sene kampa yetmiş kişi kadar gitmiştik... İkinci ve üçüncü kamplar daha kalabalıktı. Hatta üçüncü sene her an üçyüz kadar talebe bulunuyordu. Gidenlerin yerine yenileri geliyordu. Orada birkaç gün dahi olsa kalanların sayısı belki bini bulmuştur!.. Kestanepazarında beş sene kadar kaldım. Arkadaşlarıma bir örnek olması bakımından söylüyorum, bu beş senelik zaman zarfında beş kuruş maddi istifadeyi düşünmedim. Banyoda ve abdestte kullandığım suyun parasını dahi verdim. Bugün de aynı şeyi düşünüyorum. Talebenin hakkı olan bir müesseseden bir başkasının ne surette olursa olsun istifadesi doğru değildir. Vazifemiz: Şükür Kendimin böyle bir hizmete layık olduğumu hiçbir zaman hayal dahi etmedim. Ömrüm boyunca "Demek ki Allah (c.c) şahısların şahsi durumunu hesaba katmadan, istediğine istediği hizmeti gördürüyor" diye düşündüm. Meseleye bu açıdan bakılırsa, bu devrede büyük işler yapılmış sayılmaz. Eğer, Cenab-ı Hakk, bu hizmeti başkalarına değil de bize yaptırmışsa, vazifemiz sadece şükürdür. Minnet âlemlerin Rabbi olan Allah'adır. Edirne'den gelirken dosyam dolu gelmişti. Takibe maruz idim. Peşimde daima bir sivil polis bulunuyordu. Fakat yine Cenab-ı Hakk'ın bir lütfu, bu polis İmam Hatip'in orta kısmından mezundu ve benim de hemşehrimdi. Erzurumluydu. Geldi benimle birkaç defa görüştü. Temiz bir insandı. Bana ne yaptığını, benim için nasıl bir rapor hazırladığını hiç söylemedi. Fakat, daha sonra hazırladığı raporun bir suretini Diyanette görmüştüm. Gayet müsbet bir rapordu. Daha önceki dosyamda bana atfedilen faaliyetlerin hiçbirinin bende görülmediğini söylüyordu. Belki, Kestanepazarı idare heyetiııe de bu malumat intikal etmişti. Onun için de benim faaliyetlerime onlarca göz yumuluyordu. İmza Taklidi Bu arada istidradi olarak şunu da arzedeyim: Ben İzmir'e geldiğimde Edirne'deki mahkemem devam ediyordu. Bir gün beni savcılıktan çağırdılar. Yanımda İrfan Akça ve Hacı Kemal Abi olduğu halde gittik. Meğer Edirne'de benim mahkememe bakan hâkimlerden biri değişmiş ve yerine bir kadın hâkim tayin olunmuş. Birisi de benim adımı ve imzamı kullanarak bu kadına hakaret dolu bir mektup yazmış. Mektubu benim yazıp yazmadığım tetkik olunuyordu ve savcılığa bunun için çağrılmıştım. Allah'tan mektup elyazısıyla yazılmış. Benim yazımı aldılar ve daha sonra takipsizlik kararı verdiler. Bu mektubu kim ve hangi gaye ile yazmıştı bilemiyorum. Fakat aleyhime bir komplo olduğu muhakkaktı. Beşinci senenin sonuna doğruydu ki, Kestanepazarı'ndaki idareciler bana karşı tavır koymaya başladılar. Belki istihbarat tarafından tazyik ediliyorlardı, bilemiyorum. Fakat kulağıma böyle bir söylenti gelmişti. Benim üzerime idareci getirdiler. Bana, sen talebeye karışmayacaksın, sadece derslere girip çıkacaksın, dediler. İstemediğim bazı hocaları da getirmişlerdi. Sıdkı Şenbaba Bey'i müdür yaptılar. Bu zat sevdiğim bir insandı. Hatta babam geldiğinde onu alıp evinde misafir etmişti. Fakat o, idareci arkadaşların, maksad ve gayelerinden habersizdi. Safıyane ve hizmet gayesiyle gelmişti. Benim refüze edilmek istendiğimden belki haberi yoktu. Talebeler .. O sene Gediz'de bir deprem olmuştu. İzmir'de toplanan eşya ve malzemeleri götürmek için birkaç arkadaşla Gediz'e gitmiştik. Günlerden pazardı. Talebe, Sıdkı Şenbaba'ya isyan etmiş; hakaret ifade eden sözler söylemişler. O da, talebenin bu antipatisini görünce bırakıp gitmiş. Bir daha da gelmedi. Fakat Rabbim şahiddir, bu olanlardan hiçbirinden benim haberim yoktu. Hadiseyi geldiğimde duydum ve cidden üzüldüm. Öyle temiz ve samimi bir insanın, hakarete maruz kalması, talebe bunu bana olan sevgisinden de yapsa asla tasvip edilecek bir durum değildi. Fakat, hiç dahlim olmadığı halde, idareci arkadaşlar, talebenin bu ayaklanmasını da benden bildiler. Ali Şenbaba Bey'den sonra Suad Bülbül adında birisini getirdiler. İstenen belliydi. Benim Kestanepazarı'nı terk etmem isteniyordu. Kalabileceğim bir ev aramaya başlamıştım. Esas istenen, talebeyi benden koparmaktı. Onun için de İmam Hatip Okulu'nun yanında yapılan binaya talebeyi taşımakta ısrar ediyorlardı. Talebe ihzari kısmını ben hiç düşünmeden reddettim. Çünkü son ârzum, Kestanepazarı'nın bir yerinde gömülmek ve kabrimden talebelerin gürültüsünü dinlemekti. Evet, dünyada bütün arzu ve isteğim buydu. Bazı hocaefendiler çoğu itibariyle, benim düşündüğüm hizmet şekline muhalifti. Orada kaldığım beş senelik zaman zarfında, her gün adeta ağzımda kaktüs çiğniyor gibi olurdum. Bana taraftar olmalarını zaten beklemiyordum. Tek istediğim muhalefetlerindeki dozun biraz hafif olmasıydı. Ancak, yine de hep şiddetli bir muhalefetle karşı karşıya bulunuyordum. Buna rağmen, hizmet her şeyden önemliydi. Selden kurtarabildiğim kârdır, diyordum. Cemaatımızdan da gördüğüm bir tek kelimelik teşvik yoktu. Hiçbir şey yapmasalar dahi, sadece, bu hizmetine devam et, deseler benim için bu da yeterli. İnsan yapayalnız kaldığında ancak bu kadarcık bir ilginin bile ne büyük bir şey olduğunu anlayabilir. Yalnız kalmak çok zordur. Elden ne gelir ki, bu da bizim kaderimizdir. "Hizmet" Hatta, bazı yakın çevremde sinsi sinsi kıskançlıklar seziyordum. Ben kendimi, yapılan hizmetler açısından bu işin ehli olarak asla görmedim ve hâlâ da görmüyorum. Fakat, bu bana ait olması gereken düşünceyi, bana bir başkasının söylemesi asla doğru değildir. Bu tür ifadeler de beni ayrıca rahatsız ediyordu. Şunu kasemle temin edebilirim ki, ben "fücur" kelimesinin kendisinden dahi rahatsız olan bir insanım ve hayatımı öyle disipline etmeye çalıştım. Buna rağmen bir gün bir kitap açtım. Karşıma "Allah bu dini racul-ü facir ile de kuvvetlendirir" mealindeki hadis çıktı. Ben bunu okudum ve kendime hitap ediyor kabul ettim. Fakat orada bulunanlardan biri, bu payeyi de bana çok gördü gayet müstehzi bir eda ile: "Sen kendini hizmet ediyor mu sanıyorsun ki, dini kuvvetlendiren racul-ü facir olasın" dedi. İster istemez bu tür ifadelerden rahatsız oluyordum. Kestanepazarı'nda bulunduğum sıralarda, üniversitelerde yapılan seminerlere katılır, konuşma yapardım. Yaşar Hocaefendi'nin İzmir'e vaiz olarak tayin ettiği Kemal Solak Bey Yüksek İslam Enstitüsü'nde okuyordu. Konuşma yaptığım zamanlar o da yardımcı olurdu. Ben de İslam iktisadını anlatırdım. Bu gibi mevzular o camianın hoşuna gidiyordu. Tasavvuf Dersleri Bazen de seminer şeklinde tasavvuf dersleri olurdu. Bir keresinde Necdet Bey de bulunmuştu. Sohbetten sonra, Vahdet-i Vücud ve Hallac-ı Mansur hakkında çeşitli sorular da sorulmuştu. Necdet Bey bu sohbetten çok hoşlanmış ki, daha sonra yanıma gelip, bir hayli takdirkâr sözden sonra, ikili sohbet yapmamızı teklif etmişti. Üç-beş defa biraraya geldik. Bu sırada Gültekin Sarıgül Bey de sohbete gelmeye başladı. Halbuki Necdet Bey, bazı çevrelerle görülmekten endişe ediyordu. Bu sebeple sohbetlere ara vermek zorunda kaldık. Sohbet günü o, bir iş münasebetiyle Ankarâ ya gitti. Sohbet de yapılamadı sonra. 12 Mart Muhtırası olunca benimle de görüşmekten çekindi ve bir daha da biraraya gelmemiz mümkün olmadı. O zamanlar, bir taraftan ülkücüler, diğer taraftan da MTTB talebe kesimine sahip çıkma yarışındaydılar. MTTB'de benim tanıdığım müsbet insanlar da vardı. Hatta onlardan bazıları her hafta beni dinlemeye gelir ve sohbetlere katılırlardı. Çok samimi bir hava içindeydik. Daha sonra particilik ortaya çıkınca onlar parti tarafını iltizam ettiler. |