4. MEV’İZE-İ HASENE (Güzel Öğüt)

Peygamberler, da’vâlarını neşrederken kat’iyen diyalektiğe girmezler. Onlar insanlara “mev’ize-i hasene” ve “hikmet”le yaklaşırlar. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de Efendimiz’e şöyle ifade edilmektedir: “Sen Rabb’inin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır; ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.” (Nahl, 16/125).

Onlara eşyanın hikmetini, hilkatteki esrârı yumuşak bir şekilde ve inandırıcı bir üslupla anlat! Yani hissiyatlarını rencide etmeden, kalp ve kafalarını doyurmaya gayret et!

Peygamberler demagoji, diyalektik ve felsefî üsluba hiç mi hiç iltifat etmemişlerdir. Zira, ne dün ne de bugün, demagojiye açık birkaç ahmak istisna edilecek olursa, bu yolla kimseye bir şey anlatılamamıştır. Zaten Cenâb-ı Hakk da onları bu türlü abes şeylerle meşgul etmek istememiştir. Onların vazifesi hikmetle ve “mev’ize-i hasene” ile dine ait mes’eleleri neşredip yaymaktan ibarettir.

İnsan sadece bir zihin ve kafadan ibaret değildir; onun bir de kalbi, ruhu, sırrı, hafîsi, ahfâsı vardır ve bunların hepsi de tatmin ister, tatmin beklerler. İşte nebîler, insanları bütün bu yönleriyle ele alır ve mesajlarını takdim ederken de onları bütün havaslarıyla ikna ve tatmin ederler. İnsana ait hiçbir hususiyet boş bırakılmadan yapılan böyle bir tebliğin neticesi ise, bütün tereddütleri zail olarak muhatabın îmandaki vahdete ulaştırılmasıdır ki, bu da insanın varoluş gayesidir.

Onların ders halkasında yetişenlerde bir başka yakîn hasıl olur. Onların huzurunda bu âleme bakan gözlerinin yanında kalp gözlerinin kapakçıkları da açılır ve başkasının görmediği, bilemediği mes’eleler artık, onlar için ayân olur. Gayri bütün dünya tereddüt ve şüphe ile dolup, taşsa, ihtimal onlar sadece bunlara müstehzî bir eda ile güler geçerler. Zira onların vicdanlarında hasıl olan marifet peteğine hiçbir şüphe sineği konamaz...

Allah (cc), onların bildiği biri, bin yapar, bildiklerine bereket katar ve onlara bilmediklerini de öğretir64. Semâdan gelen ilham esintilerini onların kalplerini âdetâ bir semâ haline getirir.. ve onlar bu bildiklerini harfiyen tatbik etmekle, semâya doğru yükselen “kelime-i tayyibe” merkûbunu bulur ve yükseldikçe yükselir.65

Hatta onların arasında, Hz. Ali (ra) gibi öyleleri yetişir ki, “perde-i gayb açılsa yakînim ziyadeleşmeyecek” der ve sır kapılarını aralarlar. Yani, “Gayb perdesi kalksa, ben neticede görmem gerekli olan her şeyi görsem, şu anda inandığımdan fazla bir marifet ufkuna ulaşacağıma ihtimal vermiyorum; zira yakînim o ki, ben gaybe îman’ın doruğundayım.”66

Hz. Ali (ra) gibi bir insanda bu söz, “tahdis-i nimet” makamında söylenmiş bir sözdür. Allah Resûlü, Hakk’ın takdiriyle kıyâmete kadar gelecek velîlerin babası olarak onu ilân buyurmuştur. Onu, saadet hücresine almış, kadınların en güzeli, en incesi, en zarifi, en endamlısı, hûrîleri geride bırakacak o nübüvvet bahçesinin çiçeği Hz. Fâtıma anamızla evlendirmiş ve bu kutlu evlilikten de bir güzelle bir de güzelcik, yani Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin dünyaya gelmiş. Ayrıca bütün velîler ve velîler içinde de kutuplar hep bu menbadan fışkırıp çıkmış...

Evet, Hz. Ali böyle olduğu gibi, onunla devam eden altın silsilenin hemen hemen herbir halkası da, bu şuuru temsilin birer kahramanı olmuştur.67

Evet, bu şuur îman ve İslâm’ın neticesinde ihsan sırrına erenlerde gelişir.. ve onlar daha dünyada iken: “Senden perdeyi kaldırdık, bugün artık gözün keskindir” (Kâf, 50/22) hitabına mazhar olurlar. Batılının Entüisyon dediği bu hal, insanın vicdanında varlığını hissettirmeye başladı mı artık dış dünya susar ve iç sezişlerin çığıltıları benliği sarar; derken ruh-efzâ bir hâl olur. Çünkü marifet Sultanı gönül tahtına oturmuştur. O’nu dışarılarda aramaya ne gerek var..?

İşte tilmizlerini bu duygu ve düşünceye yükselten Nebî, metod olarak hep en şümullü ma’nâsıyla mev’ize-i haseneyi esas almış ve irşad binasını da bu temel üstüne kurmuştur.

Bizim bu bâbta söylemeye çalıştığımız hususları şu âyet, en veciz ve en mu’cizevî bir üslupla dile getirmektedir : “Nitekim, size kendi içinizden, âyetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size kitabı ve hikmeti getirip bilmediklerinizi öğreten bir Resûl gönderdik” (Bakara, 2/151).

İki Cihan Serveri’nin bu mevzudaki hassasiyet ve metodunu çeşitli vesilelerle arzedip misâlleştirdiğimizden burada daha fazla bir şey söylemeyi zaid görüyoruz. Yine de bir-iki cümle ile hülâsa edecek olursak, şöyle demek mümkündür: O, herzaman muhatabın durum ve seviyesine göre onun aklını, kalbini, vicdanını doyuracak şekilde, eksik ve fazladan müberrâ olarak, hikmet çerçevesinde bir usûl ve uslûpla hitab ederdi ki, ekseriyetle O’nu dinleyip de huzurdan ayrılanlar, îman ve itminân elde etmiş olarak ayrılırlardı. Velid b. Muğîre ve Utbe b. Rebî’a gibi Hz. Muhammed (sav)’in söylediklerinin hak olduğunu kabullenmekle beraber, gurur ve kibirlerinin esiri olmuş, inanamamış bazıları da korkularının kurbanı olmuş, inkarda kalmıştır ki, aslında bu da tamamen alıcı durumunda olanlara ait kusurlardandır. Bazen de, Şair A’şâ gibi her şeyi kabul etmekle beraber, eski alışkanlıklarını terkedemeyip mehil isteyenler vardı ki, eğer hidayete ermeden ölmüşlerse, bu onlara ait kazâ ve kaderin, daha önceden sebkat etmesiyle izâh edilmelidir. Bunların hiçbirinde Allah Resûlü’ne râci’ bir eksiklik ve kusur yoktur ve olamaz da!