“SÜNNETİN TESBİTİ VE TEŞRİ’DEKİ YERİ” ÜZERİNE

 

Sünnetin tesbiti ve teşri’deki yeri, günümüzün en mühim mes’elelerindendir. Çünkü sünnet bir yönüyle din demektir. Din ne derece önemli ise, sünnet de o derece önemlidir. Durum böyle olunca evvela sünnete bir tarif getirmek icap eder. “Sünnet nedir, ne değildir?” Tarif efradını cami, ağyarını mani olacağına göre sünnetin ne olduğunu tesbit, bir bakıma ne olmadığını da tayin demektir. Onun içindir ki, Müellif, eserinin bu bölümünde sünnetin tarifi üzerinde durmuş ve “olmayan”ların çizelgesini tutmak manasına gelecek söz israfından kaçınmıştır. Eserin bütününe hakim olan rivayetten ziyade “dirayet” metodu bu bölüme de hakimdir. Bu sebeple de sünnetin bilhassa üç ana tarifi üzerinde durulmuştur. Bu tarifler sırasıyla şunlardır:

1- Muhaddislere Göre Sünnet.

2- Usulcülere Göre Sünnet.

3- Fıkıhçılara Göre Sünnet.

Muhaddisler sünneti: “Hükme ve amele esas teşkil etsin etmesin yaptıkları veya kaçındıklarıyla Allah Rasûlü’nün hayat tarzı ve yaşantısının bütünüdür” diye tarif ederler. Usulcülerin tarifinde ise çok küçük bir ayrıntı yer alır. Onlara göre sünnet: “Söz, fiil veya takrir olarak Efendimiz’den sadır olan herşeydir.” Fıkıhçılar ise sünneti “bid’at ”kelimesinin zıddı olarak kullanırlar ve değerlendirmelerinde sünnetin farza, vacibe veya harama esas teşkil etmesi ağırlık kazanır. Bu manada sünnet, “hadîs” kelimesinin müradifidir. Hadîs ise, İbn-i Hacer’in ifadesiyle: “Efendimiz’e isnad edilen herşeydir.”

Alimlerden bazıları ise, hadîs sözünden kadim ve İlâhî olanı anlamışlardır ki, bu da Kur’ân ve sünnetin ilk ayrım noktasını işaretlemesi bakımından yerinde ve oldukça derin bir seziştir.

Sünnet, kavlî, fiilî ve takrirî olmak üzere üçe ayrılır. Kur’ân’da olmayan bazı nas ve hükümlerin sünnetin bu üç şeklinden birine dayandırılarak hükme bağlanması nazara alınıp değerlendirilecek olursa, sünneti bilmenin ve sünnetin teşri’deki yerini tesbit etmenin ne kadar önemli bir realite olduğu kendiliğinden ortaya çıkacaktır.

Teşri’ye esas kabul edilen sünnete ait misallerin hepsini, sünnetin önemini ve yerini isbatı konu alan bir eserde bütünüyle zikretmek elbette konu dışına çıkmak olurdu. Onun için, eserde bu hususa ait sadece birkaç misal zikredilmiştir.

“Dine ait hükümlerde sünnetin yeri ve değeri nedir?” sorusunun cevabı öncelikle Kur’ân’da aranmalıdır. Zira bu hususta söz doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk’a ve elbetteki O’nun ezelî kelamı olan Kur’ân’a aittir.

Kur’ân-ı Kerim, sünnetin önem ve değeri hakkında pekçok tahşidatta bulunmuştur:

“Ey iman edenler! Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin ve O’ndan yüz çevirmeyin” (Enfal, 8/20)

“Allah’a itaat edin, Rasûl’e itaat edin” (Nisa, 4/59)

“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Rasûle itaat edin ve sizden olan ulûlemre itaat edin” (Nisa, 4/59)

“De ki: Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin..” (Âl-i İmran, 3/31) gibi âyetleri bu cümleden sayabiliriz. Konuyla ilgili daha pek çok âyet vardır ki, “Kur’ân’da Sünnet” başlıklı bölümde bu âyetlere ve yorumlarına yer verilmiştir.

Allah Rasûlü de bizzat kendi sünnetinin önemi hakkında tahşidatta bulunmuştur. Buhari ve Müslim’in ittifak ederek haber verdikleri şu hadîs bu hususu teyid etmesi bakımından oldukça önemlidir. İki Cihan Serveri bu hadîslerinde şöyle buyurmaktadırlar: “Bana itaat eden hiç şüphesiz Allah’a itaat etmiştir, bana isyan eden de yine hiç şüphesiz Allah’a isyan etmiştir.” Müellif, “Hadîs-i Şeriflerde Sünnet” bölümünde bu hadîslere yer vermekle, sünnetin teşri’deki yerini ve önemini isbatta tam bir isabet kaydetmiştir. Çünkü Kur’ân’dan sonra bizim müraacat merciimiz hadîslerdir ve görüldüğü gibi “Sünnetin Önemi” ile ilgili tez bizzat hadîslerin kendisinden teyid görmektedir. Ayrıca sünnetin önemi ve yerini yine sünnetten sormak düşüncede bütünlüğün de bir göstergesidir. Yani, işin başında sünnetin önemli olduğu kabullenilmiş ve bu kabul, meseleyi yine bizzat sünnetten sormak suretiyle fiilen de gösterilmiştir.

Eserin birinci bölümünün son konusu “Sünnetin Fonksiyonu”dur. Sünnetin önem ve yerini bildikten sonra fonksiyonunu bilmeye de ihtiyaç vardır. “Sünnetin Fonksiyonu” başlığı altında bu ihtiyacı giderecek ölçüde düşünce ve değerlendirmelere yer verilmiştir. Ne var ki bu konu başlı başına bir incelemeyi gerektirecek ve müstakil bir esere mevzu olabilecek genişliktedir. Halbuki elinizdeki eser mes’eleye sadece ihtiyacı karşılayacak ölçüde yer ayırma durumundadır. Onun için de olması gereken miktar baz alınmış ve tafsilata dalınmamıştır. Konuya, daha sonra teker teker misallendirilecek hususlara işâret edilerek başlanmış ve şöyle denilmiştir:

“Sünnetin Kur’ân-ı Kerim’den ayrı bir teşri’ kaynağı olmasının ve Kur’ân gibi bazı şeyleri helâl, bazı şeyleri de haram kılarak, farz, vacib, sünnet, müstehap, mübah, âdâb, mekruh, müfsid adına ölçüler koymasının yanı sıra, Kur’ân-ı Kerim’in mücmelini tafsil, mübhemini tefsir, umumunu tahsis ve mutlakını takyid fonksiyonu da vardır.”

Ve konunun sonundaki şu değerlendirme hakikaten çok önemli ve bir bakıma eserin telif gayesi üzerinde temerküz ediyor:

Kitabın yanında, başlı başına müstakil bir teşrî’ kaynağı olarak sünnet, Kur’ân-ı Kerim’in inmeğe başladığı andan itibaren fonksiyonunu icrâya başlamış ve hep Kur’ân’la içli dışlı olmuştur. Ne var ki, dünden bugüne cumhur-u ümmet ve ulema tarafından böyle kabul edilegelmiş olan sünnet, Yunan felsefesinin tesiriyle Nazzam gibi birtakım Mu’tezile imamları ve daha sonra da garazkâr ve İslâm’ı temelinden dinamitlemeye çalışan bir kısım batılı müsteşrikler, bu dupduru kaynağı kendilerince hep bulandırmaya çalışmışlardır. Ne yazık ki, bir-iki asırdır batı ve müsteşrikler karşısında aşağılık duygusuna kapılan birtakım Müslüman ilim adamları da mes’eleye böyle bir kompleks içinde yaklaşarak, kısmen müsteşriklerin oyununa gelmiş ve hatta sünneti sorgulamaya kalkışmışlardır. Ancak, dîn-i mübîn-i İslâm adına, kitab ve sünnet adına selef-i salihinin çalışmaları ve çalışmalarının semeresi sayılan bıraktıkları eserler, o kadar muhteşem ve parlaktır ki, sünnete bulaştırılmaya çalışılan lekelerin, bu dupduru kaynak üzerinde hiçbir tesiri olmayacaktır.

Kitabın ikinci bölümünde “Sünnetin Tesbiti” ele alınıp tahlil ediliyor. Öncelikle sünnetin tesbitine tesir eden amil ve sebepler üzerinde duruluyor. Bu sebepleri şu maddelerde toplamak mümkündür.

1- Sünnetin tesbitinin zaruri oluşu.

2- Kur’ân’ın mevzu’ ile ilgili teşvikleri.

3- Rasûlullah’ın teşvikleri.

4- Sahâbenin tarifi imkânsız iştiyakı ve ciddiyeti.

5- İz bırakan hâdiselerin ve asla unutulamayan sözlerin müsbet manadaki zorlayıcılığı.

6- Kur’ân ve sünnetin oluşturduğu orijinal ortam.

Bütün bunlar ve bunlara benzer sebeplerin sevkiyledir ki, sünnet korunup muhafaza edilmiş ve altın bir zincirle bizlere kadar ulaştırılmıştır. Kat’i kanaatimiz odur ki, sünneti nesilden nesile aktarma ve ulaştırma vazifesi kıyamete kadar devam edecek ve her devirde mutlaka bu kutlu misyonu omuzlayacak seçkin insanlar bulunacaktır. Bazı talihsizler bunun aksini düşünseler de bu böyledir ve bu hükmü cerhe hiç kimsenin gücü yetmeyecektir. Zira bu din, Cenab-ı Hakk’ın koruması altındadır. Sünnet de dinin bir bölümü olduğuna göre elbette o da koruma altındadır.

Sünnete ittibada sahâbenin gösterdiği hassasiyeti de burada anmakta zaruret vardır. Zira onlardaki bu hassasiyettir ki, sünneti yaşanır hale getirmiş ve bu yaşantının daha sonraki asırlara naklinde müessir olmuştur. Zaten sahâbe için başka türlüsü de düşünülemezdi. Nasıl aksi söylenebilir ki, Kur’ân bu meseleyi bir iman ve inanç mes’elesi haline getirmiş ve: “Hayır, hayır; Rabbin’e andolsun ki, aralarında anlaşmazlığa götüren problemlerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde en ufak bir burkuntu duymadan ve tam bir teslimiyetle sana bağlanmadan iman etmiş olmazlar” demişti. Böyle bir ifade karşısında, imanı herşeye tercih eden sahâbenin başka türlü davranması nasıl mümkün olabilirdi!.

Hemen her sahâbenin hayatında sünnete ittibadaki hassasiyeti gösteren pek çok misal bulmak mümkündür. Durum böyle olunca, burada nakledilen misallerin mevcudun bütününü içine almayacağı açıktır. Ama yine de yeterince ve okuyucuyu en azından ikna edecek ölçüde misal aktarıldığı söylenebilir. Aktarılan misallerden sonra konuyu noktalayan şu cümle vardığımız kanaati pekiştirmektedir: “... işte sünnet, bu hassas ruhlar (sahâbe) meşcereliğinde, şok seviyesindeki hâdiselerle beslene beslene ve hayatla yoğrula yoğrula hadîs muhakkiklerinin kitaplarına aktı... Ve gelip bize ulaştı.”

Sahâbenin ve onların rahle-i tedrisinde yetişen tâbiînin ve tâbiîni takiben gelen etbâ-i tabiînin hadîsleri rivayette gösterdikleri hassasiyet ve titizlik neredeyse cinnet derecesindedir. Bunun böyle bilinmesinin önemi çok büyüktür. Zira sünnete dil uzatanları ve ileride dil uzatmaya yeltenecekleri susturacak ve bu hususta meydana getirilmek istenen şüphe ve tereddütleri izale edecek en mühim ve en güçlü delillerden birisi hiç şüphesiz sözünü ettiğimiz tabakaların sünneti rivayette gösterdikleri hassasiyetin isbatı olacaktır. İşte Muhterem Müellif, bu önemi sezmiş ve bu konuya da eserinde yeterince yer ayırmıştır. İsterseniz şimdi bu konunun satır aralarında kısa bir gezinti yapalım:

“Herşeyden önce şu husus iyi bilinmelidir ki, Rasûlullah Efendimiz: “Kim benim üzerime yalan uydurursa cehennemdeki yerini hazırlasın” buyurmuşlardı. Doğruyla yalan arasındaki farkın, Rasûlullah ile Müseylemet’ül-Kezzab veya yerle gök arası kadar birbirinden uzak bulunduğu bir dönemde, en büyük ve en mühim hususun doğruluk olduğu düşünülecek olursa, o ışık asrında her mü’min, hele bu mü’min sahâbi ve sahâbiyi takip eden tâbiînden ise, bırakın Efendimiz’e karşı yalan söylemeyi en ufak bir yalanı bile söylemeleri mümkün değildi. O kadar ki, Hz. Ali Efendimiz bu husustaki hassasiyetini şöyle dile getirmiştir: “Gökten yere düşüp parça parça olmak, Rasûlullah’a karşı yalan uydurmaktan benim için daha iyidir...”

Mes’elenin bu derece hassasiyet istemesi sahâbeyi öylesine titiz ve temkinli yapmıştı ki, pek çoğu hadîs rivayet etmekten âdetâ ürkerdi.”

Sahâbe-i kirâm, bir taraftan hadîs naklinde bu derece titiz davranıyor, diğer taraftan da mevcud hadîsleri kendi aralarında müzakere etmek suretiyle hafızalarına iyice kaydediyorlardı. Tabii ki onların bu davranışları rahle-i tedrislerinde yetiştirdikleri talebeleri için de güzel bir ders oluyordu. Aynı zamanda böyle davranılmasını talebelerine bizzat tavsiye eden sahâbiler de vardı. İbn-i Abbas ve Ebû Said el-Hudrî bunlardandı. Şöyle derlerdi: “Hadîsleri belleyin ve aranızda müzakere edin. Zira onlardan bazısı bazısını hatırlatacaktır..”

Burada üzerinde ısrarla durulması gereken konulardan biri de sahâbe ve tâbiînin hadîsleri tetkik ve tahkik etmedeki hassasiyetleridir. Bilhassa sahabenin hepsi adil kabul edilmesine rağmen onlar kendi aralarında bile her duyduklarını hemen kabul etmemişler ve o hadîsi birkaç kişiden daha sorarak tahkik etmişlerdir.

Bir defasında bir kadın, torununun mirasından pay almak için Hz. Ebû Bekir’e (ra) müracaatta bulundu. Rasûlullah’ın Halifesi: “Kitabullah’da sana bir şey verileceğine dair bir âyet görmediğim gibi, Rasûlullah’ın da (sav) bu mevzûda birşey buyurduklarını hatırlamıyorum” cevabını verdi. Bunun üzerine Muğire bin Şu’be (ra), ayağa kalkıp: “Rasûlullah (sav), nineye altıda bir hisse verirdi” dedi. Hz. Ebû Bekir’in (ra): “Senden başka bunu bilen var mı?” sorusu üzerine, Muhammed bin Mesleme (ra), Muğire bin Şu’be’yi tasdik ederek: “Ben de aynı şeyi Rasûl-i Ekrem’den (sav) duydum” diye şahitlikte bulundu. O zaman, Hz. Ebû Bekir (ra), o kadına altıda bir hisse verdi.

Yine, bir gün Ebû Mûsâ el-Eş’ârî, Hz. Ömer’i ziyarete gelmişti; kapıyı üç kere çaldığı halde, girmesi için müsaade çıkmayınca geriye döndü. Hz. Ömer, meşguliyeti bitince: “Abdullah b. Kays’ın sesini işitmiştim; izin verin, girsin” diye emretti. “Gitti!” dediler. Bunun üzerine, adam gönderip çağırttı ve Ebû Mûsâ’ya: “Neden gittin?” diye sordu. O da: “Resûlullah bize, “Bir yere girmek istediğinizde üç defa kapıyı çalıp, izin isteyin. İzin verilmezse geri dönün!” diye emretti” dedi. Hz. Ömer: “Ben bunu duymadım. Böyle olduğuna dair muhakkak bir beyyine getirmelisin” diye gürledi. Ebû Mûsâ, hemen Mescid-i Nebevî’ye koştu ve mes’eleyi oradakilere açtı. Übeyy b. Ka’b: “Bunun için büyüklerin şehadeti gerekmez; küçüklerimiz de bilir bunu” diyerek, Ebû Said el-Hudrî’yi Hz. Ömer’e gönderdiler. Hz. Ömer (ra), bu şekilde davranmasının sebebini şöyle açıkladı: “Vâkıa, ben seni itham etmek istemedim. Fakat, rastgele insanların Resûlullah’a yalan isnad etmelerinden korkarım.”

Hadîsleri tahkik adına yapılan yolculuklar (rihlet) ise apayrı bir destandır. Bu nasıl bir şuurdur ki, kişi hem de bildiği bir hadîsi “bir başka bilen var mı yok mu?” diyerek araştırıyor ve eğer varsa o şahsı bulmak ve o hadîsi ondan bizzat işitmek için günlerce yolculuk yapıyordu. Bu hem sahâbe hem de tâbiîn döneminde böyleydi. Nitekim elinizdeki eserin konuyla ilgili bölümlerinde bu husus pek çok misal verilerek anlatılmış ve böylece hadîse niçin güven duyulması gerektiği mes’elesine bu açıdan da vuzuh getirilmiştir.

Yalanı ve yalancıyı yakın takibe alma da, hadîsleri koruma ve kollamada kullanılan metod ve usullerden biridir. Bu sayede rivayetlerin altın zincirine kalp halkanın takılması önlenmiş ve müdahele fırsatı olmadan gerçekleşen sızmalar da yine bu yolla kurutulmuştur.

Daha sonraki dönemlerde bu iş oldukça sistemleştirilmiş ve yalancıları ve yalan sözleri ele veren “ilel” kitapları vücuda getirilmiştir. Bu kitaplar bir bakıma yalan hadîs uyduranların veya uydurdukları yalanların kütük defteri olmuş ve bu sayede sadece o devrin insanları değil, daha sonrakiler de istediklerinde bu şahısları bulabilme ve onlardan gelecek yalan tehlikesine karşı kapalı kalma imkânına kavuşmuşlardır.

Bu arada yüzbinlerce hadîsi ezberine alan hadîs hafızlarının yetiştiğini de hatırlatmakta yarar var. Zira hadîsin en önemli korunma yollarından birisi de bu dev hafızların unutma nedir bilmeyen hafızaları olmuştur. Öyle ki, meselâ, Ahmed b. Hanbel’in bir milyon hadîsi ezbere bildiği rivayet edilmektedir. Halbuki tekrarlarla Müsned’de kırkbin hadîs vardır. Ve Büyük İmam bu kırkbin hadîsi üçyüzbin hadîsten süzerek almıştır. Bu hassasiyet sadece birkaç insanla sınırlı da değildir. O dönemin tanınmış bütün hadîs hafızları aynı hassasiyeti taşımaktadır. Mevzû’ hadîslerin ayıklanması ve bu ayıklamanın pek çok kereler tekrar edilmiş olması da bu gerçeği teyid etmektedir. Titizlik bu kadarla da kalmadı. “Belki tek-tük mevzû’ hadîs sızmıştır diye, hadîsler yeni baştan elekten geçirilerek bir kere daha, inciler sun’î incilerden tefrîk edilerek, ayrı ayrı telifler meydana getirildi. Bu mevzuda ilk defa Makdisî, Tezkiratü’l-Kübra’sında mevzû’ hadîsleri bir araya topladı. O ve diğerleri bu hususta insafsız denilecek ölçüde öylesine hassas ve hakperestçe davrandılar ki, meselâ İbnü’l-Cevzî, kendi mezheb imamı olmasına rağmen, Ahmed İbn Hanbel’in yaklaşık kırkbin hadîs ihtivâ eden Müsned’indeki bir hayli hadîsin mevzû’, zayıf ve metrûk olduğuna hükmetti. Daha sonra gelen İbn Hacer el-Askalânî, İbnü’l-Cevzî’nin mevzû’, zayıf veya metrûk hükmünü verdiği hadîsleri yeniden elden geçirdi ve on üçü dışında geri kalanların hepsini değişik kanallarla sıhhatini tesbit edip, “on üçünü sağlam bir esasa dayayamadığını” “el-Kavlu’l-Müsedded fi’z-Zebbi an Müsned-i Ahmed” isimli eserinde belirtti.

Burada şu noktayı ifade etmek gerekiyor ki, hadîsçiler, İbnü’l-Cevzî için, fazla dikkatli olmadığından pek çok sahih hadîse mevzû’ veya metrûk damgası vurması sebebiyle “mütesahil” derler. Onun mevzû’ olduğuna hükmettiği hadîsleri İbn Hacer gibi, hâtimü’l-huffaz ve Resûlullah’la yirmisekiz defa vicahî görüşen Celâleddin es-Süyûtî de yeniden tetkikten geçirmiş ve:“Ben bunların içinde mevzû’ hadîs görmedim; belki zayıf olabilir” demiştir. Süyûtî, ayrıca İbnü’l-Cevzî’nin “Mevzûâtü’l-Kübra”sını da tetkik ederek, ‘yapma inciler’ manasına gelen meşhur “el-Leâli’l-Masnûa”sını yazmış ve İbnü’l-Cevzî’nin mevzû’ dediği hadîslerden hangisinin gerçekten mevzû’, hangisinin metrûk ve hangilerinin sahih olduğunu göstermiştir.

Şimdi, bu kadar tahkik, bu kadar ince eleyip sık dokuma ve rivayet hususunda gösterilen bu kadar titizlikten sonra, sahih hadîs külliyatı ve sahih hadîs mecmuaları hakkında hâlâ şüpheler irâd etmek İslâm’ın ikinci büyük ve mühim kaynağına leke sürmeye çalışmak, acaba neyle izah olunabilir?”

Muhterem Müellif, soru ifadeli bu hükmü verdikten sonra, mevzû’ hadîslerin tahliline geçer. Hakikaten mevzû’ kabul edilmesi gereken bazı hadîsleri aktarır önce ve bu hadîslerin neden mevzû’ kabul edilmeleri gerektiğinin izahını yapar. Sonra da konuyu can alıcı bir noktaya getirir ve sözlerine şöyle devam eder:

Misal olarak getirdiğimiz bunlar ve daha bunlar gibi yüzlerce mevzû’ hadîse dokunulmaz, hattâ konuşmalara konu edilirken, bugün Buhârî, Müslim ve Kütüb-i Sitte’den diğer dört kitapta geçen ve muhaddisîn-i kirâmca sahih kabul edilen pek çok sahih hadîse dil uzatılmaktadır. Meselâ, bunlardan biri, Buhârî’nin rivayet ettiği şu hadîstir: “Tevrat’ta (Rasûlullah (sav) hakkında) şu âyet vardır: “Ey Nebî, seni şâhid, (ümmet-i Muhammed’in imanlarına, İslâmlarına şehâdet ve nezâret edici), (doğru yolu, doğru yolun encâmı cenneti) müjdeleyen (eğri yolun encâmından) sakındıran, şu ümmî cemaate bir zırh, bir kale olarak gönderdik. Sen, Benim kulum ve rasûlümsün. Ben, seni “Mütevekkil” (her nebî tevekkül etmişse de, husûsiyle seni hakkıyla tevekkül eden) olarak isimlendirdim. O, haşin, kaba, öfkeli, hiddetli, şiddetli ve sokaklarda gezerken bağıran bir insan değildir. Kötülüğü kötülükle savmaz. Fakat affeder, bağışlar. Şu binbir puta tapan, eğri (büğrü yollara sapmış) kavmi “lâ ilâhe illa’llah” diyerek doğrultuncaya ve bununla görmeyen gözleri, duymayan kulakları ve kapalı kalpleri açıncaya kadar Allah O’nun ruhunu kabzetmeyecektir.”

Müsteşrikler ve İslâm dünyasında, onların çizgisini takip edenler, bu hadîsi tenkid, hatta onun mevzû’ olduğu iddiasında bulunmaktadırlar. Sebep ise basit, gayr-i ilmî ve gayr-i mantıkî; hadîsin ravîsinin Abdullah İbn Amr İbn el-Âs olması ve İbn Abbas, Enes, Ebû Hureyre gibi onun da, rivayetlerinde Ka’bü’l-Ahbâr kaynaklı hadîslerin bulunması...

Evvela, bu hadîsin Efendimiz’in sıfatlarına, tarihî vâkıalara ve Kur’ân-ı Kerîm’in Efendimiz’le (sav) alâkalı ifadelerine zıt hiçbir yönü, hiçbir harfi yoktur. İkinci olarak, Tevrat ve İncil’de hem de bunca tahrifden sonra, hâlâ Efendimiz hakkında dünya kadar işaret ve beşaretin var olduğunu söyleyebiliriz.

Üçüncü olarak, İslâm’a giren çoğunluk ya müşrik ya Hıristiyan veya Yahudi idi. Kâ’bü’l-Ahbâr da Yahudilikten gelme bir Müslümandı. Asrımızın dev mütefekkirinin ifadesiyle: “Malûmatı da kendisiyle beraber Müslüman olmuştu.” Kur’ân ve sünnete ters düşmeyen ve hakkında Kur’ân ve sünnetin sükût ettiği mevzularda İsrâiliyata ait bazı şeyler naklediyordu. İddia edildiği gibi, katı, mutaassıb, İslâm düşmanı ve sert biri de değildi. Onu Hz. Ömer’in katliyle alâkalı göstermek ise, daha sonraki asırlarda uydurulmuş bir hezayandır. İbn Abbas, Ebû Hureyre, Enes b. Malik ve Abdullah İbn Amr gibi büyük sahâbîler, onun Tevrat’tan yaptığı nakilleri dinlerlerdi; ama ne Kâ’bü’l-Ahbar yalan söylerdi ne de bu büyük sahabîler. Abdullah İbn Amr ki kılı kırk yaran, âbid, zâhid bir sahabîydi. Evlendiğinde: “Bu kadın benim ibadetime manî olacak” diye beş-on gün hanımının yanına varmamış ve ancak Efendimiz’in (sav):“Hanımının da senin üzerinde hakkı vardır” diye zorlamasıyla gitmişti. Yalan, onun rüyalarına bile girmemişti. Tarihî vak’alar böylesine berrak ve açıkken, son derece indî mütâlaalarla sahih hadîslere ve bu hadîslerin ravîsi sahabîlere dil uzatmak, İslâm’ın ikinci büyük rüknü olan sünneti yıkma gayesinden başka bir şey değildir.

Müsteşriklerin ve onların içimizdeki bazı uzantılarının mevzû’ deyip reddetmeye çalıştıkları hadîslerden birkaçına daha temas eden ve onlara gereken cevabı veren Muhterem Müellif, daha sonra akla gelebilecek bir tereddütü daha izale ediyor ve hadîslerin sayı bakımından bu kadar çok olmasına şu madde başlıkları altında izah getiriyor:

1 Hadîsin yeri ve İslâm Dinindeki önemi.

2- Efendimiz’e karşı duyulan sonsuz sevgi ve hürmet sebebiyle O’na ait en küçük hatıraların dahi dikkatle saklanıp muhafaza edilmesine gösterilen itina.

3- İlmi ve hadîsleri muhafaza etmeyi teşvik eden âyet ve hadîslerin sahabe ve sonradan gelenler üzerindeki müsbet tesirleri.

4- Sahâbe ve tâbiînde mevcut ilim aşkı.

5- O dönemde sosyal zeminin, böyle bir ilmin tekevvününe, gelişip boy atmasına müsait oluşu.

6- Herbirinin birer hafıza dâhisi oluşu.

7- Şartlarına uygun olmak kaydıyla hadîsleri mana ile rivayetin cevazı.

İkinci bölüm, önemi gittikçe artan bir konuyla devam edip noktalanıyor: “Sünnetin Tesbit ve Tedvîni.”

Hadîslerin tesbiti ile tedvînini birbirine karıştırmamak gerekir. Tesbit; yazma veya ezberleme yoluyla hadîsleri zabtetme, bir yere bağlama demektir. Ve bu ameliye, müsteşriklerin iddia ettikleri gibi bir-iki asır sonra değil, bizzat Efendimiz döneminde başlamıştır. İşin başında, Allah Rasûlü, hadîslerle Kur’ân metinlerinin birbirine karıştırılması endişesiyle hadîs yazılmasını yasaklamıştır. Ancak bu endişe ortadan kalkınca hadîslerin yazılmasına hem müsaade etmiş hem de teşvikte bulunmuştur. Bu sebepledir ki, bu mevzuda birbirine zıt gibi görünen hadîsleri zamanlama açısından iyi tesbit etmek gerekir. Bu durumu hadîsin hadîsle neshi şeklinde yorumlamak da mümkündür. Mesela, Müslim’in rivayet ettiği bir hadîste Efendimiz: “Benden birşey yazmayınız. Kim benden Kur’ân’dan başka birşey yazmışsa onu imha etsin” buyurmuşlardır. Halbuki daha sonraları, bazı sahâbilerin ikazıyla hadîs yazmayı bırakan Abdullah b. Amr’a bizzat Efendimiz şöyle diyeceklerdir: “Yaz, hayatım elinde olan Allah’a yemin ederim ki bu ağızdan haktan başkası çıkmaz.”

Tarihî realiteler açıkça gösteriyor ki, sünnet bizzat Efendimiz döneminde tesbit edilmiştir. Ancak bu tesbit bazen yazma bazen de hafızaya kaydetme şeklinde olmuştur. Birbirinden dağınık şekilde duran bu hadîslerin resmen tedvînine ise Ömer b. Abdülaziz döneminde başlanmıştır. Burada “resmen” ifadesi önemlidir. Yani hadîslerin devlet eliyle derlenip toparlanması, demektir. Yoksa ondan önce de tedvîn adına münferid pek çok çalışma yapılmıştır. Nitekim Hemmam b. Münebbih’in “es-Sahifetü’s-Sahiha”sı bunun en çarpıcı örneklerinden biridir. Yapılan karbon tahlilleri Sahife’nin onüç asır önceye dayandığını ortaya koymuştur. Ayrıca İbn-i Abbas ve Cabir b. Abdullah gibi güzide sahâbe ve ilim adamlarının geriye bıraktıkları hadîs muhtevalı eserlerin mevcudiyeti de hepimizin malumudur.

Ömer b. Abdülaziz, hadîslerin tedvîn edilmesi gerektiğine öteden beri gönülden inanan bir insandı. Ancak resmen bunu yürürlüğe sokabilmesi için halife olacağı günü beklemesi gerekiyordu. Zira kendisinden önceki Emevi halifelerinin hiçbirinde böyle bir dert ve düşünce olmamıştı. Hilafete geçtikten bir müddet sonra Medine valisi Ebu Bekir b. Muhammed’e haber gönderdi. O da Medine’nin en seçkin alimlerinden olan İbn-i Şihab ez-Zührî’yi bu işle görevlendirdi. Gerçi halife hadîslerin tedvîn edildiğini göremeden vefat etti; fakat geriye çok güzel bir çığır miras bıraktı. Nitekim İbn-i Cüreyc, Said b. Ebî Arube, İmam Evzaî, Muhammed b. Abdurrahman, Zaide b. Kudame, Süfyan es-Sevrî, Hammad b. Seleme ve Abdullah b. Mübarek gibi dev muhaddisler hep bu çığırı takip ettiler.

Ve nihayet tedvîn döneminden sonra hadîsleri mevzularına göre sınıflandırma manasına telif ve tasnif dönemi başlamıştır ki, bu dönem hadîs tarihinin altın çağıdır.

“Bir yandan, Ebû Dâvûd et-Tayâlîsî, Müsedded b. Müserhed, el-Humeydî ve Ahmed İbn Hanbel gibi mümtaz simalar Müsned’lerini meydana getirirken; diğer yandan da Abdürrezzak b. Hemmâm gibi kimseler “Musannef”ler te’lif ediyorlardı. İbn Ebî Zi’b ve İmam Mâlik Muvatta’ını ve Yahyâ İbn Said el-Kattân ve Yahya İbn Saîd el-Ensârî’nin te’lifat-ı güzideleri de yine bu altın döneme rastlar. Bu zâtlar, Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Nesâî ve Yahyâ İbn Maîn gibi büyük muhaddislerin şeyhleridirler. Nihayet, Kütüb-ü Sitte’nin te’lif vakti gelmiş ve İslâm hadîs külliyâtının en mevsûk altı kitabı kabul edilen bu eserlerin müellifleri, bir zeberced çağın kapısını aralamışlardır. Hemen hemen aynı zamanlarda yaşayan bu devâsâ kametler, aynı zamanda modern te’lifin de üstadlarıdırlar. Zaten, Buhârî ile Müslim arkadaştı.. Tirmizî, Buhârî’den ders almış bir muasırdı.. Nesâî ve Ebû Dâvûd da aynı dönemin hadîs pîrleriydi. Bunlarla Efendimiz (sav) arasında ancak üç-dört nesil vardı.. ve bu nesillerin altın silsilelerini teşkil eden halkalar, yalanın rüyalarına dahi girmediği büyük zâtlardan meydana geliyordu. Evet, dinin yarısını teşkil eden sünnet, bu şekilde, şek ve şüpheye mahâl bırakmayacak ölçüde, en mevsûk kanallardan, alabildiğine hassas ve kılı kırk yaran muhakkik zâtlar tarafından, hem de ta sahâbe, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn döneminden başlayarak kaydedilmiş, kitaplara geçmiş ve bu günlere gelip ulaşmıştır. Sünnet, sahâbi tarafından, bir dinî kaynak, önemli bir rehber, bereketli bir Kur’ân tefsiri olarak değerlendirildiği, sahip çıkıldığı gibi, tabiîn, tebe-i tabiîn döneminde de, daha da artan bir iştiyakla sahip çıkıldı ve daha sonraki çağlara taşındı.”

Müellif, eserinin üçüncü bölümünü sahâbe ve tâbiîn bilgisine hasretmiştir.

Ancak burada sahâbenin ele alınışı klasik tabakat kitaplarında anlatılanlardan çok farklıdır. Bu da gayet normaldir. Çünkü esas gaye sahâbe hakkında bilgi vermek değil, sahâbenin kimliğini ortaya çıkarmaktır. Nitekim hayat hikayelerinden kısa anekdotlar aktarılan sahabelerin seçilişi de bu gayeyi göstermektedir. Ebu Hureyre, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mesud, Ebu Said el-Hudrî, Enes b. Malik ve nihayet Hz. Âişe Validemiz (Allah hepsinden razı olsun) bilhassa sünneti sorgulamaya kalkan zavallılar yanında müttehem sahâbilerdir. Ve Muhterem Müellif, bu sahâbilere onun için eserinde hususî olarak yer vermiştir. Bununla beraber mutlak manada sahâbenin fazilet ve büyüklüğünü anlatma da ihmal edilmemiş ve âyet ve hadîslerin ışığı altında konuya tatmin edici yorumlar getirilmiştir.

Dini bize nakleden altın zincirin ikinci halkası hiç şüphesiz tâbiîn hazeratıdır. Dolayısıyla onların kimliği de konuya tamamlayıcılık getirmek açısından mühimdir. Sahâbe bölümünde nazara alınan gerekçeler bu bölüm için de geçerlidir. Bu sebeple de haklarında malumat verilen tâbiîn büyükleri bilerek ve kasten seçilmiştir. Zira, Said b. Müseyyeb, Alkame b. Kays en-Nehaî, Urve b. Zübeyr, İbn-i Şihab ez-Zührî gibi şahsiyetleri bilip yakından tanımadan hadîs ilmi hakkında yeterli bilgiye sahip olmak mümkün değildir.

Eser, baştan beri söylenenleri çok kısa olmak kaydıyla özetleyen netice başlığı ile son buluyor. Ve son paragrafta şu önemli satırlara yer veriliyor:

Sünnet, Allah’ın nazarında ve Allah Rasûlü’nün (sav) nazarında budur. Hakikat bu iken, müsteşriklerin peşinde gidenlere, ondört asır Müslümanlara yol göstermiş, ma’den-i hakikat olmuş, Efendimiz’e (sav) ve Allah’a ulaştıran bir köprü vazifesi görmüş ve Kur’ân-ı Kerîm gibi nesilden nesile, sözle ve yazıyla intikal ede ede bugünlere gelmiş bulunan Rasûlullah’ın Sünnet-i Seniyyesi’ne leke bulaştırmaya çalışanlara, Arapça bile bilmeden sadece Kur’ân mealleriyle her mes’eleyi halledeceklerini zannedenlere, Allah’ın Kitabı’nda sorulduğu gibi sormak istiyoruz: “Nereye gidiyorsunuz?”

Cehaletin, bilmediğini de bilmeme kertesine varıp dayandığı günümüzde, bütün cesaretleri cehaletlerinden kaynaklanan insanların bu seslenişten alacakları pek çok ders olmalı... Keşke anlasalardı! İnatlarının onları nereye sürüklediğini keşke bilselerdi!

Sünnetin tesbit ve teşri’deki yerinin konu alındığı bu eser, Sonsuz Nur serisinin üçüncü cildi. O da diğer iki cilt gibi Muhterem Hocamız Fethullah Gülen’in, mevzu ile alâkalı konuşma ve yazılarından derlendi. Daha sonra da Müellifinin küçük bir tashihinden geçti. Böyle akademik bir konunun, büyük çoğunluğu halk olan dinleyiciler önünde irticalen konuşulmuş olması şu satırların yazarını hâlâ hayrette bırakmaktadır. İddiadan ziyade isbat eksenli bu eserin okurlarına bereket yüklü faydalar getirmesi dua ve niyazıyla...

Şemseddin NURİ