A- SAHÂBE-İ KİRÂM Sünnet-i Nebeviye’nin ve hattâ Kur’ân-ı Kerim’in nakilcileri, Sahâbe-i Kirâm’dır. Mü’min ve Müheymin olan Allah’tan (cc), emîn olan Cibrîl (as) vasıtasıyla, insanlığın en emîni Muhammedü’l-Emîn’e (sav) gelen ’emanet-i küb-râ’yı aynıyle bize nakleden emanetçiler, ashâb-ı kirâm efendilerimiz olmuştur. Sünnet, Kur’ân’ın kendilerinden senakârane bahsettiği.. Tevrat ve İncil’in kendilerine methiyeler çektiği.. kâhinlerin kendilerinden sözettiği.. kılı kırk yararcasına cihanpesendâne bir hayat yaşayan.. ve yalnızca Bedir, Mûte, Yermuk destanlarıyla değil, hayatlarının her safhasıyla dillerde destânlaşan ve hayatlarını Ukbâ’ya göre ayarlayıp, adımlarını hep rızâ-yı İlâhî mülâhazasıyla atan bu insanüstü insanların elleriyle bize intikal etmiştir. Dolayısıyla, mevzuumuz açısından bir nebze de sahâbe-i kirâmdan ve onlara ihsanla tâbi olan tâbiin-i izâmdan söz etmek istiyorum:
1- Sahâbe ve Tabakât-ı Sahâbe Sahâbenin tarifi ve kime sahâbî deneceği mevzuunda en tercihe şayân görüş Hâfız İbn Hacer’e ait olanıdır. Ona göre sahâbî: “Allah Rasûlü’nü (sav) görüp, az dahi olsa sohbetine eren, O’nu dinleyen ve bu ahd ü peymân içinde vefât eden mü’min insandır.”179 Bazıları, Allah Rasûlü’yle (sav) bir yıl hattâ iki yıl birlikte olma şartını ileri sürmüşlerse de, cumhûra göre, Allah Rasûlü’nün (sav) mübarek atmosferi içine giren ve o atmosferden kalbine ve rûhuna ilhamlar akseden, az buçuk O’nun nurlu ikliminden istifade edip ve vâde vefâ içinde ölüp giden her mü’minin, sahâbî sayılacağında ittifak vardır. Kâfir, Rasûlullah’ı (sav) elli bin defa da görse, sahâbî olamaz. Şüphesiz, her sahâbî aynı derecede değildir. Sahâbinin de kendi aralarında tabakaları vardır. Yolların bütünüyle sarpa sardığı dönemde Allah Rasûlü’ne (sav) imân edenlerle, hicretten ve en nihâyet fetihten sonra iman edenler, herhalde aynı kategori içinde mütalâa edilemezdi. Mes’ele Kur’ân’da ve sünnette de böyle ele alınmıştır. İlgili âyetlerde muhacirlerin ve ensârın ilklerinden bahsedildiği gibi (Tevbe, 9/100) fetihten önce infâk edip savaşanların, fetihten sonra infak edip savaşanlardan daha üstün bir dereceye sahip oldukları da yine Kur’ân’da anlatılan gerçeklerdendir (Hadîd, 57/10). Ayrıca, bu farklılığı Efendimiz’in tercihlerinde görmek de mümkündür. Meselâ, bir defasında Hz. Hâlid, Hz. Ammâr b. Yâsir’i incitince, Allah Rasûlü, Hz. Hâlid’i ciddi azarladı ve: “Benim ashâbıma ilişmeyiniz” buyurdu180. Bir başka defasında, Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir’i incitince, bu defa Allah Rasûlü’nün (sav) Hz. Ömer’e kaşlarını çatarak; “Hepiniz beni inkâr ettiğiniz zaman o beni tasdik etti. ashâbımı bana bırakmalı değil miydiniz?” ikazında bulundu. Hz. Ebû Bekir, dizleri üzerine çöküp: “Suç bendeydi yâ Rasûlallah”181 demesi ise, Ebû Bekir’ce bir davranıştı ve genel havayı ta’dile ma’tuftu. Sahâbenin tabakalarıyla alâkalı en iyi taksim ve tesbit, Müstedrek sahibi Hâkîm en-Nîsâbûrî’ninkidir. Ona göre, sahâbe, oniki tabakaya ayrılır:182 1. Râşid halifeler ve onlarla beraber ilk imân edenler; bilhassa Aşere-i Mübeşşere’den geriye kalan altı sahâbî. 2. Dârü’l-Erkam ashâbı, yani Hz. Ömer’in Müslümanlığından önce imân etmiş olup, imanlarını gizleyen ve Erkam b. Ebi’l-Erkâm’ın hânesinde bir araya gelenler. 3. Habeşistan’a hicret etmiş olanlar. 4. Birinci Akabe Bey’atında bulunanlar. 5. İkinci Akabe Bey’atında bulunanlar. 6. Efendimiz’e (sav) Kuba’dan Medîne’ye teşriflerinden evvel mülâki olan ilk muhâcirler. 7. Bedir Ashâbı. 8. Bedir’le Hudeybiye vak’ası arasında hicret edenler. 9. Bey’atü’r-Rıdvân Ashâbı. 10. Hâlid b. Velîd ve Amr İbnü’l-Âs gibi, Bey’atü’r-Rıdvan ile feth-i Mekke arasında hicret edenler. 11. Fetih’ten sonra Müslüman olanlar. 12. Fetih’te, “ashâbıyla vedâlaşması” mânâsında “Vidâ Haccı” ve son haccı olması hasebiyle “Vedâ Haccı” denilen hacda ve sâir yerlerde Efendimiz’i görmüş olan çocuklar.
2. Sahâbenin Büyüklüğü Sahâbe, enbîyâdan sonra, ittifakla insanlığın en büyükleridirler. Mutlak fazilet enbiyâya aittir ve onlara kat’iyen yetişilmez. Onlardan sonra sahâbe gelir, bununla birlikte, husûsî bazı fazîletlerde, -mutlak fazîlette değil- Beni İsrail peygamberlerinden bazılarının seviyesine erişen sahâbilerin varlığından söz edilebilir. Tekrar ediyorum bu, bazı sahâbinin bazı faziletlerde, bazı peygamberlere ulaşması demektir. Aynı şekilde, husûsî bazı faziletlerde Şâh-ı Geylânî, İmam-ı Rabbânî, Muhammed Bahâuddin Nakşibendî gibi zatlar, bir kısım husûsî fazilette, “mercûhun râcihe rüçhaniyeti” esasına binaen, sahâbiyle omuz omuza olabilir. Ancak, dünden bugüne, her zaman din adına sözleri hüccet, akılları kalbine yâr, kalbleri de akıllarına yâr, sineleri ulûm-i dîniye, akılları fünûn-u medeniye ile aydınlanmış, her asırda İmam Ebû Hanîfe ve İmam Şâfiî gibi müeddeb zâtlardan müteşekkil cumhûrun ittifakıyla, enbiyâdan sonra mutlak fazilet, sahâbe-i kirâma aittir183. O kadar ki, çoklarınca ilk müceddid kabul edilen ve husûsî bazı faziletlerde çok önde olan Ömer İbn Abdülazîz Hazretleri bile, bu hususta sahâbenin en küçüğüne yetişemez. En büyük velilerden İmâm-ı Rabbânî de mutlak fazilette: “Ömer İbn Abdülaziz, Vahşî’nin ancak atının burnundaki bir toz olabilir” hükmünü vermiştir.184
3. Sahâbeyi Yücelten Amiller Nereden gelmektedir sahâbenin büyüklüğü?
a. Risalet Cihetiyle Beraberlik Birincisi sahâbe, Allah Rasûlü’nün peygamberliğiyle ve risâletiyle münasebettardır. Allah Rasûlü’nün vefatıyla nübüvvet kapısı kapanmış olduğundan, daha sonra gelen veliler, Efendimiz’in (sav) ancak velâyetiyle münasebet içindedirler. Dolayısıyla, nübüvvet ve risâlet, velâyetten ne kadar üstünse, sahâbe de, en büyük velilerden o kadar üstündür.
b. İnsibağ Keyfiyeti İkincisi, “sohbette insibağ vardır”; büyük bir zatın eserlerini defalarca okumak, onun huzurunda birkaç dakika durmanın kazandıracağı şeyi kazandıramaz. Huzurda bulunma ve sohbetten doğrudan doğruya istifade etme, hele Allah mehâbeti altında yaşayan insanın sözlerinde, bakışlarında, yüz işmizazlarında, dudak ve el hareketlerindeki ruhu, ma’nâyı yakalama ne yazılır, ne de kitaplarda okunur. Allah Dostu’nun namazını, O’nun ayakta nasıl durduğunu, nasıl rükû ve secde ettiğini kitaplar yazar ama, sinesinin ızdırabını, Allah karşısında iki büklüm olmasını, kıvrım kıvrım kıvranmasını, ancak ve doğrudan doğruya onun atmosferine girme, onunla arkadaş olma, diz dize gelme ve huzurda bulunma verebilir. İşte, sohbetteki bu insibağı anlamayan, sahâbiyi anlayamaz ve onun büyüklüğünü kavrayamaz. Sahâbi olmak için, mekânın üstüne çıkmak, 1400 sene öteye gitmek ve o uzak noktadan, ötelerde bir yerlerden yıldızları seyreder gibi onları seyretmek, bizzat Allah Rasûlü’nün (sav) huzûruna dehâlet edip “dahîlek yâ Rasûlallah” demek lâzımdır.
c. Doğruluğun Peşinde Olmaları Üçüncüsü, sahâbînin hayatında, şakacıktan da olsa yalan yoktur. En doğru söyleyenin bile birkaç yalanının olduğu günümüzde, bunu anlamak oldukça zordur. Onlar o gün yeni Müslüman olmuştular. Müslüman olmuş, yalandan ayrılıp doğruya gelmiş, ahlâksızlıktan ayrılıp ahlâka ulaşmış, karanlıktan uzaklaşıp ışığı yakalamış ve kendilerine va’dedilen güzelliğe ermek için mallarını ve canlarını seve seve fedâ etmişlerdi. Çok pahalıya satın aldıkları bu değeri, öyle ucuza satıp, fedâ edecek değillerdi. Sâdık-ı masdûk Hz. Muhammed’in (sav) makamı olan sadâkat etrafında kümelenmiş bu insanlar, Müseylemetü’l-Kezzâb’ın makamı olan yalana asla tenezzül etmez ve böyle süflîlerden süflî bir makama düşmek istemezlerdi. Binâenaleyh, sahâbîyi düşünürken, o müthiş inkılâb içinde, ayın kürre-i arzdan kopup, son hızla uzaklaşması ve her geçen gün biraz daha uzaklara gitmesi mülâhazasıyla bakılmalıdır ki, bu mes’ele anlaşılabilsin.. evet sahâbe, yalandan, yalancı bir dünyadan kopup son hızla uzaklaşmış ve bir daha da o çıyan yuvası, yalanın, dolanın, aldatmanın ve her türlü lâahlâkîliğin yaşandığı anlayışa dönmemişti. Siyasetin yalana revaç verdiği, ahlâkın yanında ahlâksızlığın, yümnün yanında yümünsüzlüğün ticaretinin yapıldığı günümüzde, bunu duyup hissetmek çok zordur zannediyorum. Bunu duyup hissetmeyince de sahâbe-i kirâmı kendimiz gibi sanacak ve gökteki melekleri ya da yıldızları, yerdeki yıldız böcekleriyle bir tutmak gibi bir garabet içine gireceğiz.
d. Vahyin Oluşturduğu Canlılık Dördüncüsü, asr-ı saâdette birbiri ardına sahâbe üzerine semâvî sofralar iniyordu. Göklerin ve yerin Mâliki’nden, Meliki’nden her gün yeni yeni mesajlar geliyor ve sahâbe, her gün bu mesajlarla âdetâ yıkanıp arınıyordu. Bir gün ezanın teşrîi.. öbür gün kâmetin teşrîi.. bir başka gün nikâhın teşrîi ve bilahâre dört kadınla sınırlandırılması, sonra da şarta bağlanması.. içkinin yasaklanıp eldeki kadehlerin yere çalınması.. tâ ruhlarının derinliklerine işleyen İlâhî ve semâvî sofralardan sadece birkaçıydı. Ayrıca, bu sofraların, bu mesajların bir yanında, her zaman kendileriyle alâkalı bir hususu ve bazen gizli, bazen açık kendi isimlerini bile yakalayabiliyorlardı. Meselâ; “†«‰‰ÒÓÁğ” dan sonra “ÂÓŸÓÁÔ” denirken gözler çok defa Ebû Bekir’e, “‰Ú„Ô·ÒÓ” denince Hz. Ömer’e: “ÓÍÚÊÓÁÔÂÚ” (Fetih, 48/29) denince de Hz. Osman’a dönüyordu. “«†ÂÓ«†ŸÓ«ÁÓœÔË«” (Ahzâb, 33/23) okununca bakışlar, Enes b. Nadr’ın kahramanlığı ve şehâdetinin etrafında geziniyor; hatta Enes İbn Mâlik de mezarında amcasına bakıyordu. Sonra, Allah Rasûlü, Ubeyy b. Ka’b’ı çağırıyor ve †‰ÓÂÚ†ÍÓ„ÔÊÚ “(Beyyine) sûresini sana okumamı Allah bana emretti” diyor, Ubeyy: “Adımı da söyledi mi yâ Rasûlallah?” diye soruyor ve: “Adını da söyledi” cevabını alıyordu. Yine Allah: ”Ó‰ÒÓ«†‚Ó÷Ó͆” (Ahzâb, 33/37) âyetinde Rasûl-i Ekrem’in (sav) âzadlısı, ilklerin ilklerinden Zeyd b. Hârise’nin adını anıyordu185. Evet, Allah onları, onlar da hep Allah’ı anıyorlardı. Gölgesini olsun rüyalarımızda yakalamamızın bize bir hafta yettiği Allah Rasûlü (sav) vasıtasıyla, O’nun azamet ve kudsiyetine münasip bir şekilde sürekli Allah’la münasebet içindeydiler. Onların hayatları, bu seviyede yakaladıkları anlayış, idrâk, basiret ve ma’rifet içinde sürüp gidiyordu. İşte, Kur’ân’ı ve sünneti bize nakledenler, bu seviyedeki insanlardı; yalana tenezzülleri asla mümkün olmayan bu insanlar... İşte Kur’ân ve sünnet de böyle sağlam insanlarla, öyle sapasağlam perçinlenmişti ki artık onlardan sonra da bu durumu değiştirmek mümkün olmayacaktı.
e. Zor ve Çetin Dönemde Sahip Çıkmaları Sahâbe-i kirâm, İslâm’a sahip çıkmanın çok pahalı olduğu bir zamanda sâhip çıktı. Bugün de pahalıdır bu iş ama çok daha pahalı olduğu öyle zamanlar olmuştur ki, bir beldede bu mes’eleye sahip çıkan bir mü’min, Akif’in: “Nerde yârânım diyorken ben, bülend âvâz ile Nerde yârânım diyor vâdi, beyâbân, kûhsar” beytinde ifade ettiği yalnızlık içindeydi. Sahâbe-i kirâm, bundan da öte bir yalnızlık ve bir vahşet içinde Allah’ın dinine ve peygamberine sahip çıktılar. Hem öyle bir zamanda ve öyle şartlar altında sahip çıktılar ki, Muhyiddîn İbn Arabî’nin Müsâmeretü’l-Ebrâr’ında naklettiğine göre, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ebû Ubeyde İbn Cerrah’a, Hz. Ali’ye ulaştırması için söylediği şu sözler, onu tasvire yeter zannediyorum: “Ya Ali, sen çocuktun; sağını solunu daha bilmiyordun. Biz, ölümü birkaç defa göze almadan sokağa çıkmaya cesaret edemezdik; çıkarken de başımızda kılıçların kavis çizeceğini düşünürdük. Zağlanmış hançerlerin bağrımıza saplanmasını hesaba katmadan kimseye “Allah birdir” diyemezdik.” Bu seviyede, bu buudda İslâm’ı tanımış ve yakalamıştı onlar .. ve bir hamlede gözleri açılmıştı ötelere. Meselâ, bir defasında Haris b. Mâlik, mescidde yatıyordu. Allah Rasûlü (sav), kendisini ayağıyla dürtüp uyandırdı. Her sahâbînin dediği gibi: “Anam, babam sana fedâ olsun, bir emriniz mi var yâ Rasûlallah?” dedi. “Nasıl sabahladın?” diye sordu Efendimiz (sav) ona. Hâris (ra): “Hak mü’min olarak sabahladım; hak mü’min olarak kendimi idrak ediyorum” cevabını verdi. Efendimiz’in (sav):“Her hakkın, bir hakikati vardır; peki senin bu imânının hakikati nedir?” sorusuna da:“Gündüz oruç tuttum; gece de sabaha kadar Rabbimin karşısında kemerbestei ubûdiyet içinde büklüm büklüm oldum yâ Rasûlallah... Şu anda öyle bir ruh hâleti içindeyim ki, Rabbimin arşını, ehl-i cennetin ferih-fahûr cennette sağdan sola gidip gelişini görür gibiyim” karşılığında bulundu. Allah Rasûlü (sav) de, şöyle mukabele etti ona: “Sen öyle bir insansın ki, tepeden tırnağa iman kesilmişsin.”186 İşte onlar, Allah’a (cc) bu derece yaklaşmıştı ve Allah da, bir kudsî hadisinde ifade ettiği gibi onların, gören gözleri, işiten kulakları, konuşan dilleri, tutan elleri olmuştu.187
4. Kur’ân-ı Kerim’de Sahâbe İmam İbn Hazm, kendisi gibi pek çok müctehid ve eimmenin kanaatine tercüman olarak: “Sahâbe-i kirâmın bütünü ehl-i cennettir”188 der. İçlerinde aşere-i mübeşşere gibi bazılarının hayatta iken cennetle müjdelenmesi, onların cennette de belli bir payeye sahip olmalarından dolayıdır. Kur’ân’da ve sünnette bu görüşü destekleyen pek çok deliller vardır. Evvela, Kurân-ı Kerîm, Fetih sûresinin son âyetinde sahâbeyi şöyle tavsif eder: “Muhammed Allah’ın Rasûlü’dür.” İman-ı billâhtan sonraki en büyük hakikat; Hz. Muhammed (sav)’in Allah’la insanlar arasında mukaddes bir vesile ve vasıta oluşudur. “Onunla beraber bulunanlar ve O’nun maiyyetinde olanlar ise, küfre ve kâfirlere karşı çok çetindirler”; (bü-külmez kol, bükülmez bel ve temennâ durmaz, kâmet); “Kendi aralarında yumuşaklardan yumuşak (ve rahîm mi rahîmdirler.)” (Hayatları namazdan ibarettir denecek derecede o kadar çok namaz kılarlar ki), sen onları rükû ve secdede görürsün. “Allah’tan fazl ve razılık diler dururlar. (Allahım! Cennet bizden uzak ama, Senin fazlınla ayağımızın ucu, burnumuzun ucu, iki kaşımızın arası kadar yakındır. Allahım! İman ışığını eğer sen yakmazsan, o bizden çok uzak; fakat senin fazlınla yakınlardan daha yakın bir meş’aledir. Allahım! Razılığını isteriz; Sen verirsen her şey olur; vermez, mahrum edersen, insan her şeyden mahrum kalır” der ve bunu vird-i zebân ederler. “Secde emâresi, alınlarında bellidir.” Onların alınlarında nûrefşân bir nişan sezer.. ve secdeden meydana gelmiş izler görürsünüz. Onları hiçbir şeyden tanımasanız bile, yüzlerindeki secde izlerinden, yüzlerinin behcet ve beşâşetinden tanırsınız. Onların nâsiyeleri, pırıl pırıl, dırahşân ve şûle-feşândır... “İşte, Tevrat, onları böyle anlatmaktadır.” “İncil ise, onlardan şöyle bahseder”: “Bir ekin ki, rûşeym halinde başını taştan, topraktan dışarı çıkardı.” derken, “hemen büyüdü ve boy attı .” “ve ardından da kalınlaştı” ve “gövdesi üzerine doğruldu (ve salınmaya durdu) “Öyle ki, ekini ekeni, tohumu saçanı bile hayrette bırakacak derecede (çabuk büyüdü, küfre, dalâlete baş kaldırdı, bütün dünya ile hesaplaşacak seviyeye ulaştı.) Küffârı gayz içinde bıraksın diye”: “Allah, onlardan, iman edip, salih amelde bulunanlara mağfiret ve ecr-i azîm va’detti.” Nedir, Allah’ın va’dettiği ecr-i azîm? Kur’ân, bunu tasrih etmiyor; çünkü, sürpriz yapacak Allah; gözlerin görmediği, kulakların işitmediği mükâfatlarla mükâfatlandıracak onları; cennetine koyup, Firdevs’iyle serfiraz etmesi ise, onlara bir ünvan-ı eltafı.”189 Bir gün, çocuğu şehid olmuş bir kadın, Allah Rasûlü’ne gelerek: “Ey Allah’ın Rasûlü, eğer Hârise şehid olduysa ve eğer cennete girdiyse ağlamayacağım; yok, böyle değilse, kıyâmete kadar üstümü başımı yırtacak ve ağlayacağım” dedi. Allah Rasûlü (sav), bu kadına şu hayatbahş cevabı verdiler: “Cennet bir değil ki! Senin oğlun, cennetin en yükseği olan Firdevs’tedir.”190 Bu, sonradan iman etmiş genç bir sahabiydi. Sonradan iman etmiş sıradan bir sahâbî, cennetin en yükseğine giderken, sünneti bize nakleden ve hakikat-ı Ahmediye’yi günümüze taşıyan büyük sahâbîlere yalan isnadında bulunmanın, bulunup ehl-i cehennem görmenin, insanı nereye götüreceğini düşünmek gerekir! Yine, Kur’ân-ı Kerîm buyuruyor: “Muhacirlerden ve ensârdan o ilkler, o önde gidenler ve bir de ihsan şuuruyla onlara tâbî olanlar var ya, Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan razıdırlar.” (Tevbe, 9/100) Allah, onlardan her nefse: “Ey itmi’nâna ermiş tertemiz nefis, sen Allah’tan, Allah da senden razı olarak Rabbi’ne dön. Kullarımın içine katıl ve gir cennetime” (Fecr, 89/27) der. Evet bazıları sahâbeden razı olmasa da, Allah onlardan razıdır; bazıları, cenneti onlara çok görse de: “Allah, onlara altlarından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır.” “Hem, orada ebedî kalacaklardır.” “Ve bu büyük bir mükâfat, büyük bir kazançtır.” (Tevbe, 9/100). Muhâcirler, yurtlarını yuvalarını bırakmış.. ve tabiî ondan önce de beşerî arzularından, nefsânî isteklerinden hicret etmiş.. ma’siyetten itaata, nefsânîlikten ruhânîliğe ve Mekke’den Medine’ye göç etmiş insanlardır. Ensâr ise, onlara bağırlarını açan, onları kucaklayan ve onları barındıran kutlulardır. Bu öyle bir kucak açma ve barındırmadır ki, sadece şu kesitten rasat, yeter insana: Sa’d İbn Rebî, Allah Rasûlü’nün, onunla aralarında kardeşlik kurduğu Abdurrahman İbn Avf Hazretleri’ni götürür evine ve iki hanımını göstererek: “Bak kardeşim, sen hicret ettin; fedakârlık yaptın. Şu iki hanımdan hangisini istersen boşayayım, iddetini beklesin, sonrada onunla evleniverirsin” der. İbn Avf ise: “Kardeşim, Allah sana zevcelerini mübarek kılsın. Sen bana bir ip ver ve pazarın yolunu göster” diyerek, Mekke’nin tüccarı Medine pazarlarında hamallığa yürür...191 Evet bu, öyle bir kucak açma ve barındırmadır ki, Devs’ten gelip Müslüman olan.. ve Rasûlullah’ın yanından ayrılmama uğruna, sünneti gelecek kuşaklara aktarma adına gündüzleri sâim, geceleri kâim; aç sabahlayıp, aç geceleyen ve çok defa açlıktan sar’a tutmuş gibi yerlerde kıvranan Ebû Hureyre Hazretleri, bu kaçıncı çaresizliğidir bilinmez, Allah Rasûlü’nün (sav) huzuruna gelir ve: “Yâ Rasûlallah, günler var ki, ağzıma bir lokma birşey koymadım” der. Bunun üzerine, Allah Rasûlü’nün (sav) süt halalarından olduğu söylenen Ümm-ü Süleym’in ikinci kocası, o müthiş insan ve en çok sevdiği hurma bahçesini Allah yolunda infak eden Ebû Talha, onu alır ve evinde misafir eder. Ne var ki, evde yiyecek öyle fazla bir şey de yoktur. Zevcesi Ümm-ü Süleym’e: “Çocukları akşamdan yatır ve ne varsa sofraya koy. Mumu da daha iyi yakayım derken söndürüver. Karanlıkta kimin ne yeyip ne yemediği belli olmayacağından, ben kaşığımı tabağa boş götürür getiririm; böylece misafirimiz de karnını doyurur” der. Öyle yaparlar.. ve derken Ebû Hureyre Hazretleri de karnını doyurma fırsatı bulmuş olur. Sabah namazında her ikisi de Allah Rasûlü’nün (sav) arkasında yerlerini alırlar ve namaza dururlar.. namazı müteakip, Allah Rasûlü geriye döner, gülümser ve: “Bu gece ne yaptınız? Hakkınızda şu âyet nazil oldu” der ve âyeti okur: “Onlardan (muhâcirlerden) evvel orasını (Medine’yi) yurd ve iman ocağı edinmiş olan (ensâr-ı kirâm), kendilerine hicret edip gelenlere sevgi beslerler, severler onları. Onlara verdiklerinden dolayı kalblerinde en ufak bir hâcet, taleb, elem, pişmanlık da duymazlar. Kendileri fakr u hacet içinde bile olsalar, onları öz canlarından daha üstün tutar, öz canlarına tercih ederler. Kim nefsinin hırsından ve cimriliğinden korunursa, işte böyleleridir muradlarına erenler, onlardır kurtulanlar”(Haşr, 59/9).192 Evet, bugünün insanının hayallerinin bile ulaşamayacağı bir insanî seviyeyi ihraz etmişti onlar. Kalpleri dupduruydu.. en ufak bir eğrilik yoktu içlerinde ve Allah, onlardan razı olduğunu daha hayatlarındayken ilân ediyordu. Razı olmuştu Allah onlardan.. tastamam mü’mindi onlar ve Allah, O mü’minlerden razı olmuştu.. hem de şüphesiz razı olmuştu. İşte, mini bir mealle, onların ma’nalandırılmaları; “Ey Rasûlüm, seni Mekke’ye sokmadıkları zaman, canlarını ve mallarını yolunda vermek, her şeylerini uğrunda feda etmek ve sen ne dersen onu yapmak üzere ellerini ellerinin üzerine koyup sana biat ettikleri zaman Allah onlardan razı olmuştu, razı olmuş ve kalplerindekini de bilmişti.. niyetlerindeki ihlâsı, samimiyeti ve duruluğu bilmişti de onlardan razı olmuş ve üzerlerine sekine, itmi’nân, temkin indirmişti. Öyle ki, bütün dünya karşısında tek başlarına da kalsalar, itmi’nân içindeydiler.. çok yakın bir gelecekte de, Hudeybiye gibi bir fetih ve o âna kadar kapalı kalmış yolların açılmasını, maniâların bertaraf edilmesini ihsan etmişti onlara.”(Feth, 48/18) Sahâbe-i Kirâm, Rasûlullah’a verdiği sözden, O’nunla yaptığı biattan, Allah’la olan anlaşmalarından hiç dönmemişti. Allah’a verdikleri sözde hep sâdık çıkmış ve her hadisede sadâkatlerini ortaya koymuşlardı. Kur’ân, onları bu yönleriyle de yani sadâkatleri, söz ve ahdlerine bağlılıklarıyla da destanlaştırmakta ve medh†ü senâ etmektedir. İşte Kur’ân’dan bir meâl daha!: “Mü’minlerden öyle merd oğlu merdler, öyle yiğit oğlu yiğitler vardır ki, Allah’a verdikleri sözü yerine getirip sadakatlerini isbat etmiş; onlardan kimisi ahde vefa gösterip canını vermiş; kimisi de beklemedeydi.”(Ahzâb, 33/23). Evet onlar, Allah’la cennet karşılığında, O’nun rızası karşılığında mal ve canlarını seve seve fedâ edeceklerine dâir ahidleşmede bulunmuşlardı.. ve sonra da bu ahidlerine sâdâkat göstermişlerdi. Cephelerde bir bir doğrandılar; dökülüp dökülüp gittiler; ekin biçilir gibi biçildiler de, bir adım olsun geriye dönmediler. İşte Hamza, Uhud’da şeb-i ârûsunu yaşadı! İşte Enes b. Nadr, yine Uhud’da ölümle sarmaş-dolaş Allah’ına kavuştu. İbn Cahş, Mus’ab b. Umeyr ve daha onlarcası Uhud’da, Bedir’de ölümle zifaf oldular. Ahidlerini yerine getiren bu kutlu yiğitlerden başka daha bazıları da vardır ki, onlar da şeb-i ârûslarını beklemekte ve cephelerde ölüm aramaktaydılar. Ebû Akîl bunların başında gelir: Uhud’da bekledi, feth-i Mekke’de bekledi; Mu’te’de bekledi; nihayet Yemâme’de beklediğine erdi. Ve bu yiğitler, Allah’a verdikleri sözü hiç değiştirmediler. İlk gün nasıl idilerse, son gün de öyleydiler. Dünya onları hiç mi hiç değiştiremedi.. cismaniyetleri asla onlara galebe çalamadı.. karanlıkların yırtılacağı, nurun ortalığı kaplayıp, karanlık ordularının ışık ordusu tarafından bozguna uğratılacağı âna kadar, hiç değişiklik göstermeden hep yiğitçe davrandılar...
5. Hadîs-i Şeriflerde Sahâbe Kur’ân, sünneti bize intikâl ettiren ve tertemiz kanal olan sahâbeyi böyle destanlaştırmaktadır. Şimdi, bir de ashâb hakkında şeref-südûr olan hadîs-i şeriflerin nûrefşân ikliminde temâşâ edelim onları. a. İmam Buhârî ve Müslim’in yanında, kütüb-ü sahiha rivayet ediyor; ravî, hadîsde ashâbın gençlerinden ve kendisini Ebû Hureyre (ra) gibi Allah Rasûlü’ne (sav) vakfedenlerden Ebû Saîd el-Hudrî: “Ashâbım hakkında uygunsuz sözler söylemeyin. Eğer, sizden birinin Uhud dağı kadar altını olsa ve bunun tamamını Allah yolunda infak etse, bu, onların bir-iki avuçluk infakına, hatta yarısına bile mukabil gelmez.”193 Zira onlar, İslâm davasına en çetin günlerde sahip çıktılar. Dolayısıyla, ashâb-ı kirâma dil uzatmak, bir Müslümanın yapacağı iş değildir. Dün bir kısım batıl mezheb taraftarlarına, bugün de İslâm’a cibilli düşman müsteşriklere uyan ve batının sanâyi şoku, teknoloji şoku karşısında şaşkın; hatta onları İslâmî ilimlerde de mihrab edinen birtakım zavallı Müslümanların yaptığı gibi, biz, ashâb hakkında asla uygunsuz sözlerde bulunmayız ve de bulunmamalıyız. b. Tirmizî ve İbn Hibbân, Abdullah b. Muğaffel’den rivayet ediyor: “Allah Allah! Aman ashâbım hakkında söz söylemekten sakının; Allah Allah! Aman ashâbım hakkında söz söylemekten sakının. Zinhâr benden sonra onları hedef almayın. Onları seven, beni sevdiği için sever; onlara buğzeden, bana buğzettiği için buğzeder. Onlara eziyet veren, bana eziyet vermiş, bana eziyet verense Allah’a eziyet etmiş sayılır. Allah’a eziyet vereni de, Allah hemen cezalandırır.”194 c. Yine, İmam-ı Müslim, rivayet ediyor: “Yıldızlar, semâ için emniyet sebebidir; (yani, semânın emniyetini, nizam ve intizamını sağlayan, yıldızların kendi aralarındaki nizam ve intizamlarıdır.) Yıldızların nizam ve intizamı bozulduğu zaman, semânın düzeni bozulur.. ve semâ için vârid olan tehdit zuhûr eder. Ben de, ashâbım için bir emniyet ve güven kaynağıyım. (Hayatta kaldığım sürece, ashâbım arasında nizam, intizam ve güven devam edecektir.) Ben gittiğim zaman, ashâbım için vârid olan tehdid, onların başlarına gelecektir. Ashâbım da, umum ümmetim için bir emniyet ve güven kaynağıdır. Ashabım gidince de, ümmetimin başına çok şey gelecek ve çeşitli gaileler açılacaktır.”195 Kıyâmet’in vukûu, yıldızların tesbih tâneleri gibi etrafa saçılmalarıyla meydana gelecektir. Aynı şekilde, Efendimiz, ashâbı için; ashâbı da ümmeti için, tesbihin imâmesi gibidirler. Allah Rasûlü, ashâbının nizam ve intizamı adına kendini; içinde ebrâr, evliyâ, asfiyâ ve mukarrabînin bulunduğu ümmeti için de ashâbını nazara vermektedir. d. Buhârî, Müslim ve daha başka kütüb-ü sahîhanın rivayet ettiği bir diğer hadîs-i şerifte de Efendimiz (sav) şöyle buyurmaktadır: “İnsanların en hayırlıları, benim şu içinde bulunduğum asırda yaşayanlardır. (Ak çağ bu aydınlık çağdır) sonra onların peşinden gelenler (Tabiîn), daha sonra da onların peşinden gelenler (Tebe-i Tâbiîn). Onlardan sonra (kötü) bir nesil gelecek. Birinin şahadeti yeminini, yemini de şahadetini geçecektir.”196 Sonra, yalan asrı gelir. Şahâdetleri yeminlerinin, yeminleri de şahâdetlerinin önüne geçen halfulva’d asrı; yalan, yalan yere yemin ve yalancı şâhidlik çağı. “Sahâbe, Tabiîn ve Tebe-i Tâbiîn Asrı” yalanın olmadığı ve yalandan alabildiğine uzak ve müberrâ kalındığı asırdır. Tebe-i tabiînden sonra yalan zuhur etmiş, Mutezile imamları, Mürcie imamları, Müşebbihe imamları yalana çanak tutmuşlardır. Ve, artık herkes, yalan söylemektedir. Müsteşrikler yalan söylemekte, sahâbe, tabiîn ve tebe-i tabiîne yalan isnad edenler yalan söylemekte ve ilimde batıyı mihrab edinen; batı karşısında başı dönmüş, şoke olmuş zavallılar da bu yalana ortak olmaktadırlar. e. Taberânî ve İbn Esîr, ilim dağarcığını Kufe’ye gönderirken Hz. Ömer’in kendisi hakkında: “Ey Kûfeliler, sizi nefsime tercih etmeseydim, İbn Mes’ûd’u size göndermezdim”197 dediği Abdullah İbn Mes’ûd’dan şunu naklediyor: “Allah, kendisine kullukla serfiraz olanların kalblerine baktı, baktı da, Hz. Muhammed’i (sav) seçti ve mahlukatına nebi olarak gönderdi. Sonra da insanların kalblerine baktı (ve O’na ümmet olabilecek, kendisi gibi ısmarlama insanlar olarak) O’nun ashâbını seçti; (Ebû Bekir’i seçti, Ömer’i seçti, Osman’ı, Ali’yi, Zübeyr’i, Talha’yı, Abdurrahman İbn Avf’ı, Ebû Ubeyde İbn Cerrâh’ı seçti) onları dininin yardımcıları ve peygamberinin vezirleri yaptı.”198 f. Yine Ebû Nuaym, Hilye’sinde Abdullah İbn Ömer’den naklediyor: “Kim dosdoğru bir yol tutup gitmek istiyorsa şu ölüp gidenlerin yolunu tutsun. Zira onlar Hz. Muhammed’in (sav) ashâbıdır: Allah Rasûlü’nün (sav) ashâbı, O’nun ümmetinin en hayırlılarıdır. (Ümmet içinde büyük insanlar gelebilir, evliyâ, asfiyâ gelebilir ama, mutlak hayır ve fazîlet ashâb-ı kirâma aittir.) Onlar ümmet içinde kalbleri en temiz, en duru, ilimleri en derin ve (kulluk adına) tekellüften, (yapmacıklıktan) en uzak olanlardır. Allah’a, o Kâbe’nin Rabbine yemin olsun ki, Allah Rasûlü’nün ashâbı dosdoğru bir hidayet üzereydiler.”199 g. Yine Hilye’de İbn Mes’ûd’un şöyle buyurduğu rivayet edilir: “Sizin orucunuz, namazınız ve ibadet adına cehdiniz, sahâbeninkinden ileri olabilir.” (Bu hususî yönlerinizle ashâb-ı Rasûlullah’ı geride bırakabilirsiniz. İçinizde Mesrûk b. Ecdâ gibi, hiç yatağa girmeyen ve her geceyi, Kâ’be’nin yanında secdede geçiren insanlar bulunabilir. Tâvûs b. Keysân gibi, kırk sene yatsı abdestiyle sabah namazını eda edenler olabilir. Esved b. Yezid en-Nehâî gibi sabaha kadar Allah karşısında kemerbeste-i ubudiyet içinde el pençe divan duranlar da olabilir.) “Ama sahâbe-i kirâm, sizden daha hayırlıdır; çünkü dünya, umurlarında değildir.” (Yani dünya onların ellerinden gitse idi “ah” çekmez; bütün dünyayı kazandıklarında da “oh” demezlerdi.) Bütün rağbetleri, (bütün çalışmaları) ahiret içindi, (yani yalnızca ahiretin peşindeydiler.)200 6. Müksirûn-u Sahâbeden Bazıları Müsteşriklerle, onların İslâm dünyasındaki takipçilerinin hücum oklarına en fazla maruz kalan sahâbiler, hadîs ıstılahında “Müksirûn-u Sahâbe” denilen, çok hadîs rivayet etmiş olan ashâb-ı Rasûl (sav) ve bunların başında da Ebû Hureyre Hazretleri’dir. Dinimiz, bize sahâbe-i kirâm vasıtasıyla intikal etmiştir; dolayısıyla da onlara dokunan her şey, dinimize dokunmuş sayılır. Yaşayan Müslümanlar olarak bugün emânet, artık bizim üzerimizde olduğu için, dinimizi ona dokunacak her şeyden korumak da bize düşer. Sahâbe-i kirâm, vazifelerini şerefle yapıp gittiler; hayatları ta’n u teş’niin ulaşamayacağı bir kuşakta geçti. Aslında, onların korunmaya ihtiyaçları da yoktur; ancak, o pâk dâmenler bahane edilerek, temelde dinimiz hedef alındığı için, bu bahanenin yersizliğini, tutarsızlığını göstermek gerekmektedir. İslâm tarihinde ilk asırlar çok duru ve çok pâk geçti. Ne zaman yabancı düşünce ve felsefî akımlar Müslümanların arasına girdi, ondan sonra Mu’tezile, Cebriye, Mürcie, Müşebbihe gibi değişik bâtıl mezhebler zuhur etti. Bu mezheb erbabı, kendi hevâ ve heveslerini okşamayan mes’elelerde hadis uydurma yoluna girdiler ve kendi heveslerine muhalif hadisleri rivayet eden sahâbileri de tenkid oklarına hedef aldılar. O ilk dönemlerde Ebû Hureyre gibi, hadisin direği büyük ve şerefli sahâbileri tenkid eden ve karalamak isteyen, ya Nazzâm gibi Mu’tezile imamları, ya da Ebû İshâk gibi Şîa imamlarıydı. Aslında her sahâbi gibi Ebû Hureyre de şerefiyle yaşayıp gitmiş, yüzümüzün akı şahsiyetlerdir. Bu itibarla konunun ehemmiyetine binâen, şimdi de, Hz. Ebû Hureyre başta olmak üzere, İbn Abbas, İbn Ömer ve İbn Mes’ûd gibi, hadisin direği ve pek çok hücuma maruz kalmış sahabileri, kısa da olsa tanımaya çalışalım:
a. Ebû Hureyre Ebû Hureyre (ra), Yemen’in Devs kabilesindendir. Hicret’in yedinci yılı başında Müslüman olup Medine’ye hicret etmiş ve Allah Rasûlü’yle dört yıl bir arada kalma şerefine nâil olmuştur. Kabilesinin reisi olan Tufeyl b. Amr, Müslüman olduktan sonra gerilmiş yaydan fırlayan bir ok gibi Devs’in içine girmiş ve mukaddes bir alev, bir ateş halinde herkesin kalbini tutuşturmuştur. İşte, Ebû Hureyre, bu zâtın elinde Müslüman olup Medine’ye hicret eden muhacirlerdendir. Hz. Ebû Hureyre, Medine’ye geldiğinde, Rasûlullah Efendimiz (sav) Hayber seferindeydi. Bu itibarla da Ebû Hureyre, hemen Hayber’e koşmuş ve en seri şekilde Efendimiz’e mülâki olmuştu. Allah Rasûlü (sav), kendisine adını sormuş, “Abdüşşems” cevabını alınca da: “İnsan ayın, güneşin kulu olamaz; sen Abdurrahmân’sın” diyerek, adını “Abdurrahman” koymuştu. Ama o, daha çok Ebû Hureyre diye ma’ruftu. Bir gün, Allah Rasûlü onu kucağında taşıdığı kedilerle görünce, ona “Ebâ Hirr” (kedi babası) diye hitap etmişti ki, ondan sonra hep Ebu Hûreyre diye anıldı. O da, daha çok “Ebû Hirr” diye anılmayı severdi. Zira, fakir, mütevazî ve bir mahviyet insanı olarak o, kendine en çok yakıştırdığı, “kedi babası” tabiriydi. Ayrıca, Rasûlallah, sevdiği bir anda, sevdiği bir noktada ona “Ebû Hirr” demişti o da kendisinin bu adla çağrılmasını istiyordu. Sırf bu bile, onun Rasûlullah’a ne derece bağlı olduğunu göstermeğe yeter.201 Ebû Hureyre Müslüman olmuştu ama, bir derdi vardı.. ve ona göre bu, büyük bir dertti.. Annesi henüz Müslüman olmamıştı. Bu büyük sahâbi, kendisini yetim büyüten annesini Müslümanlığa çekmeyi, hem bir vazife hem de vefa borcu biliyordu. Bir gün Rasûlullah’a gelerek: “Yâ Rasûlallah, dua etmez misin? Ebû Hureyre’nin annesi de “Lâ ilâhe İllallah” desin” istirhamında bulundu. Sonra Allah Rasûlü, ellerini kaldırıp dua buyurunca, bu füze hızıyla İslâm’a giren ve Allah Rasûlü daha ellerini indirmeden duasının kabul olacağına inanan genç ve taze Müslüman, ok gibi fırlayıp evine koştu. Her gün: “Acaba bugün anneme bir şey anlatabilir miyim, kalbine girebilir miyim? ” ümidi ve: “Acaba bugün de beni reddeder mi, yine yadırgar mı?” endişesiyle koştuğu evin kapısının tokmağına dokunduğunda, içerden annesinin: “Dur, olduğun yerde kal” sözünü işitti. Kadın, “Lâ ilâhe İllallah” dedikten sonra boy abdesti alması lazım geldiğini öğrenmişti. Biraz sonra, başında örtü kapıyı açtı ve: “Oğlum, işte dediğin şeyleri diyorum: Lâ ilâhe illallah, Muhammedü’r-Rasûlullah..” Ebû Hureyre, müjdeyi vermek üzere bu defa da hemen Rasûlullah’a (sav) koştu; koştu ve duanın kabulü, onda ikinci bir ümid hâsıl etmişti: “Yâ Rasûlallah, dua et, mü’minler, beni ve annemi sevsinler” istirhamında bulundu. Allah Rasûlü, ellerini kaldırıp yine duâ buyurdular: “Allah’ım, Ebû Hureyre’yi ve annesini mü’minlere sevdir.”202 Evet, mü’minler, Ebû Hureyre’yi sever; onu kimlerin sevmediğini ise okuyucunun iz’an ve anlayışına havâle ediyorum. Ebû Hureyre (ra), Allah Rasûlü’nden gece gündüz hiç ayrılmadı. O, bir zekâ ve hâfıza kahramanıydı. Gecenin üçte birinde uyur, üçte birinde ibadet eder, evrâd ve ezkârını okur; kalan üçte birinde de hafızasındaki hadisleri unutmamak için tekrar ederdi. Aynı zamanda o, bir ilim adamı, bir fakih, bir hadis hâfızı da olmuştu. Bir gün Mescid’de: “Allahım, bana hiç unutmayacağım bir ilim nasib eyle” diye dua ederken Allah Rasûlü duymuş ve Mescid’i ihtizâza getirecek şekilde: “Allahım, âmîn” demişti.203 Ebû Hureyre’nin çok hadis bilmesinin arkasında, duasına Allah Rasûlü’nün böyle “amin” demesi de söz konusu idi. Yine bir gün Allah Rasûlü’ne:“Yâ Rasûlallah, senden duyduğum hiçbir şeyi unutmak istemiyorum” deyince, Allah Rasûlü (sav): “Ridânı çıkar, yere yay” buyurdular. Ebû Hureyre de öyle yaptı ve Allah Rasûlü, ellerini açıp duâ buyurduktan sonra, gâibden bir şeyle dolmuş gibi, mübarek ellerini getirip o ridâya boşalttı; sonra da: “Onu dür ve bağrına bas” buyurdu. Ebû Hureyre, bu hâdiseyi anlattıktan sonra: “Dürdüm ve bağrıma bastım. Yemin ederim, artık bundan sonra Rasûlullah’tan duyduğum hiçbir şeyi unuttuğumu hatırlamıyorum” 204 derdi. Daha hayattayken kendisine:“Çok hadis rivayet ediyorsun” diyenlere, kemâl-i sâfvet ve samimiyetiyle:“Muhacir kardeşlerim çarşılarda alış verişle, ensâr kardeşlerim de ziraatlarıyla meşgul olurken, ben karın tokluğuna Rasûlullah’a hizmet ediyordum”205 cevabını verirdi. Gerçekten de öyleydi.. ve o, Rasûlullah’tan (sav) hiç ayrılmadı. Günlerce aç kaldığı olur ve visâl orucu tutardı; yani iftar için bir şey bulamazdı da, yeniden oruca niyetlenirdi ve böylece üç gün, dört gün üst üste oruç tuttuğu olurdu. Bazen, açlıktan sar’a tutmuş gibi yerlerde kıvranır ve gelen geçene, hem: “Bana Kur’ân okuyacak yok mu?”, hem de: “Bana yemek yedirecek yok mu?” mânâsında: «ğ”Ú Ó‚Ú—Ó«Ú Ô„Ó derdi.206 Çok defa Ca’fer-î Tayyâr’dan başka halinden anlayan olmazdı; hatta bazıları kendisine birkaç âyet okur geçerlerdi. Ebû Tâlib ailesinin yüz akı, Hayber Gazvesi sırasında Habeşistan’dan Medine’ye hicretlerinde Allah Rasûlü’nün (sav): “Bilmem ki, Hayber’in fethine mi, Ca’fer’-in gelişine mi sevinsem?”207 buyurduğu, Allah Rasûlü’yle az bir zaman kaldıktan sonra Mu’te’de şehid olup, Ca’ferliği de, Aliliği de Ali’ye bırakan ve hakkında Allah Rasûlü’nün (sav): “Ca’fer, cennette yeşil kanatlarla sağdan sola pervaz ediyor”208 müjdesinde bulunduğu Cafer-i Tayyar’sa onu alır, evine götürür ve karnını doyururdu209. Ve zaman zaman Allah Rasûlü’nün doyurduğu da olurdu. Bu ilim dağarcığı, Allah Rasûlü’nden (sav) duyduğu şeylerin bir tekini bile kaçırmamış ve kıyâmete kadar bakî kalmak üzere kemal-i ihtîmamla kendinden sonrakilere nakletmişti. Kur’ân’da: “Apaçık delilleri ve hakikatleri ve göndermiş olduğumuz hidâyet nûrunu Biz, insanlar için kitabda açıklayıp ortaya koyduktan (ve tebeyyün ettirdikten) sonra gizleyenler var ya, işte Allah, onlara lânet eder ve lânet edenler de lânet eder.” (Bakara, 2/159) âyeti olmasaydı, hiçbir rivayette bulunmazdım”210 derdi. Bu masum, sempatik, nüktedân sahâbinin, Allah Rasûlü gibi mizâcı âlî ve yüksek tavırlardan hoşlanan Büyükler Büyüğü bir zâtın yanında dört yıl kalması ve kurbiyyetinin hiç mi hiç yadırganmaması bile, onun büyüklüğünü göstermesi bakımından yeter zannediyorum. Bir büyüğe yakın olmadan, bunun ne demek olduğu anlaşılamaz. “Reh-î sevdâya girdim; namus, ar bana lazım değil” demedikçe de büyüklere yakın olunamaz. İddia edildiği gibi, sahâbenin Hz. Ebû Hureyre’ye karşı tavrı yoktu. Ensarın ilk Müslümanlarından, Rasûlullah’la Akabe’de ilk el sıkışanlardan ve Efendimiz’i (sav) hânesinde misafir etme şerefine eren İstanbul’un şanlı misafiri Hz. Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri, kendisinden rivayette bulunur ve: “Sen, ondan daha evvel Müslüman oldun ve sen de Allah Rasûlü’nün sahâbîsisin” diyenlere: “O, bizim duymadıklarımızı duymuştur.”211 cevabını verirdi. Yalnız Ebu Eyyûb el-Ensârî Hazretleri değil, Abdullah İbn Ömer, Hıbrü’l-Ümme Abdullah İbn Abbas, Câbir b. Abdullâh el-Ensârî, Enes b. Mâlik ve Vâsıle İbn Eslem gibi ecille-i ashab ve hadîsin temel direkleri; sonra da, tâbiûnun yed-i tûlâ sahibi imamları; Hasan Basri, Zeyd İbn Eslem, mürsellerini, yani kendisinden rivayette bulunduğu sahâbinin adını anmadan rivayet ettiği hadîsleri İmam Şafiî’nin esas kabul ettiği ve hadîslerini arızasız nakletmek için Ebû Hureyre’ye damat olan Saîd İbni’l-Müseyyeb, Saîd İbn Yesâr, Saîdü’l-Makburî, Süleyman İbn Yesâr, beşyüz sahâbîden hadîs rivayet etmiş olan Şa’bî, Muhammed b. Ebî Bekir.. ayrıca Nakşî tarikatında pîr sayılan ve silsilede: “O Kâsım b. Muhammed pek güzeldir; İnâyât-ı keremi lem yezeldir” diye anılan Kâsım b. Muhammed, Ebû Hureyre’den aldığı hadîsleri bir kitabda (sahife) toplayan ve buradaki hadîslerin aynen Kütüb-ü Sitte’de geçtiği, bugün karbon muayenesiyle de bu sahifesinin kendisine ait olduğu ispatlanmış bulunan Hemmâm İbn Münebbih, Rasûlullah denilince gözleri dolan ve ‘Bekkâ’ diye tanınan Muhammed b. Münkedir, kendisinden hadîs rivâyet etmişlerdir. Sadece bu kadar da değil; bu insanlar, seviyesinde tam sekizyüz (800) kişi, Ebû Hureyre’den hadîs rivayet etmiştir.212
aa. Hz. Ömer ve Ebû Hureyre Hz. Ömer, kendisini çok severdi. Bahreyn’e vali tayin etmişti.. ancak daha sonra azletmiş ve yerine başkasını göndermişti. İhtimal sebebi de, ticaret yapıp bugünkü bir fakirin seviyesinde sermaye sahibi olmasıydı. O gün, valiler, idareciler, halifeler sermaye sahibi olamazdı. Matarasını sopasının ucuna takıp da tayin olunduğu vilayete giden ve aynı şekilde dönen valiler çoktu. Zaten, aksi davrananlar geriye çekilir ve icabında azledilirlerdi. O, bu ufacık sermayesini şüphesiz irtişâ, iltimas ve irtikabla toplamamıştı. Suçsuzluğu anlaşılınca Hz. Ömer, kendisini makamına iade etmek istemiş ise de Ebû Hureyre: “Bana bu kadarlık emirlik yeter” deyip, kabul etmemişti213. Hz. Ömer, yalnız Ebû Hureyre’yi değil, Sa’d b. Ebî Vakkas gibi, Aşere-i Mübeşşere’den bir zâtı ve Umeyr İbn Sa’d gibi, sahâbenin önde gelenlerini de vazifeden almıştı. Hattâ, Medâyin halkı, valileri Sa’d b. Ebî Vakkas’tan: “Namazı ta’dil-i erkâna riâyet etmeden kıldırıyor” diye şikayette bulununca, Hz. Ömer, İran fatihi bu büyük sahâbîyi sorguya çekmiş, bunun üzerine Sa’d b. Ebî Vakkas dolmuş, hüzünlenmiş ve: “Bunlar mı bunu bana diyor?” demiş, sonra da geçmişinden bazı şeyler anlatma lüzûmunu duymuştu: “Biz, bu işe öyle bir zamanda sahip çıktık ki, yiyecek bir şey olmadığından ağaç yaprakları yer ve koyunların tersi gibi ıtrahatta bulunurduk. Bir gece o kadar açtım ki, idrarımı yaptığımda, idrarın topraktan çıkardığı sesle, yenecek bir cisim var gibi geldi bana. Elimi attım ve bir deri parçası buldum. Yıkadım, azıcık ısıttım ve ağzımda çiğnedim. O bana yirmidört saat yetmişti. Biz, İslâm’a o günlerde sahip çıktık. Şimdi, falan oğulları kalkmış, “Sa’d, namaz kılıyor, namazında ta’dil-i erkân yok, huşû, hudû’ yok, Allah’a karşı teveccüh yok” diyorlar...”214 Ve, Sa’d İbn Ebî Vakkas (ra), bir daha da Medâyin’e dönmek istememişti. Evet; Ebû Hureyre (ra), azledilmekte de, vazifesine geri dönmek istememekte de tek değildi.
bb. Hz. Ali, Hz. Osman ve Ebû Hureyre Bazılarının iddia ettiği gibi, ne Hz.Osman, ne de Hz. Ali, Ebû Hureyre’nin karşısındaydı. Vâkıa bir gün Rasûlullah’tan “halîlim” diye bahsedince Hz. Ali kendisine: “Rasûlullah ne zaman senin halîlin oldu?”215 demişti ama, bu, Hz. Ali’nin safvet, samimiyet ve ihlâsının, böyle bir sözü Alice tevfik edememesinden ileri gelmişti. Bir insanın, sevdiği bir kişi hakkında “halîlim” demesinde yadırganacak bir şey yoktur. Ayrıca, Hz. Ali (ra) gibi, sâbıkûndan daha sâbık olan ve hâne-i saâdette yetişen birisi, bunu Ebû Hureyre’ye söyleyebilirdi. Emsal arasında konuşulabilir bu; ama, aşağıdan birisinin Ebû Hureyre’yi ta’n etme maksadıyla söylemesi asla doğru olamaz. Sonra, bunu Hz. Ali’nin Ebû Hureyre’ye ta’nı olarak görmek de, neyin ta’n olduğunu neyin ta’n olmadığını bilmemek gibi bir şey.
cc. Emeviler ve Ebû Hureyre Hele Ebû Hureyre (ra), iddia edildiği gibi, Hz. Ali’ye ve ehl-i beyte karşı, Emevîler’e de kat’iyen dost ve müdâhin değildi. Fitneler zuhûr edince, o, her tarafta şu hadîsi rivayet edip geziyordu: “Fitneler olacak. O fitnelerde oturan, (fitnelere karışmak için) ayakta durandan, ayakta duran fitnelere yürüyerek girenden, yürüyen de bilfiil fitneye koşup karışandan hayırlıdır..” 216 Bu, onun içtihad ve düşüncesiydi. Belki, fitneleri bastırmak için Hz. Ali’nin yanında yer alması icab ederdi. İhtimal, Allah Rasûlü’nün (sav) bu hadîsi, o döneme bakmıyordu. Ama o, hadisden bu mânâyı çıkardı ve Hz. Ali Efendimiz (ra), zamanındaki hadiselere karışmayıp, evinde oturdu. Allah korkusu ve salâbet-i diniyesi olmasaydı, bunu hiç yapar mıydı; hele hele, bazılarının iddia ettiği gibi kendisinde Emevî hayranlığı ve Muaviye taraftarlığı olsaydı, Muaviye’nin ordularına katılmaktan kendisini alıkoyacak ne vardı? Goldziher, Ahmed Emin, Ebû Reyye, Ali Abdürrezzak gibi hakikati ters yüz etmeye çalışanlar, asla bir hadîs kitabı olmayıp, edebiyatta ve bir dereceye kadar yorumda kendisine müracaat edilebilecek olan İkdü’l-Ferîd’i kaynak göstermektedirler. Her şeyden önce bu zâtlara, neyin nerden nakledilmesi gerektiğini öğretmek lazımdır. Gariptir, bu zâtlar, İbn Kesîr’in de, el-Bidâye ve’n-Nihâye’sinde, Ebû Hureyre’yi Hz. Ali’nin karşısında, Hz. Muaviye’nin yanında gösterdiğini ileri sürmektedirler. Oysa, İbn Kesîr, bu kitabında, onların iddialarının tam tersini söylemektedir. Ebû Hureyre’nin Emevî taraftarı olması şöyle dursun, aksine bir bakıma onların başlarının belâsıydı217. Abdülmelik’in babası Mervân’ın karşısına dikilir ve gözünün içine baka baka: “Ümmetimin helâki, Kureyş’ten birkaç gencin elinden olacaktır”218 hadîsini rivayet eder, Mervân’ın: “Kimlerin elinden olacaksa, Allah’ın lâneti üzerlerine olsun” sözüne de: “İstersen ben, ismi, cismi, şekli ve şemâilleriyle onları size gösteririm” derdi. Yine sokaklarda gezer ve: “Allahım, beni 60. yıla (yani çoluk-çocuğun emirliği zamanına) çıkarma” 219 diyerek dua ederdi. Onun bu dileği, o kadar meşhurdu ki, Ebû Hureyre’yi gören herkes, aynısını mırıldanırdı. Allah, Ebû Hureyre’nin bu duasını kabûl buyurmuş, bu şanlı sahâbiyi, Hicret’in 59. senesinde vefât ettirmişti ki, 60. sene de ümmetin başına çoluk-çocuktan Yezid geçmişti.
dd. Hz. Âişe ve Ebû Hureyre Hz. Âişe Validemiz’in Hz. Ebû Hureyre’yi tenkid ettiği iddiası da bektâşî hikâyesi gibi, başı-sonu ve sebebi açıklanmayan bir siyakta verilmektedir. Vâlidemiz, hâne-i sâadetlerinde namaz kılarken, Ebû Hureyre de onun duvarının dibinde oturmuş, hadis rivayet ediyordu. Vâlidemiz, namazını bitirdikten sonra onların yanına geldi ama, Ebû Hureyre’nin gittiğini görünce “Rasûlullah’ın hadisleri, arka arkaya süratli eklenip söylenmez”220 dedi. Validemiz’in bundan maksadı ihtimal, o mübarek sözlerin boşa gitmemesi ve dinleyenlerin hafızalarına nakşolması için Ebû Hureyre’yi temkine davet etmekti.
ee. Ebû Hanîfe ve Ebû Hureyre Ebû Hanîfe, sözde: “Ben üç sahâbînin sözünü hüccet kabul etmem. Bunlardan biri de, Ebû Hureyre’dir” diyesiymiş. İmâm-ı Â’zam, â’zamlığıyla te’lif edilemeyecek bu sözü kat’iyen söylemez. Şayet söylemiş olsaydı, Hanefî mezhebinin önemli imamlarından Fethu’l-Kadir sahibi allâme İbn Hümâm: “Ebû Hureyre, önemli fakihlerden biridir” demezdi. Evet, İbn Hümâm gibi mühim bir allâme, başının bağlı bulunduğu mezhebin imamı Ebû Hanîfe’nin: “Ben, kendisini hüccet kabul etmem” diyeceği bir Ebû Hureyre hakkında bu sözü sarfetmezdi. Kaldı ki, İmam-ı Â’zam’ın, nerede böyle bir söz söylediği de belli değildir. Ebû Hureyre, beşbinin üstünde hadis rivayet etmiştir. Bu hadisler, bir kitap halinde toplandığında, Kur’ân’ın bir buçuk katı kadar bir hacme ulaşır. Kur’ân-ı Kerim’i altı ayda, hattâ daha kısa bir sürede hıfzeden çok insan vardır. Rasûlullah’ın yanında dört yıl kalan, hafıza ve zeka kahramanı ve Rasûlullah’ın (sav) duâsına mazhar olmuş bir sahâbînin, bu kadar hadîsi ezberleyemeyeceğini iddia etmek, o sahâbîyi -hâşâ- ahmaklıkla itham etmek olur. Sonra, rivayet ettiği bütün hadîsler, bizzat Rasûlullah’ın ağzından işittikleri değildir. Kendisinden bazı sahâbiler hadîs aldığı gibi, o da Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Fazl, Ubeyy b. Ka’b ve Hz. Âişe Validemiz gibi (Allah hepsinden râzı olsun) sahâbîlerden hadîs almış ve rivayet etmiştir. Kaldı ki Ebû Hureyre, tâ kendi zamanında bile denenmiştir. Mervan, Ebû Hureyre rivayette bulunurken, bunların yüzlercesini kâtibine gizlice yazdırmış ve ertesi sene, Ebû Hureyre’den aynı hadisleri rivayet etmesini istemiş, Ebû Hureyre de, “Bismillâhirrahmânirrahîm” diye başlayıp aynı hadîsleri kelimesi kelimesine tekrar etmiştir.221 Tâ o zaman Ebû Hureyre’yi imtihana çekenlerin payına mahcûbiyet düştüğü gibi, bugün de, ve gelecekte de, bu şerefli sahâbîye, sünnetin bu mühim direğine söz söyleyen ve söz söylemek isteyenlerin de payına sadece mahcûbiyet düşecektir.
b. Hıbrü’l-Ümme: Abdullah İbn Abbas Hicret’ten dört-beş sene önce dünyaya teşrif etti. Allah Rasûlü (sav), irtihâl-i dâr-ı bekâ buyurduklarında 14-15 yaşlarındaydı. Bu demektir ki, dört-beş senesi, Allah Rasûlü’nden (sav) duyduğu şeyleri belleyebilecek bir yaşta geçmişti. Bu süre içinde çok şey belledi ve Allah Rasûlü’nün (sav): “Allahım, ona dinin rûhunu öğret ve onu te’vile (Kur’ân’ın hakâik-i mekniyesine) âşinâ kıl” duasına mazhar oldu222. O kadar ki, o daha sağlığında ‘Hıbrü’l-Ümme’ (ümmetin allâmesi) ‘Bahr’ (ilimde deryâ) ve ‘Tercümânü’l-Kur’ân’ (Kur’ân’ı bize intikâl ettiren, İlâhî muhtevâyı tercüme eden)223 gibi sıfatlarla anılırdı. Tertemiz çehresi, güzel yüzü, ağzını açtığında herkese kendisini dinleten belâğatı, babası gibi iki metreye varan uzun boyu ve çekici endâmıyla Haşimî soyunu bihakkın temsil eden bu kutlu simâ, öylesine bir hafıza gücüne sahipti ki, Amr b. Rabîa’nın: “Ó«?ğÕφ·ÓÂÔÁÓ” matlaıyla başlayan seksen beyitlik şiirini bir okuyuşta ezberlemişti. Tefsir, fıkıh ve hadîsin yanı sıra, edebiyat ve şiir; bilhassa da câhiliye şiirine de vâkıftı ki, İbn Cerîr et-Taberî, tefsirinde, hemen her âyetin tefsiri münasebetiyle, İbn Abbas’tan câhiliye şiirine ait bir beyit, bir mısra nakletmektedir.224 Hz. Ebû Bekir (ra) zamanında o, elde-avuçta bir gül gibiydi. Hz. Ömer, ashâbın yaşlılarından oluşan “Meş-veret Meclisi”ne, yaşının küçük olmasına rağmen İbn Abbas’ı da alırdı. Bir defasında yaşlıların bunu garip karşıladığını görünce Meşveret Meclisi’nde Nasr sûresini okudu ve ne mânâya geldiğini oradakilere sordu. “Allah’ın nusret ve fethi gelince kitleler İslâm’a dehâlet ederler. O zaman, Rabbine tesbih, hamd ve istiğfarda bulun” mânâsına gelir dediler. Hz. Ömer, bunu beğenmedi ve aynı soruyu İbn Abbas’a (ra) yöneltti. İbn Abbas, şu cevabı verdi: “Bu sûre, Allah Rasûlü’nün vefatını haber vermektedir. İnsanlar, fevc fevc İslâm’a girince, insanlara İslâm’ın mesajını getiren Peygamber’in vazifesi bitmiş demektir. (Artık, Rasûlullah’a düşen, kendisine bütün bu nimetleri bahşeden Allah’a, müsebbibü’l-esbâba tesbih, takdis ve bütün sebepleri azledip, her şeyi O’na vermek ve her ne kadar günahı yoksa da, bizzat kendisi arkada bıraktığı mertebeleri kendisi için günah telâkki ettiğinden geçen günlerine istiğfar etmektir).” Bu cevap üzerine Hz. Ömer: “İşte ben, bunun için onu aranızda bulunduruyorum”225 buyurdular. İbn Abbas, firâseti, kıyâseti ve fetânetiyle dillere destandı. Allah Rasûlü’nün bağlı bulunduğu ağaçtan gelmişti; haklı olarak bununla iftihar eder ve: “Biz Peygamber hânesinde büyüdük” derdi. Şahsî kemalâtı da vardı. Her uğradığı mecliste kendisi için ayağa kalkarlardı ve büyüklüğü ölçüsünde mütevazî de olan bu muhteşem insan, bundan çok rahatsızlık duyar, kendisi için ayağa kalkan ensâra, nahiv kitaplarında bir kaideye misal olarak zikredilen şu sözü söylerdi: “Allah yolunda Müslümanlara gösterdiğiniz barındırma ve yaptığınız yardım aşkına size yemin verdiriyorum; Allah aşkına bana ayağa kalkmayın.” Buna rağmen, Zeyd b. Sabit, ata binerken, İbn Abbas, onun atının üzengisini tutardı. Zeyd b. Sabit de ona: “Ey Rasûlullah’ın amcasının oğlu, böyle yapma” derdi. İbn Abbas da: “Alimlerimize böyle yapmakla emrolunduk.” mukabelesinde bulununca Zeyd b. Sabit (ra), hemen onun elini öper ve şöyle buyururdu: “Biz de Rasûlullah’ın yakınlarına karşı böyle yapmakla emrolunduk.”226 Hayat-ı içtimâiyede, herkesin ondan görüneceği ve göreceği bir pencere vardır. Boyu uzun olan, yani şahsî kemâlâtı ve fazileti bulunan, görünmek için tekavvüs edecek, iki büklüm olacak; boyu kısa, yani şahsî kemalât ve faziletten mahrum olan ise, görünmek için tetâvül edecek ve kendini büyük gösterecektir. Büyüklerde büyüklüğün alâmeti, mahviyet ve tevâzû, küçüklerde küçüklüğün nişanı tekebbür ve gururdur. İbn Abbas, büyüktü ve büyüklüğü nisbetinde de mütevâzî idi. Onun hemen her sahada husûsî talebeleri vardı. Said b. Cübeyr, Mücâhid b. Cebr ve İkrime gibi tabiîn imamları: “Her şeyi onun kapısında öğrendik” derlerdi. Allah Rasûlü’nün (sav) bağrında yetişen bu mümtaz insanın rivayet ettiği hadîs sayısı 1600 kadardır. Şimdi kalkıp, bu hadîsler hakkında şüphe ve tereddüt ortaya atmak, hatta fırtına koparmak ve: “Bunlar uydurmadır; Ka’bü’l-Ahbar’dan nakildir” demek, acaba, Rasûlullah’ın bu mümtaz sahâbî hakkındaki duasını; ve ümmetin ve bilhassa tabiînin büyük âlimlerinin onu tavsif için kullandıkları “Hıbrü’l-Ümme”, “Bahr”, “Tercümânü’l-Kur’ân” gibi sıfatları hiçe saymak mânâsına gelmeyecek midir? İbn Abbas, kendisi için ayağa kalkılmasından hoşlanmazdı ama, kabrine defnedildiği zaman, âdetâ kabrin altındaki herkes ayağa kalkmıştı. Defin hadisesini nakleden râvî: “Bu esnada, bir ses geldi, bu: “†«œÚŒÔ‰ğ͆ÃÓÊÒÓ” âyetiydi. Kulaklarımla duydum; yerin üstünden gelen bir ses değildi bu”227 demektedir O, kabre konurken, toprak ayağa kalkıyor, toprağın altındakiler ayağa kalkıyor ve ruhâniler de yere iniyordu.
c. Abdullah İbn Ömer Aslında hiç öyle olmamasına rağmen, müsteşriklere göre Ka’bü’l-Ahbar’ın bir diğer talebesi de, Abdullah İbn Ömer’dir. Hz. Ömer’in, Abdurrahman, Abdurrahmanü’l-Evsat, Abdurrahmanü’l-Asğar, Abdullah, Zeydü’l-Ekber, Zeydü’l-Asğar, Ubeydullah, Âsım ve Iyâz adlarında dokuz erkek çocuğu vardır. Ama, bunlardan yalnızca Abdullah İbn Ömer’e: “İbn Ömer”, yani “tam Ömer’in oğlu..” denildi. Zira, Ömer’in oğlu denilince akla ilk gelen insan odur. Ashâb-ı kirâmı belli ölçülere vurmak bize düşmez ama, İbn Ömer’in zühdü, takvası, ibadet ü taatı, inceliği ve sünnete ittibâı ile babasından üstün olduğu yanları bile vardı. Sünnete ittibâda o, bir başka derinlik arz ederdi. O kadar ki, mevlâsı ve büyük İmam Malik b. Enes’in hocası (bu üçlü, İbn Ömer, Nâfî ve İmam Mâlik, hadîste isnadın altın zincirlerinden birini teşkil eder) Nâfi’nin nakline göre, bir gün birlikte Arafat’tan inerlerken İbn Ömer, bir yerde bir çukura iner ve tekrar yukarıya çıkar. Nâfî “Ey İmam, ne yaptın orada?” diye sorunca, şu cevabı verir: “Ben, Arafat’tan inerken Rasûlûllah’ın arkasındaydım. Burada inip, def-i hacette bulundular. Benim öyle bir ihtiyacım yoktu ama, O’na muhalefette bulunmak istemedim.”228 Allah Rasûlü, suyu üç yudumda içmiş,229 bu noktada onun dört yudumda su içtiği görülmemiştir. Bu ölçüde bağlıydı sünnete. Bu öyle bir bağlılıktı ki; gösterdiği bu denli hassasiyet, o devirde bile biraz fazla bulunurdu. Rica ederim, böyle bir insanın sünnet adına, Efendimiz’e (sav) karşı hilâf-ı vâkî beyanda bulunması mümkün müdür? İslâm'ın ilk yıllarında doğmuş, babasının gördüğü işkencelere de şâhid olmuştu. “Babamın başına yığılır, döver döver, döverlerdi; bir defasında Âs b.Vâil, gelip onu kurtarmıştı” diye bunları nakleder230. Hicrette on yaşında vardı yoktu. Bedir’de akranlarıyla birlikte Rasûlullah’a arzedilmiş ve ayak parmaklarının uçlarına basıp, büyük görünmek istemelerine rağmen, Rasûlullah kendilerini orduya dâhil etmemişti. Boyları uzun da olsa, Rasûlullah (sav) yaşlarını soruyordu. Uhud’da da arzolunmuş, yine yaşı tutmadığı için orduya alınmamıştı. Arkadaşları gibi gözleri dopdolu, içi de hüzünlü evine dönmüştü. O gece sabaha kadar da hiç uyuyamamış ve: “Ne günahım var ki, beni Rasûlullah (sav), yolunda mücadele edecek sahâbî topluluğu içine almadılar?”231 demiş, sızlanmıştı. Ancak bir-iki sene sonra reşit görülmüş ve Hendek Savaşı’na katılabilmişti.232 İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-A’yân’da İmam Şa’bî’den şöyle bir vak’a nakleder:“Bir gün gençliklerinde Abdullah İbn Zübeyr, kardeşi Mus’ab İbn Zübeyr, Abdülmelik b. Mervan ve Abdullah İbn Ömer, Kâbe’nin karşısında oturuyorlardı. Her birimiz, şurada Kâbe’nin karşısında birer dua edelim; Allah’ın rahmetinden umulur ki, hepsini kabûl buyurur” dediler. Abdullah İbn Zübeyr: “Yâ Rabbi, azametin hürmetine, ızz ü celâlin hürmetine, beni Hicaz’da melik kılmanı Sen’den diliyorum” diye duâ etti. Mevsimi gelince, İbn Zübeyr Mekke’de muvakkaten melik oldu; orada Allah Rasûlü’nün (sav) âsârını bihakkın temsil etti. İslâm uğruna cansiperâne mücâhedede bulundu ve nihâyet Haccâc-ı Zâlim tarafından şehid edilerek, mübarek cesedi de annesi Hz. Ebû Bekir’in kızı, Zâtü’n-Nitâkeyn Hz. Esmâ’nın gözleri önünde günlerce asılı bırakıldı. Bu kahraman kadın, Haccac’a: “Siz onun dünyasını berbad ettiniz; o da sizin ahiretinizi berbad etti!..” deyip Haccac’ı su-i âkıbetine karşı uyarmıştı. Mus'ab b. Zübeyr: “Allahım, ızz ü celâlin hürmetine, azametin hürmetine, arşın, kürsün hürmetine Irak’ta emirlik istiyorum” demişti. Allah onun da duasını kabul buyurmuş... Mevsimi gelince, o da muvakkaten Irak’ın kaderine hâkim olmuştu. Abdülmelik b. Mervan: “Allahım, beni bütün Müslümanların başına emir kılmanı ve karşı çıkanların kelleleri pahasına da olsa, İslâm Birliğini temin etmeni istiyorum” duasında bulunmuştu. Abdülmelik’in duasının da aynen kabul buyurulduğunu zaman gösterdi. En son Abdullah İbn Ömer duâ etmiş ve şöyle demişti: “Allahım, Sen’den cenneti bana vâcib kılmadan rûhumu kabzetmemeni istiyorum.”233 Hâdiseyi nakleden İmam Şa’bî: “Üçünün dualarının kabul edildiğine şâhid olduk; imamın duasının kabul edilip edilmediği ise orada belli olacak” der. Şa’bî'nin bildiği bir şey vardır. İbn Ömer, hiçbir zaman ehl-i beyte muhalif ve Emevîler’in yanında olmamıştı. Bilhassa Haccâc’ın en çok endişe duyduğu bir insandı. Bir defasında Haccâc, ihtimal zulümlerini haklı göstermek için hutbeyi uzattıkça uzatmış ve neredeyse öğle namazının çıkma vakti gelmişti. İbn Ömer, durduğu yerden seslendi: “Ey emir, zaman senin hutbeni beklemeyip geçiyor” Ve, Haccac iğbirar üstüne iğbirar şişiyordu234. Nihayet bir hacc mevsiminde, Harem-i Şerif’te bu büyük sahâbinin şehâdetine tevessül etti; hem de arkasında ihramıyla. Adamlarından biri ucu zehirli mızrağıyla İbn Ömer’in arkadan topuğunu yaraladı. Derken bu yara ve zehir, o koca insanın şehâdetine sebep oldu.235
d. Abdullah İbn Mes’ûd Çok hadîs rivâyet eden sahâbilerden biri de Abdullah İbn Mes’ûd’dur. İbn Mes’ûd, sâbikûn-u evvelîndendir. Gençliğinde Ebû Cehil, Ukbe b. Ebî Muayt gibi Kureyş ileri gelenlerinin koyunlarını güderdi. İnsanlığın Ebedî Râîsi ile tanışınca, bir daha O’nun yanından ayrılmadı. Rasûlullah’a o kadar yakın ve O’nunla o kadar içli-dışlıydı ki, hâne-i sâadete istediği zaman teklifsiz girip çıktığından, hep ehl-i beytten zannedilir236 ve bilhassa seferde Rasûlullah’ın (sav) matarasını, yatağını, nalinlerini ve serîrini taşıdığı için: ËÓ†«‰ÚÂğ?ÚÁ” diye anılırdı.237 Zâhir ve bâhir kerâmet sahibi idi İbn Mes’ûd. Bunlardan bir tanesi, zayıf bir rivayete dayanan ve Mekke’de işkence görürken birdenbire kayboluvermesidir. Allah Rasûlü, ona: “ŸÓ»ÚœÌ†” derdi. Yine: “Kim yeni indiği gibi Kur’ân-ı Kerim’i okumak isterse, onu İbn Ümm-ü Abd’in kıraatı üzere okusun”238 buyururdu. Bir defasında, yine Allah Rasûlü kendisine: “Bana Kur’ân oku, dinleyeyim” buyurmuş: “Ya Rasûlullah, Kur’ân sana inmişken, onu sana ben mi okuyacağım?” cevabını verince de, Allah Rasûlü: “Başkasından dinlemek daha çok hoşuma gider” demişti. Bunun üzerine de İbn Mes’ûd, Nisâ sûresini başından itibaren okumaya başlamış, tâ “Her ümmeti şâhidiyle, (peygamberleriyle haşredip) getirdiğimizde, seni de bunların başında (seni kabûl edip etmemelerine karşı) şâhid olarak getirdiğimiz gün, nasıl bir gün olacaktır o gün?” (Nisâ, 4/41) âyetine gelince, Allah Rasûlü’nün (sav) gözleri dolmuş, kalbi duracak hale gelmiş ve eliyle işaret ederek: “Kes artık, yeter” demişti.239 İbn Mes’ûd, fizik olarak çelimsiz bir insandı. Bir gün Allah Rasûlü adına bir iş için ağaca çıktığında, orada bulunanlar bacaklarına bakarak gülümsemişler, bunun üzerine de, Allah Rasûlü (sav): “Bu bacaklar, yarın Mizan’da uhrevî hesap itibariyle Uhud Dağı’ndan daha ağır olacaktır” 240 buyurmuşlardı. Kendisini muallim ve bir nevi defterdar olarak Kûfe’ye gönderdiğinde Hz. Ömer’in Kûfelilere yazdığı mektupdaki ifadeleri unutulacak gibi değildir. “Ey Kûfeliler” diyordu mektubunda Hz. Ömer (ra): “Eğer sizi nefsime tercih etmeseydim, İbn Mes’ûd’u size göndermezdim.” 241 İbn Mes’ûd (ra), Hz. Ömer devrinde Kûfe’de kaldı ve insan yetiştirdi. İmam Ebû Hanîfe’nin kendisi için: “Sahâbîden geri değildir” dediği Alkame İbn Kays, Esved İbn Yezid en-Nehâî ve İbrahim b. Yezid en-Nehâî gibi tabiînin dev âlimleri İbn Mes’ûd’un hazırladığı iklimde yetişmişlerdi. Bilhassa, hulefâ-i râşidînden de hadîs rivayetinde bulunan Alkame, ilmini büyük ölçüde İbn Mes’ûd’dan almıştı. Kendisini dinleyenlerden biri, bir gün: “Kimden aldın bunları?” diye sorunca: “Ömer, Osman, Ali ve İbn Mes’ûd’dan” cevabını vermiş, soruyu soran da: “Bah bah!” diyerek takdir etmişti. Kûfe Mektebi’nin kurucusu olan İbn Mes’ûd, Hz.†Osman devrinde de bir süre Kûfe’de kaldı. Bilâhare, hakkındaki asılsız bir şikâyet sebebiyle tahkik için Medine’ye çağrıldı. Artık yaşlanmıştı ve tekrar Kûfe’ye dönmek de istemiyordu. Günleri Medine’de geçerken, bir gün bir adam koşarak geldi ve: “Bu gece Rasûlullah’ı rüyamda gördüm. Sen, yanında oturuyordun. Seni yanına çekti ve “Benden sonra sana çok cefa ettiler, gel gayrı” buyurdu. Sen de: “Evet ya Rasûlallah, gayrı bundan sonra Medine’den ayrılmayacağım cevabını verdin” dedi. Aradan birkaç gün geçti ve Hz. Muhammed (sav) Medresesi’nin bu ilk ve mümtaz talebelerinden ve İslâm’ı ilk kucaklayan beş-altı kişiden biri olan İbn Mes’ûd (ra) hastalandı. Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te, bütün meşâhidde beraber bulunduğu, iki kıbleye birlikte namaza durduğu Hz. Osman ziyaretine geldi ve aralarında şu konuşma geçti: “-Herhangi bir şikâyetin var mı? -Çok şikâyetçiyim. -Neden şikâyet ediyorsun? -Allah’a giderken, günahlarımdan. -Bir arzun var mı? -Allah’ın rahmetini arzuluyorum. -Sana bir tabib göndereyim mi? -Zaten beni tabib hastalandırdı. Hastalandıran tabib olduğuna göre, göndereceğin tabibin yapacağı bir şey yoktur.”242 Ve, İbn Mes’ûd (ra) vefat etti. Allah Rasûlü’yle (sav) 23 yıl beraber olan bu sahâbi 800 kadar hadis rivayet etti diye, kendisine -hâşâ- ta’nda bulunmanın ne mânâya geleceğine varın siz karar verin.! Haklarında kısa kısa malûmat vermeğe çalıştığımız bu dört büyük sahâbîden başka Hz. Âişe-i Sıddîka, Ebû Saîdi’l-Hudrî, Câbir İbn Abdillâh ve Enes b. Mâlik de çok rivâyette bulunan sahabîlerdendir. Artık daha fazla tafsilata girmeden, bu dört sahâbîden de birer cümle ile bahsedip, tabiîn-i izâma geçmek istiyorum.
e. Hz. Âişe-i Sıddîka (r. anha) Gözünü Hâne-i Saâdet’te açtı. Efendimiz (sav), Medine’ye hicret buyurur buyurmaz, bu hâneye girdi ve on yılını Efendimiz’le geçirdi. Allah Rasûlü (sav), çok gecelerinde onun yanında kaldığından, bu derin zekâ, firâset ve fetânet sahibi kadın, aile hayatına ait hemen bütün husûsiyetleri Rasûlullah’tan öğrendi ve bunları kadınlık âlemine taşımakta hiç kusur etmedi. Kadınlık âlemi, bütün Ezvâc-ı Tâhirat’a çok şey borçludur; hususiyle de: “Dininizin yarısını şu Hümeyrâ’dan alın” senetzede hadisîyle anlatılan243 Hz. Âişe Validemiz’e borçludur. Zekî, içtihada açık ve duyduğu her şeyi sorup tahkik eden bu müstesnâ validemizin çok hadis rivayet etmesinde istib’ad ve istiğrâb edilecek hiçbir şey yoktur. Onunla alâkalı denebilecek her şeyi muhakkikin-i izam yazıp, çizip anlattıklarından onlara havale edip geçiyorum.
f. Ebû Saîdi’l-Hudrî (Sa’d İbn Mâlik) Kendi zamanında Medine’nin âlimi sayılmıştır ve Medine’de merci’ kabul edilmiştir. Babası ensârın ilklerindendir. Bu fakir sahâbî, babasını Uhud’da şan ve şeref içinde uhrevî âleme gönderince, geriye kendisi kalmış ve Allah Rasûlü’nden (sav) hiç ayrılmamıştır. Onun günleri de Ebû Hureyre’ninkiler gibi Suffe’de geçiyor, vahiyle besleniyor,244 ve hakikat-ı Ahmediye’nin vâridatla köpüren ikliminde dolu dolu yaşıyordu. Daha sonraki mülâhazaları ve mülâhazamız her sahâbi gibi...
g. Câbir b. Abdillah Hz. Câbir, İkinci Akabe Bey’atı’nda bulunan, Uhud’un şanlı şehitlerinden ve şehâdetinden sonra Cenâb-ı Hakk’ın huzûr-u kibriyâsına alıp vicâhî olarak görüştüğü büyük sahâbî Abdullah b. Amr b. Harâm el-Ensârî’nin oğludur.245 2. Akabe Bey’atı’ndan itibaren küçük olduğu için babasının engellemesinden dolayı katılamadığı Bedir ve Uhud hariç, seferde de hazerde de devamlı Efendimiz (sav)’in yakın çevresinde bulunan Hz. Câbir’in246 çok hadîs rivâyet etmesinden daha tabiî ne olabilir ki? Bunda yadırganacak bir şey olmasa gerek! İşte bu âlim sahâbî Şam’a ve Mısır’a geldiğinde halk, Efendimiz (sav)’den duyduğu hadîsleri almak için çevresinde halkalanırlardı. Ayrıca Hz. Câbir’in Medîne’de Mescid-i Nebevî’de de bir tedrîs halkası vardı. Amr b. Dînâr, Mücâhid ve Atâ’ b. Ebî Rebah gibi tâbiînin büyük imamları talebelerinden bazılarıdır.247
h. Enes b. Mâlik Tam on yıl fasılasız Efendimiz’e (sav) hizmet etmiştir.248 Altı ayda Kur’ân ezberlenebildiğine göre, Enes b. Mâlik’-in, on yılda yirmi Kur’ân kadar tutacak hadîs ezberlemiş olması her zaman mümkündür. Oysa eldeki bütün hadîsleri içine alan Kenzü’l-Ummal’de topu topu 46.624 hadîs vardır. Zaten, hadîs külliyatına büyük ölçüde hacim kazandıran da isnâd zinciridir. Burada bizim maksadımız, menkıbe yazmak ve sahabiyi tanıtmak değildi. Maksadımız, dinimizin nâkil ve muhafızlarından, yarım düzine pak-dâmenin, dâmenlerine atılmak istenen, atanların düşünceleri, levsiyatı, bu arenanın, yüzlerce muhakkikin kahramanının yanında, sırf şefaatları hakkındaki ümidimizi beslemek ve onca kahraman müdafi arasında kadirşinaslık deyip bu mini gayreti, o insanlığın kerimlerine bir adres gibi sunmaktı. Niyet, amelden daha büyük, daha tutarlı; Allah’ın inayeti ise her şeyden daha vâsi’dir. |