3. MEŞÎET-İ İLÂHÎ AÇISINDAN KAZA ve KADER

A. Âyet-i Kerimelerde Meşîet-i İlâhî

“Şâe-Yeşâü-Meşîeten” “dilemek” ma’nâsına gelen bir kelimedir. Ve Kur’an’da en çok geçen kelimelerden biri de budur. Meşîet, Cenâb-ı Hakk’ın dilemesi bakımından kader mevzuu ile alâkalıdır. Bu alâka sebebiyle de kaderin ayrı bir buudunu meydana getirmektedir.

Eşya ve hâdiselerin zuhur ve vukuunda meşîet-i ilâhî esastır. Kur’ân birçok âyetiyle bize bu hakikati anlatır. Şimdi meşîet-i İlâhi’ye delalet eden âyetlerden bazılarını ele alalım:

a. “Herhangi bir şey için ‘Ben onu yarın yapacağım’ deme. ‘Ancak Allah dilerse’ de. Unuttuğun zaman hemen Rabbini an ve şöyle de: Umulur ki Rabbim, beni doğruya daha yakın olana eriştirir.”(Kehf, 18/23-24).

Öyle ise, yapmak istediğin hemen her işinde, evvela meşîet-i ilâhîyi esas tutmalı ve yapacağın işi, Cenâb-ı Hakk’ın dilemesine bağlamalısın. Zaten O dilemedikten sonra senin bir şey yapman da mümkün değildir. İnsan bu düşünceyi kendinde bir ahlâk haline getirmeli ve teşebbüs edeceği hemen her işine de böyle başlamalıdır.

Bu âyet münasebetiyle Allah Resûlü bize şöyle birşey anlatır: “Hz. Süleyman, ‘bu gece yüz cariyemle mübaşerette bulunacak, bunların her biri de Allah yolunda savaş eden bir erkek çocuk doğuracak’ diye yemin eder. Fakat ‘İnşaallah’ demeyi unutur. Neticede sadece bir kadın düşük meydana getirir.” Ve Allah Resûlü ilave olarak şöyle der: “Eğer ‘inşaallah’ deseydi yemininde hânis olmaz ve her bir kadın Allah yolunda savaşan bir çocuk meydana getirirdi.”6

Evet insan kat’iyen inanmalıdır ki, Allah dilemedikten sonra hiç kimse hiçbir şey yapma güç ve kuvvetine malik değildir. Eşya ve hadiselerin ledünniyatına vakıf olan ve kendi iç âlemini dinlemesini bilen bir insan bu gerçeğe, hem de aksine zerre kadar ihtimal vermeyecek şekilde inanır, inanmalıdır da.

Evet, eşya ve hadiselere ve kendimizin bunlarla olan münasebetlerine baktığımız zaman kat’i bir yakîn ile görür ve biliriz ki, Allah dilemedikçe bizler yerden bir çöp kaldırmaya dahi muktedir olamayız. Hatta bazen bir iş için bütün mukaddemeleri hazırlar, enine boyuna etraflıca düşünür, plânlar ve bize göre bütün şartlar tamam, deriz; ama bir de bakarız ki, belirlibelirsiz bir yerde küçük bir ihtimal, bir sızıntı her şeyi berbat edivermiş. Hatta her şey tamam. Ancak meşîet-i ilâhî bizim istediğimiz gibi taalluk etmediği için veya Allah (cc) o işi bizim istediğimiz istikamette dilemediği için, o iş tahakkuk etmemiştir ve böylece bizim plânlarımız altüst olmuş. Zaten âyet de bunu anlatmıyor mu? “Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz” (İnsan, 76/30) dileseniz de O istemezse, sizin gayretleriniz bir şey ifade etmez. O dilemedikçe, her türlü sa’y ve gayret boşunadır. Ne var ki, O çok defa âdet-i sübhanisiyle esbap ve sizin iradelerinizi birer dua kabul edip lütufta bulunabilir. İşte meşîet-i ilâhînin eşya ve hâdiselere taalluku herşeyle bu kadar iç içedir.

Evet, meşîet hayatın bütün cephelerinde ve insanın hayatının hemen her safhasında kendini gösterir. Bunu ifade eden ikinci âyet ise şöyle:

b. “İşte bu peygamberlerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Onlardan Allah’ın kendilerine hitâb ettiği, derecelerle yükselttikleri vardır. Meryem oğlu İsa’ya belgeler verdik. O’nu Ruhu’l-Kudüs ile destekledik. Allah dileseydi, belgeler kendilerine geldikten sonra, peygamberlerin ardından birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat ayrılığa düştüler, kimi inandı, kimi inkar etti. Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat Allah istediğini yapar..”(Bakara, 2/253).

Allah’ın meşîeti olmasaydı siz hiçbir şey yapamayacaktınız. Meselâ, eğer Allah dileseydi, siz aranızda mukatele yapmayacaktınız. Ama yapıyorsunuz. Öyle ise sizin müsbet veya menfî mükatele hayatınız, sizin leh veya aleyhinize olması yönüyle tamamen Allah’ın dileme ve meşîetine bağlıdır. Allah neyi murad buyurursa onu yapar. O yaptığını ve yapacağını hiç kimseye sormaz. Zaten: “Allah ne dilerse o olur. O’nun dilemediği ise asla olmaz”7 hadîsi bir kaide-i mukarreredir.

Allah neyi dilerse o keynunet kazanır, oluverir. Neyi dilemezse, yani neyin olmamasını dilerse o da olmaz. Burada dikkat edilmesi gereken bir husus var. O da Cenâb-ı Hakk’ın meşîetinin adem ve yok’a da taalluk etmesi meselesidir. Durum böyle olunca, Allah (cc) neyin olmasını murad eder ve dilerse o olur. Neyin de olmamasını dilerse o da olmaz. Evet meşîet-i ilâhî yok’a da var’a da taalluk eder.

Yoksa, bazılarının dediği gibi, “meşîet-i ilâhi taalluk ederse o şey olur, taalluk etmezse olmaz”, gibi bir düşünce doğru değildir. Yani meşîet-i ilâhinin taalluk etmemesi gibi bir durum söz konusu olamaz. Çünkü, yokluk da aynen varlık gibi meşîetin elinde yoğrulmaktadır.

Mu’tezile ve Cebriye Allah Rasûlü’nün ifadesindeki bu inceliği kavrasalardı, düştükleri vartaya düşmeyeceklerdi. Zira her iki durumu da Efendimiz “Keynûnet” ile anlatmaktadır.

İman ve hidayet hususunda da meşiet her şeydir. Meseleyi bu zaviyeden ele alanlar imanı tarif ederken şöyle derler: “İman, insanın iradesini kullanmasıyla, Allah’ın onun içinde yaktığı bir ışıktır.” Sen çalışacaksın, Allah da onu yaratacak. Evet o ışığı sen yakamaz ve kalbinde sonsuza dek tutamazsın. O ışık ancak Allah dilerse yanar ve içdeki aydınlık da ancak Allah dilerse hâsıl olur. İşte delili:

c. “Ey Habibim! Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi inanırdı. Öyle iken insanları inanmaya sen mi zorlayacaksın?”(Yunus, 10/99).

Eğer Rabbin, yani seni terbiye eden, kemale erdiren ve bütünüyle herşeye hakim olan Allah dileseydi, insanların hepsi hidayete ererdi. Ve bu konuda bir diğer âyet:

d. “Onların yüz çevirmesi sana ağır geldiğinde, eğer gücün yeri delmeye veya göğe merdiven dayamaya yetmiş olsaydı, onlara bir mucize göstermek isterdin. Allah dileseydi onları doğru yolda toplardı. Sen câhillerden olamazsın!”(En’am, 6/35).

Efendimiz’in (sav) şahsına yapılan bu tenbih, bütün kader tarikindeki inhiraflara karşı bir tenbihtir. Evet, eğer Rabbin dileseydi onların hepsini hidayete erdirirdi ve herkes de secdeli olurdu. Vicdanı apaydın olan bu insanlar îman ve İslâm’la huzur bulur ve kulluk şuuruna ererlerdi. Ama meşiet bu istikamette taalluk etmediği için böyle olmadı.

e. “Ey Habibim! Kur’an’ı önce gelen kitabı tasdik ederek ve ona şahid olarak gerçekle sana indirdik. Allah’ın indirdiği ile aralarında hükmet. Gerçek olan sana gelmiş bulunduğuna göre, onların heveslerine uyma. Her biriniz için bir yol ve yöntem kıldık. Eğer Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı. Fakat O’nun size verdiği sizi denemek içindir. O halde hayırda yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O ayrılığa düştüğünüz şeyleri size bildirir”(Mâide, 5/48).

Evet, eğer Rabbimiz dilemiş olsaydı insanların hepsini tek millet ve tek ümmet kılardı. Fakat meşiet-i ilahî bunun böyle olmasını değil de, insanların ayrı ayrı milletler olmasını diledi. Onun için de insanlar ayrı ayrı milletler ve ümmetler halinde zuhur ettiler...

Devletlerin hakimiyeti, hakimiyetlerinin devamı ve bu devletlere hâkim olan ve onları temsil eden şahısların el değiştirip durması da tamamen ilâhî dilemeye ve meşiete bağlıdır. Bunu gösteren âyet ise şöyle:

f. “Eğer siz (Uhud’da) bir yara almışsanız, (size düşman olan) o topluluk da (Bedir’de) benzeri bir yara almıştı. Böylece Biz, Allah’ın gerçek mü’minleri ortaya çıkarması ve içinizden şahidler edinmesi için, bu günleri bazen lehe, bazen de aleyhe döndürüp duruyoruz. Allah zulmedenleri sevmez.” (Al-i İmran, 3/140) âyeti de bize bu hakikati anlatmaktadır.

Her ne kadar bu âyette, meşiet ifade eden kelime yoksa da, yine de meşieti ifade ediyor. Çünkü “Biz bu günleri evirir çeviririz” diyor. İnsanların değişip duran çeşitli durum ve hâlleri doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın elindedir. Günler O’nun kudret elinde tesbih taneleri gibi evrilip çevrilmektedir. Şimdi bütün bunları söylerken insan iradesi nefyedilmiş mi oluyor? Hayır! Şimdilik o hususa temas etmeyeceğiz; zira burada sadece kaderin meşiet-i ilâhi ile alâkalı yönünü inceliyoruz. Meşîet-i ilâhî hakkında bir başka âyet:

g. “Ey insanlar! Allah dilerse sizi yok†eder ve başkalarını getirir. Allah buna kâdirdir.”(Nisa, 4/133).

Ey insanlar! Eğer Allah dilerse sizi götürür ve yerinize başka bir cemaat getirir. Allah buna muktedirdir. Sahabeyi götürdükten sonra Emevi’yi, onu götürdükten sonra Abbasi’yi, onu götürdükten sonra Selçuklu’yu, onları da götürdükten sonra Osmanlı’yı getirdiği gibi... Onları da götürüp, şimdilerde mukaddes mirası, yeni emanetçiler geleceği ana kadar ortada bıraktığı gibi. Bunlarda kimin ne kadar dahli olmuştur? Aklın, dehanın burada rolü ne kadardır? Bunlar yıkılmaya, yok olmaya ne kadar mani olmuştur? Meşîet-i ilâhînin vaz’ettiği şart-ı âdilere riâyet nisbetinde var olma, hakim olma ve dine sahip çıkıp onu baş tâcı etme önemli esaslar olmuşlardır. Bu da değişmez ilâhî bir kanundur.

Tarihin seyri ve milletlerin iniş ve çıkışlarında bunu pek çok misaliyle görüp göstermek mümkündür. Ancak mevzumuzu aşması itibariyle o hususa temas etmeyeceğiz.

Evet, yeryüzünde dinin korunup gözetilmesi en büyük bir davadır. Çünkü hayatın gayesi ve neticesi din tarafından belirlenmiştir. İnsanlar arası münasebetlerde en âdil ve hakkaniyet ölçüleri içinde en mükemmel esaslar yine din tarafından getirilip tesis edilmiştir. Dolayısıyla bunların muhafaza edilmesi, fertlerin ve cemiyetlerin sadece varlıkları değil, âdil ve mükemmel bir şekilde yaşamalarının da teminatıdır.

İnsanların, hakiki ve tabiî mahiyetlerinden, özlerinden uzaklaştırılarak, yabancı kültür ve sistemler içinde asimile edilmeleri, onları ebediyen kendi güç kaynaklarından mahrum eder ve sürekli dilenciliğe iter. Oysa bütün güzelliklerin kaynağı dindir. İnsanlar ondan ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın, içlerinde daima onun boşluğunu hissederler. Dinden yüz çevirmiş kavimler manevî yapılarıyla darmadağınık, maddî yapıları itibariyle de altüst olmuşlardır. Kâfir bir devlet için güçlü bir ekonomi ve iktisada sahip olma mümkün olabilir. Ama dinden yüz çevirmiş inançlı kavimler için bu mümkün olmaz. Zira meşîet-i ilâhînin takdir ettiği bir kısım esbaba riayet mecburiyeti söz konusu iken, onlar hayatlarının birinci şartı olan bu sebeplere riayet etmemişlerdir. İşte aşağıdaki âyet, bu noktayı daha açık bir şekilde izah etmektedir:

ğ. “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki), Allah öyle bir kavim getirir ki, onlar Allah’ı sever, Allah da onları sever. Onlar mü’minlere karşı alabildiğine mütevazi, kafirlere karşı ise aşırı derecede azizdirler. Allah yolunda cihad ederler ve kınayanların kınamasına da aldırış etmezler. Bu Allah’ın bir ihsanıdır, onu dilediğine verir. Allah Vâsi (herşeyi kuşatan)dir ve Alîmdir.”(Mâide, 5/54).

Ayette geçen (İrtedde-Yerteddu) fiili geriye dönmek, dinden rücu etmek ma’nâsına gelir. Bu duruma göre Kur’anın bu hitabına muhatap olan her mü’min için, itikatta geriye dönme, amelde geriye dönme, hatta tasavvurda, düşüncede geriye dönme gibi ayrı ayrı ma’nâlara gelir.

Dinî hayatında belli bir seviyeye ulaşmış ve dinî hizmetlerle bütünleşmiş bir insan veya cemaat bu âyete muhatap olduğu zaman “önceki hâl”e dönme ma’nâsının bir tehdid olarak yüzlerine vurulduğunu hisseder. Çünkü hizmette kazanılan merhaleler onun için hep ilâhî lütuflardır. Eğer o şahıs veya cemaat şimdi işi gevşetmişler ve metafizik gerilimlerini koruyamamışlarsa, Allah onların elinden bu hizmeti alır ve o işi bir başka şahıs veya cemaata gördürür.

Dini, hayatı hayat kılan ve bu işin temsilciliğini yapan eğer bir devletse, o zaman muhatap topyekün bir millet olur ve bu tehdid bütün bir milleti alâkadar eder. Dinî hayatına destek olunmakla elinden tutulup aziz kılınmış bir millet, kendisini aziz kılan esaslardan elini çekerse, başaşağı, geldiği yere ve mezellete düşüverir. Bu sefer de Allah başka bir millete el uzatır ve onları aziz kılar...

“Kavm” kelimesinde nekrelik ve meçhullük ifade eden bir tenvin vardır. Yani bu kavim bilinmeyen ve belki de hiç ümit edilmeyen bir kavimdir. Ne zaman ve hangi şartlarda ortaya çıkacağı da belli değildir. Ancak onların belli vasıfları vardır. Öyle ise her millet Cenâb-ı Hakk’ın tebcil ettiği bu meçhul kavim olmak için yarışmalıdır. Zira hiçbir kavim doğrudan doğruya, âyette kasdedilenin kendisi olduğunu iddia edemeyeceği gibi, hiçbir kavim de bu mevzuda bütün bütün ümidini yitirmemelidir. O kavmin vasıfları şunlardır:

Birinci vasıf: “Allah onları sever.” Yeryüzünde onlar için hüsn-ü kabul va’z eder. Allah, Cibril’e, “Ben onları seviyorum sen de sev” demiştir. Cibril de bütün meleklere: “Allah şu kavmi seviyor siz de sevin” diye nida etmiştir. Ve melekler de insanların gönlüne aynı ilhamda bulunmuştur. Hadîsin ifadesiyle artık onlara yeryüzünde sevgi konulmuştur.8 Artık herkes onların gözünün içine bakmaya başlar... Söyledikleri tesir eder ve hemen yerine getirilir. Teklifleri emir kabul edilir. Emir verdikleri zaman da hemen gönüllerde ve vicdanlarda ma’kes bulur.

İkinci vasıf: “Onlar da Allah’ı sever.” Zaten Allah tarafından sevilmenin ölçü ve alâmeti de Allah’ı sevmekdir. Kim Allah’ı ne kadar seviyorsa, Allah tarafından da o kadar seviliyor, demektir. İşte bu kavmin ikinci vasfı onların, Allah âşıkı insanlar olmalarıdır.

Üçüncü vasıf: “Onlar mü’minlere karşı alabildiğine tevazu içindedirler.” Yani bütün mü’minleri kendilerinden üstün görürler ve başlarını onların ayakları altına koymaktan çekinmezler. Onlar böyle mütevazi davrandıkça, Allah da onları yüceltir.

Dördüncü vasıf: “Kafirlere karşı olabildiğince onurlu ve azizdirler; aslâ onlar karşısında bel kırıp boyun bükmezler ve onlarla devamlı bir mücadele içindedirler.” Mü’minlere karşı ne derece mütevazi iseler, kafirlere karşı da o derece onurludurlar.

Beşinci vasıf: “Allah yolunda mücadele ederler.” Burada meselenin fiil cümlesiyle anlatılmasında -Allahu a’lem- şöyle bir nükte var: Onlar bu cihadlarını her zaman değişik bir buudda ve yenileyerek sürdürürler. Evet Arapçada fiil cümleleri daima teceddüt ve yenilenme ifade etmesi itibariyle, onların cihadları da daima yenilenme içinde ve günün şartlarına, zaman ve zeminin durumuna göre cereyan eder, yani onlar basiretli ve firasetli davranırlar, demektir.

Altıncı vasıf: “Kınayanların kınamasına aldırış etmezler.” Çünkü onlar, sadece Allah’tan korkarlar. Başkalarının onlar hakkında, diyecekleri onların hiç umurunda değildir. Onlar, her zaman Allah’ın emir ve hoşnutluğunu düşünürler.

İşte ideal cemaatın altı vasfı bunlardır. Kim bu vasıflarla vasıflanırsa Allah kudsî emaneti onlara verecektir. Bu ilâhî bir kanundur hiç değişmemiştir ve değişmeyecektir.

Arap sahip çıkarsa bu emanet onundur. Türk sahip çıkarsa bu emanet ona verilir. Kürt, Boşnak, Arnavut, kim sahip çıkarsa bu emanet onlarındır. Sahip çıkmanın ilk şartı da yukarıda sayılan altı vasıfla vasıflanmaktır.

Bu konuda çok umumi kaideleri ve evrensel prensipleri ihtiva eden bir diğer âyet-i kerime:

h. “Ey Habibim de ki: ‘Mülkün sahibi olan Allah’ım! Mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden çekip alırsın; dilediğini aziz, dilediğini zelil kılarsın. Bütün hayır Senin elindedir. Doğrusu Sen her şeye kâdirsin.”(Al-i İmran, 3/26).

Bir milletin, onları temsil edebilecek melikleri yok ise, o millet dağılmaya mahkumdur. Melikler kalblerini, Mâlikleri olan Allah’a bağlamamışlarsa yine o millet uzun süre ayakta duramaz. Burada, sanki, bir taraftan irade göstermeme zilleti, diğer taraftan da sadece iradeyle ortada kalma gibi bir mahrumiyet ifade edilmiş oluyor. Gösterilen irade, hakimiyetimizin simgesi olacak; ve her işde Cenâb-ı Hakk’a iltica ile de hâkimiyetimiz korunacak. İşte bu dengeyi bulma kader ve irade meselesini ve bilhassa kaderin üçüncü buudu olarak söylediğimiz, meşiet-i ilâhî meselesini tam anlayıp kavramaya bağlıdır.

Buraya kadar naklettiğimiz âyetlerde gördük ve anladık ki, meşiet bütün hayatı çepeçevre sarmış ve ihata etmiştir. Evet, O’nun dilemesi ve meşieti her şeyi kuşatmıştır. Yokluk dahi O'nun meşietinin, o yönde tecelli etmesine bağlıdır. (Hud, 11/107; Bürûc, 85/16) yani istediğini yapan tek hâkimdir. O’nun dilemesi olmadan hiçbir şey olamaz.

Meşiet bazen merhamet, bazen de azap istikâmetinde tecelli eder. İşte şu âyet bize bu hakikati ders veriyor:

ı. “Rabbiniz sizi daha iyi bilir. Dilerse size merhamet eder veya dilerse size azap eder. (Ey Habibim) Biz seni onlara vekil olarak göndermedik”(İsra, 17/54).

“Rabbiniz sizi herkesten daha iyi bilir. Çünkü insanı O yaratmıştır.. ve O, insana şah damarından daha yakındır”(Kâf, 50/16). “Kalbî meyilleriniz ve başkasından gizlemeye muvaffak olduğunuz düşünceleriniz Allah katında malumların en malumudur. Sizin arzu ve isteklerinizi bildiği için O, zâhire göre değil sizin bu durumunuza göre muamele eder. Bu durumda da isterse size azap eder isterse sizi rahmetiyle yarlığar”(Bakara, 2/284).

Nebiler, hep meşiet-i ilâhîyi terennüm edip dile getirmişlerdir. Kur’an-ı Kerim, nebilerin bu terennüm ve şehadetlerine şöyle şahidlik etmektedir:

i. “De ki: Allah’ın dilemesi dışında ben kendime bir fayda ve zarar verecek durumda değilim. Görülmeyeni bilseydim, daha çok iyilik yapardım ve bana kötülük de gelmezdi. Ben sadece inanan bir milleti uyaran ve müjdeleyen bir peygamberim”(A’raf, 7/188).

Ben kendime ne zarar ne de fayda getirebilirim. Değil başkasına faydalı veya zararlı olmak, kendi öz nefsime dahi fayda veya zararım söz konusu değildir. Ancak Cenâb-ı Hakk’ın dilediği müstesna. Yani her işte olduğu gibi, benim kendime fayda veya zarar getirmemde de esas olan Allah’ın meşietidir...

Allah Rasulü, meşiet-i İlâhîye o kadar teslimdir ki, bir gün şöyle buyurur: “Hiç kimse kendi ameliyle kurtulamaz.” Sahabi sorar: “Sen de mi Ya Rasulallah!” Cevap verir: “Evet, ben de; ancak; Rabbim’in beni rahmetiyle kucaklaması ve her tarafımı rahmetiyle sarması neticesinde kurtulabilirim.”9

İşte Allah Rasulü’nün ölçüsü ve bize öğrettiği budur. Herkes kendi manevî enini ve boyunu bu ölçüye göre değerlendirmelidir.

Evet bir peygamber dahi “meşîet” karşısında böyle olursa, diğer insanlar nasıl olmalıdır düşünülsün... Bu anlayış ve teslimiyet iledir ki insan, a’lâ-yı illiyyîne çıkar... Ve başı semanın ufuklarında dolaşır. Şimdi “dünya kadar hayır işledim. Yerim herhalde cennettir”, “cennete bizim gibiler girmeyecek de kimler girecek?”, gibi kibir ve gurur ifadelerini tekrar edip duranlara, yukarıdaki hadîsi ve Peygamberimiz (sav)’in bir peygamber olduğu halde sergilediği tavrı örnek almalarını tavsiye ederiz. Demek ki meşîete gösterilen teslimiyet, insanı kibir ve gururdan da kurtarmaktadır. Öyleyse mü’min, bütün işlerini meşîet ağırlıklı, meşîet yörüngeli kabul etme mecburiyetindedir.

Zira, Cenab-ı Hakk’ın meşîeti, herşeyi zahir ve batınıyla kuşatıp içine almıştır. O’nun meşîeti haricinde birşey düşünmek imkânsızdır.

Evet, ilâhî meşîeti, istenen ölçüde anlamak da belli bir seviye işidir. Bu seviyeyi yakalayamayanların “meşîet” meselesini anlayıp idrak etmeleri imkânsız denecek kadar zordur. Zaten bütün peygamberlerin, içinde yaşadıkları toplumlarla çatışmaya düştükleri hususlardan birisi de bu meseleyi o toplumların anlayamamaları değil mi?

Kur’ân-ı Kerim’de yüzlerce âyet, “meşîet”i değişik vecheleriyle peygamberler ve kavimlerden misaller vererek izah etmektedir. Kur’ân’a göre bu konunun itikadî, tasavvurî ve amelî pek çok buudları vardır. Hz. Nuh (as) da bu konuda ayrı bir misaldir. Kur’ân Hz. Nuh’a başkaldırmış bir cemaati, onun tehditlerini hafife alanları bizlere anlatırken der ki:

j. “Dediler ki: ‘Ey Nuh, bizimle mücâdele ettin. Hem bizimle mücâdelede çok ileri gittin. Eğer doğrulardan isen, haydi bizi tehdit ettiğin şeyi getir!” (Hûd, 11/32).

Bunun üzerine Hz. Nuh onlara şu karşılığı verdi:‚ “Ancak Allah dilerse onu başınıza getirir, siz O’nu âciz bırakamazsınız. Allah sizi azdırmak isterse ben size öğüt vermek istesem de faydası olmaz. O sizin Rabbinizdir. O’na döndürüleceksiniz.” (Hûd, 11/33-34).

İşte bu ifadeleriyle Hz. Nuh, Cenâb-ı Hakk’ın dilemesinin herşeyin üstünde olduğu hakikatine işaret ediyor ve kavmine şöyle demek istiyordu: O azabı, başınıza musallat edecek ben değilim. Zaten ben dilediğime azab edebilseydim -ki bu elimden gelmez- hiç kimsenin itiraza takati kalmaz ve imtihan sırrı yok olurdu. Halbuki siz Allah’ın verdiği cüz’î iradenizi kullanarak ya teslim-i silah edecek veya yüz çevireceksiniz. Ayrıca, eğer O sizi imtihan ederek saptırırsa, benim sözlerim birer cevher olsa da -ki aslında her nebinin sözleri birer cevherdir- yine de size faydası olmayacaktır. Çünkü O’nun meşieti bütün takdir ve tekliflerin üstündedir. O Rabbinizdir. Dilediğini, dilediği gibi evirir çevirir. Siz istemeseniz de neticede O’na döneceksiniz. Bana gelince, benim tebliğ ve irşaddan öte elimden birşey gelmez. Meşiet karşısında ben de sizler gibiyim... Bu ve benzeri ayetler, peygamberlerin meşiet ufkunu elvan elvan resmetmektedir.

Hz. İbrahim (as) de kavmine tevhid dersi verirken meşiet-i ilâhiyeyi talim ediyordu:

k. “Kavmi onunla tartışmaya girişti. (O onlara) dedi ki: Beni doğru yola eriştirmişken, Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? O’na ortak koştuklarınızdan korkmuyorum; meğer ki Rabbim bir şeyi dilemiş ola. Rabbim ilimce her şeyi kuşatmıştır. Hâla öğüt kabul etmez misiniz?”(En’am, 6/80).

Ben sizin şirk koştuğunuz şeylerden endişe edici değilim. Ben ancak Rabbimin dilediği şeylerden korkarım. Yani ben O’nun hakkımda korkulacak bir hüküm vermesinden korkarım. Yoksa, bütün kâinat bela olsa başımda patlasa beni zerre kadar korkutamaz. Çünkü biliyorum ki, Rabbim dilemedikçe bana zerre kadar dahi olsa hiç kimse zarar veremez.

Hz. İbrahim de verdiği bu tevhid dersinde meşiet-i ilâhîye parmak basmaktadır.

l. Hz. İsmâil, babasının teklifine karşı: “Babacığım emrolunduğun şeyi hemen yerine getir” (Sâffât,37/102) dedikten sonra, yine meşiet-i ilâhîye dikkat çekiyor ve şöyle diyordu: “İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın.”(Saffât, 37/102). Yani Hz. İsmail de sabredebilmeyi, Cenab-ı Hakk’ın meşietine bağlıyor. Ancak O dilerse ve ancak O’nun dilediği ölçüde sabredebiliriz demek istiyor.

m. Hz. Mûsa, Hz. Hızır ile seyahata çıkarken, Hz. Hızır’ın: Î “Sen benimle seyahata güç yetiremezsin”(Kehf, 18/67) demesine mukabil hemen meşiet-i ilâhîyi dile getiriyor ve şöyle diyordu:“İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın ve sana hiçbir işte karşı gelmeyeceğim.”(Kehf, 18/69).

Görüldüğü gibi peygamberlerin ifadeleri ne kadar da birbirine benziyor. Hemen hepsi de aynı duygu ve düşünceyi paylaşıyor, aynı şeyleri dile getiriyor ve herşeyi aynı ritimden söylüyorlar. Çünkü onların meşiet-i ilâhiyeye karşı tavır ve teslimiyetleri aynıdır.

n. Ve Hz. Yusuf (as) senelerden sonra kavuştuğu anne ve babasını şehre davet ederken, şöyle demiş ve meşiet-i ilahîyi nazardan uzak tutmamıştı: “Allah’ın dileğince güven içinde Mısır’da yerleşin.” (Yusuf, 12/99).

Nebilerden hangisine baksanız, O’nun îtikat ve düşünce silsilesi içinde meşietin gergef işlenir gibi ele alındığını ve işlendiğini görürsünüz. Tabiî bunu nebilere de Cenab-ı Hakk talim etmiştir.

İlâhî meşiet herşeydir ve insan iradesine göre esastır. Onu kabul etmemek Allah’ın Rubûbiyetine şerik kabul etmekten farksızdır ve bir kısım icraatı Allah’tan başkasına vermek demektir.

 

B. Hadîs-i Şeriflerde Meşîet-i İlâhî

a. Ahmet b. Hanbel’in, Hz. Aişe’nin ana bir kardeşi Tufeyl’den naklettiği şöyle bir hâdise var. Tufeyl diyor ki:

“Rüyamda kalabalık bir cemaat gördüm ve yanlarına sokuldum. Onlara: “Siz kimsiniz?” diye sordum. Onlar da “Biz Yahudi cemaatiyiz” dediler. Ben de “Siz ne güzel bir cemaatsiniz. Keşke Uzeyr Allah’ın oğlu, demeseydiniz” dedim. Bunun üzerine onlar da: “Siz de ne güzel cemaatsiniz. Keşke  (Allah ve Muhammed dilerse) demeseydiniz” cevabını verdiler.

Daha sonra başka bir kalabalık cemaat gördüm. Onların yanına gittim. Kim olduklarını sordum. Nasara olduklarını söylediler. Ben de yine: “Siz ne güzel cemaatsiniz. Keşke Mesih Allah’ın oğlu demeseydiniz” dedim. Onlar da biraz evvelki cemaat gibi, “Siz de ne güzel cemaatsiniz. Keşke Allah ve Muhammed dilerse, demeseydiniz” dediler. Bunun üzerine uyandım ve gelip rüyamı Hz. Aişe’ye naklettim. O da bu rüyayı Efendimiz’e anlatmış. Efendimiz beni çağırarak, “Bu rüyayı kimseye anlattın mı?” diye sordu. Ben de: “Anlattığımı söyledim.” Bunun üzerine Efendimiz herkesin mescitde toparlanmasını emir buyurdu; daha sonra da oradakilere şöyle bir konuşma yaptı: “Ey insanlar şimdiye kadar size bir meseleyi haya ifadesi olarak söylememiştim. Sizin bu sözünüz beni mes’ul etmese de sizi sorumlu hale getirir. Sakın bundan böyle, “Allah ve Muhammed dilerse” demeyin. Belki “Allah dilerse”, deyin. “O tektir ve O’nun şeriki yoktur” dedi.”10

Bu hâdise ve hadîsden de anlıyoruz ki, meşiet-i ilâhi esastır ve bu mevzuda ona hiç kimse ortak tutulamaz. Hatta bunu kasıtlı yapmak küfürdür ve şirktir.

b. Bu konuda bir başka misal: Bir adam gelerek Efendimiz’e hitaben: “Allah ve sen dilersen” dedi. Efendimiz hemen ona: “Böyle deme. Belki Allah dilerse ve O’nun şeriki yoktur, de” diye ferman etti.11

İşte Rasul-i Ekrem (sav) Allah’ın tasarruf dairesi içinde öyle bir tevhid anlayışına sahipti ki, muhatabını, hiçbir art niyet taşımasa da söylediği bir sözden dolayı ikaz ediyor ve ona böyle söylemesinin yanlış olduğunu hatırlatıyordu.

c. Hiç şüphesiz Allah Rasulü’nün en çok okuduğu dualardan biri de şu duadır: “Ey kalbleri evirip çeviren Allahım. Kalbimi dininde sabit kıl.”12

Ümmü Seleme Validemiz, Allah Rasulü’ne, bu duayı niçin bu kadar çok okuduğunu soruyor. Aldığı cevap aynen şu oluyor:  “Kalb Allah’ın iki parmağı arasındadır. Nasıl isterse onu o tarafa çevirir.”13

Nevvas b. Sem’an’ın rivayetinde ise şöyle denildiği nakledilmektedir:  “Kulların kalbleri Allah’ın iki parmağı arasındadır. Dilediğini düz tutar, dilediğini kaydırır.”14

Zaten Cenâb-ı Hakk da bizzat bizlere böyle bir duayı talim etmekte ve şöyle dememizi istemektedir:  “Rabbimiz, bizi doğru yola erdirdikten sonra kalblerimizi eğriltme, katından bize rahmet bağışla; şüphesiz Sen sonsuz bağışta bulunansın.”(Âl-i İmrân, 3/8).

Esasen, bütün dualar Cenâb-ı Hakk’ın meşietini isbat eder. Yani biz daha işin başında dualarımızla, Cenâb-ı Hakk’ın, istediklerimizi vermeye muktedir olduğunu kabul ettiğimiz gibi, talebimizi de eğer dilerse vereceğini kabul etmiş oluyoruz. Böylece yapılan her dua, Cenâb-ı Hakk’ın meşietini itiraf ma’nâsına gelmektedir ki, kaderin bir buudu da işte bu meşiettir. Biz bu meselenin tevhidle de çok yakından irtibatı olması dolayısıyla, üzerinde ısrarla duruyoruz...

 

C. Emr-i Cebrî ve Emr-i Şer’î Meselesi

Aynı konuyla ilgili ayrı bir hususa daha temas etmek istiyoruz. Böyle bir televvünle yorucu bu mevzuyu da mümkün mertebe avamileştirip bir kere daha anlatmak niyetindeyiz. Anlatmak istediğimiz hususa şu âyet bir mukaddime olabilir. Âyette şöyle denilmektedir: “Dikkat edin, yaratma da emir de O’na aittir. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir.” (A’raf, 7/54).

Emir ve yaratma Allah’a aittir. Evet, hükmü veren de yaratan da O’dur. Cenâb-ı Hakk’ın emri iki kısımdır.

Birincisi: Emr-i kevnî, emr-i cebrî veya emr-i takdîrî.

İkincisi: Emr-i dinî veya emr-i şer’î.

Kainatta, cebrî emir hâkimdir. Cenâb-ı Hakk yarattığını hep cebrî olarak yaratır. Hiç kimse bu cebir karşısında birşey diyemez. Herkes bu emre karşı ister istemez itaat etmek mecburiyetindedir.

Cenâb-ı Hakk, Mâlikü’l-Mülk’tür. Mülkünde istediği gibi tasarrufta bulunur. O’nun bu tasarrufu, bizim elimizi, dilimizi ve irademizi bağlar.

Emr-i dinî ve şer’î’de ise, yine Cenâb-ı Hakk’ın emirleriyle karşı karşıyayızdır ama, onları yapıp yapmamada, zâti hiçbir varlığı olmayan iradeye, izafi bir yetki ve selâhiyet verilmiştir. Bu iki emri tam anladığımız zaman, Kur’ân-ı Kerim’de zâhir nazara göre birbirine zıt gibi görünen emirlerin ma’nâ ve muhtevasını da anlamış oluruz.

Âyât-ı Tekvîniye dediğimiz kevnî kanunlarda Cenâb-ı Hakk’ın meşiet ve dilemesi nasıl taalluk ederse, eşya ve hâdiseler o şekil ve o istikamette varlık sahasına çıkarlar. Emr-i Şer’î’de ise, Cenâb-ı Hakk, yapılmasını istediği ve yapılmasından hoşlandığı şeyleri emretmiştir. Her iki emirde de hem O’nun meşieti hem de rızası ve hoşnutluğu söz konusudur.

Meleklerin ibadetleri, amelleri, Cenâb-ı Hakk’ın emir ve dilemesiyledir. Peygamberlerin yaptıkları da öyledir. Salih kulların sâlihât dediğimiz amelleri de aynı şekildedir. Ve bütün bunlardan Cenâb-ı Hakk, hoşnuttur, râzıdır..

Fakat öyle işler de vardır ki, temellerinde Cenâb-ı Hakk’ın meşiet ve dilemesi olmasına rağmen onlara rızası yoktur. Küfür, isyan ve günahın her çeşidi bu cümledendir.

“Allah, kullarının küfre girmesine râzı değildir”(Zümer, 39/7),

“Allah, fesad çıkaranları sevmez” (Kasas, 28/77),

“Allah, müsrifleri sevmez.” En’am, 6/141),

“Allah, haddi aşanları sevmez.”(A’raf, 7/55),

“Allah, cimri ve kibirlileri sevmez.”(Nisa, 4/36) gibi âyetler bu hususa işaret etmektedir.

Allah (cc) fesadı yaratır. Yaratması meşietinin taalluku ile olur. Fakat O’nun fesâda rızası yoktur. Diğer bütün günah çeşitlerinde de durum aynıdır. Zannediyorum meseleye bu açıdan bakınca bazı âyetleri daha iyi anlayacağız. Meselâ, şu âyete bir de dediğimiz zâviyeden bakalım:

Cenab-ı Hakk buyuruyor:  “Biz bir beldeyi helak etmek istediğimizde, onların şımarık sınıfına emrederiz ve onlar kötülük işleyip yoldan çıkarlar. Böylece o ülkeye (azab edeceğimiz hakkındaki) söz(ümüz) hak olur, biz de orayı darmadağın ederiz.”(İsrâ, 17/16).

Yani, Biz bir beldeyi veya bir medeniyeti helâk etmek istediğimizde, sefih ve ayak takımını hatta onların içlerindeki en zâlimleri onların başlarına musallat ederiz. Ağızlarındaki lokmayı alır, yer ve onlara sefaletin en acısını tattırırlar. Onlar da her türlü mezellete alışmış insanlar olarak yine onları başlarında görmek isterler. Sözde onları iradeleriyle seçip başlarına geçirmişlerdir. Ama acaba gerçekten öyle midir?

Mütrefîn, ruhda, ma’nâda ayak takımıdır. Ama başlara tâc edilmiş ayak takımıdır ve sefahat onların, sefalet de milletin değişmeyen kaderi olmuştur; onların başa geçmeleri, idareyi ele almaları sebebiyle... İşte, bu mütrefîn sınıfı halkı iğfal edip yoldan çıkarmışlardır. Durum bu kerteye gelince de o millet veya medeniyetin sonu gelmiş demektir.

Görülüyor ki, burada verilen emir, tekvinî emirdir. Yoksa şer’î emir değildir. Zira Cenâb-ı Hakk hiçbir zaman emr-i teşrîî ile mütrefîne günah işlemelerini emretmez.“Allah fuhşiyâtı emretmez” (A’râf, 7/28) âyeti bunun en açık delilidir. Her iki âyetin birbiriyle olan telifi ise, birinin emr-i şer’i, diğerinin ise emr-i tekvinî olması keyfiyetinde gizlidir.

“Bir kavim kendini değiştirmedikçe Allah onları değiştirmez” (Râd,3/11) mealindeki âyet nasıl tekvînî bir kanunu söylüyorsa, söz konusu ettiğimiz âyet de aynı şekilde tekvinî bir emri dile getirmektedir.

İç bünyede bir bozulma söz konusu olur ve ruh semasının yıldızları dökülürse, içtimâî hayat ve medeniyet dünyasının da talihi tersine döner ve göz kamaştırıcı bütün nurlar geldikleri yere, gerisin geriye döner ve söner giderler.

Onun için her iki emri de çok iyi anlamak gerekiyor. Cebriye mezhebi, bu iki emri, yani emr-i tekvînî ile emr-i şer’îyi birbirine karıştırdığı için iradeyi inkar etmiş ve sapık bir yola düşmüştür. Mu’tezile de iradeyi esas alarak, “kul kendi fiilini kendisi yaratır” dediği için ayrı bir yanılgı ile sapıtmıştır. Biz, her iki tarafın da doğru yanlarını bir araya getirerek müstakim bir rota çiziyor ve diyoruz ki: Emr-i tekvînîde de, emr-i şer’î’de de esas olan meşiet-i ilâhîdir. Fakat emr-i şer’î’de kulun iradesine, o şartı âdi olmak gibi bir pâye verilmiştir. Ona meşiet taalluk etmezse hiçbirşey olmaz fakat, hariçte vücudu olan şeyler öyle değildir. Hatta, kötü ve çirkin olan şeylere de Cenâb-ı Hakk’ın meşieti taalluk eder. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın bunlara rızası yoktur. Onun için de kul, yaptığı kötülüğün cezasını çeker.

Hidayet ve dalâlet de Cenâb-ı Hakk’ın meşietine bağlıdır. Kur’an-ı Kerim birçok âyetiyle bu hususu tavzih etmektedir: “Allah kimi doğru yola koymak isterse onun kalbini İslâmiyete açar. Kimi de sapıttırmak isterse, göğe yükseliyormuş gibi, kalbini dar ve sıkıntılı kılar. Allah böylece kâfirleri küfür bataklığı içinde bırakır.”(En’am, 6/125).

İman insanın gönlüne ılık ve tatlı bir esintiyle giriverir. İnsan böylece huzur ve saadeti tadar. Bu da ona doyumu mümkün olmayan bir haz verir.. ve sadrı genişledikçe genişler. O bu imânı sayesinde, insanlığın kemâl noktasını yakalar da bütünüyle bir iyilik ve mürüvvet âbidesi haline gelir. İnsanı elinden tutup bu hâle getiren asla kendisi değildir. Belki gücü herşeye yeten Allah’tır ki, onu elinden tutmuş ve merdiven merdiven hidayetin doruk noktasına çıkarmıştır. Zira, akıl ve zekaca çok daha ileri seviyede olan niceleri var ki, onlar hidayete erememekte ve behîmi arzularıyla dört ayaklı varlıkların hayatını yaşamaktadırlar. Demek ki, hidayet meselesi veya dalâlet mezelleti sebebiyet noktasında istidat ve kabiliyetle veya irade gücüyle çok da alâkalı değil. Bunlar, doğrudan doğruya ilâhî meşietin hikmet yüklü bir eseridir.

Şimdi kat’iyen tebeyyün etmiş oluyor ki, bizler eşya ve hâdiselere müdahale edecek durumda değiliz. Bu itibarla diyebiliriz ki biz, hılkatte sadece bir sebep ve bir vesileden ibaretiz. Evet, Cenâb-ı Hakk bir şeyi dilemeden onu meydana getirmek bizim için mümkün değildir. Mümkün görünen şeyleri bazen gayr-i mümkün kılan; gayr-i mümkün görünenleri de imkan sahasına sokan yegane kuvvet O’dur. O’nun güç ve kuvveti zâtındandır. Onun için de biz O’na, kuvvetin tâ kendisi olarak bakıyoruz. Bize iş yapma gücünü O verdiği gibi, irademizi o yönde kullanma meylini de veren O’dur. Evet, gerçi bize bir irade vermiştir; ancak meşiet ve dileme sadece O’nun hakkıdır. Hidayet ve dalalet hususunda da durum aynıdır. Hâdî ve Mudill sadece ve sadece Allah’tır.

O’dur ki, bir zaman Ömer’in içine Allah Rasulü’nü öldürme duygusunu vermiş sonra da onu yola salıvermiştir ve dıştan dalâlete gidiş gibi görünen bu yolculuk Hz. Ömer’i hidayetin kucağına çekmiştir.

Ve yine O’dur ki, Mekke’ye kadar gelip hidayet arayan A’şa gibi güçlü bir şaire içkiyi perde yapmış ve onu dalâlette bırakmıştır. Aslında böyle yüzlerce, binlerce hâdise müşâhede eden bir insanın, hidayet ve dalâletin Allah’ın elinde olduğunu itiraftan başka yapacağı birşey kalır mı? Evet, hidayet de dalâlet de Allah’ın elindedir..

Bütün bunları kabulle beraber, O, bizim mahiyetimize, mahiyeti meçhul bir irade koymuştur. Çünkü O’nun icraatında abesiyet yoktur. Bu mahiyeti meçhul iradenin üzerine, O, bizim geçmiş ve geleceğe ait bütün yapacaklarımızı ve yaptıklarımızı bina etmiştir ve etmektedir. Ayrıca, bu binanın plânını da daha insan yaratılmadan yapmış ve bu plânı Levh-i Mahfuza kaydetmiştir. Öyle ise bize düşen O’ndan hidayet talep etmektir. Çünkü O, yukarıda zikrettiğimiz âyette de denildiği gibi, Allah kimin hidayetini murad buyurursa onun kalbine inşirah verir ve onun gönlünü İslâmiyete ısındırır ve hakikatın tatlı yüzü ona olduğu gibi görünür. Görünür de hakikata karşı hahişkarlık duyar. Allah kimin de dalâletini murad buyurmuşsa, onun kalbini daracık ve sımsıkı kılıverir. Artık o, İslâmî hiçbir teklife evet diyemez. Nasihatten, aslandan kaçan yaban eşekleri gibi kaçar (Müddessir, 74/48-51) ve her adımı onu İslâm’dan daha da uzaklaştırır.

Ancak, bütün bunların üzerinde kesilip biçildiği bir şart-ı âdi vardır. O da insanın iradesidir. Birşey yapma veya yapmamaya karar verme duygusu.. esasen insanın kendisini vicdanen hür kabul etmesi de bunu gösterir. Dolayısıyla da vicdanen kendisini mes’ul sayar. İrade, yapılan şeylere temel taşı vazifesi görmektedir. Cenâb-ı Hakk yaratacağı herşeyi bu temel üzerinde yaratmaktadır.

Meselâ, diyelim ki siz, şu eğri dünya düzenini değiştirmek istiyorsunuz. Onu değiştirme istikametinde, vicdanınızda mevcudiyetini duyduğunuz iradenizi bir yere kadar kullandınız? Servet ve sâmânınızı o istikamette harcadınız. Herşeyinizi o yolda sarfettiniz ve sizi hedefe ulaştıracak bütün yolları denediniz, öyle ki dizinizin dermanı kesildi ve imkânlarınızın dibi göründü.. ve daha bunlar gibi bir sürü esbabı kurcaladınız.. yani iradeden beklenen herşeyi ortaya koydunuz. İşte o zaman Cenâb-ı Hakk’ın irade ve meşieti imdadınıza yetişecek ve size arzu ettiğiniz imkânları bahşedecektir. Evet sizin o mahiyeti meçhul iradenize daha nice büyük neticeler lütfedecektir. Bu ilahî bir kanundur ve asla değişmeyecektir.

Siz, size ait iş yapma gücünü böyle anlayacak ve Allah’tan bekleyeceğiniz şeyleri de bu anlayışla bekleyeceksiniz. Eğer O, siz hiç liyakat kazanmadan bazı keremlerde bulunursa, bu sadece O’nun lütuf ve ihsanıdır. Hiç kimse de O’na birşey sorma hakkına sahip değildir. Ne var ki, lütuflara iş bina edilemez. Evet, sebepler dairesi içinde, siz, size ve iradenize düşen vazifeyi bütünüyle yerine getirecek sonra da ellerinizi açıp isteyeceğiniz şeyi Cenâb-ı Hakk’dan isteyeceksiniz. Meseleyi başlattığımız noktaya çekecek olursak, siz, size ait herşeyi yerine getirdikten sonradır ki, Allah (cc), sizin ma’kus talihinizi değiştirecek ve eğri dünya düzeni de gidip rayına oturacaktır.

Zaten öyle olmuyor mu? Kişi canını veriyor, Cenâb-ı Hakk da ona şehidlik bahşediyor. Bu payeyi verdikten sonra da nimetleri birbirini takip ediyor: Cennet veriyor, Cemalullah’ı müşahede imkânı veriyor ve daha nice nimetlerle onu serfiraz kılıyor. Yani tenezzülen insanla mukavele yapılıyor.

Öyle ise, rica ederim, siz, size ait malzemeleri kullanmadan önce, hârikulâdeden, ne Heraklit, ne Mesih ne de Mehdi beklemeyin. Cenâb-ı Hakk, peygamberleri için dahi değiştirmediği âdet-i sübhanisini sizler için değiştirecek değildir. Evet, kadimden beri devam edegelen yol ve yöntem budur.

Nebi, aç kalmış, susuz kalmış, harpte dişi kırılmış, yanağı yaralanmış, ayakları kan revan içinde bırakılmış ve çilelerin her türlüsünü görmüştür. O’nun etrafındaki halkalar için de durum aynıdır. Öyle sarsılmış ve öyle ırgalanmışlardır ki, hepsi birlikte “Allah’ın yardımı ne zaman?” diye inlemişlerdir... Ve işte o zaman ilâhî yardım yetişmiş ve “Allah’ın yardımı çok yakındır” denmiştir. Aşağıdaki âyet bize bu gerçeği anlatmaktadır:  “Sizden önce gelenlerin başına gelenler sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Peygamber ve O’nunla beraber mü’minler: “Allah’ın yardımı ne zaman?” diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı; iyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara, 2/214).

Bir lokma ekmek bulunamadığı, bir yudum suya hasret gidildiği, yan gelip yatılacak bir hasırdan dahi mahrum olunduğu bir devrede.. evet işin bitme ve tükenme kertesinde, hâdiseler diliyle, gaipten gelen bir ses “Dikkat edin, Allah’ın yardımı çok yakındır” diyecek ve bu sesi duyuncaya kadar siz hep iradenizi kullanacaksınız. Mum kendine düşeni yapacak ve yanacaktır. Sonra iş gidip o mumun altındaki tahtaya dayanınca ilâhî imdat yetişecek ve size mededresân olacaktır. Siz cüz’î iradenizi en son noktasına kadar kullanacaksınız; işte o zaman Küllî İrade kendine düşeni yapacaktır. Yani idbarınız ikbâle, zillet içindeki durumunuz da izzet ve şerefe dönecektir..

Şimdi acaba iradenizi sonuna kadar kullandığınızdan emin misiniz? Eğer “Evet” diyebiliyorsanız, ben de sizlere şu müjdeyi verebilirim: Emin olun, gökleri ve yerleri tesbih tanesi gibi elinde evirip çeviren Allah sizin imdadınıza koşacaktır. O sonsuz kudret yine sonsuz iradesiyle, karşınızda cephe teşkil edenlerin bütün oyunlarını, tuzaklarını tersyüz edecek ve sizi koruyup muhafaza buyuracaktır. Madem ki siz, size ait vazifeleri yaptığınızdan eminsiniz, o zaman benim verdiğim müjdelerden de emin olabilirsiniz. Zira İlâhî âdet bunun böyle olacağını söylemektedir..

Kader’in meşiet-i ilâhî açısından tahlilini yaptığımız bu hususu tek bir cümle ile şöyle noktalayabiliriz:

Cenâb-ı Hakk, herşeyi kuşatan ilmiyle, ilerde bizim iradelerimizle yapacağımız herşeyi biliyor ve bildiklerini de tayin ve takdir ediyor.. sonra da bunları birer plân halin de Levh-i Mahfuza kaydediyor, daha sonra da melekler bizim hakkımızda bir defter tutup bütün amellerimizi yazıyor böylece her iki defter de birbirinin aynı oluyor. Tabiî bunların hepsinde Cenâb-ı Hakk’ın dilemesi esas oluyor. Zira biz Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat olarak, Allah dilerse birşey olur, Allah birşeyin olmamasını murâd buyurursa o şey de olmaz kanaat ve inancını taşıyoruz.