Soru 6: Allah niçin kullarını bir yaratmadı? Kimini kör, kimisini topal
olarak yarattı?
Cevap: 1. Allah mülk sahibidir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Kimse O’na karışamaz ve O’nun icraatına müdâhale edemez. Senin zerratını yaratan, terkibini düzenleyen Allah’tır. İnsanî hüviyeti bahşeden de yine Allah’tır (cc). Sen bunları sana lûtfeden Allah’a daha evvel birşey vermemişsin ki, O’nun karşısında bir hak iddia edebilesin. Eğer sen, sana verilenler mukabilinde Allah’a birşey vermiş olsaydın, “Bir göz verme, iki göz ver, bir el verme iki el ver!” gibi iddialarda bulunmaya.. “Niye iki tane değil de bir ayak verdin?” diye îtiraz etmeye belki hak kazanırdın. Halbuki sen Allah’a (cc) birşey vermemişsin ki, -haşa ve kellâ- O’na adaletsizlik isnadında bulunasın. Haksızlık, ödenmeyen bir haktan gelir. Senin O’na karşı ne hakkın var ki, yerine getirilmedi de haksızlık irtikab edildi! Allah-u Teâla Hazretleri seni yokluktan çıkarıp var etmiş; hem de insan olarak... Azıcık dikkat etsen; senin dûnunda birçok mahlukat var ki, onlara bakıp nelere mazhar olduğunu düşünebilirsin. 2. Cenâb-ı Allah, bazen insanın ayağını alır; onun karşılığında ahirette pek çok şey verir. Ayağını almakla o kimseye aczini, zaafını, fakrını hissettirir. Kalbini kendisine çevirtip, o insanın duygularında inkişaf başlatırsa çok az birşey almakla, pek çok şeyler vermiş olur. Demek ki zâhiren olmasa bile hakikatta bu ona, Allah’ın lûtfunun ifâdesidir. Tıpkı şehid edip ona cennet vermek gibi... Evet, bir insan, muharebede şehid olur. Bu şehâdetle Mahkeme-i Kübra’da, Allah’ın huzurunda, sıddîkların, sâlihlerin gıpta edeceği bir makama yükselir. Onu gören başkaları “Keşke Allah bize de harp meydanında şehadet nasip etseydi” derler. Binâenaleyh, böyle bir insan parça parça da olsa çok şey kaybetmiş sayılmaz. Belki aldığı şey ona nisbeten çok daha büyüktür. Çok nâdir olarak bazı kimseler bu mevzuda küskünlük, kırgınlık, bedbinlik ve aşağılık duygusu ile inhiraf etseler bile, pek çok kimselerde bu kabil eksiklikler, daha fazla Allah’a teveccühe vesile olmuştur. Bu itibarla haşarat-ı muzırra nev’inden bir kısım kimselerin, bu meseledeki kayıplarının serrişte edilmesi yerinde değildir. Bu mevzuda esas olan ebede namzet insanların ruhlarında, o âleme âit iştiyakı uyarmaktır. Bu ârızalıda, ârızaların itmesiyle Hakk’a teveccühü, başkalarında da ondan ibret alarak kanatlanmalar şeklinde kendini gösteriyorsa, maksada uygun ve hikmetlidir. İnsan, hayvan, nebât ve diğer bütün varlıklar, kendilerine hükmeden bir kudretle gün yüzüne çıkar, teşhîr ve âyinedarlık vazifelerini yerine getirir, sonra yerlerini başkalarına bırakarak sahneden silinip giderler. Bu âlemde, hem doğuşlar, hem de ölüşler birer teşhîr, birer imtihan olarak cereyan etmektedir. Her şeyin varlığa erişi, gizli bir Mevcud’un apaçık delil ve tercümanı olduğu gibi, müddet hitâmında ayrılıp gitmesi de, evveli olmayan o Gizli Varlık’ın, ebediyet ve ölümsüzlüğüne delâlet etmektedir. Evet, hiçden ve yokdan varlığa eren biz ve her şey, varlığımızla birinin varlığını görmemiz, duymamız ve bilmemizle, gören, duyan, bilen birinin mevcudiyetini gösterdiğimiz gibi, bir hayat boyu sırtımızda emânet olarak taşıdığımız herşeyi terkedip gitmekle de, bir bir gelenlere; bir bir gidenlere, gidip gelmeyenlere mukâbil, sır olan bir “BİR”i göstermekteyiz. O, “O’dur ki, hanginiz daha güzel iş yapacağınızın imtihanını vermek için, hayatı ve ölümü yaratmıştır.”(Mülk, 67/2) Gelişin sırrını kavrama, bulunuşun imtihanını verme ve gidişe hazır olma. İşte insan için mühim olan da budur!. Şimdi bu küçük hazırlıkdan sonra, mevzuumuz olan “bir anda ölenlerin hepsinin eceli birden mi gelmiştir” hususunu ele alalım: Evet, hepsinin eceli birden gelmiştir. Ve böyle olması için de ciddî ve kayda değer hiçbir mânî yoktur. Varlığı bütünüyle elinde tutan Yüce Zât, zerrelerden sistemlere kadar herşeyi ve herkesi kendi kaderi içinde birden var ettiği gibi, birden de öldürebilir. Ne ayrı ayrı yerlerde bulunmalar, ne de vasıf ve keyfiyet farklılığı bu mevzuda hiçbir mânî teşkil edemez. Kudreti Sonsuz’un tasarrufunu göstermek için, tamı tamına o kudreti aksettirecek misâl bulamamakla beraber, yine de, O’na ayna olabilecek ve bir fikir verebilecek pek çok şeyden bahsetmek mümkündür. Ezcümle; güneşe yönelen değişik evsaf ve keyfiyetteki varlıklar, herhangi bir karışıklığa sebebiyet vermeden, ona bakarak hayatlarını sürdürür; onun ziyâsı altında renkten renge girer; onunla en revnekdâr hâle gelir ve onun doğuşu ve batışıyla ölgünleşir, pörsür ve söner giderler. Aynen onun gibi, herşey, aynı baharın kucağında döllenir; aynı yazda serpilir gelişir ve aynı sonbaharda hazanla sararır; fakat, hepsinin kaderi ayrı ayrıdır. Hepsi, o geniş ilmin plân ve programıyla, o sonsuz irâde ve meşietin yönlendirmesiyle; evet, gelişigüzel ve kendi isteklerine göre değil, o meşiet ve iradenin istediği istikâmette varlık gösterir ve mevcudiyetlerini sürdürürler. “O, karada ve denizde olan herşeyi bilir... Düşen bir yaprak ve karanlıklar içine gömülen hiçbir dâne yoktur ki, apaçık bir kitapta bulunmasın.”(En’am, 6/59) Ağaçların, otların, tohumların, dânelerin hayat ve ölümleri, gelişme ve semereleri bu kadar ciddi takip edilip de, insan gibi en ekmel bir varlık hiç başıboş bırakılır mı? Bir şeyi görmesi diğer şeyi görmesine; bir şeyi işitmesi diğer şeyi işitmesine mâni olmayan kâinatların Yüce Sâhibi, elbette en aziz mahlûku, en değerli san’atı olan insanın, her hâline ehemmiyet verecek ve O’nun bir ferdine, sâir varlıkların cins ve nev’inin mazhar oldukları şeyleri lûtfederek, âlemlerin fihristi olan insanı, hususi olarak ele alacak, hususi iltifatına mazhar edecek, husûsî sevkiyâtıyla huzurunda şereflendirecektir. Bu da’vet ve sevkiyat, bazen bir döşekte, bazen bir harp meydanında, bazen de herhangi bir felâket ve âfetle olabilir. Hatta, ayrı ayrı mıntıkalarda toplu olarak veya teker teker de meydana gelebilir. Yaratıcı’nın insana bakışı zâviyesinden, bunlar, asla neticeye te’sir etmezler. Her insanın zimâmını elinde bulunduran; her canlıyı istediği kadar hayatta tutup sonra da salıveren sonsuz ilim ve Kudret Sahibi, nezdindeki Kitab’a göre, belli ferd ve kitlelerin ruhlarını kabzetmesi gayet normal ve ma’kuldür. Evvelce de temas edildiği gibi, bu, önceden terhîs edilmeleri tesbit edilmiş bir askerî birliğin, vakti gelince, en büyük kumandan tarafından tezkere işleminin icrâ edilmesi gibi bir şeydir. Ayrıca, ruhların kabziyle vazîfeli meleğin vazîfesinin şümûlüne temas edildiği yerde de belirtildiği gibi, ruhları kabzetme vazifesiyle mükellef o kadar çok melek vardır ki; bir anda binlerce âfetin kol gezdiği her yerde, sâhibinin irâde ve takdiri altında, her vefat edenle bir değil birkaç melek görüşebilir ve ellerindeki kitaplara göre, değişik takdirlerle kurbanlarını istikbâl edebilirler. Bu türlü âfetler, çok ciddi tetkiklere tâbî tutulduğu zaman, gerçekten, hem bir ilk takdîri, hem de ölenlerin ecellerinin birden geldiğini görmemek mümkün değildir. Bu hususdaki enteresan ve hârika hâdiselerin bütününü tesbit etmek için ciltler lazımdır. Üstelik yazılanlar da ciltleri aşacak kadar çoktur. Gün geçmiyor ki, kitaplara mevzu olacak, böyle fevkalâde hâdiselerden birkaçını matbuatta görmüş olmayalım. Meselâ, şehirlerin altını üstüne getiren korkunç bir zelzelede, binlerce insan bütün gayretlere rağmen kurtarılamamalarına mukâbil, zelzeleden günlerce sonra, kendilerini korumaktan aciz yüzlerce çocuğun, hiçbir zarar ve ziyâna uğramadan toprağın altında istirahat ederken bulunmaları.. hem kanala yuvarlanan bir römork içindeki bütün işçilerin boğulmalarına karşılık, çok ötelerde hiçbir ârızaya uğramadan, suyun üzerinde yüzüp duran kundakda bir çocuğun bulunması.. hem bir uçak kazasında, en mâhir ve tecrübeli kimselerin kaçamayıp cayır cayır yanmalarının yanında, uçağın düşmesiyle iki yüz metre öteye fırlayan mini mini bir yavrunun hiç ârıza almadan kurtulması... gibi yüzlerce hâdise isbat etmektedir ki; hayat da ölüm de, kendi kendine olmayıp, aksine bilen, gören ve idâre eden birinin tedbiriyle meydana gelmektedir. Hayâta, birer birer veya toplu olarak gelen her varlık, kütük ve sicil defterlerindeki vazife bitimi ve ecellerine kadar, fıtratın ince sırlarını kavrama, tabiat ötesi gizlilikleri keşfetme, bizleri ve onları gönderen Zât’a âyine ve tercüman olma mükellefiyetiyle ömürlerini doldurur, parça parça veya toplu olarak terhis edilirler. Bu bilme, tesbit ve sonra da vefat ettirme, yâni aynı anda ecellerini getirme ve işlerini bitirme, herşeyi baştan sona en iyi şekilde bilen Allah (cc) için, gayet kolaydır. Kaldı ki, her insanın etrafında bir yığın meleğin bulunduğunu ve bundan başka pek çok can alan meleklerin de olduğunu, gizli açık herşeyi Bilen’den öğreniyoruz. Bu bahiste ayrıca, şöyle küçük bir itiraz da vârid olabilir: “Bu kabil musibetlerde, müstahak olanlarla beraber, bir hayli de ma’sum telef olup gitmektedir. Acaba buna dâir de birşeyler söyleyebilir misiniz?” Hemen arzedeyim ki, bu istifham da yine, akîde ve tasavvurdaki bir yanlışlıkdan doğmaktadır. Eğer hayat, sadece dünyevî hayattan ibaret bulunsaydı ve insanın evvel ve âhir yeri burası olsaydı belki bu itirazın da ma’kul bir yanı ve bir mesnedi olduğu iddia edilebilirdi. Halbuki, insan için burası bir ekim yeri, bir gayret sahası ve bir bekleme salonu ise; öteki âlem, bir harman ve hasat yeri, bir bağbozumu ve semere zamanı; nihayet sıkıntılardan kurtulup saadetlere erme mekânıdır. Bu itibarla da, burada iyinin kötüyle; mücrimin nezihle vefât etmesinde hiçbir gayri tabiilik yoktur. Bilakis, işin böyle cereyan etmesi en ma’kul ve en mantıkî olanıdır. Zîrâ ikinci dirilişle, herkes niyet ve davranışlarına göre hususî bir varlığa erecek, ona göre muâmele görecek ve ona göre ya tekdire ma’ruz kalacak veya ulûfe alacaktır. Hâsılı; ölüm ve ecel, bu dünyada bulunma ve hizmet etme süresinin bitiminden ibarettir. Böyle bir süre, insanın irâdesini nefyetmeme çizgisinde, önceden hazırlanmış, tescil edilip kütüklere geçirilmiş bir plân keyfiyetinde olup ve yine herşeyi bilip gören Zât’ın emir ve fermanıyla, mevsimi geldiğinde infâz edilmesinden başka birşey değildir. Bunun toplu olmasıyla, münferid olması arasında da, mantıkî hiçbir fark yoktur. Öyle zannediyorum ki, pek çok meselelerde olduğu gibi burada da, Yüce Yaratıcı’nın sonsuz ilim, kudret ve irâdesini bilememe; inhirafın başlıca sebeplerinden birini teşkil etmektedir. Diğer bir sebep de, eşya ve hâdiselere bakış zâviyesinin yanlışlığıdır. Olup biten şeyler muvâcehesinde kafalarımızı hatalı tabiat ve tesadüfler anlayışından sıyıramamış ve gönüllerde tecrîde erememişsek; içimiz zayıf akîdelerle, şeytanî vesveselerin muhârebe meydanı hâline gelecektir. Bir de gönül dünyamızın fakirliği ve yeterince beslenememesine karşılık -mesnedsiz dahi olsa- her gün kâse kâse şüphe ve tereddütlerin içirilmesi, öyle korkunç bir felâkettir ki; nesillerin istikâmetinin bozulmasına değil de, hâlâ istikâmetini muhafazada muvaffak olmalarına hayret edilmelidir. Ehemmiyetsiz gibi görünen bu kabil meselelerde, haddinden fazla tahşidat yapıldığı iddia edilebilir. Ne var ki, imana taâlluk eden hususların hiçbirinde biz, böyle bir düşünceye katılmayacağız. Nazarımızda îtikadla alâkalı en küçük mesele, dağlar cesâmetinde ve cihanbahâdır. Bu îtibarla da üzerinde ne kadar titizlikle durulsa, değer ve yerindedir. Bu hususu nazar-ı îtibara alan arkadaşlarımızın sıkılmayacaklarını ve bizi bağışlayacaklarını umarız. |