HAYREDDİN KARAMAN İLE
SÖYLEŞİ
Saffet KÖSE, Mehmet HARMANCI, Halil UYSAL,
(Makalat Dergisi 1999-Kasım Sayısı)
S. Köse: İlk olarak
sizden öğrenmeyi arzu ettiğimiz şey, ilimle temasınız nasıl oldu, ne
gibi sıkıntılar yaşadınız, ilme başladığınız dönemlerde ne tür
avantajlarınız vardı, ne tür dezavantajlarınız vardı, bugüne göre
soruyorum, özellikle ilahiyat disiplinleri ve fıkıh açısından,
bilhassa bu konularda bizi aydınlatırsanız seviniriz.
Ben bugünden geriye doğru baktığımda -bu bakış kolay değil-
insan bugünden geriye bakmak istediğinde, kendini bugünden ve bugüne
kadar geçirdiği maceradan tecrid ederek o güne götürmesi kolay
değil, zor. Zannediyor ki ben tamamen çıplak olarak o güne
bakıyorum. Öyle değil. Arada bugünden oraya doğru birçok unsurda bir
nevi anakronizm vardır, yani birçok unsur da seninle birlikte oraya
gidiyor. Böyle bir tehlike var. Bugünden oraya bakarken böyle bir
tehlikenin varlığını da düşünmek lazım. Ama ben inşaallah epey bir
düşündüğüm için bu konu üzerinde, yanılmadığımı sanarak, beni
ilimle, bilgiyle temasa sevk eden, bugünkülerin çok kullandığı
tabirle 'motive eden' en önemli motivasyon unsuru neydi diye
düşünüyorum ve bunun benim mizacımdaki bilme merakı olduğu kanaatine
varıyorum, Bilme merakı! Bu oldukça küçük yaşımdan itibaren vardı
bende. Hattâ çocukça bildiğim şeyleri bile bilmeyenlere anlatmaktan
büyük zevk alıyordum. Bunu iyi hatırlıyorum. Meselâ, ben bir şey
öğrendiğimde... Nasıl öğrendiğimde? Bizim ailemizde biraz daha yarı
molla insanlar vardı. Tam ailemizin içinde bir dedem vardı. Onun eşi
dostu, akrabası, zaman zaman toplanırlar; ben de o sohbethanenin bir
kenarında onları dinlerim. Ve bana göre hepsi yeni ve ilgi çekici
olan şeyler öğrenirdim. Çoğunu idrak etmem de mümkün değil. Çünkü
metafizik konular, dini konular filan... Ama onları bir teyp gibi
zaptetmeye çalışırım. Ertesi gün mahalle arkadaşlarımı toplarım, bir
şekilde onların ilgisini çekerim, çünkü mahalle arkadaşlarıyla çelik
çomak oynanır; oturup da böyle şeyler anlatıp da onlara dinletmek
kolay değildir. Onun da bir yolunu bulup onlara anlatmaya
bayılırdım. Onların böyle hayretle bakışları benim hoşuma giderdi.
Yani, demek ki imtiyazlı duruma geçmiş oluyordum; bu da var. Bir
kere benim tabiatımda bilmeye merak vardı; meçhulden, bilmemekten
rahatsız olmak vardı. Bir de bir şey öğrenip anlatmak ve öğretmekten
zevk aldım. Bunu erken zamanda almış oldum. Bu iki şey beni ilim
yoluna sevk etti. Çoğu insanı bilgiye, maişet kaygısı itiyor. Bu
önemli bir noktadır. Bir şeyi niçin öğreniyor insanlar? Önce maişeti
mi ön plana alıyor yani? Hattâ Türkiye'de adam olmak da, bir baltaya
sap olmak da bu manaya geliyor biraz. Türkiye'de "adam olmak"
denildiği zaman; öğrenmek, bilgili olmak, ahlâk sahibi olmak,
erdemli olmaktan öte, bir işi olmak, bir zanaati olmak, bir marifeti
olmak, bir kazancı olmak anlaşılıyor. O halde, demek ki, maişet ön
planda. Maişet ön planda olunca o maişeti en iyi sağlayan bilgi
hangisi ise o da ön plana geçiyor. O halde burada bir nevi marksist
bir görüşün uygulaması var. Ben de ilme yönelmenin alt yapısını,
ilim adamının konumu oluşturmadı. O macera ayrı bir maceradır. Ama
benim orada da belki şöyle bir şansım oldu: -onu da buraya
ekleyeyim- bu çocukluktaki mizacımı ve merakımı izah ettim. Okumaya
başladığımda mektebe gittim. Mektep benim meçhullerime cevap veren
bir yer olarak gözükmedi. Onun için doktor olmaya karar verdim
ortaokula gittiğimde. Çünkü hem ilkokul, hem ortaokul benim
meçhullerime cevap veren bir bilim yuvası değildi. O mektepler biraz
önce söylediğim anlamda adam olmaya yönelik, ona ayarlanmış
yerlerdi. Belki de bu ön planda olduğu için tatmin olmadım. Orta
mektepte bir yıl okuduktan sonra mektebi terk ettim. Ondan sonra
birtakım meslek öğrenme tecrübelerim oldu. Onlar da başarısız oldu.
Ondan sonra ana babama haber vermeden terk ettim ülkeyi. Yani buna
'firar ettim' derler. Ondan sonra Ankara'ya gittim. Ankara'da üç ay
işportacılık yaptım. Tesadüfler beni oraya sevk etti ve o zaman
ticaret öğrendim. Bu üç ay Ankara'da Anafartalar-Ulus arasında
önümde tezgâhımla işportacılık yaptım. Eğer o yolda yürüseydim
muhtemelen namlı bir tacir olabilirdim. Çok zevkli bir şey, iyi para
kazanıyor insan. Fazla öyle stresi yok; kafanızı yormuyorsunuz,
alıyorsunuz ve satıyorsunuz. Yeter ki satılacak malın, nerede
satılacağını bilin. Ben onları o zaman öğrendim. Bunun da benim ilmî
hayatımda önemli bir yeri oldu. Neden? Hiç maişet kaygısı çekmedim.
Sonraları ben ticaret yapmadım fakat yapabilirim inancı ve ümidi hep
benim yanımda durdu. Deminki bıraktığım yerden devam edeyim: O
tecrübeler olmadı, sonunda benim meçhullerimi giderecek anlamda
okumaya karar verdiğimde önce bir Kur'an Kursuna gittim. Meselâ,
meçhulüm Kur'an okumaktı, onu öğrendim. Fakat dediler ki, bunun daha
güzeli Kur'an Kursunda olur. Gittim oraya, onun güzelini de
öğrendim. Bu sefer beni başka bir şey celbetmeye başladı. Çünkü beni
okutan hoca, ara sıra beni dinlerken bir ayete de mana veriyordu,
onu da biliyordu, âlimdi. Kur'an Kursu hocası Süleyman Hoca'nın ve
Ahmet Lütfi Kazancı'nın kayınpederi idi. O bazı ayetleri tercüme
ediyordu. Bu sefer o beni sarmaya başladı. Yani dışını yalıyoruz; bu
Pinti Hamit'in kavanozun dışını yalamasına benziyor. Peynir içinde!
Onun tadı yok. Anladım ki ben, biz hep cam yalıyoruz. O zaman hocama
dedim ki: "Sizin gibi okuduğumu anlamak istiyorum." Onun tavrı çok
önemli. "Kolay olmaz" manasında "Ööö!" dedi. Benim mizacımı
bilmediği için, beni tahrik etmek için -böyle demek gerekiyor- o zat
onu bilmiyor, o beni caydırmak için bunu söyledi. Halbuki bana
bundan iyi bir doping olamazdı. Bu meydan okuma anlamına geliyor.
Yine benim mizacım devrede: Bu neden zormuş? Senelerce Arabiyyat
okumak lazım, dedi. Ondan sonra benim hiç adını bilmediğim şeyleri
yani sarf, nahiv, mantık vb. demiş olmalı. Benim bilmediğim bir
şeyler saydı; bunları okumak lazım, bunlar zor, seneler sürer, sen
askere gideceksin. Dedim ki, başlayalım, sen gerisine bakma. "Ben
okutamam, yasak! Burda ben Kur'an Kursu hocasıyım, Arapça olmaz."
dedi. Olsun, evinde okut. Evde de olmaz, beni gözetlerler, görürler.
Bir başkasını söyleyeyim; o okutuyor, sen git orda oku, ama bir daha
düşün. Okuyup da dilenci mi olacaksın? Hep bu maişetle öğrenme
zevki! Konjoktürel olarak haklıydı. Çünkü etrafındaki âlimler,
medrese mezunları, medresede müderrislik yapmış insanlar iskat,
zekât, sadaka-i fıtırla geçiniyorlardı. Onları bildiği için o
anlamda söyledi. Bir kısmı da Ramazanlarda cerre giderdi gelirdi,
bir yıl onunla geçinirdi. İlim sahiplerinin boyunları büküktü.
İnsanların ellerine baktıkları için emr-i bi'l-ma'ruf nehy-i
ani'l-münker de yapamazlardı. İşte bunu gördüğünden dolayı, "Okuyup
da dilenci mi olacaksın? Ben sana bir manifaturacı tavsiye edeyim;
git orda bir tezgâhtarlık öğren, indir kaldır, mal al sat. Gelince
de aynı işe devam eder, sonra da kendin manifaturacı olursun, tüccar
olursun, itibarlı bir insan olursun" dedi. Bakın yine orada ön plana
geçen şey, maişet! Halbuki benim önceliğim bu olmadığından bu beni
etkilemedi. Ben dedim ki, maişet hiç önemli değil. Hocam, ben
dilenci olmadan geçinirim. Fakat ben bilmek istiyorum. Bilmek ayrı
bir şey. Ben bunu istiyorum. Sonra o bana birilerini tavsiye etti.
Gittim ben, okumaya başladım. Benim ilimle temasımın psikolojik,
belki de sosyal psikolojik arka planı bu.
M. Harmancı:
Tahsil hayatınızda kimlerden ders aldınız? Hocalarınız kimlerdi
yani? Nasıl insanlardı? Üzerinizdeki etkileri ne oldu? Onları bize
tanıtır mısınız?
Benim ilk Kur'an hocam Zahide isimli
anneannemdi. Bence en önemli hocam bu. Çünkü Kur'an okumaya karar
verdiğimde şöyle bir olay oldu. Bilme merakım vs. var ama araya
delikanlılık girdi, firar ettim filan. O zaman artık metafizik
meçhuller beni meşgul etmiyordu. Döndüm geldim, kendime göre bir
dünyevi hayat kurmak istiyorum ama önümde engeller var. Bu engelleri
nasıl aşacağım? O konuda plan program yaptım. Yaşımı büyüteceğim,
babama haber vermeden erken askere gideceğim geleceğim ya da
gelmeyeceğim, askerde kalacağım, vs. Bir hayat kuracağım. Öyle bir
şey planlamıştım. Bir kış günüydü, avarelik var. Arkadaşlarla çıkıp
yaramazlık yapıyoruz. Gece gündüz kar yağıyor o gün. Tabiat müsaade
etmiyor dışarı çıkmaya. Evde soba yanıyor, ben pencereden dışarıyı
seyrediyorum yalnızca. Biz 'ebe' diyoruz anneanneye. Ebemle ben
varım. Ebem şu cihetten önemli, benim hocam da onun memleketinden;
Ahıskalı. Ahıska'yı bilirsiniz. 93 harbinde onlar göçmüşler daha
önce Ahıska'dan. Durumu müsait olduğu için İstanbul'a gelip İstanbul
medreselerinde okuyup icazet alıp dönmüş Rüştü Efendi diye bir zatın
kızı, yedi çocuğundan birisi, en büyüğü bu Zahide. Benim annemin
annesi. Sonra orayı Ruslar istila edince ya da harp konulunca ve biz
yenilince, 93'te biliyorsunuz bir çok yerden muhacerat var, ordan da
muhaceret yaşanmış. Bunlar dünyanın ortası diye Çorum'a gelmişler.
Çorum'da bu Rüştü Efendi güzel bir arazi almış. Çorum'da olmayan
meyvalar yetiştirmiş bahçesinde birkaç sene içerisinde. Çocuklarının
orada ahlâksız olacağına kanaat getirmiş. Vilayette, şehirde, o
günün şehrinde, hani şimdi zamane bozuldu falan diyorlar ya, bunun
üzerine Çorum'a 20 km. mesafede bir arazi satın almış, orda bir
çiftlik kurmuş ve Hz. Peygamberin hadisinde bildirdiği gibi
koyunlarını almış dağa çekilmiş. Yani bu isabetli olmuş, isabetsiz
olmuş, o ayrı. Bunu yapmış adam. Orda bir kâhya bulmuş, ona
rençberlik yaptırmış. Kendisi balcılık yapmış. Çocuklarını da sadece
ahlâksız olmaktan kurtarmış. Yani burada hayrın selbî olanını, yani
şerrin defini elde etmiş ama hayrın celbini, maslahatın celbini pek
düşünememiş, ön plana alamamış. Çocuklarının hiçbirini okutmamıştı.
Çünkü okuma yazma bilmeyen çocukları vardı. Ben onların yedisini de
tanıdım. Kendisini görmedim. Benim ebem bir kadın mollaydı. Yani
Kur'an bilir, eski o Mızraklı İlmihal, Ahmediye, Muhammediye filan
gibi kitapları okur, böyle bir insan. Oturmuş o gün Kur'an-ı Kerim
okuyor. O Kur'an-ı Kerim'i her zaman okuyor. Beni de küçüklüğümde
evde yaramazlık etmesin diye kadınlara göndermişlerdir. Orda da 29
harfi öğrenmişim. Ben bunu her zaman dinliyorum. O gün işte, zamanı
gelmiş diyelim, böyle bir doğrusu metafizik motiv de var, onu da
söylemek gerekiyor herhalde. Ben dışarıyı seyrederken ebem de
arkamda, benim arkamda fısıltı halinde Kur'an okurken, o Kur'an'a
ben çarpıldım o gün. Olay bu! Kibrit bu oldu. Tarif edilemez bir
zevk aldım ondan ve ben mutlaka bunu okumayı öğrenmeliyim, dedim.
Ondan evvel beni bunun için kurslara göndermişler. Kurs dediğim,
affedersiniz yanlış söyledim, mahallelerde kadınlar vardı, hanım
hocalar. Ablalarımla beraber beni de göndermişler ama ben
yaramazlıktan başka bir şey yapmamışım oralarda. Ebeme dedim ki:
"Ben bu Kur'an-ı Kerim'i okumak istiyorum." O da şöyle gözlüğünün
üstünden baktı. Tabiî, benim böyle bir teklif yapmam mümkün olmadığı
için önce yani öyle baktı. Yani 'benimle alay mı ediyorsun?'
anlamında baktı. Ciddi olduğumu görünce de ağladı. Bir anda gözünde
iki damla yaş belirdi. Ciddi olduğumu anladı. Çünkü, olur, dedi.
"Hemen bir elifba bulalım" dedi "İnşaallah başlayalım." "Yok" dedim
"elifba değil, bu mushaftan şimdi öğrenmeye başlayacağım." Önce
olmaz diyecek oldu; baktı, ısrar ederse ben vazgeçerim. Elifba yok,
elifbayı orda görmüşüm, hoşuma gitmemiş vaktiyle, çocuklukta. O da
akıllı bir kadın olduğu için Kur'an-ı Kerim'in sonunu açtı. (Uzun
bir süre o mushafı sakladım ben, Fakat çok fazla yıpranmış oldu,
sonra defnettim o mushafı. Dışı keten kaplı, kırmızıya yakın sarıdan
kırmızıya yakın sayfalı bir matbu Kur'an idi.) Nâs sûresini açtı,
onu da ezbere biliyorum zaten. Ama dedi ki bana, şimdi şurdan
başlayalım, madem öyle istiyorsun. Harfleri biliyorsun, işte bak şu
Kaf tır. Bir de orda heceleme yoluyla okuturlardı, onu da yapmadı.
Bana dedi ki: (kısaca söylüyorum) Bu Kaf tır, bunun üstündekine ötre
derler, bu bunu "ku" okutur. Şu da Lâm'dır, buna da cezim derler;
bunu buna vurduğunda "kul" diye okunur. Zaten "kul"ü biliyorum;
burda ötre ile cezmin fonksiyonunu öğrenmiş oldum. Birinci satırı
bana böyle anlattı. Dedim tamam, bundan fazlasını taşıyamam ben.
Bunu kendi kendime bir öğreneyim, tekrarlayayım. Bir hafta ebemle
evde çalıştık ve Kur'an okudum. O günden itibaren dışarı çıkmadım.
Yani her gece biz sinemaya gidiyoruz, kahveye gidiyoruz, kâğıt
oynuyoruz, tavla oynuyoruz; öbür cinsin küçüklerini, bizim
yaşıtlarımızı tanımaya çalışıyoruz mahallelerden, nerede kim var 15
yaşlarında falan. Akşam da parolamız ıslıktır. Bir ıslık duydunuz mu
zincirler tutmaz! O günün akşamında ıslıklar bana menfur geldi.
Islıklara cevap vermedim. Ertesi günün gündüzünde de dışarı
çıkmadım. İşte bu, yani o, bir süratli dönüş oldu. Benim ilk
hocam Zahide ebem oldu. Onunla biraz uğraştıktan sonra, "Kur'an
Kursun'a git artık" dedi "benim bundan sonra tecvidim pek güzel
değildir, tecvidi orda okuman lazım." Orda Hafız Kemal Efendi vardı,
ondan biraz tecvid öğrendim, Kur'an-ı Kerim'i düzgün okumayı
öğrendim. Bir iki bir yer ezberledim. Yaşım ileri olduğu için hıfza
karar vermedim. Zaten hafız olmayı istemiyordum, öyle bir şeyim
yoktu. İşte orda Arapça okumaya karar verdim. Daha doğrusu Kur'an'ın
anlamını öğrenmeye, okumaya karar verdim ve o da yine Ahıska'dan bu
sefer 937de kendisini orda idam edecekleri için bunu önceden
istihbar edip bir arkadaşı ile birlikte kaçıp Türkiye'ye sığınan
Server Efendi adında bakkallık yapan bir hoca efendiyle tanıştım.
Beni ona gönderdi. Geldim, o hoca efendi bakkal yaşlı. Bir oğlu var.
Okuyanlar dilenci oluyorlar diye oğlunu -çok ilginçtir, bozulmasın
diye mektebe göndermemiş- dilenci olmasın diye de okutmamış, terziye
vermiş. Adı Mustafa, oğlu var, kızları var, talebeleri var.
Talebelerinin içinde oğlu yok! Bunu tekrarlıyorum: Kim var? 65
yaşında biri var. Aklını takmış, insan yaşlanınca da okuyabilir,
merak etmiş öğrenmiş; falan şu yaşında okumuş, filan bu yaşında.
Geliyor gidiyor, 5 senede daha sarfı sökememiş. Böyle bir insan ama
hocayı meşgul ediyor. Ondan sonra anlayan bir müezzin vardı; o
anlıyor. Bir de verem hastalığına yakalanmış Alacalı biri vardı. O
da ölmeden önce biraz okuyayım da molla olarak öleyim diye hoca
efendiyi işgal ediyor. Etti üç. Bir de bir caminin imamı vardı, o
dört kişi. Böyle anlattığım gibi geliyorlar, ondan okuyorlarmış,
tekrarlıyorlarmış. Bir de ben gittiğimde izhar okuyorlarmış. Ben
hocanın elini öptüm. Ben de okumak istiyorum, dedim. Hoca da gene
"ööö..." demedi ama "iyi de biz izhar okuyoruz. Ya sen
bekleyeceksin, bunlar tekrar ederken baştan başlayacaksın ya da
anlayamazsın." dedi. Şimdi benim çok hevesli olduğumu ve beklemek
istemediğimi görünce 'Yahya Efendi'ye -yine bakkallık yapan- Molla
Yahya'ya git, o sana Sarf okutsun, Sarfı bilir" dedi. "Sarf okutsun,
ondan sonra biz de bunu bitiriz, Avamil'den başlayacağız tekrar, sen
de Sarfı orda okursun, gelir Avamil'den başlarsın." İşte bu tarzda
bununla anlaştık. Molla Yahya Efendi'ye gittim. Molla Yahya Efendi
gerçekten ikmal edememiş bir zat fakat ilme âşık ve iyi bir pedagog.
Bende aşk hâsıl olmuş, beni yönlendirmede onun da çok rolü oldu,
bana cesaret verdi. Benim bu konuda kabiliyetli olduğumu, hattâ
biraz abartılı olarak söyledi. Çünkü onun okuduğu bir süre var,
diyelim ki şu kadar sene uğraşmış o da o Sarfla. Biz onu üç ayda
kayıtsız bir Sarf Nahiv kitabından okuduk beraber. Şu da
ilgilendirmiyor sizi ama kültür tarihimizi ilgilendiriyor: "Bana bir
Emsile bul da gel" dedi. Üç gün Çorum'da Emsile aradık, Çorum'u
baştan sona taradık. Bir Emsile kitabı! Ben de onu yeni harflerle
yazdım "em si le" diye. Ne kadar zor geliyordu, nasıl aklımda
tutacağım bu 'emsile' kelimesini diye. Çünkü hiç duymamışım
Emsile'yi. Neyse, onu arıyoruz arıyoruz. Çoğu insan babasının
kitabını yakmış, çoğu da gömmüş korkusundan. Yani evde aranır,
bunlar bulunur, başımıza iş çıkarır diye korkuyor insanlar. İşte,
vardı ama yavrum filan, diyorlar, bir iki bir şey çıkarıyorlar, hiç
alâkası yok onunla. Yine de adam, Allah razı olsun, kendisi mi hoca
efendi mi onu unuttum ben, Server Efendi mi kendisi mi bana kayıtsız
bir Sarf Cümlesi buldular da (kayıtsız malum, harekesi olmayan,
izahatı olmayan demek) onu buldular, onunla başladık. Üç gün bir
vilayette Sarf kitabı bulamamıştık. Zahide Hanım, Kemal Efendi,
Yahya Efendi, sonra Server Efendi... Server Efendi'den Izhar'ı
bitirdim. Kâfiye'nin ortalarına geldiğimde İmam-Hatip Mektepleri
açıldı. Askerliğim de yaklaşmıştı. Çok sardı beni bu iş fakat
askerlik kesecekti. Askerlik iki seneydi o zaman. Belki de ondan
sonra ya hevesim kaçar ya da hayat beni değiştirir. İstemiyordum
araya bir şey girsin. İmam-Hatipler açılmadan Mısır'a kaçmaya karar
verdim. Uzatmıyorum bunları. Engeller çıktı. Beni götürecek adam,
Suriye'de Konyalı öğrenciler var, dedi. Ellili yılların başlarında
oluyor bu iş ya da kırklı yılların sonunda, ellili yılların
başlarında oluyor şu söylediğim. Daha İmam-Hatip açılmamıştı. İşte o
zaman Konyalılardan kim vardıysa Suriye'de, onlarla ben görüşeyim de
onlar seni Mısır'a gönderebilirlere ben seni oraya götüreyim,
Suriye'ye. O zat, Davut isimli bir zat bana bunu söz verdi.
Kaçakçıydı kendisi, sınırda vuruldu. İyi ki beni götürmemiş o zaman.
Orda tabiî bu iş akim kaldı ama yine ben Mısır projesi üzerinde
dururken İmam-Hatipler açıldı. O arada çok uzun maceralar var,
onları geçiyorum. Nasip Konya'ymış, Konya'ya geldik. Konya'da
birinci sene girdim. Mehmed Doğru vardır, sizin hemşehriniz, yani
Konyalıların hemşerisi Mehmet Doğru'nun bulunduğu bir 'F' sınıfı
vardı. Ben ilk sene gittim, 951'de açılmış, bir iki ay geç gittim.
Çünkü evrakım natamamdı, yaş meselem vardı falan filan... Fakat
düşün işte, bir efelik yapmış, Ankara'da ticaret yapmış, sonra Orta
Mektebe girmiş çıkmış bir adamım işte. Boyum poşum da fena değil,
saçım sakalım da güzel, kılığım kıyafetim de iyice. Bu tarzda gittim
Konya'ya. Müdür dedi ki: "Evrakını bırak, hemen sınıfa gir. Bir ayın
kaldı, bir ayın bile tam değil. Bütün ödevlerini, imtihanlarını
tamamlayacaksın, sana müsamaha edeceğim." dedi. Ali Rıza isimli bir
eski avukat, yaşlı bir zattı. Bir de onun kâtibi vardı, mütekait
astsubay. O beni aldı sınıfa götürdü. Ben sınıfa girince sınıf rap
diye ayağa kalktı. Beni müfettiş sanmışlar. Oranın ulemasından,
Konya ulemasından Abdullah Ulubay Hoca Efendi vardı, Konya Müftüsü
diye tanınırdı. O da akaidden imtihan ediyormuş çocukları. Sobanın
başına oturmuş, o da paltosunu düğmeleyerek şöyle kalktı. Şimdi ben
ne yapayım? Kâtip beni içeriye koyun katar gibi kattı gitti de ben
kapının içinde kaldım. Millet de kalktı, hoca da kalktı. Sonunda
böyle lafla anlatmaktansa dedim, süratli bir şekilde kendi kendime,
hocanın elini öpeyim, hocanın elini öperken de ben talebe olarak
geldim diyeyim, dedim. Ben zaten elini öpmeye -çok zekiydi hoca.
Hoca bilir ki cumhuriyetin müfettişleri, yaşı kaç olursa olsun,
hocanın elini öpmez- ben elini öpmeye eğilir eğilmez, bıyık altından
çok hafif güldü, onu ancak ben yakaladım ve hemen oturdu. Bana da,
otur bakayım şuraya, dedi. Verin şuna bir kâğıt, dedi. Daha ben
akaid kelimesini yaz deseniz eski harflerle yazamam. O çünkü
Izhar'da geçmemiş! Bir de kâğıt verdiler. Akaid okutmuş hoca,
imtihan ediyor. Bana da soruyu yazdırdı, Ben de kafamla cevap verdim
ve beş numara aldım on üzerinden. En kıymetli notumdur bu benim
Abdullah Ulubay Hoca Efendi'den okumadan aldığım beş numara.
İtikadım sağlammış. Zaten malum, akide biraz akıldır, kelâmdır,
biraz da mantıktır. Herhalde onunla bir şeyler yazmış olmalıyım. Bir
de o dede sohbetlerinden kulakta kalan şeyler de varmıştır. O sene
bir ay falan, ben imtihanları tamamladım ama gene evrakta problem
çıktı ve beni okul kabul etmedi. Bir ay sonra uzaklaştırdılar, çok
sevdikleri halde, beğendikleri halde. Ne diyorum, mevzuat bakımından
beni okuldan attılar. Ben de hoca efendiyi tanımıştım, Hacı
Veyiszade Mustafa Efendi'yi. Onu tanıyışımı da çok kısa anlatayım:
Konya'ya geldiğimin ikinci günüydü. Güven Oteli vardı. Kapı Camiinin
yanından giden bir yol vardı. Kapı Camii sağınızda kalır, bir yol
Tevfıkiye caddesi, çok geniş olmayan bir caddeydi, orda Yalçın Oteli
diye bir otel vardı. O otele yerleşmiştim. İşte mektebe kaydoldum,
yer arıyordum falan; bir de gideyim, bir namaz kılayım dedim.
Aziziye Camiine gitmişim, orda da hoca efendi namaz kıldırıyor.
Lâkin bana göre "Allahe Ekber" diyor. Yâ dedim, saçlı sakallı bir
zat, yaşını başını almış, Konya gibi bir yer, böyle bir cami, şehrin
ortasında... Daha "Allahu Ekber" demesini bilmiyor "Allah" mübteda
"Ekber" de haber, yani bu merfu, bu nasıl "Allahe" oluyor? Sağdan
baktım olmuyor, soldan baktım olmuyor; bu yanlış, ben bunu bir
düzelteyim, dedim, karar verdim. Ondan sonra namaz bitti.
Merdivenlerden ineceği yere kadar takip ettim onu. Orda yanında
insanlar azaldı, mahcup etmeyeyim istiyorum. Yanına sokuldum
"Selamün aleyküm hocam" Dedim ki: "Siz 'Allahe Ekber' diyorsunuz" ve
hem de ukalâca arkasından, "Allah" mübteda "Ekber" de haberdir,
dedim. Bu merfu olur "Allahu Ekber" denir, siz niye "Allahe Ekber"
diyorsunuz? "Öyle mi dedim babam?" dedi. "Öyle dediniz" dedim. "Sen
nerelisin?" dedi. Falan yerliyim, adın ne, filan... "Maşallah
maşallah" dedi, şöyle kafamı sıvazladı. Hiç oraya varmadı artık
ondan sonra. Dediydin demediydin falan diye. Maşallah dedi. Niye
geldin buraya? Okumaya. İyi iyi, dedi. Aman dedi, oku çalış falan
dedi. O gün hocayla maceramız bu kadar. O gitti. O gidince ordakiler
dediler ki (orda bir takım adamlar da bizi dinlediler) "Sen bunun
kim olduğunu biliyor musun?" Yoo, dedim. Buranın imamı herhalde.
İşte buna dediler "Hacı Veyiszade Mustafa Efendi derler." Bu
âlimdir, dediler, bu büyük âlim bir zattır! Yaa, öyle mi, dedim.
Yine de içimden diyorum ki, âlim ama yine de "Allahu Ekber" demeyi
bilmiyor! İşte hoca efendiyi ilk tanıyışım böyle oldu. Sonra beni
mektepten çıkarınca, tabiî biz böyle "ööö"ye karşı şeyiz ya o bize
muharrik geliyor. Ben bu mektebe girerim dedim; tavan, baca ve dahi
tekmil delikleri kullanır, buraya girerim. Ne olursam olayım
girerim. Hani var ya Mevlânâ'da; "Bâza" diyor zaten. "Bâza" dediler
geldik Konya'ya. Biz burdan gelin olmayız, gireceğim buraya. Yalnız
bu sene olmayacak, bu iş anlaşıldı, dedim. İkinci yıl için hazırlık
yapıyorum, her türlü hazırlık yapıyorum. Bu meyanda da Kâfiye
derslerimi devam ettirmek üzere hoca aramaya başladım. Yolum o
"Allahe Ekber" diyene çıktı. Yani adresler onu gösteriyor kime
soruyorsam. Bir de onun Cemil Efendi diye bir talebesi vardı.
Alaaddin Sarayı'nın orda bir cami var, şöyle Alaaddin Tepesi'nin
arkasında, o caminin adını unuttum -ya da vardı diyeyim- yani
Alaaddin Tepesi Sarayı var ya, ordan o Dedeler Bahçesi vardı, oraya
yöneldiğinizde hemen sağda bir cami var. O caminin imamı Cemil
Efendi diye bir zat vardı, o hoca efendinin talebelerindendi.
Kâfıye'yi ondan bitirmemi tavsiye etti hoca efendi. Ben tekrar derse
başladım. Cemil Efendi'yle Kâfıye'yi okuduk ama bu arada işte hoca
efendi evde Tecrid okutuyordu. Kendi evinde onun Tecrid derslerine
devam ediyorduk. Mevlânâ'ya yakın bir yerde bir evi vardı hocanın.
Mektepteki hocalar dışında Akşehirli Ahmet Efendi'yi tavsiye etiler.
Akşehirli Ahmet Efendi'den mantık okumak istedim sıra oraya
geldiğinde. Ama o mantık okutmadı, başka bir şey okuttu. Bir iki ay
onun derslerine devam ettik kulakları çınlasın Ali Osman Koçkuzu ile
birlikte. Kapı Camii'nde vaaz ederken hoca Mülteka'yı takip
ediyordu. Orda onun derslerini izledik biz, hattâ kitabımızı alır
giderdik. O da onu okuyarak vaaz ediyordu. Sonra Farisi'ye merak
sardım. Muhsin Koner diye bir zat vardı, belediye başkanı. Farsça
bilirdi. Mezhebinin Özü diye bir kitabı vardır. O iyi bilir dediler
Farsça'yı. Ben de gittim onun evini buldum. Bana Farsça okut, dedim.
O da -onun tabiriyle söylüyorum- "Kürt Arif" vardır dedi -onun
tarifiyle söylüyorum, bana göre değil- Arif Etik, hocadır, abidir,
daha doğrusu bizim için hocadır; onu tavsiye etti bana. Bir de Bekir
Haki Efendi diye bir zat vardı. O da Buhara'dan gelmişti, o da
Farsça'yı çok güzel bilirdi. Bekir Efendi'den ben Farsça okumadım
fakat onun sohbetinde bulundum. Arif Hoca'ya gittim. Ondan da Farsça
okutmasını istedim. O zaman hoca psikolojik olarak rahatsızdı.
Sinirlendi Farsça okumak istiyorum dediğim zaman. Anlamsız ama böyle
işte. Tuhaf bir hali vardı. İplikçi Camii o zaman müzeydi. Ona çok
yakın bir kitapçı dükkânı vardı. Ben biraz üzerine gidince işin; bir
ay sonra gel, dedi. Tam otuzuncu gün damladım buraya. Selâmün
aleyküm hocam, bana söz verdiydiniz dedim. O zaman hiçbir laf
söylemeden raftan bir Zeban-ı Farisi diye bir kitap çekti. Farsça
öğretmek için yazılmış Osmanlıca bir kitap. Hemen derse başladım.
Arif Hoca bana Farsça okutmaya başlayınca, oğlunun söylediğine göre,
kendisi de Mesnevi okumaya başlamış. Çünkü Mesnevi'den Seçmeler diye
bir kitap vardı, onu da okuturdu bana Zeban-ı Farisi yanında. Hoca o
münasebetle Mesnevi okumaya başlamış geceleri kalkıp sabah
namazından önce. O zaman namaz falan da kılmıyordu, rahatsızlığı
öyleydi. Mesnevi okumaya başlamış o seherlerde Mesnevi okuyarak
iyileşti hoca, tekrar sağlığına kavuştu. Hattâ ondan sonra
İmam-Hatip mektebine hoca oldu, İslâm Enstitüsüne hoca oldu.
Ayrıldıktan sonra da onunla dostluğumuz devam etti. Belli bir süre
sonra da ben bu Farsçayı kendi kendime artık devam ettirdim.
Konya'da bir de tabiî mektebin içinde sıradan hoca olmayıp farklı
hoca olduğu için kendisinden farklı anlamda istifade ettiğim hocalar
vardı. Bunların da başında Tahir Elliiki diye bir zat gelir.
Konyalılar "Ellliikinin Tahir Efendi" derlerdi herhalde o zata. O
darülfünun ilahiyat mezunu bir hoca efendiydi. Dükkânı vardı,
ticaretle meşgul olurdu. Bu mekteb de açılınca buraya hoca olmuştu.
Ondan da çok istifade ettik. Sıra dersi dışında, mektep dersi
dışında benim bu Konya'daki hocalarım şu anda hatırlayabildiklerim
kadarıyla bunlardır. Ondan sonra İstanbul'a geldik. İstanbul'da da
bizim o zaman mektebimizde de, yani Yüksek İslam'da da mesela Celal
Hoca gibi, meşhur İzmirli'nin talebesi gibi değerli hocalar vardı.
Doğrusu onlardan da istifade ettik. Bunun dışında, yani mektep
dışında Yusuf Cemil Efendi diye ya da Hafız Yusuf Bey diye bir zat
vardı. Bu merhum Akifin dostlarından. Burda da o zata devam ettik
bir kaç arkadaşımla. Bekir Bey, gene şimdi Fars dalında Prof. Mehmet
Nazif Şahinoğlu diye bir arkadaşımız vardı o, ben, bir kısa müddet
Esad Coşan Hoca o zaman tabiî, hoca değildi, öğrenciydi, Necati
Lugal diye bir zat vardı, onun talebesiydi; onun tavsiyesiyle o da
biraz hocaya devam etti, o hoca efendiden istifade ettik. Mektepte
birçok hoca efendi geldi geçti, onların hepsini derleyip toparlamak
zor.
Saffet Köse: Fıkıh mirasımız ve fıkıh usûlü ile
ilgili iki sorum var. Birincisi, fıkıh mirasımızın günümüz hukuk
dünyasının istifadesine sunulabilmesi için çalışmalarımızda nasıl
bir yöntem izlemeliyiz? Sözgelimi günümüz hukuk dünyasına ancak
20.yy. başlarında girebilmiş olan önemli birtakım teoriler var.
Sadece bir vakıanın tespiti olarak söylüyorum; bunlar bir teori
oluşturabilecek zenginlikte fıkhi mirasımız içerisinde yer alıyor.
Bunu bizzat modern hukukçular itiraf ediyorlar. Bu alanda fıkıhla
meşgul olanlar nasıl bir yol izleyerek çalışmalar yapmalılar?
Fıkıh usûlü ile ilgili sorum da şu:
Elimizde
fıkıh usûlü gibi gerçekten orijinal bir disiplin var. Günlük hayatla
fıkhın bağlantısını kurmak da bu usulü özümsemekten geçiyor.
Ancak usûl-i fıkıh kitaplarına baktığınızda hep aynı örneklerin
tekrarlandığını görüyoruz. Niçin fıkıh usûlü kitaplarındaki
örnekleri güncelleştirmiyoruz? Tabii klasik örneklerin yanında
İslâm'ın temel esaslarını değerlendirirken şekil ile öz arasındaki
dengeyi nasıl kuracağız? Sözgelimi tarihte bir tarafta bâtıniler,
diğer tarafta zahirîler var. Günümüzde de bunların uzantılarının
olduğunu biliyoruz. Bunu nasıl aşarız? Fıkıh usulünde, daha
ziyade eskilerin (taklitçi fukahânın) yazdıklarında örneklerin
değişmemesinin sebebi özümseme eksikliği ve hata etme korkusudur.
Yeni yazılanlarda kısmen de olsa örnekler zenginleştirilmiştir.
Nasları değerlendirirken (yorumlarken ve bunlardan hüküm
çıkarırken) şekil ile öz arasındaki dengeyi nasıl kuracağımız
sorusunun cevabı büyük ölçüde klasik fıkıh usulü eserlerinde vardır;
bunun için kıyas, illet-hikmet, istıslah, istihsan, örf gibi konulan
incelemek gerekir. Günümüzde şekil-öz dengesi ile ilgili problem
tartışılırken çağdaş hayattan gelen baskılar, kurulması matlup olan
dengeyi olumsuz etkilemektedir. Sağlıklı yol, kendimizi başkalarına
beğendirme uğruna değiştirmek ve bozmak değil, kendimiz olmak,
kendimiz kalmak, değişmek isteyen başkalarına alternatif sunmak,
Allah'ın murat ettiği hayat tarzını keşfetmek ve yaşamak için
gerekeni yapmaktır. Meseleye bu perspektiften bakıldığında asla
değişmeyecek şekillerin ve kesin olarak zayi edilmemesi gereken
özlerin daha iyi, daha sağlıklı yakalanabileceğini ve sağlıklı
dengenin kurulabileceğim umuyorum,
Mehmet Harmancı: İslâm
hukuku bünyesinde "usul-i fıkh (hukuk felsefesi)nin yeri ve önemi
nedir, sizce? Bugün İslâm hukuk telif ve tercemesinde İslâm hukuk
felsefesine yeterince ağırlık verilmekte midir? İslâm hukukunun
yarınları ve yarınlarda İslâm hukukunun misyonu açısından bu durumu
değerlendirir misiniz?
Usulü'l-fıkh ilim dalını tek
başına hukuk felsefesi de, hukuk metodolojisi de ifade edemez, Fıkıh
usulü ilmi kısmen bunları içeren ama aşan, İslâm'a mahsus, müslüman
âlimler tarafından telif edilmiş bir ilimdir. Günümüzde İslâm
hukuku alanında yapılan çalışmaları, taklit (eskilerin tekrarı) ve
tahkik (araştırma, inceleme, ictihad) mahsulü çalışmalar diye iki
gruba ayırmak gerekir. Taklit mahiyetindeki çalışmalarda asıl fıkhı
üreten müctehid, usulünü de kullanmış, ona gerektiği kadar ağırlık
vermiştir. Tahkik mahsulü yeni çalışmalar da kendi içinde iki
gruptur. Bunlardan birinde eski usul ile yeni ictihadlar
yapılmıştır. Eski usul de bir müctehidin ve mezhebin usulü olarak
değil, bütün klasik usul olarak ele alınmış ve kullanılmıştır.
İkinci grup çalışmalarda usul de yenilenmiş; deliller, bunlardan
bilgi ve hüküm elde etmek için uygulanacak yöntem üzerinde önemli
değişiklikler ve yenilikler yapılmıştır. İslâm modernistlerinin
yaptıkları bu ikinci grup çalışmaların sıhhat ve meşruiyetleri henüz
tartışma aşamasındadır. Fıkhın geleceğini bu iki usulün meşruiyet
çerçevesinde izdivacı belirleyecektir.
Mehmet Harmancı:
Günümüz Türkiyesinde "ulema" diye adlandırabileceğimiz bir sınıf var
mıdır? Bu tabirin karşılığı olarak "aydın" ya da "akademisyenden söz
edilebilir mi? "Ulema" sınıfının toplum içindeki fonksiyonu nedir?
Bugün o fonksiyonu üstlendiği söylenebilir mi?
Ulemâ
âlimin cem'i olup yukarıda tanımladığımız ilim adamı demektir. Aydın
kavramının kökeni yabancıdır. Akademisyenin bizdeki geçmişi (selefi)
bir ölçüde yüksek medrese hocasıdır. Medrese veya üniversite
tahsilinden yetişmiş bir kimsenin ulemâdan biri (âlim) olabilmesi
için bir yandan meslektaşları tarafından, diğer yandan da geniş halk
kitlesince kabullenilmiş, bazen sivil toplumun, bazen de buna ek
olarak resmî makamların itimadına mazhar olmuş, sözü dinlenir,
görüşleri ve tavsiyeleri kaale alınır bir kimse olması gerekir.
Günümüzde üniversite tahsili ile yetişip klasik âlimin yerini tutan
kimseler vardır.
Mehmet Harmancı: Hukuk vakıa meydana
geldiğinde ona yönelik çözümler/yorumlar üretir. Oysa günümüzde
karşımıza problem olarak çıkan meseleler zaten İslâm hukukuna aykırı
teorik / pratik yapılanmadan doğmaktadır. Bu yanlış zeminin
doğurduğu sorunlara doğru cevaplar vermek ne kadar mümkündür? Kimi
zaman geçici çözüm olarak sunulan birtakım hususlar sorun sahibini
rahatlattığı için onu rehavete de itebilmektedir. Böylece aslen
gayr-ı meşru bir durum psikolojik de olsa meşru imiş gibi
aklanabilmektedir? Bu süreci aleyhimize çevirmekten nasıl
kurtulabiliriz?
Geçmişte de âlimler fıkıh alanında iki
çeşit çalışma yaptılar, bilgi ve hüküm ürettiler. Birincisi teorik
olarak kaynaklardan yola çıkan, normal ve ideal şartlarda olması
gereken fıkıh. İkincisi konjonktürü gözeten, iyi ve kâmil olana
geçişi sağlayan, âcil sıkıntıyı gidermeyi amaçlayan fıkıh. Her iki
çeşit çalışma sürdürülür ve belli zamanlarda, mekânlarda, fert ve
gruplarda da olsa kâmil olan yaşanırsa "geçici ile devamlı, ideal
ile reel, zaruret ile azimet" yer değiştirmez, aslın bozulması ve
kaybolması tehlikesi bahis mevzuu olmaz.
Halil Uysal:
İslâm hukuk tarihi çeşitli dönemlere ayrılmaktadır. Siz bir İslâm
hukuk tarihçisi olarak cumhuriyet dönemi Türkiye'sini hukuk tarihi
açısından hangi bağlamda değerlendiriyorsunuz?
İslâm
hukuku bütün müslümanların hukuku olduğu için onun uygulanma ve
işlenme tarihini de İslâm ülkelerinin bütünü çerçevesinde ele almak
gerekir. Meseleye yalnızca Türkiye açısından bakacak olursak
cumhuriyet döneminde İslâm hukukunun uygulanmasını resmî olan ve
olmayan şeklinde iki alanda değerlendirmemiz daha doğru olur. Resmî
alandaki uygulama, cumhuriyet kanunlarından önceki sabit haklar ve
hak doğuran tasarrufların tasfiyesi çerçevesinde kalmıştır. Resmî
olmayan uygulamadan maksadımız halkın, dine bağlılığı sebebiyle
bilenlerden sorup öğrenerek dünya işlerini de dinine uygun kılma
çabasıdır. Müslüman halkımızın büyük çoğunluğu, miras ve aile hukuku
ile yiyecek içecek şeyler başta olmak üzere (bu konularda dine uyma
çabası daha yoğundur) hemen her konuda bilenlerden fetva sormuşlar
ve işlerini buna göre yürütmeye çalışmışlardır. Şu halde resmî
olmayan uygulama göz önüne alınırsa cumhuriyet Türkiye'sinde de
İslâm hukuku daima yürürlükte kalmıştır denilebilir. İlmî
çalışmalara ve araştırmalara bakıldığında yine bu dönemde hem 950
öncesinde hem de daha ziyade bundan sonra dünyanın ilgisini çekecek
eserlerin ortaya konduğunu, bu manada İslâm hukukuna ilginin
kesintiye uğramadığını görüyoruz.
Halil Uysal: Ülkemizde
birtakım kuruluşlar tarafından birtakım kongre ve sempozyumlar
organize edilmektedir. Bu kongre ve sempozyumlara uluslararası ya da
ulusal bazda farklı kesimlerden katılımlar olmaktadır. Örneğin
Konya'da düzenlenen İslâm Ticaret Hukuku Kongresine uluslararası
katılım olmuştu. Aile Hukuku Sempozyumunda bir anlamda biz bizeydik.
Abant'taki toplantılarda ise bizdeki "siz" ve "biz" ler vardı... Siz
bu kongre ve sempozyumları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ülkemizde yapılan ulusal veya uluslararası kongre ve
sempozyumların İslâm hukuku ile ilgili olanlarının bir kısmı
yalnızca ilmîdir, bir kısmı ise uygulamaya yöneliktir. Konya'da
yapılan İslâm Ticaret Hukuku Kongresi bu ikincisine örnektir. Burada
ekonomik hayatında gönüllü olarak İslâmî kurallara uymak isteyenler,
başka sistemlerle iç içe yaşadıkları dünyada karşılaştıkları
problemleri gündeme getirip çözüm istemişlerdir. Abant benzeri
toplantılar ise daha farklı amaçlara yönelik olup katılımcılar da
buna göre belirlenmiştir. Burada bir araya gelenlerin sorusu, "İslâm
hukukunu bugün hayatımıza nasıl uygulayabiliriz, belli problemlerin
çözümleri nelerdir?" değildir. Burada soru, farklı inanç, hayat
tarzı ve dünya görüşüne sahip bulunan kesimlerin bir arada, huzur
içinde, hak ve özgürlüklerini elde ederek yaşamalarını mümkün
kılacak düzen ve düzenlemelerle ilgilidir. Bana göre bütün bu ilmî
toplantılar yararlı olmakta, tarafların kendilerini tartıp test
etmelerini, biribirlerini ve problemleri daha iyi anlamalarını,
çözümleri daha ayağı yere basılı olarak aramalarını sağlamaktadır.
Saffet Köse: Din bizim bayatımızın hangi alanına, ne
ölçüde müdahildir? Yani dinin alanı neresidir?
Dinin
bizim hayatımıza müdahalesinin alanını belirlemek istediğimizde
"hayat alanlarının birbiri ile ilgisini" göz önüne almamız gerekir.
İnsan hayatı bir bütündür; bölünme sunidir, anlamak ve anlatmak
içindir, yaşarken bölünme yoktur, her alan iç içedir. Dinin özü
insan-Allah ilişkisi olduğuna göre bu ilişkinin bir alanda
kesilmesi, yok olması mümkün değildir; kesilirse o alanda dinsiz
olur, halbuki dindarlık kesinti kabul etmez, Dînî ilimlerde mubah,
serbest, sükût geçilmiş diye ifade edilen alanlar dinin (kul-Allah
ilişikisinin) yok olduğu alanlar değildir, buralarda kulca yaşamanın
belli kural ve şekillere bağlanmadığı, kesintisiz kulluk şuuru
içinde insanın davranış serbestliği içinde bulunduğu anlaşılır, Bu
şerbetlik de mutlak olmayıp dinin amaçları ve genel kuralları ile
sınırlanmıştır. Helâl olmak şartıyla mü'min istediğini, istediği
zaman yer ve içer, Ancak tıka basa yiyemez, başkaları muhtaç iken
lükse kaçamaz, ruh-beden, biyolojik ihtiyaç-ahlâk dengesini gözden
ırak tutamaz. Bilim ve teknoloji yoluyla tabiat üzerinde tasarruf
ederken yeryüzünde yaşayan ve yaşama hakkı olan insanlar ile gelecek
nesillerin zararına olabilecek eylemlerden uzak durur.
Mehmet Harmancı: İslâm hukuku âtıl mıdır? Çağa cevap
veremez mi? Bu tür suçlamalar hususunda neler söylemek
istersiniz?
İslâm hukuku ömrünü tamamlamış, tarihe
intikal etmiş, hayat alanından çekilmiş değildir. İslâm ve
müslümanlar var oldukça böyle bir şeyin olması da mümkün değildir.
Bugün müslümanların, geniş manada fıkıh alanında yaşadıkları
sıkıntıların iki önemli arızî (yapısal olmayan) sebebi vardır: 1.
Oluşturulması ve kullanılması gereken bir usûl ile genelde
insanlığın, özelde müslümanların muhtaç oldukları fıkıh hükümlerinin
(çözümlerin) yeterince üretilmemesi. Bunun da sebepleri arasında
fıkıhçının donanım eksikliği, komşu bilgi dallarındaki yetersizliği,
bunu gidermek için yapılabilecek heyet (farklı ilim dallarında
uzmanlaşmış ilim adamlarının ortak) çalışmalarının azlığı,
teşviklerin yokluğu vardır. 2. Müslümanların işlerini gören, dünya
ve ahiret menfaatlerini dengeli olarak sağlayan, başka sistemlerle
rekabet edebilecek, insanlık için de bir zenginlik, çeşni ve seçenek
olabilecek fıkıh kural ve kurumlarının uygulanmasına izin
verilmemesi, çeşitli bahaneler ve yollarla bunun engellenmesi.
Türkiye'de ve ona benzeyen ülkelerde faizsiz ekonomi karşısında
takınılan tavır burada örnek olarak hatırlanabilir.
Saffet Köse: Batılı oryantalistlerle bazı Türk
hukukçuları İslâm hukukunun çağdaş ihtiyaçtan karşılayamayacağını,
çünkü İslâm hukukunun vahye dayalı olduğunu, bu kuralların değişmez
(statik) olduğunu, hayatın ise sürekli gelişen ve değişen bir yapıya
sahip olduğunu, değişmez kurallarla değişen hayatın ihtiyaçlarına
cevap verilemeyeceğini söylüyorlar. Siz ne diyorsunuz?
İnsanda binlerce yıldan bu yana aynı kalan yapılar da
vardır, değişen taraflar da vardır. Değişmenin yaratılış amacı
yönünde gelişme olarak değerlendirilecek olanları vardır, sapma ve
bozulma mahiyetinde olanları vardır. Vahiy ve ictihad yan yana
bulunduğu ve işletildiği zaman kalması gereken kalır, değişmesi
gereken değişir. Vahyin rehberliği terk edildiği zaman, kısmen de
olsa sapma kaçınılmazdır; çünkü insan kendine yeterli değildir.
Saffet Köse: Bir mezhebi iltizam etmiş bir müslümanın
diğer mezhep görüşlerinden istifadesi konusunda görüşleriniz
nelerdir?
Bir mezhebe şuurlu ve bilgili olarak
bağlanmış, dînî hayatını bu mezhebin içtihadlanna göre yaşamaya
karar vermiş bir mümin bile ihtiyaç duyduğunda, mezhebinin hükmünü
uygulamada güçlük çektiği veya zarar gördüğünde bir başka mezhebin o
konudaki içtihadı ile amel edebilir. Bu caiz değildir diyen ciddi
bir âlim yoktur.
Mehmet Harmancı: İslâm hukuku alanında
veya başka alanlarda bugünden sonra yapmayı planladığınız şeyler
nelerdir? Yapılması gerekir diye düşünüp gelecek nesillere,
yetişmekte olan genç hukukçulara tevdi edeceğiniz hususlar var
mıdır? Düne dönüp baktığınzda yapmasaydım dediğiniz, hayıflandığınız
durumlar oldu mu?
İslâm hukuku alanında bundan sonra
bizzat yapacağım şeyler -Allahu a'lem-şunlar olacaktır. Daha önce
yazdıklarımı her baskıda yeniden gözden geçirerek tashih ve ikmal
etmek. Yetişebildiğim kadarıyla yeni meselelerin çözümüne katkıda
bulunmak; bu maksatla tek başıma veya grup olarak çalışmalar yapmak.
İlmî toplantılara daha az tebliğ ile, daha çok da müzakereci olarak
katılmak. Bu alanda yetişen gençlere rehberlik etmek. Bundan
sonra İslâm Hukuku alanında çalışanların şunları yapmalarını
isterdim: Bu alanda yapılan çalışmalar ile bunları yapanlar ve
uygulama notları/ vesikaları hakkında eksiksiz bilgi toplamak,
bunları tasnif etmek, değerlendirmek ve yapılanlardan yola çıkarak
iyi bir Fıkıh Tarihi yazmak. Eski ve yeni usûl çalışmalarını bir
arada değerlendirdikten sonra günümüz için geçerli ve kullanışlı bir
fıkıh usûlü oluşturmak. Mezhepler ve hukuklar arası mukayeseli
fıkıh kitapları yazmak. Tarihe müdahale eden ve insanı
dönüştüren İslâm dininin bu özelliğini yansıtan bir fıkıh (ilmihal
ve hukuk, iktisat, sosyoloji, siyaset bilimi ve ahlâk) kitabı
(külliyâtı) vücuda getirebilmek için heyet çalışmaları yapmak.
Kulluk ilişkilerimde her an "şu inşaallah iyi olmuştur, şunu
yapmasaydım iyi olurdu" diyorum; bu benim hayat tarzım olduğu gibi
bütün müminlerin de böyle olduklarını düşünüyorum. İlim ve vazife
hayatımda pişmanlık duyduğum bir aşama yok. Bir de İngilizce bilsem
iyi olurdu deyip duruyorum.
Saffet Köse: Tasavvuf-toplum
ilişkisi konumundaki düşüncenizi alabilir miyiz? Tasavvuf toplumda
nasıl bir işlev görüyor?
Tasavvufa olan ihtiyacı eğitime
olan ihtiyaç içinde aramak gerekir. Bilmekle yapmak, anlamakla
yaşamak aynı değildir. Hz. Peygamber'in (s.a.v) mescidi, o hayatta
iken hem öğretimi, hem de eğitimi sağlıyordu. Mescid ve medrese bazı
zaman ve mekânlarda bu çifte fonksiyonu yerine getirdi, ama her
yerde ve her zaman bunu yapamadı. Bilenlerin yalnızca öğretmekle
yetinmesi, halkın dînî hayatı ve ahlâkı ile ilgilenmemesi bu boşluğu
dolduracak bilen/ yapanlara ihtiyaç doğurur. Sahtekârlar ve
istismarcılar bir yana, gerçek sûfîler dini bilen, herkes için
geçerli bulunan kurallara bağlı, samîmi bir dindarlık yoluyla
erdemler kazanmış, olgunlaşmış, başkalarını müsbet mânâda etkileme
güç ve kabiliyeti elde etmiş kâmil insanlardır. Allah rızasına uygun
bir hayat tarzı için böyle insanlara ve bunların eğitimine ihtiyaç
vardır.
Mehmet Harmancı: İlimle meşgul olan gençlere
nasıl bir çalışma yöntemi önerirsiniz? Başarılı olmanın ve ortaya
önemli eserler koyabilmenin sırrı nedir?
İlim adamı
olmak isteyenlerin Allah vergisi kabiliyetleri yanında fedakârlık,
destek ve disipline ihtiyaçları vardır. Destek hem ilim
adamlarından, hem de servet sahibi insanlar ile devletten ve sivil
toplum örgütlerinden gelmelidir. Fedakârlık ilim yolcusuna düşüyor.
Öğrenmek, düşünmek, üretmek zor iştir; nefsin birçok arzusuna karşı
çıkmayı, pek çok maddi kazancı, menfaat fırsatını kaçırmayı
gerektirebilir. Disiplin uygun yöntem ile devamlı ve sistemli
çalışmaktır. Bu üç ihtiyaç/önşart karşılandığında ilim adamı olmak,
ortaya önemli eserler koymak, ağacın meyva vermesi kadar tabiî hâle
gelir.
Mehmet Harmancı: Genç ilim talipleri için, "ilim
adamı" kimdir, nasıl olmalıdır diye sorsak neler söylersiniz?
İlim adamı belli bir ilim dalında gerekli bulunan dilleri,
usûlü (yöntem, metodoloji) ve temel bilgileri edinmiş, bunlarla
çalışarak ilme katkıda bulunan insandır. İlim adamı çalışkan,
alçakgönüllü, tartışma ve öğrenmeye açık, ilimde cömert (bildirme ve
öğretmeyi esirgemeyen), ilmi ile dünyalık kazanmayı değil, hizmeti
önceleyen, güzel ahlâk sahibi bir kimse olmalıdır.
|