Günümüzde Fıkıh
Giriş:
Fıkıh, lûgat mânâsına uygun olarak, "İslâm'ın ana kaynaklarını; yani Kitabullah
ve Sünnet-i Resûlullah'ı (sav) ferd ve cemiyet olarak insan hayatına tatbik
etmek üzere anlamaktır"; ictihad ise bu anlayışa varabilmek için sarfedilen
çabayı ifade eder. Başlangıçta fıkıh; tefsir, hadîs, akâid gibi İslâmî ilimler
ile bir bütün teşkil ederken önce hadîsten, müctehid imamlar devrinden itibaren
de akaidden ayrılarak müstakil bir ilim dalı olmuştur. Fıkhı, usûl ve fürû olmak
üzere iki ana dala ayırmak mümkündür. Usûl (usûl-i fıkh) fıkhın kaynakları ile
bu kaynaklardan hüküm çıkarma metodları ve çıkarılan hükümlerin özelliklerinden
bahseder. Fürû ise mezkûr usûle dayanılarak ortaya konan dinî talimat ve amelî
hükümlerden ibaret olup, hukuk yanında ibâdetleri de ihtivâ etmektedir.
A. Fıkhın Tedvîni:
Fıkhın, usûl ve fürûu ile diğer ilimlerden ayrılarak kitaplara geçilmesi
Resûlullah (sav) ve sahabe devrinden sonra başlamıştır. Daha önceleri âlimler
ibâdet ve hukuk ile alâkalı hüküm ve bilgiyi doğrudan kaynaklardan alıyor ve
tatbik ediyorlar; âlim olmayanlar ise bilenlerden sorarak ihtiyaçlarına cevap
alıyorlardı. Tâbiûn devrinden itibaren ortaya çıkan şu sebepler tedvîne
yönelmeyi gerektirdi:
1. İslâm ile müşerref olan çeşitli milletlere mensup çok sayıda müslümanların
her yerde ve her zaman soracak âlimi bulamama ihtimali (bu sebep daha ziyade
sonraki devirlere aittir).
2. Fıkıh tedrîsatı ve talebe yetiştirme faaliyetlerinin tabiî olarak tedvîne yol
açması.
3. Fıkıh medreseleri ve mezhebleri teşekkül ettikten sonra taraflar arasında
yapılan münakaşa ve yazışmalar.
4. Kazâ (adalet tevzîi) ve iftâ faaliyetlerinin derli toplu, önceden muhtevâsı
bilinen, kolay anlaşılabilen kitaplara ihtiyaç göstermesi.
5. Hadîslerin teşvikine uyarak âlimlerin geride eser bırakmak suretiyle amel
defterini açık tutma arzuları...
Bu ve benzeri sebeplerle İslâm müçtehidleri tâbîûn devrinden itibaren fıkhın
tedvînine yönelmiş, farklı metod ve muhtevâlarda eserler vücuda getirmişlerdir.
İbnü'n-Nedîm'in Fihrist'ine göre tâbiûn devrinde tedvîn edilmiş fıkıh kitapları
birden fazla ise de bu devirden zamanımıza kadar gelmiş tek eser, İmam Zeyd b.
Ali'ye nisbet edilen el-Mecmû fi'l-fıkh isimli fıkıh kitabıdır.
Bağdat merkezli Abbâsîler devri 750-1258 tarihleri arasında 508 yıl sürmüştür.
Bu sürenin takrîben hicri 132-350 arasındaki 200 yıllık devresi fıkhın tedvîn
edildiği ve inkişâf ettiği, mezheb sahibi, büyük müctehidlerin yetiştiği
devredir. İslâm nesilleri bakımında da tâbiûn ve etbâu't-tâbiîn nesillerini
ihtivâ etmektedir. Bu devrede hızlanan tedvîn hareketini Süyûtî, Târîhu'l-hulefâ
adlı eserinin 261. sayfasında -Zehebî'den naklen- şöyle tasvîr ediyor: "Bu
asırda İslâm âlimleri hadîs, fıkıh ve tefsirin tedvînine başladılar. Bu cümleden
olarak İbn Cüreyc Mekke'de, Mâlik -Muvatta'ını- Medine'de, Evzâî Şam'da, İbn Ebî-Arûbe,
Hammad b. Seleme ve benzerleri Basra'da, Ma'mer Yemen'de, Süfyan-ı Sevrî Kûfe'de
toplayıp tertip ederek yazdılar (tedvîn, tasnif). İbn İshak Meğâzî'yi yazdı, Ebû
Hanîfe fıkh ve re'yini tasnif etti. Biraz sonra Hüşeym, el-Leys, İbn Lehî'a;
sonra İbnü'l-Mübârek, Ebu Yusuf, İbn Vehb yazdılar. Böylece ilimlerin derlenip
tertip edilerek yazılması çoğaldı; Arapça lûgat, tarih ve destanlar da tedvîn
edilerek yazıldı. Bundan önceki asırda âlimler ya hâfızalarından nakledip
söylüyorlar, yahut da tertipsiz fakat mevsuk sahifelerden naklediyorlardı."
İmam Mâlik'in, hadîslerle beraber sahâbe ve tâbiûn fetvâlarını ve kendi
reylerini de ihtivâ eden Muvatta'ı, İmam Muhammed'in el-Mebsut, el-Asâr,
es-Siyer, el-Câmî' gibi kitapları, Ebû Yusuf'un el-Harâc'ı, İmam Şâfiî'nin el-Umm
külliyatı ve er-Risâle'si günümüze kadar gelmiş ilk eserler arasında yer
almaktadır.
Sonraki fıkıh kitaplarına da örneklik eden bu kitaplarda takip edilen metod: Bir
mevzû (kitâb, bâb, fasıl) içine giren meseleleri biraraya getirmek; Kitab ve
Sünnetten delillerini zikretmek, muhalif görüşlere temas ederek bunları
çürütmektir. Meseleci (akzuistik) metod takip edilmiştir. "Bir mevzûu ile
alâkalı nazarî ve umumî kaideleri tesbit etmek, bunları yazdıktan sonra şümûlüne
giren ve zikredilmesi gereken meseleleri sıralamak" gibi bir metod takib
edilmemiştir. Gerçi aynı asırda "fıkıh usûlü" ilmi de tedvîn edilmiştir; fakat
bu ilmin de mevzûu umumî hukuk kaideleri, nazariye ve prensipleri değil, daha
ziyade fıkhın kaynakları, ictihad metodu ve hukukun felsefesidir. Sonraki
asırlarda "kavâid" ismiyle bazı çalışmalar yapılmış, fakat bunlar üzerinden
yürünmemiş, fıkıh kitapları ilk metodu devam ettirmiştir.
Fıkıh kitaplarında mezkûr "meseleci metod"un takibi, hadîs ve âsâr ile fıkhın;
yani bunlardan çıkarılan hükümlerin paralel yürütülmesinden neş'et etmiştir.
Herhangi bir mevzû tedvîn edilirken ilgili hadîsler ile sahâbe ve tâbiûn
fetvâları tesbit ediliyor, bunlardan çıkan neticeler ile kitabı yazan müctehidin
reyleri birlikte yazılıyordu. Dolayısıyla meseleler teker teker ele alınıyor,
tasavvur ediliyor ve hükümleri ayrı ayrı açıklanıyordu. Şüphesiz müçtehidler,
hükümleri sıralarken bazı prensip ve esaslara dayanıyorlardı, fakat bunu fıkıh
kitaplarında zikretmiyorlardı.
Eser ekolünün hüküm vermek, ictihad etmek için hâdisenin vukû bulmasını,
meselenin doğmasını beklemesi de bu neticede âmil olmuştur.
Fukahâ arasındaki görüş ayrılıkları ve bunlarla alâkalı münâkaşalar, mübahaseler
tedvînden çok önce meydana gelmiştir. Bu ihtilâfın tedvîne akseden
neticelerinden birisi, daha başlangıçta reddiye ve münâkaşa tarzında kitapların
yazılması, ikincisi de fıkıh usûlü ilminin doğmasını hazırlamasıdır. Müctehid
imamlar, münâkaşa ve mübahaselerini dağınıklıktan kurtarmak, bir temele
oturtmak, ictihad metodlarını tesbit etmek için bazı kaideler ve prensipler
va'zetmişler, bunların mecmûu fıkıh usûlünü meydana getirmiştir.
Ebû Yusuf ve Muhammed'in bu mevzûuda da kitap yazdığı söylenmişse de zamanımıza
intikal etmemiştir. Bugün elimizde bulunan ilk usûl kitabı İmam Şâfiî'nin
er-Risâle'sidir. Çok kıymetli bilgi ve haberler ihtiva eden bu eserin önemli
mevzû ve bölümleri şunlardır: Kur'ân ve onun hükmü açıklama metodu, nâsih-mensûh,
haber-i vâhid, kıyas, istihsan, sünnet ve Kur'ân ile münâsebeti, hadîslerin
gizli kusurları (ilel), icmâ, ictihad ve ihtilâf.
B. Fıkıh kitaplarının nevîleri:
Mutlak ve müstakil müctehidlerden mukallid fıkıhçılara kadar çeşitli ilim
derecelerinde yer alan âlimlerin, geride bıraktığımız ondört asır içinde
yaptıkları ilmî çalışmalar ve İslâm kütüphanesine hediye ettikleri eserlerin
yalnızca isimleri ciltler tutacak kadar bereketli ve zengindir. Bunları
sıralamak hem imkânsız, hem de gereksiz olduğundan fıkıh çerçevesi içinde telif
edilen eserlerin nevilerini bazı örneklerle sunmak istiyoruz.
1. Fıkıh Usûlü:
Mahiyeti ve ilk örneğini yukarıda kaydettiğimiz bu dalda Kelâmcı, Fıkıhçı ve
karma metodla sayısız eser verilmiştir.
Fukahâ metoduna göre yazılmış eserler arasında Ebû Bekr Râzî el-Cessâs (v.
370/980), Alî b. Muhammed el-Bezdevî (v. 483/1090)'nin eserleri başkalarına
kaynak olmuştur.
Kelâmcılar metoduna göre; yâni usûlden ve prensipten hareketle neticeye (fürûa)
varan bir usûl ile yazılan kaynak eserler arasında İmamû'l-Harameyn el-Cüveynî
(v. 478/1085)'nin el-Bürhân, Gazzâlî'nin (v. 505/1111) el-Müstasfâ, Ebû'l-Hüseyn
el-Basrî (v. 413/1022)'nin el-Mu'temed'ini örnek olarak zikredebiliriz.
İbn Hümâm'ın (v. 861/1457) et-Tahrîr'i ve Molla Hüsrev'in (v. 885/1480) el-Mir'at'ı
karma metodla yazılmış usûl kitaplarıdır.
2. Fürû Kitapları:
Tahâretten (dinî temizlik) başlayarak "kitâb" ismi verilen bölümler içinde
ibâdetleri ve bütün dallarıyla hukuk konularını ihtivâ eden kitaplara fürû
kitapları denilmiştir. Bunları da kendi aralarında şöyle çeşitlendirmek
mümkündür:
a) Tek mezhebin hükümlerini delilsiz ihtivâ eden kitaplar; Kudûrî'nin (v.
428/1037) el-Muhtasar'ı gibi.
b) Tek mezhebin hükümlerini delilli olarak içine alan kitaplar; Merginânî'nin
(v. 593/1197) el-Hidâye'si gibi.
c) Birden fazla mezhebin fıkhını delilsiz ihtivâ eden kitaplar; muâsır
eserlerden el-Fıkhu ale'l-mezâhibi'l-erbaa ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusu gibi.
d) Birden fazla mezhebin fıkhını delilli fakat tercihsiz zikreden kitaplar; İbn
Rüşd el-Hafîd'in (v. 595/1199) Bidâyetü'l-müctehid nihâyetu'l-muktesid isimli
eseri gibi.
e) Birden fazla mezhebin fıkhını müellifin mensup bulunduğu mezhebini tercih ve
isâbetini isbât ederek ihtivâ eden eserler; İbn Kudâme'nin (v. 620/1223) el-Muğnî'si
gibi.
f) Birden fazla mezhebin fıkhını mezhebe göre değil de hükmün deliline bakarak
tercih metodu ile yazılmış eserler: İbn Teymiyye'nin, İbn Kayyim'in, Şevkânî'nin,
Sıddık Hasen Han'ın, Şah Veliyullah'ın, Seyyid Sâbık'ın eserleri gibi.
3. Fetvâ Kitapları:
Bunların fürû kitaplarından farkı, sual-cevap tarzında yazılmış olmaları ve daha
ziyâde müellifin yaşadığı devirdeki meselelere yönelmiş bulunmalarıdır.
Ebûssuûd'un Fetâvâ'sı gibi.
4. Hikmet-i Teşrî Kitapları:
Fıkhın felsefesini yapan, hükümlerin hikmet, sebep, fayda ve sâiklerinden
bahseden eserler, fürû kitaplarının bazıları yer yer hikmet-i teşrî'e temas
ederler; müstakil olarak bu maksatla yazılmış eserler de vardır. Şah
Veliyullah'ın (v. 1176/1762) Hüccetulahi'l-bâliğâ'sı bu nev'in şaheseridir.
5. Siyâset-i Şer'iyye ve Ahkâm-ı Sultâniyye:
Bugün anayasa denilen hukuk dalına giren bazı konularla amme nizamını yakından
ilgilendiren ceza hükümleri, tüccar, esnaf ve işçi disiplini ile ilgili bazı
hükümleri ihtivâ eden kitaplar ayrıca telif edilmiş ve yukarıdaki isimlerle
anılmıştır. İbn Teymiyye, Mâverdî, Ebû Ya'lâ el-Ferrâ gibi zevâtın kitapları bu
nev'in meşhur örnekleridir.
6. Ferâiz:
Miras hukukundan bahseden ve fıkıh kitaplarının bir bölümünü teşkil eden ferâiz
kitapları, tatbikatta kolaylık sağlamak üzere ayrı kitaplara da konu teşkil
etmiştir. Siracuddîn es-Secâvendî'nin (vefatı 6/ 12. asır) es-Sirâciyye'si, M.
Es'âd Seydîşehrî'nin Ferâidu'l-ferâiz'i, biri eski, diğeri yeni iki örnektir.
7. Edebu'l-kâdi:
Kadılar (hâkimler) için yazılmış bir nevî muhakeme usûlü el kitaplarıdır;
Tarablûsî'nin (v. 844/1440) Muînu'l-hükkâm'ı gibi.
8. el-Eşbâh ve'n-nezâir, el-Furûk, el-Kavâ'id:
Bu isimleri taşıyan ve "Fıkıh" umûmî çerçevesi içinde yer alan eserler,
arasındaki küçük farklar bir yana umûmî prensipler, nazariye ve kaideleri tesbit
ederek bunlara giren ve girmeyen meseleler, hükümler; bu meseleler arasındaki
benzerlik ve farklılıklar üzerinde dururlar. Bugünkü hukuk doğmatiği ve umûmî
nazariyelerin yıllarca önce atılmış temelleri ve açılmış kapılarını bu
kitaplarda görmek mümkündür; bazı örnekler:
Karâfî (v. 864/1285), Envâru'l-buruk fi envâi'l-furuk.
İbn Nüceym (v. 970/1563), el-Eşbâh ve ve'n-nezair.
İbn Receb (v. 975/1393), el-Kavâ'id.
İbn Teymiyye, el-Kavâ'id.
9. Hilaf ve İhtilâf:
Müctehidler ve mezhepleri arasındaki görüş farklarını, bunların sebeplerini,
örneklerini, delillerini çeşitli metodlarla inceleyen kitaplar ayrı bir nevî
teşkil ederler ve mukayeseli hukuk dalını andırırlar. İmam Ebû Yusuf'un er-Reddu
alâ siyeri'l-Evzâ'î, İhtilâfu Ebî Hanîfe ve'bni Ebî-Leylâ isimli eserleri;
Taberî'nin İhtilâfu'l-fukahâ'sı, Şa'rânî'nin el-Mizân'ı burada örnek olarak
hatırlanabilir.
Bu nevîler dışında vakıf, hiyel (kaide ve hükümlerin boşluklarından veya çeşitli
delâletlerden faydalanarak mükelleflere çıkış yolları gösteren kitaplar), şurût
(noterlik kaideleri ve resmî kayıt usûlü), tabakat (hukukçuların biyografisi)...
konularında da müstakil eserler yazılmıştır.
C. Tatbikat ve Kanunlaştırma:
İslâm'ın ana kaynakları en büyük ve en mükemmel hukuk nizamını tesis için
gerekli malzemeyi fazlasıyla ihtivâ etmektedir. İlmî ve nazarî bakımdan ilk dört
asırda İslâm hukuk âlimleri zamanlarının ihtiyaçlarını aşan, asırların ötesine
cevap veren çalışmalar yapmış, eserler ortaya koymuşlar, sonraki asırlarda gelen
ulemâ da bunları işlemiş, pratikleştirmişlerdir. Yukarıda, deryâdan bir avuç
misâli verdiğimiz örnekler bu hususu ortaya koymaktadır. Ancak tatbikat sahasına
bakıldığı zaman aynı mükemmeliyet ve parlaklığı görmek mümkün olmamaktadır.
Râşid Halifeler devri sonuna kadar İslâm hukuk nizamının eksiksiz uygulandığında
şüphe yoktur. Emevîler devrinden itibaren daha ziyâde amme hukuku ve özellikle
esas teşkilât sahasında sapmalar başlamış, diğer İslâm devletleri ve
devirlerinde de bu durum değişmemiştir. Osmanlıların son zamanlarında 1869-76
yılları arasında Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye ile kanunlaştırma hareketi başlamış,
bu hareketle birlikte husûsî hukuk sahasında da İslâm hukuk nizamından
ayrılmalar, yabancı hukuklardan iktibaslar vuku bulmuştur. I. ve II. Dünya
Savaşları dünya haritasında değişiklikler meydana getirmiş, bugün müstakil İslâm
ülkesi sayısı kırkı aşmıştır. Hukuk nizamı ve uygulaması açısından bakıldığı
zaman bu ülkeleri üç gruba ayırmak mümkündür:
1. İslâm hukuk nizamından tamamen ayrılarak, Batı menşeli hukuk ve kanunları
benimseyen devletler; Türkiye gibi.
2. Karma bir yol takib ederek daha ziyâde aile, miras, şahıs gibi husûsî hukuk
sahasında İslâm'ı, diğer sahalarda başka hukukları uygulayan devletler; İslâm
ülkelerinin çoğu böyledir.
3. Bütünüyle İslâm hukuk nizamını benimseyen, bunu uygulayan ve kanunlaştırmaya
çalışan devletler. Suudi Arabistan ve Pakistan'ı bu gayret içinde görüyoruz.
Son yıllarda diğer bazı İslâm ülkelerinde de İslâm hukuk nizamını bütünüyle
uygulama, kanunları buna göre yeniden yapma temâyülü ve çalışmaları
görülmektedir.
D. Batı'da İslâm Hukuku:
Batı'nın müslüman Doğu ile en önemli teması Endülüs İslâm Devleti ile
başlamıştır. Koyu bir din taassubu içinde bulunan Ortaçağ Hıristiyan Batı'sı
İslâm'ı hazmedememiş, ilk fırsatta Endülüs'ten kendilerine sunulan hidâyet
iksirini reddettiği gibi dünyadan İslâm'ın kökünü kazımak için Haçlı Seferleri
düzenlemiştir. İşte ne yazıktır ki Batı'nın İslâm Doğu'ya bakışında asırlar boyu
bu zihniyet (haçlı zihniyeti, hilâl-salib çatışması) müessir olmuş, yâni Batılı
İslâm'ı ve onun müesseselerini değerlendirirken tarafsız olamamıştır. İlmîlik
kisvesi altında İslâm'ın Peygamberine (sav), kitabına, sünnet kaynağına,
getirdiği düzene ağır hücûmlarda bulunulmuştur. Nihayet politik, ekonomik ve
teknik gelişmelerin yardımıyla Batı, Doğu'yu istilâ edince onu sülük gibi
emmeye, sömürmeye başlamış, bundan sonraki davranışında da müstemleke zihniyeti
hâkim olmuş, asırlar boyu sömürmek ve daha rahat, daha iyi sömürmek için İslâm
millet, ülke ve müesseselerini inceleme yolunu tutmuşlardır.
Şüphesiz bu umûmî gidişin istisnaları vardır; Batı'da da hasbî ilim adamları ve
müesseseleri bulunabilir. Ancak asırlar boyu genel olarak Batı'nın Doğu'ya
bakışında "haçlılık ve müstemlekecilik" zihniyetlerinin hâkim olduğu bir
gerçektir.
Batı'da fıkıh sahasındaki çalışmaları üç grupta ele alabiliriz.
1. Tercüme, neşir ve telifler:
Kur'ân-ı Kerîm ve Buharî gibi kaynakların birçok tercümesi yanında ilk tedvin
devrinden zamanımıza kadar yazılmış birçok kitap kısmen veya bütünüyle yabancı
dillere çevrilmiş, bazılarının ilmî neşirleri yapılmıştır; bazı örnekler:
el-Muvatta, Şeybânî rivâyeti F. Peltier tarafından kısmen tercüme edilmiştir; Le
Livre des ventes du Mauvatta da Mâlik b. Anas, Cezayir, 1911.
el-Müdevvene; G. H. Bousquet tarafından bir muhtevâ anahtarı hazırlanmış, ayrıca
el-Habs bölümü tercüme edilmiştir.
İmam Muhammed'in el-Asl'ı ve el-Câmi'u's-sağir'i kısmen çevrilmiştir.
Şâfiî, er-Risâle, çev. M. Khadduri, Treatise on Moslem Jurisprudence, Baltimore,
1961.
Taberî, İhtilâfu'l-fukahâ, bize kadar ulaşan iki parçası neşredilmiştir.
İmam Zeyd, Mecmû'u'l-fıkıh, kısmen çev. G. H. Bouskuet ve J. Berque, Recueil de
la loi musulmane, Cezayir, 1941.
Mâverdî, el-Ahkâmu's-sultâniyye, çev. E. Fagnan, Les Statuts gouvernementau,
Cezayir, 1915.
İbn Teymiyye, es-Siyâsetu'ş-şer'iyye, çev. H. Laoust, Le Traite du droit public
d'Ibn Taimiya, Beyrut, 1948.
Kudûrî, el-Muhtasar, kısmen Fransızca'ya çevrilmiştir. G. H. Bousquet ve Le
Bercher, Paris, 1952.
Merginânî, el-Hidâye, Mahbubî şerhi Ch. Hamilton tarafından İngilizce'ye
çevrilmiş ve dört cilt olarak neşredilmiştir.
Halebî'nin Multeka'l-ebhur'u, el-Kayravânî'nin Risâle'si, Halil b. İshak'ın
Muhtasar'ı, Ebû Şücâ'ın Takrib'i, Nevevî'nin Minhâc'ı, Mecelle gibi daha birçok
kitabı bu listeye eklemek mümkündür.
Telif eserlerin başında bir heyetin hazırladığı İslâm Ansiklopedisi'ni
zikredebiliriz.
Ayrıca J. Schacht, Goldziher, L. Milliot, H. Laoust, G. H. Bousquet, J. Snouck
Hurgronje gibi birçok müellifin daha ziyâde üç dilde (Fransızca, İngilizce,
Almanca) telifleri vardır.
2. Tedrîs:
Amerika ve Avrupa'da birçok üniversitede İslâm hukuku kürsüleri vardır;
buralarda hem İslâm hukuku tedris edilmekte, hem de lisansüstü çalışmalar
yapılmaktadır.
3. İlmî Kongre ve Konferanslar:
Son 50 yıl içinde, İslâm dünyasından delegelerin de katıldığı ilmî kongre ve
konferanslarda İslâm hukukunun birçok problem ve müessesesi ele alınmış,
tartışılmış, alınan sonuçlar neşredilmiştir.
Sonuç:
Hira mağarasında, 14 asır önce "oku" emriyle başlayan vahyin ışığı altında
filizlenip gelişen İslâm hukuku ictihad devirlerinde (ilk üç asır) tekâmülün
zirvesine ulaşmış, sonraki devirlerde de işlenerek büyük bir ilim hazinesi
vücuda getirilmiştir. Onu, hayatın yeni ihtiyaçlarına cevap verecek üslûb ve
sistem içinde Doğu'ya ve Batı'ya sunmak herkesten önce bu nimete sahib olan ve
bu hazinenin üzerinde oturan müslümanlara düşmektedir.*
* Fıkıh hakkında daha geniş bilgi için TDV. İslâm Ansiklopedisindeki "Fıkıh"
maddemize bakılabilir.
******************************************************
Geçmişten Geleceğe Fıkıh*
1. Fıkıh Usûlü ve Fıkıh birbiri ile ilgili iki ilim dalının adlarıdır. Fıkıh
Usûlü ilmi Kitâb (Kur'ân-ı Kerîm) ve Sünnet gibi ana kaynaklar (deliller) ile
istihsan, maslâhât, örf ve âdet gibi ikinci derecedeki kaynaklardan kıyas vb.
metodları kullanarak hüküm çıkarma ve bilgi edinme kaidelerini araştıran
ilimdir. Fıkıh ise bu ilmin meyvası ve mahsûlü gibidir; müctehidler, Fıkıh Usûlü
kaidelerini kaynaklara tatbik etmek suretiyle ihtiyaç duyulan hüküm ve bilgileri
elde etmiş, bunları kendileri yahut öğrencileri derleyip toplayarak düzene
koymuşlar, böylece Fıkıh (Fürû') denilen ilim dalı doğmuştur. Bu iki ilmin
hedefî, iman ehlinin önde gelen vazifesi ve biricik emeli olan Allah'a kulluk
görevini nasıl, ne şekilde yapacağını öğrenmesini sağlamaktır Kur'ân-ı Kerîm'in
ve Sünnet'in gerek dili ve üslûbu ve gerekse tertip ve düzeni müslümanların
günlük hayatlarında ihtiyaç duyacakları dinî hüküm ve bilgileri hemence edinmeye
müsait değildir; bunun için bazı ön bilgi ve hazırlıklara ihtiyaç vardır, bu ön
bilgi ve hazırlıklara sahip olanlar müctehidlerdir. Müctehidler hem kendileri,
hem de başkaları için gerekli olan hüküm ve bilgileri gerektiği zaman elde
edebilirler. Bilgi ve ehliyetleri bu seviyede olmayanlar ise ya hazır bilgilere
(fıkıh ve fetvâ kitaplarına), yahut da müctehidlere (müftîlere) müracaat ederek
ihtiyaç duydukları bilgileri edinir ve bunu uygulamak suretiyle kulluk
görevlerini yerine getirmiş olurlar. Başlangıçtan beri müslümanların ibâdet
hayatlarında fıkıh hâkim olmuştur; yani müslümanlar ibâdeti nasıl yapacaklarını
fıkıh'tan öğrenmiş ve bunu uygulamışlardır. Fıkıh ile ferd ve toplumun
karşılıklı ilişkileri (muâmelât) denilen hukuk sahasına intikal edince bağlılık
biraz daha gevşemekte, fıkıh (din, şeriat) çizgisinden sapmalar başlamaktadır.
Bu sapmaların tarih boyunca en fazla görüldüğü saha ceza, vergi ve yönetim
sahalarıdır.
2. Hz. Peygamber (sav) devrinde fıkıh, Kitab ve Sünnet bilgisi edinmek ve bu
bilgiyi hayata uygulamak "bilgi ve yeteneği"dir. Derlenip düzenlenen yalnızca
Kur'ân-ı Kerim olduğu için ortada yazılıp derlenmiş bir hadîs ve fıkıh ilmi
mevcut değildir. Kur'ân-ı Kerim Hz. Ebû Bekr'in hilâfeti zamanında mushaf
halinde toplanıp başka bir metinle karışma ihtimali ortadan kalkınca sıra Sünnet
kaynağının derlenip düzenlenmesine gelmiş, ilgilenen şahısların özel toplama ve
derlemeleri devam ederken, Ömer b. Abdulaziz devrinde, resmî olarak hadîslerin
tedvinine girişilmiştir. Böylece Hz. Peygamber (sav), sahâbe ve tâbiûn
devirlerinde fıkıh bir ilim olarak doğmuş bulunmakla beraber tedvin edilmemiş,
mesele ve çözümler kitaplara geçmemiş, yaşanan İslâmî hayat ile birlikte
varlığını -ders, müzâkere ve uygulama olarak- sürdürmüştür. Emevîler devrinde
başlayıp Abbâsîler ile birlikte devam eden "fıkhın tedvini" çoğu kez siyâsî
nüfûz dışında yürütülmüş, bazıları devrin idarecilerine muhâlif olan ilk büyük
müctehidlerin fıkh'ı kitaplara geçirmelerinde iki âmil daha ziyâde rol
oynamıştır: a) Fıkıh öğretiminin bunu gerekli kılması. b) Genişleyen, çeşitlenen
ve gelişen toplum hayatının, ihtiyaç anında bulup uygulamak için hazır bilgi ve
hükümleri talep etmesi.
İmâm Mâlik, Şâfiî, Muhammed, Ebû Yusuf gibi ilk fıkıh yazarları fıkhı
kitaplaştırırken siyasî otoritelerin tesiri altında kalmamışlardır. Eğer bir
tesir sözkonusu ise bu, yazılanların İslâma aykırı veya tavizli olması şeklinde
olmamış, yalnızca bazı gerçeklerin söylenememesi şeklinde tecellî etmiştir. Bu
sebeple "mevcut geleneksel anlayışı yıkmak" gerekmemektedir. Yapılacak iş mevcut
ve değişmemiş bulunan kaynaklardan, hâlâ işlerliği bulunan Fıkıh Usûlü
kaidelerini kullanarak bugün muhtaç olduğumuz bilgi ve hükümleri elde etmektir.
Bunun için bir şeyi yıkmak gerekmez, yalnızca bilgi edinmek, ictihad mertebesine
ulaşmak, taassubu terketmek, kulluk şuuru içinde davranmak gerekir.
3. a) Fıkhın bize sunduğu bilgi ve hükümler içinde geçici olarak değişebilenler
ile devamlı olarak değişme kabiliyeti taşıyanlar vardır.
Geçici olarak değişebilen hükümler örf ve âdete dayalı olmayan, câhilî âdetleri
değiştiren, insanları ferd ve toplum olarak İslâm'ın gösterdiği hedefe sevketmek,
kâmil insan, örnek toplum haline getirmek için sevkedilmiş hükümlerdir. Bunlar,
insanlık var olduğu müddetçe yaşayacak ve uygulanacak hükümler olduğu için
devamlı olarak değişmeleri düşünülemez. Ancak zarûret hali sözkonusu olduğunda
-bu halin devamı müddetince ve gerektirdiği ölçü aşılmamak kaydıyla- mezkûr
hükümler değişebilir; bunu "hükmü bir müddet askıya almak" şeklinde ifade etmek
de mümkündür. "Zarûretler yasakları mübah kılar", "Güçlük kolaylığı celbeder",
"Bir iş daralınca -dar boğaza girince- genişler" gibi Mecelle kaideleri bu
hususu anlatmaktadır. Rüşvet haramdır, ancak başka çare kalmadığı zaman meşrû
bir hakkın ve menfâatin korunabilmesi için rüşvet verilebilir. Mahrem yerlerin
yabancıya gösterilmesi haramdır, ancak hastalık, doğum vb. durumlarda -bu
durumların gerektirdiği kadar- yer yabancıya gösterilebilir. Hırsızın eli
kesilir, ancak işsizlik ve açlığın hüküm sürdüğü, sosyal adâlet kurumlarının
çalışmadığı bir toplumda karnını doyurmak için çalanın eli kesilmez...
Devamlı olarak değişebilen hükümler ictihada, örf ve âdete, maslâhâta (ferd ve
toplum için faydalı olma prensibine) bağlı olan hükümlerdir. Bu hükümlerin
dayanağı değişince kendileri de değişir. Bu nevi değişme örneklerini ilk
devirlerden itibaren bol miktarda bulmak mümkündür. Hz. Ömer, müellefe-i kulûb
denilen sınıfa -İslâm'ın ihtiyacı kalmadığını ileri sürerek- zekâttan pay
vermemiştir. Irak ve Suriye fethedilince ele geçirilen verimli toprakları -daha
önce yapıldığı gibi- askere dağıtmamış, beytülmal ve toplum için alıkoymuştur.
Önceleri kayıp büyük baş hayvanlar, sahiplerini bulsun diye serbest
bırakılırken, toplum ahlâkı bozulunca devlet bunlar için tedbir almış ve ahırlar
inşa etmiştir. Zanâatkârın işlemesi için bırakılan mal zâyî olursa, önceleri
bundan zanâatkâr sorumlu tutulmazken, ahlâk bozuldukça zanâatkâra ödeme
sorumluluğu getirilmiştir...
b) İslâmî devlet, yönetim ve tasarruflarında Kitâb ve Sünnet ile bağlıdır. Bu
iki kaynakta nasıl ferdlerin ibâdet, aile ve sosyal hayatlarında muhtaç
oldukları bilgi ve hükümler varsa, aynı şekilde devletin, vazifesini ifâ ederken
takip edeceği yol, hüküm ve talimât da vardır; bunların siyasî, ekonomik ve
hukukî olanları, klâsik tasnifte fıkıh bütünü içinde yer almış, bu hükümler ile
fukâhâ meşgul olmuş, devlet başkanı müctehid değil ise müctehid fakihlere tâbî
olmuş, müctehid ise yine fukahâ, ulemâ ve ümerâ ile danışmada bulunmuş, bunu,
dince mecbur olduğu için yapmıştır. Devlet ve siyasetin İslâm esaslarına tâbî ve
bağlı olarak yürümesi ilk beş halife -Hz. Hasan b. Alî'ye kadar- zamanında tam
olarak gerçekleşmiş, bundan sonra -Ömer b. Abdülaziz devri gibi- çok az
müstesnaları dışında, genellikle saltanat, İslâmî talimât ve prensiplere karşı
kendi hükmünü icra etmiştir. Devlet sorumlularının bu iki zıt tutumları da
fıkhın gelişmesinde müessir olmuştur. Fıkh'a karşı çıkarak devleti yönetmek
isteyenlere karşı bazı âlimler emr bi'l-ma'rûf yaparken, bazıları da -yine bir
tepki olarak- devletten görev almamış, bir tarafa çekilerek İslâm'ın ideal
nizamını (fıkhı) işlemiş, okutmuş ve kitaplara geçirmiştir. Hasan el-Basrî, Ebû
Yusuf, Kâsım b. Sellâm gibi fukahânın bazı eserleri, fıkha ayak uydurmak isteyen
yöneticilerin istekleri, yahut onlara yol göstermek için yazılmıştır. Durum ne
olursa olsun İslâm amme hukukunun, hususî hukuk kadar işlenmemiş ve gelişmemiş
olmasından saltanat-hilâfet usûlünü terkeden, istibdâda ve İslâm prensiplerinin
dışına sapan yöneticiler- sorumludur.
Fakîh, müctehid, velî... kim olursa olsun amme velâyetini -kamuyu temsil ve
onlar adına tasarruf hakkını- ancak bey'at (bir nevi seçim) yoluyla ümmetten
alır. Ümmetin bey'at etmediği şahsın velâyet hakkı olamaz. Bu hak vesayet,
keramet, keşif, rüya, veraset gibi yollarla elde edilemez. İmamın müctehid (fakıh)
olmasını Sünnî ulemâ da şart koşmuşlar, fakat yeterince müctehidin bulunmadığı
dönemlerde zarûreten müctehid olmayan şahısların da devlet başkanı ve kadı
olabileceklerini kabul etmişlerdir. Mukaddes metinlerin yorumu usûl ilmine ve
objektif ölçülere uygun olursa muteberdir. Velâyet, keramet kaynaklı bâtınî
yorumlar, zâhire aykırı olmamak şartıyla yalnızca yorum sahibini bağlar. Ahlâk,
zihin ve beden kusurları sebebiyle yöneticilik ehliyetini kaybeden şahısların
yönetimden uzaklaştırılması konusu Sünnî ulema arasında da tartışılmış ve
genellikle daha büyük bir zarara (fitne) sebep olmaması kaydıyla değişmesi
gerektiğine hükmolunmuştur.
İslâm Mekke ve Medine dönemlerinde toplumun ihtiyaçları ve eğitim prensipleri
gözönüne alınarak zaman içinde tamamlanmış, din tamamlanınca da müslümanlar onun
bütününü uygulamakla yükümlü olmuşlardır. Bugün içkinin, kumarın, faizin yasak
olmadığı, cihadın farz olmadığı bir İslâm'a dönmek, İslâm'ı yeniden ve bu
noktalardan başlatmak mümkün değildir. Ancak İslâm dini, tâbir ve teşbih yerinde
ise demirden değil, lastikten yapılmış bir elbise gibidir. Bu elbisenin yine de
normal boyutları vardır, normal -kendisine göre biçilip dikilmiş- bir beden bu
elbiseyi giydiği zaman rahatsızlık hissetmez, fakat elbiseyi daha şişman biri de
giyebilir, onun içinde bir müddet yaşayabilir, ancak bu durumda, normal
ölçülerine gelinceye kadar rahatsızlık hisseder. Misalimizi açalım: Müslüman
ferd ve toplum, normal ve sağlıklı durumlarında İslâm'ı hayatlarına uygular ve
hedeflerine doğru rahatlıkla ilerlerler. Onu uygulanlarda bir ârıza
başgösterirse -zarûretler mahzurları mübah kılar kaidesince- ruhsat kapıları
açılır; mecburiyet (zarûret) karşısında bazı haramlar -mübah hale geldiği için-
işlenir, bazı farzlar, vazifeler -çaresizlik ve güçsüzlük yüzünden, yahut taktik
sebebiyle- terkedilir; tebliğ yapılamaz, emr-i bi'l-ma'ruf kalb ile yapılır,
imana aykırı sözler söylenir... Ancak bu durum, sıkan elbise veya pabuç gibi
bünyeyi rahatsız eder, her an normali hatırlatır, ona dönmeyi hasret haline
getirir.
Yukarıda arzedilen misal iyi kavranırsa müslümanların, yeniden Mekke dönemine
dönmeksizin, İslâm'ın bütünü içinde bir tedric, bir sıralama, bir öncelikler
programı yapma imkânına her zaman sahip bulundukları anlaşılacaktır.
4. Buradan yedinci suale kadar ictihad, taklid, mezheb gibi konular
sorulmaktadır. Bu soruların ayrıntılı ve doyurucu cevaplarını benim İslâm
Hukukunda İctihad, Dört Risale, İslâm Hukuk Tarihi isimli kitaplarımda bulmak
mümkündür. Geniş bilgi isteyenleri bu kaynaklara havâle ettikten sonra burada
kısa cevaplarla iktifâ edeceğim:
a) İctihad, Kur'ân ve Sünnet kaynakları üzerinde düşünerek, ümmetin geçmiş
fukahâsı tarafından ittifakla kabul edilip uygulanan metodları uygulayarak bu
kaynaklardan -dini anlamak ve yaşamak için- gerekli bilgi ve hükümleri çıkarmak,
ortaya koymaktır.
Kur'ân-ı Kerîm'den ictihadın en büyük delili şudur: Bu kaynak, ferd ve toplum
hayatının ilâhî iradeye göre yürütülmesini emretmiş, fakat ihtiyaç duyulan ve
duyulacak olan her konuda ilâhî irade ve buyruğun ne olduğunu açıklamamış, bir
kısmını da Sünnet'e havale etmek ve bazı ipuçları vermek suretiyle ictihada yol
açmış âdeta, "verilmeyen açıklamaları verilenlere bakarak çıkarın" demiştir.
Hz. Peygamber (sav) hayatında ashâbı, istişareleriyle ictihada alıştırmış,
kendisinin bulunmadığı yerlerde ashâbının yaptığı ictihadları tasvip veya tashih
ederek bunun meşruiyetini göstermiş, "ictihadında yanılana bile Allah'ın mükâfat
vereceğini" ifade ederek ictihadı teşvik etmiştir.
b) İctihad lâfzın yorumuna dayanırsa bir nevî tefsir; kıyas, istihsan gibi mânâ
ve maksattan hareket ederse "rey ictihadı" adını almaktadır.
Fetvâ herhangi bir konuda dinin hükmünü açıklamaktır. Bu hüküm, fetvâ veren (müftî)
tarafından ictihadla elde edilmiş olabileceği gibi, bir başka müctehidin
ictihadını nakletmek, açıklamak suretiyle de olabilmektedir.
5. a) Müctehidin Arapça bilmesi, Fıkıh Usûlü bilmesi, Kur'ân-ı Kerîm ve
Sünnet'te ictihad edeceği konu ile ilgili ne varsa bundan haberdar olması
şarttır. Bunlar vazgeçilmez şartlardır. Bunların dışında tartışma konusu olan
bazı şartlar daha vardır. Meselâ icma ve ihtilâf edilen konuları bilmesi,
kedisinden önceki müctehidlerin ortaya koydukları ictihadları (fürûu) bilmesi
gerekir diyenler olmuştur.
b) İctihadın yukarıda sıralanan şartları, toplumdan elde edilen, öğrenilen,
topluma dayanan şartlar değildir; bu sebeple toplum değişse bile ictihadın
şartlarında bir değişiklik olmaz. Ancak fetvâ verecek şahsın, içinde yaşadığı
toplumun örf ve âdetini bilmesi gerekir denilmiştir; bu da ictihadın değil,
fetvanın şartlarından biridir.
c) Bir müslüman yeterince ilmî malzeme ve hoca bulduğu takdirde ıssız bir adada,
yahut İslâm'ın hiç yaşanmadığı bir ortamda da ictihad ehliyetini elde edecek
kadar bilgi sahibi -yani müctehid- olabilir. Toplum şartları, ictihad
ehliyetinin şartlarını değil, ictihadın isabetli ve semereli olup olmamasını
etkiler.
d) Toplu ictihad ashâb, tâbiûn ve müctehid imamlar devrinde uygulanmış bir
usuldür. Günümüzde de bazı akademik çalışmalarda aynı usûl ile ictihad
yapılmaktadır.
6. a) Bir mukallid, ictihad konusu olan bir meselede yeterli bilgiye sâhip ise,
yalnız bu meselede müctehid, geri kalan meselelerde mukallid olabilir. Ulemânın
çoğu bunu -yani ictihadın tecezzi kabul ettiğini- benimsemişlerdir.
b) Yalnız meallere bakarak Kitab ve Sünnet'ten hüküm çıkarılırsa çoğu kez hataya
düşülür; ayrıca bunu yapanlar ehil olmadıkları halde ictihad ettikleri için
sorumlu ve günahkâr olurlar. İçtihad için Arapça, usûl bilgisi ve yeterince
naklî bilgi (âyet, hadîs, âsâr) vazgeçilmez şarttır.
Bugün bir müslüman, bir âyet meali, yahut bir hadîs tercümesini okuduğu zaman,
bununla amel etmeden, hüküm vermeden önce bir müctehid ile, yahut taassuptan
uzak, kendisinden daha bilgili bir şahıs ile danışma yapmalıdır.
7. a) Müctehidler arasında, zararlı, ümmetin birliğini bozacak, fitneye sebep
olacak boyutlara varmış bir ihtilâf yoktur. Onların ihtilâfı fikir ve anlayış
farkı çerçevesinde kalmış, aralarındaki sevgi ve kardeşliğe halel vermemiştir.
İmamdan fazla imamcı olan bazı mutaassıp mezheb salikleri geçmiş asırlarda işi
ileri götürmüş, mezheb kavgalarına sebep olmuşlardır; kötü ve zararlı olan,
birliği bozan budur: Cehalettir, taassuptur. Günümüzde, fıkıh mezhebleri
arasında böyle bir menfi ilişki mevcut değildir; çünkü İslâm'ı şu veya bu ölçüde
uygulayan ülkeler, belli bir mezhebi değil, bütünü ile İslâm'ı esas almakta,
kanun ve talimâtlarını bütün mezheblerden ve ictihaddan istifade ederek tedvin
etmektedirler.
b) Mezhebleri birleştirmek tabiri uygun bir tabir değildir. Ayrıca kimyevî
birleşme gibi, herbiri varlığını kaybedecek şekilde bir "mezhebler
birleştirmesi" de mümkün değildir. Her mezhebin usûlü ve fürûu ile binlerce
kitabı ve belli mıntıkalarda tarih boyunca uygulamaları vardır; bunlar hiçbir
zaman ortadan kaldırılamaz, yok edilemez, zaten kaldırılmaları da gerekli
değildir. Gerekli olan bütün mezhebleri İslâm'ın birer mektebi, mûteber
yorumları ve Allah'ın ümmete bir rahmeti olarak telâkki etmek ve bunlardan bir
bütün halinde yararlanmaktır. Bir ferdin hayat ve düzeni, genellikle içinde
bulunduğu bir mezhebin belli bir hükmü ile çatışıyor, şahıs bunu uygulamakta
güçlük çekiyorsa bir başka mezhebin daha uygun hükmü ile amel eder. Bir toplum,
bir kanun veya talimât hazırlarken bütün mezheblerin ilgili hükümlerini gözden
geçirir, uygun olanları alarak kullanır ve uygular. İşler böyle yürütüldüğü
müddetçe ne mezheb taassubu olur, ne de ümmet sıkıntıya düşer.
c) Gerek ferd ve gerekse toplum, İslâm'ı yaşarken belli bir fıkıh mezhebine
bağlı kalmak mecburiyetinde değildir. Buna mecburdur diyenlerin dinî ve
bağlayıcı hiçbir delilleri ve dayanakları yoktur. Kişi belli bir mezhebe bağlı
kalmazsa bundan anarşi doğar diyenlere iki noktayı hatırlatmak gerekir. 1.
Ümmetin en hayırlı nesillerinin gelip geçtiği ilk üç asırda belli bir mezhebe
bağlanma olayı yoktur, buna rağmen anarşi de yoktur. Bilen kaynaklara bakarak
dinini yaşamış, bilmeyen de bilenlerden (çeşitli mezheb (ictihad) sahibi
müctehidlerden) sormuş ve aldığı cevabı uygulamıştır. Toplumu ilgilendiren
konularda ise hangi ictihadın uygulanacağına başkan ve şûra karar vermiş,
böylece birlik sağlanmıştır. 2. Kişi ve grupların taassupla tek mezhebe bağlı
kaldıkları, diğer mezhebleri yabancı saydıkları çağlarda gruplar birbirine
düşmüş, zaman zaman kavga ve anarşi doğmuştur.
8. a) İslâm'ın örnek asırlarında İslâmî hayatın fıkha hayat verdiğini, fıkhın da
İslâmî hayata yol gösterdiğini biliyoruz. Bu karşılıklı tesir her zaman
böyledir. Bu fıkıh ortadadır, kaybolmamıştır, kitaplarda varlığını
sürdürmektedir. Bunalım, fitne, baskı çağlarında fukahâ -genellikle- taviz
vermemiş, ancak müslümanlara, hayat ve dinlerini korumak için yol ve çareler
göstermişlerdir. Bu fıkıh da ortadadır, kaybolmamıştır, kitaplarda varlığını
sürdürmektedir. Şartlara göre her iki fıkıhtan da istifade edilir, fıkıhtan
istifade etmek, fıkha göre yaşamak İslâm'ı yaşamaktır; bunu "şu İslâm'dan çıkıp
bu İslâm'a girmek" şeklinde ifade etmeyi uygun bulmuyorum. Azimet de İslâm'dır,
ruhsat da İslâm'dır. Bazen ruhsatı yaşamak azimet haline gelebilir; maksat ölmek
ve öldürmek değil, müslümanca yaşamak ve yaşatmaktır. Bu maksada hangi fıkıh,
hangi ictihad hizmet ediyorsa o kullanılır. Hareket ve dâvet erbabının herşeyden
önce yeterince Kitab, Sünnet, Siyer ve Fıkıh bilgisi edinmeleri gerekir. Ayrıca
içlerinde ictihad derecesinde fakihlerin bulunması icabeder. Aksi halde, iyi
niyet, kusurdan doğan mesuliyeti ortadan kaldırmaz.
b) Dâvetçi de her müslüman gibi iman, ibadet, haram-helâl konusunda günlük
hayatı için gerekli bilgilere sahip olacaktır. Bunların dışında nasıl bir tâcir,
İslâm'ın ticârî hayatla ilgili talimâtını öğrenmek mecburiyetinde ise dâvetçi de
yaptığı iş ve hizmetin gerektirdiği dinî bilgi ve talimâtı elde etmek
durumundadır. Meselâ çeşitli kişilerle (kâfir, münafık, fâsık, müstad'af,
dâvetçi) karşılıklı ilişkilerinde nelere dikkat edeceğini, kimleri nasıl dâvet
edeceğini, dâvet ve tebliğde caiz olan ve olmayan davranışları, öncelikleri...
bilmek mecburiyetindedir. Bunları öğrenmek için başvurduğu kaynaklarda kesin ve
bağlayıcı hüküm ve bilgilerle, şahsî yorum ve anlayışa bağlı ve bu sebeple
herkes için bağlayıcı olmayan bilgi ve hükümleri birbirinden ayırmak, ikisini
birbirine karıştırmamak durumundadır.
İyi niyetle, ihlâsla yola çıkan, Sünnetullah'ı çiğnemeyen kimseler hakkında
"Bizim uğrumuzda cihad edenlere, bize gelen yolları elbette göstereceğiz"
mealindeki âyetin ruh, mânâ ve nûru tecellî edecektir.
* Sor Yayınevi'nin Fıkıh Soruşturması'na cevap olarak yazılmıştır.
********************************************************
Fıkıh Soruşturması"na
Cevap*
1. Fıkhın lûgat mânâsı anlamak ve kavramaktır. Aksiyon olarak terim mânâsı
"İlgili delil ve kaynaklardan ibâdet ve İslâm hukuku ile ilgili bilgi ve
hükümleri çıkarmaktır". Bu sahada fıkıh ictihad ile aynı mânâyı ifade eder.
Kurum ve ilim dalı olarak fıkıh "ilmihal ve İslâm hukuku" bütünüdür.
Önceki fıkıh bilginlerinin (müçtehidlerin) ortaya koyduğu çözümler prensip
olarak bağlayıcı değildir; bunların bağlayıcı olması, başka çaresi olmayanlar
içindir. Bağlayıcı olan Allah'ın hükmüdür; bu hüküm esas olarak Kur'ân'da ve
Sünnet'tedir. Mümin bu kaynaklardan Allah'ın ne istediğini anlayacak ve bunu
yerine getirecektir. Bilgi seviyesi bunu yapmak için yeterli olmayanların
yükümlülüğü ise bilenlerden sormak, onların anlayışlarını doğru kabul ederek
uygulamaktır. Bunâ göre müctehidler, ilâhî bilgi ve hükümlerin öğrenilip elde
edilmesi konusunda aracı olmaktadırlar. Bilgi seviyesi aynı olan iki âlim (müctehid)
birbirini taklit edemez; yani kendi anlayışını bırakıp, diğerinin anlayışı ile
amel edemez. Bilgisi olmayan veya yetersiz olanlara gelince bunlar da müctehidin
anlayışını -bu anlayışın hangi kaynağa dayandığını da bilerek- alır ve
uygularlar. Bunu bile yapamayanlar için başka çare olmadığından taklid caiz
görülmüştür; taklitten maksat, müctehidin neyi nereden aldığına bakmaksızın
dediği ile amel etmektir.
Fıkıh farklı ictihadlarla zenginleşmiştir. Bütün hukuk sistemlerinde doktrin
ihtilâfları vardır. İslâm hukukunda ise bu, başkalarıyle mukayese edilemeyecek
kadar zengindir. Farklı ictihadların iki önemli faydası vardır: a) Bunlar
sayesinde hukuk bir kurum ve ilim olarak gelişmiş, zenginleşmiştir. b) Devlet ve
ferdin karşısında tek yol ve tek çözüm yerine -duruma göre alınıp
uygulanabilecek- alternatifler oluşmuştur. Mezheb taassubu yüzünden yolların
daralmasının âmili, ictihad ihtilâfı değil, cehalet ve istismardır.
Bugün bir fıkıh veya ilmihal kitabını açıp okuduğumuz zaman belli bir düzene
göre sıralanmış bilgi, talimât ve hükümler görürüz. Bunların tamamı bir bakıma
ictihad ürünüdür. Burada ictihadı geniş mânâda alıyor, "nassı anlama ve
yorumlama, kıyas, mesâlih ve örfe dayalı hüküm çıkarma..." yollarını da bu
çerçeveye sokuyoruz. Fıkıh kitaplarının muhtevâsının pek azı, üzerinde icmâ
(ittifak) hâsıl olmuş nassa dayalı hükümlerdir. Geri kalan çoğu ise
müçtehidlerin üzerinde ihtilâf ettikleri, farklı çözümler getirdikleri
hükümlerdir. Kaynak itibarıyla de bunların azı nassa dayanır, çoğu "kıyas,
mesâlih, örf-âdet" gibi kaynak ve metodlara istinad eder. Bu zengin muhtevâ
içinde "son söz söylenmiş" diyebileceğimiz kısım, üzerinde "mûteber icmâ" hasıl
olan kısmıdır. Bu çerçeveye girmeyen hüküm ve çözümler karşısında, kişi müctehid
ise hürdür; kendisi yeniden ictihad edecek ve vardığı sonucu benimseyecektir.
Müctehid olmayanlar da bu çözümlerden hangisi hakkında bilgi edinmişler ise (ya
okumuş, ya duymuş, yahut da kendilerine fetvâ verilmiş ise) onu dinî hayatlarına
uygulayacaklardır. Bütün dinî hüküm ve çözümlerde tek mezhebe bağlı kalma
mecburiyeti yoktur; zahmete ve sıkıntıya düşen yükümlü, başka çözümlerin olup
olmadığını sormak ve haline uygun düşeni alıp uygulamak hakkına sahiptir.
2. Fıkıh ictihad ürünüdür. İctihad büyük ölçüde âlimin anlayışına, takdirine ve
çevre şartlarına bağlıdır. Bu sebeple sahâbe devrinden beri bilgi sahipleri
ictihad etmişler, ictihadlarında farklı sonuçlara vardıkları olmuş, fakat
hiçbiri bundan dolayı diğerini kınamamış, ona karşı çıkmamış, arkasında namaz
kılmazlık etmemiş, birinin ictihadına uyanı bundan caydırıp kendine bağlamaya
gayret göstermemiştir. Bütün müctehidler "âlimlerin farklı ictihadları ümmet
için rahmettir" prensibini benimsemişlerdir. Hârûn Reşid gibi bazı yöneticilerin
belli bir mezhebi bağlayıcı kılma teşebbüslerine bizzat o mezhebin müctehidleri
(meselâ, İmam Mâlik) karşı çıkmış, ictihadların zenginleştirdiği ve bir rahmet
deryası haline getirdiği fıkhın daraltılmasına razı olmamıştır. Bugün ve yarın
kınanması gereken husûs mezheb taassubudur, mezhebi, bölünme ve kavga sebebi
kılmaktır. Bir müslüman kulluk şuuru içinde farklı çözüm ve ictihadlara şöyle
bakacaktır: Allah Teâlâ benden kendisine itâat etmemi istemektedir. İtâat
edebilmem için ne istediğini bilmeliyim. Bunu bilmenin yolu ya ictihad edecek
kadar bilgi sahibi olmak, yahut da bir bilene sormaktır. Bilen bir değildir. Ben
nasıl güvendiğim bir âlime sorup görevimi yerine getirmiş isem, diğer din
kardeşim de güvendiği başka bir âlime sormuş ve onun öğrettiği -fakat benim
bildiğim ve yaptığıma benzemeyen- şekilde görevini yerine getirmektedir. Her
ikimiz de bu yol ile Allah'a karşı kulluk borcumuzu yerine getirmişizdir. Benim
vazifem bilgimi arttırmak için gayret etmek, bilgiyi ana kaynaklardan alacak
seviyeye yükselmeye çalışmak, bildiğimi aksiyona dönüştürmek, diğer müslümanlara
da kardeş gözüyle bakmak, tereferruatta benden farklı bazı davranış ve
kavrayışları var diye araya duvarlar koymamak, cemâati korumaktır...
Allah dileseydi kullarını ruhta ve şekilde aynı kılardı, dileseydi cümleyi bir
millet yapardı, dileseydi ictihad ihtilâfına izin vermez, bu sahada da herkes
için bağlayıcı, açık ve teferruatla ilgili hükümler gönderirdi... Halbuki Allah,
öyle değil, böyle olmamızı dilemiştir; kulun vazifesi O'nin iradesine boyun
eğmek, O'nun razı olduğuna razı olmaktır.
* Girişim dergisinin sorularına cevap olarak hazırlanmıştır. Sene: 1987.
*-******************************************************
İslâm'da İctimâî
Terbiye ve Kontrol
(İhtisab Müessesesi)
Giriş:
A. Umûmî Olarak Cemiyet Ferd Münasebetleri ve İçtimâî Kontrol:
İnsan yaratılışı ve tabiatı icabı medenîdir. Bu sebeple eskiler ona "medeniyyü't-tabı'"
demişlerdir. Bunun mânâsı insan hayatının tek başına olamayacağı, cemiyetsiz
veya cemiyete karşı olan ferdin hayatını devam ettiremeyeceğidir.
Öte yandan "cemiyetin yaşayabilmesi, hayatını idame ettirebilmesi için bütün
cemiyetlerde insanların muayyen bazı problemleri halletmiş olmaları lâzımdır:
Ferdlerin aslî biyolojik ihtiyaçları karşılanmalı, gençler sosyalleştirilmeli,
hastalara bakılmalı, ölüler defnedilmeli, dinî vecibeler yerine getirilmelidir.
"Her cemiyet kendi problemlerini halletmek maksadiyle muayyen bir takım nizam ve
kaideleri benimser; bunlar nesilden nesile intikal etmek üzere gelenek halini
alır."1
Ferdin terbiyesinde, karakter ve şahsiyetinin teşekkülünde, buna bağlı olarak
hüküm ve davranışlarında daha çok iki unsur üzerinde durulmuştur: Ana ve babadan
intikal eden "verâset" ile, aileden millete kadar, birbirine geçmiş halkalar
halinde, ferdi çerçeveleyen "çevre". Ferdin içinde yaşadığı ve yetiştiği
"cemiyet" de çevrenin önemli bir cüz'ü veya geniş bir halkasıdır. XIX. ve XX.
asır sosyologları, terbiye sosyolojisinin mevzûuları içinde "ictimâî kıymet
hükümleri" ile bunların cemiyet içinde yaşamasını, gelecek nesillere intikalini
temin eden "ictimâî kontrol ve baskı" problemleri üzerinde önemle durmuşlardır.
"Bir şeyi kontrol etmek, ona tekrar bakmak, kısaca onun üzerinde bir hâkimiyet
sağlamaktır. Cemiyetin kontrolü de ferd üzerinde gereken hâkimiyeti
sağlayabilmesi, ona kendi varlığını hissettirmesidir. Ferd, cemiyet varlığını ne
derece kendi üzerinde hissederse; yani kontrol altında olduğunu anlarsa
davranışlarında o derece çeki düzen vardır; yani ferdin davranışları bu takdirde
gelişi-güzel değil, disiplinli ve emirlere yönelmiş özelliktedir."2
E.A. Ross'a göre cemiyette içtimâî kontrolü temin eden vasıtalar ve müesseseler
vardır; bunlar halkoyu, kanunlar, inançlar, cemiyet emirleri, terbiye,
gelenekler, din, seremoniler, sanat, ictimâî değerler ve ahlâktır.
B. İslâm'da:
İslâm insanın, peşin bir günahı omuzlarında taşıyarak dünyaya geldiğini kabul
etmez. Herkesin taşıyacağı ve mes'ul olacağı, kendi işleyeceği günahlardır.3
İnsan iyi veya kötü olmaya müsait, beşerî bir fıtrata sahiptir. Onun
terbiyesinde, bu fıtrat yanında en büyük rolü çevre oynayacaktır. Bir hâdis-i
şerif "Her çocuk fıtrat üzere doğar; sonra ana ve babası onu yahudi, veya mecûsî
yahut da hıristiyan kılar"4 buyurarak mezkûr çevrenin en yakın unsuruna işaret
etmiştir.
Nasıl bir ana-baba, çocuklarını terbiye hakkına sahip, buna mukabil onun
geçimini ve zarûrî ihtiyaçlarını temin ile mükellef, ise, tıpkı bunun gibi İslâm
cemiyeti de ferdlerin dinî ve ahlâkî davranışlarını kontrol etmek, ona doğru
yolu göstermek hakkına sahip, buna mukabil en son mercî olarak onun zarûrî
ihtiyaçlarını temin ile mükelleftir. Nafaka, zekât, beytü'l-mâl müesseseleri bu
mükellefiyeti yerine getirirken "emr-i bi'l-ma'rûf nehy-i ani'l-münker" veya "hisbe
ve ihtisâb" adıyla bilinen İslâm'a has bir müessese de birinci hak ve vazifeyi
ifâ etmektedir.
Bu yazımızda önce ihtisâb müessesesini nazarî bakımdan ele alıp inceleyecek,
sonra da İslâm tarihi içinde ihtisâbın tatbikatını tetkik edeceğiz.
C. Kaynaklar:
Hisbe (ihtisâb) mevzûu Doğu'da ve Batı'da incelenmiş, İslâm Hukuku ve İslâm
müesseselerinden bahseden eserler, mevzûları arasında buna da yer vermişler,
ayrıca hisbe üzerine müstakil kitaplar yazılmıştır.
Birinci grup içinde Gazzâlî'nin İhyâ'sı, İbn Haldûn'un Mukaddîme'si, Makrizî'nin
Hıtât'ı, Mâverdî ve Ferrâ'nın Ahkâmu's-sultâniyye isimli kitapları zikre
şâyandır.
"Arapça Kitaplarda Hisbe" başlığını taşıyan bir makaleden anlaşıldığına göre
hisbe mevzûundaki müstakil Arapça kitap sayısı 30 civarındadır.5 Bunlardan İbn
Teymiyye'ye ait olanı müellifin fetvâ kolleksiyonu arasında neşredilmiş,6
telebesi İbn Kayyim tarafından da et-Turûku'l-hükmiyye isimli eserinde hulâsa
edilmiştir.7 Ayrıca Abdurrahman b. Nasr eş-Şizerî'nin (v. 589/1193) Nihâyetü'r-rutbe
fî talebi'l-hisbe isimli eseri Dr. Seyyid el-Bâz tarafından neşredilmiştir;
(Kahire, 1946) İbn Uhuvve'nin Me'âlimu'l-kurbe... isimli eseri de 1976 da yine
Kahire'de basılmıştır.
Türkiye'de, ihtisâb müessesesi üzerinde en geniş yazı Osman Nurî (Ergin)
tarafından, Mecelle-i Umûr-i Belediyye isimli eserinde kaleme alınmıştır. Bu
yazıda, Osmanlılardan önce ihtisâb mevzûu çok kısa nakillerle geçilmiş, nazarî
bakımdan ihtisâb, Şeyhülislâm Hayderîzade İbrâhim Efendi'nin Sebîlürreşâd
mecmuasında intişâr eden makalelerinden iktibas edilmiş, bu makaleler de başlıca
Gazzâlî'nin İhyâ'sından naklolunmuştur Osmanlılar'da ihtisâb daha geniş bir
şekilde ele alınmış, bu arada Târîh-i Osmânî Encümeni Mecmûası'nın 1327. sene, 9
ve 10. sayılarında, M. Gâlib tarafından yazılan "İhtisâb Ağalığı" başlıklı
makale hemen aynen alınmıştır.8
İslâm Ansiklopedisi'nde E.V. tarafından yazılan "Hisbe" ve R. Lévy tarafından
yazılan "muhtesib" maddeleri kısa ve yetersizdir. Zikredilen kaynaklar da
eksiktir. M. Gaudefroy-Demombynes'in Les Instution Musulmane isimli kitabında
(Paris, 1946, S. 158-162) ve Louis Milliot'nun Introduction a l'etude du Droit
Musulmane adlı eserindeki (Paris, 1953, s. 716-720) hulâsalar faydalıdır. Colin
et levi-Provençal'a ait olan Un Manuel hispanikue de hisba (Paris, 1931) ise
müstakil olarak hisbe mevzuûna aittir.
Bu mevzûdaki en yeni ilmî etüd, Dr. Yusuf Ziyâ Kavakçı'nın, İslâm Araştırmaları
Enstitüsünde halen hazırlamakta olduğu eser olacaktır.*
I. NAZARÎ SAHADA İHTİSÂB
A. Tarif ve Mahiyeti:
Hisbe ve ihtisâb, saymak ve hesap etmek mânâsına gelen "hisâb" ile aynı kökten
olup İslâm İdâre Hukuku'ndaki mânâsı, muhtesibin (hisbe memurunun) çeşitli zaman
ve yerlerde değişik olan vazife ve salâhiyetine göre farklı olmuştur. Umûmî
olarak önceleri "hisbe" devlet muhasebesi ve muhasebe dairesi mânâsında,
sonraları hâssaten zâbıta; ahlâk ve çarşı zâbıtası için kullanılmıştır.9 Aynı
mânâda "İhtisâb" kelimesi de kullanılmış ve memuruna "muhtesib" denmiştir.
İhtisâb kazâ salâhiyet ve velâyeti içinde mutalâa olunmuş10 bu sebeple, alâkalı
eserlerde İslâm kazâ sistemi** veya halifenin şahsında toplanan ve onun
başkalarına tevcih ettiği velâyetler11 içinde incelenmiştir. Bu arada "emr-i
bi'l-mârûf ve nehy-i ani'l-münker" ile aynı mânâda olduğu düşüncesiyle bu başlık
altında ele alındığı da olmuştur.12
Bu fasılda İslâm esaslarına göre nazarî bakımdan ihtisâbı tetkik ettiğimizden
Gazzâlî ve Mâverdî gibi müelliflerin tarifini tercih edeceğiz ki buna göre
ihtisâb, açıkça terkedildiği zaman marûfu emretmek ve alenî olarak işlendiği
zaman münkeri menetmekten ibarettir.13
Muhtesibin vazifeleri ve benzer müesseselerle mukayesesini yaparken, yukardaki
şümullü tarifin kayıt ve şartlarını da açıklamış olacağız. Tariften anlaşılacağı
üzere ihtisâbın dinî mesnedi marûfu emir ve münkeri nehiy prensibidir. Şu halde
önce bu prensibin İslâmî kaynaklar ve esaslar içindeki yerini hüküm ve değerini
tesbit etmek gerekecektir. Biz bu tabiri "dinin emir ve yasaklarına nezaret
etmek" şeklinde de ifade edebiliriz ki bu "ictimâî kontrol"ün İslâm'a has bir
nev'ini teşkil etmektedir.
B. Müslümanların, Dinin Emir ve Yasaklarına Nezaret Etmelerine Dair Esaslar:
1. Âyetler:
"İçinizden, iyiliğe çağıran, iyi iş işlemeyi (marûfu) isteyen ve kötü işten
vazgeçiren (münkeri nehyeden) bir cemâat bulunsun; selâmeti bulanlar ancak
onlardır."14
Âyette geçen "...bulunsun" sözü emirdir ve gereğinin yerine getirilmesinin farz
olduğunu ifade eder. Ancak "hepiniz yapın" demediği ve "içinizden bir cemaat..."
kaydı bulunduğu için farzın kifâî olduğu, bir grup bu vazifeyi yerine getirince,
diğerlerinin mes'uliyet taşımayacağı ve kurtuluşun herkese şâmil olacağı;
tamamen ihmal edildiği takdirde ise herkesin mes'ul olacağı, yine mezkûr âyetin
delâletinden anlaşılmaktadır.15
"-Ehl-i kitâbın- hepsi bir değildir. İçlerinden öyle dosdoğru bir cemâat vardır
ki geceleri secdeye kapanarak Allah'ın âyetlerini okurlar. Allah'a ve âhiret
gününe inanırlar, iyiliği emrederler, kötülüğü nehyederler, hayır işlerine
koşuşurlar; işte bunlar iyilerdendir."16
"Erkek-kadın mü'minler birbirinin yakını ve yardımcısıdır. Onlar iyiliği
emreder, kötülüğü nehyeder, namazı dosdoğru kılarlar."17
"Siz insanlar için -hayat sahasına- çıkarılmış en iyi ümmetsiniz; iyiliği ister,
kötülüğü istemezsiniz ve Allah'a iman edersiniz."18
Bu âyette "en iyi (hayırlı) oluş", emir ve yasaklara nezaret etmek ile Allah'a
iman eylemek vasıflarına bağlanmıştır.
"İsrailoğullarından kâfir olanlar, isyan etmeleri ve haddi aşmaları yüzünden
Dâvûd ve Meryem oğlu İsâ diliyle lânete uğradılar. Onlar -kötülük-yaptıkları
zaman birbirlerini kötülükten alıkoymağa uğraşmazlardı. Bu yapmakta oldukları ne
çirkin şeydi!"19
Bu âyet-i kerîmede de lânete uğramanın sebebi "emir ve yasaklara nezaret
vasifesinin terki" olarak gösterilmiştir.
Daha birçok âyet açık veya kapalı olarak aynı hükümleri teyid etmektedir.
2. Hadîsler:
Hz. Ebû Bekir (ra) bir hitâbesinde şöyle demiştir:
Ey nâs! Siz şu âyetin mânâsını yanlış anlayarak okuyorsunuz: "Ey iman edenler!
Size kendiniz gerek; siz doğru yolda iseniz, yoldan sapan size zarar vermez."20
Halbuki ben Resûlullâh (sav) şöyle derken işittim: "İnsanlar dinin kötü saydığı
birşeyi görüp de onu değiştirmezlerse Allah cezasını hepsine teşmil ediverir."
Bir başka rivâyette "...güçleri yettiği halde değiştirmezler ise..." şeklinde
ifade edilmiştir.21
Ebû Saîd el-Hudrî'den (ra) rivâyet edildiğine göre Rasulullâh (sav) şöyle
buyurmuştur. "Sizden kim bir münkeri görürse onu eliyle düzeltsin, gücü yetmezse
dili ile, yine gücü yemezse kalbi ile düzeltsin; bu da imanı en zayıf olandır"
(Müslim, İman: 20)
Numan b. Beşîr'den; dediğine göre Resûlullâh (sav) şöyle buyurmuştur: Allah'ın
yasakları mevzûunda nemelazımcılık edenle, onları işleyenlerin misâli kur'a ile
bir gemiye binerek kimi alt katına kimi de üst katına düşen bir topluluktur.
İmdi alttakiler su için yukarıdakilerin yanına uğrayıp geçmiş, onlar da bundan
rahatsız olmuşlardır. Bunun üzerine beriki bir balta almış ve geminin altını
delmeğe başlamıştır. Yukarıdakiler ona gelmiş ne yaptığını sormuşlar, o da
"benim yüzümden rahatsız oldunuz, suya da ihtiyacım var" cevabını vermiştir. Bu
durumda ona mâni olurlarsa hem onu kurtarmış olurlar, hem de kendileri kurtulur.
Eğer onu kendi haline bırakırlarsa onu da kendilerini de mahvetmiş olurlar." (Buharî,
İfk: 20).
Usâme b. Zeyd'den; dediğine göre Resûlullâh (sav) şöyle buyurmuştur: "Kıyamet
günü adam getirilir ve ateşe atılır, bağırsakları ateşe fırlar ve adam eşeğin
değirmeni ile döndüğü gibi orada döner. Cehennemlikler onun başına birikerek 'Ey
filan, sana ne oldu? Sen bize ma'rufu emreder ve münkerden de nehyeder değil
miydin?' derler. O da 'Size iyiyi emrettiğim halde onu yapmazdım, kötüyü
yasakladığım halde onu da yapardım' der..." (Buhârî, Fiten: 17).
Huzeyfe'den rivâyet edildiğine göre Resûlullâh (sav) şöyle buyurmuştur: "Allah'a
yemin ederim ki ya iyiliği emredip kötülüğü yasaklayacaksınız, yahut da Allah
üzerinize, nezdinden bir azab gönderecek; sonra duâ edeceksiniz, fakat duânız
kabul olunmayacaktır." (Tirmizî'den).
Urs b. Umeyre'den, o da Resûlullâh'tan (sav); şöyle buyurmuştur: "Yeryüzünde
günah işlenince onu gören ve tasvib etmeyen ondan uzakta bulunmuş gibidir." (Ebû
Dâvûd'dan)
Yukarıda zikredilen âyet ve hadîsler bu mevzûdaki nassların tamamı olmamakla
beraber, İslâm'ın ona ne kadar ehemmiyet verdiğini göstermeğe kâfidir. Görüldüğü
üzere İslâm, dinî vecibelerin yerine getirilmesinin kontrol ve teminini, emir ve
yasaklara nezaret vazifesinin ifâsını bütün müslümanlardan istemiş, bu vazife
yeter sayıdaki insanlar tarafından yapılırsa geri kalanların mes'uliyetten
kurtulacaklarını ifâde etmiştir. İşte bu sebeple İslâm müesseseleri arasında bir
de "ihtisâb müesesesi" vücud bulmuş -ileride görüleceği üzere- Hz. Ömer'den beri
ümmeti temsil eden devlet başkanları yeteri kadar muhtesib tayin edegelmişlerdir.
Gerek devlet memuru olarak ve gerekse Allah rızası için ihtisâb işini yapan22
kimselerin belli vasıfları olacaktır. Kaynaklar bu vasıflar ile muhtesibin diğer
bazı devlet memurlarından farkları üzerinde uzun boylu bilgiler vermiş, çeşitli
görüşler aksettirmişlerdir.
1.Muhtesibde Aranan Şartlar:
a) Mükellef olmak: Mükellefiyet çağına gelmemiş bir çocuğun emir ve yasaklara
nezaret etmesi, gerekli ikazda bulunması câiz olmakla beraber bu ona vazife
değildir. Bilfiil menetmek ve meşru olmayan şeyi ortadan kaldırmak ise ancak
memur olan ve devlet otoritesini temsil eden memurun yapabileceği iştir. Ve
bunun mükellef olması şarttır.
b) Müslüman olmak.
c) İyi ahlâk (adâlet) sahibi olmak: Bazı kimseler, yukarıda bir örneği geçen,
başkalarını kontrol ve ikaz ettiği halde, kendileri dinî vecibeleri yerine
getirmeyen kimseleri kınayan nasslara bakarak, söylediğini yapmayan ve iyi ahlâk
sahibi olmayanların ihtisâbı ifâ edemeyeceklerini ileri sürmüşlerdir. Gazzâlî,
peygamberler dışında hiç kimsenin küçük ve büyük gühahlardan ve kusurlardan uzak
olamayacağını, bir kimsenin günah ve kusurunun doğru bildiğini söylemesine,
başkalarını günah işlemekten menetmesine mânî teşkil etmeyeceğini öne sürerek
-mutlak mânâda- adâlet şartını kabul etmemiştir.23
d) Resmî selâhiyet: Bu şartı kabul edenlere göre halktan herhangi bir fert
ihtisâb yapamaz, muhtesibin devlet başkanı veya vali tarafından tayini gerekir.
Gazzâlî, bütün müslümanlara hitab eden ve onları mükellef kılan nassları
gözönüne alarak bu şartı da reddetmiştir.
e) Güç Sahibi Olmak: Âciz olan, ikaz ve önleme vazifesini yapmağa kalkışınca
maddî veya mânevî, önemli bir zarara uğrayacağını bilen kimselerin, gayrimeşrû
fiil ve davranışları gönülden tasvib etmemekle yetinecekleri bir hadîs-i
şerif'te geçmişti. Bu noktada hem korku, hem de faydalı oluş bir arada
değerlendirilirse ortaya dört şık çıkar:
1. İhtisâbın hem fayda vermeyeceği, hem de yapana zarar getireceği mâlûm ise
bunu yapmak gerekli değildir.
2. Söz ve fiili ile münkerin ortadan kalkacağını ve kendisine bir zarar
gelmeyeceğini bilen kimsenin bunu yapması gereklidir.
3. Ne fayda ne de zarar getireceğini bilen kimseye ihtisâb farz olmamakla
beraber dinin esaslarını tebliğ bakımından yapması faydalı ve tercihe şayan
kabul edilmiştir.
4. İhtisâbıyla meşrû olmayan duruma mâni olabileceğini fakat bundan zarar
görebileceğini bilen kimsenin durumuna gelince; buna ihtisâb farz olmamakla
beraber haram da değildir; hattâ müstehabtır. "Cihadın en üstünü zalim devlet
başkanına karşı hakkı söylemektir."24
"Ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın"25 âyetini ileri sürenlere karşı
Gazzâlî "meselâ savaşa girmek de kendini tehlikeye atmaktır, buradaki tehlikeden
maksat faydasız veya zararı daha çok olandır..." diyerek cevap vermiştir.26
Aynı müellif, ihtisâbın dâvet edeceği zarar üzerinde de durmuştur. Muhtemel
zarar ya insanın maddî ve mânevî varlığına veya içtimaî mevkiine ait olabilir.
Ayrıca zarar ya mevcudu yokedici, elden alıcı olur; yahut da beklenen bir
faydanın gelmesine mâni olur. Bunlardan ancak birincisi için gerçek mânâda zarar
tâbiri kullanılabilir. Şu halde mevcut hastalığı tedavi eden tek doktora karşı,
tedaviyi terkedeceği korkusu ile ihtisâb terkedilebilirse de "ileride hasta
olursam beni tedavi etmez" korkusu ile ihtisâbın terki tecviz edilemez.27
Zarar muhtesibin şahsında kalmaz; yakın, uzak başkalarına da şâmil olursa bu
durumda ihtisâb yapılmayacaktır. Bu da bir nevi acizlik sayılmıştır.
2.Muhtesib İle Kadı ve Mezâlim Hâkimi Arasındaki Farklar:
Kadı İslâm'da normal mahkemenin hâkimidir. Şer'î mahkeme usulüne göre dâvaları
kabul eder ve hükme bağlar. Kadılık müessese olarak daha Hz. Peygamber (sav)
zamanında teessüs etmiştir.
Mezâlim divan veya mahkemesi ise kadılar veya yüksek devlet memurlarının hüküm
ve tasarruflarındaki zulüm iddialarına bakar. Bu mahkeme ilk olarak Emevî Halife
Abdulmelik (v. 86/705) tarafından kurulmuş28 ve hâkimliğini de bizzat halife
deruhte eylemiştir. Halife Ömer b. Abdulaziz, Mehdi, Hârun Reşid de bizzat bu
vazifeyi yapmışlar, sonra Hârûn, İmam Muâmmed'i divân-ı mezâlim hâkimi tayin
eylemiştir.29
Bu kısa bilgiden sonra asıl mevzûumuz olan farklara geliyoruz:
a) Hisbe ile kazâ arasında iki yönden benzerlik vardır:
1. Muhtesib de kadı gibi dâvalara bakar ve hüküm verir; ancak onun sahası ancak
ölçü ve tartı eksikliği, hile, aldatma, vakit gelmiş borcu ödememe gibi belli
konulardır.
2. Muhtesib de kadı gibi -kendi sahasında- mahkûmu hükmün icabını yerine
getirmeye icbar eder.
b) Muhtesib isbata muhtaç hak ve dâvalar ile meşgul olmaz; bu dâvalar kadıya
aittir. Onun sahası açık (meşhud cürümler) ve itiraf edilmiş haklardır.
c) Kadı kendisine getirilen dâvalara bakar; çarşı-pazar gezerek haksız ve
gayrimeşrû fiil ve hâdiseleri kontrol etmez. Halbuki bunlar muhtesibin
vazifeleri cümlesindendir.
d) Muhtesibin davranışlarında otorite ve heybet, kadınınkinde ise vakar ve
teenni hâkimdir.30
3.Muhtesib ile Mezâlim Hâkimi Arasındaki Farklar:
a) Mezâlim hâkimi kadıların üstündedir, onların âciz kaldığı sahalarda hüküm
verir. Muhtesib ise kadılardan daha aşağı bir rütbe ve selâhiyet sahibidir.
b) Mezâlim hâkiminin kendisine arzedilen her mevzûda hüküm verme selâhiyeti
vardır.31
C. İhtisâba Mevzû Teşkil Eden Fiillerin Şartları:
İhtisâbın meşrû olmayan, dinin kötü ve çirkin kabul ettiği fiil ve davranışlara
karşı yapılacağı ifade edilmişti. Mezkûr fiilerin hâlen mevcut, apaçık ortada ve
ictihada muhtaç olmaksızın sâbit olmaları lâzım geldiği de ilâve edilirse ortaya
dört şart çıkmış olur:
1. Fiil münker olacak: Burada günah, haram gibi tâbirler yerine "münker"
kullanılıyor; çünkü münker, dinin vücuda gelmesini menettiği şey mânâsında
olarak daha geniş bir mefhuma sahiptir. Meselâ çocuk veya delinin şarap içmesine
günah denemez, fakat münker denir ve menedilmesi gerekir.
2. Olmuş, geçmiş veya olması muhtemel bir fiile karşı ihtisâb yapılmaz;
ihtisâbın zamanı münkerin icra edildiği zamandır.
3. Münker açıkta icrâ edilmekte olacak: Gizlenen münkeri arama yaparak, tecessüs
ile ortaya çıkarmak câiz değildir. Rivâyete göre -Hem Resûlullâh (sav) hem de
kendi zamanında ihtisâb vazifesini yürüten- Hz. Ömer, birisinin duvarından
aşarak adamı münker bir iş üzerinde yakalamış; adam Hz. Ömer'e "Ey mü'minlerin
emiri, ben bir münker işledim sen ise üçünü işledin; Allah tecessüsü menetti,
onu yaptın; evlere kapılarından girin dedi, tepeden indin; girerken izin isteyin
dedi, istemedin demiş, Hz. Ömer de onu tasdik etmiş ve bir daha yapmaması
şartıyla serbest bırakmıştır.32
4. Dinde ictihad ve ihtilâf mevzûu olan fiiller de ihtisâba tâbî değildir. Bir
Şâfiî, velisiz nikâh yapan, nebiz33 içen bir Hanefîyi bundan menedemez. Çünkü
bulûğa ermiş bir kızı rızâsıyla, fakat velisinin izni olmaksızın nikâhlamak ve
nebiz içmek Şâfiîlere göre değilse bile Hanefîlere göre sahih ve câizdir.
D. İhtisâbın Metodu:
İhtisâbda takip edilecek usûl ve başvurulacak çareler üzerinde de durulmuştur.
Bu çareler hafiften şiddetliye doğru şöyle sıralanmaktadır: Bilmek, bildirmek,
yasaklamak, öğüt vermek, tekdir etmek ve azarlamak, el ile müdahale edip
düzeltmek, sopa ile tehdit, sopalamak, silâh çekmek, zâbıta kuvvetleriyle duruma
hâkim olmak. Bunların yeri ve kullanılışı üzerinde yapılan açıklamaları kısaca
arzediyoruz:
1. Bilmek, haberdar olmak: Bundan maksat münkerin işlendiği anda buna muttalî
olmak ve bilmektir. Daha önce de zikredildiği üzere münkerin işlenip
işlenmediğini öğrenmek için tecessüste bulunmak, halkın gizli kapaklı işlerini
araştırmak câiz değildir. Bilgi, ya iyi ahlâklı iki şâhidin bildirmesi veya
açıkça işlendiği için görülmesi yollarından elde edilecektir.
2. Öğretmek: Münkerin yapılmasının sebebi bazen bilgisizliktir. Bilmediği için
emir ve yasakları çiğneyen, dinî talimâta aykırı hareket eden kimseler vardır.
Bunlara bilmedikleri husûslar münasip şekilde anlatılırsa davranışlarını
düzeltebilirler. Ancak çok kimse bilgisizliğinin ortaya çıkmasına tahammül
edemez ve bu yüzden de gerçeği kabul etmez. Meselâ, namazda rükû ve secdeleri
tam yapamayan bir kimseye yalnız olarak, yumuşak bir dille "biz de dünyaya
bilgin gelmedik, bize de namazı büyüklerimiz öğretti, şunu şöyle yaparsanız
namazınız mükemmel olur..." şeklinde eksiğini söylemek bilmediğini öğretmek
gerekir.
3. Öğüt vermek, doğru yolu göstermek ve Allah korkusunu hatırlatmak suretiyle
önlemek: Bu, bildiği halde münkeri işleyen; meselâ içkiye, zulme, müslümanları
arkalarından çekiştirmeye -bunların haram olduğunu bilerek- devam eden kimseye
karşı tatbik edilir. Ona işlediği kötü fiil ile alâkalı âyet ve hadîsler,
Allah'ın sevgisine mazhar olmuş zevâtın davranışları anlatılır. Yumuşak bir dil
kullanılır. Burada muhtesib tahakküm tavrından uzak, gönlü merhamet ve şefkatla
dolu, aynı günahı kendisi işliyormuş gibi müteessir olmalıdır. Çünkü bütün
mü'minler bir vücut gibidir. Aynı zamanda muhtesib, kendini muhatabından üstün
görmemeli, yaptığı ile böbürlenmemeli, kalbini kibirden korumalıdır.
4. Tekdir etmek, kötü söylemek: Münkeri işleyen iyi ve tatlı sözden anlamaz,
öğüt ile alay etmeğe kalkışırsa bu yola başvurulur. Burada kötü sözden maksat
küfretmek değildir. "Günahkâr, ahmak, câhil, kaba adam, Allah'tan korkmuyor
musun?" gibi sözlerdir.
5. El ile müdâhale etmek: İçkiyi dökmek, ipek elbiseyi çıkarmak, gasb edilmiş
arâziden gâsıbı çekip çıkarmak, pis iken mescide girmiş kimseyi tutup oradan
çıkarmak bu metodun örnekleridir. Bunu tatbik edebilmek için iki şart vardır.
a) Bunları kendisinin yapması söylendiği halde yapmaktan imtina etmesi;
b) Önleyici en hafif müdahale ile yetinilmesi. Meselâ elinden tutmak varken
yakasından, sakalından tutulmaz.
6. Dövmek veya başka türlü cezalandırmakla tehdit etmek: İhtisâbın bu
derecesinde dikkat edilebilecek nokta, tehdit için söylenen şeyin dinde câiz ve
söylenen tarafından yapılabilir olmasıdır.
7. Dövmek: Bundan önceki çare ve usûller münkeri önlemek için kâfi gelmez ve
sopalamak zarûret halini alırsa bu da tatbik edilebilir.
Buraya kadar geçen ihtisâb çareleri herkes içindir. Sopa ve icâbında yaralama
pahasına suçu ve münkeri önleme işi herkes için midir? Bu noktada farklı
görüşler vardır. Mu'tezile devletin memuruna aittir, diyor. Gazzâlî zarûret
bulunur, daha kötü bir netice de doğmazsa her müslüman tatbik edebilir görüşünü
ileri sürüyor.34 Aynı ihtilâf bundan sonraki madde için de vâriddir.
8. Silâh Kullanmak: Bu son çaredir. Nâdiren başvurulur. Daha çok karşı tarafın
silâh kullanması buna sebep teşkil eder.
Görülüyor ki maksat müslümanları incitmek, küçük düşürmek, fitneyi körüklemek,
böbürlenmek değil, onları ikaz ve irşad ederek, gereken terbiye metodlarını
tatbik ederek suçu ve münkeri önlemektir. Bu sebeple muhtesibin ilim, Allah
korkusu ve güzel ahlâk sahibi olması gerektiği önemle tekrarlanmıştır.
E. İhtisâbın Tatbik Edileceği Fiiller ve Davranışlar (Münker):
Dinin yapılmasını istedikleri (ma'rûf) ve yapılmamasını istedikleri (münker)
ihtisâba mevzû teşkil ettiğine göre, bir bakıma devlet başkanlığından en küçük
memuriyete kadar bütün İslâmî mevkî ve müesseseler ihtisâb ile meşgul oluyorlar
demektir.35 Ancak bu hisbenin, ıstılâh haline gelenden daha geniş bir mânâsıdır.
Istılâhî (terim olarak) hisbenin mevzûuna gelince, bunları derli toplu bir
şekilde tesbit için üç yoldan yürünmüştür:
1. Belli bir sistem içinde, nazarî olarak ma'rûf ve münker fiileri tesbit yolu.
Meselâ Mâverdî gerek ma'rûf ve gerekse münkeri önce Allah hakkı, kul hakkı ve
müşterek hak olmak üzere üç gruba ayırmış, sonra bu grupları da nevîlere
ayırarak örnekler vermiştir. Buna göre Allah hakkı olan mârûf içinde cuma
namazı, cemâatle namaz, ezan ve vakit namazları vardır. Bunların toptan
terkedilmemesini sağlamak ihtisâb mevzûudur. İnsan hakları içinde cemiyetin
müşterek ihtiyaçları; meselâ yol, su, câmi, şehrin müdafaası için tahkimât ile
zamanında ödenmeyen borç ve nafakalar gibi ferdî haklar bahis mevzûu edilmiştir.
Allah ile kul için müşterek sayılan haklar meyânında boşananların gerekli iddeti
beklemeleri, yetimlerin velileri tarafından gerektiğinde evlendirilmesi,
kölelerin hukukunun korunması, bulunmuş eşya ve hayvanların muhâfazası gibi
husûslar vardır. Bütün bunlar muhtesibin, yerine getirilmesine nezaret edeceği
ma'rufun nevileridir.
Allah hakkı olan münker ibadetler, muâmelât ve haramlar diye üç kısma
ayrılmıştır. İbâdetler mevzûunda, bunların sünnetteki şekillerinden çıkarılması,
ilâveler yapılması, âlenen ihlâli (oruç yemek gibi); muâmelât mevzûunda, fuhuş
ticareti, fâsid ve bâtıl akitler, aldatma, hile yapma, eksik ve yanlış ölçüp
tartma; haramlar mevzûunda ise açık haramlar ile şüpheli şeyler muhtesibin
vazife sahasına giriyor.
Kul hakkına tecavüz şeklinde tezâhür edene münkerler bir kimsenin mülk
arâzisinden husûsî yol geçirmek, duvarını kullanmak, sanatkârlar ve esnâf ile
müşteriler arasındaki münâsebetlerdeki haksızlıklardır.
Müşterek haklar cümlesinden olan münkerler içinde yüksek bir kat veya balkondan
komşunun haremine bakmak, mahalle imamının cemâati mutazarrır edecek kadar
namazı uzatması, hayvanlara ve vâsıtalara fazla yük vurmak, kölelere zulüm ve
işkence yapmak, yollar üzerine halkı rahatsız edecek tezgâh veya binalar kurmak,
zarûret olmadan erkeğin saç boyaması, falcılık ve bu gibi işlerle geçinmek...
zikredilmiştir.36
2. Böyle bir sisteme ve taksimâta tâbî kılmaksızın çeşitli münker davranışları
sıralama ve bunların dindeki önemi ile önlemesi çaralerini münakaşa etme yolu.
İbn Teymiyye ile İbn Kayyim de bu yolu takip etmişlerdir.37
3. Bütün ma'ruf ve münkerleri sayıp tesbit etmek yerine, müellifin zamanında
müşahede edilen başlıca münker davranışları tesbit yolu. Gazzâlî'nin usûlü de
budur. Hem yazımızın ikinci bölümünde ele alacağımız "tatbikâtta ihtisâb"
mevzûuna basamak olması hem de Gazzâlî devri (450-505/1058-1111) din ve ictimâî
hayatına ışık tutması bakımından bu müşahedeyi hülâsa olarak arzediyoruz.38
Mescid ve Câmilerde Görülen Münker Fiiller:
1. Ta'dil-i erkânı terketmek; yani namaz içindeki rükû, kalkmak, secde, oturma
gibi fiileri eksik yapmak.
2. Namaz kılanın görmediği bir yerinde pislik bulunması veya karanlık gibi bir
sebeble kıbleye yönelmemiş olmak.
3. Kur'ân-ı Kerîm'i yanlış okumak.
4. Ezânın çok bağırılarak ve haddinden fazla uzatılarak okunması.
5. İki veya daha fazla müezzinin, birinin okuduğu bitmeden diğeri başlamak
suretiyle ezan okumaları ki bu durum mü'minlerin ezana cevap vermesini
güçleştirmektedir.
6. Hatibin siyah, ipekli cübbe ve altın kabzalı kılıç kullanması.
7. Vâiz ve kıssacıların yalan haberler nakletmeleri veya bidatlarının
propagandasını yapmaları.
8. Kadınların bulunduğu vâazlarda vâizin genç, şık giyimli olması, hareketli ve
şiirler okuyup, işaretler yaparak konuşması.
9. Câmi içinde ilâç, yiyecek, nazarlık vs. satmak için halkalar kurmak, Kur'ân
okuyarak, şiirler söyleyerek dilenmek.
10. Câmiye deli ve sarhoşların girmesi, çocukların oynaması...
Çarşı ve Pazarda:
1. Kâr mevzûunda yalan söylemek,
2. Satılan şeyin kusurunu gizlemek,
3. Ölçü ve tartıyı eksik yapmak,
4. İslâm'ın haram kıldığı şeyleri alıp satmak,
5. Çeşitli hile ve aldatmalar.
Yollarda:
1. Gelip geçenleri rahatsız edecek şekilde yolları tezgâh, yapı, yük vs. ile
işgal etmek.
2. Yol üzerinde hayvan boğazlamak.
3. Hayvanlara fazla yük vurmak.
4. Karpuz, kavun vb. kabuğu atmak.
5. Kanalizasyon akıntılarını, pis su ayaklarını yola verip akıt- mak.
6. Evin önünde ısıran köpek barındırmak.
Hamamlarda:
1. Hamam kapı ve duvarlarındaki sûretler (canlıların kabartma resimleri) vb.
2. Gizlenmesi gereken yerleri açmak ve buralara bakmak.
3. Yıkayıcıların peştemal altına bakmaları veya buralara ellerini sürmeleri.
4. Az su içine pis el, tas ve çamaşırların sokulması.
5. Hamamların pis ve taşların kaygan bırakılması...
Ziyafetlerde:
Ziyafetlerde de israf, dedikodu, altın ve gümüş eşya kullanmak gibi münkerler
vardır.
Gazzâlî buraya kadar hulâsa ettiğimiz münkerâtı saydıktan ve ıslâh çareleri
üzerinde durduktan sonra sözü şöyle bağlıyor: "Bugün evinde oturan, ihtisâb işi
ile meşgul olmayan herkes münker işliyor demektir. Çünkü bilgisizliğin ve münker
davranışların yaygın olduğu şu zamanda halkı irşaddan geri durulamaz... Her
mahallede bir din bilgini mecsidde halka dini öğretmelidir. Bilen bildiğini
bilmeyenlere öğretmeli, hattâ azığını da kendi kazancından temin ederek bunun
için yakından uzağa seyahat etmelidir... Her müslüman önce kendinden başlamalı,
farzlara devam ve haramları terkederek nefsini terbiye etmeli, sonra bunu
ailesine öğretmeli, sonra komşularına intikal etmeli, sonra mahallesine sonra
şehrinin halkına, sonra kenarlarda ve köylerde oturanlara ve nihayet bütün dünya
halkına İslâmın irşad ve dâvetini, dinin ön bilgilerini ulaştırmalıdır.
Bu vazifeyi, mezkûr bölgelere yakın olanlar yaparsa uzak olanlar mecburiyetten
kurtulurlar."
Netice:
Buraya kadar İslâm'ın, bugünkü ictimâî ve terbiyevî ilimlerin vardığı neticelere
uygun olarak fert ve cemiyet arasında sıkı bir alâkanın varlığını, ferdin
terbiyesinde cemiyetin rolünün büyük olduğunu, cemiyetin selâmeti için gelenek
halinde intikâl eden bazı kaide ve nizamlara tâbî olmasının zarûretini kabul
eylediğini gördük. Terbiyenin gayesi insanoğlunu yaratılış gayesine en uygun
olan karaktere, şahsiyete ve davranış melekesine kavuşturmak, iyi insanlardan
mürekkep iyi cemiyetler meydana gelmesine yardım etmektir. İslâm'a göre de
cemiyetlerin en hayırlısı, şiârı iyilik olan ve bütün insanlığa sulhun,
selâmetin, iyiliğin, yüksek ahlâkın örneğini veren, bunların hâkim olmasını gaye
edinen cemiyettir. Suç işleyeni cezalandırmak belki bir zarûrettir; fakat önemli
olan suçu önlemek, suç işleme istidadı taşıyanları terbiye ve ıslâh etmektir;
tıpkı sıhhati korumanın, hastalığı tedavinden önce geldiği ve daha önemli olduğu
gibi. İşte ihtisâbın veya ma'rûfu emr ve münkeri nehy müessese ve vazifesinin en
önemli işi bu ulvî ve önemli gayelerin gerçekleşmesine yardım etmek, beşeriyyeti
dünyada mutlu, ahiret için de umutlu kılmaya çalışmaktır.
İslâm bunun için kaideler koymuş, âlimlerimiz de bu kaideleri sistemleştirmiş,
açıklamış ve tebliğ etmişlerdir. Ancak İslâm tarihi boyunca buraya kadar
arzettiğimiz nazariyât ile tatbikat birbirine uymuş, kitaptakiler cemiyet
aynasına aksetmiş midir?
İşte aşağıdaki bölümde bu mevzûu tesbit etmeğe çalışacağız.
II. İSLÂM TARİHİ BOYUNCA TATBİKATTA İHTİSÂB
Nazarî sahada ihtisab mevzûunda, gerek müstakil kitaplarda ve gerekse umûmî
eserlerin alâkalı bölümlerinde oldukça geniş bilgi bulmak imkânına sahibiz.
Halbuki tarih boyunca çeşitli İslâm devletlerinde bu müessesenin nasıl
yürütüldüğü ve resmi olmayarak halkın ihtisâb vazifesine nasıl katıldıkları
hakkında fazla bilgiye sahip değiliz. Bu bilginin ikmâli için önce çeşitli İslâm
devletleri için müesseseler tarihinin yazılmasını bekleyeceğiz. Ancak bu
bekleyiş, eksik ve kopuk da olsa bilinen kısımların tesbitine mâni değildir.
A. Menşei:
Yukarıda ihtisâbın İslâm'a has bir müessese olduğunu söylemiştik. M. G.
Demombynes, ihtisâbın Bizans aracılığı ile Roma'nın, resmî binaların murakabe ve
muhafazası gibi vazifeleri yürüten belediye müessesesinden (edile curule)
intikal etmiş olduğunu kesin olarak ifade etmişse de39 iddiâsını isbata yarar
bir delil zikretmemiştir. Buna mukabil kitabında hisbe mevzûuna daha geniş yer
veren L. Milliot, başkadılık müessesesinin İran'daki mûbed-i mübedân
müesessesinden intikâl ettiğini zikretmesine rağmen40 ihtisâb için yabancı bir
menşe ileri sürmemiştir.41 İleride temas edileceği üzere Roma'nın "edile curule"
müesesesi bir dereceye kadar Osmanlılardaki "şehreminliği" müesesesine benzer;
bu ise ihtisâbdan farklıdır.
Kanaatimize göre bu müessese, İslâm'ın ana kaynaklarında önemle yer aldığını
gördüğümüz "dinin emir ve yasaklarına cemiyetin nezaret etmesi, bunların
yürümesini temin eylemesi" mükellefiyet ve vazifesinden doğmuştur. Resûlullâh
(sav) devrinde, diğer birçok vazifeleri yanında ihtisâb işini de bizzat
kendileri deruhte eylemişler, başta Hz. Ömer olmak üzere sahâbe de bu mevzûda
O'na yardımcı olmuşlardır.
B. Müessese Olarak Başlangıcı:
İhtisâbın müessese olarak kurucusu Hz. Ömer'dir. Kendisi de bu vazifeye bakmakla
beraber Abdullah b. Utbe'yi Medine'ye, Saîd b. Âs'ı da Mekke'ye muhtesib teyin
etmiş, bunlara çarşı-pazarı, şehirlerarası yolların girişini, develerin
istirahat ve hareket yerlerini dolaşmalarını ve buralarda gördükleri münker
fiillere müdâhale etmelerini emretmiştir. Geceleri Medine sokaklarını dolaşan
eli kamçılı ilk halife de Hz. Ömer'dir.42
Rivâyete göre Hz. Ömer böyle bir gece teftişinde bir hane içinde cereyan eden şu
münakaşaya kulak verir: Anası kızına, satılacak süte su katmasını teklif
etmekte, kız ise "halifeden korkmaz mısın?" diye diretmektedir. Anası: "Şimdi
halife burada değil" deyince kız: "Halîfe yoksa onun Allah'ı buradadır" cevabını
verir. Hz. Ömer bu fazîlet âbidesini oğlu Âsım'a almıştır ve tarihte "İkinci
Ömer" diye anılan Ömer b. Abdülaziz de Âsım'la bu hanımın torunu olmuştur.43
Bu devrede dinî-ahlâkî kontrol vazifesi müslümanlar dışında resmen kadı ile
muhtesib arasında paylaşılıyordu. Ancak yukarıdaki rivâyet ile benzeri nakiller
ikinci halifenin de bizzat bu vazifeye katıldığını ifade etmektedir.44 İbn
Haldûn'un nakline göre sultanın vazifesi hilâfetten ayrılıp siyasî ve idârî
sahaya inhisar edinceye kadar İslâm devletlerinin çoğunda muhtesiblik müstakil
bir makam olarak telâkki edilmeyip, kazâ makamına tâbî ve yardımcı kabul edilmiş
ve tayinleri de kadı yapmıştır. İbn Haldûn bu tatbikâtı benimseyen devletlere
örnek olarak Mısır ve Mağrib Fâtımîleri ile Endülüs Emevîlerini zikretmiştir.45
C. Emevîler ve Abbâsilerde:
Emevîler ile Abbâsîler devirlerinde resmî ihtisâb tatbikatına dair bir nakil
göremedim. Ancak Emevîlerden Muâviye'ye Ebû Müslim Havlânî, Ebu'd-Derdâ,
Abdulmelik ve oğlu Velid'e Atâ b. Ebi-Rabâh, Haccâc'a ve İbn Hübeyre'ye Hasenü'l-Basrî
tarafından kelleyi koltuğa alarak yapılan hasbî ihtisâb vazifeleri46 bu devirde
dinin emir ve yasaklarına nezâret vazifesine önem verildiğini, hattâ bu
vazifenin -resmî olmayan âlimler tarafından- halîfe ve valilere karşı da
yapıldığını göstermektedir.
Aynı durumun Abbâsiler devrinde de devam ettiğini gösteren örnekler vardır.
Evzâî ve İbn Ebî Züeyb'in Ebû Câfer Mansûr'a, İmam Sevrî'nin Hârûn Reşîd'e,
Ebû'l-Hüseyin Nûrî'nin Mu'tedid'e karşı ifâ ettikleri parlak ihtisâb örneklerini
Gazzâlî nakletmiştir.47 Bunlar arasında Mu'tedid'e ait bir ifade o devirde,
tayin ile bu işi yürüten muhtesiblerin varlığına delâlet etmesi bakımından
önemlidir. Nûrî, bir kayıkla taşınan, içleri şarap dolu küplerin halîfe
Mu'tedid'e ait olduğunu sorup öğrenince kayıkçının sopası ile bir küp hâriç
hepsini kırmış, yakalayıp bizzat halife tarafından sorguya çekilmiş ve
aralarında şu konuşma geçmiştir:
-Küpleri niçin kırdın?
-Ben muhtesibim.
-Sana hisbe salâhiyetini kim verdi?
-Sana hilâfet vazifesini veren bana da hisbe vazifesini verdi.
-Sonuncu küpü niçin kırmadın?
-Tam o sırada beni görenleri hatırlayarak gönlüme böbürlenme geldiği için.
Bu cevaplardan sonra halîfe onu serbest bırakmıştır.
Halîfe Mu'tedid'den 156 yıl sonra vefat eden Mâverdî (v. 450/1085) önceleri
bizzat halifelerin nezaret ettiği ihtisap vazifesinin, onlar bu işten vazgeçerek
ehliyetsiz ve menfâatçi kimseleri muhtesib tayin etmeleri üzerine istismar ve
ihlâl edildiğini, bu yüzden de kendisinin kitabında buna yer verdiğini
söylemektedir.48
Abbâsîlerin zayıfladığı, Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun altın çağını yaşadığı
devirde ise Gazzâlî, (v. 505/1111) kendi devrinde ihtisâb vazifesi üzerine
şunları kaydetmiştir: "Bu önemli vazifenin ilmi ve tatbikatı silinmek üzeredir.
Gönüllere, mahlûka yaranma duygusu hâkim olmuş, Yaratan'ı gözetme şuurunu oradan
söküp çıkarmıştır... Menfâat duygusu âlimlerin ağzına kilit vurmuştur."49
Yine aynı devirde, Nizâmülmülk (v. 485/1092) vefatından bir yıl önce Sultan
Melikşah'ın emriyle kaleme aldığı Siyâsetnâme'sinde ihtisâba yer vermiştir.
Verdiği malûmat ve naklettiği hâdiseler, kendi devri ile Gazneli Mahmud (v.
421/1030) ve torunu İbrahim (v. 481/1088) devirlerinde ihtisâb telâkki ve
tatbikâtı bakımından önemli olduğundan aynen naklediyoruz:50
"Kezâlik her şehirde bir muhtesib tayin olunmalıdır ki, terazilerin sahih
olduğuna, vezne riâyet edildiğine baksın. Bey ü şirâ muâmelâtının sıdk u
istikamet ile cereyanına nezaret etsin. Etraf ve esnaftan getirilip pazarda
satılan kâffe-i eşyada tağşiş ve hiyânet bulunmamak ve evzan doğru olmak
hususunda ihtiyata riâyet eylesin. Emr-i ma'ruf ve nehy-i münkeri yerine
getirsin. Gerek padişah, gerek memurîni, muhtesibin nâfuz ve iktidarın takviye
eylemelidir. Çünkü: Kâide ve netice-i aklın birincisi budur. Aksi takdirde
fukara renç ve eleme uğrar; pazar halkı istediği gibi alır, satar. Fazla
yiyenler müstevlî ve fısk âşikâr olur. Emr-i şeriat revnaksız olur.
Bu memuriyet daima havastan bir hadıma yahut yaşlı bir Türk'e tefviz olunurdu. O
adam hiç mümâşât ve muhâbât göstermez ve has ve âmm andan korkardı. Bütün ef'âli
insaf kâidesine muvâfık olur ve İslâm kavâidi istihkâm bulurdu. Nitekim hikâyeyi
âtiye de variddir:
Buna mütaallik hikâye: Hikâye olunur ki, Sultan Mahmud bütün gece haseki ve
nedimeleriyle şarap içmiş ve sabuhî (yani sabah şarabını) nûş eylemiş idi.
Mahmud'un sipahsâlârı Ali Nüviştekin ile Muhammed Arabî dahi bu mecliste hazır
bulunarak, bütün gece şarap içmiş ve hiç uyumamıştı. Güneş kuşluk zamanına gedik
de Ali Nüviştekin'in başı döndü, uyudu. İfrat şaraptan rahatsızlık hissederek,
hanesine gitmek üzere izin istedi. Mahmud: "Aydın günde bu hal ile gitmek doğru
değildir. İkindi namazına kadar burada istirahat et. O zaman ayık olarak
gidersin. Zira; seni muhtesib bu halde görürse, had vurur. Şeref ve haysiyetin
haleldâr olur. Benim kalbim bundan rencide olur; ama bir şey söylemem" dedi. Ali
Nüviştekin, elli bin adamın sipahsâlârı ve zamanının şecî ve mübariz nâmdârı
idi. Bin kişiye karşı koyardı. Muhtesibin böyle bir harekette bulunacağını
hatırından geçirmedi. Yüreği daraldı ve seraskerliği tuttu. "Elbet giderim"
dedi. Mahmud: "Sen daha iyi bilirsin. Bırakınız gitsin" cevabını verdi. Ali
Nüviştekin, hayil ve gulâm ve hidmekârlardan mürekkeb âzîm bir alay ile ata
binip hanesine teveccüh etti. Muhtesib maiyetinde yüz nefer suvari ve piyade
olduğu halde âna rastgeldi. Ali Nüviştekin'i böyle sarhoş görünce, emretti.
Atından indirilip kendisi de hayvanından nüzûl ile bimahâba eliyle ânı döğdü. O
derecede ki, Ali Nüviştekin toprağı dişledi. Havaşî ve asâkiri bu hali görmekle
beraber hiç kimse bir söz söyleyemedi. O muhtesib hidematı medidesi sebketmiş
bir Türk hâdim idi. Gittikten sonra, Ali Nüviştekin hânesine götürüldü. Ali
Nüviştekin, esna-yı râhda: "Kim sultanın fermanına itaat etmezse onun hali benim
gibi olur" derdi. Ertesi gün Ali Nüviştekin sırtını açıp pare pare olduğunu
Mahmud'a gösterdi. Mahmud güldü ve: "Bir daha sarhoş olarak evden dışarı
çıkmamak üzere tevbe et" dedi. Tertib-i mülk ve kavaid-i siyâset muhkem olursa,
adâlet işi şu zikrettiğimiz vechile tatbik edilir.
Hikâye: İşittim ki Gazvin'de ekmekçiler dükkânların kapısını kapayıp ekmek
bulunmaz oldu. Gurabâ ve fukara renç ve zahmete uğradılar. Şikâyet için
padişahın sarayına azimet ve Sultan İbrahim'in huzurunda nâle ve feryat ettiler.
Sultan emreyledi. Ekmekçilerin cümlesi ihzar olundu. "Niçin bu ekmek
muzayakasını yaptınız" diye sual etti. Onlar da: "Her ne zaman bu şehire buğday
ve un getirilse senin ekmekçilerin alıyor ve anbara koyuyor ve (ferman böyledir)
diyorlar. Bir men un satın almak için bizi bırakmıyorlar" cevabını verdiler.
Sultan emretti. Has ekmekçi getirilip filin ayağı altına atıldı. Öldükten sonra,
cesedi filin dişine bağlanıp şehirde dolaştırıldı ve münâdî: "Ekmekçilerden her
kim dükkânının kapısını açmazsa, onu böyle yaparız" diye nida etti. Padişahın
anbarında bulunan un sarfedildi. Akşam namazı vaktinde her dükkânın kapısında
elli men ekmek kaldı ve kimse satın almadı."
Yine Abbâsilerin sûretâ iktidarda bulundukları son zamanlarda Fâıtmîlerin hâkim
bulundukları bölgede ihtisâba önem verildiğini, zâbıtanın da muhtesib emrine
verilerek bilhassa çarpı pazar nimazı ile ölçülerin ayarı üzerinde ehemmiyetle
durulduğunu, tesis edilmiş husûsî bir "ölçüler dairesi"nin Eyyûbîler devri
boyunca da devam ettiğini Makrîzî51 ve Şeyzerî'den öğreniyoruz.52
Bütün bu nakillerden anlaşıldığına göre ihtisâb Doğu'da nazariyât ve tatbikatta
geniş mânâsı ile alınmış; dinî emir ve yasakların hepsine şâmil bulunmuştur.
Halbuki Mağrib ve Endülüs'te daha dar bir saha içinde "beledî ve inzibatî
kontroller"e münhasır kalmıştır. Endülüs'te muhtesiblik hıristiyan krallar
devrinde de devam etmiş, bu kelime "almotacen" şeklinde İspanyol diline dahi
geçmiştir.53
D. Osmanlılar'da:
İhtisâb vazifesini baştan beri resmî ve gayr-i resmî olmak üzere iki sahada
müşahede etmeye çalıştık. Gayr-i resmî olarak Türk halk ve âlimlerinin dinî emir
ve yasaklara nezaret, ahlâk ve an'anelerin nesilden nesile intikâlini temin
mevzûlarında titizlik gösterdikleri, bunun tarihte olduğu gibi zamanımızda da
devam ettiği bir gerçektir. Şeyh Edebâlî, Dursun Fakih, Zenbilli Ali Efendi,
Molla Gürânî, Hoca Sâdeddin Efendi, Birgili Mehmed efendi, Kâtip Çelebi, Koçi
Bey gibi gerek padişahlara ve gerekse büyük devlet adamlarına karşı hakkı
söyleyen ve doğru yolu gösteren Osmanlı âlimleri vardır. Ayrıca Türk milleti
nemelâzımcı bir millet değildir. Halâ Anadolumuz'da hüküm süren an'aneye göre
mahalle ve köyün büyükleri kimin çocuğu olursa olsun küçükleri terbiye hakkına
sahiptir.54 Bu hakkın hüsn-ü niyetle kullanılması ebeveyni sadece memnun
etmektedir. Mahalle ve köyde komşulardan birinin dert ve felâketine bigâne
kalınmadığı gibi çirkin ve gayr-i ahlâkî davranışları karşısında da sükût
edilmez. Bu aktif ictimâî kontrol ve ahlâkî terbiye sayesindedir ki müslüman
Türk'ün ahlâk ve an'aneleri asırlardan beri -bilhassa Anadolu'da- yaşama imkânı
bulmuştur.
Resmî ihtisâb vazifesine gelince, imparatorluğun kurucusu Osman Bey zamanına ait
bir rivâyet bu vazifenin hem Selçuklulardaki son durumu, hem de Osmanlılardaki
başlangıcı hakkında bazı ipuçları vermektedir:
Osman Bey'e bir adam müracaat ederek pazarı beklemesi, orada nizâm ve intizâma
nezaret etmesi karşılığında pazara mal getirenlerden rüsûm almasına izin
verilmesini ister ve aralarında şöyle bir konuşma geçer:
Osman Bey:
-Bunu Allah mı, yoksa Resûlullâh (sav) mı buyurmuştur?
Adam:
-Evvelden beri töre-i sultânîdir.
Osman Bey gazaplanır:
-Bir kimse kendi kesbi ile kazanmış ola niçin akçe vere? Git seni gözüm
görmesin!
Bunun üzerine mecliste bulunanlar bu rüsûmun pazarı bekleyenlerce alınmasının
âdet olduğunu söylerler. Osman Bey de: "Mal getiren satarsa iki akçe alınmasını,
satamazsa bir nesne alınmamasını" buyurur.55
Burada töresinden bahsedilen sultan, Selçuklu sultanları olacaktır. Kendisine
müzakere sonunda rüsûm almasına izin verilen kişi için ise "muhtesib" tâbiri
kullanılmamıştır. Fakat yaptığı iş ihtisâb vazifeleri cümlesindendir.
Vesika vermemekle beraber kaynaklar Osmanlılarda her nereye bir kadı tayin
edilse yanına bir de muhtesib verildiğini, ihtisâb vazifesini bunların ortak
olarak yürüttüklerini, muhtesibin (ihtisâbağası) hâssaten beledî hizmetler ile
meşgul olduğunu kaydediyorlar.56 Sonraları ihtisâb işlerinin iltizâm usulüyle
bir yıllığına isteyene ihâle olunduğu, bunun da nizam dışı rüsûm alınmak
suretiyle zulümlere sebep olduğu zikrediliyor.57
IV. Murad ve onu takip eden İbrahim'e önemli lâyihalar sunmuş bulunan Koçi Bey
(v. 1650 civarı), ikincisine sunduğu "ilmiyye teşkilâtı", "narh ve kiler ahvali"
başlıklı lâyihalarında bazı ihtisâb hizmetlerini saymışsa da muhtesibden
bahsetmemiş, bunları İstanbul kadısının ifâ edeceğini ifade etmiştir.58 Ancak bu
ifâde, o zaman resmî muhtesibin bulunmadığına delâlet edebileceği gibi bu
memurun kadıya bağlı ve tâbî olduğunu, bunun için de ayrıca zikredilmediğini
düşünmemize de mânî değildir. Çünkü vesikalar kuruluşundan beri Osmanlılarda pek
yüksek bir memuriyet olmamakla beraber muhtesibliğin mevcudiyetini ifade
etmektedir. Nitekim Fatih devrinde, (863/1458) yılında Mısır melikinin elçi
olarak bir muhtesibi göndermiş bulunması hoş karşılanmamıştır.59
Yeniçeriliğin kaldırılmasından sonra 1242/1825 tarihinde bir ihtisab nezareti
tesis edilmiş, daha önce "ihtisâb ağası" denilen baş muhtesibe de "ihtisâb
nâzırı" unvanı verilmiştir.60 Aynı tarihte çıkarılan bir nizâmnâmeden61
anlaşıldığına göre bu devrede ihtisâb hizmetleri, sadece bugün belediye ve
kısmen emniyet zâbıtasının ifâ ettiği hizmetlere münhasır kalmayıp, İslâm'ın ilk
devirlerinde ve Şark'ta olduğu gibi geniş manâsıyla tatbik olunmuştur.
Bu husûsu teyid maksadıyla nizamnâmenin bazı kısımlarını sadeleştirerek
kaydediyoruz:62
"İhtisâb... kanunu da şehrin nizâmını koruyan ağların en kuvvetlisi ve Hz. Ömer
zamanından beri devam eden dâhili nizamların temel ve esası olup bir müddetten
beri araya bazı arızalar girmekle nizamı tamamen bozulmuş olduğundan... bunu da
düzene koymak için sâbık Kumbaracıbaşı Mustafa Ağa ihtisâb ağası tayin
buyurularak şöyle nizâm kurulur ki:
Emr-i bi'l-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker husûsu dünyanın ve üzerinde
yaşayanların düzen içinde olmalarının en kuvvetli dayanağı olduğuna binâen
ihtisâb hizmetine memur olanlar, herkesten önce namaz kılmaları ve Ramazan-ı
Şerîfte oruç tutmaları mahalle imamlarından soruşturup öğrenerek namaz ve oruç
vecîbelerini yerine getirmelerini tenbih edip, dinlemeyenleri ve mahalle
imamlarından da imamlığın şartlarını bilmeyenleri ve başkaca dine aykırı, dinin
yasak kılıp çirkin gördüğü işleri işleyenler hakkında tahkikât yapmak ve bunları
şeyhülislâmlık ve kadılık makamına haber vermek ve oraya celbetmek, bunlar ile
mahkemede yalan şâhitlik edenlerin şer'î te'dipleri ihtisâb ağası tarafından
icrâ edile.
İç işlerde esnafın ihtikârını önlemek de gereklidir..."
Nizamnâme bundan sonra ihtisâb ağasının gerek bizzat ve gerekse diğer ilgili
memurlar ile işbirliği yaparak ifâ edeceği beledî ve inzibâtî işler ile ihtisâb
rüsûmuna mufassal bir şekilde yer vermektedir.
Nizamnâmenin nâşiri M. Gâlip'in giriş kısmında verdiği bilgiye göre (1287/1855)
tarihinde ihtisâb rüsûmu kaldırılmış bunun yerine şehremâneti kurulmuş ve
muhtesibe de şehremini denilmiştir.63 Bundan sonra 1869'da "Dersaâdet İdare-i
Belediye Nizamnâmesi" ile yeni usûlde belediye teşkilâtı kurulmuş, 1970 tarih ve
1580 sayılı kanunla da bugünkü şeklini almıştır. Son paragrafta bahis mevzûu
olan tasarruf ve yeniliklerden sonra geniş mânâdaki ihtisâbın vazifeleri
bölünmüş, bunlar belediye, kadı, emniyet zabıtası ve din bilginleri arasında
paylaşılmış olmaktadır.
Günümüzde ihtisâbın yalnızca ahlâk ve dine taallûk eden kısmı din görevlileri
ile müslüman halk tarafından ikaz, irşâd ve terbiye metodları ile
yürütülmektedir.
İhtisâb diğer İslâm ülkelerinde de bizdekine yakın bir durumda olup ancak bazı
Mağrib ülkelerinde eski haliyle devam etmektedir.64
Netice:
İslâm insanlarının yalnız mânevî ve rûhânî problemleriyle meşgul olup ictimâî,
iktisâdî, ahlâkî... sahalarda onları akıl ve tecrübeleriyle başbaşa
bırakmamıştır. Çünkü ferd ve cemiyet hayatında, nazarî bakımdan mümkün olsa
dahi, tatbikatta maddî ile mânevîyi birbirinden tecrid etmek, bunları su
geçirmez bölümler halinde yekdiğerinin karşılıklı tesirinden uzak tutmak mümkün
değildir. İşte bu sebeple İslâm getirdiği mânevî nizamın maddî çerçevesi ve
zarfı ile de ilgilenmiş bu mevzûda teferruâta dalmamakla beraber koruyucu ve
besleyici tedbirler almıştır. Maddî ve mânevî problemleri halledilmiş, İslâm'ın
örnek diye kabul ettiği bir cemiyette ferdin kötü yetişmesi ve ahlâksız olması
ne kadar güç ise, bozuk düzene saplanmış, herşeyi tesadüfe terketmiş, anarşi
anaforuna kapılmış bir cemiyette fertlerin iyi yetişmesi ve güzel ahlâk sahibi
olması o derecede -hattâ daha da- güçtür.
İslâm'ın, Ütopya Ülkesi'nde değil de dünyada gerçekleştirmek istediği örnek
nesil ve cemiyet hedefine ulaşmak için "emr-i bi'l-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker,
ihtisâb, hisbe" tâbirleri ile formüle ettiği esaslar, ikinci halife zamanında
müessese halini almış, bu müessese hemen bütün İslâm devletlerinde -zaman ve
mekânlar arasında farklılıklar bulunmakla beraber- teşkilât arasında yerini
almış ve kısmen de olsa zamanımıza kadar gelebilmiştir. Önemli olan kelime ve
formüller değil, gaye ve bunu gerçekleştirecek en iyi vâsıtadır. Bugün terbiye
sosyolojisi ve sosyal psikoloji gibi ilimlerde, çeşitli vâsıtalarla kendisini
hissettiren bir ictimâî kontrol ve baskıdan bahsedilmekte, bunun müsbet
neticelere yöneltilmesinin çareleri araştırılmaktadır. Buraya kadar etüd etmeğe
çalıştığımız "ihtisâb müessesi" İslâm cemiyetlerinde, içtimâî terbiye ve kontrol
vazifesini şuurlu ve aktif bir şekilde gerçekleştirmeyi, 14 asırdan beri
kendisine gaye edinmiştir.
1. Krech-Curtchfield-Ballachey, Cemiyet İçinde Ferd, çev. Prof. M. Turhan, II,
133.
2. Bertrand Russell, Eğitim ve Toplum Düzeni, çev. Nail Bezel, İst. 1969, s.
70-81; Lütfi Öztabağ, Eğitim Sosyolojisi, İst. 1968, s. 55-58.
3. Fâtır: 35/18.
4. Buhârî, Kitâbu'l-Kader, VII, 211. (Matbaâtü'l-Âmire); Müslim, VIII. 53, 54.
5. Mecelletü'l-mecme'i'l-ilmi el-Arabî, sene: XVIII. s. 417-428; Karâfî, el-İhkâm,
nşr. Abdulfettâh Ebû Gudde, (Dimaşk), 1967, s. 168. dipnotu.
6. Riyâd, 1383, nşr. Abdurrahman b. Muhammed en-Necdî, c. XXVIII, s. 60-120.
7. et-Turûku'l-hükmiyye Mısır, 1317, s. 219 vd.
8. Mecelle-i Umûr-i Belediyye, c. I,. İst. 1922), s. 309-403.
* Bu eser de neşredilmiş ve Nesil Dergisi'nin 1973 Mayıs sayısında
tanıtılmıştır.
9. E.V. Zambaur, İ.A., "Hisbe" maddesi.
10. Kâtib Çelebi de kazayı hisbenin bir bâbı olarak zikrediyor. Keşfü'z-zunûn,
İst. 1971, c. I, s. 15.
** M.G., Demombynes, age., L. Milliot age.
11. Mâverdî, Karâfî, İbn Haldûn yukarıda adı geçen eserlerinde böyle
yapmışlardır.
12. Gazzâlî, İhyâu ulûmi'd-din.
13. Mâverdî, Ahkâmu's-sultâniyye, Mısır, 1960. s. 240; Gazzâlî, İhyâ, Mısır,
1358, c. II, s. 308.
14. Âli İmrân: 3/103.
15. Gazzâlî, age., c. I, s. 303.
16. Âli İmrân: 3/113.
17. Tevbe: 9/72.
18. Âli İmrân: 3/109.
19. Mâide.
20. Mâide: 5/108.
21. Hâdîsler Irâkî'nin tenkid ve tahriciyle beraber İhyâu ulûmi'd-din'in
yukarıda mezkûr tab'ında mevcuttur; c. II, s. 304 vd.; Ayrıca bkz. Tebrizî,
Mişkâtü'l-mesâbih, Dimaşk, 1961, nşr. Elbânî, c. II, s. 624 vd.
22. İhtisab memuru olmayan müslümanların da bu işi yapmaları câiz hatta bazı
durumlarda farz olmakla beraber memur ile bunlar arasında dokuz maddelik fark
tesbit edilmiştir. Ceza vermek, maaş almak, tahkikat yapmak, kendisine
başvurulmak... memura aittir. Mâverdî, age., s. 240.
23. Gazzâlî, age., c. II, s. 308-309.
24. Ebû Dâvûd, Tirmîzî, İbn Mâce; Tebrizî, Mişkât, c. II, s. 325.
25. Bakara: 2/195.
26. Gazzâlî, age., c. II, s. 315.
27. Tafsilât ve çeşitli örnekler için bkz. Gazzâlî, age., c. II, s. 315-320.
28. Karâfî, el-İhkâm, s. 162.
29. Prof. Ebû'l-Ulâ, Med, Huk, s. 242; el-Karâfî age., s. 167-168.
30. Karâfî, age., s. 167, el-Ferrâ, el-Ahkâmu's-sultâniyye, 2. B. s. 284 vd.
31. Karâfî kadı ile mezâlim hâkimi arasında 10 fark tesbit etmiştir, age., s.
164.
32. Gazzâlî, age., c. II, s. 320.
33. Kuru hurma veya üzüm üzerine su koyup bekletilerek elde edilen bir şurup
olup şarap haline gelmediği ve sarhoş edici olmadığı için Hanefîlere göre
içilebilir.
34. Gazzâlî, İhyâ, c. II, s. 328,
35. İbn Teymiyye, el-Hisbe, s. 67 vd.
36. Mâverdî, el-Ahkâmu's-sultâniyye, s. 244 vd.
37. İbni Teymiyye, age., s. 69-106; İbn Kayyim, et-Turûku'l-hükmiyye, s. 219 vd.
38. Gazzâlî, age., c. II, s. 330-337.
39. Les Institutions musulmanes, s. 158.
40. Nizâmü'l-Mülk'ün Siyasetnâme'sindeki ifadesi de bunu teyid etmektedir, çev.
M. Şeref Çavdaroğulu, İst. Huk. Fak. Yay., s. 55.
41. L. Milliot, age., s. 699.
42. Suyûtî, Tarihu'l-hulefâ, "Evveliyâtü-Ömer" bahsi; Osman Nuri, Mecelle-i
Umur-i Belediyye, c. II, s. 309 vd. Gorci Zeydân, Medeniyyet-i İslâmiyye Tarihi,
İst. 1328, c. I, s. 225-226; Dr. H. İbrahim Hasen ve Dr. A. İbrahim Hasen, en-Nuzumu'l-İslâmiyye,
3. B. Kahire, 1962, s. 298.
43. O. Nuri, age., c. II, s. 309 vd.
44. Kâtib Çelebi, Keşfü'z-zunûn, İst. 1971, c. I, s. 16; Mâverdî, age., s. 258.
45. Mukaddime, s. 188.
46. Şâfiî, İhtilâfu'l-hadîs (el-Umm'ün VII, cildinin kenarında yapılan baskı),
s. 23; Gazzâlî, İhyâ, c. II, s. 337-341; Dr. Ali H. Abdülkadir, Târihu'l-fıkh,.
3. B. Kahire, 1960), s. 110-111.
47. İhyâ, c. II, s. 342-351.
48. Mâverdî, age., s. 258.
49. İhyâ, c. II, s. 302, 351.
50. Ag., terceme, s. 57-59.
51. el-Hıtat (Bulak, 1270), c, I, s. 463-464.
52. Dr. H. İ. Hasen, Dr. Ali İ. Hasen, age., s. 298.
53. Age., s. 299-300; L. Milliot, age., s. 718. Corci Zeydân, age., c. I, s.
225-226.
54. Hemen her Anadolu çocuğunun bu mevzûuda birçok hatırası vardır. Küçük
yaşımda idrak ettiğim bir Ramazanda Çorum Ulu Camiî'nde namaz kıldıktan sonra,
yüzü nurlu, gözleri sevgi dolu yaşlı bir zâtın beni bir kenara çekip, namazda
ellerin nasıl bağlanacağını tatbik ettirerek öğrettiğini daima rahmetle yâd
ederim.
55. Osman Nuri, Mecelle-i Umur-i Belediye, c. I, s. 364.
56. M. Gâlip, Tarih-i Osmanî Encümeni Mecmuası (TOEM) 1 Ağustos 1327, cüz: 9, s.
527 vd.; Osman Nuri, age., s. 309 vd.; Aynı müellif, Beledî bilgiler, 3. B.
(İst. 1939), s. 42 vd.; M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarihi Deyimleri ve Ter. (İst.
1951), İhtisâb maddesi.
57. TOEM, Osman Nuri, age., s. 329 vd.
58. Koçi Bey Risâlesi, İst. 1972, s. 128, 137, 140.
59. M.Z. Pakalın, age., a.y.
60. Osman Nuri, age., s. 335.
61. Bu nizâmnâmede "ihtisâb ağası" tabiri kullanılmaktadır.
62. "İhtisâb Ağalığı Nizâmnâmesi" TOEM de, M. Gâlip tarafından neşredilmiştir.
Sene 1327, cüz: 9, 10.
63. TOEM, cüz: 9. ¨s. 569; O. Nuri, Mecelle-i Umûr-i Belediyye, c. I, s. 335.
Aslında İstanbul'un fetih yıllarından beri şehremini mevcud olup vazifesi saray
binalarıyla meşgul olmaktır. Son tasarruf bu unvanı, kısmî ihtisâb hizmetine
tahsisten ibarettir. Eski vazifesi için bkz. Koçi Bey Risâlesi, s. 140.
64. Dr. H. İ. Hasen ve Dr. A. İ. Hasen, age., s. 300.
**********************************************************
İslâm Tarihinde
Mezheb Kavgaları
Giriş:
Mezhebin lûgat mânâsı "gitmek veya mânevî sahada takip edilen, gidilen yol,
metod, doktrin" demektir.65
İslâm hukuk literatüründe "mezhep" kelimesi: "Bir müçtehide mahsus ve fer'î olan
içtihâdî hükümler ile bu hükümlerin gene aynı müctehide ait bulunan sebep, şart,
manî ve delilleri" mefhumunu ifade etmek için kullanılmıştır.66
Bilindiği üzere İslâm'ın iki ana kaynağı vardır: Kitâb yâni, Kur'ân-ı Kerîm,
Sünnet yâni Râsulullâh'ın (sav) söz, iş ve davranışlarıdır. Bu iki kaynağın
anlaşılması ve uygulanması için yapılan çalışmalar icmâ', kıyas, istihsan,
istislâh gibi daha başka kaynakların doğması sonucunu vermiştir.
Anlamak ve uygulamak beşer işi olduğu, insanların anlayışları, ictimâî,
iktisâdî, siyâsî... şartları aynı olmadığı için de ictihâd farkları ortaya
çıkmış, bu ictihâd farkları zamanla mezheblerin doğmasında en büyük âmil
olmuştur.
Sahâbe ve tâbiûn devirlerinde anlayış ve ictihad farkları bulunmakla beraber
bunlar sistemleşmemiş, mezhep şeklini almamış; mükellefler -devamlı bir tek
müctehide bağlanmaksızın- bunlardan herhangi birine uyarak dinî hayatlarını
yaşamışlardır.
Daha sonraki nesilde önce fıkıh mektepleri yâni hadîs, re'y medreseleri, daha
sonra da mezhepler doğmuştur. "Bir müctehidin re'y ve ictihadlarının bir araya
getirilerek iftâ ve kazâda tek mercî kabûl edilişinde"; yâni hukukî müesseseler
olarak "mezhepler"in teşekkülünde şu âmiller müessir olmuştur:
1. Müctehidlerin seçkin talebesinin hocalarına karşı besledikleri sevgi ve
ihtiram duygusu.
2. Gene talebelerin ictihadları bir araya getirerek tasnif ve tanzim etmeleri.
3. Kazâ müessesesi; yâni bir mezhebe bağlı kâdı'l-kudâtların kadıları kendi
mezhebine mensup fukahâ arasından seçmesi ve hukukî emniyetin, önceden tesbit
edilmiş mevzûuâtı gerektirmesi.
4. Müctehid imamlardan sonraki devirlerde meydana gelen içtimâî şartların, bu
meyanda ahlâkî gerilemenin fetvâ ve kazâyı bir disiplin altına almayı zarûrî
kılması...67
Şunu hemen kaydetmek gerekir ki mezheplerin doğması, müessese haline gelmesi hem
müslümanlar için kolaylıkla sağlamış, hem de İslâm hukukunun inkişafına yardım
etmiştir. Zararlı olan, aşağıda hikâye edeceğimiz kavgalara sebep olan mezhebler
değil, onlara sâlik olanların taassubudur.
Taassup 'isâbe' ve 'asabe' ile aynı kökten olup, kelimenin kökünde "asılmak,
kuşatmak, bağlanmak" mânâları vardır. İsâbe: sargı ve cemâat, asabe: baba
tarafından bazı hısımlar, asabiyet ve taassub taraf tutmak, yan çıkmak, müdafaa
etmektir.68
Bu kök mânâlarından hareketle taassub: "ilmî, dinî ve aklî olmayan âmillerin
tesiri altında bir görüş, kanaat veya tarafa sımsıkı bağlanmak, gerektiği halde
ayrılmamak" mefhumunu anlatmak için kullanılmaktadır.
Taassubun karşısında tesâmuh, müsâmaha yâni tolerans, hoşgörü vardır. Dinin
çizdiği sınırlar içinde -meselâ Kitab, Sünnet ve icmâ'ın kesin hükümlerine
aykırı olmayan görüş, fikir ve davranışları- hoşgörü ile karşılamak müsâmâdır.
Bir kimsenin -başka türlü düşünenlere- cephe almadan onlara fâsık, sapık, kâfir
demeden kendi kanâat, mezhep ve meşrebinde sebât etmesi muhafazakârlıktır ve
zararlı değildir. Dinin kesin olarak ortak hükümleri; yani zarûrât-ı diniyye ve
kat'i ahkâm üzerinde sebât ise dinî salâbet, sağlam dindarlık, memduh bir
davranıştır. Kötü ve zararlı olan, ictihâdî ve zânnî hükümlerde taassuptur;
bunlarda kendisi gibi düşünmeyenlere cephe almaktır.
Resûlullah (sav) müsâmaha ile gönderildiğini buyurmuş,69 taassup ve asabiyete
dayanan kavgaları, yan çıkma ve taraf tutmaları yasaklamış,70 ancak kendi
sünneti ile Râşid Halifelerinin sünnetine sımsıkı sarılmamızı öğütlemiştir.71
Bu tâlimâtı en iyi bir şekilde anlayan ve uygulayan selef; yani sahâbe, tabiûn,
müctehid imamlar... arasında taassuba rastlanmaz. Onlar müslümanları ictihad ve
ittibâa yâni delilini bilerek bir görüşe uymaya teşvik etmişler, birbirini
takdir eylemiş, yekdiğerinden istifade etmiş, bir ilim âilesi halinde
yaşamışlardır.72
Ebû Hanîfe'nin (ra) kabri civarında sabah namazı kılarken İmam Şâfiî'nin -Ebû
Hanîfe'ye hürmeten- kunûtu terketmesi,73 İmam Mâlik'in Hârun Reşîd'e hitâben: "Muvvattâ'ı
tek kanun haline getirme; çünkü ulemanın farklı görüşleri bu ümmet için
rahmettir, herkes kendine göre sahih olana uymuştur, hepsi hidâyet üzeredir ve
her biri Allah'ı murâd etmektedir..."74 demesi bu ruh hâletinin parlak
örnekleridir.
Bu girişten sonra, Abbâsî halifelerinden Me'mun zamanından (198/813-218/833)
itibaren kökleşmeye başlayan mezhep taasubunun doğurduğu zararlı neticelere
geçebiliriz.
I. Mezhep Taassubunun Dinî ve İlmî Zararları
Asıl mevzûumuz taassubun ictimâî zararları ve İslâm birliğini bozan neticeleri
olduğu için ilmî ve dinî zararlarını yalnızca sıralamak ve birkaç örnek vermekle
yetineceğiz:
A. Hak ve gerçeğin başka mezhebde olduğu ortaya çıkmasına rağmen eski kanaat ve
mezhebinden ayrılmamak: Bu mevzûda Sultânu'l-ulemâ diye anılan büyük Şâfiî fıkıh
bilgini ve müctehid İbn Abdisselâm'ı (v. 660-1262) dinleyelim:
"Şaşılacak şeydir ki müctehid olmayan fıkıhçılar, imamlarının bir görüşünün
zayıf, mesnedinin çürük olduğuna vâkıf oldukları ve takviyeye de imkân
bulamadıkları halde -gene de- onu taklit ediyorlar. Kitab ve Sünnetin te'yid
ettiği karşı görüşü kabûl etmiyorlar, imamlarını müdâafaa için uzak ve sapa
te'vil yollarına sapıyorlar..."75
B. Mezhebe uymayan sahih hadîsleri tenkid ve reddetmek: Meşhur ve sahih hadîs
kitaplarının mukallid fıkıhçılar tarafından yapılan bâzı şerhlerinde76 bunun
zengin örnekleri vardır. Bu gibi şârihler, kendi mezheplerine uyan hadîsleri
-zayıf da olsa- takviyeye; mezhebine uymayan hadîsleri ise -sahih de olsa-
za'fını isbata gayret etmişler, üzücü taassup örnekleri vermişlerdir.77
C. İslâm'ın âlimlere tanıdığı ictihâd hürriyetini kısıtlamak ve ictihadlarıyla
bazı mezhep hükümlerini kabul etmeyen âlimlere cephe almak, onlara eziyet etmek
ve ictihad hareketini engellemek.78
D. Mezhep müdafaası uğruna, İslâm'ın rûhuna aykırı davranışlarda bulunmak,
maksadı vâsıtaya fedâ etmek: Hanefî fukahâsından Bâbertî (v. 786/1384) Hanefî
mezhebinin tercihi konusunda kaleme aldığı bir risâlede79 Şâfiî ve Hanefî
mezheblerinin bâzı hükümlerini mukayese ederken sıra "büyük günah işleyen veya
küçük günahta ısrar eden halîfenin düşüp düşmeyeceği yani in'izâl" hükmüne
gelince: "Şâfiîlere göre mün'aiz olur yani düşer. Hanefîlere göre düşmez"
dedikten sonra zamanının hükümdarına şöyle hitap ediyor: "Ey dikkatli ve uyanık
Melik!.. Bu mezhebi taklid yâni ona uymak, benimsemek gerekli olur mu olmaz
mı?!"
Bâbertî'nin sözlerinden çıkan mânâ şudur: "Ey Melik, bizim mezhebi tercih et;
çünkü bu sâyede hem günah işler, hem de saltanat sürersin." Bu davranışın bir
İslâm âlimine yakışmadığı tartışma götürmez.
II. Taassubun İctimâî Zararları
İslâm; kardeşlik, birlik, beraberlik, dayanışma ve yardımlaşma dinidir. Tefrika,
zulüm, din yüzünden baskı; yâni fitne, kardeş kavgası İslâm'ın şiddetle
yasakladığı, lânetlediği, mahkûm ettiği davranışlardır.
Gene tekrar edelim ki mezhepler değil, mezheb taassubu, cehâlet ve gaflet
yüzünden İslâm tarihinde kardeş kavgaları olmuş, kanlar dökülmüş, hânümanlar
sönmüş, mamûreler harâb olmuştur. Tarihten ibret almak, birlik ve
beraberliğimizi titizlikle korumak vazifesinde uyarıcı olmak üzere bu
çatışmalardan80 bâzılarını -mûteber İslâm kaynaklarından- naklediyoruz:
A. Toplu İfadeler:
"Bâzı Mağrib şehirlerine Frenklerin, doğu memleketlerine de Moğolların musallat
kılınmasının sebeplerinden birisi de hem Sünnî mezhepler arasında, hem de Sünnî
ile gayr-i Sünnî mezhepler arasındaki şiddetli taassub, tefrikâ ve fitnedir.
Zaman zaman meydana gelen çarpışmalarda binlerce müslüman kanı akmış, şehirler
harap olmuştur."81
B. Bâzı Vak'alar:
1. Tuğrul Beğ'in veziri Amîdu'l-Mülk Kundürî'nin tesiriyle câmilerde,
minberlerde Eş'arîler lânetlenmiş, Hanefîler ile Şâfiîler birbirine düşmüş,
kavgalar olmuş, kargaşa ve fitne Horasan, Şam Hicaz ve Irak'a yayılmış, Kuşeyrî,
İmâmû'l-Harameyn, İbn Muvaffak gibi zevâta eziyet edilmiş, hapis ve
nefyedilmişler, memleketi terketmek mecburiyetinde kalmışlardır. Eş'arîlerin
lânetlenmesi âdeti Sultan Alparslan ve vezir Nizâmü'l-Mülk zamanına kadar devam
etmiş, ancak onların zamanında önü alınmış ve ülkelerini terkeden ulemânın geri
dönüşü sağlanmıştır.82
2. Ebû'l-Kâsım Kuşeyrî'nin oğlu Ebû Nasrr 469/1077 tarihinde hacdan dönerken
Bağdat'a uğramış ve Nizâmiye'de vaazlar vermişti. Vaazlarında Hanbelîlerin
aleyhinde bulunduğu, onları mücessime olmakla itham ettiği için taraflar
birbirine girdi. Hanbelîler Eş'arilere saldırıp adam öldürüyorlardı. Bağdat'ta
bulunan Ebû İshâk Şirâzî ile Nizâmü'l-Mülk arasında yazışmalar oldu, vezir
devletin mezhepler karşısında tarafsız olduğunu, mezheplerin ve bu arada Ahmed
b. Hanbel'in muhterem olduğunu ifade etti; alınan tedbirlerle fitne yatıştı; bu
arada vaazlarda mezheplerden bahsetmek yasaklandı ve vezir Fahruddevle
azledildi.83
3. Hicrî 317 tarihinde, Halîfe Muktedir zamanında Bağdat'ta, "Makam-ı Mahmud"un
tefsîri sebebiyle mezhepler arasındaki ihtilâf büyümüş, Hanbelîler ile diğer
mezhep sâlikleri arasında kavgalar, çarpışmalar olmuş, birçok müslüman
ölmüştür.84
4. 475/1082 yılında Mağrib'den gelen, mezhep itibarıyla da Şâfiî ve Eş'ârî olan,
Ebu'l-Kâsım el-Bekrî, Nizâmü'l-Mülk tarafından kendisine maaş bağlanarak
Bağdat'a gönderildi. O, vaazlarında Ahmed b. Hanbel'i medh, fakat Hanbelîleri
zemmediyordu. Bu da Hanbelîleri kışkırtmış ve kadı Abdullah Damganî'nin evi bir
ilmî münakaşa esnasında basılmış ve kitapları yağma edilmiştir. Bu gerginliğin
devamı dolayısıyla halîfe, Ebû İshâk Şirâzî ile Ebû Bekir Şâşî'yi Melikşah'a
gönderdi. Bu büyük şahsiyetler her geçtikleri beldede ta'zimle karşılanıyor ve
teberrüken rikâblarına el sürülüyordu. Sultan Melikşâh ve vezîri Nizâmü'l-Mülk
huzurunda onlarla İmâmü'l-Harameyn Ebû'l-Ma'âlî el-Cuveynî arasında cereyan eden
müzakere ve münazaralardan sonra bütün fikir ve istekleri kabul edildi.
Nizâmiye'de Eş'arîlik hakkında vaazlarına müsâade edildi ve bir hâdisenin
önlenmesi için de medresenin kapılarına Türk muhafızları kondu.85 Böylece
devlet, ictimâî nizam ile birlikte fikir ve din hürriyetini temine
çalışıyordu.86
5. Ebu'l-Muzaffer İbnu's-Sem'ânî (H. 426-489) hac dönüşü gördüğü rüyâlara
dayanarak, gürültülü bir şekilde Hanefîliği terkedip Şâfiî mezhebine geçince (H.
468) iki mezhebin mensupları arasında münakaşalar çıkmış, bunlar büyüyerek fitne
ve mukatele halini almış, Horasan'dan Irak'a kadar yayılmıştır. Bu arada Merv'de
büyük câmi kapanmış ve Şâfiîler bir müddet cuma namazı kılamamışlardır.
6. Hicrî VII. asırda, İsfehan şehrini ziyâret eden meşhur coğrafyacı Yakût,
Mu'cem'de şu satırlara yer vermiştir: "Zamanımızda ve daha önce bu şehir ile
civarı defalarca harap edilmiştir? Bunun sebebi Şâfiîlerle Hanefîler arasındaki
daimî geçimsizlik, taassup ve savaştır. Hangi grup galip gelirse diğerinin bölge
ve mahallesini yağmalamış, yıkmış ve yakmıştır..."87
7. Hicrî 617 târihinde Rey şehrini ziyâret eden Yakût burasının da harap
olduğunu görünce sebebini soruşturuyor ve şu cevabı alıyor:
"Sebep basit; fakat Allah bir şeyi murad edince oluyor: Bu şehrin ahâlisi üç
grup idi: Şâfiî, az idi; Hanefîler, daha çok idiler ve Şiîler, bunlar ekseriyeti
teşkil ediyorlardı. Civar ahâlisi ise çoğunlukla Şiî idi ve biraz da Hanefîler
vardı. Önce Şiâ ile Sünnîler arasında taassup savaşı başladı, uzun müddet
vuruştular; Hanefî ve Şâfiîler arasında taassup başgösterdi, harb başladı ve
sayıları az olmasına rağmen Şâfiîler galip geldiler. Civardaki Hanefîlerin
silâhlı olarak gelip mezhebdaşlarına yardım etmeleri de fayda vermedi. İşte bu
gördüğün harap yerler Şiîler ile Hanefîlere ait olan yerlerdir. Onlardan ancak
mezhebini gizleyen kalmıştır."88
Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür; fakat asırlar öncesinde bile olsa meydana
gelmiş bu acı, üzücü ve İslâm'ın ruhuyla taban tabana zıt hâdiseleri okumak
müslüman vicdanını hüzne boğmaktadır. Sulh, sükûn, selâmet, müsâmaha, hürriyet
ve saadet dini olan İslâm'ın bünyesi bu nevî hâdiselere müsait değildir.
Mezhepler de mâhiyet ve gayeleri itibarıyla mezkûr fitnelere sebep olmaktan
uzaktır. Tek sebep cehâlet, gaflet ve taassuptur. Din bilginlerinin vazifesi de
bu mânevî mikroplarla mücadele etmek, İslâm'ın bünyesini korumaya çalışmaktır.
İkbâl ne güzel söylemiş:
"İslâm'ın bünyesinde hiçbir kusur yoktur. Bütün kusur, bizim
müslümanlığımızdadır."
65. Zemahşerî, Esâsü'l-belâğah. Beyrut, 1965), s. 210.
66. Karâfî, el-İhkâm, Halep, 1967, s. 257; İbn Nüceym, el-Eşbâh ve'n-nezâir,
Mukaddime; Hayreddin Karaman, İslâm Hukukunda Mezhebler, s. 9.
67. Mezhebler hakkında daha geniş bilgi için bkz. M. Ebû Zehrâ, Ebû Hânife,
Şâfiî, Mâlik, İbn Hanbel ve Târihu'l-mezâhib; Hayreddin Karaman, Dört Risâle,
İslâm Hukuk Tarihi.
68. İbnü'l-Esîr, en-Nihâye fî garîbi'l-hadîs. c. II, s. 100-101.
69. İbn Hanbel, Müsned, c. V, s. 206. c. VI, s. 116; Aynı mânâda, Buhârî,
Kitâbu'l-İmân, bâb: 29; Tirmîzî; Kitâbu'l-Menâkıb, bâb: 32, 64.
70. Müslim, İmârâh, no: 53-54.
71. Tirmîzî, İlm, bâb: 16: Ebû Dâvûd, Sünnet, bâb: 5; İbn Mâce, Mukaddime, bâb:
6.
72. Füllânî, İkâzu'l-himem, Hind tab'ı, s. 140-152; Suyûtî, Cezîlu'l-mevâhib
fi'htilâfi'l-mezâhib, Süleymaniye no: 1030 vr. 48/b-51/a; Murtazâ Zebidî,
Ukûdu'l-cevâhir, İst. 1309, s. 9.
73. Zebidî, age., s. 9.
74. Suyûtî, age., vr. 48/b; İbn Âbidin, Reddu'l-muhtâr, c. I, s. 51.
75. İbn Abdisselâm, Kavâ'id, Kara Çelebi ktp. no: 87, vr. 105/b; Murad Buhârî
nüshası, vr. 174/a.
76. Munsif ve müctehid ulemânın şerhleri şüphesiz bu kusurdan münezzehtir.
77. Bazı örnekler için bkz. Elbânî, Silsiletü'l ehâdîsi'd-da'ife, cüz: I, s. 33,
41, 88; cüz: V. s. 60.
78. Bazı örnekler için bkz. Hayreddin Karaman, İslâm Hukukunda Mezhebler, s. 16
vd.. Bu kitapta diğer kaynaklara işaret edilmiştir..
79. Fâtih ktp. no: 2269, vr. 115/a.
80. Sünnî-gayrisünnî mezhebler arasındaki çatışma bir dereceye kadar mazur
görülebileceği ve sayıca çok olduğu için biz burada hassaten sünnî mezheplerin
kendi aralarındaki çatışma ve çarpışmaları naklediyoruz.
81. Murtezâ Zebidî. İthâfü's-sâde (İhyâ şerhi), c. I, s. 282; Füllânî, age., s.
75; İbn Teymiyye, Mecmûatu'r-resâil, Mısır, 1966, s. 366-370; Ahmed Emin,
Zuhru'l-İslâm, c. II, s. 4-5; A. Metz, el-Hâdâratü'l-İslâmiyye, çev. Ebû Ride,
c. I, s. 392-395.
82. İbn Sübkî, Tabakâtü'ş-şâfiiyyeti'l-kübrâ, Kahire, 1965, c. III, s. 389-405;
İbnü'l-Esîr, el-Kâmil fi't-târih, Beyrut, 1966, c. X, s. 33; Prof. Dr. O. Turan,
Selçuklular Tarihi, İst. 1969, s. 241.
83. İbn Sübkî, age., c. IV, s. 234 vd.; Suyûtî, Târihu'l-hulefâ, Kahire, 1952,
s. 424; Prof. Turan age., s. 241.
84. Suyûtî, age., s. 384.
85. İbnü'l-Esîr, age., c. V, s. 340-344.
86. Murtezâ Zebidî, age., c. I, s. 282.
87. Mu'cemu'l-buldân, Beyrut, 1957, c. I, s. 209
88. Yâkût, age., c. III, s. 117.
*************************************************************
Fıkıhta Sünnî-Şîî
İhtilâfı
İçinde bulunduğumuz yıl içinde sınır komşumuz İran'da vukua gelen olaylar ve
değişiklikler sebebiyle Şiîlik meselesi ve Şiîlerle Sünnîler arasındaki farklı
ve ihtilâflı noktalar yeniden konuşulup tartışılmaya, incelenme ve yazılmaya
başladı. Ükemizde bazı müslümanlar İran devriminin yalnızca övülmesi, iyi
taraflarının ele alınması, tenkit ve açıklamaların -en azından- sonraya
bırakılması gerektiği kanaatini taşıyor, bunu hararetle savunuyorlar. Biz -Nesil
kadrosu olarak- bu kanaati tartışılabilir bulmaktayız. Çünkü Allah Teâlâ:
"Bilmediğin şeyin ardına düşme; doğrusu kulak, göz ve kalb, bunların hepsi o
şeyden sorumlu olur."90 "(Ey Muhammed), Dinleyip de, en güzel söze uyan
kullarımı müjdele. İşte Allah'ın doğru yola eriştirdiği onlardır. İşte onlar
akıl sahipleridir."91 buyuruyor.
Müslüman gerçeği görmek ve bilmek, bastığı yeri tanımak, peşine düşeceği
kimselerin istikametini öğrenmek mecburiyetindedir? İyiden örnek almak "hikmet
yitik malı" olan müminin kârıdır. Müşrik, ehl-i Kitap, ehl-i Bidat, Sünnî
müslüman kim olursa olsun -İslâm'a göre iyi olan- işlerinden örnek almak,
kötülerinden sakınmak müslümanın vazifeleri cümlesindendir. Ancak dışa ve
yaldıza bakıp kamaşan, eşyanın içyüzünü görmeye çalışmayan gözler, firaset şiarı
olan müslümanın gözleri değildir. Hakkı hak olarak görüp ona ittiba, bâtılı da
bâtıl olarak görüp ondan ictinab dualarımız arasındadır. İşte bu esaslardan
hareketle Şîayı, Sünnîlerden ayrıldıkları noktaları tanımak, karşılıklı
ilişkileri buna göre düzenlemek, onlara karşı irşad faaliyetimizi buna göre
yönlendirmek, neyi alıp neyi atacağımızı bu mi'yara vurmak bizim tutacağımız yol
olacaktır.
Nesil'de bugüne kadar çıkan yazılar Şiîliğin tarihi ile akâid sahasındaki
Sünnî-Şiî ihtilâfını yeterince açıklığa kavuşturmuş oldu. Biz bu yazımızda fıkıh
sahasındaki farlı görüşlere, ihtilâflı noktalara ışık tutmaya çalışacağız. Şu
anda vaktimiz yeni ve köklü bir araştırma yapmaya müsait olmadığı için daha önce
yapılmış bir çalışmayı özetleyerek bu boşluğu doldurmaya çalışacağız.
Önce kaynağımızı tanıyalım:
Hindistanlı meşhur büyük âlim ve müceddid Şah Veliyullah Dıhlevî'nin (1114-1176
h.) oğlu Allâme Abdülaziz Dıhlevî (1159-1239 h.), doğrudan doğruya Şiî
kaynaklara dayanarak bu mezhebin ve özellikle İmamiyye-İsnâ-aşeriyye92 kolunun
ilim, inanç, amel ve ahlâk sahalarındaki esalarını, Ehl-i Sünnet'ten farklı
noktalarını tesbit etmiş, bunları Sünnî esaslara göre cevaplandırmış, red ve
cerhetmiştir. Tuhfetü'l-isnâ-aşeriyye ismini verdiği eseri müellif Farsça olarak
yazmış, Gulâm Muhammed el-Eslemî de bunu hicrî 1127 tarihinde Arapça'ya terceme
etmiştir. Meşhur müfessir Âlûsî'nin torunu mufaassal bulduğu için hicrî 1301
yılında kısaltmış ve özet (muhtasar) Muhibbuddin el-Hatîb tarafından gerekli
notlar eklenerek neşre hazırlanmış, Kahire'de 1373'te tabedilmiştir.93
Bu kitabın 47-52 sayfaları Fıkıh Usulü, 208-237 sayfaları ise fıkhın fürû'
kısmına ait farkları açıklamaya tahsis edilmiştir. İşte biz de bu yazımızda o
sayfaları özetleyerek vermeye çalışacağız.
I. USÛL:
Şîa'ya göre şer'î deliller dörttür: Kitap, haber, icmâ' ve akıl.
1. Kitap:
Eldeki mushaf Hz. Osman tarafından yazdırılmış olup (hâşâ) tahrifler bulunduğu
için ma'sum imam vasıtasıyla alınan kısmından başkası muteber değildir.94
2. Haber:
Sahih, hasen, muvassak ve zayıf olmak üzere dört nevidir.
Sahih: Adalet sahibi olan imâmî (imamiyye mezhebine bağlı) vasıtasıyla ma'sum
imama ulaşan haberdir.
Hasen: Âdil olmamakla beraber iyi hal sahibi bir imâmî vasıtasıyla ma'sum imama
ulaşan (yani ondan gelen) haberdir.
Muvassak: Râvisinin akidesi bozuk olmakla beraber haberi tevsîk edilmiş olandır.
Zayıf: Râvisi mecruh (bozuk) olan haberdir.
Sahih haber ile amel gereklidir. Ancak râvinin Şiî olması şarttır.95
3. İcmâ':
İcmâ' mutlak olarak muteber bir hüküm kaynağı değildir. Bizzat icmaın bir değeri
yoktur. Çünkü ilk nesil (sahâbe), Ebu Bekir ve Ömer'in hilâfeti, mut'a nikâhının
haramlığı, Kitabın tahrifi, Hz. Peygamber'in (sav) mirasını varislerine vermemek
ve Fedek arazisini Hz. Fatıma'dan gasp konularında ittifak etmişlerdir. Bu
ittifaklar bâtıl olduğuna göre icmâ' da batıldır. İcmâ' ancak zımnında (içinde)
ma'sum imamın görüşü de bulunduğu zaman kıymet ifade eder.
4. Akıl:
Akıl ve ona dayanan kıyas mûteber değildir. Ancak ma'sum imamın irşadı içinde
akıla dayanılır. Yani imanın kavli rehberdir, akıl ona tâbîdir.
İşte Şî'a fıkhının Ehl-i Sünnet fıkhına uymayan hükümlerinin kaynağı yukarıda
özetlediğimiz usûl ihtilâfıdır. Şiâ'da her delil dönüp dolaşıp masum imama
varmakta, ancak onun tasdiki ile muteberlik kazanmaktadır. Masum (günah ve
hatadan korunmuş) imam ise başta Hz. Ali olmak üzere 12 imamdır 12. imamın
kaybolması üzerine büyük Şî'a âlimleri (fakih, müctehid, merci', âyetullah) onu
temsil etmişlerdir.*
II. FÜRÛ:
Fıkıh taharet (dinî temizlik) bahsinden feraize kadar binlerce mesele ve hükmü
ihtiva etmektedir. Bu meseleler içinde Şî'a ile farklı olduğmuz kısım da büyük
bir yekün tutmaktadır. Belli başlılarını maddeler halinde sıralıyoruz:
1. Tahâret:
a. Abdest bozduktan sonra taharet alırken kullanılan ve içine pislik karışan su
temizdir.
Ehl-i Sünnete göre bu su pistir.
b. Şarap ve alkollü içkiler temizdir.
Sünnet ehline göre bunlar pis sayılır.
c. Abdest alırken yüzün tamamını yıkamak farz değildir. Yüzün baş ve orta
parmaklar arasında kalan kısım enindeki yerini yukarıdan aşağıya yıkamak
kâfidir.
Sünnet ehline göre yüzün tamamı yıkanır.
d. Cenabetlikten çıkmak için yapılan gusülde önce abdest almak haramdır.
Sünnîlere göre bu abdest sünnettir.
e. Teyemmümde elleri bir kere yere dokundurmak kâfidir. Ayrıca alın da
meshedilir.
Sünnet ehline göre eller iki defa yere sürülecektir.
f. Takke, çorap, kemer, sarık gibi giysilere bulaşan her nevi pislik ile namaz
kılınabilir.
Sünnet:96 Bunlar da elbise gibi olduğundan şer'an pis olan şeylerle kirlenince
namaza mâni olurlar.
g. Kuru pislik bulunan yerde namaz kılınır. Eline koluna pislik bulaşan kimse
bunlar kuruyunca üflemek, silkelemek suretiyle temiz olur, namazını kılar.
Sünnet: Pislik olan yerde namaz kılınmaz. Yıkamadan bedendeki pislik
temizlenmez.
2. Namaz:
a. Kişi namaz kılarken meselâ: Hamuru hayvanın ulaşamayacağı bir yere kaldırmak
üzere on zirâ (arşın) kadar yürüyebilir.
Sünnet: Bu bir çok ameldir, namazı bozar.
b. Namazın başında "Sübhaneke" okurken "ve teâlâ ceddüke" diyenin namazı
bozulur. Keza bazı sûreler namazda okunmaz.
Sünnet: Bu kısmı okumak namazı bozmaz. Namazda her sûre okunabilir.
c. Bazıları namazda yeme ve içmeyi caiz görmüşlerdir.
Sünnet: Yemek içmek caiz değildir.
d. Bir kimse kadını çıplak olarak kucaklasa veya eliyle zekerini oynasa ve
ucundan su gelse (mezi), namazına mani değildir.
Sünnet: Bu durumda abdest bozulur.
e. Öğle-ikindi, akşam-yatsı, namazlarını -mazeretsiz olarak- birleştirip kılmak
caizdir. Mehdî'yi beklemek için dört namaz da birleştirilebilir.
Sünnet: Yolculuk vb. mazeretler olmadan namazları birleştirerek kılmak (cem'u's-salât)
caiz değildir.97
f. Ticaret maksadıyla yapılan yolculukta kasr-ı salât (dört rek'atlı farzları
iki rek'a kılmak) caiz değildir. Ancak Kâ'beye, Ravza'ya, Kûfe'ye ve Kerbelâ'ya
(bazılarına göre imamların kabirlerine) varmak için yapılan yolculuklarda
kısaltma yapılabilir.
Sünnet: Muayyen mesafeye (80-90 km.) yapılan yolculukta namazı kısaltarak kılmak
(dört rekatlı farzı iki kılmak) caizdir.
g. İmam gâib bulunduğu müddetçe cuma kılınmaz.
Sünnet: Müslümanlar cemaat halinde ve emniyet içinde bulundukları müddetçe cuma
kılınır.
3. Oruç:
a. Bazı Şîa mezheplerine göre suya dalmakla oruç bozulur. Erkeğe anüsünden
zekeri idhal ile oruç bozulmaz; halbuki imamları bunun aksini söylemişlerdir.
Sünnet: Birinci durum orucu bozmaz. İkinci durum bozar.
b. Hayvanın derisi, ağaç kabuğu ve yaprağı gibi -yenmesi âdet olmayan- şeyleri
yemek orucu bozmaz.
Sünnet: Bunları yemek orucu bozar.
c. Aşûrâ günü sabahtan ikindiye kadar oruç tutmak müstahabtır.
4. Zekât:
a. Külçe ve zinet şeklindeki altın ve gümüşten zekât ödenmez. Ancak bunlar geçer
para olunca zekât gerekir.
Sünnet: Altın ve gümüş -para olsun olmasın- zekâta tabidir.
b. Nakit haline gelmedikçe ticârî eşya zekata tâbî değildir.
Sünnet: Ticarî eşyanın aynından veya değerinden zekâtı ödenecektir.
c. Zekât verilen kimse bilâhare zenginleşirse veren zekâtı geri alır.
Sünnet: Ehline verilen zekât geri alınmaz.
5. Hacc:
a. Yol masrafı ve dönünceye kadar ailesinin nafakasına sahip olan kimse,
döndükten sonra bir ay ailesine bakacak fazla mala sahip değilse üzerine hacc
farz değildir.
Sünnet: Böyle bir şart yoktur.
b) İhramlı iken av yapana ilk av için keffâret gerekir, sonrakilere gerekmez.
Sünnet: Her av için keffaret gereklidir.
6. Cihad:
a. Hz. Peygamber (sav), Hz. Ali, -Muaviye ile sulhundan önce- Hz. Hasan, Hz.
Hüseyin ve Mehdî ile beraber olanlar için cihad farzdır. Bu beş vaktin dışında
cihad farz ve meşru değildir. Meşru olmayan cihadlarda alınan mal ganimet ve
esir kadınlar cariye olmaz.
Sünnet: Cihad kıyamete kadar devam edecek olan bir ibadettir.
7. Nikâh ve alış-veriş:
a. Nikâh ve beyi' ancak Arapça kelimelerle yapılabilir.
Sünnet: Her millet kendi dili ile nikâh ve satış yapabilir.
b. Baba hayatta iken dede, çocuk üzerinde mâlî velâyet hakkına sahiptir.
Sünnet: Yakın velî varken uzağın hakkı yoktur.
8. Ticâret:
Ticârette mü'minin mü'mine kârlı satış yapması mekruhtur.
Sünnet: Meşrû bir satım akdinde kâr meşrûdur; mümine ve kâfire kârlı satış
mekruh değildir.
9. Rehin:
Rehinde kabız (rehnedilen malı teslim almak) şart değildir. Rehin alan, maldan
-eğer rehnedilen cariye ise birleşmek suretiyle ondan- istifade edebilir.
Sünnet: Rehinde kabız şarttır. Rehin maldan istifade edilemez.
10. Vedîa:
Bir kimse diğerinin gasbedilmiş malını emanet olarak alsa, kendisinden emanet
aldığı gâsıb ölünce o malı inkâr etmesi gerekir.
Sünnet: Bu durumda emanet mal inkâr edilmez, varislere teslim edilir.
11. İcâre, hibe, sadaka, vakıf:
a) İcâre (kira akdi) ancak Arapça ile olur.
b) İmam Mehdî gaib bulunduğu müddetçe (yani bin yıldır) düşmanla savaş ve yol
kesen eşkıyaya karşı yolları beklemek için tutulan kimseler ücrete hak
kazanamazlar; çünkü bu müddet içinde cihad meşrû değildir.
c) Bağışlama ancak Arapça ile olur.
d) Cariyenin yalnızca fercini (onunla birleşmeyi) hibe caizdir.
e) Sadakadan caymak caizdir.
f) Cariyenin fercini vakfetmek caizdir. Mut'a yoluyla ondan istifade edenlerden
alınan ücret vakfın olur.
Sünnet: Bu maddelerde geçen hükümler Sünnî fıkha aykırıdır.
12. Mut'a ve nikâh:
a) Kadına anüsünden (dübür) yaklaşmak caizdir.
Sünnet: Bu çirkin fiil haramdır.
b) Mut'a nikâhı caizdir. Kadın geçici bir zaman için bir ücret (mehir)
mukabilinde nikâhlanır, müddet sona erince evlilik de biter.
Sünnet: Mut'a nikâhı caiz değildir.
13. Süt kardeşiliği:
Arka arkaya ve her biri doyurucu onbeş kere emmedikçe çocuk süt evlâdı olmaz;
sütün hükümleri cereyan etmez.
Sünnet: Süt kardeşliği ve analığı için onbeş doyurucu ve peşipeşine emiş şart
değildir.
14. Boşama:
a) Boşama Ancak arapça 'boşadım (tallaktuki)' demekle olur.
Sünnet: Arapça şart değildir.
b) İki şahit huzurunda yapılmayan boşama geçerli değildir.
Sünnet: Boşama şahit şartı yoktur.
15. Zıhar:
Zıhar yemini yapan (eşini anasına benzeten) köle azad etmek, iki ay oruç tutmak,
altmış fakiri doyurmak şeklinde sıralanan keffareti (birisini) yerine
getiremezse onsekiz gün oruç tutar.
Sünnet: 18 gün oruçlu bir keffaret yoktur.
16. Kazâ ve dâva:
a) Kadı'nın (hâkimin) hadler (şer'î cezalar) konusundaki hükmü, masum iman
bulunmadığı müddetçe geçerli değildir.
Sünnet: Masum imam şart değildir.
b) Bir kimse düşmanına zina isnad eder de bunu şahitler ile isbat edemezse yemin
ederek kazif (iftira) cezasından kurtulur.
Sünnet: Yemin ile kurtulamaz.
c) Büluğ çağına gelmemiş çocuğun kısas davasında şahitliği mûteberdir.
Sünnet: Mûteber değildir.
17. Av ve yiyecekler:
a) Ehl-i kitabın avladığı, Sünnîlerin ve keserken kıbleye dönmeyenlerin
kestikleri yenmez.
Sünnet: Bunları yemek caizdir.
b) Eti yenmeyen hayvanlar ile boğazlanmadan ölen hayvanların sütü helâldir.
Sünnet: Haramdır.
c) İçine bazı pisliklerin karıştığı su ile yapılan ekmek yenir.
Sünnet: Yenmez.
18. Ferâiz:
a) Oğlun oğlu, dede varken varis olamaz.
Sünnet: Varis olur.
b) Zevce akara varis olmaz.
Sünnet: Olur.
c) Ölünün en büyük çocuğuna bazı şeyler verilir. (Kılıç, yüzük, mushaf...)
Sünnet: Verilemez; hepsi verenindir.
19. Cezalar:
a) Akıllı bir kadınla zina yapan mecnuna had (ceza) uygulanır.
Sünnet: Akıl hastası sorumlu değildir.
b) Gözsüz (âmâ) kimseye katlden dolayı kısas gerekmez.
Sünnet: Gerekir.
c) Aç bir kimse, kendisine yiyecek vermeyen kimseyi öldürüp yiyeceği alarak
hayatını devam ettirir; öldürene kısas ve diyet gerekmez.
Sünnet: Öldüremez.
Sonuç:
Farklı ve ihtilaflı noktalara daha birçok örnekler vermek imkânı vardır. Ayrıca
Şî'a fırkalarının kendi aralarında da bu mevzûlarda ittifak yoktur. Bazılarının
Sünnîlerle ihtilafı daha çok, bazılarının ise daha azdır. Bizim bu özetlemeyi
yapmaktan maksadımız ihtilâfı büyütmek, müslüman grupları birbirine düşürmek
değildir. Ehl-i Sünnetin, iman hududu içinde olan bidat fırkalarına bakışı
kardeşçedir. Onlar Sünnîlere düşmanca davranıp saldırmadıkça Sünnîler de
saldırmaz.
Daha ileri derecede birlik ve beraberlik ise ancak iki cemaatin ulemâsı
arasında, iyiniyete ve ilme dayalı görüşmeler, tartışmalar ve anlaşmalar sonunda
gerçekleşebilir. Bizim de temennimiz bundan ibarettir.
89. Nesil dergisinde neşredilmek üzere yazılmış idi.
90. İsrâ: 17/36.
91. Zümer: 39/17-18.
92. İran Şiîliği de İmamiyyenin bir kolu olan Câferiyye olup, İsnâ-aşeriyye'ye
dahildir.
93. Muhtasar daha önce 1315'te Hindistan'da tabedilmiştir.
94. Son asır İran müctehidlerinden Âlü Kâşifi'l-¼ıta, tahrif iddialarının
varlığını, bu konuda rivâyetlerin bulunduğunu kabul etmekle beraber bu iddiayı
reddediyor ve "müslümanların elindeki Kur'ân Allah'ın inzâl ettiği Kur'ân'dır.
Onda tahrif ve eksiklik yoktur" diyor. Bkz., Aslu'ş-Şiâ, 14 bs., s. 101. Buna
göre tahrif iddiasının bütün Şîa'da değil, bazı müfrit gruplarda bulunduğunu
kaydetmek gerekiyor.
95. Âlü Kâşifi'l-¼ıta, hadîsin muteber olabilmesi için şu râviler zincirinden
geçmesinin şart olduğunu kaydediyor: Sâdık-Bâkır-Zeynelâbidin-Hüseyn-Ali-Resûlullâh
(sav); age., s. 115.
* Şî'a'da Fıkıh Usûlü konusunda geniş bilgi için
96. "Sünnet ehline göre" ifadesini çok kullanacağımız için "Sünnet" şeklinde
kısaltıyoruz.
97. Hanefîlere göre hacc esnasında, Arafat ve Müzdelife'de yapılan hariç başka
yerde namaz vakitlerini cem etmek (birleştirerek kılmak) caiz değildir.
***************************************************************
Şî'a'ya İftirâ mı?
Akşam gazetesi 26 Ocak 1995 tarihli nüshasında, "İslâm ve Mezhebler" yazı
dizisinde "Ehl-i Sünnet ve Şî'a arasındaki farklar" başlıklı bir yazı
neşrediyor. Bu yazıyı da, diziyi kaleme alan Murat Aydın ve A. Zafer Öztürk
benim onbeş yıl önce bir dergide neşrettiğim ve bilahare
İslam'ın Işığında Günün Meseleleri isimli kitabıma da aldığım makaleden
iktibas ediyorlar. Ben bu makelede Şî'a ile Ehl-i Sünnet arasındaki fürûa (fıkha
ait) farkları kendi araştırmama ve tercihlerime göre değil, Abdülaziz Dıhlevi
(1159-1239 h.) isimli bir âlimin Tuhfe isimli bir eserinin özetinde mevcut
tesbitlere göre kaydediyorum, bunu da açıklıyorum. Müellif farkları tesbit
ederken Şî'a'nın mûteber kaynaklarına dayandığını ve itiraz edilmesin diye Sünnî
kaynakları kullanmadığını da bildiriyor. Ben makalenin sonunda, müellif farkları
böyle tesbit etmişse de bunların tamamında bütün Şîa âlimleri ittifak etmiş
değillerdir, aralarında farklı ictihadda bulunmuş olanlar vardır diyor ve
ekliyorum: "...Bizim bu özetlemeyi yapmaktan maksadımız ihtilafı büyütmek,
müslüman grupları birbirine düşürmek değildir. Ehl-i Sünnetin, iman hududları
içinde olan bidat fırkalarına bakışı kardeşçedir. Onlar Sünnîlere düşmanca
davranıp saldırmadıkça Sünnîler de saldırmaz. Daha ileri derecede birlik ve
beraberlik ise ancak iki cemaatin ulemâsı arasında, iyi niyete ve ilme dayalı
görüşmeler, tartışmalar ve anlaşmalar sonunda gerçekleşebilir. Bizim de
temennimiz bundan ibarettir."
Biz bu temenniyi ızhar edip orada kalmadık, iki yıl önce İSAV himayesinde İran'a
bir araştırma gezisi tertipledik, orada çeşitli kesimlerden insanlarla görüştük,
tartıştık, kaynaklar ve dostlar edindik. Döndükten sonra da "Tarihte ve
Günümüzde Şîîlik" konulu bir sempozyum tertip ettik, bu toplantıya tanınmış Şî'a
âlimlerini (müctehidleri, âyetullahları) davet ettik. İlim, insaf ve kardeşlik
ölçüleri içinde tebliğler sunuldu, tartışmalar yapıldı, sonunda kardeşlik ve
dayanışma istikametinde önemli adımlar atıldı.
Bütün bunlardan habersiz olduğu anlaşılan, yalnızca gazetede çıkan yazıya bakan,
zahmet edip de alındığı kitaba bile göz atmayan bir zat acele ile bir cevap
yazıp gazeteye gönderiyor, 28 Ocak 1995 tarihli nüshada çıkan bu yazıda beni "Şî'a'ya
ve Câferî fıkhına, Hayrettin Karaman tarafından isnad edilen yalan ve iftiralar"
ifadesiyle ağır bir şekilde ittiham ediyor. O günlerde yurtdışında bulunduğum
için geciken aşağıdaki cevabî satırları, bu kişinin ittihamlarından alındığım
için değil, Şiî kardeşlerimizin incinebileceklerini düşündüğüm için kaleme
alıyorum.
1. Şî'a ile Ehl-i Sünnet fıkhı arasındaki önemli farkları, Şî'a kaynaklarına
dayanarak tesbit eden, yazan ve Şî'a'ya isnad eden ben değilim, yukarıda adını
verdiğim âlimdir. Benim buradaki rolüm nakilden ibarettir. Eğer bu tesbitler
uydurma ve iftira olsaydı, ben de bunu bildiğim halde açıklamadan nakletmiş
bulunsaydım elbette sorumluluğa katılmış olurdum, ancak yine de isnad ve iftira
bana ait olmazdı. İşin gerçeğine gelince, Abdulaziz Dıhlevî'nin imamî, isna-aşerî
Şî'a'sına ait olduğunu ileri sürdüğü ictihadlar asla iftira değildir, onların
mûteber kaynaklarında mevcuttur. Bu konuların bir kısmında Şî'a müctehidleri
arasında ictihad farkları vardır, nitekim ben de bunun böyle olduğunu, kitaptaki
yazımda kaydetmişimdir.
2. Bir ictihadın, fıkhî hükmün mezhebde, fıkıh kitaplarında bulunması başka, o
mezhebe bağlı olanların o hükümle fiilî ilişkileri başkadır. Fıkıh kitabında
"takke, çorap kemer gibi şeylerde pisliğin bulunması namaza mani değildir" diye
yazar, bu bir mezheb ictihadı ve hükmüdür, ancak bundan dolayı Şîî
kardeşlerimizin pislik içinde namaz kıldıklarını düşünmek doğru değildir.
Uygulamada bu ictihadın kullanılışı: "Eğer bir kimse böyle bir durumda namaz
kılmış ise namazı sahihtir" şeklinde olur.
Mut'a örneği de böyledir; Şîî mezhebinde mut'a nikahı caizdir demek, mesela
İran'da hergün, her yerde, yüzlerce insan mut'a nikahı yapıyor demek değildir.
Nitekim biz, İran gezimizde şunu tesbit ettik: Belli başlı aileleler, sosyal
mevkiî ve itibarı yüksek olanlar bu nikaha kerih gözle bakıyor, aile
hayatlarında yer vermiyorlar. Diğer tabakalarda da uluorta uygulanmıyor, bir
düzene, nizama ve müeyyidelere bağlanmış bulunuyor.
3. Sayın yazar benim iftira ve isnad ettiğimi iddia ettiği 10 madde sıralamış;
bunların Şî'ada bulunmadığını, tarafımızdan yalan yere onlara mâledildiğini
ileri sürmüştür. Aşağıda bu 10 maddeyi teker teker ele alacak, hemen her Şîî
âlimin bildiği, elinin altında tuttuğu ve mûteberliği tartışmasız bulunan bir
kaynaktan98 çoğunun yerini göstereceğiz; böylece bir iftiranın bulunmadığı,
benim de bir iftirayı incelemeden nakletme suçunu işlemediğim ortaya çıkacaktır:
a) Abdest bozduktan sonra taharet alırken kullanılan ve içine pislik karışan su
temizdir.99
"Abdest alırken kullanılan su hem temizdir, hem de onunla yeniden temizlenmek
caizdir, gusülde kullanılan su ise temizdir... Kendisi ile necaset temizlenmiş
bulunan suya karışan necaset suyun tabii vasıflarını (rengi, tadı, kokusu)
değiştirmemiş olursa bu suyun temiz olup olmadığı konusunda iki ictihad vardır,
bunların doğruya daha yakın olanı suyun pis olduğudur, ancak istinca suyu (adest
bozduktan sonra taharetlenmede kullanılan su) bundan müstesnadır."100
b) Şarap ve alkollü içkiler temizdir.101
Sarhoşluk veren içkilerin namaza mâni olmak bakımından pis olup olmadıkları hem
Sünnîler, hem de Şî'a arasında tartışılmış ihtilaflı bir konudur. Tuhfe yazarı
bunların temiz olduğu görüşünü İbn Babeveyh, Cu'fi ve İbn Akıyl'den nakletmiş,
diğer müctehidlere göre böyle olmadığını açıklamıştır. Nitekim Hillî'ye göre de
sarhoş eden içkiler pistir (s. 18). Bu konuda da iftira yok, özetleme sebebiyle
detayın verilmemiş olması husûsu vardır.
c) "Eline, koluna pislik bulaşan kimse pisliklerin vücuttan ve elbiseden izale
edilmesi gerekir..."102, "Toprak, hasır vb. şeyler üzerinde bulunan sidik ve
benzeri pislikleri güneş kurutunca bunların üzerinde namaz kılınır..."103
d) İmam kayıp bulunduğu müddetçe namaz kılınmaz.
Ne Tuhfe'de, ne benim kitabımdaki naklimde, ne de gazetenin naklinde böyle bir
ifade var, biz böyle bir söz söylemedik ve yazmadık. Bizim Tuhfe'den
naklettiğimiz ifade şudur: "İmam gaib bulunduğu müddetçe cuma namazı
kılınmaz."104
"Cumanın birinci şartı âdil sultandır" (Hillî, Muhtasar, 35). İmam gaib
bulunduğu müddetçe cuma namazının ihtiyârî olduğu bütün Şîî ilmihal kitaplarında
yazılıdır.
e) Bazı Şî'a mezheblerine göre suya dalmakla oruç bozulur. Erkeğe anüsünden
zekeri idhal ile oruç bozulmaz.105
Suya dalmanın orucu bozacağı kuvvetli ictihad ile sabittir, bunun bozmayıp
mekruh olacağı ictihadı da vardır.106
Diğer konu Şî'a müctehidleri arasında ihtilaflıdır, Tufhe yazarına göre
ekseriyetin ictihadı böyledir. Bu mezkûr çirkin fiilin caiz olması demek
değildir, bu fiil Şî'a'ya göre de haramdır, bunun cima sayılıp orucu bozması
veya sayılmayıp bozmaması ise ayrı konudur. Nitekim aynı çirkin fiilin guslü
gerektirip gerektirmediği konusunda da -cima sayılıp sayılmamasına bağlı olarak-
ihtilaf edilmiştir.107
f) Hayvanın derisi, ağaç kabuğu ve yaprağı gibi yenmesi âdet olmayan şeyleri
yemek orucu bozmaz.108
Bu da Şî'a arasında ihtilaflı olup Hillî'ye göre yenmesi âdet olan da olmayan da
bozar (s. 65).
g) Mü'minin mü'mine kârlı satış yapması mekruhtur.109
Zarûret bulunmadıkça mü'minin mü'mine kârlı satış yapmasının mekruh olduğu
Hillî'nin Muhtasar'ında açıkça yazılıdır (s. 120). Aynı eserin 157. sayfasında
da mü'minden maksadın "İmamî İsna-aşerîler yani Şî'a'nın bu kısmı" olduğu
açıklanmıştır.
h) Rehnedilen malı teslim almak şart değildir. Rehin cariye ise, rehin alan
onunla birleşerek istifade edebilir.110
Hillî'nin Muhtasar'ında her iki konunun da Şî'a arasında ihtilaflı olduğuna;
yani bu ictihadı ileri sürenlerin bulunduğuna işaret edilmiştir. (s. 137).
ı) Bir kimse diğerinin malını emanet olarak alsa, mal sahibi ölünce o malı inkâr
etmesi gerekir (s. 728).
Kitabımızda bu ifade bulunmakla beraber bir baskı hatası yüzünden bir kelimenin
düştüğü anlaşılmaktadır. Düşen kelime "Mağsub: gasbedilmiş" kelimesidir, ifade
"bir kimse diğerinin mağsub malını..." şeklinde olacaktır.111
Bir kimse ikinci şahsın malını gasbediyor, haksız ve rızasız olarak alıyor,
sonra bunu üçüncü bir şahsa emanet bırakıyor. Bu gasbeden kişi veya vefatı
halinde vârisleri gelip malı istediklerinde emanet edilen kişinin bu malı inkâr
etmesi, onlara vermemesi ve asıl sahibine ulaştırmaya gayret etmesi gerekir.
Zalim bir gâsıb gelip bir emanet malı almak istese emanetçi malı ona vermez,
gerekirse kendisinde bulunmadığına yemin eder...112
i) İçine bazı pisliklerin karıştığı su ile yapılan ekmek yenir.113
"Pislik karışmış su ile yapılmış hamuru yemek caiz değildir. Bunun piştikten
sonra caiz olduğu şeklinde bir rivâyet vardır; çünkü ateş onu temizlemiştir."114
Sonuç:
Dıhlevi'nin eserinin (Tuhfe'nin) özetinde sıralanan ve oradan bizim makalemize
aldığımız, oradan da gazeteye iktibas edilen ihtilaf konularının (iki mezheb
arasındaki farkların) yalan ve iftira olmadığı, kitabımızda ifade edildiği gibi
-aralarında görüş farkları bulunsa bile- Şî'anın çeşitli kollarında ve
ictihadlarında bu hükümlerin mevcut bulunduğu, bunların önemli bir kısmının
muhtasar ve muhteber bir imamî-isna-aşerî mezheb kitabında bulunduğu yukarıda
gösterilmiştir. Şu halde ortada bir yalan ve iftira yoktur. Ayrıca bunların
bizim makalemizde zikredilmesinin amacı da tefrika değil, bilgi vermek, itikadda,
usûl ve fürûdaki farkların farkında olunmasını ve buna göre herkesin istediği ve
beğendiği mezhebi benimsemesini (ezbere, bilmeden değil, bilerek, şuurla
benimsemesini) sağlamaktır. Bundan da öte, aradaki farkları, iyi niyet, insaf ve
ilimle ele alarak asgarîye indirmeye çalışmak, geriye yine de farklar kalırsa
bunu da anlayışla karşılamayı, asla tefrikaya âlet edilmemesini telkin etmektir.
Allah'ı, Kitabı, Peygamber'i (sav), kıblesi bir olan -Şîîsi, Sünnîsi, Zeydîsi,
Câferîsi, Alevîsi ile- bütün mü'minlere yakışan kardeş olmak, mânevî, evrensel,
ortak değerlerini elbirliği ile insanlığa sunmak, iyilikte, ibadette, İslâmı ve
müslümanları korumakta, diğer insanlara da faydalı olmakta yarışmaktır.
98. Ebu'l-Kâsım Necmuddin Ca'fer b. Hasen el-Hillî, (v. 676), el-Muhtasaru'n-nâfi'
fî fıkhi'l-İmâmiyye, Tahran, 1402.
99. Tuhfe, 211.
100. Muhtasar, 3-4.
101. Tuhfe, 211.
102. Tuhfe, 28.
103. Muhtasar, s. 19.
104 Tuhfe, 218.
105. Tuhfe, 219.
106. Muhtasar, s. 65.
107. Muhtasar, s. 8.
108. Tuhfe, 219.
109. Tuhfe, 223.
110. Tuhfe, 224.
111. Tuhfe, 224.
112. Muhtasar, s. 150.
113. Tuhfe, 235.
114. Muhtasar, s. 245.
*************************************************************************
Şî'a'da
İmamlık ve Velâyet-i Fakih Anlayışı
İmamlık:
M. el-Huseyn, Aslu'ş-Şî'a ve usûluhâ isimli eserinde (Necef, 1965) Şîîlerin
imamet anlayışını şöyle açıklamaktadır:
"İmâmî-Şîîler iman esaslarına bir beşinciyi daha eklemişlerdir ki bu da imamete
inanmaktır; yani imametin, peygamberlik gibi ilâhî bir mevki (mansıb) olduğuna
iman etmektir. Nasıl Allah, kullarından dilediğini peygamberlik ve elçilik için
seçer ve onu nas yerine geçen mucize ile destekler ise (Rabbin dilediğini
yaratır ve seçer...) aynı şekilde imamlık için de dilediğini seçer ve "onu sözle
(nas ile) belirlemesini, peygamberin yaptığı işleri, ondan sonra yapması için
onu tayin etmesini" peygamberine emreder. Şu farkla ki imama, peygambere geldiği
gibi vahiy gelmez; imam, ilâhi bir yönlendirme ile din bilgi ve hükümlerini
peygamberden alır. Sonuç olarak peygamber Allah'tan alıp bildirmekte, imam da
peygamberden alıp bildirmektedir. İmamet makamı oniki imamda zincirleme olarak
gerçekleşmiştir, bunların herbiri kendisinden sonra gelecek olanı belirlemiş ve
tayin etmiştir (nasb). Şî'a imamın, peygamber gibi, günah ve hatadan korunmuş
olmasını (masum olmasını) da şart koşmuşlardır; aksi halde ona
güvenilemeyecekti. "Seni insanlara imam kılacağım. 'Neslimden gelecek olanları
da' dedi, Allah, zalimler benim ahdimi elde edemezler' buyurdu" meâlindeki
âyet116, iyi düşünenler için imamın masum olması gerektiğini açıkça ifade
etmektedir.117 İmam aynı zamanda her fazilette yaşadığı çağın en üstünü, her
ilimde en bilgini olacaktır. Çünkü imamı göndermekten maksat insanları, ilim ve
iyi davranışlar (amel-i sâlih) yoluyla kemale erdirmek, ruhlarını arındırmak ve
ahlâklarını güzelleştirmektir. "Cahillere âyetleri okumak, onları eğiterek
yüceltmek, Kitab'ı ve hikmeti öğretmek için resûl gönderen O'dur."118 Kendisi
eksik olan başkasını tamamlayamaz, yokluk içinde olan başkasına birşey veremez.
Buna göre imam, üstün vasıflar bakımından Peygamberin (sav) altında, diğer
insanların ise üstünde bulunmaktadır. Buraya kadar zikredilen vasfları ile
imamete inananlar, Şîîlere göre "özel mânâda mü'mindirler". İmâmet dışında kalan
imam esaslarına inananlar (imamete inanmayanlar) ise "genel mânâda mü'mindirler".
Genel mânâda mümin olanlara da müslüman olarak muâmele edilir kanları, malları,
namusları dokunulmazdır, korunurlar, gıybetleri yapılmaz... İmâmete inanmadılar
diye İslâm'dan çıkmış olmazlar; ancak âhirette dereceleri, imamete inananların
gerisinde olur."119
"Allah nezdinde akitler, nesneler ve davranışların herbiri için "helâl, haram,
caiz, sahih, bâtıl..." şeklinde bir hüküm vardır. Bunları kullara zaman içine
yayarak bildirme hikmeti bir kısmının bildirilmesini geriye bırakmıştır.
Hükümleri bildirilmeyen, saklı tutulan husûsları Peygamber (sav), kendisinden
sonra imam olmalarını vasiyet ettiği kişilere bildirmiştir. Her vasiyetli imam,
bu bilgileri, kendisinden sonra gelene, zamanı geldiğinde açıklaması için
aktarır..."120
Velâyet-i Fakih:
"İran anayasasının beşinci maddesine göre İmam Mehdî kayıp bulunduğu müddetçe121
İran İslâm Cumhuriyeti'nde iş ve ümmetin velâyeti (devlet ve ümmetin yönetimi),
halkın çoğunun tanıdığı ve liderliğini kabul ettiği âdil, takvâ sahibi, çağı
bilen, cesur, tedbirli ve yönetici fakihe (müctehid derecesindeki hukuk âlimine)
ait olacaktır.
107. Maddeye göre fakihlerden birisi mezkûr çoğunluğu elde edemezse şartları
taşıyan üyelerden kurulu yönetim kurulu veya yönetici (kaid) bu sorumluluğu
üslenecektir.
Velâyet-i fakih (hukuk uzmanının yönetim ve tasarruf yetkisi) gerek Ayetullah
Humeynî'nin düşüncesinde ve gerekse bizzat Şîî mezhebi hukukçuları arasında en
fazla tartışma götüren bir teoridir. Mezkûr beşinci madde velâyet-i fakihi
benimsemenin yanında kayıp İmam Mehdî'ye de işaret etmektedir. (Bu imam, İmâmî
Şiîlerin inancına göre onikinci imamdır, yeryüzü zulüm ile dolduktan sonra o
gelecek ve dünyada adâleti hâkim kılacaktır). Bu konu, İmâmî-Şîîler ile
-genellikle Şîîlerin imam anlayışlarını ve özellikle de imamın kaybolmasından
sonra ortaya çıkmasını kabul etmeyen- Sünnîler arasında uzun tartışmalar
doğurmuştur...
Velâyet-i fakih konusu, en açık biçimde, bizzat Ayetullah Humeynî tarafından,
el-Hukûmetu'l-İslâmiyye isimli eserinde ortaya konmuştur. Bu düşünce veya
teorinin dayanağı şudur: Onikinci İmam'ın kaybolmasından tekrar ortaya çıkarak,
zulümle kaplanmış yeryüzünü adâletle doldurmasına kadar müslümanların, İslâmî
bir hükûmetten mahrum kalmaları mâkul değildir (düşünülemez). Bu konuyu Humeynî
şöyle dile getiriyor: İmamımız Mehdî'nin büyük kayıplığından günümüze kadar bin
yıldan fazla zaman geçti. Ümmetin menfâati (maslahat), beklenen İmam'ın
gelmesini gerekli kılıncaya kadar daha binlerce yıl geçebilir. Bütün bu zamanlar
boyunca İslâm'ın uygulanması duracak mıdır? Daha açık bir deyişle Allah, İslâm
dininin ömrünü ikiyüz yıl olarak mı sınırlamıştır? (Peygamber'in (sav)
zamanından İmam'ın kaybolduğu zamana kadar geçen müddet ile mi sınırlamıştır?).
Birinci kaybolmadan sonra İslâm'ın her şeyini kaybetmesi olacak şey midir?"
Humeynî bu sorulara şu cevabı veriyor: "Böyle bir görüşü benimsemek, bana göre
İslâm dininin geçerliğini kaybettiğine (mensuh olduğuna) inanmaktan daha
kötüdür."122
Beklenen İmam yeniden ortaya çıkıncaya kadar ümmetin hükûmetsiz kalmaması için
yöneticide aranacak şartlar, Humeynî'ye göre İslâmî idarenin özelliğinden
kaynaklanmaktadır? Akıl, ergenlik çağı, yönetim becerisi gibi genel şartlar
dışında burada önemli iki şart söz konusudur: 1. İslâm hukukunu bilmek, 2.
Adâlet. İslâm hukukunu bilmek ve adâlet vasıfları imamlığın temel şartlarıdır.
Bir şahıs tabiat ilimlerini, müsbet ilimleri yetirince bilse, bu konularda
beceri sahibi olsa da İslâm hukukunu bilmese bu bilgiler onu -İslâm hukukunu
bilen ve adâlet içinde yaşayan- kimseden öne geçiremez ve onu başkanlığa ehil
kılmaz.123
Humeynî, kayıp imamın yönetiminin -geçici olarak- yerini tutacak olan fakihin
yönetimini (velâyet-i fakihi) şöyle tarif ediyor: "Âlim ve iyi ahlâk sahibi bir
hukukçu (fakih) hükûmeti kurmaya muvaffak olursa, o da toplumu Peygamber'in
(sav) yönettiği gibi yönetir. Halkın da onu dinlemesi ve itâat etmesi gerekli
(farz) olur. Bu başkan fakih, halkı yönetme ve yönlendirme bakımından Allah
Resûlü'nun (sav) ve müminlerin Emîri'nin (Hz. Alî'nin) selâhiyetlerine sahiptir.
Sonra Humeynî fakihin müslümanlar üzerindeki tasarruf hakkı (velâyeti) ile
vasilerin küçükler üzerindeki tasarruf haklarını mukayese ediyor ve şu sonuca
varıyor: "Hz. Peygamber (sav) ve Emîru'l-mü'minîn'in tasarruf hakkı ile İmam
kayıp iken fakihin tasarruf hakkı farklı değildir."124
Esâsu'l-hukûmeti'l-İslâmiyye isimli eserini İran devriminden sonra kaleme alıp
neşreden Şîî yazar Kâzım Hâirî de velâyet-i fakih konusunu incelemiş ve
Humeynî'nin yukarıda özetlenen görüşünü teyit etmiştir. Hâirî ayrıca velâyet-i
fakih ile şûrâyı mukayese etmiş ve şûranın (danışmanın) İslâmî yönetim
esaslarından biri olmadığı sonucuna varmıştır... Biz burada şûra meselesi ile
meşgul olmayacak, önce velâyet-i fakih düşüncesine karşı çıkan Şîî âlimlerin
görüşlerini verecek, sonra da kendi görüşümüzü arzedeceğiz.
Şiî âlimlere göre velâyet-i fakih:
Bazı çağdaş Şîî âlimler, Humeyni'nin velâyet-i fakih düşüncesine karşı
çıkmışlardır. Bu âlimlerin bir kısmı, imparatorluk yönetiminin yıkılması için
yapılan devrimde İran halkının yanında olmuşlardır; bunların gerek ihtilâlin
yönlendirilmesi ve gerekse zaferden sonra önemli hizmetleri geçmiştir. Mezkûr
düşünceye karşı çıkan âlimlerin bir kısmı ise İrân dışında olup bunların da
devrimin yönetimi ve desteklenmesinde açık tavırları olmuştur.
Birinci grubun içinde, İran'daki Şîî âlimlerin büyüklerinden biri olan Ayetullah
Şerîatmedârî vardır ve şöyle demektedir: "Bizim peşinden koştuğumuz,
gerçekleştirmek istediğimiz, yönetimi bizzat halkın üstlenmesidir. İslâm
Cumhuriyeti budur. Çünkü bir şahsın, yahut bir sınıfın idareyi ele alması, halkı
yönetmesi caiz değildir. Serbest seçimlerle temsilcilerini seçmek halkın
hakkıdır. Halkı idare etmek isteyen her hükûmet, cumhurbaşkanının tayininden
sonra bir de parlamentonun güvenoyunu almak zorundadır. Parlamento kanun
çıkarırken çoğunluğun oyuna riâyet edecektir; çünkü halkın büyük ekseriyeti
müslümandır ve kanunların İslâm'a aykırı olması caiz değildir."
İkinci grupta yer alan âlimlerden biri meşhur Şîî âlim Muhammed Cevad
Muğniye'dir. Bu zatın, vefatından kısa bir süre önce neşrettiği kitabı, Humeynî
ve İslâm Devleti adını taşımaktadır. Müellif kitabının giriş kısmında Humeynî'ye
karşı olan sevgi, takdir ve araştırma sonucu ulaştığı inancını dile getirmiş ve
onu hem soy, hem de şahsiyet bakımından Cemâleddin Efgânî'ye benzetmiştir. M.
Cevâd'ın bu eserinin ana konusu Humeynî ile paylaşmadığı, ondan farklı düşündüğü
iki meseleden oluşmaktadır: 1. Velâyet-i fakih, 2. İslâm devletinin mâlî
sistemi, burada bizi ilgilendiren konu birincisidir. Bu konuda Humeynî, fakîhin
velâyetini, Peygamber (sav) ve Masum imamların velâyetleri (tasarruf ve yönetim
selâhiyetleri) gibi genel kabul ederken M. Cevad bu velâyeti daha dar sınırlar
içinde kabul etmektedir.
M. Cevad, Humeynî'nin bu konudaki düşüncesini reddederken şöyle demektedir:
"Günahtan ve hatadan korunmuş Peygamber (sav) ve İmam'ın sözü ve emri tam olarak
vahiy gibidir; o kendi kafasından konuşmaz.125 Bunun mânâsı şudur ki masûm
imamın; büyük, küçük âlim, cahil herkes üzerinde kendisine itâat edilme ve
onları temsil etme hakkı vardır. Masum İmam mevcut oldukça maddî ve mânevî
otorite, hâkimiyet yalnızca kendisine aittir. Böyle olmasa idi o veli olmaz,
velâyet altında bulunmuş olurdu; biliyoruz ki hata ve günahtan kurtarılmış,
arınmış bulunan imamın üzerinde (üstünde) yalnızca Büyük Yaratıcı ve Yönetici
(Allah) vardır. Bu böyle olunca, masûm imam kayıp bulunduğunda onun tasarruf
hakkı (velâyeti) tam olarak fakihe geçer, denebilir mi?! Masûm imamın hükmü her
türlü şüphe ve tereddütten uzaktır, onun hükmü delilin konusu değildir, bizzat
delildir, o hüküm konusunun dışı ile değil, içi ve özü ile ilgilidir. Fakihin
hükmüne gelince bu delil konusudur, dış görünüşe dayanmaktadır; yalnız bu kadar
da değildir, fakihin hükmü unutma, böbürlenme, aldanma, şahsî duygular, çevrenin
tesiri, sosyal ve ekonomik şartların değişmesinden etkilenebilmektedir."126
M. Cevad kitabında, kendi görüşünü teyit eden ve geçmiş devirlerin Şîî ulemâsına
ait bulunan bazı ifadeleri de nakletmektedir:
1. Ensârî'nin el-Mekâsib isimli eserinden:
"Fakihe de tıpkı imama olduğu gibi itâat edileceğine dair bir delil mevcut
değildir. Muhtemeldir ki âlimlerin önemini belirtmek için söylenmiş bulunan
"fakihler de imamlar gibidir" sözünden bu hayalî sonucu çıkarmış olalar. Fakat
sözün başı, sonu, konusu insaf ile incelenirse görülecektir ki bu söz, dini
yayma konusunda âlimlerin rolüne işaret için söylenmiştir; yoksa fakihler,
imamlar ve peygamber gibidir denilmek istenmemiştir. Özet olarak imama itâat
edildiği gibi fakihe de itâatin farz olduğunu isbat imkânsız gibidir.
2. Mirzâ Nâînî'nin Munyetu't-tâlib isimli eserinden:
"İmamın kayıp oduğu süre içinde fakihin fetvâ verme ve kazâ (mahkeme ederek
hüküm verme) selâhiyetinin bulunduğu bellidir. Kazâ selahiyeti çerçevesinde
giren dâva konusu şeyi dâvalıdan almak, borcunu ödememekte direnen borçluyu
hapsetmek, bazı hisbe (asayiş vb.) hizmetlerini yürütmek de böyledir. Problem
amme velâyeti (genel yönetim, devlet başkanlığı) selahiyetinin bulunup
bulunmadığı konusundadır. Âlimlerin yeri ve önemini anlatan bazı rivâyetlere
dayanarak fakih için amme velâyeti hakkının bulunduğu sonucuna varanlar
olmuştur. Fakat bu rivâyetlerin, iddiâ edilen selâhiyeti isbat etmediğini sen de
bilirsin. İmamlar için bahis mevzûu olan velâyetin fakihler için de var olduğunu
isbat konusunda delillerin yetersiz bulunduğunda şüphe yoktur."
Bazı araştırmacılar velâyet-i fakihin, küçükler üzerindeki kayyim, vasî vb.
velâyetine kıyas edilmesini şöyle tenkit etmişlerdir: Peygamber'in (sav)
mü'minler üzerindeki velâyeti, veli ve vasîlerin kısıtlılar üzerindeki
velâyetine benzemez. "Peygamber'in (sav) müminlere kendilerinden daha yakın ve
velî olması" hiçbir şekilde mü'minlerin kısıtlı oldukları mânâsını ihtiva etmez.
Eğer böyle olsalardı onlara hiçbirşey farz olmaz ve belli cezalar uygulanmaz,
kendilerinden, reşit olanlara mahsus itâat beklenmezdi; aksine mü'minlerin
itâatı, küçüğün velîsine, bunamış birinin kayyimine itâati gibi olurdu...
Velâyet-i fakih konusunda bizim görüşümüz
(Prof. el-Avvâ'nın görüşü):
Bir kısmını yukarıda verdiğimiz sözlerden anlaşıldığına göre velâyet-i fakih,
Şîî fıkhında çok eskiden beri konuşulan bir meseledir. Şîî âlimler, fakihin
hakkı olan velâyetin nasıl bir velâyet olduğu konusunda farklı görüşler ileri
sürmüşlerdir: Velâyet-i fakih devlet başkanlığı selâhiyetini de içine alan genel
bir velâyet midir, yoksa müftülük ve hâkimlik haklarından ibaret olan özel bir
velâyet midir? İşte bu husûs tartışılmıştır.
Öyle anlaşılıyor ki, ikinci görüş (fakihin yalnızca müftülük ve hâkimlik
selâhiyetini taşıdığı görüşü) Şîî âlimlerin tercih ettikleri ve inandıkları
görüştür. Bunu şundan anlıyoruz ki, Ayetullah Humeynî İran'dan uzaklaştırılıp
Necef'e geldiğinde verdiği derslerin başında, Şîî âlimlerin -o güne kadar hâkim
olan- velâyet-i fakih konusundaki görüşlerini tenkit ederek; şöyle demektedir:
"Velâyet-i fakih apaçık, ilmî bir görüştür, hatta bunu isbat için delil
getirmeye bile ihtiyaç yoktur. İslâm dinini inanç ve nizam olarak bilenler bunun
açık bir gerçek olduğunu anlayıverirler. Fakat genel olarak sosyal durumumuz ve
özel olarak da ilim müesseselerimiz bu konuyu anlaşılmaz hale
getirmişlerdir."127
Bizim inancımıza göre Ayetullah Humeynî'nin "ilmî, müesseselerin durum ve
tutumundan" maksadı, Şîî âlimlerin, fakihin selâhiyetini (velâyet-i fakihi)
yalnızca fetvâ verme ve muhâkeme etme (iftâ ve kazâ) ile sınırlama
temayülleridir. Şîî toplum, Onikinci İmamın kaybolmasından itibaren, zulüm ile
dolan dünyayı yeniden adâlete kavuşturmak üzere (İslâmî hükûmeti kurmak üzere)
onun gelmesini beklemişlerdir. Fakat Şâh ve onun kuvvetlerine karşı İran
halkının mücadelesini yönlendiren Humeynî, gerek Necef'te ve gerekse dışarıda
olup onun etrafında kenetleşen gençleri, öğrencileri ve İran'daki taraftarlarını
ikna etmek üzere siyâsî mücadelesine Şî'a fıkhından bir dayanak bulmak
mecburiyetinde idi. Humeynî, Şâh'a ve onun hükûmetine karşı yürüttüğü devrim
hareketinin dayanağını velâyet-i fakih nazariyesinde buldu. Kendisi bu
nazariyeye siyâsî açıdan baktı, önceki âlimlerin ona verdiklerine ek yeni
boyutlar getirme teşebbüsünde bulundu. İşte bu yeni boyut onun el-Hukûmetu'l-İslâmiyye
isimli kitabı ile diğer kitap ve konferanslarında kendini göstermektedir.
Görünen odur ki, velâyet-i fakih teorisine bu siyâsî boyutu kazandıran ilk şahıs
Humeynî'dir; yahut -başka bir deyişle- o velâyet-i fakih teorisini ele almış ve
bundan, Şîî mezhebini, içine saplanıp kaldığı "İslâm hükûmetini kurmak üzere
Mehdî'yi bekleme" donukluğundan kurtaracak siyasî bir teori oluşturmuştur. Bu
velâyetî fakih teorisine göre Humeynî'nin sıraladığı ve bizim de yukarıda
naklettiğimiz şartları taşıyan fakihler (İslâm hukuk âlimleri) İslâm'ın hâkim
olduğu ve şeriatin uygulandığı bir yönetimi kurmak ve yürütmekle yükümlüdürler.
Bizim vardığımız sonucu destekleyen bir husûs da Humeyni'nin teorisini tenkit
eden bazı Şîî âlimlerin şu sözleridir: "Humeynî İmam'ın kaybolmasından kendi
zamanına kadar geçen zaman içindeki bütün ilmî çevreleri itham etmektedir. Oniki
asır içinde gelip geçen bunca fakih, hadîsçi, râvî, âlim, sünnet hâfızı ve
müctehid içinden hiçbirini istisna etmemektedir. Bu müddet içinde Şî'a fıkhının
binlerce yıldız âlimi gelip geçmiştir. Humeynî'nin iddiası doğru kabul edilirse
bunlardan hiçbiri, ellerinin altında iken velâyet-i fakihe uzanmamış, onu talep
etmemişlerdir. Bu büyüklerin hepsi mi uyku içinde idiler, yoksa uyandılar da
korkularından böyle bir talepte bulunmaya cesaret mi edemediler?"
Bize göre Humeynî ile velâyet-i fakihi fetvâ ve kaza ile sınırlayan diğer Şî'a
âlimleri arasındaki görüş ayrılığının temeli amaç farkıdır. Bundan maksadımız
Humeynî'nin, Şâh'a ve onun yönetimine baş-kaldırdığı günden itibaren hedef
aldığı belli siyasî amaç Şâh idaresinin yerine geçecek ve İran'da İslâmî bir
devlet kuracak olan İslâmî bir yönetimin iş başına gelmesidir. Bu amacın önüne
geçen ve gerçekleşmesini önleyen engel inanç ve düşünce ile ilgili idi. Şîîler,
başında masûm İmam bulunmadıkça kurulacak bir hükûmete "İslâmî" denebileceğini
bir türlü kabule yanaşmıyorlardı. Onlara göre bu imam henüz dönmemişti ve
kendilerine düşen, İslâm devletini kurmak üzere onun dönmesini beklemekten
ibaretti. Humeynî Şîî mezhebinden gelen bu engeli ortadan kaldırabilmek için
siyâsî bir bakış noktasından hareket ederek, Şîî mezhebinde masum İmam'ın kayıp
bulunmasına rağmen İslâm devletinin kurulmasını mümkün kılacak bir velâyet-i
fakih teorisi geliştirmek zorunda kaldı.
Çağdaş Şî'a âlimlerini, hatta Şâh'a karşı kendisi ile birlikte mücadele veren
âlimlerin mücadelesini, Humeynî'nin mücadelesinden, dinî ve siyasî liderliğinden
ayıran özellik Humeynî'nin mezkûr siyâsî görüşü ve amacıdır. Kendisinden naklen
anlatıldığına göre Âyetullah Şerîatmedârî de Şâh'a karşı mücadele ediyordu;
ancak onun mücadelesinin hedefi Şâh'ı düşürmek değil, babasının iptal ettiği bir
anayasa maddesine işlerlik kazandırmak idi. Bu maddeye göre İran parlamentosunda
Şîî müctehidlerden bir grup bulunacak ve bunlar, parlamentonun çıkardığı
kanunları İslâmî uygunluk bakımından kontrol hakkına sahip olacaklardı.
Humeynî'ye gelince onun gayreti açıkça Şah'ı düşürmeye, hareketi de İslâmî bir
yönetim kurmaya yönelik idi.
Özetlemek gerekirse: Humeynî'nin siyasî temayülü ve hedefi onu, velâyet-i fakih
nazariyesini, İslâm idaresini kurmak için masum İmam'ın yerini alacak yeni bir
biçimde ve kılıkta ortaya koymaya sevketmiştir. Humeynî, Şî'a âlimlerinin,
fakihin selâhiyetini genel -başka bir deyişle siyâsî- telâkki etmediklerini
bilmez değildi; bunu biliyor ve sert bir şekilde eleştiriyordu...128
Ebu'l-Hasen en-Nedvî'nin değerlendirmesi
Bu yazıyı, Hindistanlı müceddid âlim Nedvî'nin konumuzla ilgili bir kitabını
tanıtmak ve değerlendirmesini özetlemek suretiyle noktalamak istiyoruz.
Nedvî'nin kitabının oldukça uzun bulunan adını şöyle tercüme etmek mümkündür.
Büyük Peygamberimiz'in (sav) bir ömür süren gayretlerinin Sünnîler ile Şî'a
arasında tecellî eden iki zıt sonucu ve şekli. 1985 yılında neşredilen eserinde
müellif, dâvetini bütün insanlığa yönelten ilâhî bir dinin dört özelliği ve
şartını tesbitle işe başlıyor:
1. Ümmetin sonradan gelecek olan nesillerine örnek olacak bir nesil (örnek
nesil) yetiştirmek.
2. Böyle bir dinin Peygamberinin (sav), filozof, imparator, devlet kurucusu gibi
şahıslardan farklı olması; aile, hayatı, ahlâkı ve refah seviyesi bakımından
farklı ve örnek vasıflar taşıması.
3. Böyle bir dinin kitabının Allah tarafından korunması, bozulmaması,
değişmemesi ve mükellefler tarafından anlaşılması.
4. Günahtan ve yanılmadan berî (uzak) olmak, gerektiğinde dinî hüküm koymak ve
insanları irşad etmek vasıflarının dinin Peygamberine ait bulunması ve bu
konularda Ona, başkasının ortak olmaması.
Nedvî bu özellik ve şartları deliller ve tarihî örneklerle açıklayıp isbat
ettikten sonra Sünnî ve Şîî anlayışlarına göre değerlendirmeye geçiyor ve hangi
anlayışa (mezhebe) göre İslâm'da bu şartların gerçekleştiğini araştırıyor:
1. Sünnîlere göre Hz. Peygamber (sav) ashâbını örnek bir nesil olarak
yetiştirmiştir; sahâbe İslâm ümmetinin en faziletli kesimini teşkil etmektedir,
Allah nezdinde onlardan daha üstün iman, ihlas ve fedâkârlık derecesinde bir
nesil yoktur.
Şîîlere göre birkaç sahâbî dışında bütün ashâb hâin, zâlim, menfâat ve saltanat
düşkünüdür, sahâbe örnek bir nesil değildir.
2. Ehl-i Sünnete göre Hz. Peygamber (sav) âilesine ve çocuklarına, ashâbın refah
seviyesinin altında bir hayat yaşatmış, onlara malını miras bırakmamış, zekâttan
pay almalarını yasaklamış ve yakınlarından hiçbir kimseyi kendisinden sonra
devlet başkanlığına (imamlık ve halifeliğe) aday göstermemiş, böylece soya
dayalı saltanatı engellemiştir...
Şîîlere göre Hz. Peygamber (sav) yerine geçecek şahsı, yakınları içinden seçerek
(damadı ve amca oğlu Hz. Ali'yi) belirlemiş, ondan sonra da devlet ve toplumun
başına daima kendi ailesinden gelecek şahısların geçmesini istemiştir.
3. Sünnîlere göre Kur'ân-ı Kerîm Allah tarafından vâdolunduğu gibi korunmuştur,
Allah'tan Peygamber'e (sav) nasıl gelmiş ise bugüne kadar da aynı şekilde
kalmış, okunmuş ve ezberlenmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'in dış ve iç mânâsını (zâhir
ve bâtınını) anlamak hiçbir kimsenin tekelinde değildir, gerekli öğrenimi yapan
ve kabiliyeti olan her kişi Kur'ân'ı, içi ve dışı ile anlar, anlamak imkânına
sahiptir.
Şîîlere göre Kur'ân-ı Kerîm olduğu gibi muhâfaza edilmemiştir, bazı âyetler
sahâbe tarafından çıkarılmış ve unuttuturulmuştur. Kur'ân-ı Kerîm'in iç mânâsını
(bâtınî mânâyı) yalnızca masum imamlar anlayabilir...
4. Sünnîlere göre Hz. Peygamber (sav) masumdur, günah ve hatadan korunmuştur.
O'nun (sav) sünneti bir delildir, kaynaktır, Allah'ın kendisine verdiği
selâhiyete dayanarak (bir nevi vahiy ile) Kur'ân'ı açıklar ve boşlukları
dolduran hükümler koyar. Bu konularda ümmet içinde hiçbir şahıs O'na (sav) denk
değildir, bu vasıflar yalnızca O'na (sav) mahsustur.
Şîîlere (bu maddelerde Şîîlerden maksat öncelikle oniki imamcı Şîîlerdir) göre
imamlar da masumdur, günah işlemez, hata etmezler, Peygamber (sav) gibi onlar da
dinî hüküm ve kâide koyarlar.
Nedvî yukarıda özetlenen mukayeseyi yaptıktan sonra bütün insanlığa hitap eden
bir dinin taşıması gereken özellikleri İslâm'ın, Sünnî ve Şîî anlayışlardan
hangisinin temsil ettiği husûsunun takdirini okuyucuya bırakmakta ve sözlerini
şöyle bitirmektedir:
"Gözlem ve deneyimlerimiz bize iki husûsun iyi değerlendirilmesi gerektiğini
öğretmiştir:
1. İslâm'da inanç meselesinin önemi ve bunu gözden uzak tutmanın tehlikeleri:
a) Bugün bazı çevreler, birşeyi övme veya yerme, tenkit etme veya takdir etme
husûsunda ölçü olarak Allah'ın Kitab'ını, Resûlü'nün (sav) sünnetini, büyük
geçmişlerin yolunu, inanç ve mezhebin sağlam olmasını artık terketmişlerdir;
onlara göre bir kimsenin lider ve örnek olması, sevilmesi, tutulması için İslâm
adına bir monarşik idare kurması, kuvvet kullanarak zafer elde etmesi, yahut
batılı bir askerî güce meydan okuması ve karşı durması yeterli olmaktadır.
b) Yeni aydın neslimizde inanç (akide) önemini tehlikeli bir ölçüde kaybetmeye
yüz tutmuştur, bu da huzursuzluk ve ızdıraba sebep olmaktadır. Zira inanç,
peygamberlerin dâvetleri, cihadlarının hedef ve âmilleri ile başkalarının dâvet
ve maksatlarını birbirinden ayıran çizgidir. O iman ki peygamberler ve onların
izinden gidenler, hiçbir şey karşılığında onu pazarlık ve anlaşma konusu
yapmamışlardır. Onlara göre kabul veya reddetmenin, beğenmek veya beğenmemenin,
birleştirme veya ayırma şartlarının ölçüsü inançtır. Müslümanların zayıflığına
rağmen bu din, asıl şekli ile varlığını sürdürebilmesini inanç konusunda
istikamet, sağlam sarılma, yan çıkma ve kıskançlıkla koruma şeklinde görülen
davranışlara borçludur. Çünkü dinin dâvetçi ve taşıyıcıları bu konuda (inanç
sahasında) hiçbir güce, yahut baskıya, yahut da imparatorluğa boyun
eğmemişlerdir. İslâm ve müslümanların dünyada elde edecekleri bir fayda, yahut
kurtulacakları bir zarar karşılığında hatalı bir inanç veya dâvayı kabul etmek,
ona ayak uydurmak bir yana böyle bir şey karşısında susmaya bile rıza
göstermemişlerdir. Ahmed b. Hanbel'in (v. 241/855) devrinin iki büyük başkanı,
hatta o çağın en büyük iki devlet başkanı Me'mun ve Mu'tasım karşısında,
Kur'ân'ın yaratılmış olması inancını inkâr ettiği için yediği kırbaçlar ve
çektiği zindan cezalarına mukavemeti ve bütün bunlara rağmen dimdik ayakta
durması, keza ikinci bin yılın müceddidi diye anılan İmam-ı Rabbânî Ahmed
Serhendî'nin (v. 1034/1625) çağının en büyük imparatoru Ekber'e karşı çıkarak
onun sapık inancını, ictihad ve dinlerin birliği iddiâsını ve imamlığını
(halifeliğini) reddetmesi, imparator Cihangir devrine kadar mücadelesine devam
ederek Moğol hükûmetinin yönünü değiştirmesi, iman ve inanç konusunda doğru yolu
tutmanın, gerekli direnme ve gayreti göstermenin parlak iki örneğidir. Bunlar
yalnızca iki örnektir; yoksa İslâm tarihi "zulme sapmış sultan karşısında
gerçeği dile getirme", "Yaratıcıya isyan olan yerde yaratılana itâat edilmez"
hadîsini uygulama konusunda sayısız örneklerle dolup taşmaktadır. Bu "zulme
sapmış sultan" kimi zaman bir hükümdardır, kimi zaman kamuoyudur, kimi zaman
yaygın bir şöhrettir, bazen aldatıcı zaferler ve gürültülü dâvalardır; tarih ve
tecrübe bu sonuncuların, iptilâ bakımından daha çetin olduğunu göstermektedir.
"Gerçek şudur ki, İslâm'ın esasları (nizamı) ve sağlam inanç prensipleri, hiçbir
zaman yatağı değişmeyen ve suyu kurumayan iki nehir gibidir. Siyâsî güçler,
gelip geçen devrimler, başlayıp biten hükûmetler, dâvalar, hareketler ise oluşup
dağılan dalgalar gibidir. Nehir doğru yönünde aktığı, su da berrak ve akıcı
olduğu müddetçe bir tehlike yoktur. Fakat imanda bozulma başlayınca bu, nehrin
yönünün değişmesi, berrak suyuna çamurlu suyun karışması demektir. Bu sebeple
ortada bozuk bir inanç, sapma ve doğru yoldan çıkma mevcut oldukça herhangi bir
dâvet, hareket, gelişme, ilerleme, toplumun kısmî ıslâhı, ıslâhât vâdi ve
iddiâsını benimsemek, bunlara aldanıp boyun eğmek caiz değildir. Arkasında
milletin bekâsı ve dinin varlığının korunması yatan gerçek budur; her asrın
âlimlerini ve din koruyuclarını sarsan, harekete geçiren, bazen tehlikeli
sonuçlar doğurmasına rağmen onları sorumluluklarını yerine getirmeye iten gerçek
budur. Şu hadîs-i şerîf de aynı gerçeği dile getirmektedir: "Bu ilmi her neslin
faziletli kesimi taşıyacak, onu, aşırı gidenlerin bozmasından, yanlış yolda
olanların saptırmasından ve cahillerin yorumlamasından koruyacaklardır."
2. Sihir (karizma) ve tesirin siyasî ve psikolojik etkenleri:
Yakın tarihte Arap milliyetçilerinin Cemal Abdunnâsır'a, başka milletlerin
benzerlerine gösterdikleri sevgi, takdir ve bağlılığı bugün müslüman gençliğin
bir kesimi Humeynî'ye göstermektedirler. Bunun siyasî ve psikolojik etkenleri
vardır:
a) İmam Humeynî, Şâh Rızâ Pehlevî imparatorluğuna karşı parlak bir zafer elde
etmiştir.
b) Özellikle İranlı toplumda önemli bir devrim olayı meydana gelmiştir.
c) Bugün dünyanın en büyük askerî gücünü temsil eden ABD, bazı teşebbüslerinde
başarısızlığa uğramıştır.
d) İslâm dünyasında gençlik, bu ülkelere hâkim olan ahlâkî ve dinî gerileme, (ve
onların sembolü haline gelen) acınacak haller ve zaaf noktaları yüzünden
bunalıma düşmüş iken İran gençliği -yaygın rivâyetlere göre- ortaya kahramanlık
ve fedâîlik örnekleri koymuştur.
e) Gençlik kesimi, İslâm adına ortaya konan kahramanlık, atılganlık ve cesarete
karşı daima takdir ve sempati duymaktadırlar.
Hâlen İslâm dünyasında açıkça Sünnet'i inkâr eden, Peygamber'in hadîslerini
alaya alan, toptan ve detaylı olarak batı medeniyetini benimsemeye çağıran,
komünistçe düşünceler taşıyan bazı lider ve idareciler de bazı çevrelerin aşırı
takdir ve bağlılıklarına mazhar olmaktadırlar. Fakat Humeynî hareketi aynı
zamanda dinî bir renk taşıdığı için, onlara nisbetle Humeynî, daha büyük bir
takdir ve beğeniye mazhar olmuştur. Bu takdir ve bağlılık o dereceye varmıştır
ki bağlıların yanında inanç konusu (Şîîler ile Sünnîler arasında inanç
konusundaki farklar) ortaya atıldığı ve ümmetin üzerinde birleştiği bazı ölçü ve
prensiplere işaret edildiği zaman onlar dinleme sabrı gösterememekte,
dengelerini kaybetmekte, hiddet, nefret ve kinlerini sergileyerek olmayacak
seviyelere düşmektedirler. Bu durum, İslâm'ın rûhu ve dinin geleceği bakımından
insanı büyük bir üzüntü ve endişe içine düşürmektedir.
Şahsî tecrübe ve incelemelerimize dayanan bu duygu bizi yukarıdaki satırları
yazmaya sevketmiştir..."
Not: Şîîlik ve İran İslâm İnkılâbı ile ilgili değerlendirmeler için bu kitabın
üçüncü cildine de bakınız.
115. Bundan önceki yazı 1981'de yazılmıştı. Aradan yedi yıl geçti ve bu arada
Ayetullah Humeynî'nin öncülüğünde önemli gelişmeler oldu. Bu gelişmeleri takip
edebilmek ve doğru yorumlayabilmek için Şîîlerde imamlık ve -Humeynî'nin yeni
bir yorumla canlılık kazandırdığı- velâyet-i fakih kavramlarını bilmeye ihtiyaç
hasıl oldu. Bu ihtiyacı karşılamak maksadıyla "imâmet" bahsini, "merci"
derecesinde büyük bir şîî âlimi olan M. Hüseyn Alü Kâşifi'l-ğıtâ'dan (v. 1954),
"velayet-i fakih" bahsini de Mısırlı Prof. Dr. Muhammed Selîm el-Avvâ'nın
siyaset teorisi ile ilgili bir eserinden tercüme ederek sunuyoruz.
116. Bakara: 2/124.
117. Sünnîlere göre bu âyet Hz. İbrâhim, bundan sonra gelen âyet de
Peygamberimiz (sav) ile ilgilidir. Bu âyetler peygamberlerin masûm olmaları
gerektiğini ifade eder, diğer imam ve halîfelerde de aynı vasfın bulunması
gerektiğini isbat için başka delilller olmalıdır; böyle bir delil de yoktur.
118. Cumu'a: 62/2.
119. Aslu'ş-şîa ve usûluhâ, s. 98-99.
120. Aslu'ş-şîa ve usûluhâ, s. 112.. Aynı konuda benzer açıklamalar için bkz. M.
Ebû Zehra, Ca'feru's-Sâdık, Kahire, ts. s. 186 vd.; S. Hüseyin Nasr, İslâm
İdealler ve Gerçekler, çev. A. Özel, İst. 1985, s. 173, 183 vd. (Eserin yeni
baskısı için bkz. İz Yayıncılık, İstanbul 1996).
121. Şîîlere göre onikinci imam asırlardan beri kayıptır ve birgün ortaya
çıkarak dünyada adâleti hakim kılacaktır.
122. Ayetullah Humeynî, el-Hukûmetu'l-İslâmiyye, s. 40 vd.
123. Age, s. 45 vd.
124. Age, s. 50.
125. Necm: 53/3.
126. Muhammed Cevad Muğniye, Humeynî ve İslâm Devleti, s. 59.
127. Mirzâ en-Nâînî, Munyetu't-tâlib, s. 7.
128. Fi'n-Nizâmi's-siyâsî li'd-devleti'l-İslâmiyye, Kahire, 1983, s. 269 vd.
********************************************
Osmanlı Hukukunda
Mezhep Tercihi
Giriş
Aksine iddialar mevcut olmakla beraber tarihi vesikaların ve vakıanın kesin
olarak ortaya koyduğu gerçek, temeli müslüman Türkler tarafından atılmış bulunan
Osmanlı Devletinin ideolojisi ve yönetim esasları bakımından bir İslâm devleti
olduğudur. Osmanlı yöneticileri siyasî ve ictimaî sebeplerle başlangıçta "Kalenderiyye
tarikatının muhtelif kollarına mensup bulunan Rûm Abdallarının mistik karakterli
İslâm yorumundan beslenmiş" iseler de Yıldırım Bayezid (1389-1402) zamanından
itibaren ilişkiler önemli ölçüde değişikliğe uğramış, artık bir imparatorluk
şekline dönüşmekte olan devlet siyasî ve idarî yapısını ulemâ rehberliğinde
şekillendirme yoluna girmiştir. Osmanlı dönemi ulemâ İslâm'ı ise kitâbî-sünnî
müslümanlıktır. İtikadî bakımdan sünnî müslümanlığı tercih eden devlet gerek
halk İslâm'ına ve gerekse tekke İslâm'ına, devletin temel politikasına ters
düşmedikçe ve kamu düzenine zarar vermedikçe müsamaha göstermiştir.(Bu farklı
İslâm anlayışları ve tanımları için bak. A. Yaşar Ocak, Osmanlı Devleti ve
Medeniyeti Tarihi, IRCICA neşri, II, 111 vd.) Böyle bir devletin hukukunun da
İslâmî olması zarûri ve tabîî olduğundan Osmanlılar hukukun temel kaynağı olarak
fıkha dayanmışlar, fıkıhta birden fazla mezhep bulunduğu için bunlardan birini
tercih gerekli hale geldiğinde Hanefî mezhebini tercih ederek bunu devletin
resmî mezhebi haline getirmişlerdir.
Bu makalenin amacı, Osmanlı hukukunda resmî mezhep olan Hanefîliğin niçin tercih
edildiği, bu tercihin getirdiği bazı sıkıntılar, bu sıkıntıların aşılması için
alınan tedbirler konusunda bazı tesbitler yapmak ve açıklamalarda bulunmaktır.
1. Selçuklu ve Osmanlılar'da Hanefîliğin tercih seyri
Osmanlıların bir devlet olarak tarih sahnesine çıktıkları dönemde çoğunlukla
Arap halkı Şafiî ve Hanbelî, Kuzey Afrika'da yaşayan Berberîler Mâlikî mezhebini
tercih etmişlerdi. Şurada burada her birinin mensubu, oldukça sınırlı bulunan
Zeydîlik, Hâricîlik, Dürzîlik, Oniki İmam Şîîliği gibi mezhepler de vardı.
Osmanlılardan önce Anadolu'ya ayak basan Selçuklu Devletinde ve her iki
hanedanın anayurdunda daha ziyade Hanefî mezhebi benimsenmiş, bu mezhep içinde
büyük fıkıhçılar yetişmiş, etkileri bugün bile devam eden önemli eserler
vermişlerdi. Selçuklular'ın itikad mezhebi olarak sünniliği, fıkıh mezhebi
olarak da Hanefîliği tercih etmelerinde hem Abbâsîlerle olan dînî ve siyasî
ilişkileri hem de devrin ictimâî durumu etkili olmuştur. Bu müslüman Türk Oğuz
boyu, Moğollar tarafından halifeliklerine son verilinceye kadar Abbâsîlerin
manevî nüfûzuna bağlı kaldılar ve halifeye saygı gösterdiler. . Sünnî olan
Abbâsîlere karşı siyasî ve dînî hareketler ya müslüman olmayan Moğollar ve
haçlılardan yahut da Sünnî olmayan müslüman guruplardan geliyor, bu hareketler
İslâm dünyasında büyük ıztıraplara, ictimâî buhranlara ve kargaşaya yol açıyor,
yalnızca Sünnîlik için değil, doğrudan İslâm'ın varlığı için de büyük bir
tehlike teşkil ediyordu. Selçuklular samîmiyetle bağlı bulundukları İslâm'ı
korumanın ancak Sünnîliği korumak ve özellikle yıkıcı mezhep ve inanç
hareketlerini yok etmekle mümkün olacağına hükmederek Sünnîliği İslâm dünyasına
hakim kıldılar (O. Turan, Selçuklular ve İslâmiyet, İst. 1971, s.16 vd.).
Hilâfeti ellerinde tutan Abbâsîler Harun Reşid devrinde, Ebû Hanîfe'nin müctehid
talebesi olan Ebû Yusûf'u (731-798) baş kadı tayin ederek Hanefîliği bir mânâda
resmî mezhep haline getirmişlerdi; çünkü baş kadı genellikle kadıları kendi
mektep ve mezhebinden olan fakihlere veriyordu, bunlar da hükümde Hanefî usûlünü
ve mezhebini uyguluyorlardı. Selçuklular, Abbâsîlerden bu mirası da devraldılar
ve korudular. Devletin Hanefîlik ile ilişkisini Râvendî'nin, Selçuk tarihine
dair Râhatu's-sudûr isimli eserinde yer alan şu menkıbe canlı bir şekilde ifade
etmektedir: İmam-ı A'zam veda haccını yaparak Mekke'de Allah'a karşı niyazda
bulunurken "Ey Tanrım, benim ictihadım doğru ve mezhebim hak ise yardım et;
çünkü ben senin için Muhammed'in (sav) şeriatını takrir ettim" demiş; hâtiften
gelen bir ses ona "Sen doğruyu söyledin, kılıç Türklerin elinde bulundukça senin
mezhebine zevâl yoktur" cevabını verir. Bunun senedini kaydettikten sonra
Râvendî şöyle devam eder: "Tanrı'ya hamdolsun ki İslâm'ın arkası kuvvetli,
Hanefî mezhebi mensupları mesutturlar; Arap, Acem, Rum ve Rus diyarında kılıç
Türkler'in elindedir. Selçuk sultanları Hanefî alimlerini o kadar korumuşlardır
ki onların sevgisi ihtiyar ve gençlerin kalbinde bâkîdir" (Turan, 18). Tarihi
tesbitlere göre de Tuğrul Bey zamanından itibaren Selçuklular, kadıları
çoğunlukla Hanefî mezhebinden seçmişlerdir (M. Akif Aydın, Türk Hukuk Tarihi,
İst.1999, s. 90).
Osmanlılar ilim ve kültür olarak hem Selçuklular hem de anayurtta kalan
topluluklar ile sıkı ilişki içinde olmuşlar, Osmanlı ulemâsı yetişirken, Mısır,
Suriye ve İran âlimleri yanında Orta Asya'dan gelen âlimler ve eserlerden de
istifade etmişlerdir. Bu tarihî, coğrafî ve kültürel ilişkilerin sonucu olarak
Osmanlıların Hanefî mezhebini tercih etmeleri tabîî idi, vakıa da böyle
olmuştur.
Osmanlılarda Hanefî mezhebinin devletin resmî mezhebi haline gelmesi uzunca bir
süreç içinde tamamlanmıştır. Başta kadılar Hanefî ulemâ arasından tayin edilmiş
olmakla beraber ya bunların hükümde mezhebe tâbî olmaları tabîî olduğu için
yahut da gerektiğinde niyabet yoluyla da olsa diğer mezheplere göre hüküm
vermelerine müsamaha edildiği için kadı beratlarına mezhep kaydı konmamıştır.
Şer'iyye sicillerinden anlaşıldığına göre bu dönemde Hanefî kadılar, Şafiî
mezhebinden fıkıhçıları naib tayin ederek bu mezhebe göre verilen hükümleri de
icrâ etmişlerdir (Aydın, 91). XVI. asrın ortalarından itibaren bu müsamaha
döneminin kapandığını ve artık kadı ve müftü beratlarına, hüküm ve fetvanın
Hanefî mezhebine ve bu mezhebin en sahih ictihadına (esahh-ı akvâle) göre
verileceği kaydının konduğunu, başka mezheplere göre hüküm vermenin
yasaklandığını ve uygulamanın da titizlikle takip edildiğini görüyoruz. Bu
husûsun en açık bir şekilde görüldüğü kaynaklardan birisi Ebüssûd Efendi'nin
(1492-1574), Padişah'a arzederek kanunlaştırdığı bazı fetvâlarını ihtiva eden
Ma'rûzât'ıdır. Bu mecmuanın nikah bahsinde " kadıların esahh-ı akval ile hükme
memur oldukları", "Bu diyarda Şâfi'î olmayacağı, Şâfi'î'nin ictihadına göre
hükmetmenin geçerli olmadığı, bunun emr-i sultânî ile menedildiği" açıkça ifade
edilmiştir. Ancak bu yasaklamanın Anadolu ve Rumeli'ne mahsus bulunduğu, Mekke,
Medine, Halep, Şam, Kudüs, Kahire gibi ehalisinin önemli bir kısmı Hanefî
olmayan memleketlerde başka mezheplere göre de hüküm verildiği uygulamayı
gösteren kaynaklardan anlaşılmaktadır (Aydın, 91-92; Ali Haydar, Düraru'l-
hukkâm, IV, 694-5).
Anadolu ve Rumeli'nde Hanefî kadıların, bu mezhepte mûteber olan ictihadı
hatasız olarak bulup uygulamalarını ve böylece hukukî istikrarın sağlanmasını
temin maksadıyla çok zengin olan Hanefî fıkıh külliyyatı içinden ikisi seçilmiş
ve giderek kanun gibi kullanılmıştır: 1. Molla Hüsrev'in (v.1480) Dürer (Düraru'l-hükkâm
fî şerhi-ğurari'l-ahkâm) isimli eseri. Fatih devri ulemâsından ve şeyhülislâm
olan Molla Hüsrev'in bu eseri mahkemelerde en çok başvurulan kaynak olmuştur.
Kitap Ahmed b. Alî el-Ankaravî tarafından Türkçe'ye de çevrilmiştir (Bulak,
12589). 2. Fatih camiînde imam hatiplik ve Dâru'l-kurrâ'da müderrislik yapan
İbrâhîm el-Halebî'nin (v. 1549) Mülteka'l-ebhur isimli fıkıh kitabı. Kanuni
devrinden itibaren Dürer'in yerini alan bu kitabın, 1648 ve 1687 yıllarında
devletin resmî hukuk kodu olarak kabul edildiği ifade edilmiştir. IV. Mehmed'in
emriyle Mülteka, Mevkufât adıyla Türkçe'ye de çevrilmiş (Bulak, 1254) ve kadılar
tarafından kullanılmıştır (Aydın, 97-98; A. Akgündüz, Bilinmeyen Osmanlı, İst.
1999, s.363; A. Özel, Hanefî Fıkıh Alimleri, Ankara, 1990, s. 115).
Osmanlıların Hanefî mezhebini tercih etmeleri başta Abbâsî-Selçuklu etkisi ile
halkın çoğunun bu mezhebe bağlı olmalarına dayanmış olsa gerektir. Osmanlı
toprak siyaseti ve dolayısıyla ekonomi bu tercihte rol oynamamıştır; çünkü
ileride açıklanacağı üzere Hanefî ictihadı bu siyasete ters düşmektedir.
Ebüssuûd Efendi'nin sık sık fesad-ı zamandan, mezhepler konusunda gösterilecek
müsamahanın kötüye kullanılabileceğinden söz etmesi hem tercihin hem de giderek
sertleşen sınırlamanın ictimâî- ahlakî sebebine ışık tutmaktadır. Baştaki
tercihten ziyade daha sonra Hanefîliğe sarılmanın ve üzerinde sebat etmenin
sebeplerinden biri olarak sultanın azli ile ilgili Hanefî ictihadı dikkat
çekmektedir. 786/1384 tarihinde vefat eden meşhur Hanefî fıkıhçısı Ekmelüddîn
el-Bâbertî, Hanefî mezhebinin tercihini savunduğu bir risalesinde, tercih
sebeplerinden biri olarak bu azil meselesini zikrediyor ve şöyle diyor: "Sultan
büyük bir günah işler veya küçük günahta ısrar ederse tahttan düşer mi düşmez
mi? Hanefîlere göre düşmez, Şâfi'îlere göre düşer. Ey dikkatli ve uyanık
hükümdar, geçmişte ve halihazırda, dünyanın çok yerinde alimlerin ve
hükümdarların tercih ettikleri bu mezhebi (Hanefîliği) tercih etmek vacip olur
mu, olmaz mı?" (Fatih ktp. Nu. 2269, 118/b).
Müsamahalı ve tabîî bir intisap olarak başlayan Osmanlı Hanefîliği, sebepleri ne
olursa olsun giderek taassup çizgisine kaymış ve bu tutum uygulamada birçok
sıkıntının sebebi olduğundan çeşitli çözüm yolları aranmıştır.
2. Hukukun Tek Mezhebe Bağlanmasının Sebep Olduğu Sıkıntılar
İslâm hukuku kaynak olarak vahyedilmiş metinlere bağlı olmakla beraber bu
metinlerin anlaşılması, yorumlanması, kıyas, mesalih ve mekasıdın gözetilmesi,
zarûretin takdiri husûsları ictihada dayanmakta, bu da İslâm hukukunun
hayatiyetini devam ettirebilmesi, kendisine tabi olan insanların ihtiyaçlarına
cevap verebilmesi için çok önemli bir güç kaynağını teşkil etmektedir. Müctehid
bir yandan ilâhî maksadı keşfederek insanların hukukî ilişkilerini buna uygun
kılmaya, sapmaları düzeltmeye çalışırken diğer yandan meşrû ihtiyaçları
karşılayamaz hale gelen eski ictihadların yerine yenilerini teklif etmektedir.
Kendinden sonra meydana gelecek olan değişme ve gelişmeleri tam olarak
göremeyeceği, kendi zamanında da bilgi ve takdir alanı sınırlı olduğu için bir
müctehidin ictihadlarının bütün zamanlarda uygulanabilirliği ileri sürülemez.
İslâm'ın bu sosyal vakıaya karşı oluşturduğu çareler vardır. Bu cümleden olarak
ictihad kapısı ilim ehline devamlı açık bırakılmıştır, müminler ictihada teşvik
edilmiş, buna gücü yetmeyenlere "bilene sorma yolu" gösterilmiş, bir ferde veya
guruba, belli bir müctehide bağlanma (onu taklit etme) mecburiyeti getirilmemiş,
müctehid derecesindeki alimlerin tamamının fetvâlarından yararlanma imkânı
verilerek müminin önüne zengin bir çözüm paketi sunulmuştur. Usûl alimleri,
ictihad ihtilâfının/farkının rahmet olduğunda ittifak etmişlerdir. Eğer bu
teorik kabul uygulamaya geçirilmiş olsaydı ictihad farkları İslâmî çözümler için
çok önemli ve zengin bir kaynak olacaktı. Başlangıçta bu esaslar uygulanmış,
ancak Abbâsîlerden itibaren fetvâ alanında olmasa bile kazâ alanında hakimlere
kısıtlamalar getirilmiş, hakim müctehid olsa bile sultanın tercih ettiği
ictihada (mezhebe) göre hükmetme mecburiyetinde bırakılmış, sultanlar da
genellikle bir mezhebi tercih etme ve bunu resmîleştirme yoluna gitmişlerdir.
Resmî mezhep uygulaması, bazı vakıflarda ileri sürülen "belli mezhebe mensubiyet
şartı", aidiyete bağlı taraf tutma psikolojisi, ilim usûl ve anlayışında meydana
gelen gerileme gibi amiller bir araya gelince mezhep taassubu oluşmuş, mezhepler
arası alış-veriş bir yana adeta düşmanca tavırlar ortaya çıkmıştır. Mezhep
taassubu teorik "rahmet ittifakını" pratikte geçersiz kılmış, her mezhebin (bir
imamın ictihadlarının bütününün) mensubu çözümü yalnızca kendi mezhebinde
aramış, başka mezheplerin ictihadlarından yararlanmaya sıcak bakılmamıştır.
Sonraki Hanefîlerin çokça kullandıkları, Mecelle'nin ve şehlerinin başta gelen
kaynaklarından biri olan ve müellifine izafeten İbn Âbidîn diye anılan Raddu'l-muhtar
isimli fıkıh kitabında yer alan şu ifade mezhep tassubunun bazı fıkıhçılarda
hangi boyutlara vardığına ışık tutmaktadır. Kitapta kaybolmuş, yaşayıp
yaşamadığı bilinmeyen (mefkud) bir kimsenin eşinin mahkemeye başvurması halinde
"kaç yıl bekledikten sonra serbest hale gelip başkasıyla evlenebileceğine
hükmedilebileceği" konusu açıklanırken (bilindiği üzere Hanefî mezhebine göre
kadın, kocasının yaşıtları ölünceye kadar veya kayıp kocasının yaşı doksanı
buluncaya kadar bekler) şu satırlar kaydedilmiştir: "Dört yıl geçmiş olsa bile
kadının kocasından ayrı düştüğüne (serbest kaldığına) hükmedilemez. Bu ictihad,
'dört yıl bekledikten sonra ayrılığa hükmedilir' diyen Mâlik'in mezhebine
aykırıdır. İbn Şihne bu ifadeyi tenkit ederek 'Burada İmam Mâlik'in farklı
ictihadını zikretmeye, Hanefî mezhebinden olan bir kimsenin ihtiyacı yoktur;
çünkü bu görüş, bizim mezhebimize aykırıdır, kitaptan kaldırılması daha
uygundur' demiştir. Ed-Durru'l-munteka isimli kitabın müellifi bu itirâza şöyle
karşı çıkmıştır: 'Bu ifadenin kaldırılması daha uygun değildir; çünkü Kuhüstânî
, zarûret halinde bu ictihada göre hükmedilmesi zannıma göre sakıncalı olmaz
demektedir"(III, 360).
İbn Âbidîn, yukarıda geçen, başka mezhebin ictihadını zarûret halinde
uygulamanın cevazı ile ilgili tartışmayı naklettikten sonra şöyle diyor: Üç gün
âdet görerek ergenlik çağına girmiş olan bir kadın bundan sonra bir daha âdet
görmezse (mümteddetü't-tuhr), ölüm, boşanma vb. sebeplerle iddet beklemesi
halinde Hanefî mezhebine göre üç âdet görünceye kadar beklenir (kadın bir
ârızadan dolayı âdet görmediği için yıllarca beklenir, eski kocası ile evlilik
bağı sona ermez). İmam Mâlik'e göre ise böyle bir kadın dokuz ay bekler ve
iddeti (bekleme süresi) sona ermiş olur. Bezzâziyye isimli Hanefî fetvâ
kitabında "zamanımızda fetvâ Mâlik'in mezhebine göre verilmelidir" denilmiş,
Hanefî fıkıhçı Zâhidî de "Mezhebimizin bazı fıkıhçıları, zarûret bulunduğu için
bu mezhebe göre fetvâ veriyorlardı" demiştir. En-Nehr vb. Hanefî fıkıh
kitaplarında, "Mâlikî mezhebinden bir kadıya gitmeleri mümkün olduğu için Hanefî
müftü ve kadının mezhebe aykırı ictihadı kullanmasına ihtiyaç yoktur" şeklinde
bir itiraz ileri sürülmüştür... Fakat daha önce de işaret ettiğimiz gibi biz (İbn
Âbidîn), Mâlikî mezhebinden bir hakimin bulunmaması durumunda zarûret
dolayısıyla başka mezhebe göre fetvâ verilebileceğini söylüyoruz; cevaz vermemiz
böyle durumlara mahsustur (Aynı yer).
Yukarıdaki ifadelerden açıkça anlaşılmaktadır ki, bazı Hanefî fıkıhçılar, başka
mezhebin ictihadından istifade etmek şöyle dursun, mukayese ve bilgi için
kitaplarda zikredilmesine bile karşı çıkmaktadırlar. Buna karşı çıkan
fıkıhçıların bir kısmı sıkıntıyı gidermek için ihtilâftan istifade edilmeli,
fetvâ ve kaza buna göre olmalıdır derken diğer kısmı istifadeyi, sıkıntı ve
ihtiyaç bulunduğu halde bölgede başka mezhebin kadısının bulunmaması gibi
zarûret hallerine mahsus kılmaktadırlar.
Uygulamayı yansıtan kaynaklardan elde edilen bilgilere göre resmi tek mezhep
sınırlaması şu sıkıntıları doğurmuştur:
a) Devletin fethedilen topraklarda uygulamak istediği rejim ile tercih ettiği
mezhebin ictihadı uygun düşmeyebilmiştir.
b) Teb'a içinde hem gayr-i müslimler hem de özel hayatında devletin resmi
mezhebine tâbî olmayan müminler bulunduğu için bunların mahkemelere işleri
düştüğünde inançlarına, vicdanî kanaatlerine ve bazan menfâatlerine ters düşen
hükümlerle karşılaşmaları şikayetlere sebep olmuştur.
c) Baskı altında evlenme ve boşanma, bir defa aybaşı olduktan sonra bir daha
olamayan kadınların iddeti (ayrıldığı kocası ile hukukî ilişkisinin sona ermesi
için beklemesi gereken süre), ergen kızların velîsiz evlenmeleri, kocası
kaybolmuş kadınların hukuki durumu, sipariş usûlüne (istısnâ) göre yapılmış
malın müşteri tarafından kabulünde tanınan muhayyerlik gibi birçok konuda bir
mezhebin esahh-ı akvâli, o mezhebe tâbî olanlar için bile yeterli olamamış,
insanların zarar görmeleri ve haklı şikâyetleri önlenememiştir.
d) Önceki müctehidlerin yaşadıkları devirlerde bilinmeyen alet, usûl, muamele
şekli, teknik ve ihtiyaçlar ortaya çıktıkça bunlarla ilgili hükümleri ortaya
koyacak müctehidlerin bulunmaması, daha doğrusu yeni ictihadlara soğuk
bakılması, bir mezhebe bağlı fıkıhçıların yetersiz ve zorlama fetvâları ile
yetinme zarûretinin hasıl olması, birçok meseleyi kamil mânâda İslâmî çözümden
mahrum bırakmıştır.
Yukarıda sıralanan sıkıntıların giderilebilmesi için gerekli bulunduğu halde XX.
asra kadar ictihada başvurulmamış, meşhur ifadesi ile ictihad kapısı kapalı
tutulmuş, ehil olsalar bile birileri çıkıp "kral çıplak" kabilinden bu kapının
açık olduğunu söyleyememiştir. Diğer mezheplerin ictihadlarından da istifade
ederek, başka bir deyişle kısmen de olsa tek mezhep şartından vazgeçerek hukukî
düzenlemeler de 1917 tarihli aile kanununa kadar -küçük istisnalar dışında-
yapılamamıştır. Ancak ictimâî hayatı teorik kalıplara sıkıştırmak mümkün
olmadığı için resmî mezhep uygulamasından bir kısım tavizler verilmek, bazı
ilkelerinden vazgeçerek sıkıntıyı gidermek mecburiyeti hâsıl olmuş, önce bu yola
gidilmiş, sonra da Hukuk-ı âile Kararnamesi ile resmî tek mezhep yerine İslâm
fıkıh mezheplerine dayalı tek kanun uygulamasına geçilmiştir.
3. Resmî Tek Mezhep Uygulamasındaki Delinmeler
Resmî tek mezhep uygulaması toplumun ihtiyacını karşılamada ve hukukun amacını
gerçekleştirmede yeterli olamadığı ve birçok sıkıntılara, daralmalara, ihlâllere
meydan verdiği için üstü kapalı veya açık olarak uygulamada delinmeler meydana
gelmiş, gerektikçe Hanefî mezhebinin mûteber ictihadı (esahh-ı akvâl şartı)
terkedilerek, başka mezhepten hakim ve hakem tayin ederek veya dava bunlara
gönderilerek, mezhebin ictihadı yerine başka bir mezhebin ictihadı alınarak (cüz'î
intikâl yoluyla) hukukun önünü açma çabaları gösterilmiştir.
a)Mezhep içinde usûlü bozmak
Hanefî mezhebinde birden fazla müctehid ve bunlar arasında da birçok konuda
ictihad farkı bulunduğu için hangi meselede hangi müctehidin ictihadına göre
fetvâ ve hüküm verileceğini bir usûle bağlama zarûreti ortaya çıkmış, bu
ihtiyacı karşılamak üzere çalışmalar yapılmıştır. Tercih ve temyiz selâhiyetini
haiz fıkıhçıların yaptıkları bu çalışmalar sonunda, mezhep içinde mevcut farklı
ictihadlardan hangisinin tercih edilmesi gerektiği kurallara bağlandığı gibi, bu
kurallar uygulanarak yeni fıkıh kitapları da yazılmıştır. Kuralları ihtiva eden
kitaplar "resmü'l-müftî, edebü'l-iftâ" gibi isimler taşımaktadır. Osmanlılarda
resmî mezhep uygulaması başladıktan sonra kanun gibi kabul edilen ve kullanılan,
isimleri yukarıda zikredilmiş bulunan fıkıh kitapları da "tercihli fıkıh
çalışmaları"nın tipik örnekleridir.
Ebüssuûd'un Marûzat'ında (Edebü'l-kâdî bölümünde) "Esahh-ı akvâl ile amel
eyliyesün deyu beratında mukayyed olan kadı kavl-i za'îf ile amel eylese hükmü
nâfiz olur mu?" sorusuna verdiği "Gayet zaîf olucak olmaz" cevabı hem resmî
mezhep uygulamasının kadı beratlarına kaydedilmiş olduğunu hem de mezhep içinde
ehli tarafından tercih edilmemiş ictihadlarla hükmetmenin yasaklanmış
bulunduğunu açıkça ifade etmektedir. Ebû Hanîfe'ye göre hakim, bilerek veya
unutarak kendi mezhebi dışında bir mezhebe göre hükmederse bu hüküm geçerlidir;
müfta bih olan (mezhepte tercih edilen, fetvâya esas olan ictihad) da budur.
İmameyne göre geçerli (nâfiz) değildir. Ebüssuûd'un fetvâsından anlaşılacağı
üzere Osmanlılar bu usûl konusunda da -usûlden çıkarak- İmameyn'in görüşlerini
tercih etmişlerdir (Ali Haydar, Dürer, IV, 699).
Hukukta istikrarı sağlamak için alınmış olan bu tedbir sıkıntılar getirince
şeyhülislâmın teklifi ve sultanın emri ile zaman zaman usûl bozulmuş ve mezhep
içinde zayıf (tercih edilmemiş) ictihadlarla hüküm verilmesi emredilmiştir.
Örnek dönemde kadı müctehid ise -ki o zaman müctehid olmayan kadı yok idi- kendi
ictihadı ile hükmederdi, halîfeler onlara karışmaz, belli bir ictihada göre
hükmetmelerini buyurmazlardı. Müctehid fıkıh alimleri azalınca taklit ehlinden
(bir mezhebe bağlı fıkıhçılardan) kadı tayini başladı. Resmî tek mezhep
uygulamasına geçilince de kadıların hangi ictihadlara göre hüküm verecekleri
konusu sultanlar tarafından belirlendi. İslâm'ın düzene de hâkim olduğu bir
devlette sultanların böyle bir müdahalede bulunabilmeleri için şeriat tarafından
kendilerine bu selâhiyetin verilmiş olması gerekir. Fıkıhçılar bu problemi de
hilâfet ile kazâ arasındaki ilişkiyi yorumlayarak çözmüşlerdir. Buna göre halîfe
hem icranın hem de kazânın başıdır, bu iki erk ona aittir, gücü yeterse bunları
tek başına kullanabilir. Gücü yetmemesi halinde yardımcılar (vezirler,
komutanlar, hakimler...) istihdam eder ve bütün bu yardımcılar onun vekilleri
sayılırlar. Vekaleti sınırlama hakkı müvekkile aittir, mesela hükümde vekili
olan kadıya "ictihadınla veya ictihadlar arasından tercih ettiğin ile hükmet"
diyebileceği gibi "filan ictihada göre hükmet" de diyebilir, vekil bu
sınırlamaya uymak mecburiyetindedir. Fıkıhçıların bu yorumları Mecelle'de şöyle
kanunlaşmıştır: "Hakim taraf-ı sultaniden icrây-ı muhakeme ve hükme vekildir."
(mad. 1800). "Kaza zaman ve mekan ile ve bazı husûsâtın istisnası ile tekayyüd
ve tehassus eder... Ve kezalik bir müctehidin bir husûsta re'yi nâsa erfak ve
maslâht-ı asra evfak olduğuna binaen onun re'yi ile amel olunmak üzere emr-i
sultanî sâdır olsa ol husûsta hakim, ol müctehidin re'yine münâfi diğer bir
müctehidin re'yi ile amel edemez. Eder ise hükmü nafiz olmaz." (mad. 1801). Ali
Haydar Efendi Mecelle şerhinde, bu maddeyi açıklarken verdiği bir dipnotunda
Fetâvây-ı Ankaravî'den "Çünkü masiyet ve şer'a muhalif değildir, böyle
durumlarda ülülemre itaat vaciptir" ifadesini naklederek hükmün ve selâhiyetin
dînî-hukukî bir dayanağını daha vermiştir; yani halifenin vekilinin
tasarruflarını sınırlama hakkı bulunduğu gibi dine-hukuka aykırı olmaması
halinde onun emirlerine itaat da vaciptir, bu gibi emirleri bağlayıcıdır. Ancak
halîfenin kadıya, bu sınırlamanın ötesinde baskı yapması, hükmü ve mahkemeyi
etkilemeye çalışması caiz değildir. Ali Haydar Efendi bu husûsu da şu satırlarla
ifade etmektedir: "Hakimin sultana vekil olması onun leh veya aleyhine hüküm
vermesine mâni değildir. Nitekim Ebu Yusuf Harun Reşid aleyhine, bir hristiyan
lehine, kadı Şurayh da Hz. Ali aleyhine bir yahudi lehine hükmetmişlerdir." (Dürerü'l-hükkâm,
IV, 688).
Mecelle mazbatasında, sultanın tercih ve tahsis selâhiyetine dayanılarak mezhep
içinde yapılan -usûle aykırı- tercihler sıralanmıştır. Bunlardan "şart
muhayyerliğinde müddetin sınırlanması konusunda İmameynin, istısnâ' (sipariş
usûlü) ile yaptırılan mamûlün kabul mecburiyetinde ise Ebû Yusuf'un ictihadları
300. ve 392. maddelerde kanunlaşmıştır.
İki tipik örnek de para vakfı ve kızın velisiz evlenmesi konularıyla ilgilidir.
Hanefî mezhebinin üç müctehidine (Ebû Hanîfe, Muhammed, Ebû Yusuf) göre paranın
vakfedilmesi caiz değildir. İmam Züfer'e göre ise caizdir. Usûle göre fetvâ ve
kazânın, üç imamın ictihadına göre olması gerekir. Halbuki halk yaygın olarak
para vakfetmişler ve bu paranın gelirini hayra sarf ettikleri gibi ihtiyacı
olanlar ödünç alarak da bundan istifade etmişlerdir. Yaygınlaşan işlemi kitabına
uydurmak gerekince usûlden çıkılmış, İmam Züfer'in ictihadına göre caiz
olduğuna, Mumammed'e göre mütevellîye teslim ile Ebû Yusuf'a göre ise
"vakfettim" demekle vakıf bağlayıcı hale geldiğinden (lüzum konusunda bu iki
müctehidin ictihadlarına uyularak) para vakfının lüzumuna hüküm verilmiştir.
Ebüssuûd Ma'rûzât'ında "Şimdi kudât (hakimler) bu vechile hükme memurlardır,
lâzımdır" demiştir (7/b). Şer'iyye sicillerine göre bu işlem mahkemelerde sıkça
tashih ve tescil edilmiştir (N. Arslan, Kayseri Şer'iyye Sicillerindeki... 81 ve
84 Numaralı Defterler, Kayseri 1995, s.494 (Defter ve belge nu. 81/142;
84/11,76,81,184,424).
Ergenlik çağına gelmiş bir kızın nikah akdinde bizzat taraf olması; yani velîsi
mecliste hazır ve akitte taraf olmasa bile kızın irade beyanı ile yapılan
evlenme akdi Hanefî mezhebinde geçerli olan ictihada göre mûteberdir. Mezhep
imamlarından Muhammed'in ictihadına göre ise bu akit bâtıldır (hükümsüzdür).
Yine zamanın kötülüğü, cevazın kötüye kullanılması gerekçelerine dayanılarak
usûlden çıkılmış, böyle bir nikahın kadılar tarafından kabul edilmesi
yasaklanmıştır. "951 yılında kudât, velî izinsiz nikahı kabul etmemeye
memurlardır... Kudâtın vilayeti sahib-i hilâfetin izni ve icazetinden
müstefâddır...Husûsan fesad-ı zeman gün gibi ıyândır..." (Ebüssuûd, 3/a-b).
b)Niyabet (istihlaf) ve hakem usûlleri
Kazâ selâhiyetinin halîfeye vekaleten kadılarda bulunduğu yorumunu yapan
fıkıhçılar, gerektiği zaman, belli bir iş ve dâva için kadının bir başkasını
vekil (nâib) tayin etmesini de halifenin iznine bağlamışlardır (İbn Âbidîn, IV,
356; Mecelle, mad. 1805). Kadının beratına göre bu selâhiyeti varsa, kendisine
böyle bir izin verilmiş ise, mezhebi farklı olan kimselerin dâvalarında, onların
mezhebinden bir âlimi naib tayin ederek hüküm verdirecek ve bunu tasdik
edebilecektir. Resmî tek mezhep uygulaması katılaşmadan önce hakimlerin bu yola
başvurarak farklı mezhep mensuplarının ihtiyaçlarını karşıladıkları şer'iyye
sicillerinden anlaşılmaktadır (H. Sahillioğlu'ndan naklen M. A. Aydın, Türk
Hukuk Tarihi, İst. 1999, s.91; H. İnalcık'tan naklen İ. Ortaylı, Osmanlı
Devleti'nde Kadı, Ankara, 1994, s.54). Ancak bu uygulama gittikçe daraltılmış,
Ebüssuûd devrine gelindiğinde özellikle dâvalının mezhebine aykırı hüküm niyabet
yoluyla da olsa menedilmiştir."Kudât, memâlik-i mahmiyyede müddeâ aleyh
mezhebine muhâlif hükümden memnûlardır, imzâ ve tenfîz lağvdir" (Ma'rûzât, 9/b).
Aynı kaynakta bu sınırlamanın, davacı davalı ayrımı yapılmadan merkezde daha da
daraltıldığını gösteren ifadeler mevcuttur (4/a).
Hakem tayin ederek, işi mahkemeye götürmeden anlaşmazlığı çözmek meşrûdur. Bu
meşrûiyetin Kur'an'da (Nisâ: 4/35) ve Sıffîn olayında yaşandığı gibi örnek
devirde dayanakları bulunduğu gibi genellikle sulhu teşvik eden naslar da
dolaylı olarak hakemlik uygulamasına kapı açmaktadır. Osmanlılarda hukuki
istikrar adına tek mezhep kabul edilince bu düzen bozulmasın diye hakem ile
çözüme de en azından belli bir zaman izin verilmemiştir. "İki kimesne bir
husûsta bir kimesneyi tahkîm edüp da'vâların faslettirseler hükmü nâfiz olur mu?
el-Cevâb olmaz, tahkîm memnûdur" (Ma'rûzât, 9/a). Anadolu ve Rumeli'nde görülen
bu uygulamanın, başka mezheplere mensup bulunan müslümanların yaşadıkları diğer
bölgelerde işlemediği ve buralarda halkın hakem tayin ettikleri, başka mezhepten
hakemlerin hükme bağladıkları meseleyi Hanefî Osmanlı hâkiminin tasdik ve icrâ
eylediği, Mecelle Şarihi Ali Haydar'ın şu ifadesinden anlaşılmaktadır: "Devlet-i
aliyye-i Osmaniyye'nin ekser-i ehalisinin mezhebi Hanefî ve hükkâm dahi mezheb-i
Hanefî üzere hükme memurdurlar. Bununla beraber Irak, Hicaz, Yemen gibi diğer
kıtaâtında mezahib-i saireden dahi ehalî-i İslâmiyesi mevcuttur. Bu gibi diğer
mezahibi mukallid bulunan ehali arasında meydana gelen ve kendi mezheplerine
göre faslı münasip görülen meselelerde bunlar bir hakem tayin ederler, hâkim-i
Hanefî hakemin hükmünü tasdik ve tenfiz eyler" (Dürer, IV, 694-5).
c) İntikâl (başka mezhebin ictihadını alıp uygulamak)
Bir mezhebi iltizam etmiş; yani ona bağlanmış, dînî hayatını o mezhebe göre
yaşamaya karar vermiş bir ferdin toptan veya gerektikçe bazı meselelerde başka
bir mezhebe geçmesinin, başka ictihada göre amel etmesinin caiz olup olmadığı
tartışılmıştır (H. Karaman, İslâm Hukukunda İctihad, İst. 1996, s.208 vd). Başka
mezhebe geçemez, geçerse ceza gerekir diyenler olmuş ise de fıkıhçıların kahir
ekseriyeti bu, taassuba dayalı delilsiz hükme katılmamışlardır. Nazarî olarak
durum böyle olmakla beraber uygulamada (fetvâda ve ferdin dînî hayatında)
taassupla tek mezhebe bağlı kalınmış, gerektiği halde başka mezhebe göre fetvâ
vermek yerine hile yoluna (hiyel-i şer'iyye) gidilmiş, bir şekilde işler
kitabına uydurulmuştur. Hukukî hayata gelince, Osmanlılarda tek mezhep
resmîleştirildiği için kadılar bu mezhebe göre hükmetmek üzere tayin edilmiş,
onlara ictihadlarına göre de, başka bir mezhebe göre de hüküm verme selâhiyeti
tanınmamıştır. Bu resmî karar -gerektikçe delinerek de olsa- genellikle
uygulanmış, Mecelle tedvin edilirken bazı maddelerde mezhep dışına çıkmak
düşünülmüş ise de uygulamaya konmamış, kanun Hanefî mezhebine göre
düzenlenmiştir. Resmen mezheb hükmünün (Hanefî ictihadının) terk edilmesi
Mecelle'nin ilk ta'dilinde başlamış, 1917 tarihli Hukuk-ı âile Kararnamesinin
tedvin ve taknîninde ise tek mezhebe bağlılık ilkesi terkedilmiştir.
Mecelle'nin mazbatasında ve 1801. maddesinde zikredildiği gibi Osmanlı
hakimleri, sultanın tercih ettiği mezhebe göre hükmedeceklerdir. Sultan bir
meselede, Hanefî mezhebinde -iftâ ve kazâ usûlüne göre- önceliği bulunan bir
ictihadı değil de zayıf veya müftâ bih olmayan ictihadı yahut da başka bir
mezhebe ait bulunan ictihadı tercih eder, hüküm buna göre olacaktır diye
emrederse hakim de buna uyacaktır. Mezhep içinde usûlden çıkılarak yapılan
tercihlere yukarıda temas edilmiş ve örnekler verilmiştir. Hanefî mezhebinden
çıkarak verilen hükümlerin ise birçok örneği vardır.
Mîrî arâzî örneği:
Mecelle tadîlinden önce Ebüssuûd devrinde ve onun tasarrufu olarak yapılan ilk
önemli intikâl, toprak hukuku konusunda olmuştur. Fethedilen ülkelerin
arâzisinin hukuki durumu Hz. Ömer devrinden itibaren tartışma konusu olmuş,
toprakları da diğer mallar gibi ganimet sayan ve beşte biri devlete alındıktan
sonra geriye kalanın gâzîlere dağıtılması gerektiğini söyleyen müctehidler
yanında topraklar dağıtılacak ganîmet cinsinden değildir, toprağın mülkiyeti
kamuya ve devlete aittir diyenler de olmuştur. Hanefî mezhebine göre toprak da
ganimettir, anlaşma gereği eski sahiplerine verilen topraklar onların mülküdür
ve harâca tabidir, gâzîlere verilen toprak da bunların mülküdür ve öşre tabidir
(İbn Âbidîn, III, 277). İmam Mâlik'e göre fethedilen topraklar mülk olarak
dağıtılmaz, mülkiyeti kamuya aittir. Türklerin tarihi geleneklerine uygun olarak
Osmanlılarda timar sistemi oluşturulmuştur. Bu sistemin İslâm hukukuna uygun
hale getirilmesi için gayret sarfeden Şeyhülislâm Ebüssuûd, kendisi tarafından
hazırlandığı söylenen Budin Kanunnamesinde önemli açıklamalar yapmıştır. Buna
göre timar sisteminde toprak mülkiyetinin devlete ait olması başka mezheplerin
ictihadıdır ve kanunnâmede bu ictihad tercih edilmiştir. Toprağın mülkiyeti (rekabe-i
arz) müslümanların beytülmalı (devletin hazinesi) için alıkonmuş, reâyâya âriyet
ve icare yoluyla tasarrufu verilmiş, elde edilen üründen muvazzaf (çift akçesi,
miktarı belli) veya mukaseme (öşür, çıkanın ondasına göre) haraç istenmiştir. "Sevâd-ı
Irak'ın arâzîsi bazı eimme-i din mezheplerinde bu kabildendir, bu diyâr-ı
bereket-şi'ârın arâzîsi dahi (aynı) üslûb üzerine arz-ı memlekettir ki arz-ı
mîrî demekle ma'ruftur" (Kanunnâme-i mûtebere, özel nüshamız, 8/b). Mülkiyeti
kamuya ait bulunan toprakların ekip biçmek ve işlemek üzere halka kiralanması (icâre)
da önce tapu adıyla peşin (muaccele), sonra da öşür adıyla üründen pay alınarak
yapılmıştır. Fıkha göre kira müddetinin belli olması gerekir, aksi halde akit
fasid olur ve feshedilir. Ancak zarûret bulunduğu için bu kurala da riayet
edilmemiş, "fasid akitler icrâ ile sıhhat kazanır" kaidesine göre işler
yürütülmüştür. "...beytülmal için ifraz olunup tasarruf edenlere icare tarikıyla
verilmiştir... Zeman-ı tasarrufları beyan olunmamağın icare-i fâsidedir." (4/b).
Menfâatin tazmîni:
Hanefî mezhebine göre gasbedilmiş bir malın menfâati tazmin ettirilmez. Mesela
bir kimse diğerinin evini gasbedip içinde yıllarca otursa, husûsî arabasını
zorla elinden alıp yıllarca kullansa, mahkeme malın aslını sahibine iade eder,
ama gâsıbın emsal kirayı ödemesine (gasbedilen maldan elde edilen menfâatin
karşılığının ödenmesine) hükmetmez. Şâfi'î mezhebine göre ise gasbedenin, malın
emsal kirasını ödemesi gerekir. Hanefî mezhebine ait bulunan ictihad haksız
tasarruflara ve menfâat sağlamalara yol açtığı için sonraki Hanefî fıkıhçılar üç
konuda Şâfi'î mezhebinin ictihadına intikâl etmişlerdir: Vakıf malları, yetim
malları ve gelir elde etmek üzere edinilmiş mallar (kira arabası gibi).
Mecelle'nin Hanefî mezhebine göre düzenlenmiş bulunduğunu kaydetmiştik. İctimâî
ve hukukî hayatı daraltan tek resmî mezhep uygulamasından zaman içinde
şikayetler başlamış (Bu gibi şikayetler için bak. E. Mardin, Medenî Hukuk
Bakımından Ahmed Cevdet, İst.1946, s.186-226), başka mezheplere intikâl yoluyla
çözümler teklif edilmişti. Mecelle şârihi Ali Haydar Efendi'nin 596. maddeyi
şerh ederken, yukarıda zikredilen üç meseledeki intikâli de örnek göstererek
kaydettiği şu satırlar bunların tipik bir örneğidir: "Bu zamanda bilcümle
emvalin menafiinde mezheb-i Şâfi'î kabul edilmek ve olvechile amel olunmak üzere
irade-i seniyye istihsal kılınmak münasip olup olmayacağı (husûsunu) asrımızın
fukahası müşavere ederek bir karar ittihaz etmelidirler (I, 950). Bu yumuşak
ifade 1801. maddenin şerhinde biraz daha kesinleşiyor: ":... menafiin
mazmuniyeti hakkında mezheb-i Şâfi'î ihtiyar edileceği derkârdır (IV,695). Ali
Haydar Efendi'nin bu temennisi kendi hayatında gerçekleşmiş, üyesi bulunduğu
Mecelle Cemiyeti tarafından yapılan ilk tadilde yedi madde değiştirilmiş,
menfâatin tazmini konusunda Şâfi'î ictihadından, satım akdinden sonra ve teslim
almadan önce malı satmanın cevazı Mâlikî mezhebinden, hayvanlarda selem akdinin
sahih olması hükmü diğer üç mezhepten, kira akdinin, taraflardan birinin vefatı
ile bozulmayacağı hükmü Şâfi'î mezhebinden alınmıştır (Ali Haydar, el-Mecmûatü'l-cedîde,
İst. 1332, s. 136-138).
Osmanlıların resmî tek mezhep uygulamasını büyük ölçüde terkettikleri ilk kanun
"Hukuk-ı âile kararnamesi" adı ile bilinen aile kanunudur. Mecelle aile kanununa
yer vermediği için bu alanın da kanunlaştırılmasına ihtiyaç hasıl olmuş, 1917
tarihinde yapılan aile kanunu bu ihtiyaca cevap vermiştir. Hanefî mezhebi
yanında diğer mezheplerin ictihadlarını da alarak hazırlanan, şeyhülislâmın ve
sultanın tasdikinden geçen bu kanun 157 maddedir. Osmanlı tebâası içinde bulunan
İsevî ve Mûsevîlerin de aile hukuklarını düzenlemektedir. 1919 yılına kadar
yürürlükte kalan bu kanun, hazırlanmasında geniş ölçüde intikâl usûlünün
kullanılması ve ihtiva ettiği yeni hükümler bakımından ileri bir adımı temsil
etmektedir. İlk defa bu kanunda hem gayr-i müslim teb'a, müslümanların
mahkemesinde (şer'iyye mahkemelerinde) kendi inançlarına uygun hüküm alma
imkânına kavuşmuşlardır hem de farklı mezheplere mensup teb'aya
psikolojik/vicdânî bakımdan tatmin olmaları yolu açılmıştır. Osmanlı aile kanunu
diğer İslâm ülkeleri için iyi bir örnek teşkil etmiş ve bugüne kadar birçok
ülkede onun usûlü üzerinden yürünmüştür. Kararnamenin kabulünden yaklaşık bir
buçuk sene sonra yürürlükten kaldırılması eksik veya yetersiz olmasından değil,
kendi yargılama imtiyazları ellerinden alınan gayr-i müslim rûhânî reislerinin,
hem Osmanlı hem de Batılı devletler nezdinde sürekli olarak yaptıkları
şikayetler ve baskılar yüzünden olmuştur.
Sonuç
Osmanlı hukuku bir İslâm hukuku uygulamasıdır. Başta müsamahalı olarak Hanefî
mezhebi fıkhına dayanılmış, XVI. asırdan itibaren sert bir şekilde resmî tek
mezhep (Hanefîlik) esas alınmış, daha sonra ictimâî hayatın zorlatması ile
tedricen başka mezheplerden istifade yolu açılmıştır. Cumhuriyete yaklaşıldığı
ve gelindiği yıllarda bu tabîî gidiş, ictihadın da devreye sokulması ile
tekâmüle doğru ilerlerken kültürün ve medeniyetin bütünüyle beraber hukuk
alanında da başka bir örneğe (Batı'ya) yönelindiği için yolu kesilmiştir.
Elmalılı Hamdi Efendi'nin bir dergideki şu ifadesi hem İslâm hukukunun tekâmül
kabiliyetini hem de Osmanlı tecrübesinin son zamanlarını dile getirmesi
bakımından ilgi çekicidir: "İşte biz bugün bu esaslara malik olduğumuz cihetle
fıkh-ı celîl-i İslâm'da mûteber olan bilcümle mezahibi elimize alarak
zamanımızdaki -maatteessüf kalîl olan- mütehassıslardan mürekkep, her nerede
olursa olsun, Mecelle cemiyetinden daha vasi bir hey'et-i ilmiyye teşkil edip,
bir taraftan milel-i gayr-i müslime erbâb-ı iktidarından bir hey'et-i hukukiyye
bulundurur ve bilcümle hâdisât ve muâmelât-ı külliyyemizi de tayin eyler ve
evvel emirde fıkh-ı Hanefî'den tetkik, tatbik, cemi' ve te'lîfe başlar ve
ihtiyac-ı nâsa erfak olan mesaili herhangi mezhepten olursa olsun alır ve faraza
bunlarda bulunmayacak halli zarûrî bir hâdiseye tesadüf edersek hallini aynen
bulabileceğimiz Avrupa kavânîninden değil, kavâ'id-i felsefe-i şer'iyyemizle hal
ve tayin eyler, bu suretle öyle bir kanun-i muhit meydana getiririz ki âlem-i
medeniyet parmak ısırır ve Mecellemiz bile onun bir sahife-i muhtasarası gibi
kalır (Beyânu'l-hak, sa. 18, s.403).