Ezân-ı Muhammedî

Bazı nimetlerin bolluk ve yoğunluğu alışkanlık tevlid eder, nimetin değeri ve önemi husûsunda gaflete sebep olur. Sağlık, hava, su, mushaf, cami, ezân bu nimetlerin birkaç örneğidir. Her an teneffüs ettiğimiz hava nimetinin önemini ve değerini idrâk edebilmek için ondan mahrum olmak gerekir; hava, su, sağlık gibi nimetlerden mahrum olduğumuzu tasavvur edersek onların kıymet ve önemi hakkındaki gafletimiz bu tasavvur süresince ortadan kalkar. Her evde, her yerde Mushaf'ın bulunduğu bir ülkede bu nimetin kıymeti hakkında halk gaflet içinde olabilir. Yıllarca Mushaf girmemiş, mevcudu toplanıp imha edilmiş bulunan bir müslümanlar yurdunda, meselâ Azerbaycan'da bir müslümana, bir Mushaf verdiğinizde onun heyecanı, Mushaf'ı tekrar tekrar öperek ceketinin içine cüzdan gibi saklaması, dönüp giderken arasıra yoklaması, çıkarıp bir daha, bir daha öpmesi görülünce görenlerin gafleti sıyrılır, bu nimetin önemi hakkında yeni bir idrâk ve şuur hasıl olur. Ezânın susturulduğu, yahut değiştirildiği bir ülkede bir gün yeniden ezân okunmaya, Bilâl'in okuduğu elfaz ile okunmaya başlandığında halkın heyecanını görenlerin, onlarla beraber gözyaşı dökenlerin şuur ve idrâki, her gün, her yerde yüzlerce ezân dinleyenlerin idrâkinden elbette farklı olacaktır. Bu böyledir diye nimetin kadrini bilmek için hep ondan mahrum olmayı beklemek mi gerekecek? Nimet elde iken onun değer ve önemini bilmek, korumaya çalışmak daha müslümanca bir davranış değil midir? İşte Tevhid Vakfı'nın tertiplediği "Ezân Sohbeti", İslâm nimetinin bir parçası olan "ezân nimeti"ne, zamanında dikkat çekmek, ezânı bütün yönleriyle halka anlatmak ve yaşatmak için yerinde ve zamanında atılmış güzel bir adım olmuştur.
30-31 Mart 1991 günleri Fırat Kültür Merkezi'nde yapılan ezân sohbeti, her iki günde öğleden önce toplu sohbetler, öğleden sonra da münferit konuşmalar şeklinde tertip edildi. Birinci günün toplu sohbetinde Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma "Ezânın tarihi, fıkhı ve diğer dinlerin çağrı usûlleri ile karşılaştırılması"; Ümraniye Müftüsü Hasan Mezarcı "Tevhid talimi olarak ezân"; Fahrettin Yıldız "Ezân ve vahdet"; Prof. Dr. Suat Yıldırım "Ezân ve Tebliğ" konularını, ikinci günün toplu sohbetinde ise Prof. Dr. Mehmet Aydın "Ezânın itikadi yönü"; Doç. Dr. İ. Lütfi Çakan "Ezân, müezzinlik ve Hz. Peygamber'in (sav) müezzinleri" Emrullah Hatiboğlu, "Ezân ve namaz"; Ahmet Taşgetiren "Ezân ve insanlığın kurtuluşu" konularını işlediler. Birinci günün münferit konuşmalarında Doç. Dr. Ali Murat Daryal "Ezânın psikolojik yönü"; Ali Nar "Edebiyatımızda ezân"; Doç. Dr. Nuri Özcan "Ezân makamları"; ikinci günün münferit konuşmalarında ise Prof. Dr. Ünal Emiroğlu "Ezân ve hürriyet"; H. Hüseyin Ceylan "Ezâna yapılan müdahaleler"; Mahmut Toptaş, "Ayasofya ve ezân" konularında konuştular. Konuşmalardan önce ve sonra okunan Kur'ân-ı Kerîm ve ezânlar bu güzel toplantının zîneti oldu. Böylesine şümullü bir program ile ezân, belki de dünyada ilk defa bir sohbet konusu oldu. Tevhid Vakfı ilgililerini bu güzel faaliyetlerinden dolayı tebrik ediyor, yönettiğim toplu sohbetlerde hatiplerin konuşmalarını, kısmen özet, kısmen de bende çağrıştırdığı düşünceler olarak arzediyorum:
- Ezân bir hareket çağrısıdır; sapıklık çağrılarına karşı tevhid, hidayet, hak ve adâlete çağırır. Dâru'l-İslâm'ın nişânesi ve İslâm ideolojisinin dâvetidir. Medine döneminde namaza dâvetin şekli ve vasıtası konuşulmuş, sonra aynı gecede birkaç zâtın gördüğü rüya sonucu ezân uygulaması başlamıştır. Namaz bakımından ezân sünnet olmakla beraber bir İslâm şiârı olarak terki müeyyideye bağlanmıştır.
-Ezân İslâm prensiplerinin talimidir. Duyanların onu tekrar etmeleri talim amacını teyid etmektedir. Ezân sözlerinin dizisi de amacına uygun bulunmaktadır.
Ezân, şirkin hükümranlığına karşı bir başkaldırıdır; ezânın okunduğu yerde şirk tutunamaz.
Ezânı okuyanlar ve dinleyenler onun şuuruna erince tevhid ve vahdet gerçekleşecektir. Ezândaki kelime-i tevhîdin "Allah vardır" anlamındaki isbat kısmında ihtilâf yoktur, Allah'a inananların tamamı bu noktada ittifak halindedirler, ihtilâf "Başka tanrı yoktur" mânâsındaki nefiy kısmındadır; "Allah'tan başka ibâdet ve itâat edilecek tanrı yoktur" kısmının şuuruna varılmadan tevhit gerçekleşemez.
- İslâm toplumu ona inanan ve yaşayan, onda birleşen toplumdur. Ezân bir vahdet bildirgesidir. Vahdet, dîne aktif bağlılıktır; vahdet yoluyla tevhid topluca ifade edilmektedir.
İlâhî destek vahdet şartına bağlıdır. Bir toplumda tevhîdin hâkim olabilmesi için vahdet şartının gerçekleşmesi gerekir.
Vahdetin unsurları: a) İnsanların kök birliği, b) İman birliği, c) Hac ve Kâbe, d) İcmâ ve şûrâdır.
Ülkelerin, İslâmî sistemi kurup yaşatabilmek için gerekli güçleri mevcut değildir; bu gücün elde edilebilmesi için vahdete ihtiyaç vardır ve ezân günde beş defa müslümanları buna çağırmaktadır.
- Tekbir ezânda her vesile ile tekrar edilmiştir, tekbirde büyüklük gerçek sahibini bulmuştur, büyüklüğün gerçek ve tek sahibinin Allah olduğu ilân edilince sahte büyüklükler yok olup gider.
Tekbir insanların eşitliğini ortaya koyup şu mesajı verir: "Tek büyük Allah'tır, O'ndan sonra insanlar, mânevî yönden büyüklük ve küçüklük bakımından eşittirler, kimse büyük doğmaz, mânevî büyüklük iman ve amel ile elde edilir ve bunu herkes elde edebilir." Bu anlayış İslâm'da, sosyal ve siyâsî nizâmın da temelini teşkil eder.
Ezânda örnek tebliğci, öğretici ve eğitici olarak Muhammed Rasûlullah (sav) zikredilmekte ve bu zikrediş tekrarlanarak şuurlara yerleştirilmektedir.
Ezân namaza çağırır, namaz kurtuluşa götürür, kurtuluş cennettir, çeşitli nimetlerdir, ancak hepsinin üstünde Allah rızâsıdır, Allah'a kurbiyettir.
Ezân insanları tevhide, vahdete, namaza ve kurtuluşa çağırırken içinde bulundukları hâli de hatırlatmakta, nefis muhâsebesine vesile olmaktadır.
Ezânın amacına ulaşabilmesi için aslına uygun dilde ve şekilde okunması şarttır; ancak o zaman ezân, evrensel bir mesaj olur.
- İtikad temeldir, temelin sağlamlığı ile üstyapının sağlamlığı arasında bağımlılık ilişkisi vardır.
Kelime-i şehadet, diğer iman esaslarını da özet halinde ihtiva etmektedir. Kelime-i şehadeti söyleyen, İslâm'ın iman esaslarını toptan ifade etmiş olmaktadır.
Eğitim yoluyla "iman cemâati" haline gelen ilk İslâm toplumu, imanın sosyal ve siyâsî boyutlarını gerçekleştirmek üzere Medine'ye hicret etmiştir. Bu amacın en güzel araçlarından biri de ezân olmuştur. Ezân sayesinde sistemin temeli, günde beş defa, en güzel bir biçimde (zarf içinde) insanlığa sunulmuş, ilân edilmiştir.
- Ezân namaz vaktinin ilânıdır. Namaz vakti, müslümanın günlük hayat programının temeli, vazgeçilmez unsurudur. Ezân, namaz vaktinin ilânı yanında, bu programın da, altı çizilmiş bölüm başlıklarını gösterir.
Ezânın sözleri, okunuş şekli, okunduğu yer, ilânın bütün şartlarını en mükemmel bir şekilde ihtiva etmektedir.
Ezân tam ve mükemmel bir dâvettir. Ondan çıkarma yapılamaz, ona ilâve yapılamaz; yapılırsa mükemmel olmadığı ifade edilmiş olur.
Müezzinlik sevaplı ve şerefli bir iştir. Müezzinlerin bu şerefe lâyık vasıfta olmaları gerekir. Ezânın çekici (dâvetkâr) yönü göz önüne alınınca seslerin güzel, nağmelerin uygun olmasının önemi ortaya çıkar.
Hz. Peygamber'in (sav) müezzinleri, İslâm cihadını seslendiren cihad erleridir; ezânlarında cihad, cihadlarında ezân vardır.
Onlar Allah ve Rasûl aşıklarıdır; ezânlarında aşk, aşklarında ezân vardır.
- Ezânda tevhidden hemen sonra namazın gelmesi, bu ibâdetin, İslâm bünyesindeki müstesnâ mevkîine işaret etmektedir.
Tekbir ile birlikte düşünüldüğünde namaza çağrı, büyüklüğün gerçek sahibi olan Allah'ın çağrısıdır; başka büyüklükler izâfî, Allah'ın büyüklüğü mutlak olduğu için bu çağrıya icabetin önceliği vardır.
Namaz imanın has meyvası, en mükemmel kulluk ifadesidir. Peygamberlerin baş vazifesi ve ümmetlerine vasiyetleridir. İlâhî misâk ve talimatın birinci maddesidir. Ferdin ve toplumun İslâm şiârıdır. İslâm iktidarının ilk hedefidir. Namaz Kur'ân-ı Kerîm'de yüzden fazla defa tekrarlanmış, İslâm'da en mükemmel şeklini kazanmıştır. Müslümanın her ânı namaz şuuruyla dolu ve yeryüzü baştanbaşa namazgâhtır. Ümmetin hayatından namaz çıkmadıkça son halka kopmamış demektir ve böyle bir ümmette ümit vardır.
- Ezân kurtuluş çağrısıdır; çünkü ezân İslâm'a çağırır, İslâm ise bütün mânâsıyla kurtuluştur. Gerçekleşen de budur: İslâm, onu yaşayan fert ve toplumlar için, kurtulunması gereken herşeyden kurtuluş olmuştur. İslâm'da her fesadın bir ıslâhı, her derdin bir devâsı vadır. Ancak günümüzde insanlara, hastalık ve fesat içinde olduklarını duyuracak bir güçlü soluğa, soluklara ihtiyaç vardır. "Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak / Haykırsam kollarımı makas gibi açarak".
Ezânlar çağrıdır, ancak bu çağrıyı kulaklardan gönüllere, ellere ve ayaklara indirebilmek için Bilâl soluğuna ihtiyaç vardır.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

****************************

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Cemâatle Namaz*

Adı geçen yazıda il müftüsü, görev bölgesinde bilhassa cuma, terâvîh, vitir ve bayram namazlarında, aynı câmi içinde, aynı vakitte farklı uygulamaların yapıldığını; aynı zamanda, aynı namazın birden fazla cemâatle kılındığını, bunun sakıncalı sonuçlar doğurduğunu dile getirmekte ve birliğin sağlanması amacıyla alınabilecek tedbirler konusunda görüş istemektedir.
İslâm'da namazın cemâatle kılınması teşvik edilmiş, bazı müctehidler bunu farz-ı kifâye, bazıları ise müekked sünnet olarak değerlendirmişler, önemli bir mâzereti olmadığı halde cemâati terkeden müslümanın uhrevî sorumluluğundan söz etmişlerdir. Dînimizin teşvik ettiği "birlik, beraberlik, kardeşlik, dayanışma, ümmet şuuru içinde cemâatleşme" hedeflerinin "cuma, bayram, hacc, selâmlaşma, tokalaşma, yardımlaşma, komşuluk ilişkileri..." gibi çeşitli vesileleri vardır; cemâatle namaz da bu vesilelerin başta gelenidir. Açık olarak anlaşılan odur ki cemâatle namazdan maksat birlik, beraberlik ve kardeşlik ruhunu geliştirmek, pekiştirmek ve beslemektir. Dînimizde teşvik bulunduğu, engel de bulunmadığı halde bir vakit içinde, aynı zamanda, bir camide cemâati bölerek iki imam arkasında iki bölük olarak namaz kılmanın, dînin maksadına, cemâatin teşrî hikmetine ve felsefesine ters düştüğü, buna Allah ve Rasûlü'nün (sav) râzı olmayacakları âşikârdır. Rasûlullah (sav) ve Râşid Halifeleri devrinde böyle bir uygulamanın bulunmadığı da bilinmektedir.
Bu açık gerçeklere rağmen bazı bölgelerde cemâatin bölünmesi şüphesiz kötü niyete dayanmamaktadır; burada yaşayan ve farklı mezheblere salik bulunan (daha çok Hanefî ve Şâfiî mezheblerine bağlı olan) müslümanlar, ibâdetlerinin ancak böyle sahih ve geçerli olacağı inancı ile bu şekilde hareket etmektedirler. Ortada bir kusur varsa bu, cemâate değil, onlara doğru ve uygun yolu göstermeyen, böyle bir çözümde birleşmeyen, çözüm teşebbüslerini baltalayan bazı kusurlu kişilere râcidir.
Teklif edeceğimiz çözüm şekillerine geçmeden önce mezkûr davranışın hangi ictihad farklarından kaynaklandığına kısaca işaret etmekte fayda vardır:
a) Şâfiîlere göre cuma namazı bir camide kılınmalıdır. İhtiyaç bulunmadığı halde birden fazla camide kılınırsa namazı ilk bitiren cemâat dışındaki cemâatlerin cuma namazları sahih olmaz. Eğer bir ihtiyaç ve zarûret sebebiyle birden fazla camide cuma kılınıyorsa, bu takdirde namazlar sahihtir, fakat yine cemâatle öğle namazını da kılmak sünnettir. Hanefîlere göre böyle bir sünnet yoktur. Cuma namazları sahihtir.
b) Şâfiîlere göre terâvîh namazında, iki rek'atte bir selâm vermek gereklidir. Ayrıca kazâ borcu olan kimsenin müekked olsun, olmasın; sünnet namaz kılması caiz değildir. Hanefîlere göre teravihte, iki rek'atte bir selâm vermek gerekli değildir. Kazaya kalmış namazları bulunan bir müslümanın nafile kılması caizdir, hatta müekked sünnetleri kaza borcu olanın da kılması teşvik edilmiştir.
c) Şâfiîlere göre vitir namazını üç rek'at olarak kılacak olanlar ya üçünü bir selâm ile kılacaklardır, yahut da iki rek'atte bir selâm verecekler, sonra kalkıp tek rek'atı da bir selâm ile edâ edeceklerdir. Üç rek'atı arka arkaya kılıp, iki rek'atta bir oturup tahiyyât okumak, sonra kalkıp bir rek'at daha kılıp yine oturarak tahiyyat okuyup selâm vermek caiz değildir. Hanefîlere göre ise bu son şekil caizdir, vitir namazı böyle kılınmaktadır.
d) Bayram namazlarında da Şâfiî ve Hanefî mezhebleri arasında farklılıklar vardır. Bu cümleden olarak Şâfiîlere göre bayram namazının birinci rek'atında sübhânekeden sonra fazladan yedi tekbir, ikinci rek'atında başta fazladan beş tekbir almak sünnettir. Hanefîlerde bayram namazının birinci rek'atında sübhanekeden sonra üç tekbir, ikinci rek'atında rukûdan önce üç tekbir vardır.
İşte sözü geçen yazıdaki uygulamaya sebep olan husûs bu mezheb ve ictihad farkıdır. Bu farklara rağmen, Şâfiî müslümanların Hanefî imam arkasında, yahut Hanefî müslümanların Şâfiî imam arkasında imamın mezhebine ve uygulamasına uyarak tek cemâat halinde ve tek şekilde cuma, terâvîh, vitir, bayram vb. namazlarını kılmaları mümkün ve caiz değil midir? Aşağıda bu soruya cevap verirken aynı zamanda problemin çözüm yollarını da arzetmiş olacağız.
Bilgi ve kanaatimize göre farklı mezheblere bağlı müslümanların birbiri arkasında tek şekilde namaz kılmaları mümkün ve caizdir ve bunu üç esastan birine dayandırmak mümkündür:

1. Farklı mezheblerde bulunan müslümanların birbirine imam ve cemâat olmalarını caiz görme esası: Hanefî ve Şâfiîlere göre bu caiz değildir; imam cemâatin mezhebine uygun hareket etse bile kendisi o mezhebden olmadıkça namaz mekruh olur. Ancak bu görüşün sağlam ve müslümanlar için bağlayıcı bir delili yoktur. İctihad asırlarından sonra gelen bazı fıkıhçıların ileri sürdükleri bu görüş haklı tenkitlerle çürütülmüştür.1 Buna karşı Mâlikî ve Hanbelî mezheblerinin görüşü "farklı mezheblere bağlı müslümanların, birbiri arkasında namaz kılmalarının caiz olduğu ve bu takdirde imamın mezhebine göre sahih olan namazın, cemâat için de sahih olduğu" şeklindedir. İslâm'ın rûhuna, cemâat felsefesine, ilk ve örnek asırların uygulamasına uygun bulunan bu görüş tercih edilmeli ve Şâfiîler ile Hanefîler de bu esasa göre birbirine imam-cemâat olmalı, imamın mezhebine göre tek cemâat ile tek şekilde mezkûr namazları kılmalıdırlar.

2. Ulü'l-emr'in tercihinin ihtilâfı ortadan kaldırması esası: Mezhebler arasında ihtilâflı bulunan konularda ulü'l-emr bir ictihadı tercih ederek ümmetin bununla amel etmelerini emrederse bütün müslümanlar buna uyarlar ve bu konularda hepsi tek mezhebe bağlı imiş gibi hareket ederler.2 Bu gibi konularda dîn âlimleri ulü'l-emrdir. Bunlar bir araya gelip söz konusu edilen husûslarda tek uygulamayı tercih ve ilân ederlerse (bunu Diyanet İşleri Başkanlığı da sağlayabilir) ihtilâf ortadan kalkar ve ibâdette birlik avdet eder.

3. Cemâatle namazın maksadından hareket ile mümkün olan fedakârlığı yapma esası: Yazının giriş kısmında cemâatin önemine ve bölünmenin mahzurlarına işaret edilmişti. Bunlar göz önüne alınarak şöyle bir uygulamaya gidilebilir:
a) Bugün cuma namazları ihtiyaca binaen birden fazla camide kılınmaktadır; çünkü cemâat bir camiin alamayacağı kadar büyümüştür. Bu durumda Şâfiîlere göre de öğle namazını, cumadan sonra cemâatle kılmak farz değil, sünnettir. Mefsedetin def'i ve iyi sonuçların temini için bu sünnetten vazgeçilebilir.
b) Şâfiî cemâate uymak için Hanefî imam da, teravih namazında iki rek'atta bir selâm verebilir; bu uygulama Hanefîlere göre de tercih edilen bir terâvih kılma şeklidir. Kazâya niyet eden cemâatin terâvih kıldıran imama uymaları dış görünüş itibarıyla bir bölünme ifade etmediğinden dileyenin böyle yapmasına ses çıkarılmaz.
c) Vitir namazı kılınırken imam, cemâatin çoğunluğunun bağlı bulunduğu mezhebden olur, diğer mezhebe bağlı bulunanlar ise imama uymaz, vitri camide veya (tercihan) evlerinde tek başlarına kılarlar.
d) Bayram namazlarında Şâfiî mezhebinden olan müslümanlar da Hanefî mezhebinden olan imama uyarak namazlarını kılabilirler; çünkü Şâfiîlere göre sünnet kılanın vâcib kıldırana uymasında sakınca yoktur. Ayrıca Şâfiî mezhebinden birinin, bayram namazının tekbirlerini eksik alan (yedi yerine üç tekbir alan) imama uyması caiz görülmüştür.3
Buraya kadar sıralanan şekiller ve esaslardan en az birine göre problemin çözülmesi, cemâatin bölünmekten kurtarılması, bir bid'atin önlenmesi ve sünnetin ihyâsı mümkün olacaktır.

 



* Bitlis Müftülüğünün bir yazısı (26.02.1988) üzerine kaleme alınmıştır.
1. Bkz. Hayreddin Karaman, Dört Risâle, İst. 1971, s. 124-130 (Yeni baskı, İz Yay., 2000).
2. Mecelle, Mazbata ve mad. 1801.
3. el-Fıkh ale'l-mezâhib, c.I, s. 263.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

******************************

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Vergi ve Zekât

Vergi ve devlet:
Asırlardan beri fert toplumsuz, toplum da devletsiz olamamıştır. Toplumda istiklâli, güveni, adâleti ve düzeni sağlayan devlet, bu fonksiyonlarını ancak, işe uygun insan ve maddî imkânlarla yerine getirebilmektedir. Günümüzde devletlerin, başka millet ve devletlerden ganîmet, haraç ve toprak alarak gelir sağlama imkânları ortadan kalkmış gibidir. Başka devletlerden ancak, iktisâdi ve ticârî anlaşmalar yahut kredi ve yardımlar yoluyla gelir sağlanabilmektedir. Devletlerin dahilî gelirlerinin önemli bir kısmı vergilerden sağlanmaktadır. Vatandaşından az veya çok vergi almayan bir devlet yok gibidir.

Verginin meşrûiyeti:
Genel olarak verginin meşrûiyeti nimet-külfet dengesine ve zarûrete dayanmaktadır. Toplum devletten belli hizmetleri yerine getirmesini istemekte ve bundan yararlanmaktadır. Devletin hizmeti bir nimet ise bundan istifâde edenlerin gerekli külfeti yüklenmeleri tabiîdir, denge ve adâlet prensiplerine uygundur. Ayrıca devletin, vazifelerini îfa için gerekli bulunan maddî imkânları başka bir kaynaktan (petrol, önemli miktarda kıymetli maden vb.) sağlıyamaması halinde vergi kaynağına başvurması bir zarûrettir. Verginin meşrûiyeti için ileri sürülen sosyal mukavele ve akit teorileri zayıf bulunmuş, hâkimiyet ve zarûret teorileri ise daha tutarlı görülmüştür. Tarihî uygulama itibarıyla vergi servet, gelir ve şahıstan alınmış olmakla beraber sonraları şahıs ve servet kaynaklarından verginin sınırlandırılması, gelirden ise prensip olarak ve makûl ölçülerde alınması cihetine yönelinmiştir.

İslâm âlimleri erken devirlerden itibaren, müslümanlardan vergi almanın cevaz ve meşrûiyetini tartışmışlardır. Müslümanlardan, zekât dışında, vergi adıyla bir şey almak caiz değildir diyenler:
a) Müslümanın servetinde zekâttan başka bir hakkın bulunmadığı;
b) Mülkiyetin dokunulmazlığı prensiplerinden ve
c) Vergiyi yasaklayan hadîslerden destek almışlardır.

Gerektiğinde devletin, müslümanlardan vergi almasının caiz ve meşrû olduğunu savunan çoğunluk ise şu delillere dayanmışlardır:
a) İslâm, müslümanları kardeş ilân etmiş ve aralarında dayanışmalarını emretmiştir.
b) Zekâtın harcanacağı kalemler belli ve sınırlıdır; devletin giderleri ise sınırsız denilecek kadar çok ve çeşitlidir.
c) "Zararı ve kötülüğü önlemek fayda sağlamaktan önce gelir", "Genel zararı önlemek için özel zarar göze alınır" , "Çok iyi az iyiye, az zarar çok zarara tercih edilir" gibi genel kaideler vardır.
d) Zekâtı harcama kalemleri içinde yer alan "Allah yolunda" faslı dışında müslümanlar, malları ile cihâda teşvik edilmişlerdir. Mal ile cihâd, zekât dışında ödemeleri gerekli kılmaktadır.
e) Devletin hizmet ve nimetlerinden istifâde edenlerin, bunların var olmasını ve devamını sağlayacak olan külfete de katlanmaları gerekir.
Vergiye karşı olanların delilleri de tutarlı ve yeterli değildir; çünkü
a) Müslümanın servetinde başkalarının, zekât dışında da hakları vardır. Bu haklar içinden:
aa) yakınlık derecesine göre sıralanan akrabalar arasındaki nafaka yükümlülüğü,
ab) Aç, açık ve çıplak kalan bir insanın asgarî ölçüde de olsa yiyecek, giyecek ve barınak sahibi kılınması yükümlülüğü,
ac) Kullanılacak kap, âlet ve eşyaya zarûret derecesinde muhtaç bulunan komşulara bunların âriyeten verilmesinin gerekliliği üzerinde ittifak vardır.
b) Mülk Allah'ındır, insanların mülk üzerindeki tasarrufları vekâlet sıfatı iledir, kanun vâzıı da Allah Teâlâdır. İmdi Allah Teâlâ kendi mülkünden bir parçanın belli bir yere verilmesini vekiline emredince vekilin bunu vermeye mecbur olması, vermediği takdirde kamu vekilinin (devletin, devlet yetkilisinin) bunu zorla alması mülkiyet ilkesine ve hakkına aykırı değildir.
c) Hz. Peygamber'den (sav) nakledilen ve vergi (meks) alınmasını meneden hadîsler câhiliye devrinden kalma haksız ve ölçüsüz vergilerle ilgilidir.

Meşrû verginin şartları:
Devletin gerektiğinde müslümanlardan vergi almasının caiz olduğu hükmünü benimseyenler, meşrûiyet için bazı şartların gerçekleşmesini de zaruri görmüşlerdir:
1. İsrafsız işletilen devlet maliyesinin vergiye ihtiyacı bulunacak, başka bir kaynaktan bu ihtiyacı gidermek mümkün olmayacaktır.
2. Vergi yükü vatandaşlara adâletle dağıtılacak, vergi ihtiyaç fazlası maldan ve gelirden âdil ölçüler içinde alınacaktır.
3. Toplanan vergi gelirleri, İslâm'ın meşrû gördüğü, cevaz verdiği amme menfâatlerine ve hizmetlerine sarfedilecektir.
4. Verginin konması, toplanması ve sarfına ait esaslar ve kaideler, usûlüne uygun danışma yoluyla tesbit edilecektir.
Bu şartlar dahilinde vatandaşlardan vergi toplamak caizdir, meşrûdur; çünkü âdildir ve zaruridir.

Zekât ve Verginin birbiri yerine sayılması:
a) Verginin zekât sayılması:
Geçmişte ve günümüzde sayıları az da olsa bazı âlimler, devletin, sultanın, haklı veya haksız olarak vatandaştan aldığı vergilerin, ödenirken niyet edilmesi halinde zekât yerine geçebileceğini ileri sürmüşlerdir. Bu görüşün sağlam bir delili yoktur.
İbn Hacer Heysemî, İbn Âbidîn, Şeyh Uleyş, R. Rızâ, Şeltût, Ebû Zehra, Kardâvî gibi âlimlere katılarak biz de verginin şu sebeplerle zekât yerine geçemeyeceği hükmünü benimsiyoruz:

1. İbâdet ve niyet:
Zekât bir ibâdettir, bu ibâdeti yerine getiren mükellefin niyet etmesi ve ibâdeti usûlüne uygun olarak edâ etmesi gerekir. Vergide ne böyle bir niyet, ne de usûlüne riâyet vardır.

2. Miktarlar:
Zekâtın hangi mallardan, ne zaman ve ne kadar alınacağı, kimlere nasıl verileceği, kimlere verilmeyeceği ilgili nasslarla belirlenmiştir. Bunlara riâyet edilmediği takdirde verilen ve alınan zekât olmaz. Vergide bu miktarlara uyulmadığı gibi, alınacak mallar ve malların (matrahların) miktarları da zekât sınırları dışına çıkmaktadır.

3. Sarf yerleri:
Zekâtın kimlere verileceği, nerelere sarfedileceği ve kimlere verilmeyeceği âyet ve hadîslerle tesbit edilmiştir. Zekât; yoksula, geliri giderini karşılamayanlara (dar gelirlilere), şahsı için borçlanmış kimselere, azâd edilecek köleye ve gurbette parasız kalmış kimselere, Allah yolunda savaşanlara, İslâm'a kendisi veya yardımı kazandırılmak istenen kimselere, zekât memurlarına ve topluluk menfâati için borçlanmış, külfete girmiş kimselere verilir. Zekât gayr-i müslimlere, kişinin nafakalarını teminle yükümlü bulunduğu akrabaya, zenginlere... verilmez.
Devletin vergi gelirlerini harcadığı başlıca kalemler şunlardır:
Personel, savunma, sağlık, eğitim ve kültür, ulaşım, enerji, sulama, çevre koruma, güvenlik ve asayiş, sosyal güvenlik ve bütün bu hizmetler için gerekli binalar, tesisler, araçlar...
Zekâtın sarf kalemleri ile verginin harcama kalemleri mukayese edildiğinde, arada bazı tedâhuller bulunmakla beraber, birbirinden ayrı ve farklı oldukları açıkça görülmektedir. Zekâtın vergi yoluyla ödendiği düşünülerek ortadan kaldırılması halinde yalnızca İslâm'ın temel ibâdetlerinden biri ortadan kaldırılmış olmayacak, aynı zamanda onun baş hedeflerinden biri olan sosyal adâlet, sosyal refah ve tebliğ de gerçekleşmemiş, yukarda sıralanan sarf yerleri, muhtaçlar ve hizmetler mahrum ve âtıl kalacaktır. Dünyada herhangi bir İslâm ülkesinin topladığı vergilerle zekâtın bütün amaçlarını gerçekleştirdiğini varsaysak bile, zekâtın bir ibâdet ve sembol olarak varolması, rahmetini -yakından uzağa- millî sınır tanımadan bütün ümmete yayması gerekmektedir; İslâm'ın amacı budur.

4. Örnek uygulama:
Rasûl-i Ekrem (sav) ve onun Râşid Halîfeleri zekâtı, devletin diğer gelirlerinden titizlikle ayırmışlar, onun için ayrı bir bütçe ve hazine oluşturmuşlar, Kur'ân-ı Kerîm'de öngörülen yerlere sarfetmişlerdir. Bu uygulamanın örnek alınması aynı zamanda bir dînî vecîbedir.

b) Zekâtın vergi sayılması:
Bilhassa laik ülkelerde yaşayan müslümanların bir kısmı ya "bu gibi ülkelerde devlete vergi vermek caiz değildir" diyerek, yahut da "devlet, bizden topladığı vergilerle zekâtın amaçlarını gerçekleştirmiyor, bunu biz gerçekleştirmeliyiz" şeklinde düşünerek devletten vergi kaçırmakta ve bunu zekât olarak sarfetmektedirler. Başka bir ifade ile "ödedikleri zekâtı vergi sayarak" vicdanen rahatlamaktadırlar. Biz bu mânâda zekâtın da vergi yerine geçmeyeceği kanâatindeyiz. Çünkü verginin meşrûiyet gerekçesi zekâtınkinden farklıdır; vergi daha ziyade nimet-külfet dengesine, adâlete ve zarûrete dayanmaktadır. Herhangi bir ülkede yaşayan, bu ülkede toplanan vergilerle sunulan hizmet, nimet ve güvenliklerden faydalanan insanların -ödeme güçleri bulunduğu takdirde- bunun bedelini ödemeleri bir borçtur; aksi halde milyonlarca insanın hakkını üzerlerine geçirmiş, hakları olmayan hizmet ve menfâatlerden yararlanmış olurlar, ödeyenlerin yüklerinin artmasına sebep olurlar. Burada devletin niteliği değil, birlikte yaşayan insanların ortak ihtiyaçları, bu ihtiyaçları gidermek üzere ortak katılımları, bunlarla gerçekleştirilen hizmetlerden yararlanmanın -imkânı olanlar için- gidere katılma şartına bağlı olması, aksi halde milyonlarca insanın hakkını gasbetmiş olma sonucu önemlidir. Bu haksız faydalanma ve gasb günahından, ayıbından kurtulmanın yolu gidere katılmak; yani vergi vermektir. Devletin, toplanan verginin bir kısmını israf etmesi, İslâm'a göre meşrû olmayan yerlerde sarfetmesi, bazı önemli ihtiyaçlara pay ayırmaması mahzurları iki yol ile giderilebilir.
1) Niyet:
Vergiyi veren, meşrû yerlere harcanmasına niyet eder, bu harcamaları (kalemleri) göz önüne alarak verir.

2) Zekât:
Kazancın bir kısmı da zekât olarak verileceği için ihmal edilen harcama kalemleri bununla telafi edilir.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Haccın Mahiyeti ve Hikmeti
Haccın Mahiyeti

İslâm'ın, çeşitli hikmetlere, dünya ve âhirette elde edilecek faydalara bağlı olarak getirdiği ibâdetler, mal ve beden ile yapılışı bakımından üç gruba ayrılmıştır: Namaz gibi yalnız beden ile yapılanlar, zekât gibi yalnız mal ile yapılanlar ve hacc gibi hem beden, hem de mal ile yapılanlar. Bazı müelliflere göre mal, haccın farz olmasının bir şartıdır, malı yeterli bulunup hacc farz olunca kişi bunu malı ile değil, bedeni ile yerine getirmektedir; bu sebeple hacc da bedenî bir ibâdettir.4 Ancak ulemâ ekseriyeti haccın "bedenî-mâlî" bir ibâdet olduğu görüşünü savunmuşlardır. Haccın gerek farz olması ve gerekse sahih olarak yerine getirilmesinin şartları arasında imam ve cemâat de yoktur; mükellef tek kişi bile haccın rükün ve şartlarını îfa ederek hacc ibâdetini yapmış olur; şu halde haccın milletlerarası siyâsî bir toplantı olduğunu, hacc îfa edilirken siyâsî toplantı, gösteri ve yürüyüş yapılması gerektiği, bunlar yapılmadığı takdirde haccın sahih olmayacağı şeklindeki iddiâlar delilsiz ve dayanıksız kanâatlerden ibârettir. İleride zikredileceği üzere hacc esnasında ticaret ve deniz avı, ihramlı değilken Harem bölgesi dışında kara avı serbest bırakılmış ve bunlar fiilen de yapılmıştır; ancak hiçbir müctehid "bunlar olmazsa hacc da olmaz" dememiştir; hatta tam aksine "bunlar kişiyi hacc ibâdetinin ruh ve mânâsından uzaklaştırırsa terkedilmelidir" denilmiştir. Haccın bu mânâ ve mahiyette bir ibâdet olduğunu gösteren deliller vardır:

Kur'ân-ı Kerîm'den:
"Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın. Eğer bunlardan alıkonursanız kolayınıza gelen kurbanı gönderin. Kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. İçinizden kim hasta olur, yahut başından rahatsızlığı bulunursa oruç, yahut sadaka, yahut da kurbandan (birini) fidye vermesi gerekir. Emin olduğunuz vakit kim hacc gününe kadar umre (yapıp ihramdan çıkmak sureti) ile faydalanırsa kolayına gelen bir kurban kesmek gerekir. Kurban kesemeyen kimse hacc günlerinde üç, memleketine döndüğü zaman yedi olmak üzere oruç tutar ki, hepsi tam on gündür. Bu söylenenler, ailesi Mescid-i Haram civarında oturmayanlar içindir. Allah'tan korkun ve bilin ki Allah'ın cezası ağırdır. Hacc bilinen aylardır (belli aylarda yapılır). Her kim o aylarda hacca niyet eder (ihrama girerse) artık hacc esnasında kadına yaklaşmak, günaha girmek ve çekişip kavga etmek yoktur. Yaptığınız her bir iyiliği Allah bilir. Ahiret için azık edinin; azığın en iyisi de takvâdır (Allah korkusu ve kulluğudur); ey akıl sahipleri benden (bana isyandan) sakının. Rabbinizden gelecek bir nimet ve lûtfun peşine düşmekte (hacc esnasında ticaret yapmakta) size günah yoktur. Arafat'taki vakfeden (Müzdelife'ye) akın ettiğiniz zaman Meş'ar-i Harâm'da Allah'ı anın; Allah'ı size yol gösterdiği gibi anın; her ne kadar daha önce sapıklık içinde idiyseniz de (bunun zararı yoktur). Sonra insanların toplu olarak indiği yerden siz de inin (birlikte hareket edin); Allah'tan af ve mağfiret dileyin; çünkü Allah affedici ve esirgeyicidir. Hacc ibâdetlerinizi bitirince, babalarınızı andığınız gibi, hatta daha güçlü olarak Allah'ı anın..."5
"Bir zamanlar İbrahim'e Beytullah'ın yerini hazırlamış (ve ona şöyle demiştik): Bana hiçbir şeyi ortak koşma; tavaf edenler, ayakta durup ibâdet edenler, rukû ve secde edenler için evimi temiz tut."
"İnsanlar arasında haccı ilân et ki, gerek yaya olarak ve gerekse nice uzak yollardan gelen yorgun argın develer üzerinde, kendilerine ait birtakım faydaları görmeleri, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah'ın ismini anmaları (kurban kesmeleri) için sana (Kâbe'ye) gelsinler. Artık ondan hem kendiniz yiyin, hem de yoksula, fakire yedirin, Sonra kirlerini gidersinler ve o Eski Evi (Kâbe'yi) tavâf etsinler."6
"Şüphesiz âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev Mekke'deki Kâbe'dir. Orada apaçık nişaneler (ayrıca) İbrahim'in makamı vardır. Oraya giren emniyette olur. Yol bakımından gücü yetip gidebilenlerin o evi haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse bilmelidir ki Allah âlemlerden müstağnîdir."7
Bu âyetler ile Safâ ve Merve gibi yerleri Allah'ın nişaneleri sayan8, Allah'ın nişanelerine hürmet edilmesini isteyen9, ihramlı iken avlanmayı yasaklayan10, her ümmete Allah'ı anmaları için hacc, kurban vb. ibâdetler getirildiğini bildiren11 âyetleri dikkatle okumak bile haccın hangi maksatlarla buyurulmuş bir ibâdet olduğunu anlamaya yetecektir. Âyetlere göre hacc tek bir ibâdet olmayıp, âdeta bir ibâdetler mecmûasıdır; her biri birtakım fiil ve terklerden oluşan ibâdetlerin bütünü hacc ibâdetini teşkil etmektedir. Bunların başlıcaları ihram, namaz, telbiye, çeşitli zikirler (Allah'ı çeşitli isim ve sıfatları ile anmak), Arafât ve Müzdelife vakfeleri, istiğfar, tavâf, güzel ahlâk, sabır, ihramlı iken yasaklara riâyet, yasakları çiğneme sebebiyle veya bazı mazeretlerden dolayı oruç, kurban, sadaka şeklinde yerine getirilen keffâret ve fidyeler, en hayırlısı takvâ olan mânevî azıklar edinmek, imanı güçlendirip maddî ve mânevî kirlerden arınmaktır. Bütün bu davranışlar doğrudan doğruya ibâdet olup Allah'a lâyık bir kul olmak ve O'na yakınlık elde etmek için Allah tarafından vazedilmiştir.
Namaz ve oruç gibi diğer ibâdetlerin ferd ve toplum olarak müslümanlara birtakım faydaları olduğu gibi haccın da "ferdî, ictimâî, iktisâdî, siyâsî..." faydaları vardır; ancak bu faydalar ibâdetlerin acil (dünyadaki) mükâfatıdır; ibâdetler fayda için değil, Allah için, O'na kulluk borcunu îfa için buyurulmuştur.
Tevbe sûresinin üçüncü ve dördüncü âyetlerinde ifade buyurulan husûs ve bu sûreyi müslümanlara tebliğ için Hz. Ali'nin Peygamberimiz (sav) tarafından arkadan gönderilmesi tarihî bir vakıadır. Hicretin dokuzuncu yılında Hz. Peygamber (sav) Hz. Ebû Bekr'i hacc emîri tayin etmiş, kendileri Medine'de kalmışlardı. Onlar hacca gittikten sonra Tevbe sûresi nazil olmuş, bu sûrede müşriklerle siyâsî ilişkinin kesilmesi, onlara karşı kesin tavır alınması, anlaşma süreleri sona erenler ile yeniden anlaşma yapılmaması gibi husûslar emrolunmuştu. Hz. Peygamber (sav) hem sûreyi müslümanlara duyurması, hem de diğer husûsları ilân etmesi için Hz. Ali'yi memur etmiş ve arkadan göndermiştir. Hz. Ebû Bekr'in hacc emirliği altında hareket eden Hz. Ali bayramın birinci gününde Akabe Cemresi'nin yanında bir hutbe îrâd ederek Tevbe sûresinin başından itibaren otuz-kırk kadar âyeti okumuş ve arkasından şu maddeleri tebliğ etmiştir: 1. Bu yıldan sonra Kâbe'ye müşrikler yaklaşmayacak, 2. Hiç bir kimse çıplak olarak Kâbe'yi ziyaret etmeyecek, 3. Mümin olmayan cennete giremeyecek, 4. Karşı tarafın bozmadığı, müminler ile müşrikler arasındaki anlaşmalar, süre sonuna kadar devam edecek.
Bu maddeler, gerektiği için hacc esnasında tebliğ edilmiş ve bundan sonra da devamlı olarak maddelerin gereği yapılmıştır. Ancak bu vâkıa delil kılınarak hacc esnasında "müşriklerden teberri etmek, İslâm düşmanlarına karşı sövüp saymak, sloganlar atmak" gibi bir hacc ibâdeti veya sünneti ortaya konmamış, böyle bir uygulama yapılmamıştır. Nitekim bir yıl sonra bizzat Rasûlullah (sav)'in başkanlığında hacc yapılmış, fakat bu haccda benzeri bir faaliyet gösterilmemiştir. Müslümanlar her fırsatta usûlüne uygun olarak tebliğ, emr-i bi'l-ma'ruf nehy-i ani'l-münker, hakkı ve sabrı tavsiye, nasihat gibi vazifelerini yerine getirirler, bunlar usûlüne uygun olarak yerinde ve yolunca yapılırsa fitne ve fesada sebep olmak bir yana birçok faydaları da beraberinde getirir. Ancak bunlarla belli ibâdetleri birbirine karıştırmak, belli bir ibâdetin farz, vâcib, sünnet ve âdâbına yenilerini ilâve etmek caiz ve uygun değildir.
Sünnet'ten:
"İslâm beş temel üzerine kurulmuştur: Allah'tan başka tanrı olmadığına ve Muhammed'in Allah elçisi olduğuna inanmak ve tanıklık etmek, namazı kılmak, zekâtı vermek, hacc ve Ramazan orucu."12
"Umre, gelecek umreye kadar aralarında olana (günahlara) keffarettir. Kabûl olunmuş bir haccın cezası ise doğrudan cennettir."13
"Üç mescidden başkasına ziyaret için sefer edilmez: Harâm Mescidi, Rasûl Mescidi ve Aksâ Mescidi."14
"Allah evini ziyaret eden (hacc ibâdetini yerine getiren), bu esnada cinsî duygunun tatmininden ve günaha girmekten uzak kalan kimse, anasından doğduğu gün gibi günahlarından kurtulmuş olur."15
Bu hadîslerde haccın bir yandan diğer özel ibâdetler ile birlikte zikredilip İslâm'ın temellerinden biri kılınması, diğer yandan ona verilen önem ve vâdedilen mükâfatlar onun, namaz, oruç, zekât gibi bir ibâdet olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Hacc bir ibâdet olduğu için, diğer ibâdetlerde olduğu gibi hacda da sırrını aklın kavrayamadığı fiil ve terkler vardır; belli sayıda tavâf ve sa'y, şeytan taşlama ve belli sayıda taş kullanma, vakfenin Arafât ve Müzdelife'de, muayyen zamanlar içinde yapılması... bunlara örnektir. Ancak yine diğer ibâdetlerde olduğu, gibi hacc ibâdetinde de insan aklının kavradığı ve müslümanların fiilen elde ettikleri maddî-mânevî iyi sonuçlar, faydalar vardır; aşağıda "haccın hikmeti" başlığı altında bunları tesbit etmeye çalışacağız.

Haccın Mânâ ve Hikmeti
Hacc ibâdeti birçok karar, fiil, terk ve düşünceden oluşmakta, bunların da müslümanların ferdî ictimâî, siyâsî ve kültürel hayatlarında önemli tesirleri, faydaları ve sonuçları bulunmaktadır.

A- Müslümanın ferdî hayatında:
Haccın, bu ibâdeti yapan kişiye sağladığı maddî ve mânevî faydaları, hacca niyetten itibaren ibâdeti adım adım takip ederek, her davranışın mânâ ve mahiyetini tahlil ederek ortaya koymak mümkündür.

1. Mü'minin düşüncesinde haccın mânâsı:
Bedene ait zevklere dalan, rûhunu gıdasız, nefsini dizginsiz bırakan bir kimsenin Allah'a yaklaşması, ilâhî ilham ve tecellîlerden nasib alması mümkün değildir. Bu sebeple geçmiş ümmetlerde dünyadan el etek çekme (rehbâniyet), toplumdan uzaklaşarak kendini Allah'a verme yolu açılmış, bunu yapanlar Kur'ân-ı Kerîm'de de öğülmüştü.16 Bu yola hakkıyle riâyet edilemediği, gâyesinden saptırıldığı için Allah, Son Peygamberi'ni (sav) göndermiş ve kullarını aynı maksada ulaştıracak ibâdetler öğretmiştir. Nitekim Peygamberimiz'e (sav) ruhbanlık ve din uğruna evi barkı terkedip seyâhate çıkmak sorulunca " Allah'ın bu ümmete, ruhbanlık yerine haccı ve cihadı, seyâhet yerine de orucu verdiğini" bildirmişlerdi. Hacc ibâdeti belli bir saha içinde yerine getirilmektedir. Bu sahanın merkezinde Kâbe vardır. Allah Teâlâ mekândan münezzeh olduğu halde Kâbe'ye "Allah Evi: Beytullah" demek suretiyle orayı şereflendirmiş, çevresinde belli bir bölgeyi bu evin korusu (harem) haline getirmiş, buralarda avlanmayı yasaklamış, Arafât, Müzdelife gibi bazı makamları da feyiz, bereket, zikir ve nur sahaları kılmıştır. Bütün bu husûslar aklın ötesindedir; akıl bunların niçin, hangi özelliklerinden dolayı böyle olduğunu kavrayamaz; ancak Allah böyle dediği için öyle kabûl eder, zaman ve mekândan münezzeh olan Rabbini ziyaret etmek isteyen mümin, O'nun evim dediği yere gider ve yine O'nun dilediği, öğrettiği şekilde kulluğunu arzeder. Yerin, özelliklerin ve hareketlerin akıl ötesinde olması nefsin zevklerini ve bedenin hazlarını sıfır noktasına getirir, hareketler fayda ve hazzın ötesinde yalnızca Allah rızâsına yönelik; yani ihlâs içinde, kulca olur. İşte bu mânâsıyle hacc ibâdeti, geçmiş ümmetlerde rehbaniyetin sağladığını veren bir ibâdet olmaktadır.

2. Hacc ibâdetinin çekiciliği:
Hacc ibâdeti bir mümin için iki yönden çekicidir:
a) Seven kişi, sevdiğine ait olan her şeyi sever ve özler; Kâbe'ye Allah "evim" dediğine göre Allah'ı sevenlerin O'nun evini özlemeleri, ziyaretine can atmaları tabiîdir.
b) Ziyaret kavuşmaktır, buluşmaktır, hasret gidermektir; ancak insanların yaratılışı dünyada Allah'a kavuşmaya, O'nu görmeye müsait değildir. Bu yaratılış ve özellikleriyle dünya hayatında Allah Evi'ni ziyaret edenlere cennet, cennete girenlere ise Cemâl (Allah'ı görme saâdeti) vâdolunmuştur; ebediyyete göre yaratılışları yenilenecek ve değişecek olan insanlar için cennette bu vaat gerçekleşecek, dünyada ziyaretine geldiklerini, ebedi âlemde hazır ve müsait oldukları an göreceklerdir.

3. Niyet ve hazırlık:
Hacc ibâdetini böyle anlayan ve böyle gören bir mümin, içinde bulunduğu durumun önemini kavrayacak, ziyaretine talip olduğu Zât'ın büyüklüğünü düşünecek, bu ziyarette başka şeylere gönül düşürmenin yakışıksızlığını idrâk edecek ve ihlâs derecesini yakalamaya çalışacaktır.
Ziyaretçinin kabûl edilmeyi umabilmesi için engelleri kaldırması gerekir. Bu noktada iki nevi engelden söz etmek mümkündür:

a) Dış engel: Bu, kulun günahları ile üzerinde bulunan kul haklarıdır. Bu engelin kaldırılması ise tevbe ve istiğfar yanında hak sahiplerine haklarını teslim etmek ve onlardan helâllik almak sûretiyle gerçekleşecektir.

b) İç engel: Bu engel de kulun gönlünün, ziyaretine gittiği Zât'tan, O'nun sevgi ve özleminden başka şeylerle dolu olması, beden ve dünya zevklerine, menfâatlerine takılmış bulunmasıdır. Bu engeli ortadan kaldırabilmek için de vücut nasıl Kâbe'ye yönelmiş ise, gönlü de o evin Sâhibi'ne yöneltmek, O'ndan başka bir şey düşünmemeye çalışmak gerekecektir.
Yolculuğa çıkan bir kimsenin geri gelip gelmeyeceği belli değildir. Bu sebeple vasıyetini yazıp ilgililere bırakması uygun olacaktır.
Mümin bu yolculuğa hazırlanırken bundan daha yakın olan ve her an çağırılması mümkün bulunan ahiret yolculuğunu da hatırdan çıkarmamalı, bu yolculuğun onu kolaylaştırmaya vesile olmasını dilemelidir. Yolcumuzun gerek kendine ve gerekse geride bırakıp nafakalarını teminle yükümlü olduklarına yetecek kadar para ve eşyaya ihtiyacı vardır. Bunların sıkıntıya düşmeyecek, başkalarına da az çok yardımda bulunacak ölçüde ve mutlaka helâl yoldan elde edilmesi, hazırlanması gerekmektedir. Hacc nasıl azıksız ve hazırlıksız olmuyorsa, ahiret yolculuğu da azıksız olmaz; mümin bu vesile ile ahiret için ne hazırladığını düşünmek ve en hayırlı ahiret azığının takvâ olduğunu hatırlamak durumundadır.

4. Yolculuk:
Hacc yolculuğu hangi vasıta ile yapılırsa yapılsın rahatsızlık ve sıkıntılarla kaşılaşmamak mümkün değildir. Bunlara karşı sabretmek, yol arkadaşlarını, hatta bineğini incitmemek mukaddes yolun yolcusuna borçtur. Bunu yerine getirebilmek için de nasıl bir yolculuğa çıktığını, kimi ziyarete gittiğini, gittiği yerde nasıl bir muâmele görmeyi beklediğini düşünmek yetecektir. Bu düşüncelere bir de ahiret yolculuğu düşüncesini eklemek, bir gün geri dönme ümidi de olmaksızın bu yolculuğa çıkacağını, şimdi geçici olarak geride bıraktıklarını, o zaman devamlı olarak bırakacağını hatırından uzak tutmamak, yolcunun sabır ve metânetini hasret ve iştiyâka çevirecektir.

5. İhram:
Mîkat adı verilen ve ihramsız geçilmesi yasak olan sınıra varınca hacc yolcuları mümkün ise boy abdesti alırlar, yahut namaz abdesti ile yetinirler, tıraş olur, fazla kıllarını izale eder, tırnaklarını keser, güzel kokular sürünürler, erkekler dikişli elbiselerini çıkararak kefene benzeyen ve iki parçadan ibaret olan hacc elbisesini giyerler, iki rek'at namaz kılar, yapacakları haccın çeşidine göre niyet ederler ve telbiyeye başlarlar. Telbiye "Lebbeyk Allahumme lebbeyk, lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk, inne'l-hamde ve'n-ni'mete leke ve'l-mülk, lâ şerîke lek" demektir. Bunun mânâsı "Sana geldim Allah'ım, çağırdın koşup geldim, Sana geldim, ortağın yoktur, koşup geldim, hamd ve nimet Sana aittir, mülk de Senin, ortağın yoktur Senin!" demektir. Kulun, Beytullah'ın kapısını çalması ve kabûl niyâz etmesi mânâsını da ihtiva eden bu sözler şeytan taşlamaya kadar ağızlardan düşmeyecek, her fırsatta tekrarlanacaktır. İhram elbisesini giyerken hacc yolcusu ayrıldığı dünyadan üzerinde kalan son parçaları da çıkarmış, ölmeden evvel ölmüşçesine kefene bürünmüştür, ancak bu ölüm dünya ve beden zevklerine ait olduğu ve rûh için vuslat zamanı yaklaştığı için temizlenmiş ve güzel kokular sürünmüştür. Şimdi âdeta ayrı bir dünyada rûhânî bir hayat başlamıştır. Bu hayat içinde ne çekişmek, döğüşmek, günaha girmek, beden zevki yaşamak vardır; ne de bir canlıya, hatta kendi saç ve sakalına kıymak vardır. Bütün düşünce ve umut "geldinse buyur, seni kabûl ediyorum" hitabına mazhar olmaktan ibârettir. Böyle bir yaşayışın, bundan sonraki hayat için insanda derin izler bırakacağı, kişiyi yaratılış maksadına döndüreceği kuvvetle umulur.

6. Mekke'ye giriş ve Kâbe'yi müşâhede:
Mekke'ye girmeden önce harem sınırları içine girilmiş olmaktadır, Harem-i Şerîf Allah Evi'nin dokunulmaz sahası ve insanlar için güvenlik bölgesidir. İlâhî korumanın güvenliğini yaşayan kulun aynı zamanda lâyık olamamanın korkusunu gönlünde taşıması gerekmektedir.
Bir müddet sonra Kâbe görünecek, bir mânâda hedefe varılmış, Allah evine girilmiş olacaktır. Bu sırada kulun Allah'ı görmüşçesine bir heyecan ve zevk ummanına dalması tabiîdir. Bir yandan Allah'ın bu lûtfuna şükredilecek, bir yandan da "dünyada evini gösteren ve ziyareti nasib eden Allah'ın ahirette de cemâlini göstereceği" umulacaktır.

7. Tavâf:
Bilindiği üzere hacc ve umre ibâdetini yapanlar kavuşma tavâfı, umre ve haccın gereği olan tavâflar, nafile tavâf ve vedâ tavâfı isimleriyle birçok tavâf yapmaktadırlar. Bir tavâf, Hacer-i Esved köşesinden başlayıp Kâbe'nin etrafında, tavâf bölgesi içinde yedi tur yapmakla gerçekleşmektedir. Tavâf yapılırken erkekler sağ pazularını üst giysilerinin dışına çıkarmakta ve ilk üç turda hareketli ve çalımlı bir şekilde koşarcasına yürümektedirler. Tavâf başlarken ve sonraki turlarda Hacer-i Esved hizasına geldikçe bu taş ya öpülmek suretiyle, yahut da öpmek, el sürmek mümkün olmazsa uzaktan el ile işaret edilerek selâmlanmaktadır.
Bu hareketlerin önemli mânâları ve tesirleri vardır:
Allah'ın Evi O'nu temsil ettiğine göre kul, Kâbe'yi tavâf ederken ilâhî huzurda kabûl niyâzı ile dönüp dolaştığını düşünecektir. Haberlerden anlaşıldığına göre yerde Kâbe, mânevî semâlarda Beyt-i Ma'mûr'un hizasına düşmekte, onun yerini tutmaktadır. Arşın ve Beyt-i Ma'mûr'un çevresinde melekler dönerek ibâdet etmekte, Kâbe'nin çevresinde de insanlar dönerek tavâf ibâdetini yerine getirmektedirler. Hacer-i Esved, kulların ezelde Allah'a verdikleri kulluk sözünün imzası ve mührü olarak kabûl edilmiştir. Onu öpen veya geriden selâmlayan insanlar ezelde verdikleri sözü hatırlayacak, yeminlerini tazeleyecek ve Allah'a kulluktan ayrılmayacaklarını teyid edeceklerdir. İbn Abbas'a dayanan bir rivâyetten anlaşıldığına göre Hacer-i Esved'i öpen, yahut selâmlayan kullar, Rableri ile tokalaşmış gibi olmaktadırlar. Erkeklerin pazularını çıkarıp üç dolanımda koşarcasına ve çalımlı bir şekilde yürümeleri Rasûlullah (sav) ve ashabının uygulamalarına dayanmaktadır. Hicretten sonra ashabın Medine'de hastalandıkları ve bitkin hale geldikleri dedikodusu üzerine müşrikler Hacer-i Esved'in bulunduğu tarafa toplanmış, hicretten sonraki ilk tavâflarında Rasûlullah (sav) ve ashâbını görmek istemişlerdi. Peygamberimiz (sav) müşriklerin gözünü yıldırmak ve güçlü görünmek için zikredilen şekilde davranılmasını istemiş, bu geçici tedbir güzel bir hatıra olarak haccın sünnetleri arasına girmiştir. Hacc ibâdetini yapan her müslüman ıztıbâ ve remel denilen bu sünneti yerine getirirken kendisini Rasûlullah (sav) ve ashâbının arasında hissetmekte ve âdeta o günleri bu kutlu cemâat ile birlikte yaşamaktadırlar.
Tavâftan sonra Hacer-i Esved ile Kâbe'nin kapısı arasındaki duvara (Mültezeme) karın ve göğsü, elleri ve sağ yanağı yapıştırmak bu şekilde biraz kalarak vuslat neş'esini yaşamak ve sonra Kâbe örtüsünden tutunarak duâ ve niyazda bulunmak da haccın sünnet ve âdâbı içinde yer almaktadır. Bunlardan birincisi Allah'a yakınlığı, hasret ve sevgiyi temsil etmekte, bu şekilde yapılan niyâzın kabûl edileceği, Kâbe'ye yapışan vücudun yanmayacağı umulmaktadır. İkincisi ise bir büyüğe karşı suç işlemiş olan kişinin, onun eteğine sarılarak affını istemesini temsil etmektedir. Kulun, bu şekilde manen ve mecazen eteğine sarılarak af dilediği, yakınlık ve lûtuf talep ettiği Yüce Zat'tan başka sığınacağı, dayanacağı, yalvaracağı, kulluğunu arzedeceği kimse yoktur. Duâda ısrar Mevlâ'nın murâdıdır, bu sarılış ve yakarış da o ısrarı gerçekleştirmektedir.
Kulun Allah'a en yakın olduğu durum secdedir; hem bunca ikrama şükür, hem de yakınlığı yaşamak için tavâftan sonra İbrahim Makamında iki rek'at namaz kılınır; ruh gıdalanmış, susuzluğunu nisbeten gidermiş, fakat bunca çabadan sonra beden susamıştır, onu da tatmin için Zemzem'in başına gidilir ve doya doya içilir, şifâ olması için duâ edilir. Sıra sa'ye gelmiştir.

8. Sa'y:
Hacc ibâdeti, Hz. İbrahim (a.s) ve ailesi, Hz. Peygamer (sav) ve ashabı ile içiçe, beraber yaşanan bir ibâdettir. Allah'ın emri üzerine Hz. İbrahim (a.s), eşi Hâcer ile oğlu İsmail'i Mekke'de Kâbe'nin bulunduğu yere getirip bıraktı ve Rabbi'ne şöyle duâ ettikten sonra tevekkül içinde çekip gitti: "Ey Rabbimiz, (burada Sana ibâdet etsinler ve) namazı kılsınlar diye çocuklarımdan bir kısmını senin mukaddes Evi'nin yanında, ekinsiz bir vâdîye yerleştirdim. Artık sen, insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir ve meyvelerden onlara rızık ver; umulur ki (onlar da bu nimetlere) şükrederler."17 Hadîslerde anlatıldığına göre Hâcer, yanlarındaki su tükenince susuz kalmış, henüz süt emen çocuğunu da doyuramaz olmuştu, uzaklardan gelip geçen birini görürüm diye Safâ tepesine çıkıp etrafa baktı, düze inince koşuyor, tırmanırken yavaşlıyordu, yedinci çıkışında Merve'ye gelmişti, bir ses işitti, dönüp baktığında İsmail'in bulunduğu yerden su çıktığını gördü; işte bu Zemzem idi. Allah Teâlâ, Hz. İbrahim'in (a.s) duâsını kabûl buyurmuş ve mümin kulların gönlüne Mekke ve Kâbe sevgisini yerleştirmiştir; her müminin bitmez tükenmez hasreti ve arzusu Kâbe'ye, Mescid-i Harâm'a ve Ravza'ya yöneliktir. Sa'y ibâdeti de, tevhîd dininin büyük peygamberi Hz. İbrahim'den (a.s) Son Peygamber'in (sav) ümmetine kadar uzanmış kutlu ve feyizli bir ibâdettir. Umre ve hacc tavâfından sonra yapılan bu ibâdet Hanefîlere göre vacib, diğer bazı müctehidlere göre rükün ve farzdır.
Müslüman bu ibâdeti yaparken En Büyüğün sarayı önünde nöbet tuttuğunu, iki nöbet mahalli arasında gidip geldiğini; yahut bir büyüğün ziyaretinden sonra onun hoşnut olup olmadığını anlayabilmek için heyecan içinde avluda gidip gelen, arasıra bakışını onun tarafına yönelterek heyecan içinde sonucu bekleyen insanın halini düşünebilir.
Meâlini yukarda verdiğimiz bir âyete göre Safâ ve Merve Allah'ın nişâneleridir (şeâir). Akıl bu iki tepenin niçin nişane olduğunu kavrayamaz, aklın kavrayamadığı bir husûsa inanıp riayet etmenin nefse ve bedene vereceği bir zevk ve menfâat de yoktur; bu sebeple sa'y, iman ve ihlâsa dayalı kulluğun tecellî ettiği seçkin bir ibâdettir.

9. Arafât ve Müzdelife Vakfesi:
Arafe günü Arafât'ta, bayram gecesi, gece yarısından sonra Müzdelife'de bulunmak, buralarda Allah Teâlâ'ya telbiye, tesbîh, tekbîr vb. zikirlerle, istiğfâr ve dualarla, tefekkür ve tazarrularla ibâdet etmek, haccın en önemli vazifeleri arasındadır. Safâ ve Merve gibi, buralar da ilâhî nişanelerdir, Allah'ın af, rahmet ve ikrâmının tecelli ettiği yerlerdir. Dili, rengi, ülkesi ve âdetleri birbirinden farklı, fakat aynı Allah'ın kulu ve aynı Rasûl'ün (sav) ümmeti olan yüzbinlerce insan aynı anda burada Allah'a yönelmekte, O'na kulluk arzetmekte ve dilekte bulunmaktadırlar; bu insan seli içinde bulunup da temizlenmemek, Allah'ın rahmet, lûtuf ve ikrâmından nasib almamak mümkün değildir; yeter ki gönüller de eller gibi ona açılmış olsun! Vakfe aynı zamanda dünyada mahşeri temsil eden tek toplantıdır; üzerlerinde kefene benzer giysilerinden başka bir şeyleri bulunmayan, grup grup rehberlerine uymuş, Allah'a iltica ederek sonuç bekleyen bu büyük topluluk içinde mümin mahşeri düşünmeli, fırsat elde iken o güne hazırlık yapmaya azmetmelidir.

10. Şeytan Taşlama ve Kurban:
Rivâyetlere göre Hz. İbrahim (a.s) Allah'ın emrini yerine getirmek üzere Mina'ya doğru ilerlerken şeytan yolunu kesmiş ve onun zihnini çelmek istemişti. Hz. İbrahim (a.s) ona kapılmadı, onu taşlayarak yanından uzaklaştırdı. Hacc ibâdetini yapan müslüman cemre adı verilen yerleri taşlarken aslında içindeki şeytanı taşlamakta, onu kendinden uzaklaştırmaya çalışmakta, bütün engellere rağmen Allah kulluğunda sebat edeceğini ifade etmektedir.
Kurban Allah'a teslimiyet ve O'nun namına yapılacak fedâkârlığın nişanesidir. Allah'a can dahil her şey fedâ edilir, buna rağmen O'nun hak ettiği şükür yerine getirilmiş olmaz, kul yine de kusurlu ve mahcup olarak kalır.

11. Medine ve Ravza Ziyareti:
Medine Allah'ın son Peygamber'i ve Sevgili Kulu'nun (sav) dünyadaki hayatının son on yılına şahit olan, O'na (sav) kucak açan, mübarek vücûdunu dünya durdukça bağrında taşıyan şehirdir. Medine şehrinde dolaşırken insan kendini şu düşüncelerin doyumsuz heyecan ve zevkine kaptırmaktadır: Belki de Rasûlullah (sav) şu yerlere basmış, şu yerlere bakmış, burada oturmuş, şurada vahye mazhar olmuş, ashâbı ile sohbet etmiştir... Mescid'e ve özellikle mescidin ilk sınırları içine girildiği zaman Allah Rasûlü (sav) ile ümmetin en yüce nesli olan ashâbın ibâdet ettikleri, zamanlarının önemli bir kısmını içinde geçirdikleri mâbede girildiği hissedilmektedir. Bunun da ötesinde halen Rasûlullah'ın (sav) mübarek vücûdu ile iki büyük halîfesinin kabirleri burada bulunmaktadır. Onlara maddî ve mânevî olarak bu kadar yaklaşmış olmak, Peygamber (sav) sevgisi ile yanıp tutuşmuş ruhlar için bir büyük vuslattır; bu vuslatın zevki yalnızca yaşanır, tarif edilemez. Medine'de bu duygu ve düşünceler içinde yaşanır, Mescidde böyle bir mânevî cemâat ile ibâdet edilir, Ravza vuslat duygusu içinde âdâbı ile ziyaret edilir. Bunları yaşayan müminin nazarında maddî ve mecazî bütün sevgiler küçülür, bu vuslat ebedî bir hasret haline gelir, kalan hayat yeni vuslatların ümidi içinde geçirilir.

12. Hacc sonrası hayat:
Aslında müslümanın hacc öncesi ve sonrasında farklı iki hayatı olmaz; ancak hacc ibâdeti kişiyi manen temizlediği ve anasından doğduğu gündeki günahsızlığına döndürdüğü için kişinin bunu korumaya çalışması, tekrar günah ile kirlenmekten kaçınması da tabiîdir. Haccın kendisine bağlı sonuçları doğurması makbul olmasına dayandırılmıştır. Diğer ibâdetler gibi haccın da makbul olup olmadığını bilmek kullar için mümkün değildir. Bununla beraber İslâm ahlâkçıları bazı kabûl işaretleri tesbit etmişlerdir; şöyle ki, Allah kabûl ettiği kulunu sever, sevdiği kulunu korumasına alır ve onda sevgisinin işaretleri görülür. Bu işaretler kulun gönlüne Allah sevgisinin taht kurması, dünyadan ve geçici zevklerden ebedî aleme ve mânevî zevklere meyletmesi, şeytana ve nefse karşı koyabilmesi, hayatının İslâm çizgisinde devam etmesidir. Hacc ibâdetinden dönen kişi kendini yoklamalı, bu işaretleri bulduğu zaman Allah'a şükredip sevinmeli, aksini bulduğu zaman ise üzülüp tevbe etmelidir...
Haccın böyle bir otokontrole sebep olması ferdin dînî hayatı üzerindeki en önemli tesiri olsa gerektir.

B- Toplum Hayatında:
Toplumu meydana getiren, topluma ait müesseseleri kuran ve işletenler insanlardır. Teker teker insanları eğitmek, onlara belli mânevî değerleri kazandırmak aynı zamanda toplumu eğitmek, örnek bir toplumun temelini kurmak demektir. Temizlik, namaz, oruç, zekât gibi ibâdetler yanında hacc ibâdeti, İslâm'ın genel prensipleri ve ahlâk eğitimi "İslâm insanı" denilen prototipi ortaya çıkarmaktadır. Bu insanın hayatı dünyadaki ile sınırlı değildir, ona göre dünya ahiretin tarlası, oraya geçişi sağlayan kısa bir köprüdür, bu hayat bir imtihandır, onu kazanabilmek için vahyin rehberliğine ihtiyaç vardır. Vahiy Mutlak Kemâl, Kudret, İlim ve Hikmet Sahibi Allah'tan Peygamberleri vasıtasıyle gelmektedir. Peygamber (sav) aynı zamanda örnektir. Onun ashâbı da örnek nesildir. Gerçek sevginin hedefi Allah'tır; her şey O'nun için, O'ndan diye güzeldir ve sevilir, sevilmeyen O'ndan uzaklaşandır, O'ndan uzaklaşmaktır...
Bu inanç ve örneklik içinde eğitim gören, yetişen insanların meydana getirdiği toplum karşılıklı sevgiyi, yardımlaşmayı, dayanışmayı hayat temeli kılan bir toplumdur. Bu toplumun bütün fertleri kardeştir, eşittir, hürdür, hak sahibidir, saygı ve sevgiye lâyıktır. Bu toplum bütün insanlık için de bir rahmet ve ümit kaynağıdır.

 



4. Murtazâ Zebîdî, İthâfu's-sâde, c. IV, s. 268.
5. Bakara: 2/196-200.
6. Hacc: 22/26-29.
7. Âli İmrân:3/96-97.
8. Bakara: 2/158.
9. Mâide: 5/2.
10. Mâide: 5/95-96.
11. Hacc: 22/33-34.
12. Buhârî, İman, 2.
13. Buhârî, Umre, 1.
14. Buhârî, Fadlu's-salât, 1.
15. Buhârî, Müslim, Ahmed, Nesâî, İbn Mâce.
16. Mâide: 5/82; Hadîd: 57/27.
17. İbrahim: 14/37.