Faizan's Amazing clock and calander combo. Önsöz   Haram ve helâl mefhumu dinin özü ve şekli

 

GÜNLÜK HAYATIMIZDA HELALLER VE HARAMLAR
(İz yayıncılık, İstanbul, 2000, 10. Baskı.)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Önsöz

Haram ve helâl mefhumu dinin özü ve şekli, dindarın Allah'a kulluk nizamnâmesi ile yakından ilgilidir. Nizam fikri ile mutlak serbestlik fikri bir arada düşünülemez. Bir yerde nizam varsa mutlak hürriyeti kayıt altına alan, sınırlayan kaideler, emir ve yasaklar da var demektir. İslâm kulun kendini ve rabbini bilmesi, O'na kulluk edebilmesi, böylece ebedî saâdetlere erebilmesi için Allah'ın lûtfettiği son din, irşâd ve nizam olduğuna göre onda helâl ve haramı birbirinden ayıran sınırların bulunması tabiîdir. Bir hadîs-i şerifte ifade buyurulan teşbîhe göre haram sınırının ötesi Allah'ın korusudur; o sınırı aşmak bir yana, oraya yaklaşmak bile tehlikelidir.1
Dinî hayatta bu kadar önemli bir yeri olan helâl-haram konusu, Fıkıh kitaplarının ilgili bölümlerinde incelenmekle kalmamış, ayrı kitaplara da mevzû teşkil etmiştir. Eskiler içinde İmam Gazzâlî'nin İhyâu-ulûmi'd-dîn isimli eseri, diğer mevzûları yanında bunu da, toplu bakış metodu ile en doyurucu bir şekilde ihtivâ etmektedir. Yeni kitaplar arasında Yûsuf el-Kardâvî'nin "el-Helâl ve'l-Harâm fi'l-İslâm" adlı kitabı, hem mevzûa bakış açısının genişliği, hem de takdim ve inceleme metodu bakımından takdire şâyân ve istifadeye lâyıktır.
Bütün bunlara rağmen bizi de aynı mevzûda bir şeyler yazmaya sevkeden âmiller vardır:
a) Bu kitapların bazıları gereğinden fazla teferruâta girmiş, bazıları ise kısaltmada aşırı giderek gerekli bilgiyi vermemiştir.
b) Günümüzde ve ülkemizde, haram- helâl açısından bakılması gereken yeni meseleler vardır.
c) Türkçede, bu mevzûda, fazla teferruâta girmeden meseleleri derli toplu ve açık bir dille anlatan telif eser yoktur.
İşte bu sâiklerden hareket ederek, eskiden yeniye gerekli kaynaklara başvurduk ve elinizdeki kitabı kaleme aldık. Maksadımız, saâdetlerin en büyüğü olan "Allah'a kulluk" mertebesine ulaşmak isteyenlere küçük bir yardımda bulunmaktan ibarettir.
Başarı ve isâbet Allah'tandır; yalnız O'na kulluk eder ve yalnız O'ndan yardım dileriz. Evvel ve âhir hamdimiz O'nadır.
Hayreddin KARAMAN
Nisan 1979- İstanbul

 


1. Buhârî, K. el-İman, 39; el-Büyû, 2; Müslim, K. el-Müsâkat, 107.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

GİRİŞ (Helâl ve Haram)
A- Önemi:
Hemen bütün din, hukuk ve ahlâk sistemlerinde yasaklar, çirkin ve yakışıksız telâkkî edilen davranışlar vardır. Semâvî dinlerin sonuncusu ve en mütekâmili olan İslâm da, ferd ve cemiyet halinde insanlığın hayrına olmak üzere getirdiği mükellefiyetler manzumesi içinde yasaklara yer vermiştir. Yasaklar menfi (yapılmaması istenen) mükellefiyetlerdir. Mükellefiyetler ise gökler, düzlükler ve dağların yüklenemediği, insan denilen "kemâle namzet" müstesnâ varlığın boyuna göre biçilmiş "emânet"lerdir. Bu "emânet" mükellefiyetler, dıştaki kirleri, pasları silerek cevheri ortaya çıkaran, kimin neye lâyık olduğunu meydana koyan imtihan ve deneme vasıtalarıdır. İnsan ne taş ve hayvandır, ne de melek; o, büyük kabiliyetler ihtivâ eden, eşsiz meyvelerin plânını saklayan bir çekirdektir. Dünya zemininde, ömür denilen mevsimler içinde, en son ilâhî dinin rahmet ve terbiyesine kendisini teslim ederse (mükellefiyetlerini yerine getirirse) melekleri kendine hayran bırakır. Aynı zeminde nefis ve şeytanın arzularına boyun eğer, onların pembe bardakta sundukları zehri gıda zannederse özünü zâyi eder, taş toprak ve gübre arasında çürüyüp gider. İşte insanoğlunun ferdî hayatında, haramlara riayetin de dahil bulunduğu mükellefiyetlerin böylesine önemli bir rolü vardır.
Bu mükellefiyetlerin, helâl ve haram telâkkisinin faydası yalnızca ferdî de değildir. Bütün katlarıyla cemiyet, bütün zaman ve mekânlarıyla insanlık için iyi, hayırlı ve faydalı olan helâl; kötü, şer ve faydasız olan-derecesine göre- mekruh ve haram kılındığına göre, bunun iyi neticeleri cemiyeti ve insanlığı da yakından ilgilendirmektedir.
Allah Teâlâ'nın terbiye vâsıtası olan helâl ve haramın muhtevası, insanlığın tekâmül seyrine göre değişik olmuş, son ümmette son şeklini alarak rahmet, kolaylık ve itidali temsil etmiştir. Bu anlayışın kaynağı şu âyetlerdir:
'Bu dünyada ve âhirette bizim için güzel olanı yaz, biz sana yöneldik,' dedi. Allah: 'Azâbıma dilediğim kimseyi uğratırım, rahmetim herşeyi kaplamıştır, bunu Allah'a karşı gelmekten sakınanlara, zekat verenlere, âyetlerimize inanıp yanlarındaki İncil'de ve Tevrat'ta yazılı buldukları, haber getiren, okuyup yazması olmayan peygamber Muhammed'e uyanlara yazacağız. O Peygamber onlara, uygun olanı emreder ve fenalıktan meneder, temiz şeyleri helâl, murdar şeyleri haram kılar, onların yüklerini indirir, ağır teklifleri hafifletir. Bu Peygambere inanan, hürmet eden, yardım eden, O'nunla gönderilen nura uyanlar, işte onlar saadete ererler' dedi. (El-A'raf: 7/156-157)
Ey Muhammed! De ki: 'Allah'ın kulları için yarattığı zînet ve temiz rızıkları haram kılan kimdir?' 'Bunlar dünya hayatında inananlarındır, kıyamet gününde de yalnız onlar içindir.' De ki: ' Rabbim sâdece açık ve gizli fenalıkları, günahı, haksız yere tecavüzü, hakkında hiçbir delil bilmediği şeyi Allah'a ortak koşmanızı, Allah'a karşı bilmediğiniz şeyi söylemenizi haram kılmıştır.' (el-A'raf: 7/32-33)

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

B- Tarifi, Çeşitleri ve Çerçevesi
Helâl, yasak olmayan, serbest sâhayı ifade eder; bunun tabanında "yapana sevap, yapmayana günah olmayan" mübah vardır, sonra sırasıyla müstehab, vâcib, farz gelir. Helâl, mübahın sınırında son bulur. Bundan sonra mekruh ve haram vardır. Bunların ikisinin de yapılmaması Şârî tarafından istenmiştir. Ancak mekruhta kesinlik yoktur, haramda ise kesinlik vardır; haram ve mekruh işleyen dünyada kınanır, bazı cezalara müstehak olur, ahirette ise azâba uğrar.
Mekrûhu haramdan ayıran ölçü hanefilere göre delilin haramda kat'î (kesin), mekruhta zannî olmasıdır.1 Diğer müctehidlere göre yasaklama iradesinin mekruhta sert ve kesin olmaması, haramda ise sert ve kesin olmasıdır.
Haram kılınan şey veya fiil, kendisinde bulunan, hiç ayrılmayan bir zarar, kötülük ve pislik sebebiyle haram kılınmış ise buna "li-aynihî haram" denir. Kendi tabiat ve vasfından değil de kazanma şekli ve yolu gibi dıştan bir sebeple haram ise "li-gayrihî haram" denir. Domuz ve şarap birincisine, çalınmış ekmek, gasbedilmiş para ikincisine örnektir.




--------------------------------------------------------------------------------
1. İmam Muhammed'e göre her mekruh haramdır; ancak delili kat'i olmadığı için bu imam "mekruh" tabirini kullanmıştır. Ebu Hanife ve Ebû Yûsüf'e göre ise mekruh haram değil, harama yakındır. (Bak. Fethü'l-Kadir, Mısır, 1318. C. VIII, s. 80)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

1- Li-aynihî harâm:
Yeryüzünde bulunan şeyleri madenler (cansızlar), bitkiler ve hayvanlar şeklinde üçe ayırırsak bunların helâl ve haram olanlarını şöylece çevçeveleyebiliriz:

a) Mâdenler ve cansızlar:
Bunlardan, yiyen ve içenin sıhhatine ve aklına zarar verenleri istisnâ edilirse geri kalanlar arasında haram olanı yoktur. Zararlı olmayanı yemek ve içmek âdet halini almışsa haram olmaz. Meselâ bir kimse toprak yemeye alışsa ve bu da onun sıhhatine zarar vermese haram olmaz.

b) Bitkiler:
Bitkiler içinde aklı, hayatı ve sıhhati giderenleri yemek ve içmek haramdır. Aklı giderene; yâni geçici olarak normal düşünme ve davranmayı engelleyene örnek alkollü içkiler ile uyuşturucu maddelerdir. Hayata son verene örnek zehirlerdir; sıhhate zarar verene örnek az içki, az zehir ve uygunsuz, usulsüz alınan nebâti ilâçlardır.
c) Canlılar:
Canlıların karada ve denizde yaşayanları vardır ve sayılamıyacak kadar çok çeşitleri mevcuttur. Bunlar içinde de iğrenç, sıhhate zararlı ve pis olanlar haram kılınmıştır. İğrenme ve tiksinmede ölçü tek-tük şahıslar, dar bölge toplulukları değil, millet ve ümmet gibi geniş bir bölgede yaşayan toplumdur; toplumun iğrenç bulduğu canlıyı bazı kimselerin yemesi durumu değiştirmez.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

2- Li-gayrihî haram:
Elde edilme, kazanılma şekline ve yoluna göre haram olan şeylerin çerçevesini şu taksim içinde bulabiliriz: Birşeyi elde etmek, sahip ve mâlik olmak ya sahibinin irade ve isteği ile olur, yahut da irade aranmaz; ikincisine örnek mirastır. Birincisinin ya mâdenler gibi belli bir sahibi ve mâliki yoktur yahut da cebren alınır. Cebren alınan ya istihkak (hak etme) yoluyla alınır, yahut da sahibinin mal dokunulmazlığı kalktığı için malına el konur. Karşılıklı rızâ ile alınan da ya bir bedel karşılığı alınır, yahut da bedelsizdir. Bu taksimden altı şık doğmaktadır:
a) Mâden çıkarma, ölü arâzîyi imâr ederek verimli hale getirmek, avlanmak, odun yapmak (dağdan odun kesmek), ot toplamak ve ırmaktan su almak örneklerinde mal sahipsizdir, yâni malın belli bir sahibi yoktur. Bunlar, selâhiyetli makam tarafından belli bir kişiye tahsis edilmiş veya bir başkası tarafından, önceden el konmuş olmadıkça helâldir. Bu mevzû, Fıkıh kitaplarının "ihyâu'l-mevât" bahsinde açıklanmaktadır.
b) Mal dokunulmazlığı kalkmış mâlik ve sahipten maksat, müslümanlarla arasında anlaşma ve emân (ülkeye giriş izni ve güvenlik verme durumu) bulunmayan kâfirdir (harbî). Fey ve ganîmetin de dahil bulunduğu ve çeşit malların beşte biri devlet hissesi olarak ayrılıp geri kalanları da hak sahipleri arasında adâletle taksim edilirse helâldir. Bu konu, Fıkıh kitaplarının es-Siyer, el-Meğâzî.. bölümlerinde açıklanmıştır.
c) Cebren alınan mal zekât, nafaka ve vakıf geliri gibi sâhalarda bahis mevzûu olup, borçlu olanlar, hak sahiplerine ödemek istemezlerse devlet bu hakları cebren alır ve müstahık olanlara verir. Bu mevzûların açıklandığı yer, Fıkıh kitaplarının Zekât, Nafakat, Vakıf bahisleridir.
d) Karşılıklı rızâ ve bedel ile alınıp verilen şeylerin helâl olması alan, veren, mal, bedel ve akdin şekli ile ilgili şartlara riâyet etmeye bağlıdır. Fıkıh kitaplarının Beyi', Selem, İcâre, Havâle, Zamân, Kırâz, Şirket, Müsâqât, Şüf'a, Sulh, Kitâbet, Sadâk... bölümleri bu mevzûları açıklamaktadır.
e) Karşılıklı rızâ ile ve bedelsiz olarak alınan mallar hibe, vasiyet ve sadaka ile alâkalıdır. Bu tasarrufların şartlarına riâyet edilir, vârislere veya başkalarına zarar verilmez ise bu yollarla alınan mallar da helâl olur. Fıkıh'ta bu mevzûların açıklandığı bölümler Hibe, Vasâyâ, Sadakat gibi isimler taşımaktadır.
f) Sahibinin irade ve ihtiyarı aranmadan elde etme yolu mirastır. Miras kalan mal helâl yoldan kazanılmış, borçlar ödenmiş, gerekli vasiyetler yerine getirilmiş ise bu da helâl sahaya girer. Fıkıh kitaplarının Ferâiz ve Vasâyâ bölümleri bu konuları açıklamaktadır.
Bu altı kazanç yolundan elde edilen malın helâl olması için dinin ileri sürdüğü şartlara riâyet edilmez ise kazanılan ve elde edilen şey genellikle "li-ğayrihi" haram çerçevesine girer2.

 


2. Bu maddelerde geçen hukuk terimleri ve şer'i muâmeleler hakkında geniş bilgi için Fıkıh ve İslâm Hukuku kitaplarına bakınız.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

C- Haramın Dereceleri:
Haram olan her şey ve her davranış kötü, çirkin ve yasak olmakla beraber kötüden daha kötüye doğru bir sıralanış da bahis mevzûudur3:

1. Dürüst (adil) müminlerin sakındığı haramlar:
Bunlar Fıkıh ve Fetvâ kitaplarında haram olduğu kaydedilen şeyler ve davranışlardır. Bunlardan sakınanlara "adl" (cem'i "udûl"), sakınmayanlara "fâsık, günahkâr, âsî" denir, Ve bunlar için kısmen dünyada, kül halinde âhirette verilecek çeşitli cezalar vardır. Ancak bu madde içine giren haramlar da kendi aralarında derecelenir. Meselâ akdin bazı şekil şartlarına riâyet edilmeden alınan mal haramdır; ancak kuvvete dayanılarak gasbedilen malın haramlığı daha şiddetli, faizin haramlığı ise daha eşeddir. Bu şiddetin ölçüsü, haram kılan naslarda kullanılan üslûba, karşılığında verileceği bildirilen cezaya bağlıdır. Hatta aynı dereceye giren haram bile bazı sebeplerle hemcinsi olan diğerlerinden ayrılabilir: Meselâ bir fakir, bir iyi insan, bir yetimden haksızlıkla alınan malın haramlığı; güçlü, zengin, ahlâksız bir kimseden alınana göre daha ağırdır.4

2. Sâlih kulların sakındığı şeyler:
Müftüler kaideye ve zahire bakarak ruhsat verdikleri, caiz ve helâldir dedikleri halde haram ihtimali ve şüphesi bulunduğu için iyi (sâlih) kulların sakındığı şeyler vardır:
a) Şüphe kuvvetli, haram ihtimali gâlip ise onu haram kabul etmek gerekir.
b) Helâl ihtimali gâlip ise onu helâl saymak gerekir; zayıf bir ihtimal ve şüphe yüzünden çekinmek insanı vesveseye götürür; vurduğu bir avı "belki bunu birisi yakalamış, sahip olmuştur da sonra onun elinden kaçmıştır" diye yemeyen kimsenin hali vesvesedir.
c) Kaçınmak, uzak durmak gerekli olmamakla beraber müstehab ve iyi olan şüpheli durumlar vardır ki Resûl-i Ekrem'in (s.a.v.): "Sana şüpheli geleni bırak, şüpheli gelmeyeni al!"5 buyruğu buna işarettir. Ancak burada kaçınmak müstehab olduğuna göre işlemek ve kaçınmamak haram değil, tenzihen mekruh olur. Bu sebepledir ki Rasûlullah (s.a.v.), Adiy b. Hâtim'e "Av köpeği, yakaladığı avdan yemiş ise sen onu yeme; çünkü korkarım köpek onu kendisi için yakalamıştır." derken, Ebû Sa'lebe'ye "ondan ye" buyurmuş, muhâtabının, "ya köpek o avdan yemişse?" süaline de "yese bile" cevabını vermiştir.6
Çünkü -Gazzâlî'nin deyişi ile- Ebû-Sa'lebe fakir olduğu için bu ölçüdeki titizlik ve çekinmeye tahammül edemiyecektir; halbuki Adiyy'in durumu buna müsaittir.7
İbn Sîrin, kalbine bir şüphe geldiği için dört bin dirhemi ortağına bırakmış, âlimlerin "alabilirsin" demelerine rağmen böyle hareket etmeyi tercih etmiştir.

3. Müttakilerin kaçındığı şeyler ve davranışlar:
Bu derecedekilerin uzak durdukları şeyler içinde şüpheli olan ve hakkında haramdır fetvâsı bulunanlar vardır; ayrıca takvâ sahibi kul, ihtiyata riâyet olsun ve nefis haram konusunda gevşekliğe alışmasın diye bazı şeyleri yeyip içmeyi, bazı davranışlarda bulunmayı terketmektedir. Nitekim Hâtemu'l-Enbiyâ (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Mahzurlu olana düşmek korkusuyla mahzursuz olanı da terketmedikçe kul, müttakiler derecesine ulaşamaz."8 Hz. Ömer'in de "Harama düşmemek için helâlin onda dokuzunu bıraktığımız olurdu" dediği rivâyet edilmiştir.

4. Sıddıkların haramı:
Nihayet ortada hiçbir şüphe, harama düşme korku ve ihtimali bulunmadağı halde ya elde ediliş yolunda kerahet bulunduğu için, yahut da Allah'a ibâdet ve O'nun rızâsını elde etme mânası taşımadığı için terkedilen şey ve davranışlar vardır ki bu dereceleri terk ancak sıddıyklerin kârıdır. Bu derecede bulunan Allah kulları yalnızca haram ve mekruhlardan değil, nefislerine ait mübah zevk ve isteklerden de sıyrılmışlardır; onların her hareket ve duruşları Allah içindir; yaşamalarının tek mâna ve sebebi de O'na kulluk edebilmektir. Bunlar kendilerine, ibâdet çerçevesine girmeyen şeyleri haram kılmışlardır. Yahyâ b. Kesir bir ilaç içmiş, eşi de ona, ilacı hazmetmesi için evin içinde biraz gezinmesini tavsiye etmişti; şu cevabı verdi: "Otuz yıldır kendimi kontrol eder, hesaba çekerim; böyle bir gezinmenin (ibâdet sayılabileceğini, Allah'ın rızasını tahsile yarayacağını) bilemiyorum." Meşhur sofilerden Serî de bir gün, bir dağ başında bir miktar (insanların yiyebildiği) ot yeyip, bir kaynaktan da şu içtikten sonra şöyle demişti: "Eğer bir gün helâl ve temiz bir şey yedim içtimse o gün işte bu gündür." Sahibi görünmeyen bir ses ona şöyle cevap verdi: "Seni bu dağın tepesine kadar getiren gücü hangi rızıktan elde ettiğini biliyor musun?"9
Yalnız Allah'a kulluk etmek, şirkin açık ve gizli bütün nevilerinden kurtulmuş olmak, tasarruflarında nefsin nasibini ortadan kaldırmak has kulluktur ve bu kulluk, rütbe, devlet ve saâdetlerin en büyüğüdür. Bu saâdet ülkesine doğru yol alanların gözü sıddıkların derecesinde olmalı, ayağı ise ilk dereceden aşağıya kaymamalıdır.

 



3. İleride açıklanacağı üzere helalin de iyiden ve temizden, daha iyiye ve daha temize doğru bir derecelenişi vardır.
4. Aynı eser, s. 95.
5. Buharî, K. el-Büyû, 3; Tirmizî, K. el-Kıyâmeh, 60.
6. Buhârî, K. ez-Zebâih, 2,9; İbn Mâce, K. es-Sayd, 3; Müslim, K. es-sayd, 1,5; Ebû-Dâvûd. K. el-Edâhî, 22, 23.
7. İhyâ, C. II, s. 96.
8. Tirmizî, K. el-Kıyâmeh, 19.
9. Her derecenin zengin örnekleri için bak. İhyâ, C. II, s. 96-99.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

D- Fıkıh Kitaplarındaki Yeri:
Haram ve helâl olan şeyler bahsi akaid, fıkıh ahlâk kitaplarında dağılmış olmakla beraber mevzûlarının çoğu fıkıh kitaplarında ve özellikle "sayd (av), zebâih (hayvan kesimi, eti yenen ve yenmeyenler), eşribe (içilecekler), remiy ve sibak (atış ve yarış), libâs (giyecekler), kerâhiye" bölümlerinde yer almaktadır. Son bölüm (kerâhiye) doğrudan doğruya helâl-haram bölümüdür; ancak her müellif bu bahse aynı ismi vermemiştir.
İmam Muhamed, el-Cami'u's-Sağir isimli eserinde "kerahiye" başlığını kullanmış, Tahâvî, Merginânî gibi müellifler de bunu benimsemişlerdir. Yine İmam Muhammed, el-Asl (el-Mabsût) isimli eserinde "istihsan" başlığını kullanmış, "el-Kâfi, el-Mebsût (Serahsî'nin), el-Muhît, ez-Zahîra, el-Muğnî gibi eserler de bunu takib etmişlerdir. El-Kerhî, Muhtasar'ında "el-Hazr ve'l-ibâha" başlığını kullanmış, Kudûrî, Kadıhan gibi müellifler de bunu tercih etmişlerdir.




--------------------------------------------------------------------------------
 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

E- Umûmi Kaideler:
Haram olan şeylerin ve davranışların hepsine birden şâmil olan, hepsi için ayrı ayrı geçerli bulunan kaideler vardır; bunlar aşağıdaki maddelerde toplanabilir:

1- Yasaklanmamış her şey mübah ve helâldir:
"Eşyâda aslolan ibâhadır" şeklinde ifade edilen bu kaideye göre herhangi birşey veya menfaati yasaklayan sahih nass bulunmaz veya bulunur da delaleti kat'i olmazsa haram hükmü de bahis mevzuu olamaz. İslâm bilginleri bu kaideyi şu âyet ve hadislerden çıkarmışlardır:
"Yerde olanların hepsini sizin için yaratan O'dur." (el-Bakara: 2/29).
"Göklerde olanları, yerde olanları, hepsini sizin buyruğunuz altına vermiştir." (el-Casiye: 45/13.)
"Allah'ın göklerde olanları da, yerde olanları da buyruğunuz altına verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size ihsan ettiğini görmez misiniz?" (Lukman: 31/20).
Selman el-Fârisî'den rivâyet olunduğuna göre Resulullah (s.a.v.)'den, yağ, peynir ve yabani eşek etinin hükmü sorulmuş, O da şöyle buyurmuştur: "Helâl, Allah'ın kitabında helâl kıldığı, haram da Allah'ın kitabında haram kıldığıdır; hakkında birşey söylemedikleri ise sizin için affedip serbest bıraktıklarıdır."10
Ve şöyle buyurmuştur: "Allah bazı şeyleri farz kılmıştır; bunları kaçırmayın, bazı sınırlar koymuştur, bunları da aşmayın, bazı şeyleri haram kılmıştır, bunları işlemeyin, unutmaktan değil, size olan rahmetinden dolayı bazı şeyler hakkında da birşey buyurmamıştır; bunları da soruşturmayın."11
Bu âyet ve hadisler her şeyin insanlar için yaratılmış, onların istifadelerine sunulmuş olduğunu, haram ve yasak olan şeylerin istisnâi olduğunu ve bunların da hikmetleri, hususî sebepleri bulunduğunu, hakkında nass bulunmayan veya aynı illeti taşımayan şeylerin haram olmadığını ifade etmektedir. Câbir (r.a.)'ın şu ifadesi de bu kaideyi teyid etmektedir: "Kur'ân-ı Kerîm nâzil olurken biz azil yapardık (çocuk olmasın diye korunurduk), eğer yasaklanacak birşey olsaydı Kur'ân onu yasaklardı."12
Hakkında nass olmayan her şey ve hareketin mübah oluşu ibadetlere şâmil değildir. Bu kaideye dayanılarak her mükellef, kendi uydurduğu ve istediği şekilde Allah'a ibadet edemez; çünkü Allah Teâlâ'ya nasıl ibâdet edileceği, O'nun hoşnutluğunun nasıl kazanılacağı akıl vâsıtasıyla bilinemez, bu mevzûda ilâhi beyana ihtiyaç vardır; şu halde "Allah'a ve yalnız Allah'a O'nun öğrettiği şekilde ibâdet edilebilir."

 



10. Tirmizî, K. el-Libâs, 6; İbn Mâce, K. el-Et'ime, 60; Buhârî, K. et-Tefsîr, 99; Müslim, K. ez-Zekât, 24.
11. Dârakutnî rivâyet etmiş Nevevi de hasen olduğunu bildirmiştir.
12. Buhârî, K. en-Nikâh, 96; Müslim, K. et-Talâk, 26.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

2- Helâl ve haram kılan yalnız Allah'tır:
Sıfat ve mevkileri ne olursa olsun hiçbir kulun haram ve helâl kılma selâhiyeti yoktur; bu selâhiyet yalnızca Allah Teâlâ'ya mahsustur. Peygamberlerin bu mevzûdaki ifadeleri Allah'ın iradesini ve hükmünü kullarına bildirmek ve açıklamaktan ibarettir.
İslâma girmeden önce hristiyan olan Adiy b. Hâtim Peygamberimiz'a (s.a.v.) gelmiş, O'nun "Allah'ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesîh'i rab bildiler..." (et-Tevbe:9/31) meâlindeki âyeti okuduğunu işitince: "Ya Rasûlallah! Onlar bunlara ibadet etmediler" demiş, Rasul-i Ekrem de şu cevabı vermiştir: "Evet, dediğin doğrudur; ancak bunlar onlara helâli haram kılmış, haramı da helâl kılmışlar, onlar da bunları uygulamışlardır; işte onların bunlara ibadeti bundan ibarettir."13
Bu âyetin tefsirinde Resulullah'ın şöyle buyurduğu da rivâyet edilmiştir: "Bunlar onlara ibadet etmediler; fakat onlar bunlara bir şeyi helâl kıldıklarında bunu helâl, haram kıldıklarını da ise haram biliyorlardı."
Bir başka âyetin meâli şöyledir: "Dilinizi yalana alışmış olduğu için herşeye "şu haram, bu helâldir" demeyin, zira Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz..." (en-Nahl: 16/116).
Bu sebepledir ki selef âlimleri, hakkında kesin nass bulunmayan şeyler için "haram" demekten kaçınır, "mekruh, sevimsiz hoş değil.." gibi ifadeler kulanmayı tercih ederlerdi.14

 



13. Tirmizî, Tefsiru-sûret, 9, 10.
14. eş-Şâfiî, el-Umm, C. VII, s. 320; H. Karaman, İslam Hukukunda İctihad, Ank. 1975, s. 92.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

3- Harama muhtaç etmeyecek kadar helâl vardır:
İslâm, insanların ruh ve bedenleri için faydalı olan ihtiyaç duyulan hiçbir şeyi haram kılmamıştır, haram kıldıkları ya sırf zarar, yahut da-alkollü içkiler gibi- zararı faydasından çok olan şeylerdir.15 Allah Teâlâ dileseydi insanların muhtaç olduğu bazı şeyleri de haram kılabilirdi. Çünkü mülk yalnızca O'nundur; kulun Rabb'ine itiraz hakkı olamaz. Ancak O, rahmetinin bir eseri olarak zararlı olanı haram kılmış ve onun yerini tutan, ona muhtaç etmeyen temiz ve faydalı şeyleri helâl kılmıştır. Bu cümleden olarak:
Ok çekip fal bakmayı haram kıl
mış, bunun yerine istihâre duâsını koymuştur.
Erkeklere ipeği haram kılmış, bunun yerine keten, yün ve pamuk nevinden elbiseler vermiştir.
Pis ve zararlı yiyecek ve içecekleri haram kılmış, bunların yerini sayısız temiz, leziz ve faydalı yiyecek ve içeceklerle doldurmuştur....

4- Harama götüren herşey haramdır:
Kötü ve zararlı birşeyi önlemenin en makul ve kesin yolu, sebepleri ortadan kaldırmak, vâsıtaları yok etmektir. İşte İslâmın haram mevzûunda tuttuğu yol da budur. Meselâ zinâyı haram kılmıştır. Maksat zina suçunun meydana gelmesi ve suçlunun haram işlediği için ceza görmesi değil, suçun işlenmemesidir. Bunun için de yalnız ceza kâfi değildir; suça iten sebeplere inmek gerekir. Bundan dolayı İslâmda bir taraftan evlenme kolay, boşanma mümkün kılınmış, diğer yandan aşırı açıklık, saçıklık, başbaşa bulunma, müstehcen, tahrik edici resim ve müzik, gereksiz beraberlik... yasaklanmış, haram kılınmıştır.

 



15. el-Bakara: 2/219.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

5- Haram konusunda hile de haramdır:
Bir yolunu bularak, kitabına uydurarak veya ismini değiştirerek haramı işlemek, sorumluluğu kaldırmaz.; aksine bu yollar ve çareler de haramdır. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.): "Ümmetimden bir gurup başka bir isim koyarak şarabı helâl sayacaktır."16 buyruğu ile buna işaret etmiştir. Müstehcen gösteri, eser ve hareketlere "san'at", faize "sermaye kârı" demek bunları helâl kılmaz.

6- İyi niyet haramı meşrû kılmaz:
İslâm'da niyete büyük önem ve değer verilmiş, "ameller ancak niyetlerle değerlenir"17 buyurulmuştur. İbâdetlerin makbul ve muteber olması niyete bağlı bulunduğu gibi, alelâde ve tabiî işlerin ibâdet sayılması da niyetle mümkün olmaktadır. Helâl yoldan rızık kazanmak niyetiyle çalışmak, harama karşı nefsi dizginlemek maksadıyla eşi ile birleşmek-bu niyetler sebebiyle- ibâdet sayılmaktadır.18
Bütün bunların yanında İslâmın bir prensibi daha vardır: "Vâsıtalar da gâye gibi meşru olacaktır." Maksada ulaşmak için her vâsıtayı caiz gören makyevelist görüşü İslâm kabul etmemiştir. Bunun tabiî neticesi, iyi niyetle güzel bir netice elde etmek için de olsa haram işlemenin caiz olmamasıdır. Câmî yapmak, hayır müessesesi vücuda getirmek... için kumar oynamak, hırsızlık ve faizcilik yapmak.... tecviz edilmemiştir.
Peygamberimiz:
"Allah iyi ve temizdir; ancak temizi (helâli) kabul eder, Allah Peygamberlerine emrettiğini müminlere de emretmiştir. Ve "Ey Peygamberler! Temiz ve helâl olan şeylerden yiyiniz ve iyi işler yapınız; şüphesiz ben ne yaptığınızı bilmekteyim." (el-Mü'minûn: 51)" buyurduğu gibi, "Ey iman edenler! Size rızık olarak verdiklerimden helâl ve temiz olanları yiyiniz" (el-Bakara: 2/172) de buyurmuştur..." dedikten sonra "aylarca yolculuk yapan, saçı-başı dağınık, toz-toprak içinde ellerini semaya kaldırıp: "Ya rab! Ya Rab! diyen, halbuki yediği haram, içtiği haram, giydiği haram olan, haram ile gıdalanmış bulunan adamın (hacı adayının) durumunu dile getirerek: "Bunun duası nasıl kabul olunacak?" diyen Peygamberimiz (s.a.v.) bu ifadeleriyle yukardaki prensibe ışık tutmuştur.19
"Haramdan mal kazanmış hiçbir kul yoktur ki bununla yaptığı tasadduk kabul edilsin ve nafaka harcamalarına bereket verilsin! Geride bıraktığı da yalnızca cehenneme yolculuğunda ona azık olur. Şüphesiz Allah Teâlâ kötüyü kötü ile silmez, aksine kötüyü iyi ile siler; nitekim pis de pis olanı temizleyemez." hadisi de aynı hükmü teyid etmektedir.20

 



16. Buhârî, K. el-Eşribe, 6; Ebû-Dâvûd, K. el-Eşribe, 6.
17. Buhârî, K. Bed'i'l-Vahy, 1, el-İman, 41; Müslim, K. el-İmârah, 155.
18. Niyet hadisi hakkında, Ayni ve Askalâni şerhlerindeki açıklamalar.
19. Ahmed b. Hanbel, Müsned; el-Münzîrî, et-Tergîb ve't-Tehib, el-Kesn bölümünün başı.
20. Aynı eserler, aynı yer.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

7- Haram şüphesinden kaçınmak:
İslâmın haram ve helâl kıldığı şeyler apaçık ortadadır. Haram ile helâl arasında bir de şüpheli saha vardır. Ya nassların sübut ve delâlet cihetinden değerlendirilmesi, yahut da bir nassın bir şeye veya vâkıaya uygulanması sırasında insanların zihinlerinde bazı şüpheli noktalar kalabilir. Takvâ, kişinin bu durumlarda şüpheliden uzak durmasını ve ihtiyâta riâyet eylemesini gerektirir. Aşağıdaki hadis bu mevzûda bir düstur mâhiyetindedir.
"Helâl apaçık belli, haram da apaçık bellidir. Bunların arasında, halktan birçoğunun, helâl mi, haram mı olduğunu bilmediği şüpheli şeyler vardır. Dinini ve namusunu korumak için bunları yapmıyan selâmettedir. Bunlardan bazısını yapan kimse ise haram işlemeye çok yaklaşmış olur; nitekim korunun etrafında (hayvanlarını) otlatan kimse de koruya dalma tehlikesi ile burun buruna gelmiş olur. Dikkat ederseniz her hükümdarın bir korusu vardır; Allah'ın korusu da haram kıldığı şeylerdir."21

 



21. Buhârî, K. el-Büyû', 2; Müslim, K. el-Müsâkat, 107; Tirmizî, K. el-Büyû', 1. Buradaki rivâyet şekli Tirmizi'den alınmıştır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

8- Zarûretler haramı mübâh kılar:
Haram dairesini oldukça dar tutan İslâm, hayatın beklenmeyen, tabiî ve devamlı olmayan olayları, sıkıntıları ve icbarları karşısında bu çerçevenin de zorlanabileceğini nazar-ı itibâre almıştır. Kullarına daima kolaylık gösteren Mevlâ, başı darda kalan, başka çare bulamayan müslümana, ölçüyü kaçırmamak üzere haramı yeme ve işleme ruhsatı vermiştir.
Boğazlanmadan ölmüş hayvan, kan, domuz gibi haram yiyecekleri zikrettikçe dört sûrede tekrarlanan "... istek göstermeksizin ve ölçüyü kaçırmaksızın başı darda kalan kimse üzerine günah yoktur; şüphesiz Allah çok bağışlayıcı ve rahmet sahibidir." âyeti22 bu esası vâzetmektedir.23

9- Haram, İslâm ülkesi dışında da haramdır:
Bazı muâmele ve şeylerde haram-helâl hükmünün, İslâm ülkesi ile alâkası bulunup bulunmadığı faiz, kumar gibi bazı fâsid muâmele ve yasak fiillerin, İslâm ülkesi dışında caiz olup olmadığı üzerinde durulmuştur.
Bu konuda sıhhatli bir hükme varabilmek için öncelikle şu soruların cevaplandırılması gerekecektir:
a) İslâm ülkesi neresidir?
b) İslâm ülkesi hangi hallerde harb ve küfür ülkesine dönüşür.
c) Harb ve küfür ülkesinde faiz ve kumar gibi şeyler müslümanlar arasında mı, yoksa müslüman ile kâfir arasında mı caizdir?
Fazla teferruâta girmeden bu sorulara cevap vererek neticeye varmaya çalışalım:
a) Daha önce "İslâm ülkesi" olmamış, öteden beri müslüman olmayan milletlerin hâkim olageldikleri bir ülkenin, yahut da İslâm ülkesi vasfını aldıktan sonra bu vasfı kaybetmiş bulunan bir ülkenin İslâm ülkesine dönüşebilmesi için iki kriter üzerinde durulmuştur: Bazı İslâm hukukçularına göre "idare ve hâkimiyet" müslümanların eline geçecektir; diğerlerine göre ise ülkede "İslâmî düzen" hâkim olacaktır.
b) Bir kere İslâm ülkesi vasfını kazanmış bulunan bir ülkenin bu vasfını kaybetmesi için getirilen kriterler-yeniden kazanmaya göre- farklıdır. Bilhassa Moğol istilâsından sonra İslâm hukuk âlimleri bu mesele üzerine eğilmişlerdir. Vardıkları neticeyi hanefi ulemâsından Bezzâz el-Kerderî'nin (v. 827/1424) el-Fetâvâ el-Bezzâziyye'sinden özetleyerek nakledelim (Bulak, 1310, C. VI, s. 310-312):
"Bugün kâfirlerin elinde olan (eski İslâm) ülkeler şüphesiz İslâm ülkeleridir... Kâfir idârecilerin idaresi altında bulunan memleketlerde cuma ve bayram namazlarını kılmak caizdir... Kabul edilmiştir ki illetin (hükmün dayanağı olan vasfın) bir parçası kaldıkça ona dayalı olan hüküm de kalır. Bu ülkelerin Moğol istilâsından önce İslâm ülkeleri olduğuna ihtilâfsız olarak hükmetmiştik. Onların hâkim olmalarından sonra da ezan, cuma ve cemâatle namazın açıkça yapılması, şer'in (İslâmın) gerektirdiği şekilde fetvâ vermek, hükmetmek ve öğretim yapmak, onların idarecilerinin itirazı olmadan yaygın bir şekilde yürütülmektedir. Bu ülkelere harb ülkesi (dâru'l-harb) demenin mesnedi ve delili yoktur. Halvânî (r.h.) şöyle demiştir: "İslâm ülkesi ancak küfür ahkâmının yürütülmesi, İslâmın hiçbir hükmü ile hükm edilmemesi, yerin harb ülkesine bitişik olması, orada hiçbir müslüman ve zımminin-iman etmek veya zımmî olmayı kabullenmekle elde ettikleri ilk can, mal, namus...-güvenliğine sahip olamaması halinde harb ülkesine dönüşür. Bu şartların hepsi birden bulunursa dâru'l-harb olur. Delil ve şartlar birbirine karşı gelir, çelişirse, ihtiyaten İslâm yönü ağır basar; yani İslâm ülkesi olarak kabul edilir...."
c) Bir ülkenin İslâm ülkesi olmadığına, harb ve küfür ülkesi vasfını taşıdığına kesin olarak hükmedilirse orada yaşayan müslümanların iman, ibâdet ve ahlâk hayatlarında, haram-helâl açısından bir değişiklik olmaz; bunlar ile İslâm ülkesinde yaşayan müslümanlar arasında-bu bakımlardan- bir fark yoktur. Harb ülkesinde işlenen suçların şer'î cezalarının aynı yerde verilip verilmeyeceği ihtilâflıdır. Bizim konumuz olan muâmele ve eşyâda haram-helâle gelince:
İmam Ebû-Hanîfe ve Muhammed'e göre kâfirin malı, küfür ülkesinde (dûru'l-harbde) dokunulmaz (ma'sûm) bulunmadığından faizli alış-veriş caizdir. Onlara göre bu bir akit değil, mübah olan bir mala, sahibi olan kâfirin rızası ile ve aradaki ahde riâyetsizlik etmeden el koymaktır. Şu halde o ülke kanunlarının izin verdiği ve anlaşmalara aykırı olmayan bu gibi muâmeleler caizdir.
Ebû-Yûsüf, Mâlik, Şâfi'î ve Ahmed b. Hanbel'e göre bu da caiz değildir. Müslüman dâru'l-harbde de olsa kâfir ile faizli alış-veriş yapamaz.24
Harb ve küfür ülkesinde bulunan iki müslümanın karşılıklı olarak faizli alış-veriş yapmaları ve diğer fâsid (gayr-i meşrû) muâmeleleri, bütün müctehidlere göre haramdır, caiz değildir.25
Bu kaideye pratik bir örnek vermek gerekirse şöyle diyebiliriz: Müslümanların Türkiye'de faiz yemeleri İslâma göre caiz değildir; çünkü bu ülkeye kesin olarak dâru'l-harb denemeyeceğini yukarıda naklettiğimiz ifadeler göstermektedir. Müslümanlar Almanya ve benzeri ülkelerde de faiz yiyemezler; çünkü bu faizde müslümanların da hissesi vardır; bankalarda müslümanların da paraları vardır, faiz müslümanlar arasında cereyan etmiş olur. Mevduat sahiplerinin bu faizleri ne yapacakları bu kitabın son bölümünde açıklanmıştır. Kâfirlerin istilâsı altında bulunan İslâm ülkelerinde yaşayan müslümanların yapmaları gereken husus, bu ülkeleri dâru'l-harb sayarak faiz yemek değil, yeniden müslümanların hâkimiyetini sağlamak için çaba göstermektir.

 



22. el-Bakâra: 2/173; el-Mâide: 5/3; en-En'âm: 6/145; en-Nahl: 16/115.
23. "İslâm Hukukunda Zarûret Hali" isimli bir makalede bu mevzû etraflı bir şekilde incelenmiştir. Bak. Hayreddin Karaman, İslâmın Işığında Günün Mes'eleleri, İst. 1978, s. 171-266.
24. H. Karaman, İslâmın Işığında Günün Meseleleri, s. 274 vd.; İbn Âbidin, ag. esr., C. IV, s. 195.
25. el-Kâsânî, Bedâyi', C. V, s. 192 (son satır).

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Birinci Fasıl
Yiyecek ve İçecekler

Giriş
Yiyecekler ve içecekler mevzûunda tarih boyunca dinî cemâatlerin ve bazı filozofların düşünce ve davranışları farklı olmuştur; bunları ifrat, tefrit ve itidâl ölçüleri içinde toparlamak mümkündür.
Hayvanın da insan gibi can taşıdığını, kıymaya hakkımız bulunmadığını ileri sürerek et yemeyi haram sayan brehmenler ile bazı filozoflar ifrata gitmişlerdir. Umumiyetle bitkiler, hayvan ve insanlar için; hayvanlar bazı hayvanlar ile insanlar için; insanlar ise Allah'a kulluk için yaratılmıştır; tabiî nizam budur.
"Ağızdan giren değil, çıkan onu pisler" diyen Pavlus'a dayanarak yeme içme sınırını çok geniş tutan hıristiyanlar da aşırıya sapmışlardır.
Meşrû yoldan elde edilen temiz ve faydalı şeyleri helâl kılan İslâm ise itidâli temsil etmektedir.1

I- Yiyecekler
A- Haram kılan naslar ve hikmeti:
Kur'ân-ı Kerîm'de haram olan yiyecekler bazı âyetlerde özetlenerek, bâzısında ise teferruâta girilerek ifade edilmiştir. Birinci nevi âyetlerde "boğazlanmadan ölmüş hayvan, vücuttan akmış kan, domuz ve Allah'tan başkası adına kesilmiş hayvanlar" olmak üzere haram yiyecekler dört adettir.2
"Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına kesilenler,-canları çıkmadan önce kesememişseniz- boğulmuş, bir yerine vurularak öldürülmüş, düşüp yuvarlanmış, başka bir hayvan tarafından süsülmüş, yırtıcı hayvanlar tarafından yenmiş olanlar, dikili taşlar üzerine boğazlananlar ve fal okları ile kısmet aramanız size haram kılındı; bunlar fâsıklıktır." (el-Mâide: 5/3) meâlindeki âyette etleri haram olan hayvanların on çeşit olduğunu görüyoruz. Ancak bunlardan 5. ile 9. hayvanlar "boğazlanmadan ölmüş hayvan" mefhumuna dâhildir. Dördüncü ve onuncu ise "Allah'tan başkası adına kesilen" nevi içinde yer almaktadır.
Bunların haram kılınmalarının sır ve hikmetine gelince, önce bütün haramlara şâmil bir parantez açmak, sonra mevzûumuza dönmek uygun olacaktır.
Allah ve Rasûlü ve dolayısıyle hak dinler bazı yiyecek, içecek şeyleri, bir kısım iş ve davranışları haram kılmış, yasaklamışlardır. Bunların bir kısmının hikmetini, haram kılınış sebeplerini açıklamışlar, bazılarını ise açıklamamışlardır. Açıklanan ve deneyerek anladığımız yüzlerce haram ve yasağın, ferd ve cemiyet halinde insanların faydasına, iyiliğine olduğunu, ebedî saâdetlerini hedef aldığını görünce insaflı bir düşüncenin şu neticeye varması zarûri oluyor: "Aklımızın ve bilgimizin kavrayabildiği bunca haramda, bu ölçüde büyük hikmet ve faydalar olduğuna göre, aynı kaynaktan gelen diğer yasakların da-şimdilik bilgimiz dışında kalan- hikmetleri olacaktır."
İnsanların yasaklama ve engellemeleri-en azından başlangıçta- zararı çekmeden önce değil, zararı denedikten ve acıyı çektikten sonra olabilmektedir. İnsanın ruh ve beden sağlığı üzerindeki çalışmalar, insanlık tarihi kadar eskidir. Meselâ bin yıllık âmiyâne tecrübe ve otuz yıllık da ilmî araştırma sonunda bir yiyecek veya içeceğin insan sağlığı için zararlı olduğu anlaşılırsa, bu zarar bu kadar uzun bur zaman sineye çekilmiş olmaktadır. Daha önce aynı şekilde bilmek imkânı olsaydı elbette tedbirler de o zaman başlayacak, zarar asgariye inecekti. Durum böyle olunca ihtimaliyet hesabı-ilmi ölçülere göre zararını bilemediğimiz fakat- ciddî bir kaynağın3 zararlı veya haram olduğunu bildirdiği şeyden çekinmemizi gerektirir.
Böyle bir ihtimâli hiçe saymak ve zararını ilmen bilemediğimiz bir şeyi sakınmadan yemek için insanlığın, bilinebilecek herşeyi bilmiş, meçhulü kalmamış olması gerekir. Halbuki doğu ve batının ilim adamları, insanlığın bildiğinin, bilmediği yanında denizden bir damla, güneşten bir ışıncık kadar olduğunu itiraf etmektedirler.
Bu umûmi mütâlâadan sonra haram yiyecekleri teker teker ele alabiliriz:

 



1. el-Bakara: 2/168.
2. el-Bakâra: 2/172-173; el-En'âm: 6/145.
3. Din kaynağını ciddi sayıp saymamak her kişinin kendi bileceği bir iştir. Ancak ciddi saymayan ve inanmayanın, inanan ve ciddi sayandan daha fazla ve daha kuvvetli delili yoktur; delil zannettiği de şüphe ve inkârdan ibarettir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

B- Haram kılınan yiyecekler:
1- Kendiliğinden ölmüş hayvan (meyte):
"Meyte"den maksad, insanlar tarafından yenilmek üzere kesilmiş ve öldürülmüş olmayıp müdahalesiz ölen kara hayvanıdır. Haram kılınış hikmeti için şunlar kaydedilebilir:
a) Tarih boyunca insanlar bundan tiksinmiş ve bütün semâvi din sâlikleri böyle hayvanları yememişlerdir.
b) Müdâhalesiz ölen hayvanlar genellikle şiddetli zayıflık, zehirlenme ve mikrobik hastalıklar sebebiyle ölürler. Bunların yenmesi tehlikeli neticeler doğurabilir.
c) İnsanlar bu hayvanları yemeyince yaşayan kuşlar ve hayvanlar gıda bulma imkânına kavuşurlar.
d) Murdar ölen hayvanı yiyemeyeceğini bilen sahibi onun bakım ve tedâvisine dikkat eder, kendi haline bırakmaz.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

2- Akmış kan:
Hayvan şer'î usûlüne göre boğazlanınca vücuttaki kanın büyük bir kısmı dışarıya akar, az bir miktar da ince damarlarda kalır. İşte bu dışarıya akan kanı yemek, içmek haramdır. İnce damarların içinde, dalak, ciğer gibi uzuvlarda kalan kan ise akmış sayılmadığından, et ve sakatat ile birlikte yenir.

3- Domuz:
Domuz, tabiatı icabı pislik, ekşimiş, kokuşmuş nesneler yiyen, pislik içinde yüzen bir hayvandır. Bu sebeple de eti, başta trişin ve tenya olmak üzere birçok mikroba yuvalık etmektedir. Bu hayvanı özel bakıma tâbi tutmak ve etini tıbbî kontrolden geçirmek suretiyle muhtemel zararın önlenebileceği iddiâsına karşı iki şey söylenebilir:
a) Bu tedbirler her zaman, her yerde ve her yiyen tarafından alınamaz, alınamamıştır.
b) Umûmi mütalâada da işaret ettiğimiz üzere domuzun haram kılınmasının hikmeti bizim bugüne kadar bildiklerimizden ibâret değildir. Dün bilinmeyenler bugün biliniyor; yarınlar da bugünün meçhullerini-kısmen de olsa- aydınlığa kavuşturacaktır.

4- Allah'tan başkası adına kesilenler:
İnsan hayatına ancak Allah Teâlâ son verir. Hayvanların hayatına son vermek, yine Allah'ın kudreti ve iradesiyle olmakla beraber insanlar, faydalanmak için öldürme fi'ilini işlerler. Bu fi'ile izin veren de Allah Teâlâ'dır. Hayvanı öldürürken O'nun ismini anmak bu izni tazelemek, ölümün O'nun kudret ve iradesiyle olduğunu hatırlamaktır. Putlara, uydurma mâbutlara kesilen, bunların adı anılarak boğazlanan hayvanlar yenmez; çünkü yaratan ve öldüren Allah'tır, halbuki kesim O'nun iznine ve ismine dayanmamıştır. Bu yasak aynı zamanda putperestliğin kökünü kazımak ve tevhidi perçinlemek hikmetini taşır.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

5- Meyte sayılanlar:
İlgili âyet, boğazlanmadan, başka sebeplerle öldürülen ve ölen hayvanların da yenmeyeceğini ifade ediyor. Bunların haram oluş hikmeti meyteninki ile ortaktır. Ayrıca hayvan artığını yemek insanın yüce vasıflarına ters düşmektedir.

6- Diğer kara hayvanlarından helâl ve haram olanlar:
Yukarıda meâlini verdiğimiz âyet sarih ve kesin olduğu için fukahâ mezkür dört şeyin haram olduğunda ittifak etmişlerdir. Bunların dışında kalan hayvanlara gelince:
Kur'ân-ı Kerîm'de Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'i kastederek "onlara temiz şeyleri helâl kılar, pis şeyleri de haram kılar" (el-A'raf: 7/157) buyuruyor. Burada pis şeyler diye tercüme ettiğimiz "el-habâis" in tefsirinde müctehidler ihtilaf etmişlerdir.
Bazı müctehidlere göre habîs, Allah ve Resulunün haram kıldıklarıdır, yâni haram oldukları hakkında âyet veya hadis bulunan şeylerdir: Bu sebeple haşarât, kurbağa, yengeç, kaplumbağa gibi hayvanlar haram değildir.
Ebû Hanîfe, Şâfiî gibi müctehidlere göre ise "habis" umûmiyetle insanların (veya Kur'ân-ı Kerîm nâzil olduğu sırada arap toplumunun) tiksindiği, iğrendiği şeylerdir; dolayısıyla yukarıda sayılan canlılar ve benzerleri haramdır. Pislik ve leş yiyen hayvanlar da "habîsler" içinde mutâlaa edilmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.v.) Hayber günü ehlî eşek etini yasaklamıştır.4 Bu nass sebebiyle cumhûra göre ehlî eşek ve katır haramdır. At, Ebû Hanife'ye göre helâl değildir, İmameyne ve Şafiî'ye göre helâldir.
Resûlullah (s.a.v.)'in bütün köpek dişli yırtıcılar ile yırtıcı pençesi olan kuşları yemeyi yasakladığı rivayet edilmiştir.5
Hanefîler bu hadiste geçen "sibâ" kelimesini "et yiyenler" şeklinde anlamışlar ve bu nevi hayvanları haram saymışlardır.
İmam Şâfiî "insanlara saldıran ve parçalayan", şeklinde anladığı için tilki ve çakalı istisnâ etmiştir.
İmam Mâlik yırtıcılar için haram yerine "mekruh" tabirini kullanmıştır.

 



4. Buhârî, K. el-Meğazî, 38; K. ez-Zebâih; 27, 28; Müslim, K. en-Nikâh, 30.
5. Müslim, K. es-Sayd, 15, 16; Ebû Dâvûd, K. el-At'ıme, 32; Tirmizi, K. es-Sayd, 9-11.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

7- Deniz hayvanları:
Ulemânın ekseriyeti deniz hayvanlarının helâl olduğu görüşündedirler. Ancak karada yaşayan ve yenmesi haram olan insan, domuz, köpek, ayı gibi hayvanların ismini taşıyan deniz hayvanlarında ihtilâf etmişler; bazıları bunların helâl olmadığını ifâde etmişlerdir. İmam Mâlik'e göre yalnızca deniz domuzu mekruhtur.
Deniz hayvanları için helâl sınırını çok geniş tutan bu görüşün delîli âyetlerdir: "Taze et yemeniz, takındığınız süsleri edinmeniz ve Allah'ın bol nimetinden faydalanmanız için denize-ki gemilerin onu yara yara gittiğini görürsün- boyun eğdiren de O'dur..." (en-Mâide: 5/96)
Hanefîlere göre deniz hayvanlarından yalnızca-bütün nevileriyle- balık helâldir. Bu hayvanın boğazlanması gerekmez. Kendiliğinden ölen yenmez. Dalga, taş, havasızlık, avlanma gibi sebeplerle öleni yenir. Diğer deniz hayvanları ya iğrençtir, yahut da-boğazlanmadığı için- meyte hükmündedir.6

C- İstisnalar:
1- Balık ve çekirge:
Balık ve benzeri deniz hayvanları ile kara hayvanlarından çekirge boğazlanmaz; bunların boğazlanmadan ölenlerini yemek helâldir. Peygamberimiz (s.a.v.)'den deniz suyu sorulunca: "Onun suyu temiz, meytesi helâldir." buyurmuşlardır.7
"Deniz avı ve onu yemek size helâl kılındı" âyetinde geçen "taâm" kelimesini Hz. Ömer ve İbn Abbâs "boğazlanmadan ölen deniz hayvanı" diye tefsir etmişlerdir.
Boğazlanmasında güçlük bulunduğu için çekirge de boğazlanmadan yenir. İbn Ebî Evfâ'nın "Rasûlullah ile beraber çekirge yiyerek yedi gazve yaptık" sözü bu hükmün naklî delîlidir.8

 



6. el-Mavsılî, el-İhtiyâr, Cüz: V, s. 13 vd.
7. Ebû Dâvûd, K. et-tahâreh, 41; Nesâî, K. et-Tahâreh, 46; Tirmizi, K. et-Tahârah, 52.
8. Tirmizi, K. el-Et'ıme, 22; Buharî, K. ez-Zebâih, 13; Nesâî, K. es-Sayd, 37.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

2- Meytenin derisi, kemiği ve kılı:
Murdar ölen hayvanın etini yemek haram olmakla beraber deri, boynuz, kemik, kıl gibi kısımlarından faydalanmak mübahtır.
İbn Abbâs'ın rivâyetine göre Hz. Meymûne Vâlidemizin bir azatlısına bir koyun verilmiş, o da ölmüştü. Hâdisenin üzerine gelen Rasûlullah (s.a.v.) "Derisini alıp tabaklayarak ondan faydalansaydınız ya!" buyurunca: "O murdar ölmüştür." dediler. Peygamberimiz (s.a.v.) de "yalnızca yenmesi haram kılındı." buyurdular.9
"Hangi deri tabaklanırsa temiz olur" hadisi de10 tabaklanan bütün derilerin temiz olduğunu ifâde etmektedir. Zahirîler bu hadise dayanarak domuz ve köpek derisini de tabaklamanın temiz kılacağını kabul etmişlerdir. Ebu Yûsüf'tan aynı görüş nakledilmiş, Şevkâni de bunu tercih etmiştir.
Cumhûra göre domuz derisini tabaklamak da temiz kılmaz.

3- Zarûret hâli:
Zarûret halinden maksad açlık ve susuzluğu giderecek, hastalığı tedâvî edebilecek helâl bir nesnenin bulunmaması halidir.

a) Açlık ve susuzluk:
Daha önce meâlini verdiğimiz âyet (el-Mâide, 3) açlığa doğrudan temâs ettiği için fukuhâ gıdâ zarûretini ittifakla kabul etmiştir. Bazıları darda kalma müddetini 24 saatle sınırlandırmışlardır; buna göre 24 saat helâl yiyecek ve içecek bulamayan kimse haram yiyebilir. İmam Mâlik'e göre doyuncaya kadar yer ve ve yanına da bir miktar alır. Diğerlerine göre ancak hayatını devam ettirecek kadar yiyebilir.

b) Tedâvî zarûreti:
Kullanılması haram olan ilaçları, başkası bulunmadığı zaman kullanmanın caiz olup olmadığı konusunda iki görüş vardır:
"Allah şifanızı, size haram kıldığı şeylerde kılmadı"11 hadisine dayananlara göre haram ile tedâvi caiz değildir.
İlacın da gıda gibi hayatın zarûrî ihtiyacı olduğunu ileri sürenlere göre darda kalan haram ile tedâvî görür. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) erkeklere ipek giymeyi haram kıldığı halde, cilt hastalığı dolayısıyle bazı sahâbîlere izin vermişlerdir.12 Yukarıdaki hadis helâl ilâcın bulunması haline aittir. Helâl bulunmayınca, tedâvi için kullanılan ilaç mübah olduğu için hadisin şümûlüne girmez.
Bu nevi ilaçları kullanma ruhsatının şartları vardır:
aa) Kullanılmadığı takdirde sıhhati tehdit eden gerçek bir hastalık bulunacak.
ab) Yerine geçen helâl bir ilaç bulunmayacak.
ac) Dindarlığına ve ihtisasına güvenilir bir doktor tavsiye etmiş bulunacak.
Organ nakli, karı-koca arasında olmak şartıyla sun'i aşılama (tüp bebeği), otopsi vb. de tedavi zarureti sebebiyle caiz olmaktadır.

c) Başkasında varsa:
Helâl yiyecek ve içeceği olmayan müslüman bunu çevresinde, mensub bulunduğu toplum parçasında bulabiliyorsa darda kalmış sayılmaz. İslâm husûsi mülkiyeti tanımış ve korumuştur; ancak bu hak sınırsız değildir. Sınırlardan birisi de zarûret halinde kendini gösterir. Yanında kendi ihtiyacından fazla yiyecek ve içeceği olan müslüman bunu darda kalana vermek mecburiyetindedir. Vermezse karşı taraf zorla alabilir, doğacak mes'uliyet vermeyene aittir.13

 



9. Müslim, el-Hayz, 10, 102; Ebû-Dâvûd, K. el-Libâs, 37; Tirmizî, Libâs, 7, Nesâî, feri', 17.
10. Müslim, K. el-Hayz, 25.
11. Buhâri, K. el-Eşribe; 15.
12. Buhârî, K. el-Libâs, 29; K. el-Cihâd, 91.
13. H. Karaman, İslâmın Işığında Günün Mes'eleleri, s. 239-253 İbn. Hazm, el-Muhalâa, C. VI, s. 159.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

D- Boğazlama (Zebh ve Nahr):
Eti yenen kara hayvanları, insanların kolayca tutup kesebilecekleri ehlî hayvanlar ve kolay yakalanamayan vahşi hayvanlar olmak üzere iki guruba ayrılır. Birinci guruptakilerin yenebilmeleri için usûlüne uygun boğazlamanın bazı şartları vardır:
1- Kesim, kanı akıtacak ve kesilmesi gereken yerleri kesecek şekilde keskin bir âletle yapılacak; bunun demir, ağaç, taş... olması mümkündür; önemli olan keskinliktir. Rasul-i Ekrem (s.a.v.)'in Adiyy b. Hâtem'e hitâben "kanı istediğin şeyle akıt ve üzerine besmele çek!" buyurması bu hükmün delilidir.14
2- Eksiksiz bir boğazlamada (zebh) nefes borusu, bunun iki yanındaki iki atar damar ve yemek borusunun kesilmesi gerekmektedir. Henefîlere göre üçünün kesilmesi de yeterlidir.
Hayvan bir yere ters vaziyette düşer veya yakalanamazsa herhangi bir yerinin kesilip kanının akıtılması boğazlanma yerine geçer. Peygamberimiz (s.a.v.)'in bulunduğu bir yerde kaçan ve yakalanamayan bir deve oklanmış, Rasulullâh bunu tasvib ettiği gibi, böyle durumlarda aynı şeyin yapılmasını emir buyurmuşlardır.15
Tavuk ve benzeri hayvanlar usulüne göre kesilip ölünce, kolay yolmak için sıcak suya batırılması halinde yalnız derisi pislenir; pislenen deri ise yıkanmakla temizlenir ve yenir.
3- Kesim sırasında Allah'tan başkasının ismini anmamak ve O'ndan başkası için (kurban olarak) kesmemek.
4- Keserken Allah'ın adını anmak. "Eğer O'nun âyetlerine iman etmiş iseniz, üzerine Allah'ın ismi anılan şeyden yeyiniz" (el-En'âm: 6/118); "üzerine Allah'ın ismi anılmayan şeyden yemeyin..." (el-En'âm: 6/121) âyetleri ile "kanı akıtılan ve üzerine besmele çekileni yeyiniz"16 meâlindeki hadisler bunu gerekli kılmaktadır.
Fukahâ besmelenin şart olup olmadığında ihtilâf etmişlerdir:
a) Zâhirîlere göre hakkındaki nasslar sebebiyle Allah'ı anmak kayıtsız şartsız gereklidir.
b) Ebû-Hanife, Mâlik, Sevrî gibi müctehidlere göre unutulmadığı takdirde besmele şarttır; unutularak terkedilmiş ise kesilen yenir; çünkü "ümmetimden yanılma, unutma ve zorla yaptıklarının mes'uliyeti kaldırılmıştır" hadisi vardır.17
c) İmam Şâfiî'ye göre keserken besmele farz ve şart olmayıp mendûbdur; çünkü Rasül-i Ekrem (s.a.v.)'e: "Bize et getiriyorlar; keserken besmele çekip çekmediklerini bilmiyoruz; bunu yiyelim mi, yemiyelim mi?" diye sorulmuş; "Allah'ın adını anın ve yeyin" buyurmuşlardır.18
Boğazlamada aranan şartların hikmeti hayvana fazla acı çektirmeden ölmesini sağlamak olsa gerektir. Peygamberimiz (s.a.v.)'in, tabiî halinde boynuz ve diş ile kesmeyi men etmesi, kesme âletini hayvanın görmediği bir yerde bilemeyi ve ona şefkatle davranmayı tavsiye eden ifadeleri de bunu göstermektedir.19
5- Kesenin müslüman veya ehl-i kitab olması: Ehl-i kitab, yahudî ve hristiyanlar gibi aslında bir hak dine bağlı ve peygamberlerine tâbi iken, zaman içinde hak dinden uzaklaşan ve son Peygamber (s.a.v.)'e bağlanmayan kimselerdir. Bunlar, temelinden hak dine inanmamış olan müşrik ve putperestlerden farklı tutulmuş, yiyecekleri müslümanlara da helâl kılınmıştır. "Bugün size temiz ve faydalı şeyler helâl kılındı, kitap verilenlerin yiyecekleri size, sizin yiyecekleriniz de onlara helâldir." (el-Mâide: 5/5)
Bu âyet umûmî mânalıdır; domuz, şarab, meyte gibi aslı haram kılınmış yiyecekler dışında kalanların hepsine şâmildir. Ancak burada birkaç noktayı ayrıca aydınlatmak gerekiyor:
a) Yahûdî ve hristiyanların dışında kalanlardan mecûsîler fukahânın çoğuna göre müşrik sayılır ve kestikleri yenmez. İbn Hazm mecûsîleri, Ebû Hanîfe sâbiîleri ehl-i kitap saymışlardır. Budist, Brahman gibilerini de ehl-i kitap sayanlar vardır.20
b) Keserlerken ne söyledikleri bilinmeyen hayvanlar yenir. Allah'tan başka birisinin (meselâ Mesih'in) adı anılarak kesilirse bunu duyan yiyemez. Bazı müctehidlere göre bunun da yenmesi caizdir.
c) İslâm âlimlerinin çoğuna göre ehl-i kitabın boğazlama şekli, müslümanlarınki gibi olacak, yani keskin bir âletle boğaz kesilecektir.
Mâlikîlerden bir guruba göre bizimkine benzemesi şart değildir; önemli olan, yaptıkları kesimin, kendi dinlerine göre muteber olup olmadığıdır. Mâlikî fukahâsından Kadı İbn el-Arabî yukarıda geçen âyetin tefsirinde şöyle diyor: "Avın ve ehl-i kitabın yiyeceklerinin, Allah'ın helâl kıldığı temiz yiyecekler olduğuna ve bunların mutlak olarak helâl bulunduğuna bu âyet kesin delildir. Allah Teâlâ şüpheleri ve zihinlere gelen, uzun uzadıya sözü gerektiren bozuk itiraz ve düşünceleri silmek için bunu tekrarlamıştır. 'Tavuğun boynunu bükerek onu öldüren sonra pişiren hristiyan ise bu yenir mi veya yiyecek olarak bu ondan alınabilir mi?' diye bana sordular; şöyle dedim: Yenir çünkü bu onun, papazlarının ve din adamlarının yiyeceğidir; bu bize göre uygun bir boğazlama değilse bile Allah onların yiyeceklerini bize mutlak olarak mübah kılmıştır. Allah'ın haramdır dedikleri müstesna olmak üzere, dinlerine göre neyi helâl bilirse o bize de helâldir..."21
Bu görüşü benimseyenlere göre, müslümanlarda yenmesi helâl olan hayvanları kitap ehli kâfirler kesmiş veya başka bir yol ile öldürmüş iseler, bakılır; eğer bu öldürme şekli onların dinine göre uygun ise, böyle öldürülmüş bir hayvanı yiyorlarsa bunu müslümanlar da yiyebilir. Dinlerine göre yenmez ise müslümanlar da yiyemez.

 



14. Ebû-Dâvûd, K. El-Edâhî, 15; İbn Mâce, K. ez-Zebâih 5; Ahmed, Müsned, 4/256.
15. Buhâri, K. ez-Zebâih, 15-18, 23; Müslim, K. el-Edâhî, 22.
16. Buharî, K. eş-Şirkeh, 3, 16; ez-Zebâih, 15...; Müslim, K. el-Edâhî, 20.
17. İbn Mâce, K.et-Talâk, 16; Buhâri, K. el-Hudûd 22; Ebû Dâvhud K. el-Hudûd, 17; Tirmizi, Hudhud, 1.
18. Buhârî, K. et-Tevhid, 13; ez-Zebâih, 21; Ebû-Dûvûd. K. el-Edâhî, 13, 19.
19. el-Kardâvî, el-Helâl ve'l-Haram fi'l-İslâm, Beyrut, 1967, s. 52-53.
20. el-Kardavî, age, s. 56.
21. Aynı eser., s. 55-56; İbnu'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, C. II, s. 556.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

E- Av:
İslam'dan önce Araplarda ve diğer milletlerde av âdeti bulunduğu ve bu âdet gıda temini, spor ve eğlence vâsıtalarından biri olduğu için İslâm avı, bazı kayıt ve şartlarla caiz ve helâl kılmıştır.

1- Avcı:
Av yapanın, ehli hayvanları kesenler gibi müslüman veya kitâbî olması şarttır.

2- Avlanan:
Avlanan hayvanın ehli olmaması, avlamadan başka bir yolla boğazlama imkânının bulunmaması gereklidir. Av âletiyle yaralanan hayvana yetişildiği zaman hâlâ yaşıyorsa şer'i usûlüne göre boğazlanması lâzımdır.

3- Av vâsıtaları:
Av ya kesici, delici âlet ve malzeme ile veya öğretilmiş hayvanlarla yapılır.

a) Malzeme ve âletle av:
Ok, mızrak,
kılıç, saçma, kurşun gibi kesici ve delici âletlerle öldürülen hayvan yenir. Taş, sopa vb. şeylerle vurularak öldürelen hayvan yenmez. Malzemenin vücuda girmesi, delmesi, kesmesi gerekir (el-Mâide: 5/94). Ezerek, darbe ile öldürülen yenmez. Bunlar "mevkûze" gibidir (el-Mâide: 5/3).

b) Hayvanlarla av:
Köpek, doğan, şâhin gibi ava alıştırılmış, öğretilmiş hayvanlarla av yapmak da caizdir.
"...Size temiz olanlar helâl kılındı. Allah'ın size öğrettiği üzere alıştırıp yetiştirerek öğrettiğiniz avcı hayvanların sizin için tuttuklarını yiyin ve üzerine Allah'ın adını anın..." âyeti bunu açıkça ifade etmektedir. (el-Mâide: 5/4)
Av hayvanlarının özel eğitimle ava alıştırılmış olması ve avı kendisi için değil, sahibi için, onun isteği üzerine avlamış ve yemeden getirmiş bulunması gereklidir.
Gerek silâh ve gerekse hayvanla av yaparken besmele çekilecektir. Meselâ tetiği çekerken veya hayvanı av üzerine salarken besmele çekilmezse avlanan hayvan yenmez. Besmele unutularak terkedilmiş olursa yemek caizdir.
Vurulan hayvan gözden kaybolur ve bilâhare bulunursa aldığı yaradan öldüğü bilinirse ve hayvan kokmamış olursa yenir.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

II- İçkiler ve Uyuşturucular
A- İçkiler:
Dilimizde "içki", arapçada "hamr"22 ve "müskir" kelimeleri, içildiği zaman azı veya çoğu sarhoşluk veren içecekler için kullanılmaktadır. İslâm dini bütün sarhoşluk veren içkileri haram kılmış, içmeyi yasaklamıştır:
"Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi, pisliklerdir. Bunlardan kaçının ki saâdete eresiniz. Şeytan şüphesiz içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi, Allah'ı anmaktan, namazdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçersiniz değil mi?" (el-Mâide: 5/90-91)
Âyet içki yasağının hikmetini özlü olarak ifâde etmektedir. Bugün tıb dünyası içkinin insan sağlığına verdiği zarar üzerinde ittifak hâlindedir. İstatistikler ile bazı devletlerin zaman zaman teşebbüs ettiği içki yasağı bunun, iktisadî, sosyal ve ahlâkî zararlarının en açık delilleridir.
İçki yasağı ile ilgili teferruâta gelince:

1- Her sarhoş eden içki hamrdır ve haramdır:
İslâm ulemâsının büyük ekseriyetine göre23 azı veya çoğu sarhoşluk veren her içki âyette geçen "hamr" mefhûmuna dâhildir ve haramdır. Bir soru üzerine Resûlullah (s.a.v.)'in: "Her sarhoşluk veren şey hamrdır ve her hamr haramdır" buyurması bu hükmün sağlam delilidir.24

2- Çoğu sarhoş edenin azı:
Sarhoşluk veren içkiler zamanla alışkanlık ve bağışıklık sağladığı için az içenin giderek çoğa kaçtığı, önceleri azı tesir ederken alışkanlık arttıkça aynı miktarın tesir etmediği görülmektedir. Bu sebeple içkiyi önlemenin en kesin yolu azını ve çoğunu yasaklamaktır. İşte dinimiz de aynı yoldan yürüyerek çoğu sarhoş eden içkinin azını içmeyi de menetmiş, haram kılmıştır. İslâm müctehidlerinin büyük ekseriyeti bu hükümde birleşmişlerdir.
Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
"Çoğu sarhoş eden şeyin azı da haramdır."
"Bir farakı sarhoş eden şeyin bir avucu da haramdır."25 ("Farak" takriben 43,5 kg.lık bir kaptır.)
3 - İçki ticâreti:
İslâm içki ticaretini menetmiş, müslümanın gayr-ı müslim ile de olsa içki alışverişi yasaklanmıştır. Şu lânet, ticareti de içine almaktadır: "Peygamber (s.a.) içki yapanı, yaptıranı, içeni, taşıyanı, kendisine taşınanı, dağıtanı (sâkî, garson), satanı, parasını yiyeni, satın alanı ve kendisi için satın alınanı lânetlemiştir."26
Hanefî fukahâsı, içki imâlinde kullanılacağı bilinen kimseye üzüm ve şıra satışını tecviz etmiş, "satılan helâldir, alanın içki yapma günahı kendine aittir." demişlerdir.27
Bunu meneden hadise ve "masiyete yardım edilmez" prensibine dayanan fukahâ ise bunu caiz görmemişlerdir.28

4 - İçki meclisinde bulunmak:
Müslümanın vazifesi yalnızca haramı işlememek değil, başkalarının işlemesine de-yapabildiği ölçüde- mânî olmaktır. Bu kaide onun, içki içilen yerde oturmasını önler. Hz. Ömer'in nakline göre Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Allah'a ve âhiret gününe iman eden kimse, üzerinde içki dolaştırılan sofraya aslâ oturmasın!"29

5- Alkollü ilaç ile tedâvî:
Birisi Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'e şarabı sordu. O da onu menetti. Soran adam: "Ben onu yalnızca ilaç ve tedâvi için yapıyorum" deyince de: "O ilaç değil, derttir"30 buyurdu.
Bu mealde olan hadislere dayanan bilginler sarhoşluk veren içkilerin tedâvide kullanılmasını da caiz görmemişlerdir. Ancak bu hüküm normal durumlara aittir. Eğer başkası bulunmadığı için içki veya alkollü ilâcı, mütehassıs ve müslüman bir doktor bir hastaya yazarsa burada zarûret prensibi işler ve tedâvî caiz olur.31

 



22. Dar mânâda hamr: Üzüm ve hurma suyunun kaynatılmadan bekletilmesiyle elde edilen içki demektir.
23. Ebû-Hanife ve Ebû-Yûsüf'e göre üzüm ve hurma suyunun üçte biri kalıncaya kadar kaynatılması sonunda elde edilen (bir nevi) pekmezin ve kuru üzüm, kuru hurma vb. hoşafının beklemesi sonunda elde edilen içki ile elma, arpa, mısır, darı gibi şeylerden elde edilen içkilerin (nebiz adı verilen özel içkiler), sarhoşluk vermeyen miktarını içmek caizdir; ancak bunlardan da sarhoş olmak haramdır. (el-Mavsilî, el-İhtiyâr, cüz, IV, s. 99-101; es-Serahsî, el-Mebsût, K. el-Eşribe.
24. Müslim, K. el-Eşribe, 73-75; Buharî, K. el-Edeb, 80; Ahkâm, 21.
25. Tirmizi, K. el-Eşribe, 3; Ebû Dâvûd, K. el-Eşribe, 5; Nesâi, K. el-Eşribe, 25. İkinci hadis: Ahmed, Müsned, 6/71, 72, 131.
26. Tirmizî, K. el-Büyû, 58; İbn Mâce, K. el-Eşribe, 6.
27. el-Mavsılî, el-İhtiyar, cüz: IV, s. 38.
28. Sübülü's-selâm, C. III, s. 38.
29. Tirmizi, K. el-Edeb, 43; Ebû-Dâvûd, K. el-Et'ime, 18.
30. Müslim, K. el-Eşribe, 12; Ebû-Dâvûd, K. et-Tıb, 11.
31.Geniş Bilgi için bak. H. K. İslâmın Işığında Günün Meseleleri, s. 198 vd.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

B- Uyuşturucu Maddeler:
Esrar, afyon, eroin, kokain, morfin gibi uyuşturucu maddeler, alkollü içkilerin tesirini de fazlasıyla taşımaktadırlar, Zararları da bu tesir ölçüsünde fazladır. İslâmın ana kaynakları helâl ve haram olan şeylerin bir kısmını zikretmiş, geri kalanların, haram ve helâl kılınma illetini taşımalarına göre hükme bağlanmasını istemiştir. Şu halde haram hükmünün illetini (sarhoş etme, uyuşturma) taşıyan bütün maddeleri vücûda almak haramdır.

C- Sigara ve benzerleri:
Tütün 15. asırdan sonra yeni dünyadan İslâm ülkelerine girmiş, o zamandan beri de İslâm ulemâsı tütünün hükmü üzerinde durmuşlardır.
1) Tütünün mubah olduğunu söyleyenler zararı olmadığı ve Şârî' tarafından menedilmediği deliline dayanmışlardır. Halbuki:
a) Sigaranın zararı bugün ilmen, kesin olarak bilindiği için zararsız denemez.
b) Şârî'in menetmediğini söylemek de isabetli değildir. Çünkü Şârî' her haramı ismen zikretmemiştir. Hüküm kaynakları yalnız sarîh ve husûsî nasslar değildir. Nasslarda geçenlerin haram kılınış sebeplerine (illetlerine) bakılarak yapılan kıyaslar ve diğer istidlâl yolları vardır.
2) Sigara içmek mekruhtur diyenlerin dayanağı, kıyasla sabit bir hükme "haram" demekten çekinmeleri ve sigaranın zararları hakkında kesin bilgi sahibi olmamalarıdır.
3) Sigara içmek (özellikle tiryâkilik) haramdır diyenlerin mesnedi zarar, isrâf ve nafaka mükellefiyetidir.
Zarar: Sigara hem içenin sıhhatine, hem de yanında bulunanların sıhhat ve rahatına zarar vermektedir.32
Rasûl-i Ekrem (s.a.v.): "Ne doğrudan ne de karşılık olarak zarar vardır"33 buyurarak zarar vermeyi menetmiş Allah Teâlâ da "kendinizi elinizle tehlikeye atmayın..." (el-Bakara: 2/195), "kendinizi öldürmeyin...." (en-Nisâ: 4/29) buyurmuştur.
İsrâf: İsrâf malı faydasız yere harcamaktır: "Yeyiniz, içiniz, isrâf etmeyiniz" âyeti (el-A'râf: 7/31) ile "Peygamber (s.a.v.) malın boşa harcanmasını yasakladı."34 hadisi isrâfı haram kılmaktadır.
Nafaka mükellefiyeti: Kocalar, babalar ve muhtaç yakınlarına bakan erkekler nafaka (onların yiyecek, giyecek, mesken, tedâvi... ihtiyaçlarını temin) ile mükelleftirler. Bundan keserek sigaraya para vermek haramdır.
Netice olarak denebilir ki: Bu üç sebepten birisinin gerçekleştiği yer, zaman ve durumda sigara içmek haramdır. Bunlar gerçekleşmez ise mekruhtur. Her iki durumda da sigaranın içilmemesi, terkedilmesi dince gereklidir.35
Nargile ve enfiye gibi alışkanlıkların hükmü de sigara alışkanlığı gibidir.

 



32. Sigaranın zararı artık şüphe konusu olmaktan çıkmış, ilmi tecrübeler sonunda kesinlik kazanmıştır. Sigaranın, ansiklopedi maddelerinde özetlenen zararlarını şöyle sıralamak mümkündür:
Sigaranın zararlı maddesi nikotindir. Nikotin çok zehirli bir alkoloiddir. Ağız yoluyla alınacak 1-2 gram nikotin insanı ölüme kadar götürebilir. İçilmeye başlanan bir sigaranın nikotini önce dumana geçmez, çünkü tamamen yanar. Sigara içilmeye devam edilirse yavaş yavaş bazı maddeler nikotini serbest hale geçirir. Böylece ağıza damıtılan nikotin tükürük ile vücuda geçer. Dumanın akciğere çekilmesiyle kana karışan nikotin nisbeti % 25 artar.
Devamlı tütün zehirlenmesi ağız , boğaz ve üst solunum yollarında iltihaplara yol açar. Kalb çarpıntısı, kalb bölgesinde ağrılar, baygınlıklar, bazan astma (astım) belirtileri, solunum bozuklukları görülebilir. Bu arada en çok damarlar fonskiyonel ve organik bozukluklar sonucu daralır. Tansiyon yükselir. İncelemelere göre tütünün bir iki ay gibi kısa, fakat aşırı derecede fazla kullanılması bile kalbin adaptasyon kabiliyetini azaltır.
Çok sigara içenlerin göz sinirlerinde de bozukluklar görülür. Meselâ kısmî renk körlüğü, gece körlüğü, görme alanında boşluklar olur; merkezî sinir sisteminde meydana gelen düzensizlikler, baş ağrıları, uykusuzluk, el titremesi, sinirlilik, nevralji, mizaç değişmeleri şeklinde kendisini gösterir.
Sindirim sisteminde; mide ekşiliğinin artması, ya da azalması, tükrük salgısının artması, ishal, kabız vs. gibi belirtiler olur.
Sigaranın kanserle olan ilgisi yıllardan beri tartışma ve araştırma konusudur. Tütünün kanseri arttırdığı bir gerçektir. Sigara içenlerdeki kanser nisbeti içmeyenlerden yüksektir.
33. Ahmed, Müsned 5/327; Muvatta', K. el-Akdiye, 31; İbn Mâce K. el-Ahkâm, 17.
34. Buhârî, K. ez-Zekât, 18; Husûmât, 3; İ'tisâm, 3; Müslim, K. el-Akdiye, 14.
35. Sigara hakkındaki tartışmaların iyi bir hülâsası için bak. Muh. et-Tarâbişi el-Halebi, Tebsıratü'l-Ihvân..., Haleb, 1328/1910.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İkinci Fasıl
Giyecekler ve Süs

I- Giyecekler
A- Giyinmekten maksat:
İslâm giyinmekten iki maksad güdüyor: Örtünmek (tesettür) ve güzel görünmek (zinet):
"Ey insanoğlulları! Ayıp yerlerinizi örtecek giyimlikle sizi süsleyecek elbiseler gönderdik! Takvâ örtüsü ise bundan daha hayırlıdır. Allah'ın bu âyetleri öğüt almanız içindir. Ey insanoğulları! Şeytan, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak ananızı, babanızı cennetten çıkardığı gibi sizi de şaşırtmasın..." (el-A'râf: 7/26-27)
"Ey insanoğulları! Her mescide güzel elbiselerinizi giyinerek gidin..." (el-A'râf: 7/31)
Bu âyetler örtünme ve kendine çeki-düzen verme konularında itidâl sınırlarını çiziyor; aşırı açılmayı da yakışıksız, rüküş giyinmeyi de mahkûm ediyor.

B - Kıyâfet temizliği:
Kılık ve kıyafetin örtücü güzel olması yanında temizliği de İslâmın ta'lîmatı arasındadır:
"Temizlenin, çünkü İslâm temizdir."36
Müslüman toza toprağa karşı açıktan kalan el-kol, yüz, ayak gibi uzuvlarını günde birkaç kere yıkamaya mecbur edilmiştir (abdest).
Haftada bir-iki kere bütün vücudunu yıkayacaktır (gusül).
Bir adam saçı, sakalı dağınık bir şekilde Rasûlullah'a gelmişti. Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Birinizin şeytan gibi saçı başı dağınık gelmesinden bu (şekil) daha iyi değil midir?"37
Bir başkasını pasaklı bir elbise içinde görmüş ve şöyle buyurmuştur: "Bu adam, elbisesini yıkayacak birşey bulamamış mıdır?"38
Düşük kaliteli bir elbise içinde kendisine gelen bir adamla aralarında şu konuşma geçmiştir:
- Malın var mı?
- Evet.
- Hangi çeşit mal?
- Allah bana her çeşit maldan verdi.
- Madem ki Allah sana mal verdi, şu halde nimet ve ikrâmının izini üzerinde görsün!39

 



36. İbn Hibbân; Aynı mânâda: Tirmizi, K. el-Edeb, 41.
37. Muvatta', K. eş-Şa'r, 7.
38. Ebû-Dâvûd, K. el-Libâs- 14; Ahmed, Müsned, 7/357.
39. Ebû-Dâvûd, K. el-Libâs, 14; Tirmizi, K. el-Birr, 63; Edeb, 45.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

C- Altın ve hâlis ipek erkeğe haramdır:
Halis ipek veya malzemesinin çoğu ipek olan giyecekler ile altını erkeğin giyecek, süs ve eşya olarak kullanması haramdır. Hz. Peygamber (s.a.v.) ipeği sağ eline ve altını sol eline alarak "bu ikisi ümmetimin erkeklerine haramdır."40 buyurmuşlardır.
Bir miskali (4.25 gr.) geçmeyen gümüş yüzük ile alem (sembol, nişân, rozet vb.) olarak kullanılan ipek ve altına ruhsat verilmiştir.41
İpeğin cilt hastalığı, savaş gibi sebeplerle giyilmesine de izin verilmiştir.42
Altın ve gümüşü kadının yalnızca ziynet eşyası olarak43 kullanmasına izin veren İslâmın erkeklerine bunu haram kılmasının hikmetleri vardır:
a) Bu iki mâden ve özellikle altın asırlar boyu ya doğrudan doğruya para olarak, yuhat da para karşılığı teminat olarak kullanılmış, ekonomide büyük rol oynamıştır. Bunların zinet ve eşya olarak kullanılması ekonomiyi menfi yönde etkileyecektir.
b) Bunların zinet ve eşya olarak kullanılması topluma faydalar sağlayacak olan büyük bir sermayenin âtıl kalmasına sebep olmaktadır.
c) Allah'ın erkekler için takdir ve tensîb buyurduğu fıtrat ve karakter altın ve ipekle süslenmeye muhtaç ve uygun değildir.
d) Üste, başa; ele ayağa; eve-barka serilmiş servetler dikkat, gıpta ve hased celbederek sosyal adâlet duygusunu rencide ederler, fesâda sebep olurlar.
e) İslâm insanın maddî hayatı ile rûhî ve mânevi hayatı arasında ideal bir dengeyi hedef almıştır. Dışa bu ölçüde ihtimam rûhî hayâtı zedelemekte, tekâmülü engellemektedir.
Kadına gelince:
Onun fıtratı süse ve zînete daha elverişlidir; diğer vasıflar yanında erkekte yiğitlik, kadında güzellik aranır. Kadını zinetten menetmek onun fıtratına ters düşer ve ağır gelir. Şârî' onlara bu mevzûda ruhsat vermiş, fakat yabancı erkeklerden sakınmalarını emretmiş, zînetlerini yoksullara iyreti vermelerini tavsiye buyurmuştur.

 



40. Ebû-Dâvûd, K. el-Libâs, 4, 9, 11; Nesâî, K. ez-Zineh, 40, 43, 45; Ahmed, Müsned, 1/96, 4/392.
41. Fıkıh kitaplarının kerâhiye ve istihsan bölümü, nişan yüzüğünün cevazı için bak: Kâmil Miras, Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi ve Şerhi 2. B. C. IV, s. 287; c. XII, s. 108.
42. Buhârinin bir rivâyetine göre Resulullah (s.a.v.) Abdurrahman b. Avf ve ez-Zübeyr b. el-Avvâm'ın, cilt hastalıkları sebebiyle ipek giymelerine izin vermiştir. K. el-Cihad, 91; K. el-Libâs, 29.
43. Bunları ev eşyası olarak kullanmak kadına da haramdır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

D- Kadının elbisesi:
İslâm kadının, nâmahrem olanlara karşı örtünmesini emretmiştir. Erkek ve kadın için örtülmesi gereken yerlerin sınırı ileride gelecektir. Burada kıyâfet açısından işaret edilmesi gereken iki nokta vardır:
a) Kadının elbisesi vücudunu göstermeyecek kadar kalın olacaktır.
b) Göğüs, bel, kalçalar gibi şehvet çekici uzuvları teşhir edecek kadar sıkı ve dar olmayacaktır.
Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Cehennemliklerden iki sınıf vardır ki ben onları (dünyada) görmedim: Birincisi yanlarında bulunan öküz kuyruğu gibi kırbaçlarla halkı kırbaçlayan kimseler. İkincisi giyinmiş çıplak, (kalçasını) oynatan, salınarak yürüyen, başları, salınan deve hörgücü gibi kadınlardır; bunlar cennete giremezler, onun kokusunu da alamazlar; halbuki onun kokusu mesâfelerin ötesinden alınır."44
Bu hadiste geçen "giyinmiş çıplak" ifadesi "bazı yerlerini örtüp, bazı yerlerini açan veya ince ve dar elbise giyen kadınlardır" şeklinde açıklanmıştır. Bu ifadeyi, "örtülü olmalarına rağmen davranışları ile karşı cinsin cinsî duygularını tahrik eden kadınlar" şeklinde anlamak da mümkündür.
c) Kadın erkeğe, erkek de kadına benzemeye özenmeyecektir. Her iki cinsin kendilerine muhsus özellikleri ve buna uygun kıyâfetleri vardır. Karşı cinse özenti bir ruh bozukluğu ve ahlâkî sapıklıktır. Bu sebeple Peygamberimiz (s.a.v.) erkeğin kadın, kadının da erkek elbisesi giymesini menetmiş,45 karşı cinse benzeme özentisini lânetlemiştir.46
Giyinme ile alâkalı nassların hükümlerini el-Mavsılî şöyle özetliyor:
Elbisenin farz olanı, kapanması gereken yerleri (avret) örten, soğuk ve sıcağa karşı insanı koruyandır. Bunun da orta derecede pamuk veya ketenden olması uygundur.
Müstehab olanı hem örtünmek hem de güzel görünmektir.
Mübah olanı ise cuma ve bayramlarda, topluluk içinde güzel görünmek için giyilen güzel elbisedir.
Mekruh olanı böbürlenmek ve gösteriş yapmak için giyinmektir.
Elbise renginin beyaz olması müstehap ve asfur ile boyanmış olması erkeklere mekruhtur...47
Bu görüş hanefîlere aittir. Birbirini tamamlayan hadislerden anlaşıldığına göre mekruh olan asfur ile boyanan kırmızıdır. Diğer kırmızılar mekruh değildir. (Bak. Avnu'l-Ma'bûd, C. XI, s. 125).

 



44. Müslim, K. el-Libâs, 125.
45. Ebû-Dâvûd, K. el-Libâs, 28; Ahmed, Müsned, 2/325.
46. Buhârî, K.e el-Libâs, 61; Ebû-Dâvûd,K. el-Libâs, 27; Tirmizi, K. el-Edeb, 34.
47. el-İhtiyâr, Cüz, VI, s. 177.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

E- Süslenme:
İ'tidâl dini olan İslâm insanların yaratılıştan mevcut özellik ve güzelliklerini belirli hale getiren süsü, boyamayı, takınma ve giyinmeyi-bazı kayıtlarla- mübah kılmıştır. Ancak fıtratı, yaratılıştan verilmiş özellik ve şekilleri değiştirme mânasında süs, makyaj ve değiştirmeleri yasaklamış, bunları şeytanî saymıştır; çünkü şeytan şöyle demişti: "Şüphesiz onlara emredeceğim de Allah'ın yaratışını değiştirecekler" (en-Nisâ: 4/119).
Yaygın olan bazı süsleme ve değiştirme çeşitlerini sıralayalım:

1) Dövme yaptırmak ve dişlerin şeklini değiştirmek:
Hz. Peygamber (s.a.v.) vücuduna dövme yaptıran ve yapana, (normal) dişleri yontarak şeklini değiştiren ve bunu yaptırana lânet etmiştir.48
Tıbbî ve estetik bakımlardan normal olan dişleri, moda olan şekle uydurmak için söktürüp yaptırmak caiz değildir.
Gerek iğne batırıp açılan deliklere boyalı maddeler dökerek yapılan dövme ve gerekse diş minelerini mahveden yontma işinin sağlık yönünden de zararlı olduğu bilinmektedir.

2) Estetik ameliyat:
Büyük paralar sarfıyla burun, çene, göğüsler gibi uzuvların şeklini değiştirmekten ibaret olan estetik ameliyâtın da yukarıda geçen âyet ve hadislerin şümûlüne girdiği anlaşılmaktadır.
Ancak insanı aşağılık kompleksine iten, toplum içinde mânen işkence çekmesine sebep olan bir anormallik veya fazlalık olursa bunun izâlesi tedâvi mahiyetindedir. Peygamberimiz (s.a.v.) güzellik için dişlerini seyrekleştirenleri lânetlemiştir.49 Burada geçen "güzellik için" kaydı, bir ihtiyaç sebebiyle yapılan ameliyeleri istisnâ etmektedir.

 



48. Müslim, K. el-Libâs, 119; Buhârî, K. el-Libâs, 82-87.
49. Buhârî, K. el-Libâs, 82, 84; Müslim, K. el-Libâs, 120.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

3) Kaş aldırmak:
Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'in lânetine kaş aldıran ve alanlar da dahildir.50 Kaş aldırmak, kaşın kıllarını yolarak iyice inceltmek ve kaşı yukarıya almak sûretiyle yapılmaktadır. Bu, hilkati değiştirme mahiyetindedir.51 Ancak kadının yüzünde biten kılları aldırması ve kocasının izniyle normal makyaj yapması bir kısım İslâm ulemasınca caiz görülmüştür.52

4) Peruk takmak:
Rasûlullah'ın menettiği ve lânetlediği şeylerden birisi de saçı dökülen veya dökülmeyen kimselerin başlarına başkalarının saçlarını koymaları veya bunları eklemeleridir.53
Saç takma ve eklemede hem tabiî şekli değiştirmek, hem de karşısındakini yanıltmak, ona genç görünmek vardır ki, İslâm bunları hoş görmemiştir.
Ancak ipek veya yün iplikleri örgü yapıp eklemek aynı mânada olmadığı için caiz görülmüştür.54

5) Saç ve sakalı boyamak:
Peygamberimizin (s.a.v.) çağında yahûdi ve hristiyan ihtiyarları ağaran saç ve sakallarını boyamazlardı; onlara benzemesinler diye yaşlı sahâbiler boyamaya teşvik edilmişlerdir.55
Boyanın rengi üzerinde durulmuş, siyaha boyamanın cevazı tartışılmıştır.
Kına kırmızısı ve kırmızı-siyah karışımı nebâti boyalarla boyamak ittifakla caizdir.
Kadınların siyaha boyamaları umumiyetle caiz görülmüştür.56
Rasûl-i Ekrem'in, kâfirlere benzememek için saç ve sakal boyama emri "teşvik emri" olarak telâkki edilmiş, bu sebeple Ebu-Bekr, Ömer (r.anhuma) gibi sahâbîler boyamış, Ali, Ubey, Enes (r.anhum) gibi sahâbîler ise boyamamışlardır.57

 



50. Ebû-Dâvûd, K. et-Teraccul, 5; Buhâri, K. el-Libâs, 82, 84; Müslim, K.el-Libâs, 120.
51. Bazı hanbelîler bunu tenzihen mekruh sayarlar.
52. İmam Nevevi de caiz görenler arasındadır. İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, Kahire, 1959, C. XII, s. 500.
53. Buhârî, K. el-Libas, 83, 85; Müslim, K. el-Libâs, 115, 117, 119.
54. İbn Hacer, Ag. esr., s. 497.
55. Buhârî, K. el-Enbiyâ, k50; el-?ibâs, 67; Müslim, el-Libâs, 80.
56. İbn Hacer, Ag. esr, s. 473-477.
57. Aynı eser, s. 477.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

6) Sakal bırakmak:
Rasûlullah (s.a.v.): "Müşriklere muhâlefet edin (benzemeyin); sakalları bırakın, bıyıkları kırpın" buyurmuştur.58
Bu ve benzeri hadisler ile tatbikata bakan cumhûr sakalı tıraş etmenin haram olduğu neticesine varmışlardır.
Kadı İyâd bunun mekrûh olduğunu söylemiştir. Aynı mahiyette olan boyama emrini yerine getirmenin farz ve terkinin haram sayılmaması bu görüşü destekler.59
Bazı muâsır âlimler bunun bir âdet meselesi olduğunu düşünerek mübah olduğunu söylemişlerdir. Kardavî de ikinci görüşü tercih eden muâsır bir âlimdir.60




--------------------------------------------------------------------------------

58. Buhârî, K. el-Libâs, 63-34.
59. ibn Hacer, ag. esr. s. 472.
60. el-Helâl ve'l-Haram, s. 81-82; Şerbâsî, Yes'elûnek, c. II, s. 23-25.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Üçüncü Fasıl
Ev Eşyası

Her canlının bir yuvası, bir meskeni vardır; insanın yuvası da evidir. Peygamberimiz (s.a.v.): "Dört şey mutluluk vasıtalarındandır: İyi eş, geniş ev, iyi komşu ve rahat binek"61 buyurarak evin insan hayatındaki önemini belirtmiş, ayrıca temiz tutulmasını istemiştir.62
"De ki: Allah'ın kulları için yarattığı güzellikleri... kim haram kılmıştır?" (el-A'raf: 7/32) âyeti evin çiçekler, nakışlar ve şekiller ile süslenmesini de caiz kılmaktadır.
Rasûlullah (s.a.v.): "Kalbinde zerre miktarı kibir olan kimse cennete giremez" buyurunca bir adam "kişi elbisesinin ve pabucunun güzel olmasından hoşlanıyor?" diye sormuş, "şüphesiz Allah güzeldir, güzeli sever." cevabını almıştır.63
Ancak bu izinler ve teşvikler mutlak değildir, bazı kayıtlar ve yasaklar vardır:

A- Altın ve gümüş kaplar, ipek sergiler:
Sahâbeden Huzeyfe şöyle diyor: "Resulûllah (s.a.v.) bizim, altın ve gümüş kaptan yiyip içmemizi, ipek giymemizi ve ipek sergi üzerine oturmamızı menetti. Ve şöyle buyurdu: Bunlar dünyada onlar (kâfirler), ahirette ise bizim içindir."64
Bu hadîs, altın ve gümüşün kap-kacak ve ev eşyâsı, ipeğin de sergi vb. olarak kullanılmasını erkek ve kadın bütün müslümanlara hakam kılmaktadır.
Gazzâlî, bu mâdenlerin iktisâdî hayattan çekilerek evde kullanılmasının topluma zararını, "bu, şehrin vâlisini, dokumacılık veya süpürgecilikte kullanmaya benzer ki onu hapsetmekten dah kötüdür." sözleriyle ifade ediyor.65

B- Heykel:
"İçinde heykeller bulunan eve melekler girmez."66
"Kıyamet günü azâbı en şiddetli olacaklardan biri de bu sûretleri yapanlardır."67 gibi hadisler müslümanın evinde heykel bulundurmasına ve heykel yapmasına engeldir.
Bunların haram kılınmalarının hikmet ve sebebine gelince:
a) Çeşitli devir, yaş ve çevrelerde heykele tapıldığı için bu hâtırayı silerek tevhidi korumak,
b) Heykeltıraşın yaratma vehmi gibi kula yakışmayan duygu ve düşüncelere kapılarak günaha girmesini önlemek,
c) Heykel yapımının bir sınırı bulunmadığından çıplak kadınlar, sahte tanrılar, dinî semboller gibi İslâma zıt şeylerin heykelleştirilmelerine engel olmak.
d) Faydasız ve gereksiz sarfı, isrâfı, lüksü men etmek.
Heykeli büyüklere saygı ve kahramanların hâtıralarını ebedîleştirmek gayelerine bağlayarak savunanlara karşı İslâm düşüncesi şöyledir:
a) Her zaman ve her yerde bu gibilerin heykelleri yapılmamıştır. Âdi, alçak, zâlim, müstebit, sahte varlıkların da heykelleri yapılmış, bu vâkıa mezkûr hikmeti ortadan kaldırmıştır.
b) Müslümanın dünyada ebedîleşmek gibi bir gayesi yoktur. Mümin, Fahr-i Kâinat'ın sohbetinde, Cemâl-i İlâhinin seyrinde sonsuz mutluluklara ereceğini umduğu ebedî âlemlerin hasretini çeker.
c) İslâmda hizmet Allah rızâsı için yapılır ve hizmet eden, bu niyeti (ihlâsı) bozulmasın diye teşhirden kaçar.
İslâm'da güzel sanatların heykelden başka sâhalara yönelmesinin sebebini de yukarıdaki maddelerde aramak gerekecektir.

 



61. İbn Hibbân rivâyet etmiştir.
62. Tirmizi, K. el-Edeb, 41.
63. Müslim, K. el-İman, 147.
64. Buharî, K.el-Eşribe, 28; el-Et'ime, k29; Müslim, K. el-Libas, 4, 5.
65. İhyau'Ulûmi'd-dîn,Kitabû's-sabr ve'ş-şükr.
66. Buhari K. Bed'i'l-halk, 7; el-Meğazi, 12; Müslim, K.el-Libas, 87.
67. Buharî, K. el-Edeb, 75; Müslim, K. el-Libâs, 96.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

C- Oyuncak:
Çocukların oynadığı bebek, hayvan vb. oyuncaklar, heykel mânâ ve mahiyetinde olmadığı için caiz görülmüştür. Nitekim Hz. Âişe'nin ilk evlilik yıllarında çocukluk arkadaşlarıyle bu neviden oyuncaklar oynadığını Rasûl-i Ekrem görmüş ve tasvib etmiştir.68

D- Resim:
Heykel şeklinde olmayan, kâğıt, sergi, örtü, duvar gibi yerlere yapılan resimler hakkındaki hadisler bunun mutlak olarak haram veya helâl olduğunu göstermiyor; resmin konusuna, ressam veya resmi kullananın maksadına ve kullanıldığı yere göre çeşitli hükümler getiriyor.69
a) Mukaddes sayılan, tapınılan, ulûhiyyet izafe edilen şeylerin resimlerini yapmak ve kullanmak haramdır.
b) İslâmî ahkâm ve ahlâka aykırı olan çıplak insan vb. resimlerini yapmak ve kullanmak da haramdır.
c) Bunların dışında kalan resimlerden canlılara ait olmayanları mübahtır, yapmak ve kullanmak serbesttir. Nitekim İbn Abbas bir ressama, resim yasağını naklettikten sonra şöyle demiştir: "İlle de yapacaksan ağaçların ve ruh olmayan şeylerin resimlerini yapman gerekir."70
d) Canlılara gelince hadislerden bir kısmı Peygamberimiz (s.a.v.)'in bunları tasvib etmediğini, diğer kısmı ise bilhassa çiğnenen sergide, yaslanılan yastıkta, oturulan minderde... olduğu zaman caiz gördüğünü ifade etmektedir. Bunlardan çıkan netice, böyle resimlerin-dinî bir takdis ve ta'zime götürmedikçe- câiz olduğudur. Titizlik gösterilen nokta tevhidin korunmasıdır. Tahavî'nin şu ifadesi bu anlayışı destekliyor: "Rivayet ettiğimiz hadisler, elbise üzerindeki resimleri, yasaklanan resimlerin dışına çıkarmaktadır. Yasaklanan resimler, hıristiyanların kilise duvarlarına yaptıkları veya bezlere yapıp astıkları resimler kabilinden olanlardır."71
Resim hakkındaki hadislerden anlaşıldığına göre Resûlul-lah (s.a.v.) önceleri, tevhid inancı ruhlara yerleşinceye kadar resim hakkında titiz davranmış, sonraları mahzuru olmayan noktalarda ruhsatlar vermiştir.
Bâzı âlimler, canlı-cansız ayırımını gözönüne alarak mücessem (üç boyutlu) olmayan veya hayatî bir uzvu eksik bulunan resimleri de cansızlara katmış, caiz görmüşlerdir.72 Çünkü bunların, mezkûr şekil ve eksikler içinde canlı olmaları mümkün değildir.

 



68. Buhârî, K. el-Edeb, 81; Müslim, K. el-Edeb, 54.
69. Buhadislerin çeşitli rivâyetleri ve telifleri için bak. Tahâvî, Şerhü-Ma'âni'l-âsâr, kahire, 1968, C. IV, s. 282-288.
70. Aynı eser, s. 286.
71. Aynı eser, s. 285.
72. Kardâvî, a.g. eser, s. 4, 96.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

E- Fotoğraf:
Buraya kadar dini hükmünü araştırdığımız, heykeller ile elde yapma tablolar cinsinde resimler idi. Bilinen makina ile çekilen resime (fotoğrafa) gelince:
a) Mücessem olmayan resimleri yasaklar içine sokmayan âlimlere göre fotoğraf çekmek ve kullanmak caizdir; yarım olanların cevazı daha da kuvvetlidir. Ancak fotoğrafın konusu ve maksadı yine önemini muhafaza etmektedir. Çıplak veya açık kadın ve erkek fotoğrafları ile hıristiyan azizlerine ve benzerlerine ait fotoğraflar harama dahildir.
b) Haram olması için mücessem olmasını şart koşmayan âlimlerden bir kısmı fotoğrafta -ressamın yaptığı resimde mevcut- vasıfları (illeti) bulamadıkları için bunu caiz görmüşlerdir.73
Bu gurubun diğer ulemâsı da kimlik, pasaport, tapu vb. yerlerde kullanılmak üzere fotoğraf kullanmak ve çektirmenin bir ihtiyaç (zaruret) olduğunu gözönüne alarak bunu caiz görmüşlerdir; çünkü "hacet (ihtiyaç) umûmî olsun, husûsî olsun zaruret menzilesine tenzil olunur (zaruret kabul edilir)" (Mecelle mad. 32.)
İslâmda ressamlık ve fotoğrafçılık mesleğinin hükmü de yukarıdaki açıklamalardan anlaşılacaktır. Caiz olanı yapmak da caizdir. Konusu veya maksadı itibarıyla caiz olmayanı yapmak ve çekmek de caiz değildir.




--------------------------------------------------------------------------------

73. Eski hanefi Mısır müftülerinden Şeyh Muhammed Bahit, el-Cevâbu'ş-Şâfi isimli risalesinde bu görüşü savunmuştur.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

F- Köpek Beslemek:
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyuruyor: "Av, tarla, bahçe, sürü köpekleri müstesna olmak üzere köpek besleyen kimsenin sevabından her gün bir miktar (kıyrât) eksilir."74
Köpek bulunan eve meleğin girmediğini bildiren hadisler de75 yukarıdaki hadise eklenince çıkan netice şudur: Korunma ve avlanma gibi bir ihtiyaç bulunmadan evlerde köpek beslemek İslâmda menedilmiştir; çünkü:
a) Köpek besleyecek kadar imkânı olanların bakım ve harcamalarına yoksul, kimsesiz insanlar daha lâyıktır.
b) Tıbbın kesin açıklamalarına göre köpeklerden insanlara geçen bir çok tehlikeli hastalık mevcuttur.
c) Köpek yoldan gelip geçeni, misafiri ve birşey istemek için geleni korkutur, rahatsız eder...
Bununla beraber zararı olmayan köpekler itlâf edilmez; her canlıya merhamet edilir, yardım edilir ve ecir alınır. Bir kuyunun başında susuzluktan ölmek üzere olan bir köpeğe su veren günahkârın ilâhi afva mazhar olduğunu Resûlullah haber vermiştir.76




--------------------------------------------------------------------------------

74. Buhârî, K. ez-Zebâih, 6; Müslim, K. el-Müsâkat, 46, 50, 56-58.
75. Ebû Dâvûd, K. et-Tahârah, 89; Buhârî Bed'u'l-halk, 7, 17, el-Libâs, 77; Müslim, K. el-Libâs, 81.
76. Buhârî, K. eş-Şürb, 9; El-Edeb, 27; Müslim, K. es-Selâm, 153.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Dördüncü Fasıl
İş, Meslek ve Muâmele

I - İş ve Meslekler
Allah Teâlâ insanoğlunu akıl, bilgi ve emeği ile imkânları değerlendirerek ihtiyaçlarını bizzat karşılayacak kabiliyette yaratmıştır. Bu kabiliyetlerini kullanmak ve değerlendirebilmek için de yeteri kadar imkân vermiştir:
"Yeryüzünü size boyun eğdiren O'dur; öyleyse O'nun sırtında dolaşın, Allah'ın verdiği rızıktan yiyin" (el-Mülk: 67/15)
Yeryüzünün boyun eğmesi, işlemeye ve verimli kılmaya müsait oluşudur. Onun sırtında dolaşmak adım-adım, karış-karış araştırarak insana faydalı olan imkânları ortaya çıkarmak, işlemek, istifade etmek ve ettirmektir.
"Zengine ve normal güce sahib olana sadaka vermek helâl değildir"77 hadisi ile aynı mânadaki diğer hadisler herkesin rızkını kendi gücü ile temin etmesini âmirdir; ancak bunun bazı istisnâları vardır;
Sahâbeden Kabisa anlatıyor: "Bir angarya yüklenmiş, bu sebeple yardım istemek üzere Rasûlullah (s.a.v.)'a gelmiştim. "Zekât gelinceye kadar bekle de sana istediğini vermelerini söyleyelim." dedikten sonra şöyle devam ettiler:
"Kabisa! Şu üç kişiden biri olmak müstesnâ istemek (dilenmek) kimseye helâl değildir:
1- Bir angarya yüklenen kimse ki o verdiğini almak maksadıyle ister, alınca da artık istemez.
2- Malvarlığı bir felâkete uğrayan kimse ki geçimini sağlayacak kadar istemesi ona da helâldir.
3- Çevresinden, aklı başında üç kişinin "filân kimse yoksul düştü" diyeceği kadar yoksullaşan kimse; bu da geçimini temin edinceye kadar ister.
Bunların dışında kalan taleb-ey Kabisa- haramdır; bunu yiyen haram yemiş olur."78
Birinci maddede geçen angaryadan (hamâle, yük) maksad, iki grup arasındaki ihtilâfı halletmek, kavga ve benzerini önlemek için bir kimsenin kendi malından yaptığı harcamalardır.
Bu üç durumda müslüman, devlete başvurarak yardım ister; devletin imkânları müsait değilse zenginlerden ister. Devletin bu maksatla bir fon kurması ihtiyaç sahiplerini zenginlere başvurmaktan kurtarması vazifeleri arasındadır.
Bu hallerin dışında, müslümanın vazifesi bir iş ve meslek edinerek çalışıp kazanmaktır. İş ve mesleğin kötüsü yoktur. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor: "Herhangi birinizin ipini sırtına alıp bir demet odun getirerek satması-ve bununla Allah'ın onunla şerefini korumuş olması- halktan istemesinden daha hayırlıdır; onlar da ya verirler veya vermezler."79
Şu halde sırtıyla odun taşıyıp satmak da şerefli bir iştir.
İş ve mesleklerin hepsini burada teker teker saymak uzun süreceğinden-diğerlerine de örnek olmak üzere- bazılarına, helâl-haram ve fazilet açısından bakabiliriz.

 



77. Tirmizi, K. ez-Zekât, 23; Ebû-Dâvûd, K. eZ-Zekât, 24.
78. Nesâî, K. ez-Zekât, 80, 86; Müslim, K. ez-Zekât, 109; Ebû-Dâvûd, zekât, 26.
79. Buhârî, K. ez-Zekât, 50; K. el-Büyü, 15; Müslim K. ez-Zekât, 106.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

A- Zirâat:
Yerin (arâzinin) ekim ve verime müsait kılındığını (Nuh: 70/19,20, er-Rahmân: 55/10-13) zirâatte kullanılmak üzere yağmur ve akarsuların yaratıldığını (el-En'âm: 6/99; Abese:24/28), rüzgârın hem bulutları sevketmeye, hem de bitkilerin aşılanmasına (tozlaşmaya) memur kılındığını (el-hicr: 15/9-22) ifâde eden âyetler ziraatin önemini ve yerini açıkça ortaya koymaktadır.
Ziraati teşvik eden hadislerden bir örnek bile İslâmın ona bakışını vermeye yetecek güçtedir:
"Bir müslümanın ektiği veya diktiğinden bir insan, bir hayvan veya başka bir şey her yedikçe onun namına sadaka yazılır." Bir başka rivayette "Kuşların, yırtıcı hayvanların yedikleri, insanların çalıp çırptıkları bile eken ve diken nâmına sadaka olur" buyurulmuştur.80
Bu nasslara bakarak bazı âlimler, ziraatin en üstün kazanç yolu ve sektör olduğunu savunmuşlardır. Buna karşı bazı âlimler diğer sanatları, bazıları da ticareti üstün bulmuşlardır. Üstünlüğün ve önemin ihtiyaca ve şartlara göre değişeceğini ifade edenler ise daha uygun bir yorum getirmiş oluyorlar.
Ziraatin haram olan şekillerine gelince: İslâmın haram kıldığı ve yalnızca bu sahada kullanılan şeyleri ekmek ve yetiştirmek mekrûhtur. Uyuşturucu madde yapımında kullanılmak üzere bazı bitkileri ekmek, tütün yetiştirmek burada örnek olarak hatırlanabilir. Ziraat ortakçılığı ileride "muamelât bahsinde" ele alınacaktır.

B - Zanâatlar:
1. Teşvik edilenler:
İslâm ziraatı teşvik etmekle beraber yalnızca onunla meşgul olup, diğer meslek ve sektörleri ve sanayi dallarını ihmâl etmenin tehlikesine dikkat çekmiş, bu cümleden olarak Resûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Faizi yemek için hileli yollara saptığınız, öküzlerin kuyruklarına yapışıp ziraatla geçindiğiniz ve cihadı terkettiğiniz zaman Allah üzerinize zilleti (aşağılanma, horlanma, zaafa düşmeyi) musallat kılar ve dininize dönmedikçe onu üzerinizden sıyırmaz."81
Öte yandan Kur'ân-ı Kerîm'de demir ve çeliğin önemine dikkat çekilerek bir sûreye bu isim verilmiş (el-Hadid) ve şöyle buyurulmuştur:
"Ve demiri indirdik (yarattık) onda çetin bir sertlik (güç, dayanıklılık) ve insanlar için faydalar vardır." (57/25)
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) el emeğini ve zanâatleri teşvik sadedinde şöyle buyurmuştur: "Hiçbir kimse el emeğinden daha hayırlı (yiyecek) yememiştir ve Allah'ın Peygamberi Dâvûd da el emeğini yerdi."82
İslâm ulemâsı âyet ve hadisleri bir arada değerlendirerek şu neticeye varmışlardır: Müslümanların muhtaç olduğu her meslek, zanâat ve sanâyi farz-ı kifayedir. Toplum içinde yeterince bulunmazsa bütün müslümanlar sorumlu olur.83

2. Yasak edilenler:
İslâmın insan için çizdiği model ve gösterdiği hedefe aykırı olan bazı meslek ve işler yasaklanmıştır.

a) Yasak Seks:
İslâm zinâyı bütün şekilleriyle haram kılmıştır. Bir kadın veya erkek, cinsî tahrik için çekilen resimlere modellik etmek, zinâ yaptıran açık veya gizli yerlerde çalışmak gibi bir meslek icrâ edemez.

b) Dans, oyun vb.
İslâmda kadın-erkek ilişkileri sınırlanmış, haram ve helâl tasnifine tâbî tutulmuştur. Bunları çiğnemeyi gerektiren veya şehevî duyguları tahrik eden iş, meslek ve sanatlar haram çerçevesi içinde yer alır: Dans, bale, bazı temsil ve oyunlar, bazı gösteriler ve modellik burada örnek olarak anılabilir. Bunların san'at çerçevesine girmesi helâl olmalarını gerektirmez; çünkü İslâmda san'at, san'at için değil, İslâmî hedeflere ulaşmak içindir.

c) Ressamlık, Heykeltraşlık, Fotoğrafçılık:
İslâmda resim konusunu incelerken bu mesleklerin de konu ve maksatlarına bağlı bulunduğunu, konu ve gayesi haram olan mesleklerin, haram sınırı içinde yer aldığını ifade etmiştik.

d) İçki ve Uyuşturucu Madde Yapımı ve Satımı:
Bunların haram olduğu da "yiyecek içecekler" bahsinde zikredilmiştir.

 



80. Müslim, K. el-Müsâkat, 7, 10-12.
81. Ebû-Dâvûd, K. el-Büyû', 54.
82. Buhârî, K. el-Büyû', 15.
83. Gazzâlî, İhyâ, Kâhire, k1939, C. I. s. 19 vd.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

C- Ticâret:
Kazanç yollarından biri de ticarettir. Kur'ân-ı Kerîm "Allah'ın lütfunu (fadlüllah) taleb etmek, elde etmeye çalışmak şeklinde" ifade ederek iç ve dış ticareti teşvik etmiş (el-Müzzemmil: 73/20; Fâtır: 35/12; er-Rûm: 30/46) haccın hikmetleri arasına "menfaatlerini görmeyi ve elde etmeyi" de katmış, hacda ticaretin ihlâsa zarar vereceğinden korkanlara "Rabbınızdan lütuf ve refah istemenizde bir günah yoktur." (el-Bakara: 2/198) buyurmuş, "...ticaretin ve alış-verişin kendilerini, Allah'ı anmak, namazı kılmak ve zekâtı vermekten alıkoyamadığı kişiler" diyerek örnek müslüman taciri ta'rif etmiştir. (en-Nûr 24/37)
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) "güvenilir, dürüst tüccar kıyamet gününde şehidlerle beraberdir." buyurarak84 hem iktisadî cihâd manâsına dikkatleri çekmiş, hem de madde içinde yüzen insanın nefis mücadelesine işâret buyurmuştur.
Hz. Ebû Bekir, Abdurrahman b. Avf gibi cennetlik sahâbîler ticâretle meşgul olmuş, ümmete önderlik etmişlerdir.
İslâmda ticaret teşvik edilmekle beraber başıboş bırakılmamış; ahlâkî, ictimâî sâhalarda zararlı olmaması için tedbirler alınmış, sınırlar getirilmiştir.
a) İçki, uyuşturucu madde, domuz, put, müstehcen eşya ve resimler gibi İslâmın kullanılmasını yasakladığı şeylerin ticâreti de haramdır.
b) Mübah olan şeylerin ticaretinin helâl olabilmesi için de yalan, aldatma, faiz hîle, ihtikâr, fâhiş kazanç gibi davranışlardan sakınmak şarttır. bunların açıklanmasını "muâmelât" bahsine bırakarak bir hadis zikredelim.
"Tacirler kıyamet günü facirler (günahkârlar) olarak diriltilirler; ancak Allah'tan korkan, iyilik ve doğruluktan ayrılmayanlar müstesna."85

 



84. İbn Mâce, K. et-Ticârât, 1.
85. Tirmizî, K. el-Büyû', 4; İbn Mâce, K. el-Ticârât, 3.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

D- Memurluk ve Devamlı İşçilik:
Bir müslüman gerek devlet dairelerinde ve gerekse şirket ve şahıs müesseselerinde memur ve işçi olarak çalışabilir, bunda bir mahzur yoktur. Ancak kaza (hâkimlik) ve devlet idaresi gibi makamlara tâlib olmak hoş görülmemiş, ehliyeti bilinen kişilerin başkalarınca teklif edilmesi tercih edilmiştir.
"İdârecilere, başkanlar ve muhafızlara yazık! Kıyamet gününde birçok guruplar, Ülker yıldızına saçlarımızdan asılıp gökle yer arasına sarkıtılsaydık da işi üzerimize almasaydık, diye temenni edeceklerdir."86
Abdurrahman b. Semüre'ye şöyle buyuruluyor: "İdareciliğe tâlib olma! Çünkü tâlib olmadan bu sana verilirse Allah'tan yardım görürsün, istediğin için verilirse onunla (iş ile) başbaşa kalırsın."87
Ancak bir kimse makama ehil olduğunu, başka bir ehlinin de bulunmadığını bilir, tâlib olmadığı takdirde toplumun zarar göreceğini anlarsa bizzat vazifeyi isteyebilir. Hz. Yûsüf''un "beni memleketin hazinelerine memur et; çünkü ben korumasını ve yönetmesini bilirim." demesi (Yûsüf: 12/55) bu duruma işarettir.
Diğer iş ve vazifeler içinde haram ve mekruh olanlar vardır; İslâma karşı veya İslâmın yasak ettiği işlerde çalışmak haramdır. Peygamberimiz (s.a.) faiz ve içkiyi yasaklarken i'mâl eden, taşıyan, hizmet eden, yazan şahidlik eden kimselerin de lânetlendiğini haber vermiştir.
Bir kimseyi, başka yerlerde iş bulamamak gibi bir zarûret bu gibi işlere sevketmiş ise işi sevmemeli, benimsememeli ve daimi bir helâl kapı arayışı içinde olmalıdır.
Görülüyor ki İslâm, kazanç elde etmek için iş, ticaret, memuriyet gibi yolları meşrû kılmakla beraber, kapitalist, pragmatist, maddeci görüşlerden farklı olarak üç ana tedbir ve prensib üzerinde duruyor:
1 - Karşılıklı rızâ,
2- İyi niyet ve dürüstlük,
3- Menfaat temin ederken başkalarını zarara sokmamak.
Birçok âyet ve hadis yanında şu âyet bu prensipleri bütünüyle içine almaktadır:
"Ey insanlar! Mallarınızı aranızda haksızlıkla değil, karşılıklı rızâ ile yapılan ticaretle yeyin, haram ile nefsinizi mahvetmeyin, Allah şüphesiz ki size merhamet eder. Bunu, kim aşırı giderek haksızlıkla yaparsa onu ateşe sokacağız. Bu, Allah'a kolaydır." (en-Nisâ: 4/29-30)
Âyette geçen "kendinizi mahvetmeyin (öldürmeyin)" ifâdesi çok düşündürücüdür. Bâtıl yollarla, başkalarının rızâ ve menfaatlerini gözetmeden elde edilen kazançlar görünüşte menfaat ise de aslında zarar ve intihardır. Dünyada intihardır; çünkü birçok suçların, cinâyetlerin, anarşinin ve hatta ihtilâllerin temelinde bu âmilin önemli bir yeri vardır. Âhirette felâkettir; çünkü sağladığı haram kazanç kişiyi ateşten kurtaramayacaktır.

 



86. İbn Hibbân, Hâkim, el-Müstedrak, C. IV, s. 91.
87. Buhârî, K. el-Ahkâm, 5, 6; el-Eymân, 1;Müslîm, K. el-İmârah, 13; el-iman, 19.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

II- Muâmeleler:
Burada muâmeleden maksadımız mal, menfaat ve hizmet mübâdelesinin çeşitli şekilleridir. Toplu halde yaşayan insanlar muâmeleleden uzak kalamazlar. Bu sebeple İslâm hukûku (fıkıh) muâmelâta geniş bir yer vermiş, caiz olan ve olmayan çeşitlerini en ince noktalarına kadar açıklamıştır. Bu bahiste belli başlı muâmele şekillerine, haram-helâl açısından bakılacaktır:

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

A- Haram olan şeyleri satmak:
Daha önce bu gibi şeylerin haram olduğu ifâde edilmişti. burada iki hadis daha zikrederek hükmü tayid edebiliriz.
Allah ve Resûlü şarap, boğazlanmamış hayvan (meyte), domuz ve put satışını haram kılmıştır.88
"Allah bir şeyi haram kılınca onun bedelini de haram kılar."89

B- Bir yanı mechûl satış:
Fıkıh ve hadis kitaplarının "cehâlet ve ğarar" diye ifade ettikleri şey, akdin unsurlarından biri mechûl kalan, yahut gerçekleşmesi şüpheli bulunan satıştır. Eğer bu bilinmezlik, arada anlaşmazlık çıktığı takdirde çözüm ve icrâyı imkânsız kılacak ölçüde ise satım akdi fâsiddir. "Sürüden bir koyunu, başakları olgunlaşmadan buğday veya arpayı, denizdeki balığı.." satmak buna örnektir. Peygamberimiz (s.a.) anlaşmazlık çıkmasın, bir taraf zarara uğramasın diye bu nevi satışları yasaklamıştır.90

C- Narh Koyma:
İslâm prensip olarak piyasaya müdâhale etmez; arz ve taleb gibi tabiî ve iktisâdî kaideler içinde pazarı serbest bırakır. Nitekim Peygamberimizin zamân-ı saâdetlerinde fiyatlar yükselmiş, narh koyarak fiyatları sınırlaması için kendisine başvurmuşlardı; şöyle buyurdu: "Fiyatı ayarlayan, bolluk, darlık ve rızık veren Allah'tır. Şüphesiz ben,-hiçbir kimsenin, benden talebedeceği mal ve can hususundaki bir haksızlığım olmadan- Allah'a kavuşmak emelindeyim."91
Ancak fertler bu hürriyeti toplumun zararına olacak şekilde kötüye kullanırlar, ihtikâr, stokçuluk, lüks tüketimi körüklemek gibi yollara saparlarsa müdahale ve sınırlama zarûrî olarak caiz görülmüştür.92

 



88. Buhârî, K. el-Meğâzî, 51, el-Büyû, 105; Müslim, K. el-Büyû', 93.
89. Ebû-Dâvûd, K. el-Büyû', 38, 63, 64.
90. Müslim, K. el-Büyû', 43; Ebû-Dâvûd, K. el-Büyû' 24.
91. Tirmizi, K. el-Büyû, 73; Ebû-Dâvûd, Büyû, 49.
92. Narh hakkında geniş bilgi için bak. Alış-verişte Vâde farkı ve Kâr Haddî, İst. 1987, s. 196 vd.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

D- Fiyatlarla oynamak:
İslâmda mukavele ve piyasa hürriyeti esas olmakla beraber hürriyetin mutlak olmadığına, toplumun menfaati ile sınırlı bulunduğuna işaret etmiştik. Fiyatların sun'î olarak artmasına sebep olanlar hakkında Peygamberimiz (s.a.v .) şöyle buyurmuştur: "Pahalılığı arttırmak için müslümanların fiyatlarına müdâhale eden kimseyi, kıyamet gününde büyük bir ateşe oturtmayı Allah üzerine almıştır."93
Üretimin az, tüketimin fazla olması gibi tabiî âmiller dışında fiyatların artması bazı müdâhalelerle olmaktadır; bunlardan birkaçını örnek olarak zikredelim:

1) İhtikâr:
İhtikâr bir malı, fiyatı artınca satmak üzere piyasadan çekmek, stok etmek veya piyasaya sürmemektir.
Müctehidler haram olan ihtikârın hangi şartlarda gerçekleşeceği üzerinde ihtilaf etmişlerdir.
Ebû-Hanife'ye göre kişinin kendi ürettiği veya başka bir şehirden getirdiği şeyi bekletmesi ihtikâr değildir.
Ebû-Yûsüf, başka yerden getirileni istisna etmemiş, İmam Muhammed "oradan mal almak mutâd ise ihtikâr olur" demiştir.
İlk müctehidler ihtikâr bahsinde daha cok insan ve hayvan gıdası üzerinde durmuş, bunların ihtikârının tahrimen mekrûh veya haram olduğunu ifâde etmişlerdir.94 Bunun sebebi ihtikârı meneden hadislerin bir kısmında "taâm: yiyecek" kelimesinin geçmesidir. Ancak yukarıdaki hadis ile aşağıda gelecek hadisler, bu yasağın yalnızca yiyeceğe değil, müslümanların bütün ihtiyaçlarına şâmil olduğunu göstermektedir.
"Pazara mal getiren merzuk (rızık verilmiş), ihtikâr yapan mel'ûndur (lânetlenmiştir)."95

2) Kabz-ı mallık ve komisyonculuk:
Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) sehirdeki satıcının, köylü malını, pazara gelmeden teslim alarak azar azar pahalı satmasını yasaklamıştır.96
Bu mânâdaki birçok hadisin müşterek hedefi şudur: "Üretici malı doğrudan doğruya pazara arzedecek, araya başkaları girerek fiyatın sun'i bir şekilde artmasına sebep olmayacaktır. Maksat bu olduğuna göre fiyat artışına sebep olmayan hizmetler, yardımlar, aracılıklar, pazarlama ve dağıtım işleri mennû' değildir. Üreticinin malını tüketiciye arzeden, satıcıya müşteri bulan ve bunun için de muayyen bir ücret veya yüzde alan hizmetler meşrû'dur.
Buhârî'nin zikrettiğine göre İbn Abbâs, İbn Sîrin, Atâ, İbrâhim en-Nehâî ve Hasen el-Basrî gibi selef müctehidleri simsar ücretinin zararsız (caiz) olduğunu, "şunu sat, şu kadardan fazlası senin veya kârı ortak" demekte bir mahzûr bulunmadığını ifâde etmişlerdir.97

 



93. Ahmed, Müsned, 5/27, 50.
94. el-Mavsılî, ağ. esr, Cüz: IV, s. 160 vd.
95. İn Mâce, K. et-Ticârât, 6.
96. Satıcıyı Pazar gelmeden karşılamayı meneden hadisler: Buhârî, K. el-Büyû', 64, 68, 71; Müslim, Büyû, 11, 19. Şehir ve kasabada oturanın köylü malını kapatıp satmasının yasaklayan hadisler: Buhârî, K. el-Büyû, 58, 64; Müslim, Büyû', 11, 12, 18, 20-22.
97. Ebû-Dâvûd, K. el-Büyû, 455; Buhârî, K. el-Büyû, 68; el-İcârah, 14; Ahmed, Müsned, 1/368.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

E- Hileli arttırma:
Peygamberimiz (s.a.v.)'in menettiği "necş";98 şöyle açıklanmıştır: Malı almak niyeti olmadığı halde üçüncü şahısları aldatmak için değerinden fazla fiyat vermek. Açık ve kapalı arttırma veya eksiltmelerde yapılan hile ve muvâzaalar da bu hadisin hükmüne dahildir.




--------------------------------------------------------------------------------

98. Buhârî, K. el-Büyû, 60; Müslim K. el-Büyû, 13.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

F- Hîle ve aldatma:
Fahr-i kâinât bir gün pazarı dolaşırken tahıl satan birisinin yanına gelmiş, elini daldırmış, altının ıslak olduğunu görerek sormuş:
- Ey bu tahılın sahibi, bu nedir?
- Yağmur ıslatmıştı!
- Halkın görebilmesi için ıslak olanı üste getirseydin ya? Bizi aldatan bizden değildir! 99
Hadisin son cümlesi hile konusunda bir düstur mâhiyetindedir.
Reklâm, malı tanıtma sınırını geçer, işe yalan ve abartma karışırsa hile ve aldatma gerçekleşmiş olur.

G- Yemin:
Peygamberimiz tüccârı, umûmi olarak çok yeminden ve özel olarak da yalan yere yeminden men etmiştir:
"Yemin, malı harcama (elden çıkarma), bereketi mahvetme sebebidir."100

H- Eksik ölçmek ve tartmak:
Ölçme ve tartma konusunda elden geldiği kadar dürüst davranmak, hile yapmamak, eksik ölçü ve tartı ile satış yapmamak Kur'ân-ı Kerîm'in birçok âyetine konu teşkil etmiştir. (el-En'âm: 6/152; el-İsrâ: 17/35; el-Mutaffifin: 33/1 vd.; eş-Şuarâ: 26/181-183).
İstatistik, anket ve sayım hileleri de eksik ölçme ve tartma kavramına dahildir.

I - Çalınan ve gasbedilen şeyi almak:
Çalınan veya haksızlıkla sahibinden alınan birşeyi bilerek satın almak bu haksız fi'ile yardımdır. Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Kim, bildiği halde hırsızlık eşyayı satın alırsa onun günâhına ve şerefsizliğine katılmış olur."101

 



99. Müslim, K.el-İman, 164; Ebû-dâvûd, K. el-Büyû, 50.
100. Buhârî, K. el-Büyû', 26; Müslim, K. el-İmân, 117; Müsâkat, 131.
101. Beyhakî, es-Sünenu'l-Kubrâ, C. V, s. 336.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İ- Borç ve faiz:
1. Borç:
İslâm her sâhada olduğu gibi harcamalarda da itidâli tavsiye etmiş, isrâfı menetmiştir (el-A'râf:: 7/31). Ayağını yorganına göre uzatan insan genellikle borç almaya muhtaç olmaz; böyle bir ihtiyaç ancak fevkalâde hallerde olur. Bu sebepledir ki Peygamberimiz (s.a.v.) borçtan Allah'a sığınırdı: "Allah'ım borç yükünün ve insanların baskısının altında ezilmekten sana sığınırım."102
"Allah'ım günahtan ve borçtan sana sığınırım" deyince kendisine: "Sık sık borçtan Allah'a sığınıyorsun!?" dediler; şöyle buyurdu: "İnsan borçlandığında, söyleyince yalan söyler, söz verince yerine getirmez."103

2. Faiz:
Bu talimata göre müslüman ancak daralıp bunalınca ve son çare olarak borca başvurur; bu durumda ondan faiz istemek ahâki ve içtimâî bakımlardan tutarsız ve adâletsiz olur.
Ticârî kredilere gelince burada alanın başı darda değildir; ancak faizli kredi verenin daima kazançlı, alanın ise mesâisine rağmen zarar ihtimali içinde bulunması adalete aykırıdır. İyi olan kârda ve zararda ortaklıktır.
İslâm bütün çeşitleri ve miktarlarıyla faizi yasaklamış, haram kılmıştır.104
Kur'ân-ı Kerîm'in son inen âyetlerinden birisi şöyledir:
"Ey imân edenler! Allah'tan sakının, inanmışsanız, faizden arta kalmış hesaptan vazgeçin. Böyle yapmazsanız bunun Allah'a ve Peygamberi'ne açılmış bir savaş olduğunu bilin. Eğer tevbe ederseniz sermayeniz sizindir. Böylece haksızlık etmemiş ve haksızlığa uğramamış olursunuz. Borçlu darda ise eli genişleyinceye kadar beklemelidir." (el-Bakara: 2/278-280)
Faiz yasağının sebep ve hikmeti üzerine eski ve yeni müellifler çok değerli bilgiler vermişlerdir; birkaçını burada hatırlayabiliriz:105
1- Faizli kredi kullananlar faizi de maliyete ekledikleri için bu fazlalık sonunda tüketiciden (sermayesi olmayan, emekçi, zanaatkâr vb. dar gelirli ve fukaranın cebinden) çıkmaktadır. Böylece zengin daha zengin, fakir ise daha fakir hale gelmektedir.
2- Faizli kapitalist sistemlerde zengin-fakir arasındaki refah farkı gittikçe büyüyeceği için bunun sonucu sosyal bunalımlara, anarşi ve ayaklanmalara varmaktadır.
3- Faizsiz kredi insanları birbirine yaklaştırırken, faiz uzaklaştırmakta, düşmanlık doğurmaktadır.
4- Faizcilik, toplum içinde, faiz yeyip yatan işsiz güçsüz ömür tüketen, topluma hizmetten uzak yaşayan bir sınıfın doğmasına sebep olmaktadır.
5- Faizli kredi ile çalışan kimse gece gündüz çalışıp didinirken riziko içindedir, faizci ise hem emeksiz hem de endişesizdir; bu durum kişilerin adâlet duygusunu zedelemekte, ahlâka ve toplum dayanışmasına ters düşmektedir.

Faiz yasağının şümûlü:
İçkinin günahı nasıl yalnızca içenin üzerinde kalmıyorsa faizin vebâli de sadece onu yiyene ait değildir; faizi ödeyen, mukaveleyi yazan ve şahidlik edenler de günaha girmektedirler. Hadiste "Allah Teâlâ'nın faiz yiyeni, yedireni, şahidlerini ve yazanı lânetlediği"106 ifâde edilmiştir.
Faiz ödeyenin darda kalmış olması onu gühantan kurtarabilir; ancak bunun için bazı şartlar vardır:
a) Faizli borç almanın sebebi zarûret veya haklı bir ihtiyaç olacaktır; lüks harcamalar ruhsat kapısını açmaz.
b) Daha önce bütün kapılar çalınacak, faiz vermeden ihtiyacı giderme yolları aranacaktır. (Zengin müslümanların da yardımcı olmaları gerekir.)
c) Alınan borç zaruret ve ihtiyaç miktarını aşmayacaktır.

3. Borcu ödemek ve enflasyon farkı:
İslâm, borcun, zamanı gelince hoşnutlukla ödenmesini, alacaklının memnun edilmesini istemiştir. Enflasyon dönemlerinde borç ile beraber enflasyon farkının da ödenmesi gerekir.

 



102. Ebû Dâvhud, K. el-Vitr, 32.
103. Buhârî, K. el-Ezân, 149; Müslim, K. el-Mesâcid, 129.
104. Aslında Tevrât (Huruç, 24/22) ve İncil (Luka, 6/ 24-25) de faizi yasaklamıştır. Fakat ehl-ikitap, kitaplarını tahrif ve tevil ederek faizi meşrulaştırmışlardır.
105. Geniş bilgi için bak. Mevdûdî, er-Ribâ; H. Karaman, İslâma Göre Banka ve Sigorta; Kuraşi Faiz Nazariyesi ve İslâm (çeviren: S. Tuğ)
106. Buhârî, K. el-Büyû, 24, 113; Ebû-Dâvûd, K. el-Büyû, 4; Tirmizi, K. el-Büyû, 2.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

J- Vâde Farkı:
Peşin alış-veriş yanında veresiye satış da öteden beri kullanılan bir muâmele şeklidir. Peygamberimiz (s.a.v.)'in bir yahûdiden, veresiye yiyecek satın aldığını ve demir zırhını rehin bıraktığını Buhârî'den öğreniyoruz.
Ticâret erbâbı umûmiyetle peşine nisbetle veresiye satışlarda fark alır, vâdeli olarak daha pahalı satarlar.
İşte bu vâde farkını bazı fıkıh bilginleri faize benzeterek haram saymışlardır. Ancak cumhûr (ekseriyet) "Bunun faize benzemediğini, para karşılığında mal satıldığının, satıcının çeşitli sebeplerle aynı malı müşterilerine farklı fiyatlarla satabileceğini, fahiş fiyat tahakkuk etmedikçe vâde farkına haram demek için bir sebebin bulunmadığını" gözönüne alarak helâl olduğunu söylemişlerdir.107 Bizim de katıldığımız bu görüş günümüzde, özel finans kurumlarınca geniş ölçüde uygulanmaktadır.

K- Selem:
Paranın değil de malın veresiye olmasıyla "selem" yapılmış olur. Bu muâmele zirâatçiler ile zirâî malları satan tüccarlar arasında cârîdir. Çiftçi, hasat mevsiminde malı teslim etmek üzere satış yapmakta ve parayı almaktadır. Hz. Peygamber (s.a.v.) Medine'ye geldiği zaman bu muâmelenin yapılmakta olduğunu görmüş, "ölçü, tartı ve teslim zamanı belirlenerek yapılmasını" emretmiş, belli bir tarla veya ağaçtaki mahsul yerine, ad ve miktarı belli mahsul üzerine akit yapılmasını istemiştir108; çünkü muayyen bir tarla veya ağacın, peşin satılan mahsulü verip vermeyeceği belli değildir. Çiftçi bunun yerine-meselâ bir ton buğday üzerine- akit yapacaktır.
Bu muâmele, fakir çiftçinin ihtiyacını istismar ederek, malını çok ucuza kapatma mahiyetinde olmadıkça caizdir; aksi halde "rızâsız, bâtıl yollardan biri" olacaktır.

L- Şirket:
İktisâdî ve ticârî hayat bugünkü geniş ve karmaşık sınırlarına ulaşmadan önce şirketler de basit idi; birkaç kişi arasında-sermâye, iş, kredi, arazi gibi unsurlarla- birleşmek suretiyle vücut buluyordu. İslâm şirket muâmelesini bazı kayıtlar koyarak yalnızca caiz görmemiş, teşvik de etmiştir: Peygamberimiz, Rabbinden naklediyor:
"Biri diğerine hıyânet etmedikçe iki ortağın üçüncüsüyüm; biri arkadaşına hıyânet edince ben aralarından çıkarım." (Ebû-Dâvûd, Büyû, 26.)
Bugün daha büyük işler, daha çok sermaye, bilgi ve gücün bir araya gelmesini gerekli kılıyor; bu da daha büyük şirketlere ihtiyaç gösteriyor. Bir müslümanın bu nevi şirketlere de katılması caizdir; yeter ki faiz, aldatma, hile, haksızlık, hıyânet, harama hizmet bulunmasın.
İslâmın sermaye-emek arası ortaklıklarda üzerinde durduğu en önemli şart kârda ve zararda ortaklıktır. Her ortak, hissesi nisbetinde kârdan ve zarardan nasibini alacaktır. Ortaklardan birinin veya bir kısmının-şirket zarar etsin, kâr etsin- muayen bir kâr alması İslâm şirket nizâmına aykırıdır. Peygamber (s.a.v.) zirâat ortakçılığında, ortaklardan birinin, tarlanın muayyen bir yerinden çıkanı veya çıkan mahsûlün-50 ton gibi- muayen bir miktarını alması şartıyla akit yapılmasını yasaklamıştır; çünkü bu, diğer ortağın zararına olabilir. Ancak günümüzde kanuni şirketler ortaya çıkmıştır. Bu şirketlerin hükmî şahsiyetleri vardır; yani şirket hükmen ve hukuken bir şahıstır. Bu şirketlerde hissesi olan kişilerin yönetici veya memur olarak çalışıp şirketten ücret alması caizdir. Bu durumda çalışanın muhatabı diğer ortakların şahısları değil, bunların dışında var olan şirket hükmî şahsiyetidir. Ortak işçi ve memurun aldığı da kâr değil, ücrettir.

 



107. Bu konuda bir tebliğimiz için bk. Alış-verişte Vâde Farkı, İst. 1987, s. 86-63; İslâmın Işığında Günün Meseleleri II, s. 121-182.
108. Sünen kitapları "selem" bölümü

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sigorta şirketi:
İnsanoğlunun mutluluğu üzerinde güvenlik duygusunun büyük payı vardır. Malı, canı, değerleri üzerinde kaygısı, ve korkusu olan kimse huzurlu ve mutlu olamaz. hiçbir tedbir almadan Allah'a tevekkül bazı havâssın hâli ve kârı olabilir; ancak Rasûl'ün ümmetine tavsiyesi tedbirdir. Sigorta da tedbirlerden biridir. Ancak sigorta, insanların istikbal endişesini, kaza ve felâkete uğrama korkusunu istismar ederse İslâmın bunu meşrû görmesi düşünülemez.
Bilinen üç sigorta çeşidi vardır: Devlet sigortası, üyelik sigortası ve ücretli sigorta.109
a) Bunlardan birincisi İslâmda en kâmil mânada gerçekleşmiştir. İş ve kazanç bahsinde açıklandığı gibi bütün vatandaşların kazâ, felâket, angarya yüklenme ve yoksuluk karşısında devlete (beytü'l-mâle) başvurma hakkı vardır.
b) Üyelik sigortası: Meselâ bir iş koluna mensup üyelerin, içlerinden birisi kazâ veya felâkete uğradığı zaman yardım edilmek ezere peryodik bir meblağ vermeleriyle gerçekleşir. Bu da meşrûdur, teşvike değer bir sigorta çeşididir.
c) Ücretli sigorta: Bir sigortacının kazâ, yangın ve benzeri durumlarda zararı ödemek, bunlar meydana gelmezse hiçbir şey ödememek üzere bir şahısla ücretli sigorta akdi yapmasıyle vücut bulur. Bu şekil bilhassa sigortacının kazancı açısından İslâmî ahkâma aykırıdır; ancak zaruret halinde (diğer sigorta nevileri bulunmadığında) caiz olabilir.110

 



109. Burada taksim "sigorta eden"e göre yapılmıştır.
110. Geniş bilgi için bak. Hayreddin Karaman, İslâma Göre Banka ve Sigorta, İst, 1977.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

M- Arâziden istifâde:
Toprak sahiplerinin bizzat ziraatle meşgul olmalarının caiz ve faziletli bir iş olduğu yukarıda zikredilmişti.
Sahibinin imkânları toprağını işlemeye yetmiyorsa geriye dört yol kalır: Boş bırakmak, işleyecek birisine iyreti vermek, ortağa vermek ve kiraya vermek.
1) Boş bırakmak: Toprak bir servet ve rızık kaynağı olduğuna göre onu boş bırakmak israftır, malı boşuna harcamaktır ve Peygamberimiz (s.a.v.) malın zâyi edilmesini menetmiştir.
2) Muhtaç olan birisine, karşılıksız olarak iyreti vermek Rasûlullah (s.a.v.) tarafından teşvik edilmiştir: "Kimin toprağı varsa onu eksin veya kardeşine karşılıksız (iyreti) versin."111 Atâ, Mekhûl Mücâhid, Hasen-i Basrî gibi bazı selef müctehidlerine göre topraktan ancak-hadisin gösterdiği- bu iki yoldan istifade edilebilir.
3) Ortağa vermek: Tarla sahibi ile emekçi arasındaki ziraat ortaklığının caiz olup olmadığı üzerinde ihtilâf vardır. Hanefilerden Ebû-Yûsüf ve Muhammed ile diğer müctehidlerin çoğu, Peygamberimiz (s.a.v.)'in Hayber toprağındaki uygulamasını gözönüne alarak bunu caiz görmüşlerdir. Mavsılî'nin öz ifâdesiyle "tarla ve tohum birinden, emek ve âlet (öküz vb.) diğerinden veya toprak birinden geri kalan diğerinden yahut da emek birinden geri kalanı diğerinden olursa sahihtir."112 Böyle bir ortaklıkta taraflardan birinin "şu kadar ölçeği veya tarlanın şu kısmından çıkanı benim, geri kalanı senin" demesi caiz değildir. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Medine'ye geldiği zaman böyle yapıldığını görmüş ve karşı tarafın zarara uğrayabileceğini söyleyerek bunu yasaklamıştır.113
Hisselerin onda, yüzde gibi... bir nisbetle tayin edilmesi gerekir. Meselâ "onda altısı emekçiye, dördü tarla sahibine olmak üzere" denebilir. Nisbet yerine ortaklardan birine muayyen bir miktar ayrılırsa, toprak fazla mahsul vermediği zaman diğer ortak zarara uğramış, eli boş çıkmış olur.
4) Kiraya vermek: Tarlayı para, tahıl gibi bir bedel karşılığında kiraya vermek caiz midir? Bu konu da müctehidler arasında tartışılmış, meneden bir hadise dayanan birçok müctehid bunu caiz görmemiştir.114
Hanefilerin de dahil bulunduğu bir grup müctehid ise sıhhat şartlarına riayet edildiği takdirde bunun da-diğer şeyler gibi- kiraya verilebileceğini ifâde etmişlerdir.
Çıkacak olan mahsulün belli bir nisbetine (meselâ beşte, altıda... birine) kiraya verilir, birşey çıkarmadığı takdirde kira alınmazsa ihtilâftan çıkılmış, bir nevi ziraat ortakçılığı yapılmış olur.
Meyva bahçelerinin sulanması ve bakımlarının yapılması karşılığında (bir taraftan toprak ve ağaç, karşı taraftan bakım) çıkacak mahsule ortak olmak da caizdir (Müsakat ortaklığı).
Meyva ağaçlarının yetişip ürün vermesi zaman alacağından-dikim anından itibaren ortaklık caiz olduğu gibi- önce bir ücret veya tarlayı kendi hesabına ekmek gibi bir menfaat karşılığında birini çalıştırmak, sonra ağaçlar meyva vermeye başlayınca müsakat ortaklığı kurmak da caizdir.
Ortakçılık mevzûundaki nasslara ve hükümlere bakınca şöyle bir neticeye varmak mümkündür.
a) Ortak iş karşılıklı menfaat doğurduğu, topluma da faydaları bulunduğu için meşrudur, caizdir, tevik edilmiştir.
b) Ortakçılık kuvvetlinin zayıfı ezmesine, taraflardan birinin zarara uğramasına, ihtilâfa düşmelerine sebep olacak şekilde yapılmış ise caiz değildir.

 



111. Buhârî, K. el-Hars, 18; eş-Şurût, 7; müslim K. el-Büyû, 89, 91, 96.
112. El-İhtiyar, Cüz: III, s. 76.
113. Buharî, K. el-Hars, 18; eş-Şurût, 7; Müslim, K. el-Büyû, 99, 112, 117.
114. İbn Rüşd, Bidâyetu'l-Müctehid, C. II, s. 185.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

N- Parayı koruma ve arttırma yolları:
Enflasyona karşı parasının değerini korumak ve onu arttırmak isteyen şahıslar bir takım yollara başvurmaktadırlar. Bunların bir kısmı dinimiz bakımından-ziraat, ticaret, zanaat gibi- caizdir, bir kısmı ise ya faize dayandığı, yahut da meşru olmayan maksatlara hizmet ettiği için caiz değildir, haramdır.

Caiz olanlar:
1. Özel finans kurumları:
Ülkemizde hususi bir kanunla Özel Finans Kurumları kurulumasına imkân tanınmış ve bugüne kadar altı finans kurumu kurulmuştur: 1. Faysal Finans, 2. Al-Baraka Türk, 3. Kuveyt-Türk Evkaf, 4. Anadolu Finans, 5. İhlas Finans 6. Asya Finans. Bu kurumların kuruluş gayesi ekonomik hayatlarını dinlerine göre yaşayan müslümanlara, faize bulaşmadan paralarını koruma ve arttırma imkânı sağlamaktır. Bu kurumlar faizsiz banka esasına göre kurulmakta ve "peşin alıp veresi satma, satın alıp uzun vâdeli kiraya verme, ortak ticaret, ortak yatırım" gibi yollara başvurarak kazanç sağlamaktadır.
Bu kurumlara para yatıran şahıslar, kâr ve zarara ortak olmayı kabul etmektedirler; ancak akıllıca ve ihtiyatlı hareket edildiği için bugüne kadar mezkûr kurumlar müşterilerini zarara sokmamış bazen bankaların verdiği faizden fazla helâl kâr dağıtmışlardır.

2. Tüccar ve esnaf ile kâr-zarar ortaklığı:
Ticaret, zanaat veya sanayi sahasında çalışan şahıs veya şirketlere, kâr ve zararda ortak olmak şartıyla para yatırılmakta, yıl sonunda yapılan hesaplara göre para sahibine, hissesine düşen kâr verilmektedir. Meselâ A ticaret ile meşgul olan B'ye, kârında ve zararında ortak olmak şartıyla bir milyon lira vermekte; B, bu parayı da sermayesine katarak ticaret yapmaktadır. Yıl sonunda B yaptığı hesaplara göre % 60 kâr etmiştir, buna göre bir milyonun kazancı 600 bin liradır. Bunun 300 binini kendisi almakta (anlaşma, kâr ve zararın yarı yarıya paylaşılması şeklinde ise), diğer 300 bin lirayı da A'ya vermektedir. A isterse kârı almayıp 1.300.000 lira ile ikinci yıl için ortaklığına devam etmektedir.
3. Hisse senedi:
Şirketler, şahıslar ve menkul değerler borsasında alınıp satılan hisse senetleri, ticaret, hizmet veya üretim yapan bir şirkete ortaklığı ifade etmektedir. Bu senetleri alan şahıs, senedin temsil ettiği ölçüde şirketin kâr ve zararına ortak olmaktadır. Şirketin ürettiği mal alkollü içki, uyuşturucu vb. haram bir mal olmadıkça; arzettiği hizmet fuhuş kumar vb. bir hizmet, olmadıkça, ticarî şirket ticaretini, İslâmın haram kıldığı şekilde yapmadıkça bu ortaklık meşrudur, mezkür senetler alınıp satılır, elde edilen kâr da helâldir. Hisse senedinin ait olduğu şirketin ana sermayesi helal mal olmakla beraber zaman zaman banka kredisi alıyor, yahut banka ile muamele yapıyor ve kârın bir kısmı da bu faizli krediden hasıl oluyor ise hisse sahibi müslüman, elde ettiği kârın bir kısmını (faizli krediden hasıl olan kısmı) mülkünden çıkarıp fukaraya vermelidir. Öz sermayenin hasıl ettiği kâr helaldir. Faizli ekonomilerde müslümanların, faize hiç bulaşmayan şirket ve hisse senedi bulmaları imkânsız gibidir; bu sebeple onların vazifesi, bu şirketlere ortak olmamak değil, faiz verilerek alınmış sermayeden hasıl olan kârı fukaraya vermektir. Sermaye ve kazancının tamamı veya çoğu faizli olmayan şirketlere girilir yukarıda açıklanan usul ile faizden temizlenilir. Müslümanlar böylece ekonomik açıdan güçlenir, bu güçleri ile faizi tamamen ortadan kaldırmaya çalışırlar.
Hisse senedini, gelirinden faydalanmak için değil de alıp satmak için edinenleri, şirketin faizli kredi alması etkilemez; çünkü faizli kredi hisse senedine dahil değildir.

4. Altın ve döviz:
Kâr sağlamamakla beraber paranın değerini koruyan bir usul de altın ve döviz almak, parayı altın ve dövize çevirerek korumaktır. Bir müslümanın, zekâtını vermek şartıyla altın ve dövize sahip olmasında mahzur yoktur, bunları peşin satmak, uzun veya kısa müddet elde tutmak caizdir. Ancak altın ve dövize yatırılan paralar âtıl (işlemeyen) sermaye olduğu için bundan memleket ekonomisi zarar görmekte, bazen ülke sıkıntıya düşmektedir; bu sebeple normal zamanlarda bile bu usul, ancak diğer yollar bulunmadığı zaman, yahut durum müsait olmadığı zaman kullanılmalıdır.

5. Kâr ortaklığı:
Son yıllarda devlet, gelir ve kâr getiren bazı tesisleri kâr ortaklığı yolu ile halka açmaktadır. Bu uygulamanın da gayesi, faiz yemeyen müslümanların elindeki paraları alıp değerlendirmek, bunlarla yeni iş sahası ve tesisler kurmaktır. Bu maksat meşru ve faydalı bir maksattır. Ancak bunun için başvurulan "kâr ortaklığı usûlü" yeni bir uygulama olduğu için bazı tereddütlere yol açmıştır. Bazı fıkıhçılar (İslâm hukuku âlimleri), bir kimsenin, aslına sahip olmadığı şeyin gelirine de sahip olamayacağını, bunun faizcilikten bir farkı bulunmadığını ileri sürmüş ve kâr ortaklığının caiz olmadığı görüşünü benimsemişlerdir. Bizim kanâatimiz aksi istikamettedir. Bize göre kâr ortaklığı caizdir; çünkü:
a) Kâr ortaklığı, devletin belli faiz karşılığında ödünç para alması şeklinde olmamaktadır. Faizli ödünç alma işlemi devlet tahvillerinde sözkonusudur. Kâr ortaklığı, adı üzerinde bir ortaklıktır; ortaklık konusu tesisin satımı mümkün olmadığı için kâr ortaklığı yoluna gidilmekte, kâr da önceden yüzde veya miktar olarak belirli kılınmamakta, kâr ortağı, yıl sonunda ne alacağını bilmemektedir. Bu usûle göre ortakların geliri, ortaklık konusu tesis gelir getirmez ise sıfır olmaktadır; faizcilikte ise faiz önceden bellidir ve hiçbir zaman sıfır olmaz.
b) Mülkiyeti başkasına veya devlete ait olan birşeyin tasarruf ve intifa hakkını satın almak, bundan gelir sağlamak mümkün ve caizdir. Nitekim Osmanlı devletinde mîrî (mülkiyeti devlete ait bulunan) toprakların tasarruf (işleme, kiraya verme, faydalanma) hakkı devlet tarafından halka satılmış, bu hakkı satın alanlar topraktan, ekmek, ortağa veya kiraya vermek suretiyle faydalanmışlar, vefatları halinde de faydalanma hakkı varislerine geçmiştir. Bu usûlün meşru olduğuna dair şeyhülİslâm fetvaları vardır.
c) "Durum ne olursa olsun, malın aslına sahip değil isem gelirine de sahip olamam, gelirine ortak olduğum tesis yıkılıp yok olsa bile devlet paramı iâde etmektedir, şu halde ben bu tesisin mâliki değilim, mâliki olsa idim tesis yok olunca param da iâde edilmemeli idi" diyenler için de yol vardır: Gelir ortağı, ortaklık konusu tesise kendini mâlik sayar ve tesis yok olduğu takdirde parasını devlete bırakır, almaz; cebren verirlerse başka yoldan devlete iade eder. Karşı tarafın (devletin) parayı iâde şartını kâr ortağı, kendi adına kabul etmemiş olur. Nitekim Hz. Aişe, Berîre isimli bir cariyeyi alıp âzâd etmek istemiş, cariyenin sahibi ise-satın alıp âzâd edecek olan Aişe'ye geçmesi gereken- velâ hakkının kendilerinde kalmasını şart koşmuşlardı. Peygamberimiz, Hz. Aişe'ye "Karşı taraf böyle bir şart ileri sürse de sen kabul et ve cariyeyi al, Allah'ın kitabındaki şarta aykırı olan şartlar hükümsüzdür..." buyurdu. Buna göre karşı tarafın, İslâm hukukuna aykırı olarak ileri sürdüğü şartı kabul ederek muâmeleyi yapmak, sonra bu şarta riâyet etmemek mümkün olmaktadır. Bir müslüman, paranın iâde şartını İslâm hukukuna aykırı görüyorsa kâr ortaklığı senedini alır , kârını da alır, tesis yok olursa ana parayı geri almaz, bu niyet içinde olur.
Senet hangi tesise veya tesislere aitse geliri de o tesisin geliri olmalıdır; çünkü kâr ortağı, senette yazılı tesisin (köprü, baraj, fabrika...) ortağıdır. Gelir bir başka şeye (dövize, altına, işletmeye) bağlı ve endeksli olamaz; olursa caiz olmaz.
Kâr ortaklığının caiz olabilmesi için tesisin mevcut ve işler olması gerekir. Henüz yapılmamış tesise ortak olup, başka bir ölçüye göre gelir almak da caiz değildir.

Caiz olmayan yollar:
Paranın değerini korumak ve onu arttırmak için başvurulan yollar arasında caiz olmayanları da vardır. Biz burada, bunlardan üçü üzerinde durmak istiyoruz:
1. Tahvil:
Tahvil, alınıp satılabilen faizli borç senedi mahiyetindedir. Tahvili ister devlet çıkarsın, ister hususi şahıs ve şirketler çıkarsın esası faiz karşılığında borç almaktır. İslâm faiz alıp vermeyi haram kıldığına göre tahvil alıp satmak, bu yoldan kazanç elde etmek de helal değildir.

2. Dövize endeksli tahvil ve döviz karşılığı borç alma:
Tahvil alanın parasının değerini de koruyarak gelir sağlamasını mümkün kılmak ve tahvil alım-satımını teşvik etmek için başvurulan yeni bir yol da tahvile yatırılan parayı, daha doğrusu tahvilin nominal değerini, tahvil ihracı sırasında geçerli kura göre dolar ve mark gibi bir dövize ve ana para, türk lirası olarak iâde edilirken, iâde sırasındaki kura göre tahvil bedelini ödemektir. Burada iki işlem vardır:
a) Ödünç alınan parayı değeri bakımından dövize bağlamak ve iade ederken yeni değeri üzerinden ödemek.
b) Ana yarayı iade edinceye kadar faiz ödemek. Dövize endeksli tahvil alım satımı, birinci unsurdan dolayı değil, ikinci unsurdan (faizden) dolayı haram olmaktadır. Eğer faiz ödenmese idi ödünç alınan paranın döviz olarak alınması ve döviz değerine göre ödenmesi caiz olacaktı. meselâ A ihtiyacın gidermek için B'den bir milyon borç istemekte, vâdesi gelince borcununu, ödünç aldığı günkü eşdeğeri dolara göre ödemeyi vâdetmektedir. Bu takdirde B, ya dolar satın alıp A'ya verecek ve vâdesi dolunca verdiği dolar miktarını, dolar veya türk lirası olarak geri alacaktır, yahut da A'ya istediği bir milyonu vererek dolar alıp kullanması için vekâlet verecektir. A bu para ile dolar almayıp onu türk lirası olarak kullansa dahi ödeme zamanında B'ye dolar değeri üzerinden ödeyecektir. Böylece dövize endeksli ödünç alıp verme işleminin mümkün ve caiz olduğu anlaşılmaktadır; yeter ki ödünç alınan meblağ için ayrıca bir de faiz ödenmesin! Dövize endeksli tahvillerde faiz de ödendiği için bu işlem İslâm hukuku bakımından caiz olmamaktadır.
Bu münasebetle işaret etmekte fayda vardır ki İslâma göre gerek vadeli olmayan satım akdinden ve gerekse ödünç verme işleminden hasıl olan borç ödenirken, şart koşulmamış olsa dahi enflasyon farkı ile birlikte ödenecektir. Çünkü İslâm borcun tam olarak ödenmesini istemektedir; alınandan fazla ödemek faiz oduğu gibi, eksik ödemek de haksızlıktır ve caiz değildir. Yüz bin lira ödünç alan bir şahıs bir yıl sonra yine yüz bin lira olarak borcunu öder, bu arada paranın değeri yüzde otuz düşmüş bulunursa gerçekte yetmişbin lira ödemiş sayılır ve üst tarafını borçlu kalır. Dövize veya altına bağlı ödünç alıp verme işlemleri de değer kaybını önlemeye yönelik tedbirlerdir.

3. Para faizsiz, mülk icarsız:
Paranın değerini korumak ve artırmak için kullanılan yollardan biri de bir şahıstan para alan ikinci şahsın, bir taşınmaz malını ona vermesi, aldığı parayı geri ödeyinceye kadar kendisinin faiz ödememesi, karşı tarafın da taşınmazdan faydalandığı halde kira ödememesidir. Buna her ne kadar "para faizsiz, mülk icarsız" denmiş ise de bu cümleyi tersine çevirerek "para faizli, mülk icarlı, paranın faizi mülkün icarıdır" demek mümkündür. Bu usulü bazı fıkıhçılar "vefâen beyî'" adı altında caiz görmüş iseler de kanâatimize göre bu usul apaçık bir faiz hilesidir ve caiz değildir.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

O- Kazanmanın hedefi:
Kazanç ve bunun yolları bahsini hanefilerin dört metin115 dedikleri mu'teber kitaplardan birisi olan el-İhtiyâr'ın şu satırları ile kapayalım:
"Kazanç yollarının fazilet sırası şöyledir: 1. Cihâd, 2. Ticaret, 3. Ziraat, 4. Zanâat.
Bu yollarla kazanç sağlamanın hükmü:
1. Kendine, ailesine ve borçlarını ödemeye yetecek kadar kazanmak farzdır.
2- Fakirlere bakmak, akrabaya ikram etmek için bundan fazlasını kazanmak müstehaptır.
3. Güzel ve müreffeh bir hayat sürmek için kazanmak mübahtır.
4. Helâl kazanç ile de olsa övünmek, yarışmak, azgınlık ve taşkınlık yapmak için kazanmak mekrûh ve haramdır.116

 



115. Diğerleri: el-Vikâye, Mecma'u'l-Bahreyn, Kenzu'd Dakaik.
116. Cüz: IV. s. 171-172.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

I- Cinsî Hayat
1- Cinsi duygu karşısında insan:
İnsanoğlunun yeryüzündeki hayatını devam ettirmek için maddi ve manevi bir takım ihtiyaçları vardır; yeme, içme, teneffüs, birleşme, iman, güven, sevgi, ümit bunlar arasındadır. Allah insana hayatı sevdirmiş, yaşamak için onu, gerekli kabiliyet, his ve meyillerle donatmıştır. İnsanların üreme ve çoğalması birleşmeye; birleşme, karşı cinse ilgi duymaya bağlı bulunduğu için de onu, şehvet denilen duygu ve cinsî uzuvlar ile teçhiz etmiştir. Buna göre cinsî tatmin bir gâye değil, vâsıtadır; hedefi üremedir, üremenin hedefi de Allah kullarının sayısının çoğalmasıdır; çünkü insanlar ve cinler Allah'a kulluk etsinler diye yaratılmışlardır. (ez-Zâriyât: 51/56)
Cinsî duygu ve meyil karşısında insanlar üç gruba ayrılır:
a) Hiçbir sınır tanımadan şehvete teslim olan ve tatmin arayanlar; freudcular, haz ahlâkı sâlikleri gibi.
b) Şehvet duygusunu ve meylini öldürmek isteyenler; bazı hıristiyan mezhebleri ve maniheistler gibi.
c) Bu kabiliyet ve duyguyu yaratılış gayesine uygun bir şekilde kullananlar, hak dinlerin sâlikleri gibi,
Hak dinlerin en kâmili olan İslâm, şehvet duygusunun iradî tatminini evlilik birliği içinde caiz görmüş, bunu teşvik etmiş; hem zinâyı ve ona götüren yolları, hem de bu duyguyu öldürme teşebbüslerini haram kılmıştır.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

2- Zinâ:
"Sakın zinâya yaklaşmayın; doğrusu bu çirkindir, kötü bir yoldur." (el-İsrâ: 1/32) âyeti zinâyı haram kılan delillerden biridir. İslâmda evlilik dışı cinsî ilişki haramdır; çünkü bu, nesebin (soyun) karışmasına, nesillerin mahvolmasına, ailelerin dağılmasına, hısımlık bağlarının kopmasına, bulaşıcı hastalıkların yayılmasına, kadının eşya gibi pazarlanmasına, şehvet duygusunun azarak ahlâkı dejenere etmesine sebep olmaktadır.
Bu kadar zararlı ve çirkin bir fiili yalnızca ceza müeyyidesiyle ortadan kaldırmak mümkün değildir; tahrik ederek zinâya götüren davranışları menetmek, yolları kapamak gerekir. İşte bu sebepledir ki İslâm aşağıdaki maddelerde zikredilen tedbirleri almıştır.

3- Yabancı kadınla yalnız kalmak:
"Kim Allah'a ve âhiret gününe iman ediyorsa, yanında mahremi olmayan bir kadınla yalnız kalmasın; çünkü-bu takdirde- üçüncüleri şeytandır."1 hadisi bir kimsenin eşi ve nikâh düşmeyen yakın akraba ve hısımları dışında kalan kadınlarla yalnız kalmasını haram kılmaktadır. Böyle bir durum hem karşı cins için tahrik edicidir, hem de dedikoduya sebep olabilmektedir. Aynı hadisin devamında Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) kadının, yanında mahremi olmadan yolculuk yapmasını da menetmiştir. İmam Mâlik (birer kavillerinde Şâfiî ve Ahmed), hac gibi farz olan yolculuğu bundan istisnâ etmişlerdir.2
İnsanların -nikâh düşecek, evlenmeleri caiz olacak- uzaklıktaki hısımlarıyla beraber olmayı önemsemedikleri için Hz. Peygamber (s.a.v.) buna da dikkati çekmiştir: "Kadınların yanına destursuz girmekten sakının." buyurunca onlardan birisi "kocanın akrabası hakkında ne dersiniz?" demiş ve şu cevabı almıştır: "İşte bunlar (manevî) ölümdür."3
Bu hadise göre bir İslâm kadını, kocasının kardeşi, yeğenleri, amca ve dayı oğulları gibi hısımlarının yanına açık saçık çıkmayacak, onlarla yalnız kalmayacaktır; çünkü bunlar ona (yengeye) yabancıdır, nâmahremdir.

 



1. Ahmed b. Hanbel, 1/222; 3/339. Buhâri ve Müslim'de de "yanında mahremi olmayan kadınla kimse başbaşa kalmasın." buyurulmuştur. K. en-Nikâh, 111-112, Hac, 424.
2. eş-Şevkânî, Neylu'l-evtâr, Kahire 1952, C. IV, s. 305 vd.
3. Buhârî, K. en-Nikâh, 111; Müslim, K. es-Selâm, 20.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

4- Karşı cinse şehvetle bakmak, avret ve tesettür:
Bir müslümanın şehvetle bakabileceği kadın yalnızca eşidir.4 Bunun dışında hiçbir kimseye şehvetle bakmak câiz değildir. Şehvetle bakmanın objektif ölçüsü "devamlı bakmak"tır. Bir müslüman yolda gözü kapalı veya başı önünde yürüyecek değildir.
Karşısına gelen kadın ve erkeği de görecektir; ancak gördüğü kimseye tekrar bakınca veya bakışını devam ettirince yasak sınıra adımını atmış olur. Resûlullah (s.a.v.), Hz. Ali'ye şöyle demiştir: "Ali! Arka arkaya bakma; birinci bakış hakkındır, ama ikinci bakışa hakkın yoktur."5
"Gözler de zinâ eder; onların zinâsı bakıştır."6 Şehvetsiz olarak bakmaya ve bakılabilecek yerlere gelince bahsimize bir âyetle girmek uygun olacaktır:
"Mümin erkeklere söyle: Gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, mahrem yerlerini korusunlar. Bu, onların arınmasını daha iyi sağlar. Allah yaptıklarından şüphesiz haberdardır. Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini yasak olandan çevirsinler, iffetlerini korusunlar, süslerini, kendiliğinden görüneni müstesnâ, açmasınlarl Başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar. Süslerini, kocaları veya babaları veya kayınpederleri veya oğulları veya kocalarının oğulları veya kardeşleri veya erkek kardeşlerinin oğulları veya kızkardeşlerinin oğulları veya kadınları veya câriyeleri veya erkekliği kalmamış hizmetçiler, ya da kadınların mahrem yerlerini henüz anlamayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizledikleri süslerin bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar. Ey müminler! Saâdete ermeniz için hepiniz tevbe ederek Allah'ın hükmüne dönün." (en-Nûr: 24/30-31)
Bu âyet erkeğe, hemcinsinin veya karşı cinsin avretine (bakılmaması gereken yerlerine) bakmayı, kadına da-bununla beraber- süslerini (zinet), istisnâ edilen kimselerden başkasına göstermemesini emrediyor.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) de bir hadisinde: "Erkek erkeğin avretine, kadın da kadının avretine bakmasın. Vücudunun bir kısmı çıplak iken erkek erkeğe, kadın kadına temas etmesin" buyuruyor.7
Burada karşımıza "zinet ve avret" diye iki mefhum çıkıyor:

Avret:
Açılması, gösterilmesi ve bakılması yabancılara veya herkese haram olan yerlere (organlara) avret denir.
a) Erkeğin erkeğe ve karısından başka kadınlara karşı avret yerleri göbeği ile diz kapağı arasında kalan bölgelerdir. Hanefîlere göre göbek avrete dahil olmayıp diz kapakları dahildir. Şafiîler ise aksi görüştedir.8
Dizkapakların yukarısı (fahiz) cumhûra göre avrettir.
Taberî, Dâvûd, İbn Hazm, bazı mâlikî ve hanbelîlere göre avret değildir. Evzâî'ye göre de yalnız hamamda avret değildir. Her iki grup da hadislere dayanmıştır; Buhârî avret değildir diyen hadislerin daha sahih; avrettir diyen hadislerin ise daha ihtiyata uygun olduğunu ifâde etmiştir.9
b) Kadının müslüman kadınlar ile mahrem10 akrabasına karşı avret yeri hanefîlere ve şafiîlere göre -erkeğin erkeğe karşı olan- avret yeri ölçüsündedir.
Malikî ve hanbelîlere göre yüz, baş boyun, eller ve ayaklar (hanbelîlere göre dizden aşağısı) müstesnâ olmak üzere bütün vücudu avrettir.11
c) Kadının yabancı erkekler ile müslüman olmayan kadınlar karşısında avret yeri, yüzü, elleri (cumhûra göre içi) ve hanefîlerde bir rivâyete göre ayakları müstesnâ olmak üzere bütün bedenidir. Bir hadise göre etek boyu topuklardan bir karışa yakın yukarıda olabilir. Bu sebeple ayaklara kadar uzanan ve yerleri süpürerek kirlenen eteklere gerek yoktur. (Ebû-Dâvûd, Libas, 39; Avnu'l-Ma'bûd, C. XI, s. 175)
d) Câriyenin yabancı erkekler karşısında avret yeri cumhûra göre göbeği ile dizkapağı arasıdır. (Erkeğin erkeğe karşı avreti gibidir.) Bu görüşün Peygamberimiz (s.a.v.)'e dayanan (merfu hadis şeklinde) bir delili yoktur. Hz. Ömer'in kavli ile ihtiyâca dayandırılmıştır.12
Zâhirîlere göre bu bakımdan cariye ile hür kadın arasında fark yoktur, cariyenin de (el, yüz, ayak müstesnâ) bütün vücudu avrettir. Çünkü bu ikisini ayırmak için naklî ve sağlam delil gerekir; bu ise yoktur.13
İmam Şafiî'nin bir kavline göre câriyenin -dirseklerine kadar- elleri ile başı avret değildir.14
İmam Mâlik'ten bir rivayete göre yalnızca başı (saçı) avret değildir.15
e) Karı-kocanın birbirine karşı avreti yoktur.16
Avrete bakmayı meneden hadise göre yukarıda açıklanan yerlere şehvetli veya şehvetsiz bakmak ve bunları açmak haramdır. Avret yerleri ancak kimsenin görmediği yerde (tuvalet ve banyo) ve cimâ esnasında açılabilir. Bazı durumlarda zarûret miktarını aşmamak üzere doktor, ebe, sünnetçi, şahid ve hâkim karşısında da açılabilir.
Evlenecek kimse kızın yüzüne-şehvetle de olsa- bakabilir. Bazı müctehidler bu durumda sınırı biraz daha genişletmişlerdir.17

Zînet:
Bahsin başında meâlini verdiğimiz âyet kadınlara -istisnâ edilen şahıslar dışında- kimseye zînetlerini göstermemelerini emrediyordu.
Zînet kadını güzel gösteren yüz, saç, makyaj, takı ve mücevherât, elbise gibi şeyleri içine almaktadır. Âyette bunlardan hangisi kastedilmiştir? "Kendiliğinden açılan, açılması, gösterilmesi tabii olan" zînet nedir?
Cumhûra göre elbise ve mücevherât kapanması gereken zînete dahil değildir. Buradaki zînetten maksad; el, boyun, baş, kol, ayak gibi zînet takılan yerlerdir.
İmdi bunlardan hangisi 'kendiliğinden açılan'a dahildir?
Kadim müfessir ve fakihler arasında 'dış elbiseden başka her taraf örtülmelidir'; 'eller ve yüz hâriç'; 'eller, bilek ve yüz hariç her taraf' diyenler olmuştur.18 Eller ve yüzün istisna edilmesi görüşü ağır basmaktadır.19

 



4. Geçmiş asırlarda bulunan câriye de bu bakımdan eş gibidir.
5. Tirmizi, K. el-Edeb, 28; Müslim, el-Edeb, 45; Ebû Dâvûd, Nikâh, 43.
6. Buhârî, K. el-İstizân, 12; Müslim, K. el-Kader, 20.
7. Müslim, K. el-Hayz, 7, 74; Tirmizi, K. el-Edeb, 38: Ahmed, Müsned, 3/63.
8. El-Mavsılî, el-İhtiyâr, Cüz: I, s. 45, 154.
9. el-Aynî, Umdetu'l-Kâri, C. II, s. 243, 406; eş-Şevkânî, Neylu'l-Evtâr, C. II, s. 64; S. Sâbık, Fıkhu's-Sünne, C.I, s. 125.
10. Kendileriyle evlenmesi devamlı yasak (haram) olan akraba ve yakınları.
11. el-Fıkhu ale'l-mezâhib, C. I, s. 141.
12. İbnu'l-Humâm, Fethu'l-Kadir, C. I, s. 183.
13. İbn Hazm, el-Muhallâ, C. II, s. 218 vd.
14. eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, C. I, s. 71.
15. eş-Şevkânî, Neyl, C. II, s. 70.
16. Bütün bu görüş ve sınırlandırmaların dayandığı hadîsler ve deliller için bk. Şevkânî, ag, esr., C. II, s. 64-72.
17. Aynı eser, C. VI, s. 118-122; Avnu'l-Ma'bûd (Hind tab'ı), C. II, s. 190; İbn Kudâme, el-Muğni, C. VIII, s. 96.
18. el-Cessâs, Ahkâmu'l-Kur'an, (mezkûr âyetin tefsiri)
19. el-Kardâvî, ag. esr., s. 132.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

5- Örtü ve Elbise:
Zikredilen âyet ve hadisler kadın ve erkeğin avret yerlerini örtmelerini emrediyor ve açmalarını haram kılıyor; fakat örtmek için yeni bir elbise modeli getirmiyor; "hımâr; baş örtüsü", "cilbâb: dış giysi" gibi eskiden beri giydikleri elbise ile Şârî tarafından istenildiği gibi örtünmelerini emrediyor.
Bazı kimseler el-Ahzâb sûresindeki: "Eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına, dışarı çıkarken üstlerine örtü almalarını (cilbâblarını bürünmelerini) söyle; bu onların tanınmalarını ve bundan dolayı incitilmemelerini sağlar. Allah bağışlar ve merhamet eder." (33/59) âyetinde geçen "cilbâb" kelimesine "çarşaf" mânası vererek kadının ancak, çarşafla çıkabilceğini, başka elbise ile örtünmenin caiz olmadığını ileri sürmüşlerdir. Bu iddianın isâbetsiz olduğunu ve İslâmın istediği örtünmenin eşarp, pardesü, manto, geniş ve kalın giysiler ile de olabileceğini gösteren deliller vardır:
a) Nûr sûresindeki âyette (24/31) başörtüsünden (hımâr) söz edilmektedir. Hımâr başı ve yakayı örten başörtüsüdür, çarşaf değildir; aynı âyette geçen "cüyûb" ise gömlek ve entârinin yakasıdır. Şu halde kadınlar geniş entâri ve başörtüsü ile örtünebileceklerdir. Âyet, o zaman kadınların böyle giyindiklerine delâlet etmektedir.
b) "Cilbâb" kelimesine tefsir ve lügatlerin verdiği mâna şunlardan ibârettir: Başörtüsü, tepeden tırnağa örten örtü, dış elbise, örtü, başörtüsü ile ridâ arası bir elbise.20 Bu kadar mâna içinden yalnız çarşafı almak ve diğerlerini reddetmek için bir delil yoktur.
c) Hz. Âişe'den rivâyet edildiğine göre cilbâb âyeti gelince ensâr kadınları etekliklerini ortadan yırtarak başörtüsü yapmış ve kargaları andıran siyah başlıkları ile Rasûlullah'ın arkasında namaz kılmışlardır.21 Bu rivâyet cilbâba çarşaf değil, başörtüsü mânası verildiğini göstermektedir.
Netice olarak diyebiliriz ki: önemli olan usûlünce örtünmedir; elbisenin adı ve modeli muayyen değildir. Her kadın ve erkek, şart ve imkânlarına göre elbisesini seçer ve örtmesi gereken yerlerini örter. Avret yerlerini gösterecek kadar ince veya şehvet çeken yerlerini belirtecek kadar dar elbise giymekten sakınır.22

 



20. el-Âlûsî, Rûhu'l-me'ânî, C. XXII, s. 88 (2. B)
21. Aynı eser, s. 89.
22. İnce, şeffaf elbiselerin giyilmemesi hakkında hadisler vardır. Bk. el-Kardâvî, ag. esr, s. 139 vd.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

6- Dokunmak:
Mahrem (nikahı haram) olan akrabanın avret olmayan yerlerine bakmak caiz olduğu gibi, şehvetsiz dokunmak da caizdir. Yaşlı, şehvetten kesilmiş yabancı kadın ve erkeklerin mahrem olmayan yerlerine dokunmak meselâ ellerini öpmek de caizdir. Çocuklar da bu hükümde yaşlılar gibidir. Genç ve birbirine yabancı erkek ve kadınların -her ne kadar birbirinin avret olan yerlerine bakmaları caiz ise de- şehvetten emin olmaları halinde bile aynı yerlere dokunmalarını fukahâ ekseriyeti caiz görmemiş, bunun daha ziyâde tahrik edici olduğunu gözönüne almışlardır.23
Bazı âlimler ise burada da şehveti esas almış, şehvetin söz konusu olmadığı durumlarda meselâ el sıkışmanın caiz olduğunu söylemişlerdir.24




--------------------------------------------------------------------------------

23. el-Mavsılî, ag. eser. Cüz. IV, s. 156.
24. eş-Şerbâsî, Yes'elûnek, C. IV, s. 86.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

7- Kadının erkeklerle beraber bulunması:
İslâm, kadın-erkek ilişkilerini sınırlamış olmakla beraber kadını dört duvar arasında hapsetmemiştir. İslâmın ilk devrinden beri müslüman kadınların savaşa katıldıklarını biliyoruz. Ayrıca Rasûlullah (s.a.v.) eşi Sevde'ye: "Allah, ihtiyaçlarınız için evden çıkmanıza izin vermiştir."25 ve ümmetine hitaben "Allah'ın hizmetçilerini (kadınları), Allah'ın mescidlerine gitmekten menetmeyiniz."26 buyurarak kadınların ilim, alış-veriş, düğün, ibâdet gibi meşrû sebeplerle dışarı çıkabileceklerini ifâde buyurmuştur.
Kadın ve erkeklerin küçük yaştan itibaren beraber bulunmaları ve serbest ilişki içinde yetişmelerinin saldırganlığı azaltacağı, bir takım komplekslerin doğmasını önleyeceği nazariyesi İslâmî toplumlar için geçerli değildir. Diğer toplumlar arasında da gerçeğin hayâle uymadığı âşikârdır. Bu sebeple İslâm, kız-erkek beraberliğini serbest bırakmamış, kayıt ve şartlara tâbi kılmıştır. Bir müslümanın evine akrabası dışında kalan dost ve arkadaşlarının da gelmesi tabiîdir. Bu durumda kadın ve erkeklerin beraber oturması ve evin kız ve kadının misafirlere hizmet etmesi bahis mevzûu olabilir.
Ashâb-ı kirâmdan Ebû-Üseyd evlenirken zifaf gecesi, Hz. Peygamber (s.a.v.)'i ve dostlarını dâvet etmiş, fakat onlar için yemek hazırlamamış, birşey de ikram edememiştir, ancak eşi (gelin) geceden, bir taş kabın içinde hurma ıslatmış, Hz. Peygamber yemeğini bitirince bunu ezip sulandırmış (şerbet yapmış) ve misafirlere ikram etmiştir.27
İbn Hacer, Aynî gibi Buhârî şarihlerinin işâret ettiği üzere bu hadis-i şerif ve benzerlerinden şu netice çıkarılmıştır: Kadın, kocasının arkadaşlarına hizmet edebilir, ancak bu durumda tesettüre (örtünmeye) riayet etmesi, tarafların kötü duygulara kapılmaktan emin olmaları, tahrik edici davranışlardan kaçınmaları şarttır.
Evin dar olması, ancak bir odanın ısıtılmış bulunması, bir büyüğün sohbetinden kadınların da faydalanmalarını sağlamak gibi durumlarda -şartlara riâyet edilerek- kadınlar, erkeklerle beraber oturabileceklerdir. Bu durumların dışında ayrı oturmak evlâdır. Günümüzde yüz kızartıcı filmlerin gösterildiği televizyon karşısında birbirine yabancı (nâmahrem) kadın ve erkeklerin, genç kız ve delikanlıların beraber oturmaları, çirkin sahneleri birlikte seyretmeleri hiç şüphesiz İslâm adâb, ahlâk ve ahkâmına aykırıdır.

 



25. Buhârî, K. en-Nikâh, 115.
26. Müslim, K. es-Salât, 136; Buhârî, K. el-Cum'a, 13.
27. Buhârî, K. en-Nikâh, 77; Müslim, K. el-Eşribe, 86.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

8- Cinsî sapıklık:
Erkek veya kadının kendi cinsinden birisi ile cinsî ilişki kurması (homoseksüellik, lezbiyenlik/sevicilik vb.) bir sapıklıktır, yaratılış gayesine, fıtrî ve tabiî temâyüllere aykırıdır. Ahlâkî çöküntünün ve çürümüşlüğün bir tezâhürü olan bu çirkin fiilin çok eskilere dayandığını, bazı peygamberlerin bununla mücadele ettiklerini bazı kavimlerin bu yüzden mahvolduğunu Kur'ân-ı Kerîm'den öğreniyoruz. (Hûd: 11/ 165-166; eş-Şuarâ: 26/77-81)
İslâm ulemâsı bu fiilin haram olduğunda birleşmiş, ancak dünyevî cezasının zinadan ağır olup olmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

9- El ile tatmin:
Eli ile temas ederek boşalma âdeti bilhassa yeni yetişen gençler arasında yaygındır. İmam Mâlik; "onlar eşleri ve cariyeleri dışında, mahrem yerlerini herkesten korurlar; doğrusu bunlar yerilemezler. Bu sınırları aşmak isteyenler; doğrusu bunlar aşırı gidenlerdir" âyetine dayanarak, bu fiilin sınırı aşmaya dahil ve haram olduğunu ileri sürmüştür.28
Ahmed b. Hanbel ve İbn Hazm'a göre "meni, vücudun dışarı atmaya muhtaç olduğu birşeydir; onu eliyle atan, kan aldıran gibidir ve caizdir." Ancak Hanbelî fukahâsı bunu "zinâya düşme tehlikesi ve evlenme imkânından mahrum bulunma" şartlarına bağlamışlardır.
Mezkür fiil İmam Şâfiî'nin son içtihadına göre haramdır. Hanefîlere göre tahrimen mekruhtur; ancak "yapmadığı takdirde zinâya düşeceğinden korkan bir gencin affedileceği umulur." denilmiştir.29 alışkanlık yaptığı ve sıhhati bozduğu takdirde yasak fiiller arasında gireceği şüphesizdir.

10- Hayvan ile cinsi münasebet:
Cinsî sapıklık çeşitlerinden birisi de hayvan ile cinsî ilişiki kurmak ve birleşmektir. Bu çirkin fiil hem kadın, hem de erkek için haramdır. Cumhûra göre zinâ sayılmadığı için yapana had gerekmez, tazir cezası verilir. Hayvanın etini yemek-bu yüzden- haram olmaz.30

II- Evlilik:
1- Bekârlık ve evlilik:
Bazı din ve mezhebler, Allah'a ibâdet için evliliği terketmeyi, kadınlardan uzak durmayı tavsiye etmiş veya gerekli görmüşlerdir. Halbuki İslâm evliliği teşvik etmiş, kendini ibâdete vermek maksadıyla de olsa evlenmeden kaçınmayı hoş görmemiştir. Sahâbeden bazılarının böyle bir temâyül göstermeleri üzerine "Ey imân edenler! Allah'ın size helâl kıldığı temiz şeyleri haram kılmayın, hudûdu da aşmayın; doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez" (el-Mâide: 5/87) âyeti nâzil olmuştur.
Gene böyle bir temâyül karşısında Rasûl-i Ekrem (s.a.v.): "Sünnetimi terkeden benden değildir."31 buyurmuştur.
Fıkıh bilginleri, "evlenmediği takdirde zinâyâ düşmekten korkan, evlenmeye de kudreti olan kimsenin evlenmesi farz, ibâdete kendini vermek için bekâr kalmaktan ise evlenmek daha evlâdır" hükmünü benimsemişler; ancak evlendiği takdirde evlilik hukukuna riâyet edemeyeceğinden korkan veya bunu bilen kimse için nikâhın mekruh ve memnû olduğunu ifâde etmişlerdir.32

 



28. el-Kardavi ag. esr. s. 143; âyet: el-Müminûn: 23/6.
29. İbn Âbidin, Raddu'l-muhtâr, C. II, s. 109.
30. İbn Kudâme, el-Muğni, C. IX, s. 62 vd. Hanefi mezhebinde İmâm-ı A'zam'a göre kendisine yaklaşılan hayvanın etini yemek caizdir; İmâmeyn'e göre bu hayvanın eti yakılmalıdır. Ö. N. Bilmen, İstılâhât-ı Fıkhıyye, 1. B., C. III, s. 219.
31. Buhâri, K. en-Nikâh, 1; Müslim, K. en-Nikâh, 1.
32. İbnu'l-Humâm, Fethu'l-kadir (Nikâh bahsinin girişi), C. II. s. 339 vd.; H. Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, s. 276.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

2- Evleneceği kıza bakmak:
Peygamberimiz (s.a.v.) evleneceğini söyleyenlere, kızı görüp görmediklerini sormuş ve görmelerini tavsiye ederek: "Bu anlaşıp mutlu olmanız için daha uygundur."33 buyurmuştur. Bu konudaki diğer hadisleri de gözönüne alan fıkıh bilginleri, bakmanın caiz olduğunda ittifak etmişlerdir. Ancak bakmanın şekli ve sınırı üzerinde görüş ayrılığı vardır. Sınırı çok geniş tutanlar yanında cumhûr: "yalnızca eline ve yüzüne bakabilir." demişlerdir. Evzâî ve Ahmed b. Hanbel orta bir yol tutarak baş, kollar, dize kadar ayakların da görülebileceğini ifâde etmişlerdir.
Cumhûra göre kızın veya velisinin haberi olmadan gizlice bakmak da caizdir.34
Evlenmeden evli gibi yaşamak, yahut birbirini tanımak amacıyla ancak evliler arasında olabilecek davranış ve yakınlık içinde bulunmak anlamında "flört" caiz değildir.
3- İstemek ve vermek:
Taraflar birbirini gördükten sonra kadın iddet içinde değil ise ve başka birisinin talebi de yoksa evlilik teklifi serbesttir.35
Vakti gelmiş, dengi bulunmuş bir kızı bekletmek, evlenmesini engellemek caiz değildir.
"Üç şey geciktirilmez: Vakti giren namaz, hazırlanmış cenâze ve dengi bulunmuş kız ve kadın."36
"Dininden ve ahlâkından memnun kalacağınız birisi size başvurunca onu evlendirin (istediği kızı verin) eğer bunu yapmazsanız yeryüzünde fitne ve büyük fesad (kötülükler) olur."37
Kızı zorla, istemediği kimseye vermek de caiz görülmemiş, fikrinin alınması istenmiştir.38

 



33. Nesâî, K. en-Nikâh, 17; Tirmizî; K. en-Nikâh, 5.
34. İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, C.XI, s. 86; eş-Şevkânî, Neyl, C. VI, s. 117-118.
35. Tafsilât için bk. H. Karaman,, Mukâyeseli İslâm Hukuku, s. 239 vd.
36. Tirmizî, K. es-Salât, 13; Ahmed, Müsned, 1/105.
37. Tirmizî, K. en-Nikâh, 3; İbn Mâce, K. en-Nikâh, 46.
38. Buhârî, K. en-Nikâh, 41; K. el-İkrâh, 3; İstemediği halde babası tarafından zorla evlendirilen bir kızın nikâhının Hz. Peygamber tarafından iptali hakkında bir hadis için bak. Ebû-Dâvûd, K. en-Nikâh, 24, 25; İbn Mâce, K. en-Nikâh, 12.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

4- Evlenme mânileri:
Soy, süt, evlilik gibi râbıtalar ile din farkı, fuhuş gibi bazı durumlar, bir erkekle bir kadının evlenebilmesine engel olur ki bunlara "evlenme mânileri" ve bu yüzden evlenilmesi caiz olmayan kadınlara "el-muharramât" denir. Şu âyet bunlardan onbeşini ihtiva etmektedir:
"Babalarınızın evlendikleri kadınlarla evlenmeyin,-geçmişte olanlar artık geçmiştir- çünkü bu bir fuhuş ve iğrenç birşeydi, ne kötü yoldu! Sizlere analarınız, erkek kardeşlerinizin kızları, kız kardeşlerinizin kızları, sizi emziren süt anneleriniz, süt kardeşleriniz, karılarınızın anneleri, birleştiğiniz kadınlarınızın yanınızda kalan üvey kızlarınız-ki onlarla (analarıyla) birleşmemiş iseniz size bir engel yoktur- öz oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeşi bir arada almak suretiyle evlenmek,-geçmişte olanlar artık geçmiştir- size haram kılındı. Doğrusu Allah bağışlar ve merhamet eder. Evli kadınlarla evlenmeniz de haram kılındı..." (en-Nisâ: 4/22-24)
Kısa açıklamalarla sıralamak gerekirse:
1) Babanın eşi: bundan maksad analıktır. Babanın nikâhı altında olsun, boşanmış olsun analıkla evlenmek haramdır.
2) Ana: Bu ninelere de şâmildir.
3) Kız: Torunları da içine alır.
4) Kız kardeş: Öz veya bir cihette üvey (ana-bir, baba-bir) olanlar.
5) Hala: Babanın öz veya üvey kızkardeşleri.
6) Teyze: Ananın öz veya üvey kızkardeşleri.
7) Erkek kardeşin çocukları.
8) Kız kardeşin çocukları.
Bu sekiz sınıf içinde yer alan erkek ve kadınlar birbirinin mahremidir; aralarında evlenme devamlı olarak haramdır.
9) Süt ana: Çocuğun ilk iki yaş içinde sütünü emdiği kadın onun süt-anası olur ve bununla evlenmesi haramdır.
10) Süt kardeşler: Süt-ananın kendi oğul ve kızları, emzirdiği çocuğun süt kardeşleri olur ve bunlarla evlenmesi de caiz değildir.
"Soy birliğinden haram olanlar sütten dolayı da haram olur."39 hadisi, haram sınırını biraz daha genişletmiştir. Buna göre süt ananın usûl ve fürûunun hepsi, yan hısımlarının ise bir kısmı ile-süt çocuğunun- evlenmesi haramdır.40
Bu sebepledir ki kimin sütünü kimin emdiğini bilme imkânını ortadan kaldıran süt nakli ve bankası uygulaması caiz görülmemiştir.
11) Kaynana: Bir kız ile nikâhlanan -birleşmemiş olsa bile- o kızın anası ile evlenemez.
12) Üvey kız: Bir kadınla nikâhlanıp birleşen kimse, o kadının -başka erkekten olan- kızı ile de evlenemez.
13) Gelin: Öz oğulun karısı ile evlenmek haramdır.
14) Baldız: İki kız kardeşten birisi ile evli olan -boşanmadan veya karısı ölmeden- baldızı ile evlenemez. Hadisler, eşin hala ve teyzesi gibi yakınlarını da baldız sınıfına katmıştır.41
Bu dört sınıf evlilik rabıtası dolayısıyla haram olanlardır. Bu engele "hurmetu'l-musâhare" denir.
15) Evli kadın: Bir başkasıyla evli kadın boşanıp veya kocası ölüp iddetini42 doldurmadıkça ikinci erkekle evlenemez.
Buraya kadar sayılanlarla evlenmenin haram olmasını iki hikmet kadrosunda toplamak mümkündür:
a) İslâmın kurmak istediği aile, toplum ve ahlâk düzenine aykırı oluşu.
b) Yakınlar arasındaki evliliğin psikolojik ve biyolojik mahzurları.
16) Başka dinden olanlar: Müslüman olmayanlar aynı zamanda ehl-i kitap da değil iseler onlarla evlenmek müslüman erkek ve kadınlar için haramdır. (el-Bakara: 2/221)
Ehl-i kitap olan gayr-i müslimlere gelince, bunlardan kız almak caizdir; müslüman erkekler yahudi ve hıristiyan kadınlarla evlenebilirler (el-Mâide: 5/5). Ancak bunlara kız vermek caiz değildir; yani müslüman kadınlar müşrik ve dinsizlerle evlenemeyecekleri gibi yahudi ve hıristiyan erkekler ile de evlenemezler (el-Bakara: 2/221; el-Mümtehine: 60/10).
Genellikle evlerde erkekler hakimdir, son söz onlarındır. Bir müslüman kadın, müslüman olmayan erkekle evlenirse onun çevresine girecek, doğacak çocuklar da gâlib ihtimal babanın dinine tâbi olacaktır. Ayrıca kadının dinî hayatı da tehlikeye girecektir.
Müslüman erkek, gayr-i müslim kadınla evlendiği takdirde hem bunun hidâyete kavuşması ihtimali artacak, hem de çocuklara baba hâkim olacaktır. Müşrik ve dinsiz kadının ruhu ilâhî bir dine yatkın olmadığı için onunla evlenmek daha rizikoludur.
17) Fâhişe: Bir müslüman erkeğin fâhişe kadınla evlenmesi caiz değildir. Zinâ yapan ve bunu gizlemeyen erkek de böyledir. (en Nûr: 24/3.) Ancak tevbe eden, nefsini ıslah eyleyenler müstesnâdır.
Başından zinâ geçtiği bilinen, fakat buna devam etmeyen mü'min kadın ve erkek ile evlenmek mekruh olmakla beraber nikâh akdi sahih (evlilik mûteber) olur. Ulemânın çoğu bu görüştedir.43

 



39. Buhârî, K. en-Nikâh; 20, 27, 117; Müslim, K. er-Radâ 1, 2, 9, 12.
40. Geniş bilgi için bk. H. Karaman, ag. esr. s. 259.
41. Buhârî, K. en-Nikâh, 27; Müslim; K. en-Nikâh, 33.
42. İddet boşanan veya eşi ölen kadının tekrar evlenebilmesi için beklemesi gereken müddettir.
43. eş-Şevkânî, Neylu'l-Evtâr, C. VI, s. 156; Elmalılı, tefsir, s. 3478.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

5 - Geçici olarak evlenme (nikâhu'l-müt'a):
İslâmdan önce zinâ ve geçici bir zaman için evlenme yaygın idi. İlk müslümanları tedricen bu âdetten uzaklaştırmak ve evlenme imkânına kavuşuncaya kadar kolaylık sağlamak üzere. Hz. Peygamber izin vermiş, sonra yasaklamıştır. Bu izin ve yasaklamanın tekrarlandığı ve fetih yılında tamamen men edildiği anlaşılmaktadır. Sahâbenin cumhûru son yasaklamanın müebbet olduğu görüşündedir. İbn Abbâs bunun, domuz eti gibi zarûrete bağlı olduğunu ifâde etmiştir. Kötüye kullanıldığını anlayınca bu fetvâsından rucû ettiği de nakledilmiştir.44 Buna göre İslâmî evlilik birkaç günlüğüne gönül eğlendirmek ve tatmin olmak için değil, bir yastıkta kocamak, çoluk-çocuk sahibi olmak, Allah'a kulluk yolunda yardımlaşmak... niyetiyle yapılacaktır. Geçici evlilik ancak zaruret hallerinde, zinaya düşmemek için uygulanmıştır.

6- Birden fazla kadınla evlenme (teaddud-i zevcât):
"... Beğendiğiniz iki, üç dört kadar kadınlarla evlenebilirsiniz; şâyet aralarında adâletsizlik yapmaktan korkarsanız bir tane almalısınız..." (en-Nisâ:4/3) meâlindeki âyet dörde kadar kadınla evlenmeye izin vermektedir. Ancak bu izin mutlak değildir; adâlet şartına bağlanmıştır. Adâletten maksad "sevgi ve gönül bağında eşitlik" mânasında subjektif adâlet olmayıp, "yiyecek, içecek, giyecek, mesken ve beraber kalma süresinde eşitlik" mânasında objektif adâlettir. Gönül ferman dinlemeyeceği için sevgide eşitlik şart koşulmamış: "Âdil davranmaya ne kadar uğraşsanız kadınlar arasında eşitlik yapamayacaksınız, bâri bir tarafa tamamen meyletmeyin ki, o birini askıdaymış gibi bırakmış olmayasınız..." (en-Nisâ: 4/129) buyrularak bunun mümkün olmadığı ifâde edilmiş ve objektif adâlet istenmiştir.
İslâmda erkeğe birden fazla kadınla evlenme izninin verilmesini kadın haklarına riâyetsizlik sayanlar olmuştur, ayrıca kadına böyle bir hakkın tanınmamasına itiraz edilmiştir. Daha çok gayr-i müslimler tarafından ileri sürülen bu itirazlara şöyle mukabele edilebilir:
a) Bu bir emir değil, izindir; dileyen kullanır, dilemeyen kullanmaz. Kadın evlenirken kocasının, üzerine evlenmemesini şart koşarsa kocası bu şarta riâyet etmek mecburiyetindedir.
Bu izni kötüye kullananlar çoğalır veya uygulamanın olumsuz sonuçları görülürse devlet birden fazla, evliliği geçerli sebeplere bağlı kılabilir.
b) Bu izin mutlak değil, adâlet şartına bağlıdır; adâlete riâyet edemeyecekler için birden fazla kadınla evlenmek caiz ve helâl değildir.
c) İslâm asırların ve nesillerin dinidir. Belli bir mekân ve zamanın değil, bütün zamanların ihtiyaçlarına hitab eder. Savaşların sık olduğu zamanlarda erkeklerin sayısında azalma olmakta, kocasız kalan hanımların, ikinci eş olarak da olsa evlenme ihtiyaçları ortaya çıkmaktadır.
d) Bazı evliliklerde erkek güçlü olurken ve çocuk isterken kadın soğuk, hasta veya çocuksuz olmaktadır; bu durumda, ilk evliliği bozmadan erkeği zinâdan korumak ve çocuğa kavuşturmak bu izni zarûrî kılmaktadır.
e) Tek evliliği kanunlaştıran ülkelerde erkekler fiilen tek kadınla yetinmeyip yasak ve gizli ilişkiler kurmakta, bunun da âile, toplum ve ahlâka zararı dokunmaktadır.
Bu hak kadına niçin verilmemiştir?
Allah kadın ve erkeği farklı vasıflar ve özellikler vererek yaratmış, hayatta da kısmen farklı roller vermiştir; bunların en önemlisi kadının çocuk yapma özelliğidir. Aile toplum için zaruri, soyun tesbiti (çocuğun kime ait olduğunu bilmek) de aile bağı için gereklidir. Kadına birden fazla erkekle evlenme izni verilseydi soyun tesbiti, çocuğun kime ait olduğu bilinemez, aile bağı çözülür, neticede toplum yok olurdu. Ayrıca kadının evde ve aile hayatındaki rolü birden fazla erkek arasında bölünmeye müsait değildir. Birden fazla erkeğin paylaştığı kadınla aile (özel ev) kurulamaz, ancak genel ev kurulabilir. Tarih boyunca ailede, erkeğin (kocanın) tek olması gerçeği de İslâmî anlayış ve uygulamayı teyit etmektedir.

 



44. Hadisler ve açıklamalar için bk. İbn Hacer, ag. esr. C. XI, s. 70-79.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

III- Eşler Arasında
1- Maddî ve manevi ilişki:
Eşler arasındaki karşılıklı ilişkiyi maddî ve manevî diye iki gruba ayırmak mümkündür.
Manevî ilişkinin hedefi hayatın iniş ve yokuşlarını beraber katetmek, evi bir huzur ve saâdet yuvası haline getirmek, ebedî saadete vâsıta kılmaktır. Şu âyet evliliğin bu yönünü en veciz bir şekilde dile getirmektedir: "İçinizden, kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp; aranızda sevgi ve rahmet var etmesi, O'nun varlığının belgelerindendir..." (er-Rûm: 30/21).
Maddî ilişkilerin hedefi şehevî arzuların, yaratılış gayesine en uygun bir ölçü içinde tatmini ve neslin devamıdır.45 Bu sebeple hayız ve lohusalık hallerinde yalnızca birleşme haram kılınmış, bunun dışında bir yasak konmamıştır (el-Bakara: 2/222). Bu durumlarda birleşmenin tıbbî ve psikolojik mahzurları ilim adamlarınca da tesbit edilmiştir.

2- Şekil ve yol:
Dinî irşadın önem verdiği husus insanlara birleşmenin şekil ve tekniği üzerine bilgi vermek değil, fıtrat ve hedefe aykırı davranışları düzeltmektir. Bu cümleden olarak, şekil ile ilgili bir soru üzerine şu âyet nâzil olmuştur: "Kadınlarınız sizin tarlanızdır, tarlanıza istediğiniz gibi gelin" (el-Bakara: 2/223). Bundan bir âyet önce "Allah'ın size buyurduğu yoldan yaklaşın" buyurulmuş, Peygamberimiz (s.a.v.) de "kadınlara anüslerinden yaklaşmayın"46 demiştir. Bu nasslara göre şekil konusunda bir sınırlama yoktur; ancak birleşme yolu tektir, bu da üremeyi mümkün kılacak yoldur.
Karı-koca arasındaki cinsî ilişkinin aralarında bir sır olarak kalması ve yatak odasında geçenlerin dışarıda anlatılmaması istenmiş, böyle yapanlara insanların kötüsü ve şeytan denilmiştir.47

 



45. Bazı dinler maddi ilişki (cinsi münâsebet) konusunda ifrâta düşmüş hayız hâlinde bile yaklaşmayı mübah kılmış, bazıları ise bu durumda yatak ve odaları ayırmaya kadar gitmişlerdir.
46. Tirmizî, K. et-Tahârâh, 102; Radâ, 12; Ahmed, Müsned. 1/86; 6/305.
47. Buhârî, K. en-Nikâh, 69; Müslim, K. et-Talâk, 26.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

3- Doğum kontrolü:
a) Kotrolün hükmü:
Doğum kontrolünden maksadımız meşrû bir sebebe bağlı olarak, çocuk istemeyen çiftin, bunun için tedbir almasıdır. Alınan tedbirlerin en eskisi ve Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında tatbik edileni azil (el-azl)'dir. Azil, birleşmenin sonuna doğru erkeğin çekilmesi ve erlik suyunu dışarı akıtmasıdır. Sahâbeden Câbir'in ifâdesiyle Kur'ân-ı Kerim nâzil olurken sahâbe azli tatbik ederlerdi; bunu yasaklayan bir âyet nâzil olmadı.48
Rasûlullah (s.a.v.)'e azlin hükmü sorulduğu zaman bunu menetmedi; ancak Allah'ın dilediği zaman çocuğu yaratacağını, buna engel olunacağının düşünülmemesini ifâde buyurdu.49
Azil ile ilgili hadisleri değerlendiren müctehidlerden Ebû-Hanife, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'e göre bir erkek, hür olan eşinin de rızasını alarak azil yapabilir. Karısı izin vermezse azil yapamaz. Şafiîlerde iki görüş vardır; kuvvetli olanı, zevce izin vermezse dahi azlin yapılabileceğidir. Zahirîler azlin haram olduğunu ileri sürmüşlerse de delilleri yeterli görülmemiştir.50
Zamanımızda gebeliği önlemek için kadının kullanacağı hap ve âletler ile erkeğin kullanacağı vâsıtalar vardır; bunların da hüküm bakımından azil gibi olduğunu söyleyebiliriz. Bu önleme vâsıtaları -bünye özelliği sebebiyle- doktor tarafından menedilmedikçe, aşılanmış yumurtaya zarar vermedikçe ve avret yerini yabancıya (doktor, hemşire vb.) açmayı gerektirmedikçe kullanılabilir.

b) Kontrolün meşrû sebepleri:
Evliliğin gayelerinden birisinin ve belki başta geleninin neslin devamı, müslümanların çoğalması olduğunu biliyoruz. Buna göre gebeliği önlemenin tamamen serbest (mübah) olmaması gerekir. Gazzâlî, İhyâ'sında bu mevzûu ele alarak azlin terk-i evlâ (daha iyisini yapmamak) kabilinden olduğunu ifâde etmiş ve şu meşrû sebep ve niyetlere dayanabileceğini açıklamıştır:
a) Gebe kalan câriye hürriyete ilk adımını atmış olacağından, sâhibinin mülkiyeti korumak istemesi.
b) Eşin güzelliğini, vücut şeklini, iş bakımından verimliliğini korumak, zayıf düşmesini ve acı çekmesini önlemek.
c) Erkeğin dinî hayatını ve şerefini korumak için -daha çok çalışmaya ve kazanmaya mecbur edecek- çok çocuk yapmaktan çekinmesi.51
Buna bazı müellifler iki sebep daha eklemişlerdir:
d) Umûmî ahlâkın bozuk olduğu zaman ve çevrelerde, çok çocuğu terbiye etmenin daha güç olması.
e) Önceki çocuk henüz sütten kesilmemiş ise ikinci hâmileliğin buna zarar vermesi.
Buraya kadar üzerinde mütalâa yürütülen kontrol, ferdî doğum kontrolüdür. Devlet çapında ele alınan, cebri veya ihtiyâri doğum kontrolü ve âile plânlamasının, İslâmda caiz olduğu, yukarıdaki delillere dayanılarak söylenemez. Bu deliller belli şart ve sebeplere dayalı, ferdî tedbirler ve teşebbüsler için geçerlidir. Nüfûsun geometrik, gıdâ kaynaklarının aritmetik oranda çoğaldığı, genel bir kontrol ve plânlama yapılmazsa insanlığın aç kalacağı... gibi sebeplere dayalı bulunan "genel ve resmi kontrol" İslâma göre mesnetsizdir.52

 



48. Buhârî, Nikâh, 96; Müslim, Talâk, 26, 27.
49. Buhârî, K. el-Büyû', 109; İbnû Mâce, en-Nikâh, 30.
50. Muhammed Murtazâ, İtfâfu's-Sâde (İhyâ şerhi), Beyrut tab'ı, C. V., s. 379.
51. Aynı eser. s. 381-382.
52. Bu konu için bk. el-Mevdûdî, Haraketu-Tahdîdi'n-Nesl, Dimeşk, 1965.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

4) Çocuk Düşürmek:
Çocuğu aldırmak veya iptidâi usullerle düşürmek azle benzemiyor. Azilde henüz vücuda gelmemiş bir varlığın oluşmasını engelleme sözkonusudur. Burada ise hem bir insan çekirdeğinin imhası, hem de ana hayatının tehlikeye düşürülmesi bahis mevzûudur.
Bazı mukallid fıkıh bilginleri ilk 120 gün içinde ceninin düşürülebileceğini; çünkü bunun henüz insan olarak hilkatinin tamamlanmamış bulunduğunu ifâde etmişlerdir.53 Fakat Hâniyye, Zehire gibi hanefî fıkıh kitaplarında kaydedildiği üzere bu görüş tenkid edilmiş, "ihramlı bir kimsenin, hacda bir av hayvanının yumurtasını kırması -bu yumurtadan hayvan çıkacağı için- cinâyet kabul edilirken, aşılanmış kadın yumurtasının düşürülerek imha edilmesine helâl ve caiz denemeyeceği" ifade edilmiştir.54
İmam Gazzâlî çocuğun oluşmasını, aşılanmadan doğuma kadar devrelere ayırdıktan sonra ilk devrede (sperm yumurtayı aşılayınca) düşürmenin cinâyet olduğunu, devreler ilerledikçe cinâyetin daha da büyüdüğünü kaydetmiştir.55
Düşürme ile aldırma (kürtaj) arasındaki fark ananın sağlığı yönünden önemlidir. Her ikisi de caiz olmamakla beraber düşürmede ananın hayatı tehlikeye girdiği için mahzuru daha da büyük olmaktadır.
Mütehassıs, müslüman bir doktorun, anayı kurtarmak için ceninin alınmasına karar vermesi halinde zarûret prensibi işler ve çocuğu almak caiz olur.

5- Karı-koca hakları:
Genellikle bir âile karı, koca ve çocuklarından ibâret bir müessesedir. Aile düzeni mefhumu, onun ferdleri arasında karşılıklı hak ve vazife münasebetini gerekli kılar; aksi halde düzen bozulur, güçlü zayıfı ezebilir.
Karı-kocanın karşılıklı haklarının çerçevesini şu âyet vermektedir: "Kadınların -normal ölçüler içinde- vazifeleri kadar hakları da vardır" (el-Bakara: 2/228). Karşılıklı hakların denkliği yanında tek istisna kocanın âile reisi olmasıdır. Aileye bir baş gereklidir; yaratılıştan gelen özellikleri, mehir ve nafakayı temin etmesi bu hakkın erkeğe ait olmasını tabiî kılar.
Bu reislik bir tahakküm değil, bir himâye ve düzeni koruma vâsıtasıdır. Eve ve çocuklara karşı ortak sorumluluklar vardır; hadise göre yalnız erkek değil, kadın da çobandır.56
Peygamberimiz (s.a.v.) bir soru üzerine kadının koca üzerindeki haklarını şöyle açıklamıştır:
"Yediğin zaman ona da yedirmek, giydiğin zaman ona da giydirmek, yüzüne vurmamak, hakaret etmemek, küsüp evi terketmemek."57
Kocanın hakları ve kadının vazifeleri olarak da "kocanın istemediği kimseyi eve almamak, izinsiz dışarı çıkmamak, meşrû isteklerini yerine getirmek, yatağını terketmemek, gücü yettiğince hoşnut kılmaya çalışmak" sayılmıştır.58
Yaratılıştan gelen roller dışında ailede kadının ve erkeğin rolleri, fonksiyonları ihtiyaca, örf ve âdete bağlanmıştır.
Yıllarca sürecek bir beraberliğin pürüzsüz ve daima sağlıklı, neşeli geçmesi beklenemez. Karşılıklı kusur ve aksaklıklarda sabır, tahammül, iyi niyet esastır: "Onlarla (kadınlarla) güzellikle geçinin, eğer onlardan hoşlanmıyorsanız, sabredin, hoşlanmadığınız birşeyi Allah çok hayırlı kılmış olabilir." (en-Nisâ: 4/19).
Ve Resûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyuruyor: "Üç kimsenin namazı başından yukarı bir karış bile yükselmez: Kendisini istemedikleri halde bir cemâate imam olan kişi, eşi kendisine darılmış olduğu halde geceleyen kadın, birbirine hasım olan iki kardeş."59

 



53. İbn Âbidin, Raddu'l-Muhtâr, C. II, s. 411.
54. Aynı eser, s. 412.
55. M. Murtazâ, ag. esr; C. V., s. 380 vd.
56. Burada çobandan maksad, sorumluluk taşıyan, himâyesine verilenleri koruyan, muhafaza edendir. Buhârî, K. en-Nikâh, 81, 90; Müslim, K. el-İmârah, 20.
57. Ebû-Dâvûd; K. en-Nikâh, 41, İbn Mâce, K. en-Nikâh, 3.
58. Hâkim, el-Müstedrak, C.II, s. 188-190. Hakların tafsilâtı için "Mukâyeseli İslâm Hukuku" isimli kitabımıza bakınız, s. 230, 276 vd.
59. İbn Mâce, K. el-İkâmeh, 43; Tirmizî, K. es-Salât, 149.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

6- Geçimsizlik:
Bütün iyi niyet ve gayretlere rağmen huzur bulunamaz, geçim kurulamazsa ve suç kadında ise önce kocanın te'dib hakkı vardır: "... Serkeşlik etmelerinden endişelendiğiniz kadınlara öğüt verin, yataklarında onları yalnız bırakın, nihayet dövün. Size itâat ediyorlarsa aleyhlerine yol aramayın..." (en-Nisâ: 4/34).
Koca tedib hakkını sırayla öğüt, küsme ve dövme şeklinde kullanacaktır. Dövme son çaredir ve bazı kadınlar için başka çare bulunmadığı gözönüne alınarak izin verilmiş; fakat sınırlama yapılmıştır:
a) Peygamberimiz hayatı boyunca hiçbir zaman kadına el kaldırmamış, "Dövenleriniz hayırlınız değildir"60 "Akşam belki de birleşeceği karısını insan nasıl döver?"61 buyurmuştur.
b) Yüze, tehlikeli yerlere vurmayı ve iz bırakacak kadar vurmayı menetmiştir.62
Şu halde buna ancak mecazen ve psikolojik tesiri bakımından "dövme" denebilir. Aile bağını koparmamak için son çare olarak gösterilmiş yine de acı bir ilaçtır.
Bu tedbirler de problemi çözmezse hakemlere başvurulur: "Karı kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin âilesinden bir hakem ve kadının âilesinden bir hakem gönderin; bunlar düzeltmek isterlerse, Allah onların aralarını buldurur..." (en-Nisâ: 4/35)
Kusur erkekte olduğu takdirde kadının da hakeme ve hâkime başvurma hakkı vardır. Hakemlerin doğrudan veya hâkim vâsıtasıyle ayırma selâhiyetleri de vardır. Ayrıca kadın bir bedel üzerinde anlaşarak ayrılmayı taleb edebilir (muhâlâ'a).

7- Son çâre boşama ve ayrılma:
İslâmda evliliğin, ölüm dışında sona ermesi kocanın boşaması, hâkimin ayırması ve karı-kocanın bir bedel üzerinde anlaşması yollarından biriyle olmaktadır.
Boşama son çâredir; Allah'ın sevmediği halde-ihtiyaca binâen- izin verdiği kötü bir çâredir.63 Hıristiyanlığın boşamayı yasaklaması ifrat, boşamanın tamamen serbest bırakılması tefrittir. Evliliğe yalnızca hâkimin son verebilmesi birçok sıkıntılara, kötülüklere sebep olmaktadır. İslâmın seçtiği yol; son çare olarak, en uygun zamanlarda, tedricen boşanma yoludur ve bu yol, hayatın gerçekleriyle bağdaşan orta yoldur.
Boşanma iki nevidir: Sünnî, bid'î,
Sünnî (sünnete uygun) boşama kadını, temiz halde iken (hayızlı değilken), birleşmeden, bir talâk ile boşamaktır. Bu da meşrû bir sebebe dayanmıyorsa en azından mekruhtur.
Bu şartlara uymayan boşama bid'attır; bid'î boşama ise haramdır.64 Bazı müctehidler bu nevi boşamayı muteber saymamışlardır.

 



60. Ahmed, Ebû-Dâvûd, Nesâî, İbn Mâce, K. en-Nikâh, 51.
61. Ahmed, Müsned, 4/17; Aynı mânada, Buharî K. en-Nikâh, 93.
62. eş-Şevkânî, Neyl, C. VI, s. 223.
63. Ebû-Dâvûd, K. et-Talâk, 3.
64. İbnu'l-Hümâm, Fethu'l-Kadir, C. III, s. 22; İbn Kudâme, el-Muğnî, C. VII, s. 362 vd; Mukâyeseli İslâm Hukuku, s. 294 vd., 304 vd.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

IV- Ebeveyn ve Çocuklar
Evliliğin meyvası çocuktur. Aileyi o devam ettirecek, ebeveynin defterinin kapanmasını o önleyecek, malvarlığı ona intikal edecektir. Şu halde çocuk ile ebeveyni (ana ve babası) arasında karşılıklı hukukî ve ahlâkî münâsebetler, hak ve vâzifeler vardır.

1- Neseb:
Doğan çocuk kime aittir, kimin soyadını taşıyacaktır? Bu suâle bir hadis cevap veriyor: "Çocuk yatağın (sahibi kocanın)'dır; zinâ eden mahrum kalır."65 İslâmda tabiî babalık değil, hukukî babalık muteberdir. Nikahlı bir kadın, nikâhtan belli bir süre geçtikten sonra bir çocuk dünyaya getirmişse bu çocuğun babası, nikâhlı kocasıdır. Bir başkası bu çocuğun kendisinden olduğunu iddiâ etse reddedilir. Ancak koca (baba) çocuğun zinâ mahsûlü olduğunu iddiâ ederse mahkemede usûlüne göre taraflar yemin ederler (mülâane) (en-Nûr: 24/7) ve çocuğun nesebi anaya kaydedilir.




--------------------------------------------------------------------------------

65. Buhârî, K. el-Büyû', 3, 100; el-Husûmât, 6; Müslim, K. er-Radâ', 36.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

2- Evlâtlık:
Evlâtlık, evlât edinme, çok eski zamanlardan günümüze kadar gelmiş bir âdettir. Babası belli veya bilinmeyen bir çocuğu başka bir aile alarak kendi kütüğüne kaydettiriyor, aile fertleri arasına katıyor ve öz çocuklarının haklarına sahip kılıyor.
İslâm hukuku ve ahlâkı açısından bu işin mahzurlu tarafları vardır:
a) Bir başkasının çocuğunu kendi çocuğu haline getirmek sahte ve haksız bir tasarruftur.
b) Bu çocuk büyüyünce karşılıklı bir takım yasaklar çiğnenecektir: Tesettür, bakma, temas vb.
c) Daha yakın akrabaların mirastan, kısmen veya tamamen mahrum olmaları sözkonusudur...
İşte bu mahzurlardan dolayı Kur'ân-ı Kerîm evlât edinmeyi menetmiş, haram kılmıştır. (el-Ahzâb: 33/4-5).
Hz. Peygamber (s.a.v.) de kendi babasını inkâr ederek bir başkasına baba diyen çocuğun lânetlendiğini bildirmiştir.66
Yetim ve kimsesiz çocukların eve alınarak bakılması, büyütülmesi; tahsil, terbiye ve meslek verilmesi ayrı bir iştir; yasak edilmesi bir yana Peygamberimiz (s.a.v.)'in şu buyruğu ile teşvik görmüştür:
"Yetimi himâye eden ile ben-şehâdet ve orta parmak gibi- cennette yan yana olacağız."67

3- Sun'i tohumlama ve tüp bebeği:
Kadının yumurtasını, kocasından başka bir erkeğin menisi ile aşılayarak sun'i tohumlama yapmak ve böylece kadının çocuk yapmasını sağlamak zinânın unsurlarını ihtivâ ettiği, insanlık duygularını rencide eylediği için caiz görülmemiştir. Bu ameliye, hayvan neslini ıslâh için yapılırsa (hayvanlarda sun'i tohumlama) caizdir.68
Günümüzde sun'i tohumlamada bazı gelişmeler olmuş, normal yoldan çocuk sahibi olamayan çiftleri çocuk sahibi edebilmek için yeni usul ve çareler bulunmuştur. Bunlar içinde en fazla uygulanan usul erkeğin spermi ile kadının yumurtasını bir tüpte birleştirmek, sonra aşılanmış yumurtayı rahime yerleştirmektir. Bu yoldan çocuk sahibi olabilmek için üç unsurun biraraya gelmesi gerekmektedir: Sperm, yumurta ve rahim. Bunların her üçü de birbiri ile evli çifte ait olursa tüpte aşılama yoluyla çocuk sahibi olmakta şer'an bir sakınca yoktur. Bu yöntem, normal aşılanma yoluyla çocuk sahibi olamayan karı kocaya uygulanan bir tedavi mahiyetindedir. Kocanın spermini, karısının yumurtası tabiî yerinde iken aşılamakla, yumurtayı da alıp tüpte aşılamak, sonra rahime yerleştirmek arasında bir fark yoktur; yeter ki bütün bu işlemler zarurete; yani başka türlü cocuk sahibi olmanın mümkün bulunmadığı vâkıasına dayanmış olsun! Gerek İslâm Konferansına bağlı Fıkıh Akademisi ve gerekse Râbıta'ya bağlı Fıkıh Meclisi yukarıdaki şekillerin caiz olduğu sonucuna vardıkları gibi bunlara bir üçüncü şıkkı daha eklemişlerdir; bu da iki karısı olan, fakat bunlardan birisinin çocuğu olmayan kocanın sperminin, çocuk sahibi olmayan karısının yumurtası ile tüpte aşıladıktan sonra diğer karısının rahimine yerleştirmek şeklinde yapılacak uygulamadır. Çocuğu olmayan hanımın rahimi müsait olmadığı için diğer hanımın rahimi kullanılmakta, her iki hanım da aynı kocaya ait olduğu için araya yabancı bir unsur girmemekte, bu sebeple yukarıdaki şekil caiz görülmektedir (Fıkıh Akademisi'nin 3/7/1986 tarih ve 4 numarılı kararı; Fıkıh Meclisi'nin yedinci devre, beşinci kararı).
Tüp bebeği uygulaması, yukarıdaki şekillerin dışına çıkıldığı ve araya yabancı unsur sokulduğu; yani sperm, yumurta ve rahimden biri, karı-koca dışında bir şahsa ait olduğu takdirde caiz olmamaktadır; çünkü meşru bir çocuğun gerek sperm ve yumurta ve gerekse rahim bakımından karı-kocaya ait olmasında -İslâm dini bakımından- zaruret vardır.

 



66. Buhârî, K. el-Menâkıb, 5; Ferâiz, 26; Müslim, K. el-İman, 112, 14, 15.
67. Buhârî, K. el-Edeb, 24; Müslim. K. Ez-Zühd, 42.
68. Şeyh Şeltût, Fetâvâ, 8. b., s. 326-328.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

4- Çocuğun hakları:
Çocuğun nafakası, bakımı, terbiyesi, tahsili, maddî yönleriyle babaya, manevî yönleriyle ana ve babaya ait bir borçtur. Çocuğu evlendirmek -hanefîlere göre- babanın borcu değildir.69 Ancak yardımcı olmasında ecir ve faydalar vardır.
Bu hakların mesnedi olan nasslardan birkaçını sıralayalım:
"Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürüsünden sorumludur..."70
"Bakacağı kimseleri zâyi etmek kişiye günah olarak yeter."71
Ana ve babanın çocukları arasında fark gözetmemesi, meşrû bir sebebe dayanmadan, birisine diğerinden fazla vermemesi gereklidir.
İslâm vârise vasiyeti menederken bu noktayı gözetmiştir. Allah her vârisin ne kadar alacağını belli etmiştir; bunların bir kısmına, vasiyet yoluyla daha fazlasını vermek eşitlik ve adâlete aykırıdır.
Ana veya babanın sağlığında, hibe yoluyla çocuklarına farklı şeyler vermesine gelince: Rasûl-i Ekrem (s.a.v.): "Çocuklarınıza eşit davranın, çocukarınıza eşit davranın..." buyurmuştur.72
Numân b. Beşir'in babası, oğlu Numân'a bir bağışta bulunduğunu bildirince, Rasûlullah, bütün çocuklarına aynı bağışta bulunup bulunmadığını sormuş, "hayır" cevabını alınca "bundan vazgeç" (geri çevir) buyurmuştur.73
Bu hadislerle umûmî hükümleri bir arada değerlendiren müctehidler, farklı bağışın hükmü üzerinde ihtilaf etmişlerdir:
a) Tâvûs, Sevrî, Ahmed (bir kavlinde), İshak ve bazı mâ-likîlere göre eşit vermek farz, farklı vermek bâtıldır. (hükümsüzdür).
b) Ahmed b. Hanbel'e göre farklı bağış hukukî netice doğurur; ancak bundan rucû etmek farzdır. Farklı vermek, hastalık, borçluluk gibi meşrû bir sebebe dayanırsa caizdir.
c) Cumhûra göre eşit vermek müstehab, farklı vermek mekruhtur.74 Ancak gerektiren sebep bulunursa farklı vermek mekruh olmaz.

 



69. H. Karaman ag. esr., s. 351 vd.
70. Buhârî, K. el-Hibe, 12; Müslim, K. el-Hibât, 13; Ebû-Dâvûd, K. el-Büyû', 83.
71. Ebû-Dâvûd, K. ez-Zekât, 45; Ahmed, Müsned, 2/160, 193-195.
72. Ebû-Dâvûd, K. el-Büyû, 83. Buhârî, K. el-Hibe, 12-13; Müslim, K.-Hibât, 13...
73. Buhârî, K. el-Hibe, 12; Müslim, K. el-Hibât, 9-10: Tirmizî K. el-Ahkâm, 30.
74. eş-Şevkânî, ag. esr; C.VI, s. 8 vd.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

5- Ebeveynin hakları:
Çocukların ana ve babalarına sevgi ve saygı duymaları, sözlerini dinlemeleri ve muhtaç oldukları zaman onlara bakmaları evlâtlık borçlarıdır.
"Biz insana, anne ve babasına karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir; zira annesi onu, karnında güçlüklere göğüs gererek taşımış, onu acı çekerek doğurmuştur. Taşınması ve sütten kesilmesi otuz ay sürer." (el-Ahkâf: 46/15)
"Rabbin yalnız kendisine tapmanızı ve ana babaya iyilik etmeyi buyurmuştur. Eğer ikisinden biri veya her ikisi, senin yanında iken ihtiyarlıyacak olursa, onlara karşı "öf" bile demeyesin, onları azarlamayasın. İkisine de hep tatlı söz söyleyesin..." (el-İsrâ 17/23)
İslâmda kulun emrine itâat, bu emrin meşrû olmasına bağlıdır. Meselâ ana-baba evlâdını, Allah'a şirk koşmaya zorlasalar onlara itâat edilmez, fakat bu durumda bile onlara kötü söylemek caiz değildir. (Lukmân: 31/14-15)
Rasûlullah'a soruyorlar:
- İyi davranmama kim daha lâyıktır?
- Annen!
- Sonra?
- Annen!
- Sonra?
- Annen!
- Sonra?
- Baban75
- Size büyük günahların en büyük üçünü haber vereyim mi?
- Evet ya Rasûlallah!
- Allah'a şirk koşmak, ana babaya baş kaldırmak ve (yaslandığı yerden oturumuna gelerek) dikkat edin; yalan söz, yalan şahidlik!76
Gündüzleri oruç, geceleri namaz ile geçiren bir kimse bile ecirde, sevapta Allah yolunda cihada çıkmış mücâhide denk olamaz. Cihâdın bunca manevi değerine rağmen, cihad için izin istemeye gelen birisine Fahr-i kâinât Efendimiz (s.a.v.) soruyor:
- Anan ve baban sağ mı?
- Evet.
- Onları hoşnud etme yolunda savaş! (Senin cihadın onlara hizmettir.)77

 



75. Buhârî, K. el-Edeb, 2; Müslim, K. el-Birr, 1.
76. Buhârî, K. el-Edeb, 6; eş-Şahâdât, 10; Müslim, K. el-İmân, 143, 144.
77. Buhârî, K. el-Cihad, 138; K. el-Edeb, 3; Müslim, K. el-Birr, 5.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Umumi Hayatta Helal ve Haram

I- İnanç ve Âdetler
İslâm tevhid dinidir, zâtında ve sıfatlarında Allah Teâlâ'nın bir ve tek olduğunu, O'ndan başka hiçbir varlığın ibâdete lâyık bulunmadığını ilân etmiş, bu birliği dinin temeli kılmıştır. Bu temel inanca aykırı inançlar küfür, davranışlar ise en azından haramdır. Bu davranışların yaygın olanlarını sıralamak -onlardan kaçınmak için- faydalı olacaktır.

A- Allah'tan başkası gaybı bilemez.
Allah Teâlâ insanlara bilgi ve öğrenme kabiliyeti ile insanlarca bilinmesi mümkün olan şeyleri bilmek ve öğrenmek için akıl, duyu organları, sezgi, rüya, ilham gibi vâsıtalar vermiştir, bu vâsıtalar ile elde edilen bilgilerin bir kısmı kesin, bir kısmı ise zannîdir (ihtimâlli). Öte yandan insanoğlunun, kendi bilgi vâsıtalarıyla bilmesi, öğrenmesi mümkün olmayan şeyler vardır; Allah, ruh, cennet, cehennem, sırat, mizan, geleceğimiz bunlardan birkaçıdır. Bu gibi varlıklar "gayb âlemi"ni; görüp bildiğimiz, kendi vâsıtalarımızla hakkında bilgi edinebildiğimiz şeylerin mecmûu ise "şehâdet âlemi"ni teşkil eder. Gayb âlemi hakkında Allah, kullarına, vahiy, ilham, rüya gibi yollardan biriyle bilgi verir; bilgiyi alan da-vâsıtaya göre- buna ya kesin olarak inanır veya zann-ı galib hâsıl eder.
Çok eski zamanlardan beri insanlar, gayb âlemini merak etmiş, hakkında bilgi edinmek istemiş, bazı açık gözler de bunu istismar ederek gâibden haber vermeye başlamışlardır. Eskiden bu işle meşgul olan kâhinler, arrâflar, falcılar... vardı; günümüzde bunlara ek olarak medyumlar ve ruhçular var. Bu kişiler, çeşitli yol ve vâsıtalardan istifâde ederek insanların geçmişi, geleceği, ruhlar âlemi gibi gayb haberleri vermişlerdir, vermektedirler. Bunlara inanmayanlar yanında inananlar vardır. Halbuki Peygamberimiz (s.a.v.), Allah'ın en seçkin kulu olmasına rağmen, O'nun hakkında Kur'ân diliyle şöyle buyrulmuştur: "De ki: Allah'ın dilemesi dışında ben kendim bir fayda ve zarar verecek durumda değilim. Görülmeyeni (gaybı) bileydim, daha çok iyilik yapardım ve bana kötülük de gelmezdi." (el-A'raf 7/88)
Allah'tan başka hiçbir varlığın gaybı bilmediğini şu âyet kesin bir şekilde ortaya koymaktadır:
"De ki: "Göklerde ve yerde gaybı, Allah'tan başka bilen yoktur..." (en-Neml: 27/65)
Habîb-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.) "Gayb habercisine (arrâfa, kâhine) inanan kimsenin kırk gün namazının kabul olunmayacağını"1, "Ona inanan kimsenin, kendisine gönderilen (kitabı, vahyi) inkâr etmiş olacağını"2 ifade buyurmuştur.
Kendisine, "bazı söyledikleri doğru çıkıyor" diyenlere, Allah'a âsi olan cinlerin, edindikleri bazı bilgileri, bir doğrunun yanına yüz yalan katarak bu kâhinlere ulaştırdıklarını, bunlar vâsıtasıyla halkın inancını bozduklarını, onları sapıklığa düşürdüklerini söylemiştir.3
Bu kesin deliller karşısında müslümanların, gaipten haber verdiğini iddia eden kimseleri dinlememeleri gerekli, dinlemeleri haramdır.

 



1. Müslim, K. es-Selâm, 125; Ahmed, Müsned, 2/429; 4/68.
2. Bezzâr; Tirmizî, K. et-Tahârah, 102; İbn Mâce, K. et-Tahârah, 122.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

B- Ruh çağırma:
Günümüzde, özellikle sosyete denilen tabaka arasında yaygın olan ruh çağırma olayı da bir nevi modern kâhinliktir. Birçok tecrübeler, medyumların madde ötesi bir varlıkla temas kurdukları kanaatini vermektedir. Ancak bunun ruh olduğu ve söylediğinin gerçeğe uygunluğu sâbit değildir.
Elmalılı merhûmun ifadesiyle "bunların büyük ruhları ve şahsiyetleri çağırıp getirme iddiâları yalan olduğunda şüphe yok ise de habis ruhları ve sefil şahsiyetleri afsunlayıp topladıkları ve bu suretle yüce ruhlara zarar vermeye çalıştıkları mahakkaktır."4
Spirtualizm konusunda yazanların ciddileri arasında bulunan İ.B. Kuday ve A.S. Akay, ruh çağırma işinin başarısını uzun uzadıya isbata çalıştıktan sonra "Bugün tecrübî psikoloji laboratuvarları bu meselelerin daha henüz karanlık kalmış noktalarını aydınlatmakla meşguldürler... Ruhlarla muhaberede bulunduklarını söyleyen medyumların bir çok iddiâsı, yukarıda saydığımız mihânikiyetlere göre yanlış ve hatalı olabilir..."5 diyorlar.
Bu iki nakil yukarıdaki hükmümüzü teyid etmektedir.
Şu halde:
a) Gelenin ruh olduğu belli değildir; cin olması ihtimali daha kuvvetlidir.6
b) Gelen varlığın veya hayâlin verdiği haber ve bilgiler, yalan ve yanlış ile karışıktır.
Dinimiz ruh ve diğer madde ötesi varlıklar üzerine ilmî araştırma yapmayı engellemez, aksine teşvik eder.7 Ancak maddî-manevî menfaat sağlamak gayesiyle ve İslâm inancına uymayan telakkîler, anlayışlar içinde bu işlerle uğraşmayı ve mesnedsiz iddiâlara inanmayı meneder.

 



3. Buhârî, K. Bed'i'l-halk, 6, 11; et-Tıb, 46; el-Edeb, 117; Müslim K. es-Selâm, 122, 123.
4. Hak Dini Kur'ân Dili, C. VIII, s. 6365.
5. Spirtualizm, İst. 1949, s. 133.
6. Cin çağırma işi cemiyetimizde öteden beri bilinmekte idi, şimdikiler bunu biraz daha modernize ederek adına "ruh çağırma" dediler.
7. ez-Zâriyât: 51/21.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

C- Fal ve falcılık:
Eskiden yazılı oklarla, günümüzde yıldız, kahve, bakla, iskambil kağıdı gibi vâsıtalarla yapılan falcılık da bir nevi gaipten haber vermedir; çünkü gelecek (müstakbel) gaybdır; bu sebeple her nevî falcılık ile bunlara inanmak haramdır. (el-Mâide: 5/3)

D- Keşif ve rüya:
Bizzat gaybı bilen yalnız Allah Teâlâ'dır. Başka hiçbir varlık, kendi gücü ile gaybı bilemez; ancak Allah'ın bildirmesi müstesnâdır. Allah'ın bildirmesi vahiy ve ilham ile olur. Vahiy peygamberlere mahsustur. İlham ise Allah'ın mü'min ve takvâ sahibi kullarına bir lutfudur. Teferruatı bir yana bırakırsak keşif, rüya, hiss-i kable'l-vuku, sezgi gibi vâsıtaları ilham içinde mütâlaa edebiliriz.8 Ehl-i sünnet, keramet ve ilhamı tanımış, kabul etmiş, ancak ilhamın objektif bir delil olmadığını, ilhâmî bilginin yalnızca ona mazhar olanlara hüccet olabileceğini ifâde etmişlerdir.

E- Sihir:
İbtidâî topluluklardan günümüze kadar devam edip gelen sihir ve sihirbazlığın dinî hükmüne geçmeden önce mâhiyeti hakkında kısa bir giriş yapmak faydalı olacaktır:
Dilimizde "büyü, afsun, cadılık, nirenk, füsun" kelimeleriyle ifade edilen sihir, "bir takım acayip işler vasıtasıyla alışılan ve bilinene uymayan (fevkalâde) tesirler meydana getirmektir." şeklinde tarif edilmiştir.9 Sihrin, gözbağcılık denilen ve gerçek olmayan çeşidi yanında, gerçek netice ve tesirleri olan nevileri vardır. "Sihirbazlar marifetlerini ortaya koyunca insanların gözlerini sihirlediler ve onları ürküttüler, büyük bir sihir yaptılar." (al-A'raf: 7/116) âyetinin baş tarafı birinci nevi sihre, sonu da ikinci nevine işaret sayılmıştır.
Sihrin çeşitli yolları vardır:
a) Hindlilerin yolu: Yiyecek, içecek ve insanlarla ilişki konularında perhizler yaparak ruhu kuvvetlendirmeye dayanır.
b) Nabt yolu: Nakışlar, heykelcikler, düğümler yapmak, tütsü yapmak suretiyle yıldızlara tesir esasına dayanır.
c) Yunan yolu: Kurbanlar ve yakarışlar ile yıldızların rûhaniyetlerini harekete geçirmeye dayanır.
d) İbrânî, Mısır ve Arapların yolu: Özel olarak tertiplenen bir takım isimleri ve kelimeleri zikrederek cinleri celbetme ve bunları engelleyen melekleri sihirleme esasına dayanır.
e) Bazı kimyevî maddeler kullanılarak yapılan sihirler de vardır.10
İslâm dini, sihiri inkâr etmemiş, fakat yasaklamıştır. Kur'-ân-ı Kerîm, firavunlar zamanında yapılan sihirler ile Babil'e gönderilen iki meleğin (Harut ve Marut) sihirle ilgilerinden bahseder (el-Bakara: 2/102). Felak ve Nâs surelerinin, Peygamberimiz (s.a.v.)'e karşı yapılmış bir sihir teşebbüsü üzerine geldiğini gösteren rivâyetler vardır.
Sihir itikadı bozduğu, tevhid inancına zarar verdiği, kontrolü mümkün olmadığı için kötüye kullanıldığı ve aldatma, iğfal, ızrar vâsıtası olduğu için haram kılınmış, sihirbazın felah bulamayacağı ifâde buyurulmuştur. (Tâhâ: 20/69)
Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) sihir hakkında şöyle buyurmuştur:
"(Ferdleri ve toplumu) mahveden yedi şeyden sakının!
Sordular:
- Bunlar nedir yâ Rasûlallah?
Buyurdu:
- Allah'a ortak koşmak, sihir, haksız olarak Allah'ın haram kıldığı cana kıymak, faiz yemek, yetim malı yemek, savaş günü düşmandan yüz çevirmek (kaçmak), mü'min, habersiz, namuslu kadınlara iftira etmek."11

 



8. Vahiy ve ilhamın çeşitleri ile gaybden haber konusunda ilmi bilgi almak için bk. Dr. Tevfik et-Tavil, et-Tenebbu bi'l-Gayb, Kahire, 1945.
9. İsmail Fenni, Lugatçe-i Felsefe, s. 405; Elmalılı M. H. Yazır, a.g. esr, s. 6361 vd.
10. Elmalılı, ag. esr; s. 6162 vd.
11. Buhârî, K. el-Vasâyâ, 23; K. et-Tıb, 48; Müslim, K. el-İmân, 144.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

F- Nazarlık, nal, muska vb. kullanmak:
Birden ortaya çıkan veya sebebi bilinmeyen hastalıklara yakalanmamak veya tedâvi etmek üzere başvurulan bir takım tedbirler vardır; nazarlık, at nalı, at kafası, çeşitli muskalar takma, kurşun dökme, tütsü yapma bunun bazı örnekleridir. Bunlar, tıp yönünden bir faydası olmadığı, üstelik bâtıl inançları devam ettirdiği için haram kılınmışlardır.12 Peygamberimiz (s.a.v.) nazarlık kullanmayı menetmiş, bu gibi şeyleri asan kimselerin bey'atlerini kabul etmemiştir.13

G- Hastalık ve tedâvi:
1) İlâç ve tedâvi:
Hastalık insana zarar veren, sağlığını bozan bir haldir; bu halin izâlesi, yeniden sıhhate kavuşmak için maddî-manevî çarelere başvurmak tedâvidir. Hastalığın sebepleri daima maddî değildir; mikrobik hastalıklar yanında rûhî, manevî sebep ve âmillere bağlı hastalıklar da vardır. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) "Göz değmesi gerçektir" diyerek bir manevî faktöre işaret buyurmuştur.14 Hastalığın tedavisinin hükmünü, fıkıh bilginlerinin şu üçlü taksiminden alabiliriz: Zararı gideren şeyler üçe ayrılır: Birincisi kesin olandır; açlık için ekmek, susuzluk için su gibi. İkincisi muhtemel (maznûn) olandır; tıbbî tedâvilerin bir kısmı gibi. Üçüncüsü yüzde elliden az ihtimalli olandır; okuyarak tedavî gibi. Zararı gidereceği kesin olanı kullanmak farz, terketmek haramdır. Muhtemel olanı yapmak iyidir; ancak terketmek haram değildir. Üçüncü nev'i yapmak ise tevekküle aykırı sayılmıştır.15
Buna göre tıbbî tedavî kesin ise farz, ihtimalli ise mübah, hatta mendub olmaktadır. "Tedâvi olunuz, çünkü derdi yaratan Allah, devâyı da yaratmıştır"16 hadisi bunu göstermektedir.

2) Okuyup yazmak suretiyle tedâvi:
Yukarıdaki üçlü taksimde bu çeşit tedâvinin mübah olduğunu, fakat tevekküle aykırı telakki edildiğini gördük.
Okumak suretiyle tedâvi hem Hz. Peygamber, hem de ashâb tarafından yapılmış, caiz ve müessir olduğu bu tatbikat ile anlaşılmıştır. Buhârî'nin tıb bölümünde ve diğer bölümlerde verdiği hadisler, bu nevi tedâvide daha ziyâde Fatiha, İhlâs, Felâk, Nâs sûreleri ile bazı duâların okunduğunu ifade etmektedir. Bu sûreler ve duâlar nazar değmesi gibi manevî sebepli hastalıklara okunduğu gibi, yılan ve akrep sokması kabîlinden maddî sebepli hastalıklara da okunmuş ve netice alınmıştır.
Bazı âlimler okuma gibi yazıp hastanın bir yerine asmak, tasa yazıp suyunu içirmek suretiyle yapılanı da caiz görmüşlerdir.17
Okuma ve yazma suretiyle tedâvinin caiz olabilmesi için bazı şartlar vardır:
a) Okunan ve yazılan âyet, hadis veya mânâsı anlaşılan duâ olacaktır.
b) Mânası bilinmeyen bir takım isim, harf ve rakkamlar kullanılmayacaktır.
c) Tıbbî tedâvide olduğu gibi burada da şifâ verenin yalnız Allah olduğuna inanılacaktır.
d) Sevdirmek, nefret ettirmek gibi tedâvi ile alâkası bulunmayan, gayr-i meşrû maksatlarla yapılmayacaktır.18
Cumhûr, meşrû ve şartlarına uygun olan okuma ve yazma yoluyla tedaviden (rukye) ücret almanın da caiz olduğu hükmünü benimsemişlerdir.19

 



12. Ali Mahfuz el-İbdâ' fi madarri'l-İbtidâ', 4. B. s. 423 vd.
13. Ahmed; Hâkim; Nesâî, K. Ez-Zineh, 17; İbn Mâce. K. et-Tıb, 39.
14. Buhârî, K. et-Tıb, 36; Müslim, K. es-Selâm, 41.
15. Elmalılı, ag. eser, s. 6396 (Sirâciyye, İmadiyye ve Hindiyye'den naklen.)
16. Buhârî, K. et-Tıb, 4, 12, 24...; Muvatta', K. el-Ayn, 12, Ahmed, Müsned, 1/413, 446; 3/156.
17. Elmalılı, ag. esr., s. 6397.
18. Elmalılı ag. esr, s. 6397; A. Mahfûz, ag. esr, s. 424 vd.
19. el-Aynî, Umdetu'l-qârî, C. V, s. 647.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

H- Şefâat ve tevessül:
Bir kimsenin diğerinden yardım dilemesi vâsıtasız ve vâsıtalı olmak üzere ikiye ayrılır. Birincisi (vâsıtasız olanı) çaresizlik ve sıkışma halinde olursa "istiğase: imdat isteme", normal durumda olursa "istiâne: yardım isteme" diye ifâde edilir. Kulun gücü yeteceği işte ondan yardım ve imdat dilemek caizdir; bu durumda da asıl yardımın, Allah'tan olduğunu, kulun vâsıta bulunduğunu bilmek gerekir. Kulun gücü ve irâdesi içinde olmayan şeyleri ondan istemek caiz değildir; yaratma, hidâyet, şifâ gibi.20
Allah'tan istenecek birşeye kulu aracı ve vâsıta yapmak "şefâat" ve "tevessül" kelimeleriyle ifade edilir.

1. Şefâat:
Kur'ân-ı Kerîm'de, Allah'ın izni ve rızâsı olmadan hiçbir kimsenin, O'nun nezdinde şefâat edemeyeceği ifade buyrulmuştur. (el-Bakara: 2/255, Tâhâ; 20/100; el-Enbiyâ: 21/28).
Sahih hadisler kıyâmet günü, Şefi'u'l-ümem (s.a.v.) Efendimizin, Allah'ın izni ile şefâat edeceğini bildirmektedir.
Bu âyet ve hadisler karşısında ümmet şefâati ittifakla kabul etmiş, ancak mefhumunda farklı görüşler getirmişlerdir.
Bilindiği üzere halk arasında şefâat, araya ricacı koyarak bir kimsenin diğerine, yapamayacağını yaptırmak, yapacağını yaptırmamak istemesi mânasında kullanılır.
Allah'ın hüküm ve kararı âdil ve kesindir. Onun hakkında, bu mânada bir "şefâat haktır, Allah Teâlâ'nın, kıyâmet gününde bazı kullarına tanıyacağı bir meziyettir, imtiyazdır; ancak "mâna ve mahiyetini biz bilemeyiz" demişlerdir.
Sonrakiler ise şefâate: "Allah nezdinde yapılacak şefâat, Zât-ı Kerim'inin kabul buyuracağı bir duâdır" mânasını vermiş, bu anlayışı benimsemişlerdir.21

2. Tevessül:
Tevessül, aracı (vesile) kılmak mânasında olup, aracı kılınanın amel veya şahıs olması bakımından ikiye ayrılır:

a) Amel ile tevessül:
Bir kimse, iyi bir amelini ortaya koyarak, bunu aracı kılarak Allah Teâlâ'dan dilekte bulunabilir.
"Ey imân edenler! Allah'tan sakının, O'na ulaşmaya yol (vesile) arayın, yolunda cihad edin ki kurtulasınız..." (el-Mâide: 5/35) âyetinin şahıs ile tevessül mânasında ihtilâf edilmiş olmakla berâber, amel ile tevessül mâna ve hükmünde ittifak edilmiştir.
Bu nevi tevessülün Sünnet'te de delil ve örnekleri vardır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'in anlattığına göre üç kişinin sığındığı bir mağaranın ağzını büyük bir kaya kapatmıştı. Her biri en iyi amelini vesile kılarak Allah'a duâ etmeye karar verdiler. Birincisi ana ve babasına itâati, ikincisi Allah korkusu ve iffeti, üçüncüsü kul hakkına riâyeti ile alâkalı en seçkin amellerini vesile kılarak yalvardılar ve Allah tarafından kayanın, mağara ağzından çekilmesi ile kurtuldular.22

b) Şahısla tevessül:
Araya, Allah'ın sevdiği bilinen veya sanılan bir kulu konularak taleb üç nevidir.
Birincisi: Şefâat mânasında tevessüldür; yâni araya konan şahıs, isteyen nâmına duâ eder, talepte bulunur. Hz. Ömer (r.a.), Peygamberimiz (s.a.v.)'in amcası Abbas ile tevessül ederek: "Ya Rabbi, kuraklık içinde kalınca Peygamberimiz ile sana tevessül ederdik, bize yağmur verirdin; şimdi de O'nun amcası ile tevessül ediyoruz, bizi suya kavuştur" derdi ve yağmur yağardı23 Burada tevessül Hz. Abbas'ın onlar için duâ etmesi, onların da bu duâya katılmaları şeklinde olmaktadır.
Bu sağlam rivâyetler sebebiyle mezkûr tevessül, ulemâ-nın ekseriyetince benimsenmiştir.
İkincisi: Vesile kılınan şahsın, Allah nezdindeki değerine dayanarak tevessüldür. Eğer bu şahıs Habib-i Hüdâ (s.a.v.) ise ekseriyet bunu da caiz görmüştür.
Birisi Peygamberimiz (s.a.v.)'e gelerek "Ya Rasûlallah! Gözlerim kapandı, benim için Allah'a duâ buyur" dedi. Peygamberimiz (s.a.v.) de şöyle buyurdu: "Abdest al, iki rek'at namaz kıl, sonra da şöyle de: Allah'ım, Peygamberin Muhammed ile sana yönelerek yalvarıyorum. Ey Muhammed, gözümün açılması için senin şefâatçi olmanı istiyorum; Allah'ım onun, hakkımdaki şefâatini kabul buyur." ve ekledi: "Bir ihtiyacın olduğunda hep aynısını yap."
Bunun üzerine adamın gözü açıldı.24
Vesile kılınan Peygamberimiz'den başka birisi ise bâzı âlimler bunu da caiz görmüş, bâzıları görmemişlerdir.
Üçüncüsü: Vefât etmiş bir kimse ile ikinci mânada tevessüldür. Bu tevessül çeşidi de tasavvuf erbâbı ile birçok ulemâ tarafından caiz görülmüştür. İbn-İ Teymiyye ve taraftarları ise duâ mânalı şefâat dışında kalan tevessül nevilerini caiz görmemişlerdir.25
Başı oldukça kavgalı olan tevessül meselesinde titizlik gösterilen nokta tevhid inancının korunmasıdır. Bilindiği gibi duâ bir ibâdettir ve ibâdet ancak Allah'a yapılır; yardım da -vâsıtalı ve vâsıtasız- yalnız Allah'tan gelir: "Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz" (Fâtiha). Tevessülü caiz görenler ise tevessül edenin şirk koşmadığını, bunun tevhid inancına aykırı olmadığını söylemişlerdir.
Uygulamada her tevessül edenin şirk koştuğu iddiâ edilemez. Her üç nevi tevessülü, üsûlünce kullanan, istediğini Allah'tan isteyen, yardımı O'ndan bekleyen; ancak kendi aczini, kusurunu, günâhını bildiği için bir Allah sevgilisini araya koyan, onun hatırı için isteyen kimseye "sen şirk koştun, haram işledin" denemez.
Ancak türbelerin etrafında toplanan, dede ve tekkelere kurbanlar kesen, adaklar adayan, ellerini kaldırarak, ölülerden medet, imdât, şifâ... bekleyen kimselerin hatalı hareket ettikleri, imanlarını tehlikeye düşürdükleri bir gerçektir; onlara yolun doğrusunu göstermek mürşidlerin görevidir.

 



20. A. Mahfûz, ag. esr, s. 196 vd.
21. Aynı eser, s. 197-198
22. Buhârî, K. el-Enbiyâ, 53; Müslim, K. ez-Zikr, 100.
23. Buhârî, K. el-İstıska, 3; K. Fedâili's-sahâbe, 11.
24. Tirmizî, K. ed-Da'avât, 118; İbn Mâce, K. el-İkâmeh, 189; Ahmed, Müsned, 4/138.
25. A. Mahfûz ag. esr, s. 199-204. Tevessül hakkında İbn Teymiyye taraftarlarının görüşü için bk. İbn el-Âlûsî, Cilâu'l-Ayneyn, Kahire, 1961, s. 432-505; M. Ebu Zehra, İbn Teymiyye, Kâhire, 1958, s. 320 vd.; karşı görüş için bak. es Sübki, Şifâu's-sekâm, Kahire 1318, s. 133-149; M. Zâhid el-Kevserî, Muhikku't-tekavvül, Kahire 1369.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

I- Uğur İnancı:
1. Uğursuz saymak:
İnsanlar, eskiden beri bazı yer, zaman, şahıs ve şeyleri uğursuz veya uğurlu saymışlar, bu inanca göre karar verdikleri, hareket ettikleri olmuştur. Hiçbir ilmî ve dini esâsa dayanmayan bu inanç İslâmda reddedilmiş, uğur veya uğursuzluğu insanların kendi inanç ve davranışlarında aramaları istenmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.v.) buna benzer başka inanışları da zikrederek şöyle buyurmuştur: "Hastalığın bir başkasına geçmesi, uğursuzluk, (ölü ruhunun temsilcisi) baykuş, karındaki yılan diye birşey yoktur; cüzzamlıdan -arslandan kaçar gibi- kaçın."26
Hadisin başında "hastalığın birinden diğerine geçmesi (sirayet, salgın) diye birşey yoktur" derken, sonunda "cüzzamlıdan uzak durulması" emrolunuyor. Hadis açıklayan bilginler burada biri inanç diğeri davranış ile ilgili iki noktanın bulunduğunu söylemişlerdir;
a) İnanç: Hastalığı yaratan, insanı hasta eden, bunu belli kanunlara bağlayan Allah'tır. Bir hasta ile temas eden iki kişiden biri hastalığa yakalanıp diğeri sağlıklı kalabilir; bu Allah'ın iradesine bağlıdır.
b) Davranış; Salgın hastalığın birinden diğerine geçmesi Allah'ın takdir ettiği, yarattığı bir tabiat kanunudur. Hasta ile temas, hastalanmanın sebebidir; sebepleri olaylara bağlayan yaratıcı bunu böyle dilemiştir; şu halde insanın bu sebeplerden kaçınması gerekir.27
Cahiliye devrinde Araplar baykuşun, ölünün kemikleri veya ruhundan meydana geldiğine, insanın karnında bir yılanın bulunduğuna ve aç kalınca insanı öldürdüğüne, ürküttükleri hayvanların sağ veya sollarından karşı yöne gidişlerine göre uğur veya uğursuzluğa inanırlardı. Hadis bunların da aslı astarı bulunmadığını bildirmektedir. Bazı gün, şahıs, eşya ve yerleri uğursuz saymak, ölüm veya felâketten söz ederken kulak çekip tahtaya vurarak korunmaya çalışmak da aslı astarı olmayan inanç ve davranışlar arasındadır.
Buhârî'nin bir başka rivayetinde "kadın, ev ve binekte uğursuzluktan" bahsedilmiştir. Çelişik gürünen bu iki hadis üzerine yapılmış açıklamalar vardır:
a) Hz. Âişe bu ikinci hadiste Peygamberimiz (s.a.v.)'in cahiliye âdetini söylediğini, "onlar, bu üç şeyde uğursuzluk bulurlardı" dediğini ileri sürmüştür.
b) Bazı âlimler de bu üç şeyin genel hükümden müstesnâ tutulduğunu, bunların isâbetsiz seçilmiş olmalarının uğursuzluk olduğunu ve bu takdirde onları terketmek lâzım geleceğini söylemişlerdir.28

2. Uğurlu saymak (tefe'ül):
Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz, uğursuzluk inancını reddederken "en iyisi uğurlu saymaktır (fe'l, tefe'ül)" buyurmuş, "Tefe'ül nedir ya Rasûlallah!" dediklerinde "Herhangi birinizin duyduğu güzel, hayırlı bir sözdür" cevabını vermiştir.29
Buna göre bir kimsenin iyi bir söz duymasını, bir şeye yönelince ilk olarak "başarı, esenlik, mutluluk" gibi bir kelime işitmesini uğurlu saymasında mahzur yoktur.
Uğur inancının hedefi insanların hayatlarını, mânasız ve mesnetsiz vehimlere göre değil, gerçeklere göre düzenlemesi ve idâre etmesidir.

 



26. Buhârî, K. et-Tıb, 19, 25, 43-45; Müslim, K. es-Selâm; 102 vd.
27. el-Aynî, ag. esr, C. X, s. 168 vd. "Hasta hayvanları, sağlıklı hayvanlara katmayı" meneden Buhârî hadisi de aynı hükmü desteklemektedir.
28. el-Aynî, ag. esr, s. 196.
29. Buhârî, K. et-Tıb, 43, 44; Müslim, K. es-Selâm, 110.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İ- Gelenekler ve bid'atler:
İslâm dini geldiği zaman insanlar, bugün olduğu gibi çeşitli milletlere, büyük-küçük topluluklara mensup bulunuyorlardı. Bu milletlerin ve toplulukların kendilerine mahsus inançları, âdetleri, gelenek ve görenekleri vardı. İslâmdan önceki çağa "câhiliyet" çağı, bu çağın İslâma aykırı bulunan âdet ve inançlarına da "câhiliyye âdetleri" denilmektedir. Müslüman, saâdet dini İslâma girerken câhiliye inanç ve âdetlerinden soyunmak, arınmak, bu saâdet iklimine öyle girmek mecburiyetinde idi. Fakat fertlerin, mensubu bulundukları toplumdan tevârüs ettiği inanç ve âdetleri bir anda tamamen terketmesi zor olduğu için Rasûlullah (s.a.v.) ve yolundakiler, bunlarla mücadele etmiş, en uygun metodları uygulayarak müslümanları bunlardan arındırmaya çalışmışlardır. İşte bu mücadele ve arındırma faaliyetinin, bid'at ve gelenek mefhumlarıyla yakın alâkası vardır.

1) Bid'at:
Peygamberimiz (s.a.v.)'in zamanında olmayan veya meşrû telakki edilmeyen bir inanç, ibadet veya dinî anlayış ve davranış bid'at mefhumu içinde yer almaktadır.
Herhangi bir hareket, âdet ve anlayışın dinî yönü olmadıkça; yâni iman ve ibâdet, sevap ve günah çerçevesine sokulmadıkça bid'atla alâkası yoktur. Hacca giderken deveye değil de uçağa binmek bid'at değildir; çünkü bunun inanç, ibâdet, sevap, günah mefhumu ile bir alâkası yoktur. Türbelere horoz ve mum adamak, ölünün başında mum yakmak bid'attir; çünkü bu bir inanca dayanmakta, sevap umulmaktadır; halbuki dinimizde böyle bir inanç, ibadet ve sevap yolu mevcut değildir.

2) Millî gelenekler:
Bütün insanlığı tek millet halinde yaratmayıp millet ve kabileler halinde bölen, her birine ayrı özellikler veren Allah'tır. Ancak bu ayırışın hikmet ve sebepleri vardır:
"Ey insanlar! Doğrusu biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz Allah katında en değerliniz, O'na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır..." (el-Hucurât: 49/13) meâlindeki âyet bu vâkıayı anlatmakta ve hikmetlerinden birisine ışık tutmaktadır: "birbirinizi kolayca tanıyasınız". Birbirimizi niçin tanıyacağız? Çünkü insan tek başına yaşayamaz. Topluma ihtiyacı vardır, toplumun da diğer toplumlara ihtiyacı vardır. Şu halde bu ayrılış ve özelleştirişin hikmeti tanışma, anlaşma, dayanışma, birbirini tamamlama, hayatı kolaylaştırmadır....
Ancak farklı millet ve kâbileden olmayı bir tefâhur, başkalarını hor görme, zulüm vâsıtası kılmak aslâ caiz değildir. İnsan ancak irâdesiyle kazandığı vasıf ve özelliklerle övülür veya kınanır. İman, ibâdet, Allah korkusu (takvâ), güzel ahlâk, bilgi ve marifet, hüner bunlar arasındadır. Arap, İngiliz, beyaz, siyah, Batılı, Doğulu olmak kimsenin elinde değildir; şu halde övme ve yerme konusu da yapılamaz, hele güçlünün zayıfı ezmesi ve hor görmesi için aslâ kullanılamaz:
"Ey insanlar! Kendiniz, ana babanız ve yakınlarınız aleyhlerine de olsa, Allah için şâhid olarak adâleti gözetin; ister fakir, ister zengin olsun, Allah onlara daha yakındır. Adâletinizde heveslere uymayın.." (en-Nisâ: 4/135)
"Allah'a ve âhiret gününe iman eden bir milletin (kavmin)-babaları veya oğulları veya kardeşleri ya da akrabaları (aşiretleri) olsa bile- Allah'a ve Peygamberlerine karşı gelenlere sevgi beslediklerini görmezsin..." (el-Mücâdele: 58/22)
Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor:
"Asabiyete çağıran, bunun için çarpışan, bunun için ölen bizden değildir."
Sordular:
- Asabiyet nedir yâ Rasûlallah?
Cevap verdiler:
- "Milletine zulümde (haksız olduklarında) yardım etmendir."30
Vedâ hutbesinde:
"Ey İnsanlar! Şüphe yok ki Rabbiniz birdir. Dikkat edin! Arabın yabancıya, yabancının Arab'a, kırmızının siyaha, siyahın kırmızıya,-takvâ ölçüsü dışında- bir üstünlüğü yoktur; en üstün olanınız Allah'a karşı gelmekten en çok sakınanınızdır."31
Zulme, haksızlığa, başkalarını hor görmeye sapılmaksızın milletini sevmek, memleketini sevmek, onları korumaya ve yükseltmeye çalışmak insanın fıtratından gelmektedir ve İslâm da fıtrî bir dindir. İnsan komşusuna, okul ve asker arkadaşına yakınlık duyarken, asırlar boyu dininin gösterdiği yüce hedefe koşmuş, geleneklerini İslâmın süzgecinden geçirerek tasfiye etmiş, Allah ve Rasûlünün hoşnut olduğu yüce vasıflar, faziletler iktisab etmiş, aynı dili konuşmuş, aynı tarihi yaşamış ve bütün bunları gelecek nesillere devretmiş olan milletini sevmesi, bu gelenekleri koruması tabiîdir. Sevgi Allah için (lillah) ve Allah yolunda (fillah) oldukça ibâdettir. Bu sevgi, aynı dini ve ideali benimsemiş diğer milletlerle bütünleşmeye de zarar vermez, aksine-âyetin ifâdesiyle- bunu kolaylaştırır.
Sakınılacak, dikkat edilecek nokta "bid'at ve İslâmın rûhuna, ahkâmına aykırılık" sınırıdır. Bu sınırın berisi helâl, ötesi haramdır.

 



30. Ebû-Dâvûd, K. el-Edeb, 112; Müslim, K. el-İmârah 57.
31. Beyhâki, es-Sünnenu'l-Kubrâ, C. V. s. 139.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

II- Eğlence Hayatı
İslâm dini fıtrî; yâni insanın yaratılıştan gelme ihtiyaç ve özelliklerine uygun; onu, matlûb olan hedefe götürmeye müsait bir dindir. İnsanın ihtiyaçları arasında dinlenmek, neşelenmek, bediî zevklerini tatmin etmek de vardır. Bütün hayatları ibâdet içinde geçen, gıdâları ibâdet olan varlıklar meleklerdir. İnsanın-devamlı olarak- sükutu tefekkür, sözü zikir, dinlemesi Kur'ân, boş vakti mescidde ibâdet olamaz; böyle insanlar nâdirdir, onların da bu halleri devamlı değildir.
Bu noktayı biraz daha aydınlatmak üzere sahâbeden Hanzale'yi dinleyelim:
"Ebû-Bekir'le karşılaştım ve sordu:
- Nasılsın Hanzale?
- Hanzale münâfık (iki yüzlü) oldu!
- Allah Allah! Sen neler söylüyorsun?!
- Rasûlullah (s.a.v.)'in yanında oluyoruz, bize cennet ve cehennemden bahsediyor, öyle ki onları gözümüzle görür gibi oluyoruz; sonra Rasûlullah'ın yanından ayrılınca karılarımız, çocuklarımız ve mallarımızla oynuyor, çok şeyi unutuyoruz!
- Vallahi biz de aynı durumdayız!
Ebû-Bekir'le yürüdük ve Rasûl-i Ekrem'in huzuruna girdik, sözü ben açtım:
- Allah'ın Rasulü! Hanzale münafık oldu!
- Ne demek istiyorsun?
- Ya Rasûlallah! Bize cennet ve cehennemden bahsederken senin huzurunda onları gözümüzle görür gibi oluyoruz (söylediklerin gözümüzün önünden gitmiyor), huzurunuzdan çıkınca karılarımıza, çocuklarımıza, mallarımıza dalıyor, çoğunu unutuyoruz!
- Hayatım elinde olana yemin ederim ki siz, dâima benim yanımda olduğunuz halde ve zikir (anma, hatırda tutma) durumunda olsaydınız, geçtiğiniz yollarda ve oturduğunuz sergiler üstünde melekler sizlerle el sıkışırdı...! Fakat-Ey Hanzale- her zaman öyle olmaz, bazen öyle bazen böyle olur.
(Peygamberimiz (s.a.v.) bu sözü üç kere tekrarlamıştır.)32
Bu hadiste En Büyük Muallim ve Mürebbî (s.a.v.) ümmetine normal yolu göstermekte, fıtratlarının gereğini hatırlatmakta ve ruh gibi bedenin de nasibini vermek gerektiğini ifâde buyurmaktadır.
Mide nasıl yiyecek içecek isterse, göz de güzel şeylere bakmak, kulak güzel sesleri işitmek ister. Güzelden faydalanmak bir ihtiyaç olunca onun sınırsız olarak yasaklanması da, serbest bırakılması da normal olmaz. İşte İslâm da bu yolu tutmuş, asıl maksada; yani rûhun tasfiyesi, nefsin terbiyesi, emirlere ve yasaklara riâyet prensiplerine zarar vermeyen eğlenceleri mübah kılmıştır. Bunların başlıcalarını şöylece sıralamak mümkündür:

 



32. Müslim, K. et-Tevbe, 12, 13.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

A- Şaka ve nükte yapmak:
Lâtife, şaka,
mizah nükte insanları neşelendiren, güldüren, eğlendiren söz sanatlarıdır.
Peygamber Efendimiz "Allah'ım keder ve üzüntüden sana sığınırım"33 buyurmuş gerektiğinde gülmüş ve lâtife yapmıştır.
Yaşlı bir kadın Rasûlullah (s.a.v.)'e gelerek "beni cennete sokması için Allah'a dua buyur" demişti. Peygamberimiz "Ey filânın anası! Cennete yaşlı kadın girmez" buyurmuş, kadın da cennete hiç giremeyeceğini zannederek üzülmüş ve ağlamıştı. Kadının durumunu görünce ona maksadını açıklayarak: "Yaşlı kadın cennete yaşlı olarak giremiyecek: Allah onu yeni baştan yaratacak da genç bâkire olarak girecek" buyurdu ve ona şu âyeti okudu: "Biz onları yeniden yaratmışızdır; onları bâkire, eşlerine düşkün ve yaşıtları kılmışızdır." (el-Vâkı'a: 56/35-38)34
Sahâbe arasında mizah ve nükte yönüyle tanınan Hz. Ali şöyle der: "Zaman zaman gönülleri dinlendirin; çünkü gönül zorlanırsa körleşir."
Şaka, mizah ve nükte yapmanın cevazını sınırlayan çizgiler vardır:
a) İnsanın hayatında mizah, yemekteki tuz gibi olacaktır; işi gücü mizah olmayacaktır.
b) Hiçbir kimse ile alay edilmeyecek, şeref ve namuslara dil uzatılmayacaktır. (el-Hucurât: 49/11).
c) Güldürmek için yalan söylenmeyecektir.
"Etrafındakiler gülsün diye konuşup da yalan söyleyene yazık, çok yazık! "35

 



33. Ebû-Dâvûd, K. el-Vitr, 32; Buhârî, K. el-Cihâd, 74.
34. Tirmizî (Şemâil'de)
35. Tirmizî, K. ez-Zühd, 10; Ebû-Dâvûd, K. el-Edeb, 80.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

B- Koşu:
Koşu yaparak yarışmak
bir spordur; sporun ciddi faydaları yanında yapan ve seyredenler için eğlendirici yanı da vardır; bu sebeple fıkıh kitapları bu nevi sporları oyun ve eğlence bahsinde ele almışlardır.
Sahâbe koşu yarışması yaparlardı. Hz. Ali'nin iyi bir koşucu olduğu söylenmiştir.36
Bizzat Rasûlullah'ın, eşi Âişe ile yarıştığı, ilk yarışmada Hz. Âişe'nin geçtiği, bir müddet sonra yaptıkları yarışmada-bu arada Hz. Âişe şişmanladığı için- Rasûlullah'ın geçtiği, bu müsabakayı değerli bir hâtıra olarak hâfızasında saklayan Hz. Âişe tarafından anlatılmıştır.37

C- Atış müsâbakası:
Hem savaş gücünü arttırmak, hem de boş vakitleri değerlendirmek üzere atış müsabakaları Hz. Peygamber (s.a.v.)'in teşvikine mazhar olmuştur. Bu eğitim ve yarışmayı yapanlara rastladıkça "haydi atın, ben de sizinle beraberim"38 der, onları şevke getirirdi.
Bu konuda tek sınırlama canlı hede
flerle ilgilidir. Av kasdı olmaksızın canlı hedefler üzerinde müsabaka tasvib edilmemiştir.39

D- Hayvan dövüştürmek:
İslâm öncesinden günümüze kadar uzanan bir âdet de horoz, manda, tosun, kaz gibi hayvanları dövüştürüp seyretmek ve eğlenmektir. Zevk ve eğlence uğruna hayvanlara eziyet etmekten ibaret olan bu âdeti Peygamberimiz yasaklamıştır.40

 



36. Kardavî, ag. esr., s. 241.
37. Ebu-Dâvûd, K. el-Cihad, 61; Ahmed, Müsned, 6/264.
38. Buhârî, K. el-Cihâd, 78; Menâkıp, 4.
39. Müslim, K. es-Sayd, 60; Tirmizî, K. es-Sayd, 9.
40. Ebû-Dâvûd, K. el-Cihâd, 51; Tirmizî, K. el-Cihâd, 30.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

E- Kılıç kalkan ve mızrak oyunu:
Habeşistanlı müslümanların millî geleneğe dayanan mızrak oyunları ve raksları vardı. Zaman zaman bu gösteriyi yaparlardı. Hz. Ömer bir defasında bunu engellemek istemiş, Rasûlullah ona "bırak Ömer, oynasınlar" demiştir.
Hz. Âişe'ye bizzat Efendisi (s.a.v.) bu oyunu seyretmeyi teklif etmiş, onu ridasiyle örterek-mescidde icrâ edilen oyunu- Hz. Âişe usanıncaya kadar beraberce seyretmişlerdir. Rasûlullah (s.a.v.) "haydi Habeşliler! Gösterin kendinizi" diyerek onları teşvik etmiş41 ayrıca "eğlenceye düşkün genç kızların durumunu takdir edin, anlayış gösterin" buyurmuştur.42
Hadisler, bu ve benzeri oyunları, mescidlerde dahi oynamanın, kadınlarla birlikte seyretmenin caiz olduğunu, genç kız ve kadınları gereğinden fazla sıkmamak, baskı altında tutmamak, eğlence isteklerini anlayışla karşılamak gerektiğini göstermektedir.
Habeşlilerinkine benzer folklor eğlenceleri ve millî oyunlara kadınların katılmalarının caiz olduğunu gösteren rivayetler vardır. Bir bayram günü millî rakslarını icra eden bir Habeşli kadını gören Peygamberimiz (s.a.v.) Hz. Âişe'yi seyretmeye çağırmıştır.43
Rivayetlerden anlaşıldığına göre Resûl-i Ekrem'in müsâmaha gösterdiği eğlence bundan ibaret değildir. Hz. Âişe'nin çocukluk arkadaşlarıyle oyuncak oynamasına ve salıncakta sallanmasına da ses çıkarmamıştır.44

F- Güreş:
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in teşvik ettiği spor ve eğlenceler arasında güreş de vardır. O zamanın sırtı yere gelmemiş pehlivanı Rukâne ile üç defa güreş tuttuğu ve yendiği rivayet edilmiştir.45

 



41. Buhârî, K. es-Salât, 69; el-Iydeyn, 25; Müslim, el-Iydeyn, 17, 21...
42. el-Kettânî, et-Terâtibu'l-İdâriyye, Beyrut tab'ı, C. II, e. 144; Buhârî, K. en-Nikâh 82.
43. el-Aynî, Umdetu'l-Qârî, C. III, s. 358. Bu cevazın düğün, bayram gibi günlere mahsus bulunduğu anlaşılmaktadır. Gösteriyi yapanın tesettüre riâyet etmesi, seyredenin şehvet duymaktan emin bulunması da şarttır.
44. Kettânî, ag. esr, s. 157.
45. Aynı eser, s. 157.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

G- Binicilik ve yüzme:
"Allah'ı anma dışında kalan herşey eğlence ve gaflettir; ancak üç şey müstesnâ; Kişinin hedefler arasında gidip gelmesi (atıcılık), eşiyle oynaşması ve yüzme öğrenmesi", diyen hadis -benzerleri yanında- binicilik ve atıcılığı da teşvik etmektedir.
Peygamberimiz'in at yarışı yaptırdığı ve birinci gelene armağan verdiği rivayet edilmiştir.46
Eğlencenin mübah oyunlar bölümünü kapamadan bir prensibe işaret etmekte fayda görüyoruz:
"Atıcılık, at terbiyesi ve eş ile oynaşma dışında her oyunun bâtıl" olduğunu ifade eden hadise47 dayanarak bazı fıkıh bilginleri diğer oyun ve eğlencelerin haram olduğunu ifade etmişlerdir. Ancak sahih hadisler, Hz. Peygamber ve sahâbenin hayatı, mübah oyun ve eğlencelerin bu üçünden ibaret olmadığını göstermektedir. Buna göre hadiste geçen "batıl" sözünü, "haram" diye anlamak yerine "boş, faydasız" şeklinde anlamak daha isabetli olsa gerektir.48
"Eğlenin ve oynayın; çünkü ben dininizde ağırlık ve baskı görmekten hoşlanmıyorum" hadisi de bu sınırlamaya müsait değildir.49
Buna göre günümüzde yaygın olan futbol, basketbol, tenis, bilardo gibi spor ve oyunları mübah saymamak için hiçbir delil yoktur.

H- Tavla oyunu:
"Tavla oynayan elini domuzun etine ve kanına batırmış gibi olur."50
"Tavla oynayan Allah ve Rasûlünün emrini dinlememiş olur."51 hadislerini göz önüne alan cumhûr tavla oynamanın haram olduğu hükmünü benimsemişlerdir.
Said b. el-Müseyyeb'in de dahil bulunduğu bazı din bilginleri ise hadislerin kumara ait olduğunu, kumarsız tavla oynamanın caiz olduğunu söylemişlerdir.
İskambil vb. oyunların da tavla gibi olması gerekir. Bunlara düşkünlük göstermemek, kumara âlet etmemek cevaz şartıdır.

 



46. Ahmed, Müsned, 2/5, 55, 91; Ebû-Dâvûd, K. el-Cihâd, 60.
47. Tirmizî, K. Fedâili'l-Cihâd, 11; Nesâi, K. el-Hayl, 8.
48. Şâtıbî böyle anlamıştır; el-Muvâfeqât, C. I, s. 129 C. III, s. 228.
49. el-Kettânî, ag. esr. C. II, s. 157.
50. Müslim, K. eş-Şı'r, 15; İbn Mâce, K. el-Edeb, 43.
51. Ebû-Dâvûd, K. el-Edeb, 56.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

I- Satranç:
Santranç ancak sahabe devrinde İslâm dünyasınca tanınmış ve hükmünde görüş ayrılığı meydana gelmiştir: Sahâbeden Hz. Ali, İbn Ömer, mezheblerden hanefî ve hanbelîlere göre haramdır.
İbn Abbâs, Ebû-Hureyre, İbn Sîrîn, Saîd b. El-Müseyyeb, İbn Cübeyr gibi sahâbe ve tâbiûn fukahasına göre mübah, şafiî ve malikilere göre haram değil, mekruhtur. Nevevî'nin nakline göre tenzihen mekruh nev'indendir.52
Satrancı haram saymak için sağlam bir delilin bulunmadığı anlaşılmaktadır. Diğer mübah oyunlar gibi bunun da caiz olması aşağıdaki şartlara bağlıdır:
a) Oynamaya dalıp namazı geçirmemek.
b) Kumara âlet etmemek.
c) Oyun sırasında dilini kötü sözlerden sakınmak.

İ- Kumar:
İslâm kumarı yasaklarken belli bir şeklini kasdetmemiş, mana ve neticesini hedef almıştır. Hangi âlet ve metodla oynanırsa oynansın, oyunun-önceden belli olmayan- sonunda taraflardan biri veya birkaçı kâr yahut da zarar edecekse kumar gerçekleşmiş demektir. Ortaya iki taraf onar lira koyup, zar veya oyun kâğıdı ile en büyük rakam ve kozu bulan yirmi liraya sahip olur, diğeri kaybederse, kumardır; birçok kişi aralarında para toplayıp çekilecek kura veya yapılacak yarışma... sonunda içlerinden bir kısmı buna sahip olacak diğerleri kaybedecekse kumardır...
"Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları, şüphesiz şeytan işi pisliklerdir; bunlardan kaçının ki saâdete eresiniz. Şeytan şüphesiz içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah'ı anmaktan, namazdan alıkoymak ister. Artık bundan vazgeçersiniz değil mi?" (el-Mâide: 5/90-91) meâlindeki âyet kumarı hem haram kılmakta, hem de bu hükmün hikmetlerini sıralamaktadır:
a) Müslüman hayat ve kazancı şansa ve tesâdüfe değil, aldığı tedbirler ve verdiği emeğin sonucuna bağlamalıdır.
b) Başkasının malı haramdır; bunu almanın yolu ya-çeşitli şekilleriyle- mübâdele veya bağış vesairedir; kumar haksız kazanç yoludur.
c) Kaybeden verdiğine râzı görünse bile, kalbinden müteessir bulunduğu ve kazanana kin, düşmanlık duyduğu şüphesizdir.
d) Kaybeden kazanmak, kazanan bu zevki yeniden tatmak için tekrar oynarlar ve bu hal giderek alışkanlık kazandırır, kişiyi kumarcı yapar.
e) Kumar ibâdetlere engel olur.
f) Kumarın zararı ferdlerde kalmaz, topluma sirayet eder; üretime katılmayan, işsiz, güçsüz, kumar oynamakla vakit öldüren kimselerin çoğalmasına sebep olur.

 



52. Şevkâni, ag. esr., C. VIII, s. 98 vd.; İbn el-Hümâm, ag. esr., C. VI, s. 39. (Şevkânî, İmâm Mâlik'in de haram dediğini naklediyor)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

J- Piyango ve toto:
Piyango, spor-toto, müşterek bahis gibi tertib ve oyunlar da kumardır; daha büyük kalabalıkların oynadığı kumardır, kumarın bütün unsurlarını içine almaktadır. Bunlardan bazı tesis ve hayır kurumlarının yararlanması, İslâmî açıdan mazeret değildir; çünkü İslâm, kendi toplumu içinde, menfaat vâdetmeden hayra yardımcı olması mümkün olmayan ferdlerin -nadirleri müstesnâ- bulunacağını düşünmez. Onun getirdiği devlet, ekonomi, hukuk, toplum ve ahlâk düzeni hayır kurumlarını yaşatmak için kumar tertibine muhtaç değildir. Müslümanların iyilik ve hayır yapmaları için Allah rızası, teşvik unsuru olarak yeterlidir.




--------------------------------------------------------------------------------


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

K- Mûsiki:
Mûsıkî veya müzik (semâ', gına) kadın veya erkek tarafından ses ve âlet (çalgı) ile icrâ edilen malûm san'atın bütün şubelerine şâmildir. İslâmî hüküm bakımından bu şube ve şekiller arasında fark vardır. Ayrıca müziğin icrâ edildiği yer ve maksadın da hükme tesiri sözkonusudur.
Müziğin hükmünü tayin eden delillere geçmeden önce fıkıh mezheblerinin telâkkisini özetleyelim:
1) Hanefî mezhebine göre mûsıkî icrâsı ve bunu dinlemek haramdır. Bu hüküm, değnek ve çubuğun bir yere âhenkli bir şekilde vurulmasını dahi içine almakta ve haram saymaktadır.53
Hükmün bazı istisnâları vardır: Savaşta vurulan kös ile düğünlerde çalınan tef.
Müzik başkalarına dinletmek için değil de kendini dinlendirmek ve yalnızlığı defetmek için yapılırsa İmam Serahsî'ye göre caizdir; Merginânî'ye göre bu da haramdır.54
İmam Ebû-Yusuf'a sormuşlar: Düğün dışında, meselâ kadının ve çocuğun kendi evinde tef çalmasına ne dersin? Şu cevabı vermiş: Bunda kerâhet yoktur. Aşırı oyun ve teğannî olursa onu mekruh görürüm.55
Hanbelî mezhebi bu konuda-genel çizgileriyle- hanefî mezhebi gibidir.
2) İmam Şâfiî ve Mâlik'ten ikişer görüş nakledilmiştir. Bunlardan birine göre bu iki imam müziği mekruh saymışlar, diğerine göre ise -yanında bir haram işlenmediği, harama âlet edilmediği takdirde- mübâh görmüşlerdir. Şâfiî mezhebinden Gazzâlî ile malikîlerden Kettânî'nin görüşlerine aşağıda daha genişce yer verilecektir.
3) Zahiriyye mezhebi ile genellikle sofiyye tarikatları musıkînin bütün nevileriyle mübah olduğunu müdâfaa etmişlerdir.56
Mûsıkînin lehinde ve aleyhinde görüş bildiren fıkıh bilginleri bazı âyetlerle istidlâl etmişlerse de (Lukmân: 31/6; Zümer: 36/18) bunların mûsıkîyi hedef aldığı kesin değildir.
Hadislere gelince, Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'in düğün, bayram, karşılama gibi münasebetlerle icrâ edilen müziği tasvib ettiği, düğünlerde bunu teşvik eylediği sağlam rivayetlere istinad etmektedir.
Ayrıca müziğin -bir harama âlet edilmeden yalnızca saz ve ses müziğinin- haram kılındığına dair sahih hadisin bulunmadığı söylenmiştir.57
Faslı Abdulhayy el-Kettânî, Hz. Peygamber devri kültür ve medeniyetinden bahseden iki büyük ciltlik eserinde (et-Terâtibu'l-idâriyye) mûsıkîye 25 sayfa ayırmış, bütün çeşitleriyle caiz olduğunu gösteren deliller getirmiş, bu mevzûda yazılmış 20 eserin ismini vermiştir.58 Bu müellifin tesbitine göre sahâbeden Ömer, Osman, Abdurrahman b. Avf, Ubeyde b. el-Cerrâh, Sa'd b. Ebî-Vakkas, Ebû-Mes'ûd, Bilâl, Abdullah b. ez-Zübeyr, Hassân, İbn Amr, el-Mugira b. Şu'be gibi zevâtın müzik dinledikleri rivayet edilmiştir.
İmam Gazzâlî İhyâ isimli eserinin 35 sayfasını bu meseleye ayırarak bütün söylenenleri tahlil etmiş, delilleri karşılaştırmış ve şu neticeye varmıştır:
Mûsıkî ister ses ister âlet ile olsun tek hükme bağlı değildir: Haram, mekruh, mübah ve müstehab olabilir.
1) Dünya arzusu ve şehvet hisleri ile dolup taşan gençler için yalnızca bu duyguları tahrik eden müzik haramdır.
2) Vakitlerinin çoğunu buna veren, iştigâli âdet haline getiren kimse için mekruhtur.
3) Güzel sesten zevk alma dışında bir duyguya kapılmayan kimse için müzik mübahtır, serbesttir.
4) Allah sevgisi ile dolup taşan, duyduğu güzel ses kendisinde yalnızca güzel sıfatları tahrik eden kimse için müstehabdır.59
Gazzâlî incelemesini sürdürürken müziğin duruma göre ya mübah veya mendûb olduğunu, onu haram kılan şeyin kendisi değil, dıştan ârız olan beş sebepten ibaret bulunduğunu ifade ederek şöyle devam ediyor:
1) Şarkı söyleyen kadın olur, dinleyen de kadın sesinin şehvetini tahrik edeceğinden korkarsa dinlemek haramdır. Burada haram hükmü müzikten değil, kadının sesinden gelmektedir. Aslında kadının sesi haram değildir; ancak şehveti tahrik ederse Kur'ân okumasını bile dinlemek haram olur.60
2) Müzik âleti içki meclislerinin sembolü olan âletlerden ise bunu kullanmak haram olur; diğerleri mübah olmakta devam eder.
3) Şarkı ve türkünün güftesi bozuk, İslâm inancına ve ahlâkına aykırı ise bunu müzikli veya müziksiz söylemek ve dinlemek haramdır.
4) Gençliği icabı şehevî duyguların mahkûmu olan bir kimse aşırı derecede müziğe düşer, müzik onun yalnızca cinsî arzusunu tahrik ederse onun müzikten uzak durması gerekir.
5) Sıradan bir insanın müzik şehvetini de ilâhî aşkını da tahrik etmediği halde bütün vakitlerini alır, onu başka işlerden alıkorsa yine haram olur.61

 



53. el-Merginânî, el-Hidâye (kerâhiye bahsi)
54. İbn el-Hümâm, ag. esr., C.VI, s. 36.
55. el-Aynî, Umdetu'l-Qârî, C. III, s. 359.
56. İyi bir hülâsa için bk. S. Uludağ, İslâm açısından Mûsikî ve Semâ, İst. 1976, s. 168-187.
57. Şevkânî, Neyl, C. VIII, s. 107.
58. C. II, s. 120-145.
59. C. II. s. 302.
60. Hanefilerden Buhârî şârihi allâme Aynî de "Bayramda iki cariyenin okuduğu şarkıyı Hz. Peygamber'in ve Ebû Bekr'in dinlediklerinden hareketle aynı neticeye varmıştır. Umdetu'l-Qârî, C. 3. s. 360.
61. C. II, s. 279-281. (özetlenmiştir.)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

L- Sinema ve televizyon:
Sinema ve televizyon hem göze hem de kulağa hitab eden önemli birer haber, öğretim, eğitim ve eğlence vâsıtasıdır. Bu vâsıtaların kendilerine haram demek mümkün değildir, onlarda gösterilen ve duyurulan şeylere bakarak hüküm vermek gerekir. Herhangi bir ülkenin televizyon ve sinemalarındaki durum gözönüne alınarak-genel mânada- helâl veya haram demek de uygun olabilir. Perde ve ekranlarında daha ziyâde İslâm inanç, ahlâk ve ahkâmına aykırı filimler gösterilen, propaganda ve reklâmlar yapılan sinemâ ve televizyon yayınlarını seyretmenin caiz olmayacağı âşikârdır. Ancak bu güçlü öğretim ve eğitim vâsıtalarını hayra âlet etmek; iyi, doğru ve güzel olanı göstermek ve duyurmak da mümkündür; dâvası olanların vazifeleri cümlesindendir.

III- Sosyal İlişkiler
Sosyal yapının temeli kardeşlik:

Müslümanların, aileden ümmete kadar uzanan küçük büyük topluluklarında hakim ilişki, esas doku ve temel yapı kardeşliktir. Bu kardeşlik aynı ana-baba veya soydan gelme veya aynı vatanı paylaşma, yahut da aynı sosyal sınıfın mensubu olmadan doğan kardeşlik değil, aynı imana mensûb olmaktan gelen kardeşliktir. Bu kardeşlik müessir telkinlerle duyurulmuş, fiil ve terk hâlindeki tedbir ve ta'lîmat ile teminat altına alınmıştır:

A- Yapıcı Tedbirler
1- Kardeşlik ilişkisi sözle duyurulmuş ve ruhlara işlenmiştir:
"Şüphesiz mü'minler birbiri ile kardeştirler; öyle ise (dargın olan) kardeşlerinizin arasını düzeltin; Allah'tan sakının ki size acısın." (el-Hucurât: 49/10)
"Birbirinize hased (çekemezlik) etmeyin, sırt çevirmeyin, kin beslemeyin, Allah kulları, kardeşler olun!"62
2) Vazifeler verilmiştir:
Kardeşlik sırf sözde kalmamış, akrabadan, komşudan başlayarak arada iman kardeşliğinden başka bir ilişki bulunmayan yabancılara kadar uzanan nafaka, zekât, selâm, hakkı tavsiye, doğru yolu gösterme, ödünç verme, maddî ve manevî yardımda bulunma, sevinç ve kederini paylaşma gibi görevler verilmiş, "kendisi için istediğini din kardeşi için de istemedikçe kişinin gerçek imana ulaşamayacağı"63 bu kardeşlik yapısının Büyük Mimarı (s.a.v.) tarafından haber verilmiştir.

3) Yasaklar konmuştur:
Kardeşliğe zarar verecek, karşılıklı haklara tecavüz sayılacak söz, fiil ve davranışlar yasaklanmıştır. Aşağıda bunların önemli bir kısmını hatırlatmak istiyoruz.

 



62. Buhârî, K. el-Edeb, 57; Müslim, K. el-Birr, 24.
63. Buhârî, K. el-İman, 7; Müslim, K. el-İman, 71, 72.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

B- Bozulmayı Önleyici Tedbirler:
1- Küsmek ve darılmak:
a) Küsme:
Meşrû bir sebeple ve terbiye maksadıyla olmaksızın bir müslümanın din kardeşine üç günden fazla küsmesi, selâmı sabahı kesmesi caiz değildir.
"Bir müslümanın kardeşi ile üç günden fazla dargın durması helâl olmaz. Üç günü doldurunca hemen ona gidip selâm vermelidir; o da selâmına karşılık verirse ikisi ecirde (sevapta) ortak olurlar, karşılık vermezse o günaha batmış, selâm veren dargınlıktan çıkmış olur."64
Akraba arasında dargınlığın mesuliyeti daha büyüktür:
"Hısımlık bağı arşa asılmıştır; şöyle der durur: Benimle ilişki kuranla Allah da ilgilensin, benimle ilişkisini kesenden Allah da alâkasını kessin!"65
İlginin karşılıklı olduğunu, karşı taraf ilgiyi kestiği için ona alâka göstermemek hakkı doğduğunu söylemek mümkün değildir; çünkü şöyle buyurulmuştur:
"İlgi gösteren karşılık veren değil, sen ona ilgi göstermediğin halde akrabalık bağına riâyet edendir."66
Eğer küsme ve dargınlık, karşı tarafın meşrû olmayan bir fiil ve davranışından ileri geliyor ve onu yola getirmeyi hedef alıyorsa bu meşrûdur. Nitekim Peygamberimiz ve ashâbı, Tebûk seferine -mâzeretleri bulunmadığı halde- katılmayan üç kişiye böyle yapmışlar, affedildikleri âyetle bildirilinceye kadar elli gün onlara selâm vermemiş, yanlarında oturmamış ve konuşmamışlardır.
Peygamberimiz böyle bir sebeple bazı hanımlarıyla kırk gün dargın kalmıştır.

b) Arabuluculuk:
Ferdler, kendi aralarındaki anlaşmazlık ve dargınlığı gidermek için bizzat gayret ve fedâkârlık etmeleri gerektiği gibi, her birinin din kardeşlerinden oluşan toplumun da görevi onları anlaştırmak ve barıştırmaktır. "Kardeşlerinizin arasını düzeltin" emr-i ilâhisi bunu bildirmektedir. Aynı konuda Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'in de teşvikleri vardır:
"Size namaz, oruç ve sadakadan daha üstün bir şey göstereyim mi?" "Evet Ey Allah'ın Rasûlü" dediler. Devam buyurdu: "Arabulmak, barıştırmaktır; çünkü aranın bozulması kökünden kazır; saçı kazır demiyorum, dini kazır."67
İki grubun arasını bulmak için mâlî angarya yüklenen kimsenin devlet hazinesine başvurma hakkına daha önce (kazanç bahsinde) temâs edilmişti.

 



64. Ebû-Dâvûd, K. el-Edeb, 47; Buhâri, K. el-Edeb, 57; Müslim, K. el-Birr, 23.
65. Müslim, K. el-Birr, 17; Ahmed, Müsned, 2/164.
66. Buhârî, K. el-Edeb, 15.
67. Tirmizî, K. el-Kıyâmeh, 56; Ebû-Dâvûd, K. el-Edeb, 50.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

2- Alay etmek, ayıplamak, ad takmak:
Kardeşlik bağlarını gevşeten veya koparan sebepler içinde bu üç davranışın önemli ve yaygın bir yeri vardır. Ne maksatla olursa olsun bir kimseyle alay etmek, ayıbını yüzüne vurmak ve hoşlanmadığı bir ad takmak caiz değildir.
"Ey iman edenler! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın; belki de onlar kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da başka kadınları alaya almasınlar, belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kendi kendinize dil uzatmayın, birbirinizi kötü lâkaplarla çağırmayın; inandıktan sonra yoldan çıkmış olmak ne kötü bir addır. Tevbe etmeyenler, işte onlar zalimlerdir." (el-Hucurât: 49/11)




--------------------------------------------------------------------------------


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

3- Kötü sanmak:
Bir müslümana göre bütün din kardeşleri iyi insanlardır; bir kimsenin iyiliği değil, kötülüğü isbata muhtaçtır; aksi sâbit olmadıkça karşısındaki hakkında iyi zan ve kanâat sahibi olmak esastır:
"Ey imân edenler! Çok sanıda bulunmaktan sakının, zirâ sanının (zannın) bir kısmı suçtur. Birbirinizin kusurunu araştırmayın; kimse kimseyi çekiştirmesin; hangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır? Bundan tiksinirsiniz; Allah'tan sakının, şüphesiz Allah tevbeleri daima kabul edendir. Acıyandır." (el-Hucurât: 49/12)
Rasûl-i Ekrem Efendimiz de "Sanmaktan sakının; çünkü sanı (zan) sözün en yalanıdır" buyuruyor.68

4- Kusur araştırmak:
Güvensizliğin içteki etkisi "kötü sanmak", dıştaki etkisi ise, kötü zannı isbatlamak için, kişinin peşine düşüp onu göz hapsinde tutmak, kusurunu araştırmaktır (tecessüs). Yukarıda meâlini verdiğimiz âyet bunu da yasaklamıştır. Eğer bir kimse kusurunu, günâhını gizliyorsa onu açığa vurmak, rezil etmek caiz değildir.
Sahâbeden Ukbe b. Âmir ile kâtibi Ebu'l-Heysem arasındaki şu konuşmada ibret alınacak noktalar vardır. Sözü Ebu'l-Heysem açıyor:
- Bizim şarap içen bazı komşularımız var; onları yakalamaları için polis çağıracağım.
- Yapma! Onlara öğüt ver, korkut.
- Menettim, dinlemediler, onları yakalamaları için polis çağıracağım!
- Yazık sana yapma diyorum! Çünkü ben, Rasûlullah'ın şöyle dediğini işittim: "Kim bir ayıbı örterse sanki kabrine diri gömülmüş bir yavruyu kurtarmış olur!"69
İnsanların gizli kusurlarını açıklamak, âleme duyurmak fayda yerine zarar getirir; onlardaki utanma duygusunu yok eder, sosyal kontrolün etkisini azaltır ve ıslâhı güçleştirir.
Aynı sebeple Peygamberimiz müslümanlara, izinsiz olarak evlerinin içine bakan kimsenin gözünü çıkarabileceklerini söylemiş70 Kur'ân-ı Kerîm, izin almadan bir kimsenin evine girmeyi menetmiştir. (en-Nûr: 24/27-28)

 



68. Buhârî, K. el-Edeb, 57, 58.
69. Ebû -Dâvûd, K. el-Edeb, 38; Buhârî, K. el-Menâkıb, 24.
70. Buhârî, K. ed-Diyât, 15; Ebû-Dâvûd, K. el-Edeb, 127

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

5- Arkadan çekiştirmek (gıybet):
Meâlini verdiğimiz âyet arkadan çekiştirmeyi yasaklamakla kalmıyor, gıybetin çirkinliğini, iğrençliğini gözler önüne sererek onu, "ölmüş kardeşin etini yemeye" benzetiyordu. Hz. Peygamber (s.a.v.) de bu nevi teşbihler yapmıştır.
İbn Mes'ûd anlatıyor: Peygamber (s.a.v.)'in meclisinde idik, birisi kalkıp gitmiş, bir başkası da arkasından onu çekiştirmişti, Peygamberimiz "Dişini ayıkla!" buyurdu. Adamın "Neden ayıklıyayım? Et yemedim ki!" demesi üzerine de "sen kardeşinin etini yedin" buyurdu.71
Hz. Âişe Efendisine, eşi Safiyye'nin kısa boylu olduğundan bahsedince şöyle buyurdu: "Öyle bir söz söyledin ki denize katsan onu kirletir!"72
Efendimiz ashâbına sordu:
- Gıybet nedir biliyor musunuz?
- Allah ve Rasûlü daha iyi bilir.
- Din kardeşini, hoşuna gitmeyen bir şey ile anmandır (arkasından hoşlanmayacağı bir sözü söylemendir).
- Söylediğin gerçekten onda varsa gıybet etmiş olursun, söylediğin onda yoksa iftirâ etmiş olursun.73
Hadise göre bir kimsenin arkasından, duyduğu takdirde hoşlanmayacağı-dinî veya dünya işlerine, bedenine, ahlâkına, soyuna ait- bir eksiklik veya kusurunu söylemek gıybettir ve haramdır. Eğer söylenen şey o kimsede yoksa iftirâ edilmiş olur ki, bu daha büyük bir günahtır ve haramdır.
Arkadan çekiştiren haram işledi
ği gibi bunu dinleyen ve önlemeyen kimse de ona katılmış olmaktadır. Bu sorumluluktan kurtulmak için ya önlemek veya-buna gücü yetmiyorsa- dinlememek gerekir.
"Gıyâbında din kardeşinin namus ve şerefini koruyan kimseyi Allah cehennemden âzâd edecektir."74
Bir kimseyi ister yüzüne karşı, ister arkasından kınamak, ayıplamak, kusurlarını söylemek aradaki kardeşlik râbıtasını gevşetir, gönülleri karartır, fayda yerine zarar getirir. Bunun için de haram kılınmıştır. Ancak bazı durumlar, istisnâî haller, doğru olmak ve iyi niyete dayanmak şartıyla bunu daha faydalı ve zarûrî kılar; bu takdirde gıybete ruhsat verilmiştir:
a) Şikâyet: Haksızlığa uğrayan kimse sırf kendisini tatmin, gazabını teskin için değil, hakkını almak veya suçluyu cezalandırmak için onun yaptıklarını söyleyerek şikâyet edebilir.
b) Islâh teşebbüsü: Bir kimsenin, meşrû olmayan bir fiilini gören kimse bizzat onu düzeltmeye çalışır; eğer bir başkasının bu konuda daha başarılı olacağını umuyorsa ona da söyleyebilir.
c) Fetvâ sormak: Bir hâdisenin dinî hükmünü öğrenmek şahısları zikretmeyi gerektiriyorsa gerektiği kadarı söylenebilir.
d) Müslümanları korumak: Bir müslüman birisiyle evlenmek, ortak olmak, iş akdi yapmak... diler ve onun hakkında tanıyanlardan bilgi almak isterse-sırf soranı muhtemel zarardan korumak için- sorulanın kusurlu yönleri söylenebilir. Kezâ bir âlim veya mürşidin (böyle zannedilen birisinin) etrafında toplananlar saptırılmak, îtikadları bozulmak gibi bir tehlikeye marûz iseler ikâz edilebilirler. İmam Gazzâlî'nin deyişiyle bu ikazı yapanların kendilerini kontrol etmeleri gerekir; kendisini aleyhte konuşmaya, ikaz etmeye sevkeden duygu müslümanlara şefkat midir, yoksa hakkında konuştuğu kişiyi kıskanması, gözden düşürmek istemesi midir?75 İkinci ihtimal vârid ise söylenen gıybete girer.
Ayrıca isnad edilen vasıf bir zan ve kanâate değil, kesin delillere dayanacaktır; meselâ ehl-i sünnet iman ve anlayışının çerçevesi içinde meydana gelmiş görüş ayrılıklarında taraflardan biri diğeri hakkkında "sapık, kâfir, fâsık" gibi vasıfları kullanamaz. Bu ağır vasıflar, ancak üzerinde ittifak edilen dinî esaslara aykırı inanç ve davranışlar için kullanılabilir.
e) Anlatmak için: Bir kimsenin kel, topal, gibi bir lâkabı olup bu söylenmeden onu tanıtmak mümkün değilse "Topal Kemâl, Uzun Hasan" gibi bir ifade kullanılabilir.
f) Fıskını, günahını gizlemeyen, açıkça yapan bir kimseyi o günah ile anmak da caiz görülmüştür.76
g) Şahısların değil de topluluk ve grupların kusurlarını söylemek de gıybet sayılmamıştır.77

 



71. Taberânî.
72. Tirmizî, K. el-Kıyâmeh, 51; Ebû, Dâvûd, K. el-Edeb, 35.
73. Müslim, K. el-Birr, 70; Ebû-Dâvûd, K. el-Edeb, 35; Tirmizî, el-Birr, 23.
74. Ahmed, Müsned, 6/461.
75. İhyâ, c. II, s. 146.
76. Aynı eser, s. 148-150.
77. el-Mavsılî, el-İhtiyâr, Cüz: IV, s. 180.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

6- Söz taşımak:
Kırıcı, üzücü, dargınlığa sebep veren sözleri birinden diğerine taşımak (nemime) haramdır.
"Diliyle iğneleyen, kovuculuk eden, iyiliği dâimâ önleyen, aşırı giden, suç işleyen, çok yemin eden alçak zorbaya, bütün bunlar dışında bir de soysuzlukla damgalanmış kimseye, mal ve oğulları vardır diye aldırış etmeyin!" (el-Kalem: 68/10-14) meâlindeki âyet kovuculuğu da kötü huylar arasında sayarak menetmiştir.
"Kovucu cennete giremez"78 hadisi de bunun ne büyük bir günah olduğunu göstermektedir.
Birisi Ömer b. Abdülaziz'e gelerek, bir başkasının aleyhinde (onun hoşuna gitmeyecek) söz söylemişti. Halife şöyle dedi: "İstersen senin durumunu muâmeleye koyalım; bu takdirde söylediğin yalan ise 'size bir fasık bir haber getirince onu araştırın...' âyetindeki fasıklardan olursun; söylediğin doğru ise 'diliyle iğneleyen, kovuculuk eden' âyetinde anılanlardan biri olursun... Muâmeleye koymayalım dersen seni affederiz..."
Adam: "Beni affet müminlerin emiri! Bir daha aslâ yapmayacağım!" dedi ve ayrıldı.

 



78. Buhâri, K. el-Edeb, 50; Müslim, K. el-İman, 169-170.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

C- Dokunulmazlıklar:
Toplumu ayakta tutan, huzur ve âsâyişi sağlayan temel kaidelerden birisi de karşılıklı olarak haklara saygıdır, dokunulmazlıklara riâyettir. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) vedâ hutbesinde şöyle buyurmuştur:
"Şu şehrinizde, şu ayınız içinde bu gününüz ne kadar muhterem, mukaddes ise mallarınız, namus ve şerefleriniz, kanlarınız da öyle haramdır, dokunulmazlıkları vardır!"
Bu dokunulmazlıkların önemini ve şümûlünü göstermek, hadisi daha iyi anlamamıza yardım edecektir.

1- Namus ve şerefe dokunmak:
Buraya kadar zikrettiğimiz alay, gıybet, ayıp arama, sû-i zan yasakları, namus ve şerefi koruma cümlesinden sayılan tedbirlerdir. İftirâ ve özellikle iffete iftirâ da bunların başında gelir.
"İffetli, habersiz mümin kadınlara zinâ isnad edenler dünya ve âhirette lânetlenmişlerdir. Kendi dilleri, elleri ve ayakları yapmış olduklarına şahidlik ettikleri gün onlar büyük azâba uğrayacaklardır..." (en-Nûr: 24/23-24)
"İnanan erkek ve kadınları, yapmadıkları bir şeyden ötürü incitenler şüphesiz iftirâ etmiş ve apaçık bir günah yüklenmiş olurlar." (el-Ahzâb: 38/58) meâlindeki âyetler, iftirânın, namus ve şereflere dil uzatmanın çirkinliği, ağırlığını apaçık ortaya koymaktadır. İffete iftiranın (kazf) cezası yalnızca âhirette değildir; dünyada da maddî, manevî cezası vardır.79

 



79. Mukayeseli İslâm Hukuku'nun "ceza hukuku" bölümüne bakınız.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

2- Hayatın dokunulmazlığı:
Müslümanların ve onlarla savaş halinde olmayan gayr-i müslimlerin hayatı İslâmın teminatı altındadır; hiçbir kimse ona son veremez.
"Kim bir kimseyi-öldürdüğü kimseye veya yeryüzünde bozgunculuğa karşılık olmadan- öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur; kim de onu diriltirse (ölümden kurtarırsa) bütün insanları kurtarmış olur..." (el-Mâide: 5/32)
Bir toplumda can güvenliği yoksa yalnız ferdler değil, bütün toplum huzursuz ve ölüme mahkûm demektir; şu halde öldürme olayı bir amme meselesi ve dâvâsıdır.
"Kim bir mümini kasden öldürürse cezası, içinde temelli kalacağı cehennemdir" (en-Nisa: 4/93)
Birinci âyet bütün insanlar, bu âyet ise özellikle müminler içindir.
Âyetleri destekleyen, açıklayan hadisler de vardır:
"Dünyanın yok olup gitmesi, Allah yanında, bir müslümanın öldürülmesinden daha hafiftir."80
Eğer öldürme olayı bir müdafaa sonucu olmayıp, iki tarafın katıldığı kavga sonunda meydana gelmişse, sorumluluk da ortaktır:
"İki müslüman birbirine silah çekip saldırınca cehennemin kenarına gelmiş olurlar; biri diğerini öldürünce ikisi de oraya girer.
- Katili anladık; öldürülen niçin giriyor ya Rasûlallah?
- O da diğerini öldürmek istemişti.!"81
Bir başkasının hayatına son vermek haram olduğu gibi, kendi canına kıymak da haramdır.
Çünkü hiçbir kimse hayatını satın alarak ona mâlik olmamıştır; hayat Allah'ın emânetidir; onu alma hakkı yalnızca O'na aittir.
"... Kendinizi öldürmeyin; şüphesiz Allah size acımaktadır" (en-Nisâ: 4/29) meâlindeki âyet -insan ne kadar acı çekerse çeksin- intiharı menetmektedir; çünkü ölüm insan için daha hayırlı hale gelince insana -kendinden daha merhametli olan- Allah onun hayatına son verecektir.
"Hak etmedikçe -Allah'ın haram kıldığı- cana kıymayın" (el-En'âm: 6/151) meâlindeki âyet, bazı durumlarda insanın ölümü hak edeceğini, ancak bu durumda toplumun -adâlet müessesesi vâsıtasıyla- onun hayatına son verebileceğini ifade etmektedir:
a) Kısas: Birisini haksız yere öldüren ölüm cezasına çarptırılır: "Sizin için kısasta hayat vardır" (el-Bakara 2/179)
b) Hadd: Evli olan kimsenin, dört kişi fiil halinde görecek kadar açık zinâ yapması ölüm cezasına sebep teşkil eder.
c) İrtidâd: İslâma girdikten s
onra ondan çıkarak küfrünü açıklamak.
Bir hadis bu üç istisnayı bir arada ihtiva etmektedir: "Şu üç şeyden biri sebebiyle olmadıkça müslümanın kanı helâl olmaz: Cana karşı can, evli zinâkâr, dinini terkedip cemâatten ayrılan."82

 



80. Nesâî, K. et-Tahrîm, 2; Tirimizî, K. ed-Diyât, 7.
81. Buhârî, K. el-Fiten, 7; Müslim, K. el-Birr, 126, K. el-Fiten, 16.
82. Buhârî, K. ed-Diyât, 6; Müslim, K. el-Kasame, 25, 26.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

3- Mal dokunulmazlığı:
İslâm özel mülkiyeti, kişilerin mal mülk sahibi olmalarını -helal kazanç, hibe, miras gibi meşru yollardan elde edilmiş olmak şartıyla- caiz görmüş, mülkiyet hakkını korumak için tedbirler almıştır. Bu tedbirler sosyal adâleti temin ve ceza tedbirleri olmak üzere ikiye ayrılabilir.

Sosyal adâlet:
Sosyal adâletten maksad toplumun her ferdine fırsat eşitliği tanımak ve herkesin insana yaraşır şekilde yaşam imkânını temin etmektir. Bu, İslâm devletine vazife olarak verilmiştir. Ayrıca zekât, nafaka, yardımlaşma, faizsiz borç verme, vakıf ve hayır müesseseleri de bu tedbirler arasında anılmaya değer.83

Ceza tedbiri:
Bir kimseyi, özel mülkiyet düşmanlığına sevkeden haklı sebepleri ortadan kaldırıp sosyal adâleti temin ettikten sonra sıra ceza müeyyidesine gelir. Mal dokunulmazlığı ile ilgili müeyyidelerin hem maddî, hem de manevî olan çeşitleri vardır:
a) Hırsızlık ve gasp: Hırsızlık ve gasp haram kılınmış, hırsızlık suçuna karşı ağır cezalar konmuştur. (el-Mâide:5/38)
b) Haksız kanaç: Bir başkasının malına, meşru olmayan, rızasına dayanmayan yollarla el uzatmak yasaklanmıştır.
c) Rüşvet: Haksız bir menfaat sağlamak üzere selâhiyetli kişilere menfaat sağlamak şeklinde tarif edebileceğimiz "rüşvet" yasaklanmış, alan, veren ve aracı olan lânetlenmiştir.84
"İnsanların mallarından bir kısmını, bile bile günah işleyerek ele geçirmek için iş başındakilere yedirerek mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin." (el-Bakara: 2/188)
İş başındakilere ve selâhiyet sahiplerine verilen hediyelerin de büyük bir kısmı rüşvet sayılmıştır. Zekât vb. tahsildarları hediyelerle döndükleri zaman Hz. Peygamber (s.a.v.) "evlerinizde otursaydınız bu hediyeler size verilir miydi?" buyurarak bunların rüşvet mahiyetinde olduğunu bildirmiştir.85
Rüşvet almayı caiz kılan hiçbir sebep yoktur. Ancak rüşvet vermeye iki durumda ruhsat verilmiştir:
1) Bir haksızlığı (zulmü) önlemek veya kaldırmak için başka çare yoksa:
2) Bir hakkı ele geçirmek için başka bir yol bulunamazsa.86
Husûsî mülkiyet hakkının bir sınırlamasına da israf mefhumunda rastlıyoruz. Servet kimin olursa olsun onda toplumun da hakkı vardır (millî servet mefhumu); bir âyet bunu apaçık ifade etmektedir.
"Allah'ın sizi koruyucu kılmış olduğu (ayakta durmanıza sebep kıldığı) mallarınızı, beyinsizlere vermeyin, kendilerini bunların gelirleriyle rızıklandırıp giydirin ve onlara güzel söz söyleyin" (en-Nisâ: 4/5). Bu âyet sefihler, malını korumasını bilmeyenlerle ilgilidir. Mal onlarındır, mutlak özel mülkiyet anlayışına göre onlar da mallarını diledikleri gibi sarfedebilirler. Ancak İslâmın mülkiyet anlayışı buna müsait değildir, bu noktada toplumun, ferdin mâlî tasarruf hürriyetine müdahale hakkı vardır.
d) İsrâfın şümûlü:
İsrafın ölçüsü nedir? Hangi türlü harcamalar, vermeler israf sayılır?
1) İslâmın haram kıldığı harcamaların israf olduğundan şüphe yoktur; içkiye, kumara, uyuşturucu maddelere, altın ve gümüş kap kacağına yapılan harcamalar gibi.
2) Kişiye ve başkalarına, maddî-manevî hiçbir faydası olmayan harcamalar.
3) Başkalarına muhtaç hale gelecek kadar ölçüsüz bağışlar ve harcamalar. (el-isrâ 17/26, 29; el-Bakara: 2/219)
e) Bulunmuş eşya (Lukata):
Fıkıh kitaplarının "Lukata" bölümünde, kaybolmuş, yitirilmiş canlı veya cansız şeyleri bulan kimsenin ne yapacağı, nasıl davranacağı konusu ele alınmış, mülkiyeti koruyan tedbirler getirilmiştir.
Bu konuda ne yapılacağına ışık tutan hadisler vardır:
Birisi Rasûlullah'a gelerek bulunmuş eşyayı sordu; şöyle buyurdular:
"Onun kabını, bağını belleyip aklına yerleştir, sonra bir sene onu etrafa duyur, sahibi çıkar gelirse (verirsin), aksi halde o sana kalır."
- Kayıp koyun hakkında ne dersiniz?
- O ya senin, ya kardeşinin yahut da kurdundur.
- Kayıp deve?
- Senin onunla ne işin var? Onun su kabı da var, sağlam pabuçları da var; sâhibi onu buluncaya kadar suya gelir (içer) ağaçlardan yer (karnını doyurur).87
Hz. Câbir şöyle demiştir:
"Rasûlullah (s.a.v.) değnek, kamçı, ip gibi şeyleri bulan kimsenin onlardan bizzat faydalanmasına izin vermiştir."88
Bunlar ile benzeri hadislerden ve İslâm hukukunun umûmî prensiplerinden bulunmuş eşya hakkındaki hükümler şöylece tesbit edilmiştir:
aa) Yitik malı almak:
Yolda izde görülen sahipsiz bir malı almak mübah, mendup, vâcip ve haram hükümlerine tâbi tutulmuştur:
Olduğu gibi bırakıldığı takdirde zâyi olmayacağı, meselâ bir başka güvenilir kimsenin alacağı bilinen bir yitik malı alıp almamak serbesttir (mübahtır.)
Olduğu yerde bırakıldığı takdirde zâyi olması ihtimâli bulunan şeyi, sahibini bulup teslim etmek niyetiyle almak mendûptur; dinde teşvik edilmiştir.
Zâyi olması ihtimali kuvvetli veya kesin ise onu, iyi niyetle almak gereklidir (vâciptir).
Kendine maletmek üzere yitik malı alıp götürmek haramdır.
Sahibini bulunca vermek üzere alınıp götürülen yitik mal, bulanın bir ihmal ve kusuru olmaksızın zâyi olsa bunu sahibine ödemesi gerekmez; çünkü mal emânet hükmündedir. Ancak kendine mal etmek üzere alıp götürmüş de o da zâyi olmuş ise, sahibine ödemek (tazmin) mecbûriyetindedir.
Bulan kimse dilerse yitik malı alıp muhâfaza eder ve sâhibini bulmak için gerekeni yapar; dilerse -emin olduğu takdirde- resmî makamlara teslim eder.
ab) Şahit tutmak ve etrafa duyurmak:
Bir kimse bir şeyi bulunca önce bulduğuna dair birkaç kişiyi şahit tutacaktır. Eğer şahit tuttuğu takdirde kötü niyetli bir kişinin malı elinden alması ihtimali varsa bundan vazgeçebilir. Şahit tutmak birkaç kişiye "bende bulunmuş bir mal var, arayan olursa bildirin" demekle yerine getirilmiş olur.
Etrafa duyurmaya gelince: Tercihan eşyanın bulunduğu yer civarında, çarşı pazar, câmi gibi yerlerde, önce sık sık, sonra haftalık, aylık ve altı aylık aralarla "bir şeyin bulunduğunu ilan" suretiyle yapılır. İlan müddeti en çok bir senedir. Eşyanın önem derecesine, sahibinin arama ihtimaline göre bu müddet ayarlanır.
ac) Sahibinin çıkması ve çıkmaması:
Yitik malın sahibi çıkar ve gerçekten malın sahibi olduğu kanaatini verirse malı kendisine teslim edilir.
İlan müddeti dolduğu halde sahibi çıkmazsa bulan kimse:
Saklamaya devam edebilir;
Fukarâya sadaka olarak verebilir;
Kendisi fakir ise bizzat faydalanabilir;
Resmî makamlara teslim edebilir.
Yitik malın sahibi ne zaman çıkarsa çıksın malını veya (malı tüketilmiş ise) bedelini alma hakkına sahiptir.
ad) Bazı noktalar:
Ehlî hayvanlar ile alıştırılmış güvercin, keklik vb. yitik mal kabul edilir.
Tarla, bağ, bahçe gibi yerlerden mahsul toplandıktan sonra geride kalan tek tük mühsulü başaklamak (toplamak) caizdir. Ancak bunlar toplandıktan sonra malın sahibi gelip isterse vermek gerekir.
Irmak ve derelerde akıp gelen meyva, sebze ve kereste olmayan odun vesaireyi alıp faydalanmak caizdir.
Ayakkabısı, başörtüsü değiştirilen kimse bunun yanlışlıkla yapıldığı kanaatinde ise, kendisine bırakılan, yitik eşya gibidir. Hırsızlık maksadıyla yapıldığını anlarsa bırakılandan istifâde edebilir.89

 



83. Sosyal adâlet mevzuu için Seyyid Kutup, M. Ebû Zehra, Sibâî, Y. Kardâvî'nin eserlerine bakınız.
84. Tirmizî, K. el-Ahkâm, 9; Ebû Dâvûd, K. el-Akdıye, 4.
85. Buhârî; hadisin metin mânası şöyledir "Bu hediyeler gelsin diye anasının evinde otursa ya!" K. el-Hayl, 15; el-Ahkâm 41; Müslim, K. el-İmârah, 28.
86. İbn el-Hümâm, Fethu'l-kadir, (Kitâbu-edebi'l-Kadî, C. V, s. 455 vd.
87. Buhârî, K. el-Lukata, 2-4, 9; Müslim, K. el-Lukata. 1, 2, 5-7.
88. Ebû-Davûd, K. el-Lukata, 1.
89. Ö. N. Bilmen, H. İ. ve İstılâhat-ı Fıkhiyye, Kamusu C. VI, a. 40-65; S. Sâbık, Fıkhu's-sünneh, C. III, s. 258-265; H. K. Mukayeseli İslâm Hukuku, C. III, s. 55, 105.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

IV- Gayr-i Müslimlerle İlişkiler
Müslüman olmayan insanlar (kâfirler), yahûdi ve hristiyanlar gibi ehl-i kitap; yani İslâmdan önce; bir zaman için Allah tarafından gönderilmiş bir Peygambere ve kitaba bağlı bulunanlar ile bunların dışında kalan müşrik, putperest ve dinsizler olmak üzere iki gruba ayrılır.
Müslümanlarla karşılıklı ilişkileri bakımından kâfirlerin ortak yönleri bulunduğu gibi, farklı yönleri de vardır.
Şu âyet bütün kâfirleri şümûlüne almaktadır:
"Allah, din uğrunda sizinle savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmayan kimselere iyilik etmenizi ve onlara karşı âdil davranmanızı yasak kılmaz; doğrusu Allah âdil olanları sever. Allah, ancak sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanıza yardım edenleri dost edinmenizi yasak eder; kim onları dost edinirse; işte onlar zâlimlerdir." (el-Mümtehine: 60/8-9)
Âyetin açık ifadesine göre müslümanlara karşı savaşmayan, düşmanca davranışlarda bulunmayan kâfirlere "birr" ve adâlet ile muâmele yapılacaktır, "Birr"den maksad herkese kendi durum ve statüsü içinde iyi davranmak, iyilik etmektir.
Kâfirlerin dost (evliyâ), sırdaş (bitâne) edinilmesini meneden âyetler (el-Mâide: 45/52; Âli-İmrân: 3/119) ile iyilik ve adâleti tavsiye eden âyetler nasıl telif edilecektir? Yapılan telif ve tefsirler arasında meâlini verdiğimiz âyete en uygun düşeni şudur: Kâfirler kendi hallerinde yaşıyor, İslâma ve müslümanlara karşı bir hareket ve davranışta bulunmuyor iseler onlarla ilişki "İslâma dâvet ve adâlet" çerçevesi içinde olacaktır. Kafirler İslâma ve müslümanlara karşı bir tutum ve davranış içinde iseler onlara yardımcı olmak, sır vermek, taraflarını tutmak hıyânettir, haramdır. Kâfirler içinde ehl-i kitabın, ehl-i zimmetin özellikleri vardır:

A) Ehl-i kitab:
Ehl-i kitabın yiyeceği -bazı müstesnâları dışında- müslümanlara helâldir.
Ehl-i kitab kadınlarla müslüman erkeklerin evlenmesi câizdir...
B) Ehl-i zimmet:
İslâm ülkesinin vatandaşı olmuş kâfirlere, arada bir ahid ve anlaşma (zimmet) olduğu için "zimmî, ehl-i zimmet" denir. Bunlar, din ve inanç dışında kalan sâhalarda, müslümanlarla eşit haklara sahiptirler. Bir hadise dayanan formül şöyledir: "Lehimize olan onların da lehine, aleyhimize olan onların da aleyhinedir."90
Bu statüye tâbi olan gayr-i müslimlerin haklarını savunmayı bizzat Rasûlullah üzerine almıştır: "Bizimle anlaşması olana (zimmî vb.) haksızlık eden veya gücünün üstünde yükleyen yahut da rızâsı olmadan bir şeyini alan kimse, kıyamet günü karşısında beni bulacaktır."91
Savaşta ve barışta kâfirlerin bilgi ve gücünden faydalanmak caizdir. Onlarla hediyeleşmek, selâmlarını almak, hastalarını ziyaret etmek, alış-veriş yapmak caizdir. Hz. Peygamber ve ashâbının tatbikatından bunların caiz olduğu anlaşılmaktadır.
Müslümanlar, kâfirlerin dinlerine ve dinî davranışlarına katılma, benimseme, beğenme, özenme mânası taşıyan davranışlardan sakınma hususunda titizlik göstereceklerdir.92

 



90. el-Mavsılî, ag. esr., Cüz, IV. s. 119.
91. Ebû-Dâvûd, K. el-İmârah, 33.
92. Kâfirler ile müslümanların karşılıklı ilişkileri üzerine İbnu'l-Kayyim, Ahkâmu-ehli'z-zimme, A. Zeydân, Ahkâmu'z-zimmiyin, Prof. M. Hamidullah, İslâmda Delvet İdâresi; H. Karaman, İslâm Hukuku I ve III isimli eserlere bakınız.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Haramdan Temizlenmek ve Helalleşmek

Haram yoldan bir şey elde eden, kazanan kimse pişman olur, tevbe etmek ve sorumluluktan kurtulmak isterse üç şey yapması gerekecektir: Pişmanlık duygusu ile Allah'a kalbini açıp yalvarmak, bağışlanmasını dilemek, haramı mülkünden çıkarmak, sahip ve ehline vermek.

A- Tevbe
Kitap ve Sünnet, Allah Teâlâ'nın tevbeyi kabul buyurduğunu, pişman olup af dileyenleri bağışladığını ifade eden sayısız nassı (âyet ve hadisi) muhtevîdir. Haram işleyen-ayrıca kul hakkına da tecavüz etmiş olsun veya olmasın- Allah'a karşı suç işlemiş, O'nun emrini tutmamış, yasaklarını çiğnemiştir. Bunun telâfî yolu, samîmi bir pişmanlık içinde Tevvâb, Rahîm, Rahmân, Ğafûr, Settâr... olan Allah'a yalvarmak, boyun eğip bağışlanmayı dilemektir.

B- Haramı mülkünden çıkarmak
Haram işlerken aynı zamanda kul hakkına tecavüz etmiş, hırsızlık, gasp aldatma, hile, faizcilik, kumar gibi yollardan bir mal ele geçirmiş ise, bunu mülkünden çıkarması, ayırması, uzaklaştırması gerekecektir.
Haram mal belli, muayyen birşey ise onu ayırmak kolaydır. Bir hayvan veya eşyâyı gasbeden ve tüketmemiş bulunan kimse onu kolayca malvarlığından ayırır ve sahibine verir. Durum böyle değilse ortaya çıkan ihtimalleri şöylece sıralamak mümkündür:
1- Haram mal helal ile karışmış olup tahıl, para, yağ gibi mislî (emsâli ile ödenmesi mümkün) olursa iki ihtimal vardır:
a) Haramın miktarı bellidir; bu takdirde o miktar mal (buğday, arpa, yağ...) ayrılır.
b) Haramın miktarı belli değildir; bu takdirde zann-ı gâlibe göre hareket edilir. Haram olması kuvvetle muhtemel olan miktar çıkarılır. Helâl olduğu kesin bulunan miktarı bırakıp, şüpheli olanlar da dahil olmak üzere geri kalanı çıkarmak ve ayırmak ise takva yoludur.
2- Helâl ile karışmış bulunan haram mal ev, toprak vb. gibi herbiri ayrı değer taşıyan cinsten mal ise burada sulh ve karşılıklı rızâ esasına göre helâlleşmek sözkonusu olacaktır.
Helâlleşmede hak sahibine malını aynen iâde etmek esastır. Bu mümkün olmazsa misli (emsali, benzeri), bu da mümkün olmazsa değeri verilir.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

C- Haram Malın Verileceği Yer
Tevbe edenin, malvarlığından ayırdığı haram malı sahibine ve ehline vermesi de ona düşen bir vazifedir. Kime, nereye, nasıl vereceğine gelince karşımıza yine çeşitli ihtimaller ve şıklar çıkmaktadır:
1- Haram malın sahibi belli ise malı kendisine verilecektir. Sahibi ölmüş ise hak varislerine aittir. Malın, sahibi kaybolmuş ise -Fıkh'ın mefkud bahsinde açıklanan müddet geçinceye kadar- beklenecek, bu arada meydana gelen artışlar da sahibi namına muhâfaza edilecektir.
2- Malın sahibi belli olmakla beraber bulunmasından ümit kesilmiş, vâris bırakmadan ölmüş olabilir veya -gizlice alınan, zimmete geçirilen ganimet malında olduğu gibi- hak sahipleri pek çok olabilir ve bunları bulup, teker teker haklarını kendilerine teslim etmek mümkün olamaz.1 Bu takdirde haram malın fukaraya tasadduku sözkonusudur. Haram malın, fukaraya sadaka olarak verilmesinin câiz olup olmadığı tartışılmıştır. İslâm âlimlerinden bir grup haramın mülk olmadığını veya temiz bir mal olmadığını gözönüne alarak fukaraya, sadaka olarak verilemeyeceği görüşünü benimsemişlerdir.2 Bunlardan Fudayl, eline geçen iki dirhemin temiz yoldan kazanılmış olmadığını anlayınca kaldırıp taşların arasına atmış: "Ben ancak helâl ve temizi tasadduk ederim; kendim için râzı olmadığıma başkası için de râzı olamam" demiştir.
Gazzâlî bu görüş ve açıklamayı da -yerine göre uygun ve tutarlı bulmakla beraber- nakil ve kıyas delillerine dayanarak aksi görüşü; yâni haramın tasadduk edilebileceği görüşünü benimsiyor. Delillerine gelince:

a) Naklî delil:
Hz. Peygamber (s.a.v.) bir cenâze defninden dönerken bir kureyşli kadının verdiği ziyâfete dâvet edilmiş, önüne konulan kızartılmış koyun "haram olduğunu" bildirince "Bunu kaldırın ve esirlere yedirin" buyurmuştur. Bu esirlerden maksadın, muhtaç mahpuslar (hapiste yatanlar) olduğu açıklanmıştır.3
Bizans'ın İran'a galip geleceğini bildiren Kur'ân haberini4 müşriklerin yalanlayıp alaya almaları üzerine Hz. Ebû-Bekr onlarla iddiâya girmiş, Kur'ân haberi tahakkuk edince iddiâya bağlı develeri karşı taraftan almıştı. Ancak bu arada kumar haram kılındığı -mezkûr iddiâ kumar hükmünde olduğu- için Rasûlullah (s.a.v.) bunları tasadduk etmesini emretmiştir.5
Sahâbe ve tâbiûndan bu mevzûda, aynı hükmü destekleyen başka nakiller de vardır.

b) Kıyas delili:
Haram malın sahibi bulunmadığına göre geriye iki ihtimal kalmaktadır: Ya denize atmak (imha etmek), yahut da fukaraya vermek. Denize atılırsa bunun ne adama, ne malın sahibine ve ne de fukarâya faydası olacaktır. Halbuki fukarâya verildiği zaman bunun hem onlara faydası dokunacak, hem de duâlarından malın sahibi faydalanacaktır.
Karşı tarafın "biz ancak helâl ve temiz olanı tasadduk edebiliriz" sözü yerinde olmakla beraber buraya uymamaktadır; çünkü haramı yemeyip fakire veren kimse bu işten kendisi için ecir ve sevap beklemiyor; yalnızca haramdan kurtulmak istiyor; bunu da malı zâyi ederek değil, fakirlere vererek yapıyor.
"Kendimiz haramı nasıl yemiyorsak fakirlere de yedirmeyiz" sözüne de Gazzâlî şu cevabı veriyor: Bu mal, haram yoldan kazanana haramdır; ancak yukarıda verdiğimiz nakiller bunun fakirlere helâl olduğunu ifade etmektedir. Şu halde fakir için harama değil, helâle râzı olmak sözkonusudur.6
3- Malın belli bir sahibi yoksa, meselâ devlet hazinesi veya amme malından, haksız bir şekilde alınmış, zimmete geçirilmiş ise helâlleşmek için bu malın âmme menfaatlerine, bütün müslümanların faydalandıkları hizmet ve hayırlara sarfı gerekmektedir; mescid, yol, köprü vb. burada örnek olarak zikredilebilir.7

 



1. Çünkü ganimetin beşte biri çıkarıldıktan sonra geri kalan bütün gâzilerin hakkıdır.
2. Bak. S. 20.
3. Tirmizî, K. es-Savm, 3. Açıklamalar için bak. Murtazâ ez-Zebidî, İthâfu's-sâde (İhya şerhi), Beyrut tab'ı, C. VI, s. 100 vd.
4. er-Rûm: 30/1-5.
5. ez-Zebidî, ag. esr., s. 102-103.
6. Li-aynihî haram olan bir şey-meselâ şarap, domuz- müslümana nasıl gelirse gelsin, hangi yoldan kazanılırsa kazanılsın haramdır; yenmez ve içilmez. Li-gayrihi harama gelince bunun haram olması eşyanın kendinden değil, elde ediliş, kazanılış yolundan gelmektedir. Malı, gayr-i meşrû bir yoldan kazanan ondan istifade edemez. Ancak başkası ondan satın alarak veya sadaka ve hediye yollarıyla elde ederek faydalanabilr mi? Bu konuda bazı âlimler müsbet, bazıları ise menfi cevap ve fetvâ vermişlerdir. Yukarıdaki münakaşaya ek olarak daha geniş bilgi almak isteyenler şu eserlere bakabilirler: el-Aynî, Umdetü'l-Qârî (Buhâri şerhi), ist, tab'ı. C. V, s. 575-576; İbn Âbidin, Raddu'l-Muhtâr, el Meymeniyye, 1307, C. IV, s. 144, 242.
7. İhyâ, C. II, s. 127-132.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

SORULAR-CEVAPLAR

Soru: Hastalık ve âfetlerin manevî sebepleri var mıdır?
Cevap:
Bazı zamanlarda ortaya çıkan, uzun zaman çaresi bulunamayan, binlerce insanı telef eden hastlalıkların şüphesiz maddî sebepleri ve âmilleri vardır. Ancak bu sebepler ve âmillerin ortamı daha önce de mevcut olduğu halde neden hastalık o zaman değil de bu zaman ortaya çıkmıştır? Atmosferde daima yağmur oluşturma kabiliyeti vardır; buhar, yukarıda ısı farkı, yoğunlaşma ve yağmur her zaman olabilir, fakat yağmur her zaman olmuyor da bazı zamanlarda, bazı yerlerde oluyor; bazen ip çekercesine iki bölge birbirinden ayrılıyor. Bunları tesadüfe bağlayanların, tesadüf denilen o harikulâde varlığı izâh etmeleri gerekir! Bunların da kanun ve sebepleri vardır diyenlerin bu sebeplilik zincirinin yapıcısı üzerine düşünmeleri icab eder. Allah'ın varlığına iman edenlere göre ise hem rahmetin, hem de cezanın maddî, tabiî sebepleri, âmilleri yanında ve üstünde manevî sebepleri de vardır. Nimetin sebepleri duâlardır, ibâdetlerdir, iyiliklerdir, fakir fukaraya yardımdır; cezanın sebepleri küfrân-ı nimetler (nankörlükler), isyanlar, israf ve savurganlıklar, fitne, fesat ve çeşitli günahlardır.
Başta AIDS olmak üzere tıbbın henüz çaresini ve devasını bulamadığı bir takım hastalıklar vardır. Allah Teâlâ bunları, kulların hata, isyan ve günahları sebebiyle bir ceza olarak vermiş ise ancak O'nun iradesi ile ve ceza yerini bulduktan sonra -yahut rahmetin galebesi ile afvettikten sonra- bu hastalıkların çaresi bulunacak ve belâ kalkacaktır. "Küçük dağları ben yarattım" diyenler, "Bilim çağında bilinmeyen, üstesinden gelinmeyen birşey yoktur" iddiâsında bulunanlar bu gibi olaylardan ve bu çaresizlikten ibret almalı, yola gelmelidirler; zaten Allah Teâlâ'nın dünyada bu gibi cezaları vermesi de bu maksadı hâsıl etmek içindir.
Bir önceki maddede temas edildiği üzere gerek bu nevi hastalıklar ve gerekse başka neviden felâketler ve belâlar Allah'ın insanlar için çok değerli uyarılarıdır ve O'nun sonsuz rahmetinin eserleridir. Bu uyarıları alan ve algılayan insanlar derlenip toparlanır, içinde bulundukları günah ve isyan batağından çıkar, ilâhî irşâdın ışığında doğru yolu bulurlar. Uyarılara kulak asmayan, bunları tabiat olayları ve tesadüfün eserleri olarak değerlendiren, "niçin ben!" diye isyan eden, bataklığın dibinde mutluluk ve kurtuluş arayanlar ise Allah Teâlâ tarafından bir müddet daha serbest bırakılırlar, imtihanları devam eder, sonunda ebedî cezanın dönülmez yoluna girerler.
Başta bütün çeşitleri ile fuhuş ve müstehcenlik bulunmak üzere çeşitli günahların, azgınlık ve sapkınlıkların, zulümlerin, fitne, fesat, israf ve taşkınlıkların hem çaresi bulunmaz hastalıklara, hem tabiatın kirlenmesine, hem de doğal dengenin bozulmasına sebep teşkil ettiğini açıkça ifade buyuran birçok âyetten ikisini burada hatırlamakta fayda görüyorum:
"İnsanların kendi elleriyle (iradeleriyle) yapıp ettikleri sebebiyle, belki (yanlış yoldan) geri dönerler diye yaptıklarının bir kısmının acı sonucunu onlara tattırmak için denizde ve karada fesat (bozulma, bozukluk) ortaya çıktı." (Rûm: 30/41)
"Zulmetmeleri sebebiyle gökten üzerlerine ricz (pislik, cezâ....) gönderdik." (A'râf: 7/162)
Bu iki âyet genel olarak insanların günahlarının, kötülüklerinin çeşitli cezalara, hastalıklara, felâketlere sebep teşkil ettiğini açıkça ifade etmektedir. Özel olarak fuhuş günahının nasıl bir ilâhî cezaya sebep olduğunu Hz. Lût'un günahkâr kavminin macerâsını anlatan Neml sûresinden öğreniyoruz: Hz. Lût kavmine öğüt vermiş, bu çirkin âdeti terketmelerini, tevbe edip doğru yola gelmelerini istemişti, ona karşı çıkmaları ve inananlar ile birlikte kendisini sürgüne göndermeye kalkışmaları üzerine Allah Teâlâ onları cezalandırdı ve bu cezayı Kitâbında şu şekilde ifade buyurdu: "Onların üzerine bir nevi yağmur indirdik, önceden uyarılanların (bu) yağmuru çok yaman oldu." (Neml: 27/58).
Gökten indirilen yağmur genellikle rahmet olurken bazen yaygın fuhşun cezası da olmaktadır. Bu ceza yağmur ve tûfan olabileceği gibi yağmurla, rüzgârla gelen, uygun ortamda üreyen virüsler, mikroplar, hastalıklar ve zararlı kimyevî maddeler de olabilmektedir.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Helâl lokma üzerine

1. İslâm'ın temel hüküm kaynakları (Kitâb ve sünnet) haram olan davranış, mal, menfaat ve hizmetleri açıklamış, makul hikmet ve sebeplerle açıklanmamış olanları da müctehidler, yani âlimler açıklığa kavuşturmuşlardır. Âlimlerin haram olduğunda ittifak ettikleri kesin olarak haramdır, bunları yemek, kullanmak, bunlardan faydalanmak... caiz değildir. Kitâb ve Sünneti yorumlayan âlimlerin ihtilaf ettikleri, kiminin helal, kiminin haram dediği kısma gelince burada müctehidler serbest değildir, herbirinin ictihadı ne ise onunla amel eder. Meselâ balık dışındaki deniz ürünleri helal değildir diyen müctehid karides yiyemez, helaldir diyen müctehid ise karidesi yer. Müctehid olmayan müslümanlar ise bir müctehidi taklit ve onun fetvâsına göre amel ederler.
Allah Teâlâ'nın haram kıldığı nesnelerden istifade etmenin maddî ve manevî zararları vardır; o nesneler, insanları bu zararlardan korumak, imtihanı kazanarak ebedî saâdeti elde etmelerini sağlamak için haram kılınmıştır. Haram lokma ve kazanç ile elde edilen imkânlarla yapılan ibâdetlerin de kişiye faydası yoktur, bu ibâdetler kişiyi amacına ulaştırmaktan uzaktırlar.
2. Gönüllü kültürel ve sosyal teşekküller konumuzla ilgili iki önemli hizmet îfa edebilirler:
a) Bütün iletişim ve telkin araçlarından faydalanarak insanlara helal ve haram bilgisi verir, halkın bu konuda şuurlanmasını temin ederler.
b) İnsanların ihtiyaç ve mecburiyet sebebiyle harama sapmalarını önlemek maksadıyla helal yoldan fert, aile ve toplumun ihtiyaçlarına cevap veren kurum ve kuruluşlar oluştururlar, bunlar vasıtasıyla helal lokma peşinde olanlara hizmet sunarlar.
3. Rüşvetin insanlık kadar eski bir günah olduğu anlaşılmaktadır. Alınacak tedbirler sonucunda bu rezalet tamamen ortadan kalkmasa bile nisbeten azalması ve halkın bu yüzden daha az mutazarrır olması sağlanabilir. Bu tedbirleri şöylece sıralamak mümkündür.
a) Eğitimin bütün kademelerinde ciddi, etkili ve sürekli din ve ahlâk eğitimine yer vermek.
b) Rüşvet alan ve başka çaresi olduğu halde rüşvet veren kimselere etkili cezalar vermek.
c) Çalışanların insanca ve normal seviyede bir hayat sürmelerini sağlayacak maaş ve ücret almalarını sağlamak.
4. Cemiyetimize olumlu bir istikamet ancak İslâm ahlâkına dönmekle, insanımızın iyi birer müslüman olarak yetişmeleri için gerekli bütün eğitim tedbirlerini almakla, İslâmdan korkmak yerine onu ilahi bir irşad, rehber, kurtuluş reçetesi telakki etmekle, cemiyet içinde en büyük saygı ve itibarı ahlâkı en iyi olanlara tahsis etmek ve ahlâki kusur içinde olanların rütbe ve mevkileri ne olursa olsun onları itibardan düşürmekle... verilebilir.
5. Bütün meselelerin başı insan meselesidir. İnsan aklının bulduğu en mükemmel sistemleri, kaideleri, projeleri kötü uygulayıcıların (iyi yetişmemiş insanın) eline verdiğiniz zaman zayi edersiniz, bundan hem sistem zarar görür (itibardan düşer), hem de uygulanan insanlar zarar görür. Allah Teâlâ'nın Peygamberleri vasıtasıyla gönderdiği hak dini, imanı zayıf, ahlâksız, amelsiz kişilerin eline bırakır, dinin böylelerine de refah ve mutluluk getirmesini beklerseniz hem amacınıza ulaşamazsınız, hem de dine yazık etmiş, onu insanların gözünden düşürmüş, bir ümit olmaktan çıkarmış olursunuz. Kaideten iyi insan iyi bir toplum içinde yetişir, iyi toplum da böyle insanların duruma hakim oldukları toplumdur. Şu halde iyi insanla (fert ile) iyi toplum arasında bir manada tâvuk ile yumurta arasındaki ilişkiye benzer bir ilişki mevcuttur. İyiyi bilen, iyi olmaya ve iyi kılmaya azmeden insanların işe bir yerden başlamaları gerekir. Yol ve yöntemin genel adı eğitimdir. İyi insanların (dinlerinin irşadı istikametinde yaşayan müslümanların) iyi insan eğitimine (din, ahlâk ve ehliyet eğitimine) her şeyden önce ve fazla önem vermeleri gerekmektedir. Bunun için başta -her kademede- okul olmak üzere bütün vasıta ve imkânlar kullanılmalıdır.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Günah ve yaptırım

"Dinde zorlama yoktur" kaidesi, "bir kimsenin zorla bir dine inanması sağlanamaz, imanla zorlama, cebir bir arada olamaz, bu iki kavram birbiri ile çelişiktir, şu halde insanları belli bir dini benimsemeleri için zorlamayınız" demektir. Bu sınır dışında gerek müslümanlar ve gerekse gayr-i müslimler, dinî, ahlâkî ve hukukî bakımdan günah, ayıp, suç teşkil eden bir davranışta bulunurlarsa dinî, ahlakî, hukukî bakımdan ceza görürler, müeyyide ile kaşılaşırlar. Burada geçen "dinî, ahlâkî, hukukî" tabirlerini laik ve seküler sistemlerde olduğu gibi birbirinden ayırmak -İslâma göre- mümkün ve doğru değildir. Meselâ zina hukuken suç, dinen günah, ahlâken de ayıp ve çirkindir. Zekât vermemek de böyledir. Namaz kılmamak dinen günah, ahlâken ayıptır, Allah'a karşı edepsizliktir. Burada dinî ve ahlâkî müeyyide vardır ve bu da bir nevi zorlamadır. Ayrıca toplumun manevî menfaati (eğitim, örneklik) bakımından zararlı olursa namaz kılmayanlara karşı (meselâ mazeretsiz olarak cuma namazına gitmeyenlere karşı) hukukî müeyyide de düşünülebilir. Bir müslümanın dinden dönmesi, irtidat etmesi, Allah ile yaptığı sözleşmeyi bozması demektir; sözleşmeyi bozmanın cezası vardır; hukukî, ahlâkî ve dinî. Kaynakların belirlemediği bazı cezaları danışma yoluyla ulü'l-emr (devlet) koyabilir. Bir kimseyi belli bir fikri ve inancı benimsemesi için zorlamak, baskı altına almak suçtur, günahtır, ayıptır; bunu müslim, gayr-i müslim kim yaparsa yapsın cezalandırılır; İslâmın, bütün dünyada kontrolü ele alıncaya kadar gayr-i müslimlere savaş vecibesini getirmesinin gerekçesi budur; yani dünyada din, fikir ve vicdan hürriyetini sağlamak, bu konulardaki baskıyı kaldırmaktır. Bunu başka bir dinin ve sistemin mensupları yapamayacağı, yapmadığı için İslam amaca cihad ve hakimiyetle ulaşmayı zaruri görmüştür. Müslümanlar arasında emir bi'l-ma'rûf..., kâfirlere karşı ise cihad, insanları zorla müslüman yapmak için değil, müslümanın ve kâfirin din, hukuk ve ahlâk kurallarını çiğnemesini önlemek içindir. Kur'ân'da ve Sünnet'te, belli bir ihlal karşısında ahlâkî ve dinî müeyyideden sözedilmiş, fakat hukukî müeyyide zikredilmemiş olursa bu durum, gerektiğinde ülü'l-emr'in -tazir çerçevesinde- hukukî tedbir almasına, müeyyide uygulamasına engel teşkil etmez.

Zarûret ve ihtiyaç

Muhterem hocam sizin "İslam'ın Işığında Günün Meseleleri" adlı kitabınızın birinci cildinde "Çaresizlik sebebiyle faizli kredi" adlı araştırmanızdan dolayı bize birçok sorular gelmektedir.
Ben de önce sizin kitabınızı bir kaç defa okuduktan sonra tatmin olamadığım için sizden bazı açıklamaları rica ediyorum.
1- İhtiyacın anlam ve mahiyetini âyet ve hadîsten rica ediyorum.
2- Aynı şekilde zarureti de.
3- "İhtiyaç genel olsun, özel olsun zaruret sayılır" kaidesini Mecelle'den de zikretmişsiniz. Lütfen bu kaidenin de dayandığı âyet veya hadisi zikreder misiniz? Ben çok araştırdım bulamadım.
4- Zekâttaki zenginlik ölçüsüne yetişemeyen her fakir ihtiyaç içerisinde midir? Öyle ise zengin olabilmesi için de ihtiyacı vardır, bu da zaruret sayıldığından dolayı hırsızlık veya daha başka haramlar da geçici olarak, zengin olana kadar mübah olur mu, nasıl?
5- Âlimler bazen ihtiyaç kelimesini zarûret manasına kullandı diye ihtiyaç zarûret olabilir mi? Örneğin İzzuddin b. Abdusselam fetvasında "Haram yeryüzünde öyle yayılsa ki artık helâl bulunamaz hale gelse ihtiyaç kadar haramı kullanmak bundan faydalanmak caiz olur".
6- "Dinde size hiçbir güçlük koymamıştır." (Hacc, 78) emr-i ilahîsi varken "Ebu Hanîfe evlenme konusunda ictihadlarıyla büyük kolaylıklar getirmiştir" sözünüzle neyi kastediyorsunuz. İctihad Kur'ân ve Sünnet'e dayalıdır. Öyle ise nasıl kolaylaştırıyor ve zor nerededir. Velisiz nikâh caiz değil de Ebu Hanîfe delilsiz olarak mı caiz görerek zor olan nikâhı kolaylaştırdı?
7- Örneğin Mecelle ve eşbâhlarda şu kaide zikredilmektedir. "Zorluk kolaylığı getirir" ve bu kaideden şu hükümlerin çıktığı söylenmektedir.
a) Seferde namazların kısaltılması,
b) Hastalık anındaki kolaylıklar ve teyemmüm,
c) İkrah konusu,
d) Unutmanın mükellefe birşey yüklemeyeceği,
e) Cehalet durumu,
f) Zorluk : Elbiselerdeki necasetin eserinin temizlenmesindeki kolaylık,
g) Umumî belvâ.
Bu noktaların hiçbirisi bu kaideden çıkmamıştır. Her biri için müstakil âyet veya hadîs vardır.
Acaba biz din kolay olduğu için bu hükümleri getirmiştir mi deriz, yoksa biz kolaylaştırdık mı deriz?
Bir de biz herhangi bir meseleyi bu kaidelere nasıl sokarız? O mesele ki hakkında nass yoktur.
Olan bir şeyi, bu kaideden çıktı nasıl diyebiliyoruz ki, neticede tüm o konuların âyet ve hadîslerini de yine ayrı ayrı görmek gerekiyor.
8- İbn Humam ihtiyaç ve zarûreti ayrı ayrı tarif ederek zarûretin haramı mübah, ihtiyacın ise mübah edemeyeceğini söylerken niçin ihtiyacı zaruret menzilesinde görmüyor?
9- Âyetlerde (mesela Bakara, 173) geçen zarûret kendi mahiyetiyle birlikte hem izah ediliyor ve hem de nasıl haramı mübah edeceği kayıtlanıyor. Bizler hangi delil ile bunu genişleterek ihtiyacı da bu menzileye indiriyoruz. Bu soru "ihtiyaçlar zarûret menzilesine iner" kaidesine cevap teşkil eder ancak ben biraz daha geniş olsun diye ayrıca yazdım.

Cevap:
Mektubunuzu aldım. Kimi itirazlarla, kimi sorularla dolu birçok mektup alıyorum. Bunların tamamını cevaplandırmaya kalkışsam işim yalnızca bu olur. Sizin mektubunuza da tafsilatlı cevap veremeyeceğim; buna ne vaktim var, ne de gerek var; çünkü bahsettiğiniz kitabımda zaruretle ilgili iki yazı var; birisi sizin okuduğunuz, diğeri de birinci cildin 217. sayfasından başlayan "İslâm Hukukunda Zaruret Hali" başlıklı uzun yazı. Bunları dikkatli okuduğunuz takdirde bütün sorularınızın cevabını bulacaksınız. "Sorularımın cevabını buluyorum ama bunlar beni ikna etmiyor" diyecek olursanız, buna da cevabım şudur: "Hangi görüş ve ictihada ikna oluyorsanız onu uygulayın."
Size asıl cevabım yukarıdaki satırlardan ibâret olmakla beraber, mektubunuzdaki sorulardan birkaçına çok kısa olarak dokunmak istiyorum:
1. İlk sorularda zarûret, ihtiyaç ve ihtiyacın zaruret sayılması konusunda âyet ve hadîse dayalı tarifler, açıklamalar istiyorsunuz. Böyle bir istekte bulunabilmeniz için dinde her konu ve kavramın âyet ve hadîslerle açıklanmış, tanımlanmış bulunması gibi bir vâkıanın olması gerekir, ayrıca doğrudan âyet va hadislerin (nass ve zâhir olarak) açıklamadığı konu ve kavramlarda, fukahânın, diğer deliller ve delâlet çeşitlerinden faydalanarak yaptıkları açıklamaların mûteber olmaması gerekir. Halbuki ne öyledir, ne böyle. Meselâ havâic-i asliyye, faiz, beyi', icare gibi yüzlerce konu ve kavram vardır ki, bunların ne olduğunu âyet ve hadîsler tarif etmemiştir; bunların tariflerini yine âyet ve hadîsler ile dil ve örfe dayanarak fakihler yapmışlardır. Zaruret ve hâcet de böyledir; hiçbir âyet ve hadiste bunların tarifi yoktur; naslar "dara düştüğünüzde, muztar kaldığınızda, kim darda kalırsa... " gibi ifadelerden oluşuyor. Dara düşmeyi, zaruret halini "ölüm veya uzvun zayi olması, önemli sıkıntı ve zararın hasıl olması vb." şeklinde tarif edenler ise fakihlerdir. Âyetler ve hadîsler, bütün delaletleri ile ve bir bütün halinde ele alındığı, dinin makasıdı (amaçları) da göz önünde bulundurulduğu zaman zaruretin "temin edilmediği zaman hayatın devamı mümkün olmayan, yahut önemli sıkıntı ve zarar hasıl olan ihtiyaç" mânasına geldiği anlaşılıyor.
2. "Zekâtta zenginlik ölçüsüne erişmeyen her kişi fakirdir, ihtiyaç içindedir, zengin oluncaya kadar hırsızlık yapabilir mi?" diyorsunuz.
Bu sorunuzu çok garipsedim. Ben yazılarımın neresinde buna benzer bir söz söylüyorum da siz böyle bir soruyu sorabiliyorsunuz? Bir insanın zekât yükümlüsü olabilmesi için önce aslî ihtiyaçlara, sonra nisâba mâlik olması gerekir. Bizim bahsimiz, aslî ihtiyaçlara sahip olmayanlar ile ilgilidir ve fakir (muhtaç olanlar) bunlardır. Hırsızlık konusuna da anılan yazımızda cevap vardır. Zengin olmak aslî (temel, olmazsa olmaz veya zor olur) ihtiyaçlardan değildir ki, onu zaruret sayalım ve ruhsat sebebi kılalım!
3. İbnu'l-Humâm -nerede söylemişse- o sözü söylemiş ve zaruret ile hâceti birbirinden ayırmış; hacet haramı helâl kılmaz demiş. Bu onun anlayışıdır, sizi de iknâ ediyorsa bunu uygularsınız. Ben buna karşı birçok âlimin farklı anlayışlarını ve Mecelle'nin umumi kaidesini zikrettim. O mûteber oluyor da bunlar niçin mûteber olmuyor? Ayrıca aynı İbnu'l-Humâm, Fethu'l-Kadîr'in Kazâ bölümünde ölüm derecesinde veya uzvun kaybı ile ilgili bulunmayan maslahatın celbi veya mefsedetin def'i için müslümanın, devlet adamına veya aracıya rüşvet verebileceğinden bahsediyor. Bu bir çelişki değil midir? Müslüman, meselâ malını kurtarmak için rüşvet vermese ve malı elinden, haksız olarak alınsa ne ölür, ne de kör olur; bu durumda rüşvet verip malını kurtarabilir demek, "ihtiyaç, zaruret gibi kabul edilir" demek değil midir?
4. Eğer ictihadda, yorumda, uygulamada, caiz şıklardan birini tercihte, fetvâ verirken muhatabın durumunu göz önüne almada... kolaylaştırma, kolayı tercih etme imkânı olmasaydı Allah Rasûlü (s.a.): "Kolaylaştırın, zorlaştırmayın..." buyurmazdı (Buhari, Meğâzî, 60; Ahkâm, 22;Müslim, Eşribe, 71).
Bu vesile ile selam eder, kulluk yolunda başarılar dilerim, kardeşim.

ZARÛRET HALİ
Mektuptaki soruları genel ve özel diye ikiye ayrımak mümkündür. Genel soru "zaruret prensibi" ile ilgilidir; zaruret nedir, ihtiyaçların hangileri zaruret sayılır, bugün zaruret prensibinden faydalanmak mümkün müdür, zaruretin miktarını kim tayîn edecek....?
Bu soruların cevabı, İslam'ın Işığında Günün Meseleleri isimli kitabımızda (İst. 1988; Yeni Baskısı, İst. 1999) geniş ve açık bir şekilde verilmiştir. (Bak. C. I, s. 217-275, 330-354). Burada tekrarına ne yer, ne zaman ve ne de ihtiyaç vardır.
Özel sorular, zaruret ve ihtiyaç sebebiyle haramların helâl olması ile ilgili bazı meseleler ile, daha doğrusu bu prensibin uygulaması ile ilgilidir. Benzeri soruların da cevabına esas teşkil etmek üzere kısa bir tekrarda fayda vardır:
Zaruret ve ihtiyaçlar umumi ve hususi olmak üzere ikiye ayrılır.
a) Umumi zaruret ve ihtiyaç, müslüman toplumun, ümmetin, ümmetin belli bir yeri yurt edinmiş bir gurubunun tamamını veya çoğunu ilgilendiren zaruretler, ihtiyaçlar, sıkıntılar ve darboğazlardır. Bu sıkıntıları gidermek, ümmetin yaşamasını ve gelişmesini sağlamak üzere -farz-ı kifâyeyi yerine getirmek üzere- harekete geçen kişiler, zaruret prensibini kendi menfaatleri için kullanamazlar. Meselâ ümmetin önemli bir ihtiyacını gidermek için faizli kredi almaktan başka yol bulunmadığında, bunu alır ve yatırım, ticaret vb. yaparlarsa, bu faaliyetlerin gelirinden onların nasibi, ortalama refah seviyesini sağlayacak kadardır, bunun dışında kalanı tamamen ümmetin mezkûr sıkıntısını gidermek için kullanmak gerekir.
b) Hususi ihtiyaç ve zaruretler ferdin veya küçük gurupların ihtiyaçları, sıkıntıları ve dar boğazlarıdır. Müslümanlar, içlerinden birinin, haram kapısını çalacak kadar dara düşmesini önlemekle yükümlüdürler. Zekâtla, nafaka ile kuracakları yardım ve dayanışma kurumları ile... bunu sağlayacaklardır. Toplumda fazla (toplum fertlerinin aslî ihtiyaçlarından fazla) bulunduğu müddetçe bu, dara düşen fertlere ulaşacak, ulaştırılacaktır. İşte bu vazife ihmal edilir, İslâm toplumu ictimâî adâleti, dayanışmayı, kardeşliğin gereğini yerine getirmezse, bu yüzden fertler dara düşer, aslî ihtiyaçlarını (yiyecek, giyecek, mesken, öğrenim, tedavî, taşınma, gerekli seyâhat, âlet, takım, tezgâh.....) karşılayamazsa İslâm, yükü dara düşen müslümana yüklemiyor. Tam aksine ona ruhsat kapılarını açıyor ve onu bu hale getiren, bu halde bırakan toplumu sorumlu kılıyor. Bu durumda günaha giren, "paçasını kurtarma durumunda olan (bu tabir soruyu sorana aittir)" dara düşen, bu yüzden ruhsattan faydalanan müslüman değil, onu bu halde bırakan imkân sahipleridir. Zaruret ve ihtiyaçlar geçici olarak haramı helâl hale getirdiği için ruhsattan faydalanan kimseye, "haramı alan, veren, yiyen vb. kimse..." denilemez.
Evet bir müslümanın başka imkânı yoksa, faizsiz kredi de bulamıyorsa mesken edinmek, kiralayacağı bir yere peşinat ve depozit ödemek, işini kurmak için âlet, tezgâh, makina vb. almak (bu iş şahsî ve ailevî geçimini sağlamak için kuracağı iştir, daha büyük işler şahsî ihtiyaç ve zaruret içine değil, yukarıda sözkonusu ettiğimiz umumi ihtiyaç ve zaruret kavramı içine girebilir), ekip biçmek için gerekli olan âlet, techîzât, tohum, ilaç vb. temin etmek... maksadıyla faizli kredi alır; bu durumda faiz ödemek kendisi için caizdir, bundan dolayı günahkâr olmaz, günahkâr olanlar onu bu durumda bırakanlar, İslâmın sosyal adâlet ve dayanışma kurumlarını ihmal edenlerdir, cemâattir, toplumdur.
Bu konu ile ilgili olup bizden önceki nesillere ait örnekleri İslam'ın Işığında Günün Meseleleri isimli kitabımızın birinci ve ikinci ciltlerinde zarûretle ilgili iki ayrı yazıda bulabilirsiniz.




--------------------------------------------------------------------------------
 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Fetvalar arasında

Müslüman Allah'ın iradesine teslim olan insandır. Allah'ın iradesi, bizden ne istediği, ne beklediği, hangi inanç, düşünce ve davranışlarımızdan hoşnut olduğu, O'nun Peygamberine vahyi ile bildirilmiştir. Vahyi okumak, anlamak ve uygulamak bütün müslümanların vazifesidir. Bunu yapabilenlere (doğrudan okuyup anlayanlara) müctehid, bilgisi yetersiz olduğu için bilenlerden sorup uygulayanlara da tâbi ve mukallid denilmiştir. Bir müctehidin ictihadı ile vardığı sonuç, hüküm ve elde ettiği bilgi onun için dindir, dinî gerçektir, bununla amel eder, buna zıt olan görüş ile amel edemez. Meselâ müctehid ictihadı ile kanamanın abdesti bozduğu hükmüne ulaşmış ise "kanama abdesti bozmaz" diyen müctehidin kavli ile amel edemez. Mukallid ve tâbi olan müslümana gelince ona göre din, dini hüküm ve gerçek, sorduğu âlimin yaptığı açıklamadır. Meseleyi birden fazla âlime sormuş veya birden fazla âlimin (müctehidin) kitabından okumuş ise bakılır: Eğer hepsi aynı şeyi söylüyorsa dinî hüküm tektir, başkası yoktur. Farklı sonuçlara ve hükümlere varmış iseler mukallide göre bunların tamamı dindir, herbiri ile amel caizdir. Bir kere bir ictihad ile amel etmek, artık devamlı onunla amel etmeyi gerekli kılmaz; kılar diyenin delili yoktur. İnsanlar dinî eğitim ve öğretimin tabiatı icabı (genellikle çevreden geleneksel olarak elde edildiği için) bir mezhebe göre dinlerini yaşar oluyorlar. Bu tercihin başkaca bir ilmî veya dinî mesnedi olmuyor; yani sıradan müslümanlar mezheblerini, mukayese ve delil ile seçmiyorlar, seçilecek mezheb konusunda dinî bir işaret de mevcut değildir. Allah Teâlâ bu kullarını, bir âlime sorarak iradesini öğrenmek ve uygulamakla yükümlü kılmıştır. Âlim tek değildir. Âlimlerin söyledikleri de her zaman aynı değildir. Mukallid, ilim yoluyla tercih yapamayacağı için ona göre bunların tamamı dindir, ilâhi iradeyi yansıtmaktadır. Bunların hatalı olanı da isabetli olanı da Allah nezdinde makbuldür. "Zor olanı, ihtiyatlı olanı..." tercih konusunda da bağlayıcı delil yoktur. Makbul bir sebeple (bu kolaylık, çözümü onda bulma, ihtiyaç vb. de olabilir) farklı zamanlarda, farklı ictihad ve mezheblerle amel etmek caizdir, yeter ki maksat Allah Teâlâ'ya kulluk olsun.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Soru: Camilere abdestsiz girilebilir mi?
Cevap:
Müslümanların bir zaruret bulunmadıkça içeride kalmak, belli bir zaman geçirmek üzere abdestsiz olarak camiye girmeleri caiz değildir. Bir ihtiyaç, iş ve zaruret sözkonusu olduğunda camiye abdestsiz olarak girilip çıkılabilir, bir müddet kalınabilir. Meselâ cami içinde bir iş gören, tamir vs. yapan müslüman ustanın girmek için abdest alması gerekmez. Kezâ ihtiyaca binaen camide yatıp kalkan müslümanların da her zaman abdestli olmaları gerekli değildir.

Soru: Müslüman kadınların tesettüre riayet etmeksizin açık saçık olarak camilere girmesi caiz midir?
Cevap:
Müslüman kadınların hangi şartlarda, kimlere karşı, ne kadar açılabilecekleri konusu Kur'ân-ı Kerîm'de, Sünnet'te ve ilgili dînî kaynaklarda en ince teferruâtına kadar açıklanmıştır. Bu sınırların dışına taşan, açılmaması gereken yer ve zamanda avret yerlerini (kapatılması gereken uzuvlarını) açan müslüman kadın böylece camiye de girse, çarşı pazara da gitse, evinde de otursa günah işlemiş olur. Örtünme bakımından camiin özel bir şartı yoktur; ancak câmî âdâbı ve camide daha ziyade erkeğin bulunacağı gözönüne alındığında kadınlarımızın buraya girerken kendilerine çekidüzen vermelerinin daha gerekli (uygun, yakışır) olduğunda şüphe yoktur.

Soru: Gayr-i müslimlerin turistik amaçla camilere girmeleri caiz midir? Delili nedir?
Cevap:
Hz. Peygamber (s.a.) zamanında gerek müşrik ve gerekse ehl-i kitap olan gayr-i müslimler camiye girmiş, O'nunla görüşüp konuşmuş ve hatta orada kalmışlardır. Buradan hareketle İsâm müctehidlerinin bir kısmına göre gayr-i müslimlerin cünüb ve abdestsiz olarak -ki onlar zaten gusül yapmaz ve abdest almazlar- camiye girmelerinde sakınca görülmemiştir. Giriş maksadına gelince burada titizlik gösterilen husus, camiye saygısızlık, müslümanları rahatsız etmek, camiyi kirletmek vb. kötü bir maksadın bulunmamasıdır. Turistik maksat, camiyi görme, bilgi edinme, merak giderme maksadıdır; bu ise ne camiye, ne de müslümanlara zarar verir. Bu maksatla camiye giren, orada müslümanların ibâdetlerini seyreden gayr-i müslimlerin İslâm ile ilgilenmeleri, ibâdete imrenmeleri, hidâyete yönelmeleri de mümkündür. Muhtemel mahzuru ve zararı önleyici tedbirler alınmak şartıyla bunlara camilerimizi görme imkânı verilmelidir.

Soru: Âdetli kadınların camilere girmeleri caiz midir?
Cevap:
İçeride kalmak, oturmak, vakit geçirmek üzere müslüman ve âdetli kadınların câmilere girmeleri caiz değildir. Bu konuda ittifak vardır. Ancak iş, ihtiyaç, geçiş, çaresizlik gibi sebeplerle böyle kadınların da camiye girip çıkmaları caiz görülmüştür. Hz. Peygamber (s.a.) zamanında Hz. Âişe (r.a.) ve daha başka kadınlar, âdetli iken, başörtülerini almak üzere camiye girip çıkmışlardır.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Zekat, ölçü, mahremiyet

1. Aslî ihtiyaçlar tamam olmadığı halde elinde, zekat ödemeyi gerektirecek miktar ve vasıfta malı bulunan kimse üzerinden bir yıl geçtiği halde hâlâ bu mala sahip ise zekatını ödemelidir. Borca karşı ayrılmış olan maldan zekat ödenmez.
2. Ağaç üzerindeki meyva, örf ve âdete göre satılabilecek duruma geldiğinde -meyvanın sıhhati ve verimi belli olacak duruma geldikten sonra- götürü usulü ile satılması caizdir. Ayrıca kilo fiyatını belirlemek şartıyla, kesin hesabı meyva toplandıktan sonra çıkarılıp ödemek kaydıyla satış da caizdir. Buna göre kilosu on bin liradan olmak üzere bir bahçe portakal veya elma satılsa, toplayıp tartıldığında ne gelirse bedeli, kilosu on binden, ödenir.
3. Satım konusu maddeleri ne ile ölçmek teamül ve âdet halinde ise onunla ölçüp tartarak satmak caizdir. Âdet değişince ölçme usulü de değişir.
4. Aile içinde mahrem olmayan yakınlar veya yabancılar bulunduğunda kadınlar tesettürlü (avret yerleri uygun giysilerle örtülmüş) olarak yanlarında bulunabilir, aynı sofrada yemek yiyebilir, aynı kaptan su içebilirler. Kadının hamile olması bu konuda farklı hüküm getirmez.
5. Bir çarşafı, havluyu, yatağı, yastığı, yorganı arka arkaya gelen ve birbirine nâmahrem (evlenmeleri caiz) olan müsafirlerin kullanmaları caizdir. Yıkamak, değiştirmek din yönünden gerekli değildir. Sağlık, temizlik gibi sebeplerle değiştirilmesi ise dine göre bazen farz, bazen müstehab bazen de mübah (serbest) olur.
6. Bir ailede cemaatle namaz kılınırken birbirine mahrem olmayan kadın ve erkeklerin aynı cemaatte bulunmaları caizdir. Yalnız hanefî mezhebine göre kadınların geride veya farklı bir düzeyde bulunmaları gerekir.
7. Bir kadın nâmahremin yanında veya açık arazide namaz kılarken normal hallerde, farklı bir davranışta bulunmaksızın evinin içinde kıldığı gibi namazını kılar. Erkekler yandan veya arkadan ona bakıyorsa rukû ve secdede kabalarının daha az belirebileceği şekilde hareket etmesi uygun olur.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Zekât ve vergi

Zekât ve vergi konusundaki makalemi okumuşsunuz, ilginize teşekkür ederim. Zihninize takılan konuyu biraz açmaya çalışayım:
1. Zekâtı devletin toplayıp dağıtmasının gerekli olup olmadığı, yani bu farzı yerine getirme işinin fertlere bırakılmasının cevazı konusu tartışılmıştır. Kimileri bu caiz değildir, bazıları caizdir demişler, bir kısım ulemâ da malları kısımlara ayırarak zahir mallarda caiz değildir, bunların zekâtını devlet toplar ve harcar (yerine iletir), bâtın malların (altın, para vb.) zekâtının ödenmesi ise yükümlülere bırakılabilir demişlerdir.
Mevzûun nazarî tartışması böyle olmakla beraber tatbikatta asırlar boyu zekâtın ödenmesi işi mükelleflere bırakılmış, devlet bununla ilgilenmemiş, öte yandan gerektikçe çeşitli mal ve değerlerden vergi almışlardır.
2. Zekâtın sarf yerleri bellidir. Toplumun ve devletin bu yerler dışında hizmete ve sarfa ihtiyacı vardır: Yol, su, elektrik, âsayiş, resmi hizmetlerde kullanılan personel, araç, gereç giderleri, eğitim, sağlık, ulaşım, adâlet tevzîi... bunlardandır. Bu hizmetlerden bütün vatandaşlar istifade etmektedirler. Ayrıca bu hizmetlerin önemli bir kısmının rejimle, düzenle de alâkası yoktur; rejim ne olursa olsun bu işlere ve hizmetlere ihtiyaç vardır ve bunlar yerine getirilecektir. Devletin diğer gelirleri bu hizmetleri karşılamıyorsa vergi kaynağına-zarureten- başvurulur. Bir örnek üzerinde yürüyelim: Maddi gücü müsait olanlardan belli ölçülerde para toplayarak bir köprü yaptırmaya karar verdiğimizi düşünelim, bu durumda ödemede bulunan her şahıs buna, aynı durumda olan başkalarının da katıldığını düşünerek razı olmaktadır, köprü yapıldığında bundan istifade etmenin şartı, ya yapımına katkıda bulunmak, yahut da gücü bulunmadığı için ödemeden muaf tutulmuş olmaktır. Aksi halde haksızlık edilmiş, halkın malı, onların rızası dışında alınmış ve kullanılmış olacaktır. İşte bu ilkeden hareketle diyorum ki, devletin ihtiyaca binaen talep ettiği vergiyi vermemek, ancak bu vergilerle ortaya konulan hizmetten yararlanmak caiz olmaz; böyle bir istifadeye toplumun rızası yoktur. Devlet vergiyi koyarken ve sarfederken kısmen-tamamen olamaz- haksızlık ediyor, meşru olmayan harcamalar yapıyorsa bu bir başka problemdir; ancak çözüm hiç vergi vermemek değildir.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hac ve ihram

1. Hac ve umre yapmak gibi bir maksadı olmayan, ticaret, seyahat, vazife, iş gibi maksatlarla mikatı geçen ve harem bölgesine giren (girip çıkan) müslümanların ihrama girmeleri gerekli değildir. Hanefîler ihramı, harem bölgesinin hürmetine bağladıkları için bunu gerekli görmüşlerdir. Halbuki ihram, bölgenin değil, hac veya umre ibadetinin gereğidir, bu ibadetler ihramsız yapılamaz, fakat böyle bir ibadet yapma maksadı bulunmadan hareme girenlerin ihrama girmeleri gerektiğine dair bir delil mevcut değildir, aksine Hz. Peygamber'in ihramsız olarak bu bölgeye girdiği sabittir. Hanefilerin bu girişi "geçici" olarak tevil etmeleri mezheb gereği zorlamadır. Diğer hadisler de hac ve umre maksadıyla girenlerin ihrama girmeleri gereği ile ilgilidir.
2. Hac aylarında Harem bölgesinde bulunan ve umre yapmış olan, yahut da bu aylarda dışarıdan gelip, mikatta ihrama girip umre yaptıkan sonra ihramdan çıkan kimseler aynı yılda hac vazifesini de yerine getirebilirler ve yaptıkları hac "temettu" haccı olur. Eğer harem bölgesine hac aylarından önce gelmiş ve umre yapmış olurlarsa, aynı yılın hac mevsiminde haccetmek istedikleri takdirde önlerinde üç imkân vardır:
a) Temuttu haccı,
b) Kıran haccı,
c) İfrad haccı.
Birinci ve ikinci nevilerde hac ile umre birleştirilmekte, üçüncüsünde ise yalnızca hac yapılmış olmaktadır. "Harem bölgesinde oturanlar (ehli, ailesi Mescid-i haramlı olanlar) aynı yılda hem umre, hem de hac ibadeti yapamazlar" diyenlerin delilleri kesin değildir, bu bir ictihad ve yorum meselesidir. İlgili âyetteki kayıt kurban ile (hedy ile) ilgilidir, "Mekkelilerin de bu iki ibadeti cemetmeleri caizdir" diyen müctehidler isabet etmişlerdir. Sizler bu ictihad ile amel edin ve umre yapmış olsanız bile aynı yılda istiyorsanız hac ibadetinizi yerine getirin. Bunu meneden, "aynı yılda bu iki ibadeti birden yapmayın" diyen bir âyet veya hadis yoktur. Müctehidlerin çoğu da bu iki ibadetin aynı yıl içinde yapılabileceğini ifade etmişlerdir.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Tokalaşma adabı

İslâmda tokalaşma sünnettir; Rasûl-i Ekrem (s.a.)'in hem emir ve tavsiyesi, hem de bizzat uygulaması ile sünnet olduğu tesbit edilmiştir. Nitekim el-Berâ b. Âzib'in rivâyetine göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "İki müslüman karşılaşıp tokalaştığı, Allah'a hamdedip yarlıgamasını diledikleri zaman her ikisi de yarlıganır (günahları bağışlanır)" Yine aynı râvinin naklettiği bir başka hadiste de "Karşılaşıp tokalaşan hiç iki müslüman yoktur ki ayrılmadan önce bağışlanmış olmasınlar" buyurulmuştur. (Ebû-Dâvûd, Ahmed, İbn Mâce)
Tokalaşmanın nasıl yapılacağı hakkında Hz. Peygamber (s.a.v.)'den bir tarif nakledilmiş değildir. Bunun sebebi tokalaşmanın örfî, âdetle bilinen, malûm olan bir fiil olmasıdır; bilinen birşeyi Rasûlullah değiştirmeyecek ise bunun için bir tarif vermesi gerekmez. Sonrakiler, gerek Rasûlullah'ın ve gerekse ashâbın nasıl tokalaştıklarını öğrenmek istedikleri zaman hadis şerhlerine ve lûgat kitaplarına bakacaklardır. İşte biz de bu iki kaynağa başvurduğumuzda şunları tesbit ettik: Tokalaşma (musâfaha), tokalaşanların ellerinin iç taraflarının birbirine temas ederek kavranması ve yüzlerinin de birbirine dönük olmasıdır. Lûgat kitaplarının tarifine göre musâfaha, başparmak ve çevresinin karşılıklı kavranması ile değil, avuçların karşı karşıya gelerek birbirine temas etmeleri ve elin böylece tutulmasıyla gerçekleşir. Tek elle mi, çift elle mi yapılacağına gelince, her ikisi hakkında da rivayet bulunmakla beraber birer el ile yapılacağını ifade eden hadis ve nakiller daha umûmî ve yaygın tatbikatı aksettirmektedir. İbn Abdilberr'in Ubeydullah b. Büsr'e dayanan bir senedle naklettiği sahih bir hadiste Ubeydullah (r. a.) bir elini (tabîî sağ elini) göstererek şöyle demiştir: "Şu elimi görüyor musunuz; ben bununla, Rasûlullah ile tokalaştım!..." Buhârî'nin İbn Mes'ûd'dan naklettiği ve Hz. Peygamber'in ona teşehhüdü "et-tahiyyâtü lillahi..." öğrettiğini anlatan hadiste İbn Mes'ûd "benim (bir) elim, O'nun iki eli arasında oluduğu halde ..." demiş ve yine Buhârinin rivâyetinde Hammâd b. Zeyd'in Abdullah b. Mübârek ile, iki eliyle musâfaha ettiği zikredilmiştir. Bu sahih rivâyetlerle, yukarıda zikrettiğimiz sahih rivâyeti şöyle telif etmek mümkündür: Tokalaşma çift el ve tek el ile yapılabilir. Normal hallerde tek el ile, fevkalâde ve husûsi hallerde çift el ile yapılmış olması da muhtemeldir.
Nevevî'nin naklettiğine göre tokalaşmanın sünnet olduğunda ittifak vardır; ancak sünnet olan bu fiil, iki insanın normal olarak karşılaşmaları halinde yapılır. Yabancı bir erkekle kadının; yâni nikâhlanmaları câiz olan bir erkekle bir kadının tokalaşmaları câiz değildir. (Bazı müellifler, kadınla erkeğin tokalaşmalarının yasak olmasını cinsî duygulanma ihtimaline bağlamış, böyle bir ihtimalin bulunmaması halinde caiz olur demişlerdir.) Bazı namazlardan sonra cemâatin toplu halde tokalaşmaları, musâfaha etmeleri ise sünnet değil, bid'attir. Nevevî ve İbn Abdisselâm gibi bazı âlimler "bid'at olmakla beraber mübahtır, yapılabilir." demişlerdir. Ancak Aliyyülkarî haklı olarak bu ifadeyi reddetmiş ve "sünnet olan musafaha, karşılaşan iki müslümanın, ilk karşılaştıklarında yaptıkları tokalaşma olduğuna göre buna uymayan bir şekilde ve namazdan sonra toplu musâfaha çirkin bir bid'attır" demiş, Ebu Dâvûd şârihi Şemsülhak da ona katılmıştır.
Hz. Peygamber ve sahâbe devrinde, namazlardan sonra toplu musâfaha edilmemiştir, böyle bir uygulama mevcut değildir. (Şemsü'l-hak, Avnu'l-Ma'bud (Sünenü-Ebî-Dâvûd şerhi), Medine, 1969, C. XIV, s. 118-123; el-Münâvî, Feyzu'l-Kadîr, Kahire 1938, c. V, s. 499; el-Aynî, Umdetü'l-Kari (Buhârî şerhi), el-Âmira tab'ı, c. X, s. 494 vd.)

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Gusül, et kesimi, tesettür, miras

Soru: Kişi sabah namazına kalkıyor, ihtilâm olmuş, gusül abdesti almaya vakit yok, güneş doğacak, teyemmüm ederek namazını kılıyor. Sonra bu namazı kaza etmesi gerekir mi?
Cevap:
Günlük farz namazlardan biri sözkonusu olduğunda, abdest veya gusül için zaman kalmamış bile olsa, teyemmümün caiz (yeterli) olmadığı konusunda hanefî, şâfiî ve hanbelî mezhebleri ittifak etmişlerdir. Hanefîler namazları üç guruba ayırmışlardır:
a) Nâfile namazların vakte bağlı olmayanları; bunların vakti geçmediği için sıkışık durumda teyemmüm ile kılınamazlar.
b) Beş vakit namazın farzları ile cuma namazı gibi, geçtiği zaman bir bedeli bulunan namazlar (beş vakit namazın bedeli kazâ etmektir, cumanın bedeli öğle namazı kılmaktır); sıkışık zamanlarda bunlar da teyemmüm ile kılınamaz. Eğer -soruda olduğu gibi- kişi, vakit çıkacak diye teyemmüm ederek farz olan vakit namazını kılmış olursa bunu yeniden kılması gerekir.
c) Bir bedeli olmadan geçen namazlar; cenaze ve bayram namazları ile müekked sünnetlerin vakitleri geçince, yerlerini dolduracak başka bir namaz yoktur; bu sebeple mezkûr durumlarda teyemmüm edilerek bu namazlar kılınabilir.
Mâlikî mezhebi fukahâsına göre, beş vakit namazın farzları, abdest veya gusül alındığında geçecek, teyemmüm ile kılındığında geçmeyecek durumda ise, vakit bu derecede sıkışmış bulunursa teyemüm ile kılınır ve sonra yeniden kılınmaları gerekmez (el-Fıkhu-ale'l-mezâhib, C. I, s. 107).
Bu ictihadlar içinde mâlikîlerinkini tercih etmek gerekir; çünkü namazların kazâsını edâsına denk tutmak isâbetli değildir; yani namazın kazâsı, edasının yerini tutmaz. Mâlikîlerin ictihadı kişiye, namazını edâ (vaktinde kılma) imkânını vermektedir ve bu sebeple tercihe şâyandır. Vaktin gusül veya abdest için yeterli olmaması bir imkânsızlık ve darlıktır; teyemmüm de işte bu gibi darlıklar sebebiyle meşru kılınmıştır.

Soru: Kadınlar hasta oluyor, kadın doğum doktoruna gidiyor, doktor (erkek veya kadın) el ile muâyene ediyor, gusül gerekir mi?
Cevap:
Bu durumda gusül gerekmez, ancak abdestin tazelenmesi lâzım gelir. Kadın veya erkeğin cinsel organlarına sokulan pamuk vb. şeylerin yaş olarak çıkmaları halinde de abdesti tazelemek gerekir. Bunlar içeride durduğu müddetçe içe gelen uçları ıslanmış olsa bile abdest bozulmaz. Ancak erkeğin cinsî organının sünnet sınırı, kadının cinsî organına girerse -cinsî temas bu noktada kalmış olsa bile- her ikisinin de gusül abdesti alması gerekir.

Soru: Bazı müslümanlar tanımadıkları kasaptan et alıyorlar. Seyâhat sırasında et yemeği yiyenler, etin nasıl kesildiğini bilmedikleri için hayatta buna uymak zorluk veriyor. Her et aldığımız kimsenin dînî durumunu bilmiyoruz. Bu konuda nasıl bir yol izlemeli?
Cevap:
Bu konuda kuvvetli ihtimale göre hareket edilecektir. Vatandaşlarının çoğu dinsiz, yahut müşrik olan bir ülkede kuvvetli ihtimal (zann-ı gâlib) hayvanları dinsiz yahut müşrik kimselerin kesmiş olmalarıdır. Bu ülkelerde kesilmesi gereken hayvanların etlerini yememek, balık vs. yemek gerekir. Halkının çoğu müslüman veya kitab ehli olan ülkelerde, kesilmesi gereken hayvanların etleri yenebilir. Rasûlullah'a (s.a.v.) "Ya Rasûlallah! Gittiğimiz yerlerde bize et getiriyorlar, keserken besmele çekip çekmediklerini bilmiyoruz, bunu yiyelim mi diye sordular, "Allah'ın adını anın ve yeyin" cevabını aldılar. (Buhârî, Zebâih, 21) Bu cevapta dikkat çeken nokta, Allah Rasûlü'nün ümmete güçlük çıkmasını istememesi, onları "keserken besmele çekilip çekilmediğini araştırmakla" yükümlü kılmaması ve besmele çekerek yemelerine izin vermesidir. Günümüzde, tanıdık kasaptan et alsanız bile bu etlerin hayvanlarını o kasaplar kesmiyorlar, etleri mezbaha ve kombinalardan alıyorlar, kesim esnasında oralarda bulunamıyorlar, büyük şehirlerde et doğrudan kasap dükkânlarına geliyor. Eğer müslümanları, yedikleri eti kimin kestiğini, keserken besmele çekip çekmediğini araştırmakla yükümlü kılsanız et yemeleri imkânsız hale gelir. Allah kulları için güçlük değil, kolaylık murad etmektedir.

Soru: Karşılama, temel atma törenlerinde kesilen hayvanların eti yenilebilir mi? Bir beldeye bir makam sahibi geliyor, onun şerefine hayvan kesiliyor, genellikle çocuk yuvalarına, Kur'ân kurslarına gönderiliyor.
Cevap:
Bir hayvan, eti yenen hayvanlardan olup usûlüne göre kesilmiş (öldürülmüş) ve puta kurban edilmemiş bulunursa eti yenir. Törenlerde, birinin gelmesinin şerefine hayvan kesmek, yahut kurban kesmek, puta veya o gelen kişiye -ibâdet maksadıyla- kurban kesmek demek değildir. Bu hayvanlar ya -o kişinin beldeye gelmiş olmasına şükrân olarak- Allah'a kurban edilmektedir, yahut da kurban niyeti olmaksızın, gelenin şerefine şuna veya buna et yedirmek üzere hayvan kesilmektedir. Bu maksat ve niyetler kesilen hayvanın etini haram kılmaz.
Soru: Biz beş oğlan bir kız altı kardeşiz. Beyşehir'de imar parseli olan 600 metrekarelik bir arsa, bir de yine imarlı bir bahçe var. Kardeşlerim razı olmaz ise -şer'î bölüşmeye- ben rızâen onlara fazla versem günah olur mu?
Cevap:
Eğer vârisler beş oğlan ve bir kızdan ibâret iseler miras onbir parçaya ayrılacak, oğlanlar ikişerden on, kız da bir parça alacaktır. "Razı olmaz ise...." derken herhalde kızkardeşinizi kastediyorsunuz; yani kızkardeşiniz de kanuna göre sizinle eşit hisse isterse böyle bir istekte -bilerek- bulunuyorsa en azından günah işlemiş olur. Ancak siz, rızanızla ona fazla verirseniz bu verdiğiniz haram olmaz. Rızânız bulunmadığı halde şer'î haklarından fazla alırlarsa bu fazlalık alana helal olmaz, ancak bunda sizin bir sorumluluğunuz bulunmaz.

Soru: Annem, bizden habersiz bankaya para yatırmış, senelerdir faizi ve anapara karışmış, yaklaşık ikimilyon lira. Bu paradan benim hisse almam doğru olur mu? Alıp mahkeme, avukat masrafı olarak kullanabilir miyim?
Cevap:
Bu paradan hissenize düşeni alırsınız, banka kayıtlarına bakarak anaparanın miktarını bulur, ondan hissenize düşeni yersiniz. Geri kalan faiz olacağından bundan siz istifade edemezsiniz, fukaraya -kendilerine ait bir hakkı veriyormuş gibi- verirsiniz. Faiz gelirini, vermeye mecbur olduğunuz bir yere vermek, bununla kendi borcunuzu -bu borç nasıl hâsıl olursa olsun- ödemek caiz değildir; öderseniz faizden kendiniz istifade etmiş, faiz yemiş olursunuz.

Soru: Fotokopisini takdim ettiğim ekspertiz raporunu dolduruyorum, bina veya inşâatın durumunu ve değerini tesbit ediyorum, bunun için belediye encümeninin uygun gördüğü elli bin lirayı da alıyorum. Raporu alan şahıs bankaya ve Ordu Yardımlaşmaya giderek mesken kredisi alıyor. Faize yardımcı oluyor muyum? Ücreti alabilir miyim?
Cevap:
Yaptığınız işin doğrudan faiz işlemiyle bir alâkası yoktur. Uzmanlığınıza dayanarak bir iş yapıyor ve karşılığında rayiç olan ücreti alıyorsunuz. Yaptığınız iş caiz, aldığınız ücret helâldir. Şahıs bunu götürüp göstererek faizli kredi alıyorsa bu ikinci bir işlemdir ve siz bunun içinde yoksunuz. Ayrıca mesken bir aslî ihtiyaçtır, aslî ihtiyacını başka türlü temin edemiyen kimse faizli kredi alabilir. Bunun sorumlusu o şahıs değil, aslî ihtiyaçlarını temin edemeyen kimselere yardım etmeyerek onları faizli krediye başvurmaya mecbur eden toplumdur.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Tevbe, boğazlama, boşanma, gayr-i müslimle komşuluk

1. Elektrikli kesim âleti ile seri halde kesilen tavuk etinin hükmü nedir?
Cevap:
Bu kesimi yapanlar ya yahudiler ve hristiyanlar gibi Kitab ehli gayr-i müslimlerdir, yahut da müslümanlardır.
a) Kitab ehli gayr-i müslimlerin kestiklerinin, müslümanlar tarafından yenebilmesi, hayvanın İslâmda haram olmamasına ve kesimin, ehl-i kitabın dinine göre uygun yapılmış bulunmasına bağlıdır. Domuz, köpek vs. kim ve nasıl keserse kessin etleri yenmez; çünkü dinimizde bu hayvanları yemek caiz değildir. İslâmda yenmesi helâl olan hayvanları gayr-i müslimler kestiği zaman onların din adamlarına sorulur; bunlara göre kesim uygun ve yemek caiz ise mezkûr eti müslümanlar da yiyebilir. Kur'ân-ı Kerîm, ehl-i kitab gayr-i müslimlerin yiyeceklerinin müslümanlara da helal olduğunu açıkça ifade etmiştir. (Mâide: 5/5).
b) Tarif edilen kesim, ihtiyaca binaen müslümanlar tarafından yapılmış olursa hayvanın eti yine yenir. Rasûl-i Ekrem (s.a.) Adiyy b. Hâtim'e "... kanı istediğin şey ile akıt ve üzerine besmele çek." buyurmuştur (Ebû-Dâvûd, Edâhî, 15). Tavuğu kesen, elektrikli kesim âletini ve kesilecek hayvanı ayarlayıp besmele ile düğmeye basınca onu kesmiş, boğazlamış olur; bıçağı hayvanın boğazına sürtmekle kesici âletin düğmesine, koluna vb. basmak arasında fark yoktur; her iki durumda da kesen el değil, alettir. Düğme veya kola bir basışta birden fazla hayvanın kesilmesi de caizdir. Meselâ hayvan avında eskiden bir okla ancak bir hayvan vurulur idi, sonra ateşli silahlar çıktı ve bir atışta birden fazla hayvanı vurmak mümkün hale geldi, fukahâ bu durumda her hayvana ayrı atış yapmayı şart koşmadılar.

2. Ailede karı-koca olarak ayrı ayrı işsizlik parası almak için mahkeme önünde boşanıp dinî nikâhla evliliklerini devam ettiren çiftin evlilik ve kazanç durumu nasıldır?
Cevap:
Devlet ve toplum müslüman olsun, gayr-i müslim olsun bir takım haklara sahiptir. Bunlardan birisi de bunlara karşı haksızlık yapmamak ve ihanet etmemektir. Halkı müslüman, yönetimi İslâmî olmayan bir ülkede bulunan müslümanlar, o topluma ihanet etmeyecekleri, kanunlarını çiğnemeyecekleri, haksızlık yapmayacakları konusunda söz vermişlerdir; vize, giriş ve oturma anlaşmaları bu ahdi, bu söz vermeyi ihtiva etmektedir. Bahsettiğiniz hile bir ihanet, bir haksızlıktır, verdiği sözden dönmektir. Ülkenin kanunlarına göre hak edilmeyen birşeyi almak ve bundan faydalanmaktır. İslâm ihaneti, sözünden dönmeyi, haksızlığı, haksız kazancı, -bunlar ister müslümana yapılsın, ister gayr-i müslime yapılsın- yasaklamıştır.
Mezkûr çiftin evliliklerine gelince: İslâmda boşamanın ve boşanmanın şakası, düzmecesi, oyunu yoktur. Hâkim ve şahitler önünde bizzat, yahut vekili aracılığı ile karısını boşayanın eşi boş olur. Bir erkeğin eşini üç kere boşayıp, yeniden -kadın da isterse- evlenme hakkı bulunduğu için bir veya iki kere boşandıktan sonra tekrar nikah kıyarak evlenmeleri mümkün ve caizdir.

3. Hıristiyanlıkta olduğu gibi müslümanlıkta da günahların affettirilmesi için bir aracı din adamına ihtiyaç var mıdır? İslâmda günahlar nasıl affettirilir?
Cevap:
İslâmın hıristiyanlıktan önemli bir farkı da ibâdet, duâ ve tevbe (günahlardan vazgeçme ve Allah'tan affedilmesini dileme) konusundaki aracılık meselesidir. İslâm bu konularda aracıyı ortadan kaldırmış, ibâdet, duâ ve tevbede kul ile Rabbi'ni başbaşa bırakmıştır. Cemâatle namazda imam vardır; ancak imam aracı değil, toplu ibâdette düzenleyici, düzeni ve birliği sağlayıcıdır. Cemâatle namaz kılarken her ferd -bizzat kendisi- Allah'ına ibâdet etmektedir; ancak bu ibâdet, diğer müslümanlarla aynı zamanda ve birlikte yapılmakta, böylece heyecan, huzur ve sevabın artması sağlanmaktadır. İmam cemâatten biridir, onun farklı bir özelliği, bir kudsiyeti, bir sınıfı yoktur. Cemâat içinde dini en fazla bilen, Kur'ân-ı Kerîm'i en güzel okuyan ve en iyi ahlâkı temsil eden kişi öne geçer, namazı kıldırır. Kulun, ibâdet, duâ ve tevbesini yaparken aracıya ihtiyacı bulunmadığını, bunları Allah'ına doğrudan yapması gerektiğini bildiren sayısız âyet ve hadisten şöyle bir demet sunmak mümkündür:
"Kullarım sana beni sorduklarında (onlara bildir ki) ben kendilerine çok yakınım. Bana duâ ettiğinde duâcının duâsına karşılık veririm. Bu sebeple onlar da benim dâvetime kulak versin, bana iman etsinler ki doğru yolu bulalar." (Bakara: 2/186).
Hûd sûresinde, geçmiş ümmetlerden ve bunlara gönderilen peygamberlerin esasları aynı olan tebliğ ve çağrılarından bahsedilirken Sâlih Peygamber'in ağzından şöyle buyurulmaktadır: "O sizi topraktan yarattı ve orada size hayat verdi. Şu halde O'ndan bağışlanmayı dileyin ve O'na tövbe edin. Hiç şüphe yok ki Rabbim size çok yakındır ve duâlarınıza karşılık vermektedir." (Hûd:11/61).
"Rabbiniz şöyle buyurdu: Bana duâ edin size karşılık vereyim. Bana kulluğu kibirlerine yediremeyenler küçülerek cehenneme gireceklerdir." (Mümin:40/60).
Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Eğer siz gühah işlemez olsaydınız Allah başka insanlar yaratır, onlar günah işlerler, kendisi de onları bağışlardı." (Müslim, Tevbe,9)
Bir kudsî hadiste birkaç defa şu ifade tekrarlanmıştır: Durmadan tevbe edip tekrar günah işleyen kul, "Rabbim, günahımı bağışla!" deyince Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Kulum bir günah işledi, arkasından günahı bağışlayan, günahı cezalandıran bir Rabbi'nin var olduğunu bildi (ve O'na yönelerek tevbe etti), ne yapmış olursan ol, seni bağışladım!" (Müslim, Tevbe, 29).
Ashâbdan birisi, mahremi olmayan bir kadını öpmüş, sonra da işlediği günahtan dolayı pişmanlık duymuş, nasıl telâfi edeceğini sormak üzere Rasûlullah'a gelmiş, olayı kendilerine anlatmıştı. Bu münasebetle şu âyet nazil oldu: "Gündüzün iki tarafında (sabah, öğle ve akşam) ve gecenin de yakın saatlerinde (akşam ve yatsı) namazı kıl; çünkü iyilikler, kötülükleri giderir. Bu öğüde kulak verenlere bir hatırlatmadır!" (Hûd 11/114; Müslim, Tevbe, 39).
Son olarak zikredilen hadis sorunun ikinci kısmına da kısmen cevap olmaktadır. İslâma göre bir insanın işlediği günah ne kadar büyük olursa olsun affedilebilir, Allah tarafından bağışlanabilir. Bağışlamanın sebepsiz olması mümkündür; çünkü Allah'ın iradesi için sebep gerekli değildir. Ancak yine O'nun bildirdiğine göre bağışlanmanın sebepleri, yolları şunlardır:
a) Günah, kul hakkına tecavüz şeklinde olmuş ise bu hak geri verilecektir. Sahipleri bilinmeyen veya bulunamayan kul hakları, onlar adına fukaraya verilecek, amme hizmetlerine sarfedilecektir.
b) Günahtan dolayı pişmanlık duyulacak ve affetmesi için Allah'a yalvarılacaktır.
c) Bunlardan başka -yukarıdaki âyet meâlinden anlaşıldığı üzere- iyilikler (hasenât); yani İslâmda iyi, güzel, makbul, sevaplı sayılan davranışlar (ibâdetler, fakirlere ve çaresizlere yardım, insanlara Allah rızası için hizmet, hatta hayvanlara yardım) Allah'ın günahları bağışlamasına sebep ve vesile teşkil etmektedir.
d) Nihayet kulun başına gelen çeşitli belâ, musibet, âfet, zarar, hastalık vesaire de sabırla karşılandığı takdirde insanların işlediği günahlara keffâret olmakta, bunların bağışlanmasını sağlamaktadır.

4. Komşuluk hakkı, gayr-i müslim için de geçerli midir? Nasıl olmalıdır?
Cevap:
Müslümanlar gayr-i müslimler ile çeşitli ilişkiler kurmak, onların kadınlarıyle evlenmek, komşuluk etmek, onlara iyilikte bulunmak gibi davranışlardan menedilmemiş, aksine bunların bir kısmına teşvik edilmişlerdir. Yasaklanan husus müslümanları bırakıp onları dost edinmek, onların tarafını tutmak, dinî davranış ve sembollerde gayr-i müslimlere benzemeye özenmek, onları taklit etmektir. Müslüman kendi kimliğini, kültürünü korumak şartıyla gayr-i müslimler ile-yukarıda sayılan şekillerde- ilişki kurabilirler. Örnek devirlerin uygulanması böyle olduğu gibi aşağıda meallerini sunacağımız âyet ve hadis de bu hususu bütün açıklığı ile ortaya koymaktadır:
"Allah, din uğrunda sizinle savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmayan kimselere iyilik etmenizi ve onlara karşı âdil davranmanızı yasak kılmaz; doğrusu Allah, âdil olanları sever. Allah ancak sizinle din uğrunda (dinlerini size kabul ettirmek için) savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanıza yardım edenleri dost edinmenizi yasak eder. Kim onları dost edinirse işte onlar zalimlerdir." (Mümtehine: 60/8-9).
Âyetin açık ifadesine göre müslümanlara karşı düşmanca emeller beslemeyen ve kötülük etmeyen gayr-i müslimler ile insanlık, âdalet ve iyilik çerçevesinde ilişki kurmak menedilmemiş, aksine teşvik edilmiştir; çünkü bu ilişkinin sonu İslâmın tanınması ve sevilmesi olacaktır.
Mücahid'in anlattığına göre Abdullah b. Ömer'in evinde bir koyun kesilmiş idi. Kendisi eve gelince birkaç kere "şu yahudi komşumuza bir parça hediye ettiniz mi?" diye sordu. (Bunun üzerinde niçin bu kadar durduğu kendisine sorulunca da) Rasûllulah'ın şu sözünü nakletti: "Cebrâil komşu hakkına riâyet etmemi bana o kadar tavsiye etti ki sonunda Allah'ın komşuyu komşuya vâris kılacağını zanneder oldum." (Tirmîzi, Birr, 24).

5. Aybaşı halinde olan bir kadın, nikahlı eşi ile cinsi ilişkide bulunabalir mi?
Cevap:
Kur'ân-ı Kerim parça parça nazil olurken bu soru sorulmuş ve Allah Teâlâ şu cevabı vermiştir: "Sana kadınların ay halini sorarlar. De ki, o bir rahatsızlık sebebidir, bu sebeple aybaşı halinde olan kadınlarla cinsi ilişki kurmayın, temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın..." (Bakara: 2/222).
Cinsî ilişkide bulunmamak şartıyla erkeğin, eşi ile sevişmesi, onu okşayıp öpmesi caiz görülmüş, yalnızca kan gelen uzvu ve onun civarından uzak durulması istenmiştir.

6. Yurt dışında bankalara yatırılan paradan faiz alınabilir mi?
Cevap:
Kitab ve Sünnet delillerinin desteklediği ve İslâmın ruhuna uygun bulunan görüş faizin, nerede olursa olsun müslümana haram olduğu yönündedir. Bu faizi ancak başka bir geçim kaynağı olmayan kişi alıp yiyebilir. Geliri giderini karşılayan müslümanlar bankadan faizi alıp, yaşadıkları ülkenin -müslüman olsun, gayr-i müslim olsun- fakirlerine dağıtmak durumundadırlar. (Ayrıca bak. İslâmın Işığında Günün Meseleleri, "Yurt Dışında Müslümanlar" başlıklı yazı.)

 



* Hollanda'dan gönderilen soruların cevabıdır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Haram kazanç, tesettür, tavuk

1. İçkili lokantada çalışarak para kazanan birisi nefsini ıslah ettikten ve Allah'a tevbe eyledikten sonra durumuna bakar: Eğer bu kazancından biriktirdiği parasından başka geçimliği yoksa zaruri olarak onu yemeye devam eder. Başka bir geçimliği varsa bu parayı yoksullara dağıtır veya içkiye alışmış kimselerin tedavileri için sarfeder.
2. Yabancıların (nikah düşen, kendileriyle evlenmek caiz olan kimselerin) görebileceği yere çıkan kadın iç, dış şeklinde belli bir kıyafeti bürünmek ve giymekle değil, örtünmekle yükümlüdür. Avret yerlerini örten giyim ile ev içinde yabancılara nasıl görünüyorsa ev dışında da öyle görünmesi caizdir.
3. Çoğunlukla müslümanların veya Kitab ehli gayr-i müslimlerin (hıristiyan, yahudi...) yaşadığı toplumlarda kesilerek satışa arzedilen tavuklar alınır, yıkanır, pişirilir ve besmele çekilerek yenir.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Boşama

1. Boşamak veya talâk kelimesini kullanmadan "defol, git, babanın evine git..." gibi sözlerle boşanmanın vâki olabilmesi için boşamaya niyet etmiş olmak, bu niyetle söylemiş bulunmak gerekir. Aksi halde bunlarla eş boşanmış olmaz.
2. Öfkeli olarak -soğukkanlı, sakin halde söylenmeyecek sözleri söyleyecek kadar gadaplanmış halde- kişinin söylediği sözlerle -söz nasıl olursa olsun- boşama yapılmış olmaz.
3. İki hayız arasında -yani bir temizlik içinde- eş ancak bir kere boşanır, birden fazla boşamanın hükmü ve tesiri yoktur. Hayız halinde veya temizlik başlayınca cinsî birleşme yapıldıktan sonra yapılan boşamalar da muteber değildir.
4. Siz vaktiyle hanefî mezhebine göre muteber ve geçerli bir nikâh yaptınız ve bu nikâhla evlilik hayatı yaşadınız, şimdi bir başka mezhebe göre bunu iptal etmeniz, geçersiz saymanız mümkün ve caiz değildir, ancak yeni bir nikâhı bir başka mezhebe göre yapabilirsiniz veya boşama konusunda bir başka mezhebe tâbi olabilirsiniz. Yukarıda sıralanan çözümler de zaten bir tek mezhebe bağlı ve ait değildir.
5. Kur'ân-ı Kerîm'de boşama yaparken şahit huzurunda yapılması emredilmektedir; bu doğrudur, ancak şahit huzurunda boşama yapmanın gerekçesi boşamayı gerçekleştirmek değildir (çünkü bu, boşama maksadıyla ve şartlarına uygun bir şekilde tarafların -şahitsiz- yapabilecekleri bir tasarruftur). Gerekçe, gerektiğinde boşamayı isbat etmek, taraflardan birinin boşandığı halde evli gibi hak iddiâ etmesini önlemektir. Hz. Peygamber, şahitsiz boşama vak'aları kendisine geldiğinde bunu geçersiz saymamıştır, böyle bir tane bile örnek yoktur.
6. Kitap ve Sünnet'in birçok nassı ile uygulama, erkeğin boşamasında hakim veya hakem aracılığının şart olmadığını göstermektedir. Boşamayı ancak hakimin yapabileceğine dair hiçbir delil yoktur. Deliller, kadın ayrılmak istediğinde bunu ancak hakemler veya hakimler aracılığı ile yapabileceğini göstermektedir. Eğer kocası, kadına boşama selahiyeti vermiş olursa kadın da doğrudan boşama yapabilmektedir.
Buraya kadar sıraladığım maddeleri gözönüne alarak siz, yaptıklarınızı gözden geçirecek, hangi maddeye giriyorsa ona göre değerlendirecek ve sonunda bir karar vereceksiniz. Bu kadar danışmadan sonra, işe nefsânî arzunuzu karıştırmadan, verilen bilgiler ışığında bir karara varınca buna göre hareket edecek ve artık kimseye bir şey sormayacak, kafanızın daha ziyade karışmasına sebep olmayacaksınız.
Allah hakkınızda hayırlı olanı lutfeylesin, kardeşim!

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Memuriyet, oyunlar, sigara, alış-veriş

Sorular:
1. İçki vesâire satan bir resmî veya gayri resmi dairede memur olarak maaşla çalışmak dinen câiz midir? Ve dinen hiçbir sakıncası yok mudur?
2. Faiz işleriyle vs. uğraşan bir resmî veya gayri resmi dairede maaş mukabilinde memur olarak çalışmak dinen câiz ve sakıncasız mıdır?
3. Hiçbir karşılık ve şart olmaksızın, sadece eğlenmek, dinlenmek ve zevk için aşağıdaki oyunları oynamak dinen sakıncalı mıdır, değil midir? Ve hangileri kumar âleti sayılır, hangileri sayılmaz?
a) Tavla,
b) Tenis (ping-pong),
c) Bilârdo,
d) Dama,
e) Satranç,
f) Oyun kâğıdı (iskambil).
4. Sigara içmek haram mıdır, değil midir?
5. Bazı kişiler, bir iki şişe bira içmenin haram olmadığını ve bu hususta Diyanet İşleri Başkanlığı'nın fetva verdiğini söylemektedirler, doğru mudur?
6. Hacer'ül-Esved'in Cennet'ten çıktığı söylenmektedir. Doğru mudur; bu konuda hadis var mıdır?
7. Bazı gazeteler 45 adet kupon kesip gönderene (kur'aya bağlı olarak) numarasına taksi çıkarsa taksi hediye ediyor. Bu haram mıdır? Yoksa müessesenin bir hediyesi mi sayılır? Yine, meselâ bir gazete her gün on, yirmi, elli liranın seri numarasını gazetede yayınlıyor. Eğer cebindeki banknotların seri numaları gazetede çıkan seri numaralarına uyarsa, o paranın sahibi olan şahsa onbin, yirmibin, ellibin vs. para ödüyor . Acaba gazetece ödenen bu para helâl olur mu?
8. Meselâ; televizyonu iki sene evvel faraza 6 bin liraya aldım. Şimdi ise 9 bin liraya satılıyor. 6 bin liraya aldığım televizyonu şimdi 8 bin liraya satabilir miyim?
9. Bir kişi iki kız kardeşi bir arada (aynı anda) alamaz. Fakat hanımın teyzesini, halasını, oğlan veya kız kardeşinin kızını hanımı ile beraber bir nikâh altında alabilir mi?
10. Veresiye pahalı mal almak veya satmak fâize girebilir mi?
11. Bir de, şeytan taşlamak için taşları Müzdelife'den toplamak şart mıdır? Mine'den, Arafat'tan toplansa olmaz mı?

Cevaplar:
1-2. Nebiyy-i Ekrem (s.a.) Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde, sarhoşluk veren içki ile alâkalı olarak on kimseyi lânetlemiştir: İçki yapan, yaptıran, içen, taşıyan, kendisine taşınan, sunan (sâkilik eden), satan, parasını yiyen, satın alan ve satın aldıran. Bu hadise göre bir müslümanın içki satan yerde çalışması caiz olmamaktadır. Bir başka hadise göre içki içilen yerde bulunmak da câiz değildir.
Fâizcilik mevzûunda vârid olan bir hadîs "fâiz yiyeni, yedireni (fâiz ödeyeni), fâiz akdini yazanı ve buna şâhitlik edenleri" lânetlemiştir.
Buna göre kazancının tamamı veya büyük bir kısmı fâize dayanan müesseselerde çalışmak câiz değildir. Günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayı yasaklayan âyet (el-Mâide 5/2) de bu nevî işlerde çalışmayı menetmektedir.
Ticaretine fâiz veya başka nevî haram karışan yerlerde çalışmak ise böyle değildir. Âlimler bunu münakaşa etmişler; bazıları kazanç yoluna bakılır, yol meşrû ise kazanç da helâldir demişlerdir. Meselâ, bir kimse diğerinin parasını gasbediyor ve meşru bir işte çalıştırdığı işçisine bu paradan ödeme yapıyorsa mezkûr para işverene haramdır; çünkü kazanç yolu İslâmın menettiği gasbdır. İşçiye helâldir; çünkü kazanç yolu İslâmın meşrû kıldığı çalışma ve iştir. Âlimlerin çoğu ise şu mütâlâyı ileri sürmüşlerdir: Kazancında helâl ile haram karışık bulunan her işyerinde çalışan veya buradan kendisine bir şey verilen (hibe edilen) kimse, aldığının haram olan kısımdan olduğunu biliyorsa onu alması câiz değildir; bilmiyorsa câizdir. Malın çoğunun helâl olması alınanın helâl kısımdan olduğuna delil teşkil eder.
Bu mevzû müctehid imamlar devrinden beri tartışılmış, haram kazancın yaygınlaştığı muhit ve zamanlarda helâl yemenin mümkün olup olmadığı üzerinde risâleler yazılmıştır. Böyle zamanlarda sorumluluk yükünü taşıyacak olanlar sadece fakirler, işçiler ve memurlar olamaz. Hayat zarûreti onları her nevî işte çalışmaya mecbur eder ve zarûret varsa çalışma meşrû olur. Yapılacak şey haramı ortaran kaldırmak ve kazançları meşrû kılmak için toplumun gayret göstermesi, ıslâhat yapmasıdır (Geniş bilgi için bak. el-Aynî, c. V, s. 576-579; İbn Âbidin, c. IV, s. 144-242; İbnu'l-Kayyim, Ahkâmu ehli'zzimme,c. I, s. 275; İbn Teymiyye, R. Taazzüri-ekli'l Helâl...)
3. Saydığınız oyunların hepsi, kumara âlet edildiği, bunlarla -kumar oynayarak- kazanç elde edilme istendiği takdirde kesin olarak haramdır.
Sadece eğlenmek, dinlenmek ve zevk için bu oyunları oynamanın mübah (serbest) olabilmesi için dört şart vardır:
a) Namazın geçmesi veya gecikmesine sebep olmamak.
b) Hiçbir menfaat beklememek.
c) Oyun esnasında dilini kötü sözden korumak.
d) Bir de normal dinlenme, eğlenme ölçülerini aşarak vakit israfına varan alışkanlık haline getirmemek.
Bu şartlar her oyun için geçerlidir. Ayrıca saydığınız oyunların hükmü de birbirine göre biraz farklıdır:
a) Tavla:
Âlimlerin çoğu, hakkında vârid olan ve yasaklayan hadislere bakarak kumara âlet edilsin edilmesin tavla oynamanın haram olduğunu ifade etmişlerdir.
İbn el-Müseyyeb gibi bazı âlimler ise hadislerin kumara ait olduğu kanaatine vararak, kumarsız tavla oynamanın haram olmadığını söylemişlerdir.
Kâğıt ve domino oynamanın da hüküm yönünden tavlaya benzediği kanâtindeyim.
b) Satranç:
Satranç sahâbe devrinde ortaya çıkmış olduğundan Rasûl-i Ekrem'den bu mevzûda sahih bir haber intikal etmemiştir. Sahâbe ve tâbiûn âlimleri ile daha sonrakiler satranç hakkında üç görüş ileri sürmüşlerdir.
Nevevî'nin naklettiğine göre şâfiîlerde satranç haram değil, tenzihen mekruhtur.
İbn Abbâs, Ebû-Hüreyre, İbn Sirîn, Hişam b. Urve, Saîd b. el-Müseyyeb, Saîd b. el-Cübeyr gibi sahâbe ve tâbiûn müctehidlerine göre satranç mübahtır.
İçlerinde İmam Mâlik ve Ahmed'in de bulundukları bir grup ulemâya göre ise haramdır. Hanefîler de bu hükmü benimsemişlerdir.
Satrancın haram olduğuna dair kesin delil bulunmadığından, kumar maksadıyla olmamak ve yukarda geçen şartlara da riâyet etmek kaydıyla oynayanları kınamamak gerekir. Aslında bu oyun bir şans oyunu değil, zekâ oyunu ve sporudur. Meneden ulemâ, daha yukarıda zikrettiğimiz mahzurlar olabilir diye menetmiş olmalıdırlar. Her oyunda o mahzurlar bulunmaz.
Dama da hüküm bakımından satranç gibi olmalıdır.
c) Tenis ve Bilardo:
Bu oyunlarda spor hakimdir. Meşrû olmayan başka bir husus karışmadığı takdirde mübah olmaları gerekir.
4. Sigara İçmek:
Sigara içmelerinin sıhhatlerine zararlı olacağı, doktor tarafından kendilerine bildirilen kimseler ile çoluk çocuğun nafakasından keserek sigara içenlere "sigara içmek" haramdır.
Bunların dışında kalanlar için de malı boş yere zâyi ettikleri, tedrîcen sıhhatlerini tehlikeye soktukları ve başkalarını da rahatsız ettikleri için haramdır. Sigaranın mübah olduğu hakkında fetvâ verenler -zamanlarının şartları içinde- sıhhate ne ölçüde zarar verdiğini bilmedikleri için böyle yapmış olsalar gerektir.
5. Çoğu sarhoş eden katı ve sıvı şeylerin azının da haram olduğu sahih hadislerle sâbittir. Buna uymayan görüşlerin menşei bir-iki müctehidin bu sahih hadisleri görmemiş olmalarıdır. Delili kuvvetli olan ve İslâmın ruhuna uygun bulunan hüküm, çoğu sarhoş eden nesnenin azını içmenin de haram olduğundan ibârettir.
6. Nesâî ve Tirmizi'nin rivâyet ettikleri hadîsler "Hacer-i Esved'in cennetten" olduğunu ifade etmektedir. Bu cennetten oluşu bazı âlimler tevil etmişler "cennetten gibi mübârek ve mukaddestir" mânası vermişlerdir. Diğerleri ise hadisleri zâhir mânâları ile almış, "mâdem ki Rasûlullah böyle buyurmuş, böyledir" demişlerdir. Âdem ile Havvâ (a.s.)'nın cennetten geldikleri ve dünyada yaşadıkları kabul edilince (çünkü âyetler ile sâbittir), Hacer-i Esved'in de cennetten olduğunu kabul etmek mantığa aykırı düşmez. Ancak cennetten dünyaya gelenler Kadir-i Mutlak'ın irâde ve kudretiyle değişikliğe uğramışlar, dünya rengine bürünmüşlerdir.
7. Gazetelerin kupon gönderenlere kur'a usûlü ile hediyeler, armağanlar vermesi câizdir; bunun kumarla alâkası yoktur. Seri numarası tutanlara para vermeleri de aynı hükme tâbidir.
8. Daha önce ucuza alınan mal, piyasa değeri artınca yeni değere göre daha pahalıya satılabilir. Önemli olan piyasa değerini fâhiş bir ölçüde aşmamasıdır.
9. İki kadından birisini erkek farzettiğimiz zaman biri diğerine düşmüyorsa, evlenmeleri câiz olmuyorsa, bir erkeğin bu kadınlar ile aynı zamanda evlenmesi de câiz olmaz.
10. Veresiye farklı fiyatla mal almak ve satmak faize girmez, câizdir.
11. Şeytan taşlama taşları Müzdelife'den toplanabileceği gibi yolda başka yerlerden de alınabilir. Ancak atılan yerden alınıp tekrar atılması mekruhtur.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yaşgünü

1. Efendimizin (s.a.) niçin birden ve dörtten fazla evlendiği bu farklı durumunun mesned ve hikmetlerini bir kitabımda, bir sataşmaya cevap olarak uzun uzun açıklamıştım, sizi de oraya havale ediyorum, bulun ve okuyun: İslam'ın Işığında Günün Meseleleri, İst. 1988, C. II, s. 565-589.
2. Sıradan şahısların yaşgünleri ile ilgili kutlama ve merasimlerinin günümüzde dinle ilgisi kalmamıştır, bunlar millî örfler haline gelmiş, hatta millîlik sınırını da aşarak küreselleşmiştir. Bunun dinî bir sakıncası yoktur. Ancak kendi çocuklarımızın yaş günlerini kutlarken şekilde başka kültürleri taklit etmemeliyiz. Onlara bazı dinî duygu, imaj, bilgi ve alışkanlıkları verme yollarını aramalıyız, arayabiliriz.
3. Kur'ân-ı Kerîm'de âyetler, cennette insanlara (erkek olsun kadın olsun) dilediklerinin verileceğini ve herkesin mutlu olacağını ifade ediyor. Yine âyetler ve hâdisler âhirette ruh ve beden yapımızın dünyadakinden farklı olacağını bildiriyor. Bu iki gerçek karşısında sorunuza eğilirsek kısaca şunları söylemek mümkündür: Cennette kişi ve onun evliliği dünyadaki gibi değildir. Dünyadaki eşler birbirini isterse beraber olurlar, bunda bir problem yoktur. Biri ister, diğeri başkasını isterse -ister mi, böyle olur mu bilmiyoruz, olursa- Allah Teâlâ her birine istediğini yeniden yaratarak verebilir.




--------------------------------------------------------------------------------
 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Mehdi, diriliş, tasavvuf

1. Bazı akaid kitaplarında kıyamet alâmetleri sayılırken Mehdî'den de söz edilmiştir. Âhir zamanda Mehdî'nin geleceği konusundaki hadîsler mütevâtir değildir. Akaidde mütevatir olmayan haberler -kesin olanlar gibi- geçerli olmaz. Bu sebeple bazı âlimler Mehdî'nin geleceğini bir inanç esası olarak kabul etmemişlerdir. İnsanlar kurtuluşu Mehdî'yi beklemekte değil, çaba gösterip İslamı yaşamakta aramalıdırlar.
2. Peygamberimizin Kur'ân-ı Kerim'den başka da mucizeleri vardır; ancak en büyük ve halen yaşayan mucizesi Kur'-ân-ı Kerim'dir.
3. Yanıp kül olan, balıklara yem olan, nükleer bomba ile eriyip buharlaşan cesetleri düşünürsek kabir azabının "ruh ve cesede birlikte olacağı" inancını yorumlamamız gerekir. Muhtemeldir ki Allah Teâlâ Berzah âleminde her ruh için dünyadakine benzer cesetler yaratacak, bu âlemin özelliklerine uygun cesetler içinde ruhlar azâb veya mükâfata nail olacaklardır.
4. Tasavvufun özü, esası (takvâ, nefs-i emmâreyi terbiye, ihlâs ve ihsan vasıflarını kazanmaya çalışma...) Kur'ân'da vardır. Geçmişte ve günümüzde bazı ehliyetsiz şahısların sapık davranışlarını genelleştirmemek gerekir. Selam.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Örtünme

Soru: Örtünme emri dinin özü ile mi, yoksa şekli ile mi ilgili bir emirdir?
Cevap:
İslâmda gerek kadının ve gerekse erkeğin, belli kimselere karşı, belli yerlerini kapatmaları emrolunmuş, buraları açmak haram kılınmıştır. Dinde emir ve yasakların maksatları vardır; Allah Teâlâ bunlarla, kullarını iyi insan, iyi kul haline getirmek istemektedir. Örtünme emrinin maksadı da iffeti korumaktır; iffet özdür, maksattır ve iyi bir kulun vasfıdır; bunu korumak için örtünmek ise vesiledir, şekildir. Ancak dinde ve hukukta emirler, yalnızca ruhları ve özleri, yahut da sadece şekilleri ve lâfızları ile uygulanmaz; hem lâfzı, hem de rûhu, başka bir deyişle hem şekli, hem de özü ile uygulanır ve gerçekleştirilir. Çünkü genellikle özü, ruhu koruyan şekildir. Lâfız ve şeklin -öz ve ruh adına- terkedilebilmesi için, ikisini birden uygulamanın imkânsız bulunması veya şekil ile öz arasında bir ilişkinin kalmadığının sabit olması gerekir. Örneğimizde "örtünme şekildir, iffet maksattır ve özdür" dedik; imdi bir kadın, örtündüğü takdirde iffetini koruyamaz hale geliyorsa, iffeti korumak için örtünmeyi terkedebilir. Fakat örtündüğü takdirde iffetini koruyabiliyor; hem de daha iyi koruyabiliyor, ek olarak başkalarının iffetlerini korumalarına da yardımcı oluyorsa örtünmeyi terkedemez. Eğer kişiler, böyle bir çelişme (ikisini birden uygulama imkânsızlığı) sözkonusu olmadan şekli terketme konusunda serbest olsalardı ibâdetlerden evlenmeye kadar birçok vesile ve şekil emri terkedilebilirdi. Halbuki "benim kalbim temiz, Allah ile ilişkim de sağlam, bu sebeple namaza, oruca.... ihtiyacım yok" diyerek bu ibâdetleri terketmek caiz değildir. "Ben evliler gibi hareket ederim ve karşılıklı haklara riâyet eylerim, evlenme akdine ihtiyacım yok" diyerek bu akdi terketmek mümkün değildir... İşte bunlar gibi, örtünme bir şekildir, "ben iffetimi koruyorum, bu şekli terkedebilirim" demek de mümkün ve caiz değildir. Bunu yapanlar, iffetlerini korudukları için övülür ve mükâfat elde ederler, fakat Allah'ın örtünme emrini sebepsiz, mâzeretsiz çiğnedikleri için günah işlemiş olur ve ceza görürler. Çünkü âyet, hem iffeti korumayı, hem de örtünmeyi emretmektedir.

Soru: Nûr sûresinde kadının zînetini (örtmesi gereken yerlerini) örtmesi, müstesnalar -ki bunlar kocası ve nikâh düşmeyen yakın akrabasıdır- dışında zînetini kimseye göstermemesi emrolunmaktadır (24/31). Bazı şahıslar, bu emrin ev içi ile ilgili bulunduğunu, evin dışında ise örtünmenin ancak çarşaf ile gerçekleşebileceğini, Ahzâb sûresinde (33/59) böyle emrolunduğunu ileri sürüyorlar; siz bu konuda ne dersiniz?
Cevap:
Nûr sûresindeki âyet, evin içini ve dışını bahis konusu etmeksizin, kadınların:
1) Yabancılara nerelerini gösterebileceklerini (kendiliğinden açılan el, yüz, ayak ve giysilerin dış yüzü),
2) Nikâh düşmeyen akrabaya nerelerini gösterebileceklerini (Saçlar, kollar, bacaklar, boyun vb.) açıklamaktadır. Burada açıklanan, sınırları çizilen uzuvların, ilgili şahıslara gösterilmesi veya gösterilmemesi bakımından evin içi ile dışı fark getirmez. Kadın, meselâ saçlarını evin içinde olsun, dışında olsun yabancıya gösteremez, keza evin içinde olsun, dışında olsun kocasına, babasına, çocuğuna.... gösterebilir. Şu halde bu âyeti, evin içine tahsis etmenin bir dayanağı ve mantığı yoktur.
Ahzâb sûresindeki âyette "bu tanınmaları ve rahatsız edilmemeleri için daha uygundur" denildiği için cilbâbın bir dış giysi olduğu söylenmiştir. Bu anlayış doğrudur; ancak örtünme cilbâbsız olmaz demek doğru değildir, bunun delili ve dayanağı yoktur. O gün, hür kadınları, cariyelerden ayırmak için belli bir kıyafet (cilbâb) giymeleri uygun görülmüştür. Bir başka zaman yine ayırmak gerekirse eşarp ve uzun pardesü ile de bu ayırımı yapmak mümkün ve caizdir. Örtünme emrini yerine getirmek sözkonusu olunca bunu çeşitli giysilerle gerçekleştirmek hem mümkün ve caiz, hem de -kadınların köyde, kentte, işte, istirahatte içinde bulundukları çeşitli hallere- uygun olacaktır. Bunun içindir ki fukahâ, kıyafetin şekli ve modası üzerinde durmamış, kadının nerelerini kimlere karşı örtmeleri gerektiği üzerinde durmuş, bunu detayları ile açıklamışlardır. Ayrıca "cilbâb" kelimesini çarşaf olarak tefsir etmek de kesin değildir; bu kelimeye verilen mânalar içinde baş örtüsü de vardır. Nûr ve Ahzâb âyetleri ile uygulama ve fukahânın ictihadı bir arada değerlendirildiği zaman ortaya çıkan gerçek şudur: Dinde örtünme emri vardır, biçim, maksadı gerçekleştirecek şekilde kadınlarımız tarafından ortaya konacak ve uygulanacaktır.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Mahremiyet, namazların birleştirilmesi, imsak

1. Kadınlarla erkeklerin örtük olarak ve edep dairesinde bir arada bulunmalarında, din ve dünya için faydalı konuşma ve görüşme yapmalarında bir mahzur yoktur. Bunu meneden bir nass mevcut değildir. Bunu yasaklayanlar "Fitne" gerekçesinden hareket etmişlerdir. Burada "cinsel günaha girme tehlikesi" şeklinde anlamamız mümkün olan fitne izâfî bir kavramdır. Böyle bir fitne kadınlarla bir yerde bulunanlar için de kadınlardan ayrı olanlar için de sözkonusudur. Ayrıca belli bir davranışın getirisi yanında götürüsünü de düşünmek gerekir; yani fitne (zarar ihtimali) tek yönlü değildir. Meselâ konumuz açısından kadınların faydalı bir sohbetten ve beraberlikten uzak tutulmalarının da zararları vardır. Hasılı iyi niyet, fayda ihtimali, ihtiyaç ve gerekli tedbirler (örtünme, edep vb.) çerçevesinde meclislerimizde kadınlarımızın da bulunmalarında sakınca yoktur, hatta bazen faydalar vardır.
2. Yolculuk halinde öğle ile ikindi, akşam ile yatsı namazlarının birleştirilerek birinin vakti içinde kılınmasının caiz olduğu müctehidlerin çoğunluğu tarafından benimsenmiş bir hükümdür. Aksini iddiâ edenlerin delilleri güçlü değildir. Yolculuk hali dışında belli mazeretler sebebiyle namazların ikişer ikişer birleştirilerek kılınmasının cevazı da -teferruatta bazı görüş ayrılıklarına rağmen- çoğunluk tarafından benimsenmiştir. İnsanların öyle işleri, meşguliyetleri, vazifeleri vardır ki, belli bir zaman süresince onu bırakmak, ayrılmak, ara vermek mümkün değildir; bırakıldığında mala, cana, maddî veya manevî bakımdan önemli olan menfaate zarar sözkonusudur. İşte böyle durumlarda namazların -birincisinin veya ikincisinin vaktinde- birleştirilerek kılınması caiz görülmüştür. Ancak "bugün insanların vakitleri az, eskiden vakitleri çoktu, bu sebeple şimdi namazları genellikle birleştirilerek kılmak caizdir" şeklinde bir hükme ben katılmıyorum. Namaz aslında vakti belirlenmiş ve çok yerinde olarak günün belli kısımlarına dağıtılmış bir ibadettir. İnsanlar dünya için, dünyayı imar için yaratılmış değillerdir. İnsanın yaratılış amacı Allah'ı bilmek ve O'na ibadet etmek, dinini insanlığa sunmak, insanların dünya ve ahirette mutlu olmalarını sağlamaktır. Dünya ve dünya işleri amaç değil, araçtır. Bugün insanların eskilere nisbetle daha çok meşgul oldukları doğrudur, ancak bu ölçüde meşguliyetin zaruri veya faydalı olduğu hükmü doğru ve isabetli değildir. Kahvehaneleri, stadyumları, eğlence ve oyun yerlerini... dolduran, sabahtan akşama kadar boşuna vakit öldüren milyonlar, belki milyarlar vardır. Ümmetin, diğer ümmetlerle rekabeti ve onlardan güçlü olmaları için çalışmak da -bu maksadı güttüğünde- ibadettir. Bu ibadetle gece-gündüz meşgul olanlar gerektiğinde namazlarını da cemedebilirler. Lakin bunu genellemek, herkese teşmil etmek, ibadetin eğitici nizamını bozmak doğru ve uygun değildir. Toplum ve fertler müslümanca yaşamaya başladıklarında namazları cemederek kılma ihtiyacı genel değil, istisnaî olacaktır ve bu da caizdir.
3. Kadının normal sesi avret ve haram değildir. Kitlelere hitap etmesi caizdir. Caiz olmayan, sese ve söze özellik ve çekicilik verme gayretidir.
4. Bakara sûresinin 187. âyetinde "... tan yerinin ağarmasından (fecirden) dolayı beyaz iplik siyah iplikten ayırt edilince ye kadar yeyin ve için" buyurulmuştur. Âyeti "şafağın beyaz ipliği (gecenin) siyah ipliğinden ayırt edilinceye kadar yeyin ve için" şeklinde tercüme etmek de mümkündür. Her iki tercümeye göre de "iplik" kelimesi mecâzîdir, doğu ufkundaki yatay beyazlık ile paralelindeki yatay siyahlık kasdedilmiştir. Tan yerinin ağarması olayını başından itibaren gözleyenler bilirler ki, ancak ilk ağarma sırasında doğu ufkunda yatay bir çizgi gibi beyazlık başlar ve bu beyazlık yükseldikçe ondan ayırt edilecek bir siyahlık kalmaz; gecenin siyahlığı içinde iplik gibi beyazlık ancak şafağın başladığı ilk vakitte vardır. Bu vaktin imsak (orucun başlama) vakti olduğu âyetin açık delaleti ve ümmetin yaşayan, yaygın örfü (bir mânada mütevâtir sünnet) ile sabittir. Güneşin doğmasına 45 dakika veya 30 dakika kalıncaya kadar yenilir içilir diyenlerin delilleri sağlam değildir. İlgili rivayetler de bağlayıcı değildir, bazı sahâbenin uygulamalarını gösterir (o da sahih ise). Eğer Allah Teâlâ bu âyet ile, fecrin başlangıcını değil de ortalığın ağarmasını ve eşyanın birbirinden seçilmesini murad etse idi "açıklık" temel vasfı olan kitabında bunu akçıkça anlatan ifadeler kullanırdı. Mevcut açık ifade ortalığın ağarmasını değil, fecrin (tanın) iplik gibi belirmesini anlatmaktadır; bunu zorlayarak tevil etmek için de hiçbir sebep mevcut değildir. Mevsimlere göre orucun süresi değişik olmaktadır, oruç tutmaya gücü olan kimseler için bir saatlik fark bir problem teşkil etmez.
5. Kur'ân-ı Kerîm'e yıkanarak temizlenmeleri mümkün olan cünüp kimselerin dokunmaları ve bu durumda onu okumaları caiz değildir. Hayız veya lohusalık halleri devam eden kadınlar -yıkanarak temizlenmeleri mümkün olmadığı için- Kur'ân'a dokunabilir ve onu okuyabilirler; bu ruhsat verilirken onların uzun süre Kur'ân'dan uzak kalmamaları ve öğretimin aksamaması gözönüne alınmıştır. Abdesti olmayanların Kur'ân'a dokunmaları ise -yine aynı maksatla- caiz görülmüştür. Tabiî caiz görmeyen âlimler de vardır. Bize göre eğitim, öğretim, hatırlama gibi maksatlarla abdestsiz kimselerin Kur'ân'a dokunmaları caizdir. İbadet maksadıyla okumak isteyenlerin ise -durum müsait olduğunda- bunu abdestli olarak yapmaları tercih edilir.
6. Kadınların, yanlarında mahremleri (kocaları veya nikah düşmeyen yakın akraba) olmadan üç gün sürecek bir yolculuğa çıkmalarının menedilmesi emniyetle ilgilidir. Buna göre yolculuk üç günden kısa bir zamanda sona erecekse, varılacak yere üç günden önce varmak mümkün ise yolculuk yapmak caiz olduğu gibi, yolda ve beraberindeki arkadaşlarla emniyet unsuru bulunduğunda kadının mahremsiz yolculuğu da caizdir.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Emekli maaşı

1. Bir kimse vefat edince emekli maaşının bir kısım varislerine kalması ilgili kanunun (T.C. mevzuatının) gereğidir. İslama göre gerek emekli maaşının ve gerekse bu maaşın varislere kalmasının farklı hükümleri vardır. Bu hükümlerin temelini, verilen emekli maaşının devlet yardımı mı, yoksa ertelenmiş ücret mi sorusuna verilecek cevap teşkil etmektedir.
a) Eğer verilen emekli maaşı devletin geçim yardımı ise bunu ancak geçimden âciz olanlar, bu maaşı almadığı takdirde geçinemeyecek olanlar alabilirler. Geliri geçimine yeterli olan kimseler, çalışırken kendilerinden kesilen emekli keseneğini değer kaybı ile birlikte aldıktan sonra (emekli ikramiyesi ve emekli maaşı olarak verilen meblağ bu miktara ulaştıktan sonra) alacağı maaşı fukaraya vermelidir; çünkü devlet yardımının mahalli fukaradır.
b) Emekli maaşı ertelenmiş ücret sayılırsa -veya kesintiler toplamını aşmıyorsa- kişi öldükten sonra kalan ücretini (bu manada emekli maaşını) mirasçıların tamamının, hisselerine göre almaları gerekir. Çünkü bu maaş, ölünün mülküdür, mirasıdır, terikesine (alacakları gibi) dahildir.
Emekli maaşını ertelenmiş ücret olarak kabul ettiğimiz takdirde ücretin mechul olması, aynı sandığa bağlı kişilerin birbirlerine haklarının geçmesi, sandıkta biriken ücretlerin İslama göre meşru olmayan yatırımlarda nemalandırılması gibi sakıncalar ortaya çıkmaktadır. Bize göre kesintiler toplamını aşan emekli maaşının bir kısmı diğer çalışanların parası, bir kısmı da devlet yardımıdır ve yukarıda zikrettiğimiz şekilde alınmalı ve verilmelidir. (Bir sonraki bahse de bakınız.)
2. Mektup ile birlikte gönderdiğiniz matbû yazı Ezher Şeyhi'nin fetvasının metni değildir, ifade sayfanın sonunda imzası bulunan Cevheri Muhammed Cevheri'ye aittir. Bu zat, Ezher şeyhinin, tütün içmenin ve tütün satmanın haram olduğuna dair fetva verdiğini nakletmektedir. Bunun üzerine hüküm yürütebilmek için fetvanın metnini görmek gerekir. Benim kanaatime ve kitaplarımda yazdığıma göre tütünü tiryaki olarak içmek haram, ara-sıra bir-iki tane içmek ise mekruhtur. İçilmesi haram ve mekruh olan bir nesneyi yetiştirmek ve satmak da caiz değildir. İnsana zarar veren bir nesneyi kâfire satmak da caiz olmaz; çünkü o da insandır ve kâfire eza-cefa vermek, onun sağlığı ile oynamak mübah olmaz.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İslâm ve sendika

Bu başlığı okuyanlar "İslâm ile sendikanın ne alâkası var. Birisi din, diğeri ise bir işçi örgütü?" diyebilirler. Ancak biraz düşünülürse bu yaklaşımın insan gerçeğine aykırı olduğu anlaşılır. Çünkü insan dinsiz, düşüncesiz, duygusuz, ifadesiz ve san'atsız olmayan, olamayan müstesnâ bir canlı varlıktır. Aslında kendilerini "dinsiz, tanrısız" zannedenlerin, kendilerine bu vasfı yakıştıranların da bir dinleri (düşünce ve davranışlarına yön veren bir inançları) vardır. İnsan birşeye inansın da bu inanç onun düşünce, duygu ve davranışlarını etkilemesin; bu düşünülemez! "Din vicdan işidir" cümlesinin biri doğru, diğeri yanlış iki anlamı vardır: Doğru anlamı, "bir insanın vicdanında gönlünde, benliğinin derinliklerinde din ve iman sahibi olacağıdır, ancak böyle bir dindarlık ve imanın mûteber olduğudur, bu olmadıktan sonra dışa vuran dindarca davranışların bir insanı dindar kılmayacağıdır." Yanlış anlamı, "din ve inancın kişinin (bireyin) vicdanında kalacağı, oradan topluma ve insan ilişkilerine taşmayacağıdır." İşte bu ikinci anlayış insanın yapısına ters düşmektedir. Bu böyle olunca ülkenin rejimi ne olursa olsun, belli bir dini benimsemiş, inanmış insan, yapıp ettiklerinin inancı ile uyuşup uyuşmadığını düşünecek, uygun olduğu kanâatine varırsa vicdanen rahatlayacak, huzur bulacak, hatta uygun bir niyetle bunu ibâdet haline getirecek; eğer inancına aykırı olduğu kanaâtine varırsa vicdanen rahatsız ve huzursuz olacaktır. İşte bu sebepledir ki devletler, bağlayıcı kurallar koyarken ve icrada bulunurken halk ekseriyetinin inanç ve ahlâkını gözönüne almak -umumi inanç ve ahlâka aykırı davranmamak- azınlıkta kalanlara da -belli sınırlar içinde- vicdanlarına göre davranma imkânını (hürriyetini) tanımak durumundadırlar.
İslâmın bütün kurum ve kuralları ile uygulandığı bir yerde ve zamanda işçilerin haklarını alabilmek için örgütlenmelerine ve hakkı teslim etmemekte direnen taraflara baskı yapmalarına gerek bulunmayabilir. Ancak kapitalist ekonomilerde "her an artan kazanç peşinde olmak", "üretimde sermayenin rolünü abartmak", "sermayenin yöneticileri ve yönetim biçimini belirlemede söz sahibi olması" gibi "ilkeler" bulunduğu için işçinin hakkı da sermaye sahiplerince belirlenecek veya verilecektir. İşte bu durumda "yalnızca hakkı âdil ölçüler içinde belirlemek ve almak maksadıyla" işçilerin örgütlenmesi zaruret haline gelmektedir. Hayat ve saâdet dini olan İslâmın, zaruretlere karşı çıkması, bunları engellemesi sözkonusu bile olamaz. Çünkü "zaruretler yasakları mübah kılar, kaldırır" (Mecelle, md. 21.)

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sigorta

1. İslâm, insanlar arasında dayanışmayı, acıları ve zararları paylaşarak, telâfî ederek hafifletmeyi emir ve tavsiye etmiştir. Bu bakımdan teşkilâtlı veya teşkilâtsız olarak insanların belli ölçülerde mal veya parayı ayırıp bir tarafa koymaları, böylece bir sandık teşkil etmeleri, sonra içlerinden birinin malca veya bedence uğradığı hasar ve zararı bu sandıktan karşılamaları, dileyenin istediği zaman sandıkta kalan parasını çekerek bu dayanışmadan ayrılması caizdir; caizin de ötesinde teşvik edilmiştir.
2. Yukarıda özetlenen dayanışma şeklini bir kuruluş halinde gerçekleştirmek, bunun için yeteri kadar büro ve personel temin etmek, giderleri dayanışma (meşru sigorta) için toplanan paradan karşılamak da caizdir. Toplanan paranın kuruluş tarafından meşrû ve verimli bir şekilde işletilmesi halinde muhtemelen kuruluşun giderleri sağlanan kârdan karşılanabileceği gibi ileriki yıllarda dayanışmaya dahil kişilerden ek meblâğ almaya da ihtiyaç kalmayacaktır. Bu kurumu veya kuruluşu dayanışmaya dahil olanlar kurabilecekleri gibi (şirket, vakıf vb. bir statü içinde), dahil olmayan bir veya birkaç kişinin de kurması, mezkûr hizmeti vermesi ve bu hizmet karşılığında hak ettiği ücreti (ortak ise payı) alması meşrudur.
3. Bugün yaygın bulunan ücretli veya primli sigorta şeklinde meşru olmayan nedir?
Bu sigorta şirketleri:
a) Meblâğları kendilerine mal etmek üzere almakta, buna karşı belli rizikoyu sigorta etmektedirler.
b) Aldıkları primleri istedikleri gibi ve çoğu kere faizli kredi şeklinde nemalandırmakta; hem bu nemalara, hem de sigortalılara ödediklerinden arta kalan primlere sahip olmaktadırlar. Bu sigorta şirketleri hem primleri nemalandırdıkları, hem de milletlerarası şirketler kendilerini (dolaylı olarak sigortaladıkları şahısları) sigorta ettirdikleri (reassurance) için zararları da sözkonusu değildir. Halbuki İslâma göre:
a) Birinden belli bir parayı alıp, zarara uğrarsa bu para ile sınırlı olmayan zararı karşılamak, uğramazsa -bir yıl gibi bir müddet sonunda- bu paraya sahip olmak şeklinde bir akit, mechul unsurlar içerdiği ve taraflardan birine belirsiz bir kazanç veya kayıp sağladığı için caiz ve meşru görülmemiştir.
b) Şirketlerin primleri kendi hesaplarına işletmeleri ve bundan kazanç sağlamaları meşrû değildir; çünkü bu primlere meşru bir akitle sahip olmamışlardır.
c) Primlerden faiz şeklinde nema sağlamak haramdır.
d) Şirketlerin, primlerden artan kısma -bu kısım verdikleri hizmetin rayiç bedelini aştığı ve kendilerinin olmadığı için- el koymaları caiz değildir.
Şu halde müslümanların primli sigorta şirketleri kurup işletmeleri caiz değildir. Müslümanlar önceki maddelerde prensipleri özetlenen dayanışma kuruluşları (İslâmî sigorta, üyelik sigortası...) kurarak bu mübrem ihtiyacı karşılamalıdırlar.
4. İslâmda sosyal güvenlik vardır. İnsanlar çalışmadıkları veya çalışamadıkları zamanlarda geçimlerini ve temel ihtiyaçlarını temin edecek bir kaynağa (kuruma, kuruluşa) muhtaçtırlar ve bunu gerçekleştirmek İslâm toplumunun vazifeleri arasındadır. Ancak bugün yürürlükte olan nizama ve kanunlara göre kurulmuş bulunan sosyal güvenlik kurumları (Bağkur, Sosyal Sigortalar Kurumu, Emekli Sandığı...) kuruluş ve işleyişinde bazı sakatlıklar, amaca aykırı düzenleme ve uygulamalar ihtiva etmektedir. Bu cümleden olarak geçimini sağlayamayan dar gelirliden de -rızasına bakmadan- prim kesmekte, emeklilik halinde daha yoksula (daha fazlasına mutlaç olana) az, daha zengine (daha azına muhtaç olana veya hiç ihtiyacı bulunmayana) çok vermektedir.
Sosyal güvenlik kurumlarının malî kaynakları gönüllü bağışlardan, fazlası olandan alınacak vergiden ve zekâttan, devletin çeşitli gelirlerinden sağlanmalı, maaşlar ihtiyaca göre ayarlanmalıdır.
5. Yukarıda özetlenen İslâmî sigorta kurumlarının bulunmadığı ülkelerde müslümanlar, mallarını ve sağlıklarını -hayatlarını değil- mevcut sigorta şirketlerine de sigorta ettirebilirler. Bunun meşruiyetinin iki dayanağı vardır:
a) Zaruret: Başka çare yoktur, zarara uğrayanın elinden tutan, belini doğrultan bir tedbir mevcut değildir.
b) Yorum: Bazı âlimlere göre -sigorta şirketinin fahiş ve haksız kazancı helal olmamakla beraber- şirket sayesinde asıl birbirini sigorta eden ve zarar, hasar konusunda dayanışma yapanlar sigortalılardır. Konuya böyle bakıldığında tıpkı İslâmî sigortalarda olduğu gibi zarara ve hasara uğrayan bu dayanışma içinde zararını telâfi etmektedir. Şirket bu işe aracı olmakta, ancak fahiş ve haksız kazanç sağladığı için onun kazancı helal olmamaktadır, haramdır. Bu şirketler mevzûat ve işlemlerini değiştirerek İslâmî sigorta kurumlarına dönüşebilirler. Bu takdirde primleri meşrû yollardan nemalandıracak, kendileri de ya hizmet bedeli, yahut da gelirden pay alacaklardır.

Pirimli Sigortanın Meşruiyeti

1. Sigortalı açısından:
Cana, mal ve diğer ekonomik değerlere gelebilecek bir zararı paylaşarak hafifletmek ve telafi etmek hem bir ihtiyaçtır, hem de İslâmın genel "dayanışma ve yardımlaşma" ilkesine uygundur. Binlerce sigortalı, sigorta kurumu (sigortacı) aracılığı ile bu yardımlaşmayı gerçekleştirmekte ve bu bakımdan merşu bir iş yapmaktadırlar.
2. Sigortacı açısından:
Ülkemizde iş yapan sigortacılar "pirimli sigorta" sistemine göre kurulmuştur. Bunların sigortaladığı konular arasında "hayat sigortası" meşru değildir; çünkü sigortalıdan para alınmakta, önemli ölçüde bankalarda nemalandırılmakta ve belli zaman geçince sigortalıya fazlası ile geri ödenmektedir; bu işlem faizciliktir. Gerçekten riziko konusu olan şeylerin sigortalanması meşru olmakla beraber mevcut sigorta şirketlerinde iki mahzurlu işlem vardır.
a) Sigortalılara ödenen meblağlar dışında bütün nemalar ile bakiyyeye el koymak, bunlara sahip olmak. Bu kazanç hizmet payını aştığı, belirsiz olduğu, fahiş rakamlara ulaştığı için helal değildir.
b) Toplanan paraların bankalarda nemalandırılması. Bu da dolaylı faizciliktir..
3. Alternatif sistem:
Meşru sigorta sisteminde kurum, hem topladığı meblağı meşru yollardan nemalandırmalıdır, hem de hasıladan hakkı olan belli hizmet payını aldıktan ve gerekli ödemeler yapıldıktan sonra kalan meblağ sigortalılara ait olmalıdır.
4. Zaruret halinde:
Meşru sigorta sistemine izin verilmeyen ülkelerde:
a) Kişilerin mevcut pirimli sigortacılara muhtemel hasarları sigorta ettirmeleri ve bunun için pirim ödemeleri caizdir. Çünkü burada haksızlık yapan sigortalı değil, sigortacıdır. Hakkı olmayan fazla meblağı alan sigortacıdır.
b) Topladığı meblağı meşru yollardan nemalandıran (meselâ özel finans kurumlarına yatıran) sigorta şirketleri varsa bunlar, diğerlerine tercih edilmelidir.
c) Yine başka alternatifin bulunmaması halinde -kişilerin rizikolu değerlerini mevcut şirketlere sigorta ettirmeleri ihtiyaca binaen meşru olduğundan- bunun acentalığını yapmak ve verilen hizmetin değer karşılığını almak da caizdir. Ancak, hayat vb. (ortada bir riziko ve hasar ödemesi bulunmaksızın para alıp fazlasıyla geri ödeme şeklindeki) sigorta, sigortalı için de meşru olmadığından bunun acentalığı da caiz değildir.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Tasarruf keseneği ve hayat sigortası

Soru: Tasarruf keseneğinin neması alınabilir mi?
Cevap:
Memurlardan tasarruf maksadıyla kesilen meblâğlar sebebiyle ödenen faizin alınıp kullanılabilmesi için bunun faiz olmaması gerekir; faiz olduğu müddetçe alınıp, mâliki tarafından kullanılamaz, fakirlere verilir. Ödenen ve adına faiz denilen bu meblâğın faiz olmaması niyete ve hesaba bağlıdır; şöyle ki:
Memurun rızâsına bakılmaksızın kendisinden kesilen para onun hakkıdır, bu para yine onun rızâsına bakılmaksızın bankalarda işletilmekte, faize verilmekte veya devlet tarafından faizle kullanılmaktadır. Memur, kendisine zaman zaman verilen ve adına faiz denilen meblâğı alıp bir yere kaydettikten sonra istediği gibi sarfeder ve bunu devletin kestiği anapara olarak kabul eder (bu niyetle alır ve harcar). Faiz diye ödenen meblâğlar, kendisinden kesilen para miktarına ulaşınca, bir de geçen zaman içinde paranın ne kadar değer kaybettiğini (enflâsyon miktarını) hesaplar veya hesaplattırır. Rızâsı dışında kesilen para kendisine ödenirken, kesildiği günün değeri (alım gücü) üzerinden ödenmelidir, bu fark memurun hakkıdır. Bu sebeple enflâsyon farkını da tamamlayıncaya kadar kendisine verileni alıp harcamaya devam eder. Anapara ve buna ilâve olarak enflâsyon farkını aldıktan sonra verileni ise -bu anaparadır dense bile- alamaz; çünkü bu faizdir, daha doğrusu alır ve fukarâya dağıtır, bankada bırakmaz.

Soru: Hayat sigortası caiz midir?
Cevap:
Bir kimseden belli zamanlarda belli miktarda para alınıyor, bu para diğerlerinden alınanlarla beraber çeşitli yollardan nemalandırılıyor, yine önceden belli bir nisbeti, belli zaman geçince o kimseye (sigortalıya) ödeniyor. Bunun meşrû olabilmesi için yapılan işlem, İslâm hukukuna göre meşrû olan bir hukuki işlem (muâmele) olmalı, para da meşrû şekillerde nemalandırılmalı, helâl-haram kaidelerine riâyet edilmelidir. İmdi meselemizi bu umumi kaide içinde ele aldığımızda karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır: Sigortalının ödediği para "ödünç" olsa, alacağı ancak verdiği kadar olur, fazlası faizdir. Sigortalının ödediği para ortaklık sermayesi olsa, bu takdirde kâr ve zararda ortaklık sözkonusu olmalıdır. Sigortada, sigortalıya ait kâr ve zarar, nisbet (oran) olarak önceden belirlenmediğine göre buna "kâr ve zararda ortaklık" demek de mümkün değildir; çünkü daha kâr belli olmadan sigortalıya verilecek miktar belli olmaktadır. Ayrıca sigorta şirketlerinin hemen tamamının bankalarla alâkası vardır, bir kısmı ise zâten bankaların yan kuruluşları gibidir. Toplanan sigorta primleri, haram-helâl kaidelerine riâyet edilmeden nemalandırılmaktadır. İşte bu sebeple "adına hayat sigortası vb. denilen" mezkûr işlem, İslâma göre meşrû değildir.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Aracı ve zam

1. Alım - satımı teşvik için satıcının aracı (simsar vs.) kullanması ve buna kendi kazancından bir ücret (adı pazarlama pirimi vs. olabilir; bunu) vermesi caizdir. Ancak ücreti, satın alana -onun haberi ve rızası olmadan, satış fiyatına ekleyerek- ödetmesi caiz değildir. Bunun caiz olabilmesi için müşteriye açıklanması veya piyasada cari, herkesin bildiği bir örf ve teamül olması gerekir.
2. Satıcı ile alıcı arasında çeşitli anlaşmalar yapılır ve şartlar ileri sürülür. Şer'i hüküm ve kaidelere aykırı olmadıkça taraflar şartlara riayet edeceklerdir. Sorunuzda teslim, ödeme müddeti vb. konularında çeşitli şıklar verilmemiştir. Biz şöyle farz edelim: "Akit'ten teslime kadar, yahut akitten ödeme bitinceye kadar imalatçının arabaya yapacağı zammı müşteri ödeyecektir" diye bir anlaşma yapılmış ise bu akit sahihtir ve müşteri zammı böyle öder. Bedelin akit esnasında kısmen belirsiz olması akde zarar vermez; çünkü bu belirsizlik belli bir esasa ve ölçüye (zam kadar diyerek) bağlanmıştır. Bu önemsiz (yesîr) bir belirsizliktir; ileride anlaşmazlığa sebep olmaz ve ödemeyi imkânsız veya güç hale getirmez.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Boşanmış kadın, avukatlık, kâr sınırı

Soru:
1. Bir müslüman bir kadınla evleniyor, fakat imam, yâni dinî nikâh yapıyor. Medenî nikâh yapmıyor. Bu evlilik köyde oluyor. Kırk sene beraber geçiniyorlar, kırk sene sonra adam kadını "Sen benden boşsun" diyerek boşuyor, başka bir kadınla evleniyor. Adam evlenirken kadına mehir vermeyi vâdetmiş. Kadının evlenirken malı yokmuş. Ama köyde -bildiğiniz gibi- kadın-erkek beraber çalışır, hatta kadın bazı zamanlar erkekten çok çalışır. Durum böyleyken adam kadını kırk sene sonra boşadıktan sonra "Yalnız mehrini veririm" diyormuş, nafaka da vermiyormuş, kadın ise ortada kalmış. Dört tane yetişkin çocuğu var, bazen onların yanına gidiyor, fakat doğru dürüst bakılmıyor. Kadın kırk sene tarlada bahçede çalışmış, beraberce mal sahibi olmuş, ama kocası bütün malları kendi üzerine yaptırmış, bu durumda kadın hiç mal alamaz mı? ..
Cevap:
Bu soruyu bazı şıklara ayırarak cevaplandırmaya çalışalım:
a) İslâmda evlilik akdi (nikâh)ın muteber olabilmesi için tarafların nikâh şuuru içinde (İslâmca evlendiklerini bilerek), İslâmın istediği rükün ve şartları yerine getirerek akdi yapmış olmaları kafidir; bunun resmî veya gayr-ı resmî olması, resmî bir makamda veya camide yahut da evde olması neticeyi değiştirmez. Buna göre yukarıda tasvir ettiğiniz nikâh, İslâm dini bakımından muteber bir evlenmedir.
b) Evlenirken erkeğin mehir vadetmiş olması normaldir. Mehirsiz evlilik olmaz; akit esnasında mehir zikredilmemiş bile olsa kadın, emsâlininki kadar mehri alacaklı olur. Sualinizden bu evlilikte mehrin zikredildiği anlaşılmaktadır; şu halde boşayan koca mehri kadına ödemekle mükelleftir. Ancak burada günümüzde problem haline gelen bir hususu gözönüne almak gerekiyor; eskiden paranın istinad ettiği temel çok farklı olduğu için bugünkü gibi para değeri sık sık değişmez, büyük enflasyon ve devalüasyonlar vücuda gelmezdi. Halbuki günümüz iktisâdi şartlarında kırk yıl önce zenginlik sayılabilen bir meblağ ile bugün bir koyun alınamaz. Tabîî bu durumda boşanan kadın kırk yıl önce konuşulan miktarda para alırsa zarar etmiş olacaktır. Bunu nazar-ı itibâre alarak bundan sonra yapılacak evliliklerde mehir olarak para yerine altın koymak, muayyen bir miktar altın üzerinde anlaşmak daha uygun olacaktır. Bu meselede de koca, paranın değer kaybını gözönüne alarak boşadığı eşini râzı edecek bir meblâğ ödemelidir; aksi halde vebalden kurtulamaz. (Ayrıca Enflasyon ile ilgili yazımıza da bakınız.)
c) Boşanmış bir kadının, yeniden evlenebilmesi için belli bir müddet beklemesi gerektiğini ve buna "iddet" denildiğini biliyoruz. İşte bu müddet içinde kadının nafakası kocasına düşer; nafaka içinde yemek, içmek, giyinmek, mesken gibi tabiî ihtiyaçlar vardır. İddet sona erdikten sonra kadının nafakası kendi çocuklarına düşer; sizin tabirinizle çocukları ona doğru dürüst bakmaya mecburdurlar. Eğer kadının çocukları ve diğer yakınları arasında ona bakabilecek kimse yoksa bu takdirde onun nakafası âmmeye ve onları temsilen devlete düşer. Şu halde -İslâm hukukuna göre- bir kadın hiçbir durumda sokak ortasında aç, açık ve himâyesiz kalamaz. Kalırsa en yakınından uzağa doğru bütün müslümanlar mesul olurlar ve âhirette ceza görürler.
d) İslâmda kadın ile kocası arasında mal ayrılığı prensibi vardır; yâni kadının malı kocasının sayılmaz. Ancak meselenizde kadın örfü-âdetlerimize göre çalışmış, çalışmasına karşı ücreti şart koşmamış, emeğine karşılık kazancın bir kısmını kocasından isteyip almamış, onun malından ayırmamış; bu durum "örfen" onun çalışmasını kocasına bağışladığı mânasına gelir ve hukuken bir talebde bulunamaz; ancak kadının, "bir yastıkta kocayıp öleceklerini" gözönüne alarak böyle davrandığı düşünülürse boşama halinde onun gönlünün alınması kocasının "diyâneten" borcu olur.

Soru:
2. Bu adam kadını boşarken şu sözü söylüyor: "Üçten dokuza şart olsun sen benden boşsun". Bu sözü ile üç talâk hakkını kullanmış olur mu?
Cevap
İslâm müctehidlerinin çoğuna (cumhura) göre bu sözü söyleyen kişi (erkek) eğer sözü muteber olacak durumda ise (meselâ akıl hastası, ne söylediğini bilmez derecede hiddetli... değilse) üç boşama hakkını kullanmış sayılır ve karısını tam olarak boşamıştır. Ancak İslâm müctehidlerinden bazıları bunu "usûlsüz boşama" kabul ederek boşama saymamış, bazıları da "bir boşama hakkını kullanmış olur" demişlerdir. (Daha geniş bilgi için bak. H. Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, C. I, S. 304-310)
Soru:
3. Avukatlık mesleği İslâm Hukukunda var mıdır? Varsa ne biçimdir? Avukatların haksız bir dâvâyı alarak kazandıkları para helâl midir?...
Cevap:
İslamda vekâlet müessesesi vardır; birçok hukukî tasarrufta kişiler vekâlet verebilir ve vekil kullanabilirler. Ya vakti yahut da kültürü müsâit olmadığı için mahkemede dâvâ açmak, onu takip etmek ve neticelendirmek üzere bir kimseye vekâlet vermekte ve bu vekâleti kabulde İslâmî bakımdan mahzur yoktur. Sarfedilen emek ve bu emeği sarfeden kimsenin (avukatın) ictimâî durumu gözönüne alınarak bir ücret ödenir; bu da meşrudur (Mecelle, md. 1467). Ancak burada dikkat edilecek nokta hakkın sahibini bulmasına yardım esasından ayrılmamaktır. Avukatın vazifesi, haklı olsun, haksız olsun müvekkiline dâvâyı kazandırmak değil, hâkime ve müvekkiline -hattâ karşı tarafa- yardım ederek hakkın sahibini bulmasına, hak kimin ise ona verilmesine çalışmaktır. Usûl ve şekil bu esasa göre vâzedilecektir; aksi halde "Mallarınızı aranızda haksız yollarla yemeyin" (el-Bakara: 2/188) âyetinin açık delâletiyle haksız kazanç sözkonusu olur. Haram kazanç ise yiyene dünya ve âhirette yalnızca felâket getirir. Yediği ve içtiği hep haram olduğu halde refah içinde yüzen "adı müslümanlara" gelince, onların bu dünyada bazı felâketlerle ikaz edilmemiş olmaları imrenilecek değil, Allah'a sığınılacak bir hâdisedir; dinî ıstılah ile buna "istidrâc" denir; ipleri serbest bırakılmış, kendi iradeleriyle uçuruma kadar gitmelerine müdahale edilmemiş demektir.

Soru:
4. Bir esnaf veya tüccar bir malı toptan fiyatına almış, dükkâna getirmiş koymuş. Diyelim ki, bir metre kumaşı 400 TL'sına almış, normal kârı ile 525 TL'sına satması gerekiyor. Ama bir ay sonra zam gelmiş, kumaş 850 TL olmuş, bu esnaf eski malı yeni fiyatla 850 liraya satarsa bu kazanç haram olur mu?
Cevap:
İslâmda kârın yüzde ile sınırlanmadığını, serbest piyasa akışı içinde teşekkül edecek olan fiyat ve kârın meşru görüldüğünü, şayet bu serbestliği kötüye kullanmak, aşırı kâr sağlamak isteyenler çıkarsa onlara karşı hukukî ve cezâî tedbirler alındığını, genellikle esnaf ve tüccarın ahlâkı bozulur, fırsatçılık hâkim hale gelirse devletin o zaman fiyatları tayin ve tesbit cihetine gidebileceğini biliyoruz. Serbest akış içinde normal ve meşru sayılan fiyat ve kâr basit pazarlarda işbilen kişilere danışarak anlaşılır. Daha büyük ve karmaşık ticârî zeminlerde ise bunun için husûsî teşkilâtlar vücuda getirilebilir. Bu umûmi bilgiden sonra meselemize gelelim:
İslâm ticâri kazancı meşru gördüğüne göre sizin tasvir ettiğiniz tüccar toptancıdan 850 liraya satın alabildiği malı eski fiyatla yani 525 liradan satmaya devam eder ve ticâreti hep böyle yürütürse -enflasyonun devam ettiği yer ve zamanlarda- kısa bir müddet sonra zararı iflâsa dönüşür, kazanmak bir yana muhtaç hale gelebilir. Şu halde burada rakamlardan değil, kâr ve kazanç mefhumundan hareket etmek, satış fiyatını daima -yine meşru sınırlar içinde- sermayeyi kaybetmeyecek ve üstelik kazanç sağlayacak şekilde ayarlamak gerekecektir; yâni esnaf ve tüccarın, para değerinin düşmesine, malın fiyatının artmasına göre fiyatları ayarlaması, eski malını yeniden aynı miktar malı alabilecek ve meşru bir miktar da kâr sağlayacak bir fiyatla satması câizdir.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Boşanma, enflasyon, kadının seyahati

İlk beş sorunun cevabı aynı kaideye dayanmaktadır; bu kaide ise "müslümanlar şartlarına, verdikleri söze bağlıdırlar, hıyânet etmezler, hıyânet yoluyla gayr-i müslim harbî kişinin malını ele geçirmek caiz ve helâl değildir" şeklinde özetlenebilir. Bu kaideyi biraz açıklamak gerekirse: Gayr-i müslim olup harb ülkesinde veya andlaşmalı ülkede oturan bir kimsenin canı, malı, namusu, bu ülkeye izinle giren müslümana helâl değildir. Bir müslüman pasaport ve gerektiğinde vize alarak böyle bir ülkeye girdiğinde, bu ülkenin kanunlarına riâyet edeceğine, haklara tecavüzde bulunmayacağına, hıyânet etmeyeceğine söz veriyor demektir. Bu söze riâyet etmek gereklidir, hıyânet caiz değildir. Gayr-i müslimlerle yapılan iş ve hizmet anlaşmaları, akit ve sözleşmeler, tıpkı müslümanlar ile yapılmış gibi geçerli ve bağlayıcıdır. İşte bu sebeple:
a) Bir Türk vatandaşı ilgili makamlara bildirmeden Türkiye'de birkaç ay kalıp tekrar Almanya'ya dönerek, Türkiye'de bir ay kalmış gibi (yalan beyanda bulunarak, yahut gerçeği gizleyerek) orada biriken maaşını alamaz.
b) Bakmakla yükümlü olmadığı kişileri yalan beyan ile yakını gibi gösterip vergi muâfiyetinden yararlanamaz.
c) İşsizlik sigortasını kötüye kullanmak suretiyle hükû-metten para sızdıramaz.
d) Kendi ailesinden olmayan bir kişiyi oğlum, kızım diye gösterip tedavi ettirerek bedelini sigortaya ödettiremez.
e) Hasta olmadığı halde hastayım, diyerek rapor alamaz ve mazeretsiz, izinsiz işten kalarak ücret alamaz.
Bütün bunlar "yalan, sahtekârlık, hıyânet, ahde vefasız-lık" demektir; sözleşmeye aykırıdır, müslüman bunları yapamaz, yaparsa günah işlemiş olur, bu yoldan elde ettiği kazancı haramdır.

Soru: Gelini ile kavga eden bir adam oğluna: "Eğer buna karım dersen ve yanına alırsan üçten dokuza şart olsun sana evlat demem" demiş ve bu sözü üç defa söylemiş. Fakat bunu karısını boşamak için değil, yemin niyeti ile söylemiş. Şimdi oğlu ile konuşmuyor. Çözümü nedir? Evlat demese de başka şey dese, veya keffaret gibi bir hal çaresi var mıdır?
Cevap:
Bu çeşit bir sözü şartlı boşama sayanlar olduğu gibi yemin sayanlar da vardır. Mezkûr şahıs bunu söylerken boşamayı kasdetmediğine, karısı ile bir problemi bulunmadığına göre sözünü yemin olarak değerlendirmek gerekir. Lafız olarak "keffâret gerektiren yemin" değil ise de, maksadı bu olduğu için bir yemin keffâreti öder ve sonra oğlu ile görüşüp konuşur.

Soru: Gece sahura kalkmak için saatını kuran bir adam gece uyanamasa, sabahleyin de işinin zorluğunu ileri sürerek "Gece sahura kalksaydım oruç tutacaktım. Kalkamadığım için niyet etmiyorum" dese ve oruç tutmasa ne gerekir?
Cevap:
Dil veya gönül ile yapılan niyet, oruca niyet olduğu gibi sahura kalkmak da oruca niyet olarak kabul edilmiştir. Ancak sahura kalkmaya niyet etmek ayrı bir şeydir. Bunu "sahura kalkarsam oruç tutacağım" şeklinde bir niyet olarak değerlendirmek mümkündür. Genel olarak şüpheler ceza ve keffâretleri düşürür. Burada da bir şüphe mevcuttur, hatta oruca niyet etmemiş olması ihtimali daha kuvvetlidir. Bu sebeple mezkûr şahsa keffâret değil, kazâ gerekir.

Soru: Öfke ile söylenen üçden dokuza.. sözünü bir talak kabul eden müctehid var mıdır? Bunu öfke ile söylemesi bir avantaj sağlar mı?
Cevap:
Şiddetli öfke içinde söylenen boşama sözünü tamamen geçersiz sayan müctehidler vardır. Bu görüşe bazı hanefî fukahâsı da katılmaktadır. (İbnu'l-Humâm, Feth C. III, s. 38; Kâmil Miras, Tecrîd, C. XI (1. baskı), s. 465.) Boşama (talâk) Allah'ın sevmediği, bazı durumlarda zaruret haline geldiği için sevmeyerek izin verdiği bir tasarruftur. İslâmın çok önem verdiği aile hayatını sona erdiren bu tasarrufun iyice tartıp düşünülerek icra edilmesi gerekir. Hiddet tartıp düşünmeyi engellediği için bazı müctehidler öfke içinde boşamayı geçersiz saymışlardır. Taraflar boşanmak istemedikleri takdirde bu ictihada göre fetvâ verilebilir. Öfkesiz olarak bir defada üç talâk ile boşamayı bir talâk sayanlar vardır.

Soru: Bir vatandaş Türkiye'ye giderken bir televizyon veya bir video getirse, gümrükte bir milyon lira gümrük isteseler, fakat yüz bin lira rüşvetle gümrüksüz geçmesi mümkün olsa, (laik sistemle idare edilen Türkiye kanunlarına göre) bu iki şıktan hangisi İslâma göre uygulanmalıdır?
Cevap:
Bir ülkenin rejiminin demokratik, laik cumhuriyet olması, o ülkede yaşayan müslümanların vergi kaçırmalarını gerektirmez. Çünkü vergi rejime değil, toplum ihtiyaç ve hizmetlerine sarfedilmek üzere toplanır. Bir ülkede yaşayan kişiler, bu ülkede yapılan ortak harcamalara vergi vererek katılırlar. İmkânı olduğu halde vergi ödemeyen, başkalarının malından, onların rızası dışında haksız olarak faydalanmış olur (çünkü her ferd, diğerleri de veriyor diye kendi vergisini helâl eder, bu bir nevi şartlı hibedir). Gümrük vergilerinin diğer vergilerden farklı olarak bir fonksiyonu da korumadır. Devlet millî sanâyiin gelişmesi ve korunması, bazı hallerde tüketicinin korunması gibi maksatlarla gümrük vergisi koyar ve ayarlar. Gümrük vergisini vermeyen bu bakımdan amme menfaatine aykırı hareket etmiş olur. Eğer bir ülkede yöneticiler, kazanç hırsı vicdanlarını karartmış bir kısım sanâyici ile işbirliği yapar ve gümrük vergilerini onların menfaatlerine göre ayarlarlarsa -ancak bunun kesin olarak tesbit edilmesi halinde- bu vergi haksız olur ve kurtulma çabası caiz hale gelir.
Rüşvet vermek ve almak prensip olarak haramdır. Eğer bir kimse, haklı olan bir işini rüşvet vermeden yürütemez, hakkını bu çareye başvurmadan elde edemez durumda ise rüşvet vermesi caiz hale gelir; ancak rüşveti almak her hal ve şartta haramdır.

Soru: Bir kişinin İstanbul-Almanya uçak bileti yaklaşık 400 küsür bin türk lirasıdır. Eşimin Almanya'ya yanıma gelip gitmesi için oğlum onu İstanbul'dan uçağa bindirse, ben de Almanya'da hava alanından alsam caiz midir? Yoksa ne pahasına olursa olsun gidip ya kendim veya bir mahremi ile mi gelebilir?
Cevap:
Hz. Peygamber (s.a.) kadını, yalnız başına yolculuk yapmaktan menederken yolculuğun uzununu kısasından ayırıcı ölçüler getirmiş, hadîsin çeşitli rivayetlerinde bu sınır, birkaç milden üç güne kadar uzatılmıştır. Üç gün sınırını esas alan müctehidlere göre kadın, üç gün sürmeyen yolculukları, yanında mahremi olmadan da yapabilecektir. "Bir kadının, tek başına Yemen'den kalkıp Mekke'ye gelebileceği kadar güvenli günlerin geleceği"ni bildiren hadîs de göz önüne alınırsa, kadını tek başına yolculuktan meneden hadîsin, güvenlik esasına bağlı bulunduğu anlaşılır. Eğer böyle bir illet ve hikmete dayanmasa ve yasaklama ibâdet kabilinden (taabbudî) olsaydı, üç günden az olan mesafeler için de yasaklanırdı. Neden bir veya iki günde yaya katedilecek yere kadın mahremsiz gidiyor da daha fazlasına gidemiyor? Çünkü yolculuk uzadıkça kadın için tehlike de o nisbette artıyor. Özellikle Rasûlullah'ın (s.a.v.) zamanını düşünelim; yollarda emniyet yok, iletişim vasıtaları kısıtlı, suçluyu takip ve yakalama çareleri az... Bu şartlar içinde kadının, yanında yakını bulunmadan birkaç gün sürecek bir yolculuğa çıkmasını yasaklamak kadar makul bir tedbir olamaz. Günümüze ve sorunuza gelince: Bir kadını, bir hava meydanından bir yakınının uçağa bindirmesi, ineceği yerde de bir başka yakınının onu karşılaması halinde, -eskiden bir kadının tek başına, yahut mahremsiz yapacağı bir iki günlük yolculuk kadar bile- tehlike yoktur ve bunun caiz olması gerekir.

Soru: Bir müslüman bir müslümana ödünç para verse, mesela altı ay sonra alsa. Bu arada paranın kaybettiği değer kadar fark alsa, bu değeri ya dolar, mark gibi bir yabancı paraya göre veya altına göre değerlendirse bu caiz midir? "Lâ darara velâdırara" hadisine göre.
Cevap:
İslâmda ödünç para verme teşvik edilmiş, bunun yalnızca Allah rızâsı için yapılması istenmiş, ödünç vermeden dolayı -şart koşularak- menfaat sağlamak faiz sayılmış ve yasaklanmıştır. Ödünç veren, verdiğine eş değerde emsâl malı veya parayı geri alacak, ödünç alan da bunu ödeyecektir. Fazla almak faiz olduğu gibi eksik ödemek de haksızlıktır, borçlu kalmaktır, kul hakkına riâyet etmemektir. Bugün enflasyonun mevcut bulunduğu ülkelerde ödünç alınan memleket parası, ödemeye kadar geçen zaman içinde değer kaybına uğrarsa, ödenirken bu kaybın telâfi edilmesi için, alınan meblâğa eş değerde paranın ödenmesi gerekir. Meselâ bir milyon TL. ödünç alan kimse, altı ay sonra bunu öderken -yıllık enflâsyon yüzde elli ise- bir milyon iki yüz elli bin TL. ödemesi gerekir. Eğer enflasyon farkını ödemez de yine bir milyon öderse borcunun % 25'ini ödememiş, haksızlık etmiş olur. Eflasyon, örnekte görüldüğü şekilde telâfi edilebileceği gibi daha ödünç alınırken, alındığı gündeki "altın veya döviz" karşılığı hesap edilerek ödemenin buna göre yapılması da şart koşulabilir. Önemli olan, enflasyonun âdil bir şekilde tesbit edilmesi ve ödemenin buna göre yapılmasıdır. Bu arada karşılıklı olarak helâlleşmek de ihtiyatlı bir davranış olur.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Faiz ve ihtiyaç

Zamanımızda insanlara hakim olan maddecilik, faydacılık, köşe dönmecilik, bencillik ortamında az bir maaşla emekli olan, emekli ikramiyesi de enflasyon sebebiyle her saat eriyen bir emeklinin hem parasının değerini koruması hem de geçimini sağlayabilmesi için ne yapması gerektiğini soruyor, bankaya yatırarak faiz almasının caiz olup olmadığını da öğrenmek istiyorsunuz.
İslâmın faizi yasaklamasının sebeplerinin başında elinde parası olanların, yoksulları sömürmesini önlemek geliyor. Enflasyonun sebepleri içinde de faizciliğin çok önemli bir payı vardır. Bu sebeple asıl çare ülke ekonomisinden faizi sürmek ve ictimâî adâleti temin edecek bir siyasî, sosyal ve ekonomik düzen kurmaktır. Müslümanlar bu düzeni kurmak için çalışırken sizin bahsettiğiniz durumda olanlar paralarını öncelikle helal yoldan, kâr-zarar ortaklığı şartıyla çalışan kurumlara yatırmalıdır. Bu olmazsa değeri azalmayan, hatta artan madenlere veya taşınmaza yatırmalıdır, bu da olmazsa ve elindeki para bitince geçime muhtaç hale geleceği anlaşılırsa ancak bu takdirde banka faizine müracaat edebilir.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Borsa ve sened ticareti

1. Hisse senedi alım-satımına iki farklı yönden bakmak gerekir:
a) İmal edilmesi, ticareti, hizmeti caiz olan bir konu ile meşgul bulunan bir şirketin hisse senedini alarak ona ortak olmak. Şüphesiz bu tasarruf caizdir; alan, şirketin malvarlığına hissesi nisbetinde ortak olur, kâr ve zararına katılır, dilediği zaman da hissesini başkasına satabilir.
b) Ait olduğu iktisadî değerden bağımsız olarak değer kazanıp kaybeden bir hisse senedini, eldeki parayı değerlendirmek, değerini korumak, iniş-çıkışları gözeterek para kazanmak maksadıyla alıp satmak. Borsadaki alış-verişler daha çok bu ikinci maksada yöneliktir. Bu manada borsada oynamak(!) tam olarak değilse de biraz kumara, piyangoya benziyor, gerçek değerin üstünde ve dışında kağıtların pahalanıp ucuzlamasına sebep oluyor, ekonomiye ve üretime önemli bir katkısı olmaksızın paralar kazanılıyor ve kaybediliyor. İşte bu bakımdan borsada "oynamayı" makbul bir ticaret olarak görmüyorum.
Ancak mevcut düzende ve şartlarda oynama olmadan borsanın da olmayacağı, halbuki parayı faizle nemalandırmaya karşı borsanın bir meşru seçenek olduğu gerçeğini de görmezlikten gelemiyorum.
2. Mirastaki paylar kanun mahiyetinde olan naslarla belirlenmiştir. Bir şahsın mülkü olan taşınır ve taşınmaz mallar, mirasçıların payları bakımından birbirinden farklı değildir. Osmanlı zamanında kadın ve erkeğin eşit veya mirastakinden farklı pay aldıkları taşınmaz, şahısların mülkü olmayıp devletin mülkü olan -ve şahıslara yalnızca tasarruf hakkı verilmiş bulunan- mîrî topraklardır.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kupon veya kutudan çıkan hediye

Soru:
Gazetelerin vermiş olduğu kuponlu ve kuponsuz hediyeler veya bazı deterjanların içinden çıkan hediyelerin (meselâ bir taksi vermesi) dindeki hükmü nedir?
Cevap:
Soruda geçen örneklere bağlı kalmaksızın söylemek gerekirse herhangi bir firmanın veya şahsın, sattığı mal ile beraber müşterilerine "hediye, armağan, ikramiye" gibi isimlerle verdiği malların helâl olanları ve haram olanları vardır. Önce helâl olanlarından başlayalım:
Bir gazete veya ticârî firma, müşterisini ve sattığı mala rağbeti arttırmak için kupon neşrediyor, yahut kutuların içine bazı mallar koyuyor. Birinci uygulamada belli sayıda kupon biriktirip firmaya teslim edenler arasında kur'a çekerek, kimlerin ismi çıkarsa, onlara belli miktarda hediyeler veriyor. İkinci uygulamada ise, içinde deterjandan başka bir de sabun bulunan, yahut daha kıymetli bir mal bulunan kutuyu tesâdüfen almış bulunan müşteri o mala da sahip oluyor. İşte, meselâ bir gazete veya deterjanın yanında verilen o malların helâl olabilmesi için şu şartların gerçekleşmesi gerekir.
a) Hediye kuponu bulunan gazete ile kuponsuz gazetenin fiyatı arasında fark bulunmamalıdır; yani gazete on lira ise, hediye kuponu neşredilirken de on lira, neşredilmezken de on lira olmalıdır. Deterjanların hediyeli kutuları ile (içinden hediye çıkması muhtemel bulunan kutuları ile) hediyesiz kutuları aynı fiyatla satılmalıdır.
b) Hediye diye verilen mallar İslâmda alınıp istifâde edilmesi mübah olan (helâl) mallar olmalıdır.
c) Hediye dağıtarak müşteri arttıran, daha çok mal satan müessese, İslâma göre câiz ve helâl olan mallar üzerinde çalışan, câiz olan işleri yapan müesseseler olmalıdır.
İşte bu şartlar tahakkuk edince, meselâ yüz lira vererek aldığımız bir kutu deterjanın fiyatı zaten yüz liradır, biz hediye çıksın diye farklı bir bedel ödemedik, içinden çıkan veya kur'adan çıkan mal doğrudan doğruya gazete veya firmanın kazancından, rızâsı ile ayırıp bize hediye ettiği bir maldır ve helâldir.
Yukardaki şartlardan birisi bulunmazsa verilen hediyeler alınamaz, helâl olmaz. Meselâ aynı kalite ve miktarda deterjan ihtiva eden kutulardan hediyeli olanlar 110 liraya, hediyesiz, olanlar 100 liraya satılsa, bu on liralık fazlalıklar, çıkması muhtemel hediye için verilecek, firmada toplanacak, firmaya kur'a ile, yahut bazı kutulara koyarak, binlerce kişiden topladığı onar liradan meydana gelen malları, daha az sayıda kişiye dağıtacaktır ki, bu takdirde gerçekleşen muâmele kumar ve piyango mahiyetinde olur. Kezâ dağıttığı şey içki, müstehcen neşriyat vb. şeyler ise bunları almak ve bunun için kupon biriktirmek câiz olamaz. Bir de bu yol ile müşteri celbeden müessese, İslâmın haram kıldığı bir iş ve mal üzerinde çalışıyorsa onun hediyesine talip olmak ve verdiğini almak yine câiz olmaz.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Faiz ve enflasyon

Sualinize cevaba geçmeden önce Cenâb-ı Mevlâ'dan şu imtihan dünyasında mal, evlat, şöhret ve servetle imtihanlarda muvaffak olabilmemiz için inayetini esirgememesini niyaz ediyorum.
Bir müslüman bir akit ve anlaşma yaparken gelir ve giderinde, akdin sonucunda faizi öngörmemiş, faizi akde sokmamış olursa, borcun ödenmesi geciktiğinde, vadesinde ödeme yapılmadığında -gecikme dönemi içinde meydana gelen- enflasyon farkı ödemeye dahil edilir. Aksi halde borçlu borcunu tam değil, eksik ödemiş olur. Eğer borç, Allah rızası için ödünç para vermeden hasıl olmuş bulunursa ödeme zamanının geçmesi, vadenin gelmesi ve geçmesi sözkonusu olmaksızın ödeme enflasyon farkı ile birlikte yapılır.
Eğer akit banka ile yapılmış ise; yani bankaya mevduat yatırılmış veya kredi alınmış ise bu da bir akittir, ancak burada akde faiz dahil edilmiştir, belli bir zaman sonunda şu kadar faiz alınacak veya verilecektir, bu alış-veriş akdin hükmüne dahildir. Müslümanın işte böyle bir akdi yapması caiz değildir. Ödeme zamanı geldiğinde alınan veya verilen faiz enflasyonun altında kalsa bile bu durum, başta yapılan faizli akit günahını ortadan kaldırmaz. Ayrıca bankaya yatırılan paralar yüksek ve reel faizlerle isteyene kredi olarak verildiği için, mevduat sahibine parasının reel faizi verilmese bile bu paraya reel faiz tahakkuk etmiştir, banka bu faizi almıştır ve buna mevduat sahibi razı olmuştur. Böyle bir mevduat sahibi, kendisi reel faiz alan kimseden daha bedbaht ve ahmaktır; çünkü bu ikincisi hiç olmazsa -haram işleyerek- dünyasını kurtarmıştır, birincisi ise hem haram işlemiş, hem de dünyevî bir menfaat elde etmemiştir.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Vade farkı ve faiz

1. A isimli şahıs B isimli şahsa borçlandığında bu borç ya karşılık beklemeden ödünç vermek, yahut da bir hizmet veya malı satmak suretiyle hasıl olmuştur. Ödünç verme halinde veren, parasına ne zaman ihtiyaç duyarsa -vade dolması sözkonusu olmaksızın- talepte bulunabilir, borçlu derhal ödemekle yükümlüdür; eli dar ise ya başka müslümanlar ona yardımcı olacaklar, yahut da alacaklı -imkanı varsa- onun elinin genişlemesini bekleyecektir. Ödünç alınan tarih ile ödeme tarihi arasında geçen süre içinde paranın değeri değişmiş olursa ödeme, nominal değer (rakam) üzerinden değil, paranın satın alma gücüne göre yapılacaktır. Para ödünç alındığında yüz kilo pirinç alabiliyordu ise ödendiği zaman da bunu alabilmelidir. Tabiî bu durumda belli bir mal değil de ilan edilen ve doğruya en yakın olduğu sanılan enflasyon rakamı esas alınmalıdır.
Borç, mal veya hizmet alımından hasıl olmuş ise ya vade farkı uygulanmıştır, yahut da uygulanmamış, peşin fiyatına verilmiştir. Vade farkı uygulanmış olursa vadesinde ödenen borca yeni bir ek yapılamaz. Vade farkı konmamış, yahut borç vadesinde ödenmeyip aradan zaman geçmiş ise ödeme zamanında enflasyon farkının da ödenmesi gerekir. Aksi halde borç eksik ödenmiş olur. İslâm faizi haram kıldığı gibi borcu tam ödememeyi de haram kılmıştır.
2. Enflasyon miktarını aşmayan temerrüt faizini (adı faiz, fakat fıkha göre ana paranın bir kısmı olan meblağı) almak caiz olduğuna göre buradan, alacaklının rızası ile avukatlık vekâlet ücretinizi ve masrafınızı almanız da caizdir.
3. Günümüzde vade farkı ile alım-satım geniş ölçüde uygulanan, özel finans kurumları ile bazı şirketlerin ticarî faaliyetlerinin büyük yüzdesini teşkil eden bir işlemdir. Üç rakama yaklaşan ve bazen bunu da aşan enflasyon ise yıllardır içinde yaşadığımız bir vakıadır. Şahıs ve şirketlere vadesinde ödenmeyen borçların birkaç ay gecikmesi halinde -enflasyon düşük ve kâr hadleri de yüksek ise- geciken borcu yalnızca enflasyon farkı ile ödemek alacaklının zararına olmakta, bunu bilen bazı borçlular da ödemeyi geciktirip bu meblağ ile büyük kazançlar sağlamakta, geciken borcu yalnızca enflasyon farkı ile ödeyerek haklı olmayan kazançlarını muhafaza etmektedirler. İslâm'a göre borçluya karşılıksız (Allah Rızası için) müddet tanımanın, vadeyi karşılıksız uzatmanın meşruiyet şartı borçlunun darda olması, ödeme imkânsızlığı veya güçlüğü içinde bulunmasıdır. Ekonomik varlığını küçülterek, aslî ihtiyaçları dışındaki malvarlığını satarak borcunu ödeme imkânına sahip bulunan bir şahsın bunu yapmayıp, alacaklının zararı pahasına kendi menfaatini koruması meşru değildir. Burada meşruiyeti sağlamanın yolu alacaklının rızasıdır. Alacaklı bir fert değil de bir şirket veya kurum ise bunun temsilcileri ortaklarının menfaatini korumakla yükümlüdürler, ortaklar adına zararlı bir tasarrufa gidemez, buna razı olamazlar. Öte yandan ülke ekonomisine katkıda bulunan, topluma faydalar getiren bir teşebbüsü -kurumun alacağını vadesinde alabilmek için- batırmak, ortadan kaldırmak ve küçültmek de hem müteşebbise, hem de ülkeye zarar vermektedir. Bu karşılıklı zararı gidermenin yolları aranmalıdır. Bize göre bu meşru yollardan biri, vadesinde ödenmeyen borçların makul ve ekonomik bir vade farkı ile tahsil edilebilmesi için karşılıklı rıza ile ilk akdin bozulması (ikale yapılması), yine karşılıklı rıza ile aynı malın, aynı müşteriye yeni bir fiyatla satılmasıdır. Fıkıh kitaplarımız satım konusu malın mevcut (tüketilmemiş, yok edilmemiş) olması halinde bu işlemi caiz görmektedir. Problem tüketilmiş, kullanılmış mal ile ilgilidir. Bize göre bu malın mislî (standart veya emsali piyasada bulunan) mal olması halinde "hükmen mevcut" sayılması mümkündür. İslam hukukunda mevcut olmayan malın satımı caiz olmadığı halde selem (peşin para ile veresi, ileride teslim edilecek mal satımı) usulünde "satıcının elinde bulunmayan mal hükmen mevcut kabul edilerek" satım caiz görülmüş, bu cevazı ihtiyaç da etkilemiştir. Kurumların, şahıs ve şirketlerin ayakta durabilmesi, İslâmî olmayanlarla rekabet edebilmesi için -vadesinde ödenmeyen ve bu yüzden alacaklının zarar görmesine sebep olan-borç ertelemeleri yaygınlaştığında ve kötüye kullanıldığında, yukarıda açıklanan usûl uygulanmalı, karşılıklı rıza ve meşru bir hukukî işlem ile zararın önlenmesi, kurumların ayakta kalması, ihtiyaçların karşılanabilmesi sağlanmalıdır.
Diğer bir çözüm tarzı ilk vadeli satım akdi yapılırken çeşitli vadelere göre fiyatların satın alana açıklanması ve ödemeyi hangi vadede yaparsa, bedelin buna göre kesinleşeceğinin bildirilmesi, tarafların bu şartlar üzerinde anlaşmaya varmalarıdır. Fıkha göre böyle bir hukukî işlemde eksik olan sıhhat şartı, "akit esnasında bedelin kesin olarak belirlenmemiş olmasıdır." Bu sebeple akit ilk yapıldığında ârızalı (fâsid) olsa da sonunda ödeme yapılınca (kabz ve teslim ile) sıhhat kazanır, muteber olur.
Üçüncü bir çare, malı ödünç vermek, ödeme zamanında bedelini, rayiç fiyat ve kâr ile tahsil etmektir.
Aynı sonuç "muamele-i şer'iyye, iyne, alınan malı aynı günde farklı fiyatla satıcıya geri satma" gibi yine fıkıh kitaplarının caiz gördüğü işlemlerle de elde edilebilir. Ancak bize göre bunlar daha açık birer hiledir, uygulanmasında daha çok sakıncalar vardır. Teklif ettiğimiz usul de bir şer'î hiledir, ancak hem buna -zikrettiğimiz şartlar içinde- zaruret vardır, hem de normal hukuki işlemlere daha yakın ve uygundur.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Su parası ve gecikme zammı

Su abonelerinin gecikme zammı veya cezası ve depozitolarının zayi olmaması ile ilgili sorularınıza benim bilgi ve kanaatim şu cevabı vermemi gerektiriyor:
1. Su bedellerini zamanında ödemeyen abonelerin idareye verdikleri zarar ve getirdikleri külfet ikidir:
a) Para değer kaybettiği için bedelin -değer olarak- eksik alınması
b) Takip, kapama ve açmanın getirdiği külfet ve masraflar. Eğer borcunu zamanında ödemeyen şahıs bunu kasten veya aynı mahiyette olan ihmal, tedbirsizlik ve sorumsuzluk sonucu yapmış ise verdiği zararı, sebep olduğu ek masraf ve külfeti karşılamak mecburiyetindedir. Yokluk, yoksulluk, acizlik yüzünden yapmış ise (bunu da objektif ölçütler ile tesbit etmeniz mümkün ise) zammını değil, aslını bile ödemesi gerekmez; toplum her şahsın temel ihtiyaçlarını teminden sorumludur, bunun su kısmı da sizin idarenize düşer.
Kasıt veya ihmal yüzünden su ve atık borcunu zamanında ödemeyen şahıstan iki farklı ödeme alabilirsiniz:
a) Gecikme müddetince paranın değer kaybı (bunu ilan edilen enflasyon nisbetinde yapabilirsiniz, meclis enflasyonu gözönüne alarak bir gecikme zammı nisbetine karar verebilir.)
b) Borcunun zamanında ödenmemesi sebebiyle idarenin takip ve yazışma suretiyle verdiği hizmetin bedeli (bu da yaklaşık bir nisbette karar ile tesbit edilebilir.) Bu arada su kapatılmış ve açılmış olursa bunun bedeli ayrıca alınacaktır.
2. İdare nasıl geç ödenen borcu, ödeme tarihindeki değeri ile alıyorsa, anlaşma yaparken aldığı depozitoyu da, aldığı tarihteki değeri ile ödemelidir. Çünkü idare bu meblağı, emanet olarak alıp bir kasada muhafaza etmiyor, kullanarak istifade ediyor. Bunu borç alınmış, sonunda meblağın sahibinin idareye borcu bulunmadığından takas edilememiş ve ödenme mecburiyeti hasıl olmuş bir "abone alacağı" olarak kabul etmek gerekiyor. Borçların ödenirken -alındığı tarihteki değeri üzerinden- ödenmesi gerektiği genel bir ödeme kuralıdır. Bu ödemeyi bir esasa (ölçüye) bağlamak gerekir. Eğer birçok yıldan sonra enflasyon ortalamasını hesap etmek ve bunu karara bağlamak zor ise başta dövize endeksli hale getirmek mümkündür.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sözünde durmak

İngiltere'de uzun süre yaşayanların meselâ ingiliz tâbiyetine geçerek pasaport alması ve bazı haklardan yararlanması -bugünkü İslam dünyası ve milletlerarası şartlar karşısında- prensip olarak caizdir. Bunun için İngiliz hükûmetinin "sadâkat yeminini" şart koşması da gayr-i meşru bir davranış değildir; her ülke, vatandaşlarından ve ülkesine geçici veya devamlı kalmak üzere kabul ettiği şahıslardan sadâkat bekler, ihanetinden emin olmak ister. İslâm ulemâsı da fıkıh kitaplarında, "dâru'l-harbe izinli (emanlı) olarak girmiş bulunan müslümanların orada kaldıkları müddetçe ülkeye zarar vermeme, hak ve hukuka tecavüz etmeme, hiyanette bulunmama sözü vermiş sayılacakları için buna göre davranmalarının gerektiğini, sadâkatten ayrılır ve hiyanet ederlerse günahkâr olacaklarını" ısrarla tekrarlamışlardır. Bu esasa göre:
a) Yabancı ülkeye pasaportla giren veya orada uzun süre kaldığı için statüsü değişip orada devamlı kalma hakkı elde eden müslümanlar o ülkenin hukukunu çiğneyemez, hiyanet teşkil edecek bir davranışta bulunamazlar. Kâfire zarar vermek isteyenler sulh ve andlaşma yoluyla değil, savaş yoluyla yabancı ülkeye girer ve yapacaklarını yaparlar.
b) Gayr-i müslim bir ülkeden bir nevi vatandaşlık hakkı alan müslümanların, sorunuzda belirttiğiniz ve örneğini gösterdiğiniz bir şekilde "...kanunlarına göre doğru ve dürüst olup hakiki sadâkat taşıyacağıma..." diye yemin etmelerinde bir sakınca yoktur; çünkü zaten böyle bir söz verilmeden kimseyi ülkeye kabul etmezler. Bu yeminde İslama aykırı bir unsur da yoktur.
c) Verilen söz önemlidir, yemin edip etmemek önemli değildir, müslümanlar, kâfirlerle yaptıkları muâhedelere (andlaşmalara, sözleşmelere) sadık kalmakla yükümlüdürler. Ahdi bozmak, verilen sözden dönmek de yemini bozmak gibidir.
d) Vatandaşı veya sâkini bulunduğunuz bir gayr-i müslim ülke sizden, İslâmın ve müslümanların aleyhine bir davranışta bulunmanızı isterse sadâkat edeceğim diye bu isteği yerine getiremezsiniz. Böyle bir durumda vaziyeti idare ederek istenen davranışta bulunmadan orada kalabiliyorsanız kalırsınız, aksi halde o ülkeden ayrılmaya çalışırsınız.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İslâm otopsi meselesi

İslâm dini insanı yüceltmiş, saygıya lâyık görmüş, onu birçok hak ve sorumluluk ile donatmıştır. Buna göre insanların gerek hayatta ve gerekse vefatlarından sonra dokunulmazlıkları vardır. Bu dokunulmazlık, kişinin maddî ve manevî bütün varlığını içine almakta, bu meyanda beden ve cesed de dokunulmazlık hakkına sahip bulunmaktadır. İslâm inancına göre insanların ruh ve bedenleri kendilerine ait olmayıp birer ilâhi emanettir. Bu sebeple kişi kendi ruh ve bedeni üzerinde istediği gibi tasarruf yetkisine sahip değildir, onları emanet eden Tanrı'nın dilediği gibi tasarruf etmek ve kullanmakla yükümlüdür, yine aynı sebeple intihar ve her türlü işkence yasaklanmış, haram kılınmıştır.
İslâm'a göre insan, eceli gelip ölünce usulüne göre yıkanır, kefenlenir, namazı kılınır ve defnedilir. Bütün bu vazifeleri yerine getirmek müslümanların dini görevleri arasındadır. Ölü defnedikten sonra da kabri çiğnenmez, bir zaruret bulunmadıkça açılıp cesedi çıkarılmaz. Ancak ölünün yıkanmadan gömülmüş olması, yahut defin esnasında kabirde maddî kıymeti bulunan bir şeyin unutulmuş bulunması gibi durumlarda kabrin açılması İslâm âlimlerince caiz görülmüştür. Keza belli bir müddet geçip cesedin çürüdüğüne kanaat getirilince kabrin açılması ve buraya başka ölülerin gömülmesi, gerektiğinde kabristanın taşınması caiz olan davranışlar arasındadır.
Bu hükmünlerin ışığında otopsi meselesine eğildiğimiz zaman şu neticeleri elde etmek mümkündür.
Bilindiği üzere otopsi, ya ölü, ya yakınları, yahut da insanlık için faydalı bazı bilgiler elde etmek için ceset üzerinde yapılan bir ameliyedir. Otopsi sayesinde ölüm sebebi anlaşılmakta, cinayetler aydınlanmakta, bulaşıcı hastalıklarla mücadele edilebilmekte ve daha birçok faydalı bilgiler elde edilmektedir. Gerek otopsi yapanların ve gerekse buna izin verenlerin ölüye hakaret etmek, onu küçük ve önemsiz görmek, dokunulmazlıklarını çiğnemek gibi bir duygu, düşünce ve maksatları yoktur. Şu halde otopsi bir yandan faydalar sağlamakta, diğer yandan İslâmın, insanın ruh ve bedeni ile ilgili talimatı ile çatışmamakta, bunlara aykırı düşmemektedir. İslâma göre vücut üzerinde yapılacak bir ameliye fayda yerine zarar getirecekse, bu biliniyorsa hiçbir kimsenin bunu yapmaya hakkı yoktur; kişinin böyle bir operasyona izin vermiş ve razı olmuş bulunması sonucu etkilemez. Yapılacak ameliye faydalı sonuçlar doğuruyor ve hiçbir zarara da sebebiyet vermiyorsa ya kişinin veya yakınlarının rızası, yahut da-kamuyu ilgilendiren konularda- selâhiyetli makamın izni ile gereken yapılır. Konumuz olan otopsi de bu ikinci şık içinde yer almaktadır; ölüye bir zararı dokunmamakta, faydalar hasıl etmekte ve ilgili mezvûata göre icra edilmektedir.
Bütün sistemlerde olduğu gibi İslâm dininde de kişinin dokunulmazlığı mutlak ve sınırsız değildir; gerek hayat hakkını ve gerekse diğer dokunulmazlıkları sınırlayan, hatta ortadan kaldıran durumlar vardır. İnsanın kendisini faydasız yere tehlikeye atması caiz değildir; ancak gerektiğinde canı pahasına düşmanla savaşmak yalnızca caiz değil, farzdır ve en faziletli davranışlar arasındadır. Amme menfaati ve düzeni gerekli kıldığı için bazı suçlar insanın bedeni cezalar görmesini, hatta hayatını kaybetmesini gerekli hale getirmektedir. İşte bunlar gibi cesedin dokunulmazlığı da mutlak değildir; faydasız ve gereksiz olma durumuna bağlıdır. Faydalı, gerekli ve zaruri olduğunda cesede dokunmak, otopsi yapmak, bazı organ ve dokuları alarak yaşayan insanların acılarını dindirmek, sağlığa kavuşmalarını sağlamak caizdir; bunları haram kılan bir âyet veya hadîs mevcut değildir. Tam aksine insanları ilme ve araştırmaya, iyiliğe ve yardımlaşmaya teşvik eden yüzlerce âyet ve hadis otopsiyi de, organ naklini de iyi davranışlar arasına sokmuş bulunmaktadır. Zaruretlerin yasakları kaldırması prensibi âyete dayanmaktadır.
Bütün bu söylediklerimizi İslâm hukuk metodolojisi açısından şöylece değerlendirebiliriz:
İslâmda birşey veya davranışın caiz, iyi ve hayırlı olup olmadığı iki ana kaynaktan öğrenilir: Kur'ân-ı Kerîm ve Resûlullah'ın Sünnet'i. Bu iki kaynakta konu ile ilgili özel bilgi yoksa ictihada başvurulur; kıyas, benzetme, zaruret veya genel çerçeveli hükümler içine sokma vb. hüküm çıkarma yolları ictihada dahil bulunmaktadır. Otopsi hakkında iki ana kaynakta özel hüküm yoktur. Yasaklanan husus, ölünün cesedine ve kabrine hakaret etmek, saygısızca davranmaktır. Otopsinin bu davranışlarla bir alâkası yoktur. Hususi zarar karşısında genel menfaatin tercih edilmesi büyük zarardan kurtulmak için küçük zarara katlanılması hususlarını ifade eden genel prensipler otopsiyi de caiz davranışlar içine sokmaktadır. Hatta burada hiçbir zarar sözkonusu olmaksızın hususi ve umumi fayda, bazı durumlarda ise zaruret (zorunluluk) sözkonusudur. Aynı gerekçelerle, 1907 yılında Mısır'da, meşhur âlim Reşit Rıza, bir soru üzerine otopsinin caiz olduğunu ifade etmiştir. (Fetâvâ, R. Rıza, Beyrut, 1970, c. II, s. 592.)
Başta zikredildiği üzere İslâm, ölünün yıkanmasını, kefenlenip defnedilmesini istemektedir. Bu sebeple -durum ve zarurete göre- otopsi öncesi veya sonrasında ve tercihen otopsiden sonra ölü yıkanmalı ve gerekli dini görevler yerine getirilmelidir.
Otopsi konusunda bir fetvâ:
Yukarıda metnini okuduğunuz konuşmayı yaptıktan altı ay kadar sonra Suûdî Arabîstan'daki ilgili kuruluştan çıkmış bir fetvâ metni elimize geçti. Bu fetvâ, Malezya'nın Cidde sefiri tarafından S. Arabistan Adâlet Bakanlığına yöneltilmiş, konumuzla ilgili bir soruya cevap veriyordu. Faydalı olacağını düşünerek fetvâyı tercüme edip yazıya ekliyoruz.

Soru:
Tıbbî hizmetlerde faydalanmak üzere müslüman bir ölü üzerinde cerrâhi operasyon yapmak caiz midir?
Cevap:
Bu operasyonu, din hükmü bakımından üç guruba ayırmak gerekir:
1. Cinayet dâvalarında gerçeği öğrenmek üzere yapılan (otopsi).
2. Sonucuna göre gerekli koruyucu tedbirleri almak üzere bulaşıcı bir hastalığın bulunup bulunmadağını anlamak üzere yapılan.
3. Öğrenmek ve öğretmek için "bilgilenmek maksadıyla" yapılan.
Konu "büyük âlimler" komisyonunda enine boyuna görülüşüp tartışılmış ve şu sonuca varılmıştır:
Meclisin görüşüne göre birinci ve ikinci nevi operasyonların caiz görülmesi güvenlik, adâlet ve topumun bulaşıcı hastalıklardan korunması sahalarında önemli faydalar getirmektedir. Otopsi yapılarak elde edilen bu büyük faydalar (mesâlih) karşısında "cesedin doknulmazlığını kaldırma" mahzuru küçük kalmaktadır. Bu sebeple ulemâ meclisi, mezkûr iki maksatla yapılan operasyonun caiz olduğunu ittifakla kabul etmiş ve bu hükümde cesetten cesede bir fark görmemişlerdir (Cesedin, hukuken ölüme mahkûm edilmiş bir kimseye ait olup olmamasını farklı görmemişlerdir).
Üçüncü maksatla (ilmî maksatla) yapılan operasyona gelince meclis, bu konuda bir hükme varmadan önce şu esasları göz önüne almıştır:
a) İslâm dini faydalı şeylerin elde edilmesi ve çoğaltılmasına, zararlı şeylerin ortadan kaldırılması ve azaltılmasına önem vermiştir.
b) İki zarar bir araya gelir, ikisinden birden kurtulmak mümkün olmazsa zararı az olana katlanma ve zararı çok olanı önleme, iki fayda böyle çatışırsa faydası daha çok olanı elde etme prensip ve kaidesini getirmiştir.
c) Hayvanlar üzerinde yapılan teşrih çalışmaları ihtiyacı karşılamamakta, yeterli olmamaktadır. İnsan cesetleri üzerinde bu nevi çalışmalara ihtiyaç vardır.
d) Kadavra üzerinde yapılan çalışmalar, tıbbın çeşitli kollarında kendini gösteren önemli ilmî gelişmeler sağlamış, faydalar hasıl etmiştir.
İşte bu gerçekleri gözönüne alan ulemâ meclisi genel olarak insan cesedi üzerinde ilmî çalışma ve operasyon yapılmasını caiz görmektedir. Ancak:
a) Peygamberimiz (s.a.) "Ölünün kemiğini kırmak, onu diri iken kırmak gibidir." buyurmuştur.
b) Ceset üzerinde operasyon onun saygınlığını ortadan kaldırmaktadır.
c) Ölüme mahkûm edilmiş kişilerin cesetleri üzerinde yapılacak çalışmalar ihtiyacı karşılamak için yeterlidir.
Meclis bu gerçekleri de gözönüne alarak, durum böyle olduğu müddetçe kanı helal olmayan insanların cesetleri üzerinde ilmî maksatla teşrih yapılmasının caiz olmadığı sonucuna varmıştır.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kaynaklar

ABDULBAKİ Muhammed Fuâd,
     el-Mu'cemu'l-mufehres li-elfâzı'l-Kur'ân
İbn ABİDİN Muhammet Emin (v. 1252/1836),
     Raddu'l-Muhtâr, I-V, Kahire, 1307
AHMED b. Hanbel (v. 241/855),
     Müsned, I-VI, Mısır, 1313.
ALİ MAHFUZ,
     el-İbdâ' fî madârri'l-ibtidâ, Mısır, 4. M. (Dördüncü baskı)
el-ÂLÛSÎ Şihâbuddin Mahmûd (v. 1270/1854),
     Rûhu'l-me'ânî fî tefsiri'l-Kur'ân..., I-XXX, el- Münîriyye tab'ı.
İbn el-ÂLÛSÎ Nu'mân Hayruddin,
     Cilâu'l-ayneyn, Kahire, 1961,
el-ASKALÂNî Şihâbuddin Ahmed b. Hacer (v. 852/1447).
     Fet-hu'l-Bârî, I-XVII, Kahire, 1959.
el-AYNİ Bedruddin Mahmûd b. Ahmed (v. 855/1451).
     Umdetu'l-qâri fi şerhi-Sahihi'l-Buhârî, I-XI, el-Âmire, 1308-1311.
AZİMÂBADÎ Muhammed Eşref b. Emrir (v. 1323/1905 civarı),
     Avnu'l-Ma'bûd alâ Sünen-i Dâvûd, I. IV, Hind, 1323.
el-BEYHAKÎ Ahmed b. Hüseyin (v. 458/1060)
     es-Sünenu'l-kübrâ, I-X, Hind, 1344-1355.
BİLMEN Ömer Nasûhî,
     Hukuk-ı İslâmîyye ve Istılâhât-ı Fıkhıyye Kamûsu, I-VI, İst. 1. B.
el-BUHÂRÎ Ebû-Abdillah Muhammed b. İsmail (v. 256/870),
     el-Câmi'u's-sahih, I-VIII, İst. 1325.
el-BEZZÂZÎ Muhammed el-Kerderi (v. 827/1424).
     el-Fetâvâ el-Bezzâziyye, I-Vı, Bulak, 1310 (Hindiyye ile beraber).
el-CESSÂS Ebû-Bekr Ahmed b. Ali er -Râzi (v. 370/980),
     Ahkâmu'l-kur'ân, I-III, İst, 1338.
EBU-ZEHRA Muhammed,
     İbn Teymiyye, Kahire, 1958.
ELMALILI Muhammed Hamdi Yazır,
     Hak Dini Kur'ân Dili, İst., 1. B.
FENNÎ İsmâil,
     Lugâtçe-i Felsefe, ist., 1341.
el-GAZZÂLÎ Muhammed (v. 505/1111),
     İhyâu-ulûmi'd-din, I-IV, Kahire,1939.
el-HÂKİM Muhammed b. Abdullah (v. 405/1014),
     el-Müstedrek, I-IV, Hind tab'ı.
İbn HAZM Ali (v. 456/1063),
     el-Muhallâ, I-XI, Mısır, 1347-1352.
HEYET,
     el-Fıkhu ale'l-mezâhibi'l-erba'a, Mısır 5. B.
İbn el-HÜMÂM Kemâlüddin Muhammed b. Abdivâhid (v. 861/ 1457),
     Fethu'l-kadir, I-VIII, Bulak, 1315-17.
KARAMAN Hayreddin,
     İslâm Hukukunda İctihad, Ankara, 1975.
     İslâmın Işığında Günün Meseleleri, İst. 1978.
     "Alış-verişte Vâde Farkı", İslâmî İlimler Araştırma Vakfı
     Mukayeseli İslâm Hukuku, I-III, İst.
el-KARDÂVİ Yusûf,
     el-Helâl ve'l-harâm fi'l-İslâm, Beyrut, 1967.
el-KETTÂNİ Abdulhayy el-Fâsî (v. 1345/1926).
     et-Terâtibu'l-idâriyye... III, Rabat, 1346.
el-KEVSERÎ Muhammed Zâhid (v. 1371/1951),
     Muhıkku't-takavvul..., Kahire,, 1369
İbn KUDÂME Abdullah b. Ahmed (v. 620/1223).
     el-Muğnî, I-X, Kahire 1970.
İbn MACE Muhammed b. Yezid (v. 275/888).
     es-Sünen maa-Hâşiyeti's-sindî, I-II, Kahire, 1349.
MÂLİK b. Enes (v. 179/795),
     el-Muvatta', nşr., M. F. Abdulbakî, I-II, Kahire, 1951.
el-MAVSILÎ Abdullah b. Mahmûd (v. 683/1284),
     el-İhtiyhâr fi ta'lîli'l-muhtâr, kahire, 1951.
el-MERGİNÂNÎ Ali b. Ebî-Bekr (v. 593/1197),
     el-Hidâye (ibn el-Hümâm'ın Fethu'l-kadir'i ile beraber).
el-MEVDÛDİ Ebu'l-A'lâ,,
     Hareketu-tahdidi'n-nesi..., Dimaşk, 1965
MİRAS Kâmil,
     Buhârî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi, 2. B.
el-MUNZİRİ Abdulazim b. Abdilkaviyy (v. 656/1258).
     et-Terğib ve't-terhib, I-V, Kahire, 1933.
MÜSLİM b. el-Haccâc (v. 216/831),
     Sahihi, nşr. M.F. Abdulbaki, I-V, Mısır, 1374.
en-NESÂÎ Ahmed b. Şuayb (v. 279/892),
     es-Sünen maa-şerhi's-Süyûti, I-VII, Mısır, ts.
İbn RÜŞD Muhammed b. Ahmed el-Hafid (v. 595/1199),
     Bidâyetü'l-müctehid nihâyetü'l-muktesid, I-II, İst, 1333.
SABIK, Seyid,
     Fıkhu's-sünneh, I-III, Beyrut, ts.
es-SAN'ÂNİ Muhammed b. İsmâil (v. 1182/ 1768),
     Sübülü's-selâm, I-III, Kahire, ts.
es-SERAHSÎ Muhammed b. Ahmed (v. 490/1097),
     Mebsût, I-XXX, Mısır, 1324-31.
es-SÜBKÎ Takıyyuddin Ali b. Abdilkâfi (v. 754/1355),
     Şifâu's-seqâm..., Kahire, 1318.
eş-ŞÂFİÎ Muhammed b. İdris (v. 204/819),
     el-Umm, I-VII, Bulak, 1329.
eş-ŞÂTIBÎ İbrâhim, b. Musâ (v. 790/1388),
     el-Muvâfeqât, I-IV, Kahire, ts.
ŞELTÛT Mahmûd,
     Fetâvâ, Beyrut, 8. B.
eş-ŞERBASÎ Ahmed,
     Yes'elûneke fi'd-dîni ve'l-hayat, I-VII, Beyrut, 1980.
eş-ŞEVKÂNÎ Muhammed b. Ali (1250/1832),
     Neylü'l-evtâr, I-VIII, Kahire, 1959.
eş-ŞÎRÂZÎ Ebû İshak İbrâhim b. Ali (v. 476/1083),
     el-Muhezzeb, I-II Kahire 1959.
et-TAHÂVÎ Ahmed b. Muhammed (v. 321/933),
     Şerhu-ma'âni'l-âsâr, I-II, Kahire, 1968.
et-TARÂBİŞÎ eş-Şeyh Muhammed,
     Tebsıratü'l-ıhvân..., Mısır, ts.
et-TAVİL, Dr. Tevfik,
     et-Tenebbu bi'l-ğayb..., Kahire, 1945.
et-TİRMİZÎ Muhammed b. İsâ (v. 279/892),
     es-Sünen maa -âridati'l-ahvezi, I-XIII, Kahire, 1350-52.
ULUDAĞ Süleyman,
     İslam Açısından Musiki ve Semâ, İst. 1976.
Wensinck A. ...,
     el-Mu'cemu'l-müfehres Li'elfâzı'l-hadis, I-VII, Beyrut ts.
ez-ZEBÎDÎ Muhammed Murtadâ (v. 1203/1788).
     İthâfu's-sâde..., I-X, Kahire, 1311.