İSLÂM HUKUK TARİHİ
(İz yayıncılık, İstanbul, 1.htm999)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Önsöz

Cemiyet halinde yaşayan insanların bir kısım münasebetlerini tanzim eden hukuk en eski ictimâî müesseseler arasında yer alır. Bununla beraber gerek bütün insanlığın hukukî gelişmesinden bahseden Umûmî Hukuk Tarihi ve gerekse muayyen bir milletin, türlü devirlerdeki hukukî durum ve kurumlarından bahseden Millî Hukuk Tarihi sâhasındaki çalışmalar oldukça yenidir.
Batıda eski ve orta zamanlarda hukuk tarihi yazılmamış ve tedris edilmemiştir. Orta zamanlarda Avrupa'da okutulan hukuk Roma Hukuku (bilhassa Jüstinyen'in hukuk mecmûasındaki hükümlerin tefsir ve izâhı) ile Katolik kilisesi hukukçuları tarafından icad edilen "Kanonik Hukuk"tur.
Onaltıncı asırda rasyonalizm cereyanı içinde doğan tabiî hukuk mektebi karşısında yine aynı cereyanın mahsulü olan tarihçi mektep, "hukuku anlamak için Roma Hukuku hükümlerini okuyup anlamak ve açıklamanın yetmiyeceğini, hukukun içinde doğduğu cemiyet ve milletin tarihini; o devre mahsus ictimâî, iktisâdî ve siyâsî şartları bilmek, hukuku bu bilgiler içinde değerlendirmek gerektiğini..." ileri sürüyordu. Tarihçi mektebin tesiriyle önce Roma Hukuk Tarihi doğdu. Onyedinci asırda Alman hukuk âlimlerinin aynı yoldaki çalışmalarıyle Cermen Hukuk Tarihi yazıldı. Yine aynı asırda Alman filozofu Leibniz'in (1646-1716), "Hukuku Öğrenme ve Öğretme İçin Yeni Usul" isimli eseriyle, hukuk tarihi çalışmalarında ikinci önemli safha başlamış oldu. Leibniz hukuk fakültelerinde hukuk tarihi kürsülerinin kurulmasını istiyor ve hukukun iki tarihi olduğunu ileri sürüyordu: 1- Dâhilî tarih: Mevzû kanunların tarihi. 2- Haricî tarih: Hukukun gelişme ve değişmesini sağlıyan ictimâî, siyâsî, iktisâdî ve rûhî âmilleri tesbit ve izah eden tarih. Diğer Avrupa milletlerinin milli hukuk tarihleri onsekizinci asırdan itibaren -yukarda mezkür safhaları takiben- yazılmıştır.(1)
Din birliği potasında eriyen birçok milletin meydana getirdiği "İslâm Ümmeti" câmiasının hukuku olan "Fıkh"ın dahilî ve haricî mânada tarihini yazmak için yapılan çalışmalar daha da yenidir. İbn Nedîm'in Fihrist'i, İbn Haldûn'un Mukaddime'si, Keşfü'z-zunûn, Mevzûâtü'l-ulûm gibi tarih ve bibliyografya kitaplarında diğer ilimlerin tarihçeleri meyanında verilen fıkıh tarihi şüphesiz yeterli değildir. Bunlar ve benzerleri ile Brockelmann ve Sezgin'in Arap Edebiyatı Tarihi isimli eserlerinin ilgili bölümleri gerçek mânada bir İslâm hukuk tarihinin ancak bir kısım malzemesi mahiyetindedir. Dâru'l-fünûn, el-Ezher ve diğer İslâm hukuku tedris eden fakülte hocalarının yazmış bulundukları birçok fıkıh tarihleri de ya devirler yahut da muhteva ve metod bakımından yetersizdir. Mükemmel bir İslâm Hukuk Tarihi'nin yazılabilmesi için çeşitli sâhalarda yapılacak birçok hazırlık çalışmalarının tamamlanmasını beklemek gerekecektir.
Fıkıh (İslâm Hukuku) dînî ve ictimâî bir müessesedir. Din, semâvî dinlerin bir devamı olarak ortak unsurlar taşıdığı gibi, umûmiyetle ictimâî müesseseler tesir, teessür ve tedricen tekâmül kanunlarına tâbidir. Bu kanun gereğince fıkıh da kâmil olarak birden doğmamış, aksine doğduktan sonra tedricen gelişmiştir. Doğuş ve inkişâf devrelerinde Suriye'de Roma, Irak'ta İran ve Yesrib'te İsrâil Hukuku hakim idi. Ayrıca câhiliye devri araplarının uyguladıkları bir hukukları vardı. İslâm'ın ruh ve esaslarına aykırı olmayan örf ve âdet fıkıh ve fukahâ tarafından benimsendiği için -cüz'i de olsa- fıkhın gelişmesinde komşu sistemlerin tesiri olduğu gibi fıkhın da diğer hukuklara tesiri bahis mevzûudur. Bu sebeple giriş kısmında mezkûr hukukların ana hatlarını vermeyi uygun bulduk.
Fıkhın tarihçesini, doğup gelişmesinin devrelerini inceleyen hukukçu ve tarihçiler iki ayrı noktadan hareket etmişlerdir. Bazıları doğrudan doğruya müesseseyi göz önüne almış, onu canlı bir uzviyete benzeterek doğuş, gençlik, olgunluk ve ihtiyarlık devrelerine ayırmış ve tetkik etmişlerdir.(2) Bazıları da fıkhın gelişmesine tesir eden faktörleri göz önüne alarak ya nesiller yahut da siyâsî hakimiyet bakımından devrelere ayırmış; Hz. Peygamber, sahabe ve Emevîler, Abbâsîler, Mogol istîlâsı, Mecelle ve muâsır uyanış devirlerinden bahsetmişlerdir.(3)
Biz her iki hareket noktasını da göz önünde tutarak fıkhın tarihini Hz. Peygamber, Sahâbe ve Emevîler, Abbâsîler, Selçuklular (Mogol istîlâsına kadar), Osmanlılar ve muâsır hareketler (Mogol istîlâsından Mecelle ve sonrasına kadar) devirleri içinde vermeye çalışacağız.
Malzemeyi biraz daha zenginleştirmek, İslâm hukuk tarihinin devirler bakımından tam bir kronolojisini vermek ve pratik faydalar temin etmek maksadıyle hazırlayıp sunduğumuz bu kitap büyük iddiâlardan uzak bir başlangıç mahiyetindedir. Çalışmamızı faydalı kılması ve daha mükemmellerine imkân lütfeylemesini Cenâb-ı Mevlâ'dan niyaz ediyoruz.

Kasım, 1974 İzmir
Hayreddin Karaman

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu Baskı İçin Önsöz

Kitabın ilk baskısının çıktığı yıllardan bugüne dünyada İslâm araştırmaları devam etti, bu arada İslâm hukuk tarihi ile ilgili bilgilerimiz de gelişti, zenginleşti. Bunlardan bizim elde edebildiklerimizi, kısmen de olsa kitabın bu baskısına aksettirmeye çalıştık.
Daha önceki baskılarda İslâm hukuk ilmi ve müesseselerinin tarihini vermiştik. Bu defa fıkhın kaynakları ve fürû'u (fıkıh çerçevesine giren ibâdetler ile hukuk kaideleri) tarihine de bir bölüm ayırdık.
İslâm hukukunun kuruluş ve inkişâfında sahâbe devri büyük bir önem taşımaktadır; çünkü İslâm nesillerinin en değerlisi olan sahâbe neslinin görüş ve uygulamaları, diğer nesiller için en azından örnek olmakta, icmâları ise bağlayıcı bulunmaktadır. Bu sebeple, önceki baskılarda isimlerini zikretmekle yetindiğimiz dört halîfe ve diğer sahâbe müctehidlerinin ileri gelenlerini, bu baskıda biraz daha yakından tanıtmayı, fıkha katkılarını örneklerle vermeyi faydalı bulduk.
Bazılarını zikrettiğimiz ekler ve yeniliklerle sunulan bu baskının ilgi gösterenlere faydalar getirmesini, bize de eksiklerimizi tamamlama fırsatı vermesini Cenâb-ı Mevlâ'dan niyaz ediyoruz.

Hayreddin KARAMAN
Kadıköy, 1989

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

GİRİŞ
Fıkıh, Hukuk ve Fıkhın Doğuşunda Yaşayan Sistemler

I- HUKUK:
A- KELİME MÂNÂSI:
Hukuk Türkçe'ye Arapça'dan geçmiş olup "hak" kelimesinin cemidir. Çeşitli mânâları vardır:
1- Hak, bir mânâda kaide demektir. Hak olan bir söz, iş veya hareket doğru, uygun, yerinde ve yaraşır bir söz... demektir. Bir iş veya davranışa mezkûr vasıfları izafe ederken sanki zihnimizde bir terâzi vardır; bunun bir kefesinde iş, fiil, hareket; öbür kefesinde ise bunları tartıp değerlendirdiğimiz ölçü, kaide; işte bu haktır. Bu mânâda "kaide-hukuk"tan bahsedilir.
Şu halde hak fikrinde bir kaide ve bu kaideye vücut veren, onun manevî ve mantıkî temelini teşkil eden bir duygu, bir ideal vardır. Bu mânâda da "ideal hukuk" ve "tabiî hukuk"tan bahsedilir. Kaide ve ideal hukuk "objektif hukuk"tur.
2- Hakkın bir başka mânâsı salâhiyet ve iktidardır. Mülk hakkı, alacak hakkı, babalık, velâyet ve vesâyet hakkı gibi tabirlerde hak bu mânâdadır. Bu mânâdaki haklara da "sübjektif hak" ve "selâhiyet hak" denir.(1)
3- Bir mânâsıyla da hukuk ictimâî ilimler zümresine giren bir ilmi ifade eder. Hukuk Fakültesi, kitabı, hocası dediğimiz zaman bu mana kastedilir.

B- MEFHUMU:
Hukuk, ictimâî münasebetlerin bir kısmını düzenlediğine göre önce bu mefhumlar üzerinde durmak gerekecektir:
1- İctimâî Kaideler:
İnsanlar tek başına hayatlarını idame ettiremeyecek bir yaratılıştadır. Bu durum, onların bir araya gelmelerini, mal ve emeklerini birleştirip karşılıklı fedâkârlıklarda bulunmalarını zaruri kılmıştır.
İnsanlar tabiî veya irâdî olarak bir araya gelip, küçük veya büyük çapta bir cemiyet kurulunca fiil ve hareketlerin, münasebet ve muâmelelerin muayyen bir nizama bağlanması ve bir teşkilâta dayanması lâzım gelmektedir. Nizamsız (düzensiz) ve teşkilâtsız cemiyet devam edemez.(2)
Cemiyet nizamını teşkil eden şey gaye kanunları (lois finale) yahut daha uygun bir tabirle ictimâî kaideler (régles sociales)dir.
Sofra âdâbından kanunlara kadar varan ictimâî kaidelerin muayyen vasıfları vardır:
a) İctimâî kaideler objektiftir; ferdi aşar, onun dışında mevcuttur, müşterek hayattan doğmuştur.
b) Bu kaideler mecbûrîdir. Hepimiz kendimizi bu kaidelere riayete mecbur sayarız. Ya ayıplanmaktan çekiniriz, veya vicdanımızın elem duymasından bıkarız, yahut da bir üst kuvvetin tazyikinden, bize maddî veya mânevî bir acı çektirmesinden çekiniriz.
c) İctimâî kaideler ortak ihtiyaçlar, müşterek tarih, akıl ve mâneviyattan doğar.

2- İctimâî Kaidelerin Tasnifi:
a) Muhtevâ bakımından:
İctimâî kaidelerin bir kısmı fi'lin sübjektif dayanağı ile ilgilenmez; yâni fâilin niyyet ve maksadının iyi veya kötü olduğuna bakmaz; sırf fi'lin dış manzarasına bakar. Bunlar -âdet, görenek, moda ve muâşeret kaideleridir.
Buna mukabil bazı ictimâî kaideler ilk nazarda fâilin niyet ve maksadına bakar; bunlar da din ve ahlâktır.
Üçüncü sınıf bir ictimâî kâideler manzumesi daha vardır ki, bunlar fâilin hem niyet ve maksadına, hem de fi'lin şekline bakar. Bir kazâ eseri birisini öldüren kimse ahlâken kötülük işlememiştir, fakat bir hukuk kaidesini ihlâl etmiştir. Ancak kötü niyetinin olmaması cezasını hafifletir.

b) Şekil bakımından:
İctimâî kaidelerden bir kısmı çok kere muayyen bir şekil ve ifadeye bürünmüştür. Bunlar kanun ve nizamnamelerde, her kelime ve cümlesi düşünülerek madde madde yazılmıştır. Bu sayede mezkûr kaideler açıklık ve kesinlik kazanmıştır.
Hukuk dışındaki kaidelerin çoğu ise şekle ve yazıya bağlanmamıştır.

c) Müeyyide bakımından:
Bazı ictimâî kaidelerin müeyyidesi, yâni bu kaidelere aykırı hareket halinde ortaya çıkan reaksiyon sırf mânevîdir. Bunlar âdet, muâşeret, ahlâk ve kısmen din kaideleridir. Ayıplanmak, vicdan azâbı çekmek, günahkâr olmak hep mânevî müeyyidelerdir.
Kaidelerin bir kısmının müeyyidesi maddî ve malî zarardır. İktisat kaidelerine riâyet etmeyen malî zararla karşılaşır. Nihayet ictimâî kaidelerin bir kısmının müeyyidesi de teşkilâtlanmış bir otorite; yani devlet tarafından tatbik olunan maddî cebirdir. Bunlar da hukuk kaideleridir.

3- Hukuk'un Tarifi:
Hukuk mefhumunu vücuda getiren unsurları tesbit ettikten sonra pozitif; yani belli bir zamanda ve yerde -kanunlar gibi- işlerliği olan hukukun tarifini verebiliriz:
"Hukuk, cemiyette nizam tesis eden ve müeyyidesini amme vicdanının reaksiyonunda ve bu reaksiyona tercüman olan devletin maddî icbar kuvvetinde bulan kaideler manzûmesidir."(3)

 



1. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil, Esas Teşkilât Hukuku, (İst. 1960), C. I, s. 7 vd.
2. Nizam, bir bütünü meydana getiren parça ve unsurların metodlu bir şekilde birbiriyle örgülenip bağlanması, ahenkli bir tarzda hareket etmesi halidir.
3. Geniş bilgi için bak: Başgil, age., C. I, s. 1-20; Prof. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Türk Medenî Hukukunun Umûmî Esasları, İst. 1951, s. 3-24.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

II- FIKIH:
A- MÂNASI:
Faqîh, mütefaqqıh gibi kelimelerin de aslı olan "fıqh"ın lûgat mânası anlamak, kavramak, idrak etmektir. Aynı mânayı ifade eden kelimelerden fıkh'ın farkı, buradaki anlayışın sathî değil, derinliğine olması ve söyleyenin maksadını da içine almasıdır.(4)

B- MEFHÛM VE ŞÛMÛLÜ:
Fıkıh kelimesi islâmın ilk devirlerinden zamanımıza kadar birkaç defa mefhum değiştirmiş, buna bağlı olarak da fıkıh için çeşitli tarifler verilmiştir. Hz. Peygamber ve Sahâbe devrinde fıkıh, tedvin edilmiş ayrı bir ilmin adı değildir. İtikad, amel ve ahlâk konularında, kitap ve sünnetten anlaşılan, elde edilen bilgiler fıkıhtır. "İlm" kelimesi de -bu devrede- aynı mânaya gelmektedir.
Ebû Hanîfe fıkıh'ı: "Kişinin, leh ve aleyhindeki şeyleri bilmesidir." diye tarif ederken kelimenin şümûlü aynıdır. Ancak itikad, ahlâk... ilimlerinin mevzûları zenginleşip husûsîleşince fıkıh kelimesi itikad ve ahlâk bilgileri dışında kalan amel ve muamele ile alâlakı bilgilere, kaidelere tahsis edilmiş ve tarife "...amel cihetinden..." ifadesi eklenmiştir.
İmam Şâfiî de fıkhı: "Dinin ameli hükümlerini, muayyen delil ve kaynaklarından alarak elde edilen bilgidir" diye târif etmiştir.(5)
Bu tariflerde fıkhın içine "ibâdât, muâmelât, uqûbât" girmektedir.
Yani hem ibâdet bahisleri, hem de bu günkü mânada hukuk mevzûları fıkhın şümûlü içindedir. Bu şümul son asra kadar devam etmiş, yazılan kitaplar bütün bu mevzûları ihtiva etmiştir.
Umûmiyetle fıkıh bu şümul içinde ele alınmakla beraber bazı mevzûlar ve dalların ayrı teklifler ve çalışmalara konu teşkil ettiği de olmuştur. Amme hukuku dalında "el-Ahkâmu's-sultâniyye, es-Siyâsetü's-şer'iyye, Siyâsetnâme" isimli kitaplar; devletler hukuku branşında "es-Siyer" kitapları, vergiler ve mâlî konularda Ebû Ubeyd'in (v. 224/839) el-Emvâl'i, Ebû Yûsüf'un (v. 182/798) el-Harâc'ı gibi kitaplar, miras hukukuna ait "Ferâiz" kitapları, hukuk nazariyyâtı ve mücerred hukuk ilmi dalında Usûl el-fıqh kitapları... bu cümledendir.
Son asırda biraz ihtiyacın sevki ve biraz da batının tesiriyle fıkhın bazı dalları müstakil isimler altında ayrılmıştır: Aile hukuku: "Münâkehât, müfâreqât" âile ve şahsın hukuku "el-Ahvâlü'ş-şahsıyye, eşya ve borçlar: "el-Uqûd, el-iltizâmât", ceza hukuku: el-Cinâyât et-Teşrîu'lcinâî", anayasa: "ed-Düstûr, Nizâmu'l-hukm...".
Eskiden fıkıh içinde mütâlâa edilen el-Âdâb, ahlâka, ibâdetler ise daha ziyade bu mevzu için yazılmış kitaplara (meselâ ilmihallere) intikal etmiştir.

C- MÜSLÜMANLARIN HAYATINDA
FIKHIN YERİ VE ÖNEMİ:
İbâdeti, hukuku, ahlâkı, iktisâdî ve ictimâî ilişkileri içine alan Fıkıh, çeşitli milletlerden oluşan islâm ümmetini birbirine bağlayan, birleştiren, ümmetin bir özelliğini teşkil eden müessesedir. Bir mânada ümmetin hayatıdır. Fıkıh'sız ümmet hayatını devam ettiremez. Kaynak olarak vahiy ve ictihada dayanan Fıkıh, düzenlediği ilişkilerin çeşitlilik ve şümulü, hitab ettiği insanların genişliği bakımından tektir, benzeri ne başka bir millette, ne de bir başka peygamberin getirdiği dinde vardır. Fıkh'ın ihtiva ettiği konulara ve düzenlediği ilişkilere bir göz atılırsa oldukça geniş ve benzersiz bir tablo ile karşılaşılır: Fıkıh Allah ile kul arasındaki şahsî ilişkiyi düzenlemekle işe başlar. Namazı, orucu, zekâtı, haccı, görünen ve görünmeyen (abdestsizlik, cünüblük gibi) pisliklerden temizlenmeyi, sünneti, tıraşı, kılık kıyafeti öğretir. Böyle bir müessese daha önce görülmediği ve bilinmediği için müşrikler tarafından yadırganmış ve içlerinden birisi şöyle demişti: "Adamınız (Hz. Peygamber) size her şeyi, hatta nasıl tuvalete çıkacağınızı öğretiyor? Bu itiraza muhatap olan Selmân (r.a.) şu cevabı vermişti: "Evet, O bir kimsenin sağ eliyle arkasını temizlemesini, abdest bozarken kıbleye dönmesini, kuru tezek ve kemik kullanmasını yasaklamış, 'kimse üç taştan daha azıyla arkasını temizlemesin' buyurmuştur."(6) Fıkıh bayram ve cuma gibi günlerde güzel giyinmeyi, güzel kokmayı, yenecek ve yenmeyecek şeyleri, yeme içme âdâbını öğretmiştir. Fıkıh toplum ahlâk ve düzenine el atmış, onu iyileştirmek için gerekli tedbirleri almış, düzenlemeleri yapmıştır. Bu cümleden olarak hukukî ve iktisâdî işlemlerde doğruluğu, akit ve sözün yerine getirilmesini emretmiş, zina, içki, gıybet, söz taşıma, iftira, yalan şahitlik, jurnalcilik, hukuka aykırı davranış vb.ni yasaklamış, bunları engelleyen müeyyideler getirilmiştir. Fıkıh sosyal adâleti temin için zekât, keffaret, fitre, kurban şeklinde, zenginlerin mallarında fakirler için hak tesis etmiştir. Müslümanların bir araya gelmeleri, problemlerini görüşüp çözümler aramaları, bilgi, beceri ve kültür alış-verişinde bulunmaları, aralarındaki kardeşlik bağlarını güçlendirmeleri için hac, bayram, cuma gibi mecburi toplantılar tertip etmiştir.
Aile hayatını düzenlemiş, evlilik sayılan ve sayılmayan akitleri detaylarına kadar açıklamış, maksada uygun aileyi koruyucu tedbirler getirmiş, uygunsuz aile bağlarını sona erdirmeyi caiz kılmış, aile fertlerinin hak ve yükümlülüklerini düzenlemiştir.
İctimâî bir varlık olan insanın ihtiyaçlarını göz önüne alan Fıkıh satım, kira, rehin, kredi, şirket gibi mal-şahıs arası akitleri düzenlemiş, hukuk ve ekonomide hileyi, aldatmayı, rızaya aykırı kazanmayı, güçlünün zayıfı ezmesini yasaklamış, bunları önleyen hukuki müeyyideler getirmiş, bu cümleden olarak toplumların âfeti olan faizi haram kılmıştır.
Toplum düzenini sağlamak üzere gerekli kurum, kuruluş ve bunların sorumlulularını ele almış, bu cümleden olarak devlet başkanının nasıl seçileceğini, toplumu nasıl yöneteceğini, haklarını ve sorumluluklarını, kazâ, hisbe gibi diğer devlet kuruluşlarını, bunların vazife ve sorumluluklarını, devletler arası ilişkileri, savaş ve barışta tutulacak yolu, düzeni bozanlara karşı uygulanacak tedbirleri ve cezaları açıklamıştır. Denebilir ki Fıkıh, ferdin doğumundan ergenlik ve rüşd çağına, evlenmesine, çocukları ile ilişkisine, mesleğine, vefatına, vefatından sonra vasiyet ve mirasına, geride bıraktıklarının korunmasına kadar hayatının bütün safhalarına el atmış, her adımında onunla beraber olmuş, yol göstermiştir. Aynı husus toplum ve toplumlararası ilişkiler için de söz konusudur.
Fıkıh toplumun yalnızca dünya hayatına ait bir kısım ilişkilerini düzenlemekle yetinmemiş, dünya ve âhiret hayatını birlikte göz önüne almış, menfaatleri buna göre dengelemiş, özellikle hukuki işlemlerde örf, âdet ve maslahata (amme menfaatine) yer vermiş, devlet başkanını toplumun dini hayatında da başkan (imam) olarak takdim etmiştir.
Tarihte İslâm ümmetinin adâletini dillere destan eden işte bu Fıkıh'tır. Bu sebepledir ki Avrupa ülkelerinde ilk kanunlaştırma hareketleri başladığında Birinci Napolyon gibi bazı devlet başkanları İslâm hukukundan yararlanmış, iktibaslarda bulunmuşlardır.(7)
Bütün bu özelliklerine ek olarak Fıkıh, Hz. Peygamber'in Medine'ye hicretinden vefatına kadar geçen on yıl gibi çok kısa bir süre içinde tamamlanmış, kaynakları, esasları ve prensipleri bakımından eksiksiz olarak ümmete teslim edilmiş, ictihad yoluyla geliştirilmesi ve değişen hayata intibakının sağlanması onlardan istenmiştir. Buna mukabil Roma Hukuku, bu millet tarih sahnesinde on üç asır kaldıktan sonra ancak Jüstinyen devrinde olgunluk çağına ulaşabilmiş ve sistemleştirilip tedvin edilmesi için de 57 yıl gerekmiştir.

 



4. İbn Kayyim, İ'lâmu'l-Muvakkı'în, Kahire, 1955, C. I, s. 179.
5. Tehânevi, Keşşâfu-Istılâhâti'l-Fünûn, mukaddime.
6. Taş ile taharet suyun bulunmadığı, yahut az olduğu yerlerde söz konusudur. Hadis için bak., Müslim, Tahâret, 57, 58.
7. El-Hacevî, el-Fikru's-sâmî, C. I, s. 14.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

III- İSLÂM'IN DOĞUŞU SIRALARINDA YAŞAYAN HUKUK SİSTEMLERİ:
İlk vahiy, Hz. Peygamber'e (s.a.) M. 610 yılında gelmiştir. Şu halde İslâm'ın doğuşu, 7. asrın başlarına rastlamaktadır. Bu asırda İslâm'ın çevresinde, iki büyük ve hâkim devlet birbiriyle mücadele halindedir: Roma (Bizans) ve İran (Sâsânîler.) Bir de Hicaz'da yaşayan, bilhassa Yebrib'de ictimâî ve siyâsî hayata müessir bulunan Yahûdiler vardır. Burada mezkûr iki devletin ve İsrailoğulları'nın hukuk sistemleri üzerinde kısaca duracağız.

A- İRAN HUKUKU:
İslâm'dan önceki İran Hukuku'na dair elimizde müdevven bir kanun veya hukuk kitabı mevcut değildir. Ancak eski İran dinlerine(8) ait an'aneler, mukaddes kitaplar, destanlar ve tarihi kaynaklarda, mevkür hukuka ait kaideler ve maddeler bulunmaktadır.

1- Dinî Kitaplarına Göre Eski İran Hukuku:
Bütün şark memleketlerinde olduğu gibi İran'da da medenî hukuk ile cezâ hukuku dine bağlıdır.
Borçlu olmak büyük bir kusurdur.
Akitler sözlü, yeminli ve kıymetine göre değişen rehinli olarak kısım ve derecelere ayrılmıştır. Akdin gereğini yerine getirmeyen kimse bir üst dereceden akdin kıymetini ödemeye mecburdur.
İmkânı olduğu halde borcunu ödemeyen hırsız sayılır.
Bir kimsenin diğerine fi'lî tecâvüzü kırbaçla cezalandırılır. Tecavüz silâh çekmekten, ağır yaralama ve duyu organını iptale kadar yedi derecede olup bunların cezası beşten doksana kadar kırbaçtır. Kırbaç, tazminat ödenerek satın alınabilir.
Gerçeğin ve suçlunun anlaşılabilmesi için bir müddet suya batırma, kaynar sudan altın yüzüğü çıkarma ve ateş ile "manevî tecrübe" esası kabul edilmiştir.
Avesta'da evlilikten çok az bahsedilmiştir. Taaddüd-i zevcât ve kardeşlerin birbiriyle evlenmeleri tecviz edilmiştir.
Avesta şahsî intikam hakkını da tanımıştır.

2- Diğer Kaynaklara Göre İran Hukuku:
a) İdare şekli:
İran'da istibdad ve zâdegânlık, bir nevi derebeylik hâkim idi. Sâsâniler zamanında derebeyliklerin hükümdara bağlılığı sıkı ve kuvvetli idi.
Ahâli, dört sınıfa ayrılmıştı: Kâhinler (mûbed), asiller (zâdegân), çiftçiler ve zanâatkârlar. Rivâyetler bu taksimi Zerdüşt'e kadar çıkarır. Ancak burada sınıflar Hindistan'daki kastlar gibi değildir; birinden diğerine geçmek mümkündür.
"Dihkan" denilen ve kendi topraklarında oturan zâdegân, milletin asıl kuvvetini teşkil eder, onların emrinde çiftçiler bir nevi köle gibi yaşarlardı. Dihkanlar gerekli askeri temine mecbur idiler. Ayrıca esaret, borç ve vergi kaynaklarından da köle elde edilirdi. Borcunu ödemeyen, vergisini veremiyen köle olarak satılır ve "köle azad edilmez" idi.
Mûbedler arasından seçilen hâkimler gezgin idi, dolaştıkları yerlerde mahkeme kurar, çok nadir dâvaları hükümdara havâle ederlerdi.

b) Âile:
Millet kabîlelere, kabileler -dedelere göre- kısımlara ve hânelere bölünmüştü. Hâne reisinin çocuklar, hatta evden ayrılmamış kardeşler üzerinde -öldürmeye kadar varan- mutlak bir hâkimiyeti vardı.
Kadın hâne içinde hürmet görür ve birden fazla kadınla evlenmek caiz olmasına rağmen evde meşru olarak yalnız bir kadın bulunurdu.
İran âile hukukunu diğer "Hindî-Avrupâî" milletlerin hukuklarından ayıran husus, kardeşler, ebeveyn ve çocukları arasında fuhşu menetmesi bir yana teşvik eylemiş olmasıdır.
Evlenirken kız ailesinden satın alınır, tayin edilen bir çeyizi de baba veya akrabasından alarak koca evine götürürdü.
Koca, zifaf gecesinin sonunda bin ilâ ikibin gümüş ve iki altınlık bir "sabah bahşişi" verirdi.
Alınan zevcenin kız veya dul oluşuna, velinin rızası bulunup bulunmayışına ve ortaya sürülen şartlara göre beş nevi evlilik tesbit edilmiştir.

c) Evlâtlık ve kardeşlik edinme:
Bir askerî merasim veya senetle evlât edinme muâmelesi câri idi.
Çok defa savaşçılar arasında kardeşlik akdi de yapılırdı.
d) Mülkiyet hakkı:
İranlılar ticaret ve zanâatla meşgul olmazlardı. Bunları kendi arzularıyla Yunanlı veya Yahudilere bırakmışlardı. Onlar ziraatle meşgul olurlardı. Sulama usûlü çok ileri gitmişti.
Bazan devlet su kanalları açar, çok defa bunu halka bırakır ve arâziyi suya kavuşturana, mükâfat olmak üzere, beş batın süresince istifâde hakkı tanırdı.
Son Sâsânî hükümdarlarından birisi tarafından tesis edilmiş bir "Ziraat Bankası"ndan bile bahsedilmektedir.
Nehrin iki yakasında arâzisi olanların nehirdeki tasarruf hakları bir atın bacağı görünmeyecek noktaya kadar uzanırdı.
Taşınmaz (gayr-i menkul) malların intikali ancak yazılı olur; ayrıca kırk yıllık mürûr-i zamanla da mülkiyet sabit olurdu.
Bulunan eşya hükümdara ait idi.

e) Vergi:
Arâzi vergiye tâbi idi. Önceleri mahsûlün üçte veya dertte biri aynen alınırdı. Sonra -500 milâdî yılına doğru- arâzi yazılarak bir ıslâhât yapıldı ve aynı zamanda nakdi vergi esası getirildi.
Umûmiyetle vergi ve toplama usulü ağır ve amansız idi.

f) Miras:
Vasiyet yoksa terike ö
lünün erkek ve evlenmemiş kız çocukları ve eşleri arasında eşit olarak taksim edilirdi. Evli kızların daha önce babalarından aldıkları çeyiz onların miras hissesi sayılmıştır. Hayatta malın hepsini hibe etmek caizdir. Fakat vasiyyet ancak varislerin hepsine şâmil ise geçerlidir.

g) Mallarda ortaklık:
Bir ara Mezdek isimli bir sahte peygamber ortaya çıkarak mal ve kadınlarda ortaklık fikrini ortaya attı. Mezhebi süratle yayıldı. Zamanın hükümdarı Kubâd onunla müzakereye oturmak mecburiyetinde kaldı. Fakat çok geçmeden reaksiyon baş gösterdi. Kubâd'ın oğlu Kisrâ Nûşirevân, mûbedlerin yardımıyle Mezdek'in sahtekârlığına ikna edildi, mezhebi ortadan kaldırıldı. Aileler yeniden teşkil edildi ve mallar da sahiplerine iade edildi. (M. 528 senesine doğru).

h) Yazılı vesika:
Menkul olmayan mallar yazılı senetlerle alınır satılırdı. Akitler için de bükülmüş, üzeri üç şahit tarafından imzalanmış senetler kullanılırdı.
Menkullerin satışında akit malın değil, bedelin teslimi ile kesinleşirdi.

i) Kefâlet:
Veresiye alış-veriş ve akitlerde kefil istenirdi. Alacaklı önce kefile baş vururdu. Kefil de borçludan rehin alırdı. Kefilsiz borçlar vecibe doğurmazdı.

ı) Ceza:
Ceza intikam esasına dayanır, ağırdır ve şahsî değildir.
Birisi diğerini öldürünce maktûlün yakınları büyük bir gürültü ve ağıt ile hâkime baş vururlar. Hâkim onları diyet (tazminat) alarak katili affetmeleri için ikna etmeye çalışır. Kabul etmezlerse katili teslim eder, onu öldürür hatta bazen kanını dahi içerlerdi.
İran şahlarından Perviz'in: "Babasını öldüreni öldürmeyen piçtir" dediği meşhurdur.
Devlete hiyanet eden kimse, âile efradıyla beraber öldürülürdü.
Askerden kaçmak veya askere gitmemek, dinden çıkmak da idamı gerektirirdi.
Devlet aleyhinde işlenen ağır suçlar gözlerin çıkarılması, el veya ayakların kesilmesi gibi cezalarla karşılanır. Ancak bu cezaların paraya çevrilmesi de mümkündür.

j) Muhâkeme usûlü:
Suçu isbat için şahid aranır, erkek, tek şahidin -akraba da olsa- şahitliği kâfi gelirdi.
Şahid yoksa işkence ve manevî tecrübeye baş vurulurdu.
Suçlunun geçmişi göz önüne alınır, iyi halleri hafifletici sebeb olurdu.
İran hâkimleri ilâmlarına gerekçe yazmazlardı.(9)

 



8. İran Hukuku üzerinde iki dinin önemli tesirleri olmuştur: Mazdeizm ve Maniheizm.
Mazdeizm (Zerdüşt Dini): Zerdüşt -rivâyete göre- MÖ 7. asırda İran'da yaşamış bir din kurucusudur.
Zerdüşt'e göre iki ilâh vardır: Ahura-Mazda (hayır ilâhı), Ahriman (şer, kötülük ilâhı); birincisi bütün hayır ve iyiliklerin, ikincisi ise her nevi kötülüğün yaratıcısıdır. Bu ikisi devamlı mücadele halindedir. İnananların vazifesi hayır ilâhının zaferine yardım etmektir. Ve bu ilâh mutlaka Ahriman'a galip gelecektir.
Bugün İran'da "Gebr" denilen Mazdeistler oldukça azdır. İslâmın zuhurunda İran'ı terkederek Hindistan'a yerleşen Mazdeistlere burada "Parsî" denmektedir.
Mazdeizm'in mukaddes kitabı "Zend-Avesta"dır. Birçok ahlâkî hükümleri ihtiva eder. Avesta'nın birinci bölümünde (vendidad) medenî ve mezhebî kanunlar yer almaktadır. Bu dinde ziraat ibadet telâkkî edilmiştir.
Maniheizm: Hıristiyanlık ile Zerdüşt dinin birleştirilmesiyle meydana getirilmiş olan bu dinin kurucusu Manikhe ve Manes (M. 215-276. ismiyle bilinen bir İranlıdır. Manes, Zerdüşt dininden nur ile zulmet, hayır ile şer inancını almıştır. Ancak bunlar ebedîdir. Birincisini Allah yaratmıştır. Şer ve zulmetin mümessili ise şeytandır. Bu ikilik insanlarda da mevuttur. İnsanın iki ruhu vardır: Hayır ruhundan iyilikler ve iyi vasıflar, şer ruhundan ise bunların zıtları doğar.
Manes, hıristiyanlıktan da İsâ'nın ulûhiyeti inancını almıştır. O, insanlardaki nur ve ziyâyı inkişâf ettirmek için gelmiştir; insanlığın kurtuluşu İsâ sayesinde olacaktır.
Manes, İsâ dinini ikmâli için geldiğini ve İsâ'nın çarmıha gerilmediğini iddia eder. O'na göre ölümden sonra cismânî dirilme yoktur.
Manes zahitliği, dünyadan vazgeçmeyi tavsiye eder. Katil , zina, cimrilik, yalan gibi fiil ve duyguların terkini ister.
Meşhur Saint Augustin (354-430) hıristiyan olmadan önce maniheist idi. Bu din üçüncü asrın sonu ve 4. asrın başlarında Irak, Mısır, Şimâlî, Afrika, İran ve Çin Türkistanı'nda hayli yayılmış idi. Araplar bu dinin saliklerine "zındık" derler.
Prof. S. Maksûdî Arsal, age., s. 58-62.
9. el-Makdisî, el-Bed'u ve't-târîh, C. IV, s. 21, 26 vd.; Mahmud Es'ad, Târih-i İlm-i Hukuk, İstanbul, 1331, s. 169-183.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 



1. Prof. Dr. S. Maksûdî Arsal, Türk Tarihi ve Hukuk, İst. 1947, s. 7-17.
2. M. Yûsüf Mûsâ, el-Emvâl ve Nazariyetü'l-akd..., Kahire, 1952, s. 19; Târihu'l-fıkhı'l-İslâmî, Kahire, 1958, s. 14 vd.; Muhammed b. el-Hasen el-Hacevî, el-Fikru's-sâmî..., Medîne 1396, C. I, s. 3 vd.
3. Dr. Ali Hasen Abdulkadir. M. el-Hudarî, M. Ahmed ez-Zerkâ... bu yolu takip etmişlerdir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

B- ROMA HUKUKU:
1- Devirleri:
Roma hukuku, başlangıcı Roma tarihinin ilk devirlerine kadar uzanan ve milâdî altıncı asırda Jüstinyen'in (Justinianus) kanunlarıyle nihayet bulan uzun bir gelişmenin mahsulüdür. Yani bu intişafın takriben bin yıldan fazla sürmüş bir tarihi vardır. Bu uzun gelişme çağlarında mezkür hukuk âni değil, tedricî inkılâp ve değişmelere uğramış, mütemâdiyen şeklini değiştirmiştir. Öyle ki meselâ cumhuriyet ve prenslik devirlerinin hukuku, Jüstinyen hukukundan derin bir şekilde ayrılmaktadır. Doğrudan doğruya Roma hukukundan ve bu hukukun modern hukuklar üzerindeki tesirinden bahsedildiği zaman daha çok son safhası (Jüstinyen hukuku) kastolunmaktadır.
Umûmiyetle Roma hukukunu kavrayabilmek için şu beş devreyi göz önünde bulundurmak gerekir:
a) Roma'nın başlangıcından (M.Ö. 754), milâttan önce dördüncü asra kadar süren "eski hukuk devri". Bazı müellifler bu devre "krallık devresi" demişlerdir.
b) İkinci Pön harbinden (M.Ö. 200) Prensliğin kuruluşuna kadar devam eden devre.
Bazılarına göre bu devre M.Ö. 509 yılında kralların kovulmasıyla başlar ve adına "cumhuriyet devri" denir.
c) Prenslik devrinden milâdî üçüncü asrın ortalarına kadar devam eden "klasik hukuk devri".
Bazı Roma hukukçularına göre bu devre M.Ö. 27 yılında Augustus ile başlayıp M. 284 yılında Diocletianus ile son bulan "pirenslik" devridir.
d) Klâsik hukuk edebiyatının birden sona ermesiyle başlayan ve Jüstinyen kanunlarıyla sona eren "Bizans" devri.
Daha çok amme hukukunu nazar-ı itibare alanlara göre bu devre M. 284-565 yılları arasında geçer ve "aşağı imparatorluk devri" adını alır.
e) 565'ten 1453 yılına kadar devam eden "Bizans İmparatorluğu" devresi.

2- Devirlerin Hususiyetleri:
a) Birinci devre:
Bu devre hukukunda cezâî hükümler çoktur. Hukukî münasebetlerin çoğu, muhtemelen menşeleri rahiplerin dinî hukuklarında bulunan cezâî hükümlerin ve kanunların himâyesine alınmıştır. Ancak cumhuriyet devrinden önce yazılı bir hukuk mevcut olmayıp teâmülî hukuk hakimdir. Bu sebeple de mevkür devreye ait bilgiler kat'i değildir.

b) İkinci devre:
Bu devrede hukukî münasebetleri tanzim eden üç nevi kanun ve hukuk kaynağı ile karşılaşıyoruz: Oniki levha kanunu, halk meclisleri kanunları ve pretor beyannâmeleri.

aa- Oniki levha kanunu:
M.Ö. 452 yılında yazılı olmayan hukuku tedvin için halk tarafından seçilen on kişi iki yıl çalışarak oniki levhaya, hukukun bütün sâhalarına ait maddeleri yazmışlar ve bunlar halk meclislerince kabul edilerek kanunlaşmıştır.
Bronz veya tahta yahut da fildişinden olduğu söylenen levhalar Roma'nın en büyük meydanına (Forum Romanum) asıldı ise de 60 yıl sonra Galler'in Roma'yı yağmalamaları sırasında imha edilmiştir.
Tarihçi ve hukukçuların naklettiği kısımlardan anlaşıldığına göre 12 Levha Kanunları iki gaye güdüyordu:
Siyasi gayesi: Asillerle halk arasında mümkün olduğu kadar eşitlik sağlamak ve vatandaşları, idarecilerin keyfi davranışlarına karşı korumak. ancak kanunlar bunu tam mânasıyla gerçekleştirememiştir; o devirde asiller ile halk arasındaki evlenme yasağı devam etmektedir.
Hukuki gayesi: Eski teâmül hukukunu toplayıp tesbit etmek.
Oniki Levha Kanunu ibtidâî bir hukuk seviyesini temsil etmektedir. Ayrıca umûmiyetle Roma hukukuna hâkim olan "şekilcilik" karakteri burada da kendini göstermektedir. Bazı örnek hükümler:
Bir kimse, kendisine borçlu olan vatandaşı hâkim (majistra) önüne götürür, borçlu borcunu ödeyemezse muayyen şekillere riâyet ederek ona el kor, evine götürür ve zincire vurur. Muayyen zaman içinde yine ödeyemezse öldürebilir. Veya köle olarak satar. Alacaklı birden fazla ise borçlu, alacaklar nisbetinde parçalara ayrılır...(10)
Devlete ve ammeye karşı işlenen suçların çoğuna ölüm cezası verilir: Vatana ihanet, ana veya babayı öldürme, kundakçılık (suçlu kırbaçlanır, zincire vurulur, ateşle öldürülür), yalancı şahitlik (suçlu uçuruma atılır), hâkimin rüşvet alması, üfürükçülük bu suçlar arasındadır.
Bazı suçlar ilâhların mukaddes haklarına tecavüz şeklinde anlaşılır, suçlu cemiyet dışı ve her türlü haklardan mahrum bırakılır. Herkes tarafından öldürülebilir.
Hususî menfaatlere ve şahıslara yönelik suçlarda şahsî intikam usûlü câridir. Diyeti kabul etmezse suçlu, zarar görene teslim edilir; o da göze göz, dişe diş şeklinde öcünü alır.
Hırsızlık gece olur, suçu işlerken yakalanırsa hırsız öldürülebilir. Daha hafif durumlarda hırsız yaptığı zararı iki misli ile öder.
Aile reisi babadır. Riyaseti altındakilerin hayat ve ölümlerine şâmil bir baba hâkimiyeti vardır. Bazı malların mülkiyetinin devren iktisabı için malın, tarafların, beş şâhidin (bâliğ Roma vatandaşı) ve bir terazicinin hazır bulunması şarttır. Ve bir seri şeklî muâmele cereyan eder..."(11)
ab- Halk meclisleri:
Majistra'nın teklifi, çeşitli halk meclislerince kabul edilmekle kanun hükmünü alırdı. Oniki Levha Kanunları böyle kabul edilmiş ve daha sonra da bu şekilde bir çok kanun çıkarılmıştır.

ac- Pretor beyannâmeleri:
Pretor bir nevi hâkimdir. M.Ö. 367 yılına kadar kazâî kuvvet, cumhuriyet devletinin en yüksek makamları olan Konsüller'in elinde idi. 367'de şehir dahilindeki vatandaşların dâvaları ile meşgul olmak üzere pretorluk makamı ihdâs edildi.
Pretor sadece bir hâkim ve adliye memuru değildi. Konsülün halefi olduğu için kazâ sâhasında Roma devletinin isteğini temsil ederdi. Bu sebeple hukuku inkişaf ettirmek vazifesi de ona aitti.
Önceleri Oniki Levha Kanunu'na göre dâvacının iddiâları jüri tarafından dinlenir, haklı görüldüğü takdirde pretora düşen kanunu tatbik etmek, dâvalıyı mahkûm eylemekten ibaret olurdu.
Fakat devletin ve iktisadî şartların terakkisi neticesinde eski kanunlar hukukî hayatın tanzimi için kâfi olmaktan çıkmış; hüsnüniyete dayanan şekilsiz muâmeleler çoğalmıştı. Bunun üzerine "formül usûlü" kabul edildi. Bu usûle göre taraflar, anlaşmazlık halinde hakimin kararına tâbi olmaya kendilerini icbar eden bir anlaşma akdediyorlardı. Hakimi bağlayan bu anlaşma kısa bir formül şeklinde yazılıyordu. Pretor da her yıl riâyet edeceği prensipleri beyaz bir levhaya yazarak ilân ediyordu ki buna beyanname mânasında "edictum" deniyordu. Beyannamelerde yazılı prensip ile kaideler sonra gelen pretorlar tarafından da tatbik edilebilirdi. Bu şekilde, kanunlar ve teâmüllerin yanında bir de pretor hukuku inkişâf etti. Bu hukuk, amme menfaati uğrunda medenî hukuku düzeltmek, ona yardım etmek, onun yerini tutmak üzere pretorlar tarafından konmuş hukuktur.(12)
Umûmiyetle pretorlar Roma hukukunu inkişaf ettirmiş, eski dar, şekilci, bazen zâlim kaideler yerine daha ileri, insanî prensipler vazetmişlerdir.(13)

c) Üçüncü devre:
Prenslik devrinde daha önceki hukuk kaynakları devam etmekle beraber bazı değişiklikler olmuş ve bu arada Senatus (âyân meclisi) kararları önemli rol oynamıştır. Sezar, Senatus ile mücâdele edip onu nüfuzu altına aldığı halde evlâtlığı Augustus ona hürmet göstermiş ve muhafaza etmiştir. Senatus'un kanun koyma selâliyeti yoktu, o bir istişâre mercii idi. Fakat halk meclislerinin kabul ettiği kanunlar çok defa Senatus'dan gelen teklife uygun olurdu.
Augustus ictimâî emellerini gerçekleştirmek için halk meclislerinden istifade etmiş, Roma cemiyetini bozulmaktan korumak maksadiyle evlenmeyi teşvik, köle azat etmeyi meneden kanunları buradan çıkarmıştır.
Bu devrede inkişaf eden bir hukuk kaynağı da imparator emirnâmeleridir. Devrin özelliği icabı pretorun selâhiyeti daralmış, imparatorların iktidar ve selâhiyeti artmış, emir ve beyanları kanun mahiyetini iktisap etmiştir.
Yine bu devrede imparatorlar tarafından hukuk âlimlerine, hukuki sorulara cevap verme, açıklama... selâhiyeti verilmiş, zamanla âlimlerin cevap ve açıklamaları kanun hükmünü hâiz olmuş, büyük hukukçular yetişmiş ve eserler vücuda getirilmiştir.

d) Dördüncü devre:
Mutlak kırallık devrinde devletin idaresi tamamen hükümdarın eline geçtiği zaman onun herhangi bir hukukî faaliyeti, şekli ne olursa olsun kanun hükmünü alıyordu. Hukukî lisanın eski ağır ve dar şekli terkediliyor, vak'aların münferid olarak halli, hukukun kanunlarla tanzimine tercih ediliyordu. Bunun sebebi kanunların pek çok ve dağınık oluşu idi. Yine bu sebeble kanunların toplanması faaliyetine girişildi. Birçok toplamalar ve tedvinler arasında en önemlisi İstanbul'da İmparator Jüstinyen tarafından yapılanıdır. İmparatorun emriyle I. ve III. asırda yaşamış olan 39 hukukçunun eserlerini 16 kişilik bir komisyon derlerdi. Bu mecmûa 30.12.533 tarihinde mer'iyete girdi. Bundan önce ve sonra da önemli toplama ve derlemeler yapılarak mer'iyete kondu. Jüstinyen müdevvenatı dört kısımdan mürekkep olup hepsine birden "Corpus juris Civilis" denir ki "Medenî Hukuk Külliyâtı' mânasını ifade etmektedir.

e) Beşinci devre:
Jüstinyen'in faaliyetiyle Roma hukukunun bin senelik inkişâfı sona ermiştir. İmparatorluğun yıkılmasından sonra XI. asırdan itibaren kuzey İtalya'daki hukuk mektepleri mezkür müdevvenâtı ele almış, okutmuş, işlemiş ve modern hukuk üzerindeki tesirini temin etmişlerdir.(14)


3- Roma Hukukunun Sistemi:
Her ilim kendi mevzûunu rasyonel bir sistem çerçevesi içinde; yâni bazı esaslara göre tertip edilmiş bir nizam dahilinde arzetmek ister.
Jüstinyen müdevvenâtından Institutions kısmının baş tarafında ve daha başka kısımlarda hukuk ilmini ikiye ayıran bir metin görülmektedir:
"Bu tahsilin iki kısmı vardır: Amme hukuku ve Hususî hukuk. Amme hukuku Roma devletine, Hususî hukuk ise fertlerin menfaatlerine tealluk eder; çünkü bazı menfaatler umûmun menfeatlerindendir. Bazıları ise özel menfeati alâkadar eder."
Bugün yukardaki taksime temel teşkil eden "Umûmî veya husûsî menfeat" mülâhazası tatminkâr olmamakla beraber âmme-husûsî ikiliği, hukuk taksiminde günümüze kadar devam etmiştir. Roma hukuku müdevvenâtı içinde âmme hukukuna pek tesadüf edilmez ve modern hukuka bu bakımdan önemli bir tesir bahis mevzûu değildir. Fakat husûsî hukuk sâhasında durum aksinedir.
Hususi hukuk Gaius ve Jüstinyen'in eserlerinde şu taksime tâbi tutulmuştur:
"Kullandığımız bütün hukuk ya şahıslara, ya mallara, yahut da dâvalara tealluk eder."
Zamanla âmme hukuku -Avrupa hukuklarında- esas teşkilât, idare, ceza, devletler umûmî... kısımlarına ayrıldığı gibi husûsi hukukun bu üçlü taksimi de değişikliğe uğramıştır:
a- Şahıslara tealluk eden hukuktan "Şahsın Hukuku" ve "Aile Hukuku".
b- Mallara tealluk eden hukuktan "Aynî Haklar" veya "Eşya Hukuku", "Borçlar Hukuku" ve "Miras Hukuku".
c- Dâvalara ait hukuktan ise "Usûl Hukuku" doğmuştur. Bugün Usûl Hukuku, amme hukuku kısmında yer almaktadır.(15)

4- Roma Hukukunun Tatbik Sâhası:
Roma Hukuku tatbik sâhası bakımından cumhuriyetin son asırlarında ikiye ayrılmıştır: Medenî Hukuk, Kavimler Hukuku.
"Medenî Hukuk" asıl Roma Hukuku'dur ve yalnızca romalı vatandaşlara tatbik edilir. Diğer milletler -Romalılara göre- medenî olmadıklarından onlara bu hukuk tatbik edilmez; onlar hukuk dışı kabul edilirler ve Roma hukukunun bahşettiği haklardan faydalanamazlar. Hukukî münasebetleri, kendi örfü-âdetlerine veya özel hukuklarına göre tanzim edilir ve buna da "Kavimler Hukuku" denir.
5- Roma Hukukunun Dünya Hukukuna Tesiri:
Bugün yürürlükte bulunan hukuk sistemlerinin çoğunun kaynakları arasında Roma hukuku vardır. Almanya, Fransa, İtalya, İsviçre ve dolayısıyle Türkiye gibi memleketlerde husûsi hukuk kaidelerinin mühim bir kısmının kaynağını Roma hukuku teşkil etmektedir. Bu tesirin başlangıcı XII. asırda İtalya'da Bolonya Üniversitesindeki tedrisat ile olmuştur. Avrupa'nın çeşitli yerlerinden buraya akın eden talebe, okudukları ve öğrendikleri Roma hukuku mefhumlarını memleketlerine dönüp hâkim oldukları zaman tatbik etmekten çekinmiyorlardı. Bu kapitalist hukuk yeni zamanı hazırlayan ictimâî ve iktisadî şartlara uygun geliyordu. İşte bilhassa İtalya'da tahsil etmiş hukukçular vasıtasıyle Roma hukukunun Batı memleketlerine sirâyet etmesine ve onlar tarafından kabul edilmesine "Roma Hukukunun iktibası (reception)" denmektedir.
Orta zamanların sonunda kendilerine "Roma İmparatoru" dedirten Alman İmparatorları XV ve XVI. asırda Roma hukukunu kül halinde kabul ettiler ve 1 Ocak 1900'de Alman Medenî Kanunu kabul edilinceye kadar mezkür hukuk yürürlükte kaldı.
Roma Hukuku Yunatistan'da da 1940 yılına kadar câri olmuştur.
Bugün Roma Hukuku hiçbir yerde doğrudan doğruya yürürlükte değildir. XIX. ve XX. yüzyılda Avrupa ve Avrupa harici devletler, hukukun çeşitli sâhalarında millî kanunlar yapmışlardır. Ancak buralarda hususî hukukun kanun ve kaideleri -memleketlere göre az veya çok olarak- Roma hukukundan gelmektedir. Güney ve Orta Amerika ile Asya ve Afrika'nın birçok devleti kanunlarını, Fransız, Alman ve İsviçre kanunlarını model alarak yaptıkları için Roma Hukuku mefhumları bu kanunlarda -dolaylı olarak- yaşamaktadır.
Bu sebeple birçok memleketin Hukuk Fakültelerinde Roma Hukuku kürsüleri vardır ve bu hukuk tedris edilmektedir.(16)

 



10. Schwarz, Roma Hukuku, (İst. 1945), s. 91 vd.
11. Bu konuda geniş bilgi için bak. Schwarz, age, s. 87-107.
12. Honig, Roma Hukuku, s. 24.
13. Schwarz, age, s. 125 vd.
14. Geniş bilgi için Honig ve Schwarz'ın eserlerine bakınız.
15. Schwarz, age, s. 23-30; Honig, age, s. 8 vd.
16. Roma Hukukunun umûmî vasıfları ve İslâm hukuku ile mukayesesi için bak. H. Karaman, Yeni Gelişmeler Karşısında İslâm Hukuku, İst. 1987, s. 76 vd.; Mukayeseli İslâm Hukuku, İst. 1986. s. 30-35.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

C- İSRAİL HUKUKU:
1- İsrail Hukukunun Kaynakları:
Kaynaklar bakımından İsrail Hukuku iki devreye ayrılır:
a) Birinci devre: Kudüs'ün Romalılar tarafından tahribine kadar (M. 70) devam eder. Bu devrede kaynak Mukaddes Kitabın birkaç bölümü (sifri) ile an'anelerdir. Muhtevâ ise: Ceza hukukuna ait bazı hükümler, mukavelelerin ihlâline dair bazı kaideler, evlenmeye mahsus bir takım ihtar ve yasaklar, âilenin teşekkülü ve idaresine ait bazı esaslardan ibarettir.
b) İkinci devre: Kudüs'ün tahribi, Yahudilerin imhası, kalanların dağılması İsrail hukukunun da yok olmasına âmil olur sanılmasına rağmen durum aksine olmuştur.
Bu müthiş olaylardan bir asır sonra Yahuda Hakaduş isimli zengin bir haham Taberiye mekteblerini ve yahudî rûhânî hükûmetini yeniden kurmuş ve otuz yıl çalışarak "Mişnâ" isimli bir düstûr tanzim etmiştir.(17)
Yahûdi alimleri ve hahamlarının tefsir ve ictihadları ikinci bir kaynak daha meydana getirmiştir ki buna da "Talmud" denir.(18)

2- Mukaddes Kitaplara Göre İsrâil Hukuku:
Ceza Hukuku:
a) Şahsî intikam menedilmiş, cemiyet namına kanunen cezalandırma esası getirilmiş, kısas usulü benimsenmiştir. (Tekvin: 9, Sayılar: 35/16 vd.)
Katilin öldürülmesine karşılık diyet (kan bedeli) kabulü menedilmiştir. (Sayılar: 35/ 31)
b) Cezanın şahsiliği kabul edilmiştir. Suçlu yakalanamadığı takdirde onun yakınlarının cezaandırılması ve onlardan intikam alınması yasaklanmıştır. (Tesniye: 24/16)
c) Bazı cezalar:
"Ve adamlar kavga edip bir kadına çarparlar ve onun çocuğu düşerse ve bir zarar olmazsa kocasının tayin ettiği tazminatı hâkimler vasıtasıyle ödeyecektir. Fakat zarar olursa o zaman can yerine can, göz yerine göz, dişe diş, ele el, ayağa ayak, yanığa yanık, yara yerine yara, bere yerine bere vereceksin."
"Ve eğer bir öküz, bir erkeği ve yahut bir kadını süserse ve o ölürse öküz mutlaka taşlanarak öldürülecek (recm) ve eti yenmeyecektir... Öküzün süstüğü öteden beri biliniyorsa ve sahibine söylenmiş o da zaptetmemiş ise sahibi de öldürülecektir. Eğer fidye konursa canının fidyesi olarak verecektir." (Çıkış: 21)
"Eğer bir adam nişanlı olmayan bir kızı aldatır ve onunla yatarsa ağırlığını vererek onu alacaktır. Eğer kızın babası vermezse o zaman kızlara verilen ağırlık kadar para verecektir"; (Çıkış: 22)
Hırsızlık yaparken yakalanan kimse öldürülürse diyet ödenmez.
Öküz, koyun gibi hayvanları çalan satar veya boğazlarsa dört beş katını öder. Ödeyemez ise hırsız satılır ve bedeliyle ödenir; (Çıkış: 22)
d) Öldürme suçunda kullanılan âlet nazar-ı itibâre alınmış, öldürücü âletler kullanıldığı takdirde "maktûlün yakını katili bulduğu yerde öldürür" denmiştir; (Sayılar: 35)
e) Katili mechûl cinâyetlerde "kasâme usûlü" kabul edilmiştir. Buna göre maktûlün bulunduğu arâzî hangi şehre yakın ise oranın ihtiyarları, kâhinlerin önünde, boğazlanmış -hiç çalıştırılmamış- bir inek üzerinde ellerini yıkayarak yemin edecek, "öldürmedik, öldüreni görmedik" diyeceklerdir; (Tesniye: 21)
f) İdamı gerektiren diğer suçlar:
Güneş, Ay ve semâvî varlıklara tapınanlar idam edilir; (Tesniye: 17).
Yahova'dan başkasına kurban kesen, Rabbin ismine söven öldürülür; (Çıkış: 22, Levililir: 24).
Adam çalan öldürülür; (Çıkış: 21)
Evli veya nişanlıların zinası recmi gerektirir. Evlenen kız bâkire çıkmazsa recm olunur; (Tesniye: 22).
g) Ta'zir cezası:
Muayyen cezalar dışında, kanuna aykırı hareket edenleri hâkim 39 deyneğe kadar vurdurarak cezalandırabilir; (Tesniye: 25).
h) İsbat ve lânet:
İsbat daima şahidler ile olur. Bazı durumlarda sanık, yemin ile berâat eder.
Zina isnadında şahit bulunmazsa kâhin, yalan söyleyenin karnını şişirecek ve onu mel'un kılacak... bir suyu kadına içirerek onu manevi denemeye tabi tutar; (Sayılar: 5).

Medenî Hukuk Sâhası:
a) Aile hukuku:
Tevrat'da evlilik (nikâh) akdi hakkında açık bir ifade yoktur. Ancak bazı örneklerden evliliğin kadını satın almak şeklinde cereyan ettiği anlaşılmaktadır. Nitekim Yakub, Laban'ın kızı Rahel'i, mukabilinde yedi yıl çalışarak almıştır; (Tekvin: 29).
Ayrıca kızı kaçırmak suretiyle evlenmek de tecviz edilmiştir; (Hâkimler: 21).
Evlenen kıza babası tarafından çeyiz verilmesi de âdetdir. Ve bu âdet bir dereceye kadar kızların mirastan mahrumiyetini telâfi etmektedir.
Birden fazla kadınla evlenmek tecviz edilmiş, kan ve evlilikten doğan akrabalığın bazı dereceleri evlenmeye mâni sayılmıştır. Bu cümleden olarak: analar, analıklar, kızkardeşler, torunlar, halalar, teyzeler, amca ve kardeş karıları, oğlun karısı, karının kızı, kayınvalide, karının torunları ile evlenmek, iki kız kardeşi birden almak men edilmiştir; (Levililer: 18).
Boşamak erkeğin elindedir. Erkek boşadığı kadının eline bir "boş kâğıdı" verir. Kadın ikinci bir kocaya varır sonra boşanır veya ikinci koca ölürse ilk kocasıyla evlenemez; (Tesniye: 24).
Hindistan ve Yunanistan'da olduğu gibi İsrail'de de "Levira" usulü vardır. Buna göre kocası ölen kadının kayın biraderi varsa onu alır, doğacak oğlan, ölen kardeşinin ismi ile onun yerine geçer; (Tesniye: 25).
Esirler arasından câriye almak mümkündür. Câriye terkedilirse hür olur; (Tesniye: 21).
Çocuklar üzerinde ana-babanın geniş bir hâkimiyeti vardır. Ebeveynin şikâyeti üzerine itâatsiz çocuklar idam (recm) edilebilir; (Tesniye: 21).

b) Kölelik:
Köleler İbrânî soyundan olanlar ile olmayanlar diye ikiye ayrılır.
İbrânî köleler borçlarını ödeyemedikleri veya sefalete düştükleri için kendilerini satanlardır. Bunlar bedellerini ödeyerek hürriyete kavuşabilirler. İbranî olmayanların köleliği ömür boyudur.
Efendiler köleyi tedip edebilir, fakat öldüremezler. Döverken sakatlanan köle hür olur; (Levililer: 25, Çıkış: 21).

c) Miras:
Erkek evlâd varsa kızlar vâris olamazlar. Oğul ve kız yok ise terike sırasıyle kardeşlere, amcalara, yakınlık derecelerine göre diğer akrabaya intikal eder; (Sayılar: 27). Erkek çocukların büyüğü, diğerlerinkinin iki katı miras alır; (Tesniye: 21).

d) Mülkiyet ve akitler:
Ken'ân'ın fethinden sonra taksim edilmesiyle elde edilen mülkiyet hakkı daimîdir. Toprak satışla mülkiyetten çıkmaz. Ancak geçici satış vardır, satan bedeli ödeyinceye tekrar toprağa sahip olur. Elli yılda bir (Yubil) senesi gelir; bu senede bütün satışlar bozulur ve topraklar sahiplerine avdet eder.
Ancak surlu şehirlerde oturanlar evlerini satarlar ve bir yıl içinde bedelini iâde etmezlerse satış kesinleşir; (Levililer: 25).
Mülkün aileden çıkmaması için vâris olan kızın, en yakın akrabası ile evlenmesi emrolunmuştur; (Sayılar: 36).
Tevrat'da zikredilen akitler "vedîa, âriyet, rehin, icâre ve beyi" akitleridir.
İbrânîler arasında faiz yasaklanmıştır (Çıkış: 22). Yabancılardan faiz almak serbesttir; (Tesniye: 23/19).
Yahûdîler borç senetlerini satmak, faizle para vermek suretiyle çok eski zamanlarda dünyanın bir numaralı bankerleri olmuşlardır.(19)

e) Zararların tazmini:
Mülkiyetin korunması için mala tecavüz suçlarına tazminat ile hükmedilmiştir:
Gasb, hırsızlık, bulunmuş malın ilân edilmemesi... böyledir. Gasbedilmiş mal beşte bir fazlasıyla iâde edilir; (Levililer: 6).
Çalınan malın iki misli iâde edilir; (Çıkış: 22).
Yalancı şahid de hırsız gibi ka
bul edilmiştir.
Emânet malın zıyâı, ekine zarar vermek, yakmak, hayvanın ölmesine sebeb olmak, birisini yaralamak veya yumruklamak... gibi fiillerin doğurduğu zararlar için de tazminât vardır; (Çıkış: 21-22).

f) Muhâkeme usûlü:
Dâva hâkimlere götürülür. Hâkimler, her şehrin kapısında meclis kuran ihtiyarlardır.
Hüküm haciz yoluyla icra edilir; (Çıkış: 24).
Un öğütülen el değirmeni ve elbise haczedilemez; (Çıkış: 22).

3- Mişnâ ve Talmud'a Göre İsrâil Hukuku:
Mişnâ, biribirine eşit hacimde altı kısımdır. Bir, iki, beş ve altıncı kısımlar, Levililer Sifrinin şerhi gibidir. Üç ve dördüncü kısımlar ise ceza ve medenî hukuk ile alâkalıdır. Birincisi "kadınlar", diğeri "zararlar" başlığını taşır.

a) Kadınlar hakkındaki hükümler:
Kadınların satın alınması âdeti çok geçmeden kalkmıştır. Ancak kadını velîsi evlendirir. Evliliğin sahih olabilmesi için üç şart vardır.
aa) İki şahid huzurunda erkek kadını kabul edecek, onun eline hiç olmazsa bir yüzük verip ibrânîce olarak: "Şu yüzük ile sen benim için mukaddes oldun" diyecektir.
ab) Evlenme akdi yazılarak yerine getirilecektir.
ac) En az on erkek huzurunda bereket duâsı yapılacaktır.
Hz. Mûsa zamanından beri devam eden ve sonunda Mişnâ'ya giren bir usûle göre koca, yazılı olarak karısına bir meblâğ borçlanır (mehir), ölüm veya boşanma halinde bu meblağ kadına ödenir ki buna "ketûbe" denir ve kızlar için ikiyüz, dullar için 100 altındır (zuz).
Kadının baba evinden götürdüğü çeyiz (mal) kocası tarafından idare edilir; nikâh bozulunca koca bu malı ve ketûbeyi kadına verir. Bunu temin içinde önceden ipotek yapılır.

b) Zararlara ait hükümler:
Bütün eski hukuklarda, hakka karşı yapılan her tecavüz bir zarar sayılır ve dâva açmaya sebeb olur.
Mişnâ kadınlara ait hükümlerden sonra bu kısma geçerek bütün medenî hukuku zarar ve ziyan içinde mütâlâa etmiştir.
Ancak bunlar umumî kaideler halinde ele alınmamış, her mesele ayrı ayrı incelenmiş (kazuistik metod), hâkimlerin uymaları gerekli hükümler konmuştur.
Eski hukuktaki kısas yerine bir tazminat tarifesi konmuş, tazminata esas olmak üzere "zarar, acı, tedâvi masrafı, işten mahrumiyet ve mahcubiyet" tesbit edilmiştir. Suçlu bütün bunlar için tazminat ödeyecektir.
Bu yumuşamada, mahkemelerin selâhiyetinin mahdut ve hükümlerinin ihtiyâri hâle gelmesinin rolünden bahsedilmektedir.

c) Akitler mevzûunda:
Mişnâ'ya göre alış-verişte mülkiyetin intikali bedelin ödenmesiyle değil, müşterinin mala el koymasıyle kesinlik kazanmaktadır.
Alış-verişte aldatma veya aldanma bedelin yüzde onunu aşarsa akit feshedilebilir.
Gayri menkullerin satışında mülkiyet, bedelin ödenmesi, senedin müşteriye teslimi, üç yıl tasarruf, sınırların gösterilmesi işlemlerinden birisiyle intikal eder.
Şüf'anın da izlerine rastlanmaktadır.
Faizin her nevine şâmil olan yasaklar Mişnâ'da yalnız alış-verişe bağlanmıştır.
Kira akdi, rehin ve akitler dışında meydana gelen zararların nevileri ve hükümlerinden sonra Mişnâ, satış senedinin kayıt ve şartlarının tefsirine geçer.
d) Miras konusu:
Tevrat mirasta babanın hissesinden bahsetmemiştir. Mişnâ ve Talmud bu eksiği tamamlıyor ve "Çocuksuz ölenin terikesi habasına aittir" hükmünü getiriyor.
Anaya mirastan hisse yoktur.
Yine Mişnâ vasiyetten bahsetmiş ve bü
tün mal varlığına şâmil vasiyyeti kabul etmiştir. Talmud ve Mişnâ hukukunda İran ve Roma hukukunun tesirleri oldukça bârizdir.(20)

 



17. Mişnâ: İbrânîlerin hukukî kanunları ile hahamların an'anelerinden ibarettir. Yahûdilere göre Hz. Mûsa Sina'da on emri alırken aynı zamanda Yahova'dan başka kanunlar da almış; bunlar yazılmamış, hahamlar arasında rivâyet sûretiyle intikal edegelmiştir. Yahuda işte bu rivâyetleri toplayıp yazmıştır.
18. Disiplin ve terbiye mânasına gelen Talmud iki nevidir: Birincisi Kudüs Talmud'u olup anlaşılması güçtür ve kullanılmaz. İkincisi ise iki kısımdır: Birinci kısım yukarda zikredilen Mişnâ'dır. İkinci kısım ise beşinci ve altıncı asırda tamamlanan Talmud'dur ki bir nevi şerh ve tefsir mahiyetindedir.
Yahûdiler dağınık olmalarına ve içinde yaşadıkları memleket kanunlarına uymakta da serbest bulunmalarına rağmen hukukları mezkür kaynaklar ile zamanımıza kadar intikal etmiş ve tabiatiyle yabancı hukukların da tesiri altında kalmıştır.
Bu ikinci devreye "Mişnâ ve Talmud Devri" denir. Mişnâ ve Talmud son zamanlara kadar rûhânî olmayanların elde edemeyeceği bir kaynak idi. XIX. asırda fransızcaya tercüme edilerek neşredildi.
19. Geniş bilgi için bak. Muhammed Es'ad, Târih-i İlm-i Hukuk, s. 203 vd.
20. M. Es'ad, age, s. 218 vd.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

D- CAHİLİYE DEVRİ ARAP HUKUKU:
Giriş:
Medenî ve yerleşik milletlere nisbeten farklı, yabanî karakter ve davranışları olduğu veya gerçek ve bir Allah inancından uzak oldukları, yahut da ilm-u irfan ile alâkaları bulunmadığı için İslâm'dan önceki araplara "câhiliye devri arapları" denmiştir. Bu millet iki ana koldan gelmiştir. Kahtâniler ve Adnânîler. Birincisi Arabistan yarımadasının güneyinde, ikincisi ise kuzeyinde yaşamış ve bir çok kollara ayrılmıştır.(21)
İslâm ile muhâtap olan câhiliyye devri Araplarının ictimâî durumlarına göz atılınca bedevîlik, kabilecilik ve gezginciliğin hâkim olduğu görülür. Bu vasıflar onların büyük millet olmalarını önlemiştir. Bir soya bağlı kabîle diğer kabîlelere karşı kendini üstün görmüş, dar bir tesânüd içinde kabile ferdleri yekdiğerine bağlanmış, hakta ve batılda birbirini desteklemişlerdir. Bu, ardı arkası kesilmez kabîle savaşlarına, baskın ve yağmalara yol açmıştır.
Devamlı savaş ve taşınma, güçlü kuvvetli erkeklere ihtiyaç gösterdiği için kız evlât horlanmış, yine ictimâî iktisâdî ve coğrâfî şartlar sebebiyle ziraat, ticaret ve zenaatla meşgul olunmamıştır.
Bedevî arapların bu durumlarına karşılık yerleşik araplar "daha çok güneydekiler" şehirlere yerleşmiş, ziraat, ticaret ve çeşitli zenaatlerde bir hayli ilerlemişlerdir.
Câhiliyye devri araplarının ahde vefa, misâfire ikram, izzet-i nefis, yiğitlik ve yüreklilik, doğruluk, komşuluğa riâyet, af gibi güzel huyları ve davranış kuralları da vardır.
Hülâsa etmeye çalıştığımız bu ictimâî, iktisadî ve siyâsî durum şüphesiz İslâm öncesi arapların hukukî hayatlarına da tesir etmiştir.
İnsan için cemiyet, cemiyet için hukuk nizamı, kanun zarûrîdir. Bu zaruret istisna tanımaz. Ancak hukuk her zaman yazılı, düzenlenmiş kanunlara dayanmaz. Bazen örf, âdet ve gelenekler kanunların yerini alır. İşte câhiliye devrinde de durum böyledir.
Arapların umûmî bir hükûmetleri olmadığı gibi teşrî ve kazâ mercii de yoktur. Aralarında anlaşmazlık çıktığı zaman kabile başkanı veya kâhine baş vurulur.
Bunlar âdet ve an'aneye göre hükmederler. Fakat hükmün icrası için muayyen bir usûl de mevcut değildir. Hükmü veren veya hak sahibinin manevî nüfuzu burada rol oynamaktadır.(22)
İslâm câhiliye âdet ve hukukunu ele almış; bunlardan bir kısmını bazı kayıt ve şartlara bağlayarak bırakmış, bir kısmını da ilgâ etmiş, kaldırmıştır.
Kur'ân-ı Kerim, hadis, edebiyat ve tarih kitaplarının bize kadar naklettiği bilgilerden faydalanarak câhiliye devri hukukunu şöylece özetlemek mümkündür:

A- AİLE:
1- Evliliğin Çeşitleri:
Câhiliyye devrinde çeşitli evlenme şekillerine rastlanmaktadır:
a) İslâm'ın bazı kayıt ve şartlarla devam ettirdiği evlilik (nikâh). Buna göre bir erkek, veli veya babasından kızı ister, muayyen bir meblâğ (mehir) verir ve onunla evlenirdi.(23)
b) Trampa şeklinde evlilik: İki kişi kızlarını veya velisi bulundukları kadınları veya kızları mehirsiz değişir ve evlenirlerdi. (Nikâh'u şigâr). İslâm'da hadisle menedilmiştir.(24)
c) Analıkla evlenmek: Ölen kişinin başka kadından olan en büyük oğlu analığını melirsiz almak, yahut onu mehri mukabilinde başkasına vermek, yahut da ölünceye kadar evlenmesine mâni olup mirasına konmak hakkına sahip idi. (Nikâhu'l-makt). İslâm bu çirkin âdeti de kaldırmıştır.(25)
d) İki kız kardeşle birden evlenmek ve sınırsız olarak birden fazla kadınla evlenmek mümkün idi. İslâm birincisini menetmiş,(26) ikincisini kayıt ve şartlara bağlayarak, en çok dört ile sınırlamıştır.(27)

2- Evlenme Mânileri:
Yakın akraba ile evlenmek memnû idi. Ezcümle analar, kızlar, hala ve teyzelerle evlenilmez. Ayrıca evlâtlık da gerçek evlâd gibi telâkki edilirdi. Evlâtlık hariç diğer hısımlarla evlenmeyi İslâm da menetmiştir.(28)

3- Mehir:
Veli veya babası, evlendi
rdiği kız yahut kadının mehrini kendileri alır, kızlara bir şey vermezlerdi.
İslâm bunu menetmiş, mehrin kadına ait bir hak olduğunu bildirmiştir.(29)

4- Evliliğin Sona Ermesi:
Evliliği sona erdiren, karıyla kocayı ayıran sebebler vardır:

a) Talâk (boşama):
Erkek karısını tatlik eder, boşar ve reddederdi; bunun bir sınırı yoktu. Meselâ on kere boşamak ve her defasında bundan vazgeçerek evliliğe avdet etmek mümkün idi. Bunu karısına sormadan koca yapardı.
İslâm boşamayı -buna ihtiyaç ve zarûret bulunmak şartıyle- üçe indirmiştir.(30)

b) Hulü':
Kadın veya velisi, muayyen bir meblâğ vererek kocanın boşamasını temin eder. Para karşılığında boşama iki tarafın pazarlık ve anlaşmalarına bağlıdır.
İslâm bunu prensip olarak kabul etmiş, fakat kayıt ve şartlara bağlamıştır.(31)

c) İlâ:
İlâ kelimesinin lüğat mânası yemindir. Koca, karısına yaklaşmamak üzere yemin eder, bir veya iki yıl hitamında -yaklaşmazsa- onu boşamış sayılırdı.
İslâm bekleme süresini dört aya indirmiş, süre sona erince kocanın, bir bâin veya ric'î tâlâk ile boşamış olacağına hükmetmiştir.(32)
d) Zıhâr:
"Zahr" sırt, "zıhâr" ise sırt üzerine yemindir; karıya karşı: "Sen bana anamın sırtı gibisin" denmek suretiyle icrâ edilir ve kadın boşanmış sayılırdı.(33)
İslâm zıhârı boşama saymamış, ancak keffâreti gerektiren bir yemin telâkki etmiş, "bir köle azat etmek, gücü yetmezse iki ay oruç tutmak, bunu da yapamazsa altmış fakiri doyurmak"tan ibaret olan keffâreti ödemedikçe kadına yaklaşmayı menetmiştir.(34)

e) İddet:
Boşanan veya kocası ölen kadının rahminin boş olduğunu kesin olarak anlama sebebine dayanan iddet, kadının bir müddet beklemesi, bu müddet içinde evlenmemesi demektir. Câhiliyyet devrinde kocası ölen bir kadın bir yıl beklerdi ve âdeta işkence çekerdi.
İslâm bunu kaldırmış, iddeti makul ölçüler içinde tutmuştur.

5- Vasiyyet ve Miras:
a) Vasiyyet:
Vasiyyet ölüme bağlı bir tasarruftur. Bununla muayyen bir mal bir kimseye temlik edilir. Câhiliye devrinde araplar -vâris olsun başkaları olsun- herkese, istenildiği kadar malın vasiyet edilebileceğini kabul etmişlerdi.
İslâm bunu, sadece mirascıların dışındaki kimselere ve terikenin üçte birine tahsis etti. Üçte birden fazla vasiyyetin ifası vârislerin rızasına bağlıdır. Vârise vasiyyet yoktur.

b) Mirâs:
Ölünün malının başkalarına intikali iki sebep ve bağa istinad ediyordu:

aa) Kan hısımlığı:
Ölünün büyük erkek çocukları vâris olurdu. Kadınlar, kızlar ve silâh taşıyamıyan çocuklar vâris olamazdı. Eğer büyük oğul yoksa kardeş, amca gibi diğer erkek kan hısımlarına intikal ederdi.

ab) Anlaşma ve akid:
Evlâd edinme, kardeş olma veya miras mukavelesi yapmak suretiyle de kişilerin yekdiğerine vâris olmaları mümkün idi.
İslâm, miras üzerinde büyük değişiklikler getirmiştir.

B- MUÂMELÂT (Borçlar ve Eşya) HUKUKU:
İslâmdan önce araplar şirket, alış-veriş gibi bazı hukukî akit ve muâmele şekillerini tanımışlardır:

1- Şirket Akdi:
Hz. Peygamber ve sahâbenin hayat hikâyelerinde, İslâm'dan önce ortaklık akdinin bilindiğini gösteren ifadeler vardır. Hz. Peygamber (a.s.) nübüvvetten önce es-Sâib b. Ebî's-Sâib ile ortaklık etmiştir. Mekke'nin fethinde ortağı kendisine gelince Rasûlullah ona şöyle hitab etmiştir: "Benim ortağım idin; hem de ne iyi ortak! Ne anlaşmazlık çıkarırdın ne de münâkaşa!"(35)

2- Mudârabe veya Kırâz Akdi:
Bir taraftan sermaye, diğer taraftan iş ve ticaretin meydana getirdiği bir nevi ortaklıktır. Sermaye sahibi kârın bir miktarını alır. Araplar arasında yaygın olan bu muâmeleyi İslâm ıslâh ederek benimsemiştir.(36)

3- Selem Akdi:
Peşin para ile sonradan teslim edilecek, hali hazırda mevcut olmayan bir malı satın almaktır.
Hz. Peygamber Medine'ye geldiği zaman, bir iki yıllığına bu akdi yaptıklarını görmüş "ölçü ve zaman belli olsun" buyurmuşlar,(37) küçük değişiklikler ile devam ettirmişlerdir.

4- Borçlanma ve Fâiz:
Paraya ihtiyacı olanlar, paralı kimselerden ödünç alır, muayyen zaman sonunda faiziyle öderlerdi. Ödeme, zaman geldiği halde yapılmazsa alacaklı borçluya "ya öde, ya artır" derdi. Borçlu "şu kadar zaman sonra şu kadar fazlasıyle ödeyeyim" der ve böylece faiz katlanarak devam ederdi.(38)
İslâm faizin bütün nevilerini kaldırmıştır.
5- Rehin:
Borcun ödenmesini garanti altına almak maksadıyle alacaklı borçludan rehin alırdı. Borç ödenmediği takdirde rehin olarak bırakılan mal alacaklının olurdu.
İslâm rehnin bu şekilde maledilmesini menetmiştir.(39)

6- Alış-veriş Şekilleri:
Çeşitli alış-veriş şekilleri vardır. İslâm bunlardan bir kısmını (karşılıklı rızâya dayanmayan, mechul bir unsur ihtiva edenlerini...) menetmiştir:

a) Münâbeze, mülâmese ve hasât bey'i:
Satılacak şeye elbisesini atmak, eli ile dokunmak veya üzerine çakıl taşı atmak suretiyle -aldım, sattım sözleri kullanılmadan- alış-veriş yapılırdı.
İslâm bunları mentemiştir.(40)

b) Hileli arttırma (necş):
Alma niyeti olmadığı halde mal arttırılır, müşterinin daha çok para vermesi temin edilirdi.
Bu da menedilmiştir.(41)

c) Borçlunun satılması:
Roma hukukunda gördüğümüz gibi burada da borcunu ödemiyen kimsenin satılması âdeti vardı. İslâm bunu da yasaklamıştır.(42)

C- CEZÂ HUKUKU:
1- Kısas:
Araplar "ölümü en iyi ölüm yok eder" derler, bununla kısası kastederlerdi. Ancak onların anlayış ve tatbikatına göre sadece katil değil, onun bütün yakınları sorumlu sayılır, intikam için kısasa dahil edilir, kısas şahsî öç alma şeklinde uygulanırdı.
İslâm, "kimse, kimsenin günahını yüklenmez" prensibini getirmiş,(43) kısasın hükme bağlanması ve infâzını ilgili hâkimin selâhiyetine dahil etmiştir.
2- Diyet:
Taammüden ve kasten olmayıp hatâ yoluyla meydana gelen katil hadiselerinde diyet tatbik edilir ve katilin kan hısımları da ödemeye iştirak ederlerdi.
İslâm bunu ibka ettiği gibi, amden (kasten) öldürme olayında da -maktûlün velisi razı olursa- diyeti getirmiştir.

D- MUHÂKEME USÛLÜ:
1- Kasâme:
Katili mechul cinayetlerde maktûlûn bulunduğu köy veya mahalle ahâlisinden 50 kişinin "Öldürmedik ve öldüreni de görmedik" diye yemin etmelerine "kasâme" denir. Bunu taleb etmek, maktûl velisinin hakkıdır.
İslâm bu usûlü kabul etmiştir.(44)

2- İsbat:
Dâvacı iddiâsını şahid (beyyine) ile isbata çalışır, bunu yapamadığı takdirde dâvalıya yemin teklif ederdi.
İslâm da prensip olarak bu usulü benimsemiş,(45) ayrıca muhâkeme usûlünü adâletin kısa sürede gerçekleşmesini sağlayacak şekilde geliştirmiştir.

 



21. C. Zeydân, age., C. I, s. 8 vd.
22. age, s. 18 vd.
23. eş-Şevkânî, Neylü'l-evtâr, c. VI, s. 168 (Buharî'den).
24. en-San'ânî, Sübülü's-selâm, c. III, s. 161.
25. en-Nisâ: 4/19, 32.
26. en-Nisâ: 4/23.
27. es-Sân'ânî, age., C. III, s. 175, eş-Şevkânî, age., C. IV, s. 178. en-Nisâ: 4/3.
28. en-Nisâ: 4/23.
29. en-Nisâ: 4/4. el-Hudârî, Târihu't-teşrî, s. 78.
30. el-Bakara: 2/230, 232.
31. Mukayeseli İslâm Hukuku, s. 311 vd.
32. eş-Şevkânî, age., C. VI, s. 271; H. K., age, s. 321 vd.
33. el-Cessâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, C.III, s. 418.
34. el-Mücâdile: 58/2-4.
35. Ebû Dâvûd, el-Edeb, bâb: 17; İbn Mâce, et-Ticârât, bâb: 63; İbn Hanbel, Müsned, C. III, s. 425.
36. eş-Şevkânî, age., C. V, s. 278 vd.
37. eş-Şevkânî, age., C. V, s. 239 vd.
38. el-Cessâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, C.I, s. 464.
39. el-Cessâs, age., C. I, s. 528.
40. Age, 530; eş-Şevkânî, Neylü'l-evtâr, C. V, s. 159.
41. eş-Şevkânî, age., C. V, s. 175.
42. Dr. Abdulkerim Zeydân, el-Medhal li-dirâseti'ş-şerî'a, s. 36.
43. el-En'âm: 6/164.
44. eş-Şevkânî, age., C. VII, s. 37.
45. Age, s. 42. Bu konuda (Câhiliye Hukuku) için -dipnotlarda geçen kaynaklardan başka- bak. Ahmed Emin, Fecr'ul-İslâm, s. 225-227; M. Yûsüf Mûsa, el-Emvâl, s. 13-18, Şah Veliyyullah, Huccetüllâhi'l-bâliğa, s. 262-271.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

E- YABANCI HUKUKLARIN İSLÂM HUKUKUNA TESİRİ:
İlerideki bahislerde İslâm hukukunun kaynaklarının teşekkülü ve bu kaynaklara dayalı olarak mezkûr hukukun doğup gelişmesi, tarihi seyri içinde görülecektir. İslâm Hukuk Tarihi, araştırmalarının yeterince gelişmediği, bilgilerin eksik olduğu zamanlarda bazı müsteşrikler, kısa bir zamanda doğup fevkalâde bir inkişâf gösteren İslâm hukuku için yabancı bir kök, vahiy dışı bir kaynak arama girişiminde bulunmuş, Roma-Bizans, Yahûdî, Cahiliyye, Sâsânî vb. kaynakları üzerinde durmuş, İslâm hukukunun bunlardan biri veya birkaçından iktibas edilmiş olduğunu ileri sürmüşlerdir; fakat bu iddiâlarını ilmî delillere dayandıramamışlardır. Bu iddiâya karşı çıkan, ilmî vesikalara, tarihi vakıalara ve İslâm hukukunun karakteristliğine dayanan, bu noktalardan hareket eden yerli ve yabancı bazı araştırmacılar ise, haklı olarak İslâm hukukunun orijinal, vahiy kaynaklı, kendi dinamizmi içinde gelişmiş bir hukuk olduğu iddiâsını ileri sürmüşlerdir. Asırlar boyu dünyanın büyük bir kısmına hükmetmiş, kişiler ve topluluklar arasındaki ilişkileri düzenlemiş bulunan bir hukukun, karşılıklı tesirden uzak kalması düşünülemez. İslâm hukuku ve müesseseleri, hükümran olduğu ülkelerin bazı amme hukuku kaidelerini ve müesseselerini almıştır; çünkü bunlar, adâlet, amme menfaati ve zaruret gibi prensipler çerçevesinde İslâm hukukuna uygun bulunmakta ve devleti yönetenlere, bu ölçüde iktibaslar için İslâm'da imkân tanınmaktadır. İslâm Hukuku da Doğu ve Batı'da birçok ülkenin hukukunu, az veya çok etkilemiştir. Bütün bunlar doğru olmakla beraber bir başka doğru da, İslâm hukukunun bütün halinde (özel ve genel hukuk olarak) vahye dayalı, ilâhî irşâdın ışığında işleyen fukahâ ictihadından (aklından) doğmuş, gelişmiş bir hukuk olduğudur. Konunun tartışmasını başka kaynaklara(46) havâle ederken burada birkaç nakil vermeyi faydalı buluyoruz:
J. Schacht:
"...Bununla birlikte İslâm'ın, mülkiyet, akitler ve borçlar hukukunun anahatlarını, İslâm öncesi Araplarının örfî hukukunun bir parçasının teşkil ettiği sanılmamalıdır. Böyle bir faraziyenin dayandığı düşünce, İslâm hukuku tarihine ait yeni araştırmalar neticesinde geçerliliğini kaybetmiştir."(47)
"İslâm fıkhı, mevcut olan bir hukuktan doğmamış, kendi kendisini yaratmıştır."(48)
Schacht, kitabının başka yerlerinde, tesir konusunda bazı zorlanmalar görtermişse de sonunda, yukarıda aldığımız hükmü açıklıkla ifade etmek durumunda kalmıştır.
Prof. Fuat Köprülü:
Köprülü, İslâm amme hukukunun yabancı kaynakları üzerinde -bizim kanâatimize göre- mübâlağaya düşmüştür. Verdiği örnekler daima "saray teşkilâtı, ordu, idare, vergi, memuriyet isimleri, örfî mahkemeler, bazı hukukî semboller"den ibâret olduğu halde "hulâsa hukukî hayatın bütün tezahürlerinde"(49) gibi ifadeler kullanmış, İslâm amme hukuku için çerçeve hükümler mahiyetinde olan ve vahye dayalı bulunan "suç ve ceza, şûraya dayalı yönetim, hilâfet telakkisi, savaş ve barış, zekât vb."lerini görmezlikten gelmiştir. Köprülü bu mütâlâasını, hukukun nazariye ve pratiğini ayırarak, nazarî sâhada İslâm amme hukukunun zenginliğini tanımak, pratikte ise saltanat çağından itibaren ayrılma, sapma ve iktibaslar bulunduğunu tesbit etmek suretiyle yürütmüş bulunsaydı târihî vâkıayı aksettirmiş olurdu. Ne var ki, işaret ettiğimiz mübâlağalı yaklaşım onu şu cümleleri sarfedecek noktaya getirmiştir: "... alimlerin (müsteşrikleri kastediyor) mesâisi sayesinde biliyoruz ki, menşeini Kitap ve Sünnet'ten -yani iptidâî arap örfü ile Hz. Muhammed'in kanun koyucu şahsiyetinden- almakla beraber bu hukuk, muhtelif yabancı hukuk sistemlerinden müteessir olmuş... Bu sistemi vücude getiren unsurlar içinde Kitap ve Sünnet'in hissesi Von Keremer'in çok zaman evvel söylediği vechile ancak yüzde birdir."(50) Köprülü'nün, Kitap ve Sünnet'le ilgili olarak yukarıya aldığımız iki tire arasındaki yorumuna din ve ilim açısından katılmak mümkün değildir. Kur'ân-ı Kerîm, ilkel arap örfünü kanunlaştırmamış, ebediyete uzanan inkilap hükümleri getirmiş, arap gayr-i arap dünyanın insanlarını, ferd ve toplum olarak değiştirmiştir. "Yüzde bir"lik nisbet meselesine gelince, bu noktada da önemli olan kemmiyet değil, tesir ve şümuldür. Kitap ve Sünnet'te mevcut bulunan ve bazılarınca sayı bakımından azımsanan amme hukuku kaideleri ve hükümleri, bütünü ile İslâm amme hukukuna kaynaklık etmiş, bu hukuk, o kaidelerin çerçevesinde oluşmuştur. Hz. Ömer'den son Osmanlı sultanına kadar bu konuda yapılan bütün düzenlemeler ve ictihadların bir âyete, hadîse icmâa, sahâbe uygulamasına dayandırıldığı -bu konuda gerekli makamlarla danışma yapıldığı ve fetvâ alındığı- unutulmamalıdır. Bugün de İslâm dünyasında, sosyal düzenini İslâm'a göre kurup yürütmek isteyen ülkelere aynı kaynaklar -çerçeve hüküm ve kaideler- ışık tutmakta, yol göstermekte, modern dünya karşısında onların ihtiyaçlarını karşılayabilmektedir.
Prof. Köprülü'nün yukarıda tartışma konusu edindiğimiz yaklaşımı, geniş mânada İslâm hukukunun ve bilhassa İslâm amme hukukunun tarihi seyri içinde yabancı kaynaklardan etkilenmesinin nisbeti ile ilgilidir. Aynı yazarın, Fıkh'ın (nazarî İslâm hukukunun) asliyyeti (orijinal oluşu) konusundaki görüşlerine katılmamak mümkün değildir: "Fıkıh, nazari bir sestem olarak, gerek usûl, gerek türü bakımlarından, kendi bünyesi ve rûhu içinde, müstakil bir tekâmül geçirmiş ve orijinal karakterini daima muhâfaza etmiştir. İslâm cemiyetinin siyasî inkişâfı ve İslâm medeniyetinin tekâmülü ile müterafık olarak, süratle gelişen bu büyük ve ileri kültür çevresinin müşterek hukuk sistemi mahiyetini alan fıkhı, Greko-Romen hukuk sisteminin bir taklidi veya istihalesi saymak tamamiyle yanlıştır..."(51)
René David:
"İslâm hukuk bilimi ya da fıkıh... diğer taraftan ise hukukun dallarını (fürû) yani İslâm hukukunun temelinde yer alan kural ve kategorileri inceler. İslâm Hukuku, yapısı, içerdiği kategori ve kavramlar itibariyle, buraya kadar incelediğimiz hukuklara (Roma-Cermen, Sosyalist hukuklar, Common Law) nazaran büyük bir orijinallik taşır."
"Asıl olan, İslâm hukukunun diğer hukuklar ve özellikle kendisi gibi dini olan kanonik hukuk nazarında arzettiği fevkalâde orijinal yapısıdır... Böyle bir kaynağı bulunmayan bütün sistemlere nazaran İslâm Hukukunun vahiy niteliği onun, en belli başlı karekterini oluşturur."(52)

 



46. H. Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, C. I, s. 31-35. Bu kaynakta, diğer kaynaklara işaret edilmiştir.
47. İslâm Hukukuna Giriş, Çev. Prof. Şener, Prof. Dağ, Ankara, 1977, s. 18.
48. Age, s. 118.
49. İslâm ve Türk Hukuk Tarihi, İst., 1983, s. 22-23.
50. Age, s. 18.
51. Age, s. 260.
52. Çağdaş Büyük Hukuk Sistemleri, Çev. Dr. Argun Köteli, İst. 1985, s. 418-424.

 

 

 

BİRİNCİ BÖLÜM
Hz. Peygamber Devri
(Fıkhın Doğuşu)

Giriş:
Hz. Peygamber (s.a.)in devri fıkıh devrelerinin en önemlisidir. Çünkü vahye dayanan teşrî' faaliyeti bu devre içinde tamamlanmış, sonraki devirlere de temel teşkil etmiştir.
Hz. Peygamber devrini fârık vasıfları bakımından iki kısma ayırmak gerekir: Mekke devri ve Medine devri.

A- MEKKE DEVRİ:
Hz. Peygamber M. 610 yılında vahye muhâtap olmuş, vazifesi icâbı dini tebliğe başlamış ve 622 yılına kadar Mekke'de kalmıştır. Bu müddet içinde (13 yıla yakın) Kur'ân-ı Kerim'in üçte birinden az eksiği nâzil olmuştur.
Bu devrede Allah Resûlü'nün (s.a.) tebliği daha çok inanç ve ahlâk sahasına yönelmiştir. Zaten ibadet ve hukukî münasebetler bu iki temel üzerine oturmaktadır. Mekke'de fıkıh hükümleri hem azdır, hem de umûmî, küllî bir karakter arzetmektedir.(1)

B- MEDİNE DEVRİ:
Allah Teâlâ Peygamberine izin verince Yesrib'e göç edildi. Burası onu ve Mekkeli müslümanları bağrına basmaya hazırdı; "Medînetü'n-Nebî" adıyle İslâm dâvet ve devletinin yeni merkezi oldu. Artık bu genç devletin siyâsetini ve bu çekirdek İslâm cemiyetinin ictimâî hayatını tanzim edecek kaidelere ihtiyaç vardı. Teşrîi de bu sâhalara yönelerek ferdî ve ictimâî hayatı tanzime koyuldu. Bir taraftan ibâdetler, cihâd, âile, miras ile alâkalı, diğer taraftan da anayasa, cezâ, muhâkeme usûlü, muâmelât ve devletler arası münasebetlerle ilgili kâideler, esaslar vazedildi.
Bunların ortaya çıkışı, devre uygun özellikler arzediyordu:

1- Fıkıh Kaidelerinin Ortaya Çıkış Şekli:
Ferdî ve ictimâî hayatın, çeşitli münâsebetlerini tanzim eden kâide ve hükümler iki şekilde ortaya çıkıyordu:
a) Bir hüküm gerektiren hâdiseler oluyor, yahut da sahâbeyi, Hz. Peygambere başvurup sual sormaya sevkeden problemler doğuyordu. Bu durumlarda ya âyet nâzil oluyor, veya hüküm ve mâna Hz. Peygambere vahyediliyor; o da kendi üslûbüyle hüküm açıklıyordu (Sünnet). Bazı durumlarda ise hüküm, ictihadlarına bırakılıyordu. Âyetlerin nüzûl sebeplerinden (esbâbu'n-nüzûl) bahseden kitaplarda hüküm gerektiren birçok hâdise nakledilmiştir.
Kur'ân-ı Kerim'de "senden soruyorlar" ifâdesi onbeş defa zikredilmiştir. Ve bunların sekizi fıkıhla alâkalıdır.(2)
İki defa da "senden fetvâ istiyorlar" sözü geçmiştir.(3)
İctihad konusu aşağıda ayrıca ele alınacaktır.
b) hükmün vaz'ını gerektiren bir sual veya problem bahis mevzûu olmadan da zamanı geldikçe hüküm ve kaide vazediliyordu. Bu kısımda zamanın geldiğini Şâri' (kaideyi vazeden) takdir ediyordu. İslâm sadece duyulan ihtiyaçları karşılamak için değil, yeni bir fert, cemiyet ve devlet yaratmak için gelmiştir. Şûrâ, zekât nisabları, âile ve ceza hukuku ile alâkalı bazı kâideler bu kısım içinde yer alır.

2- Bu Devir Fıkhı'nın Özellikleri:
Bu devirde ve dolayısıyla İslâm'da dünya hayatı ile ilgili hüküm ve kaidelerin (muâmelât) dayanağını, iyi ve faydalı olanı sağlamak, kötü ve zararlı olanı uzaklaştırmak, kaldırmak (celb-i menâfi', def'i-mefâsid) şeklinde hulâsa etmek mümkündür. Buna kısaca "maslahata riâyet" de denir. Şimdi sıralayacağımız hususiyetler bu esasın çeşitli görünüşleridir:

a) Tedric:
Gerek Kur'ân-ı Kerim ve gerekse onun en sağlam tefsiri ve tamamlayıcısı olan sünnet bir anda indirilmemiş ve buyurulmamıştır. Bu iki kaynağın teşrî (hukukî düzenleme) faaliyeti 23 yıla yakın bir zamanı kaplamıştır. İslâm'ın binası böylece basamak basamak, taş taş, tuğla tuğla tamamlanırken insanların onu daha iyi ve daha kolay anlamaları, öğrenmeleri ve kavramaları sağlanmıştır. Unutmamak gerekir ki, vahyin ilk muhâtabları okuma ve yazma ile alâkaları az olan, daha çok hâfızalarına güvenen araplardır.
Bu tedric ve hedefe adım adım gidiş de birkaç şekilde olmuştur:

aa) Zaman içinde tedrîc:
Bundan maksad hükümlerin bir an ve zaman içinde değil, uzun bir zaman içinde arka arkaya gelmiş olmasıdır.

ab) Hükümler içinde tedrîc:
Mükellefiyetler hep birden gelmediği gibi gelenler de zamanla tekemmül etmiş, istidat ve intibak kazanıldıkça tamamlanmış ve arttırılmıştır. Meselâ: Namaz önce sabah ve akşam iki vakit iken sonra beş vakit olmuştur. Zekâtın miktarı önce sınırlandırılmamış, herkesin istek ve gücüne bırakılmış, sonra miktarlar sabit ve mecburî hâle getirilmiştir. İçki (şarap) önce yasaklanmamış, sadece zararlı olduğu bildirilmiş, sonra sarhoş iken namaz kılmak menedilmiş, en sonunda da kesin olarak yasaklanmıştır.
İslâm'ın ilk yıllarında müslümanlar azlık olduğundan düşmanları ile savaş emrolunmamış, onların yaptıklarına karşı af ve sabır istenmiştir. Sonra müslümanlar çoğalınca müdâfaa harbine izin verilmiş(4) daha sonra da din yüzünden baskı kalkıncaya, din ve vicdan hürriyeti hâkim olancaya kadar savaşılması farz kılınmıştır.(5)

b) Kolaylık:
Bu devir hükümlerinde göze çarpan bir hususiyet de kolaylıktır. Kur'ân-ı Kerîm'de Allah Teâlâ'nın kullarına güçlük çıkarmak istemediği, kolaylık ve hafiflik istediği açıkça ifade edilmiştir.(6)
Resûl-i Ekrem (s.a.) de: "Kolaylaştırın, güçleştirmeyin; sevdirin, nefret ettirmeyin" buyurmuş, ümmetine güçlük olmasın diye bazı hususları emretmemiştir.(7)
Yalnız bu devre mahsus olmayan kolaylık hususiyetinin bazı örnekleri:
Hastalık, yolculuk, tazyik, yanılma ve unutma bazı hükümlerin hafiflemesi için mazeret kabul edilmiştir. "Zarûretler haramı mübah kılar" kaidesi de aynı esasa dayanır.
Kitâp ve Sünnet çok mükellefiyet getirmemiş, teferruâtla meşgul olmamıştır. Mükellefiyetler, dinin gayesi olan dünya ve âhiret saâdetini temine yetecek kadardır; ne eksik ne de fazla. Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Allah bazı şeyleri farz kılmıştır onları elden kaçırmayın, bazı sınırlar koymuştur onları çiğnemeyin, bazı şeyleri haram kılmıştır onları işlemeyin, unuttuğu için değil de size acıdığı için bazı hususlarda sükût etmiştir onları da araştırmayın, üzerine düşmeyin."(8)

c) Nesih:
Nesih, daha sonra gelen bir hükmün önceki hükmü kaldırması demektir. Sadece bu devrede bazı âyet ve hadîsler diğerlerinin hükmünü kaldırmıştır. Bunun hikmeti ilk müslümanları tedrîcen alıştırmak, terbiye etmek, irşadı kolaylaştırmaktır. Bu konu aşağıda ele alınacaktır.
Giriş çerçevesinde verilen bu genel bilgilerden sonra Hz. Peygamber devrinde Fıkh'ı daha yakından ve detaylı olarak ele alabiliriz.

 



1. eş-Şâtıbî, el-Muvâfakât, C. III, s. 46 vd.
2. İnfak (el-Bakara: 2/215); mukaddes aylarda savaş (el-Bakara: 2/217); İçki ve kumar (el-Bakara: 2/219); İnfak (el-Bakara: 2/219); yetimler (el-Bakara: 2/220); hayız (el-Bakara: 2/222); helâl kılınan şeyler (el-Mâide; 5/4); gânîmetler (el-Enfâl: 8/1).
3. Kadınlar (en-Nisâ: 4/127); Miras-kelâle (en-Nisâ: 4/176).
4. el-Hacc: 22/39.
5. el-Bakara: 2/190; el-Enfâl: 8/39.
6. el-Bakara: 2/185; Âlü-İmrân: 3/159.
7. Buhârî, K. el-Cum'a, bâb: 8; es-Savm, bâb: 27; Müslim, K. et-Taharah, nu. 42; ed-Dârimî, C. I, s. 73.
8. Nevevî (el-Erbeûn'da) ve Dârekutnî rivâyet etmişlerdir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

I- HZ. PEYGAMBER DEVRİNDE FIKIH
Sonraki dönemlerde Fıkh'ın "usûl" ve "fürû" şeklinde iki ana kısma ayrıldığını biliyoruz. Usûl kısmı, dini hükümlerin kaynakları ile bu kaynaklardan hüküm çıkarma metodlarını, fürû kısmı ise mezkür kaynaklardan belli metodlarla çıkarılan, elde edilen hükümleri, dinî-amelî kaide ve talîmatı ihtiva etmektedir.
Fıkh'ın usûl ve fürû'unun ayrı birer ilim dalı olarak incelenmesi, okunup okutulması, sonra kitaplara geçirilmesi daha sonraki dönemlerde gerçekleşmiş olmakla beraber, gerek usûlün ve gerekse fürû'un temelleri, Hz. Peygamber devrinde atılmış, hattâ esas itibariyle tamamlanmıştır. Bilindiği üzere inananlara yol gösteren, bağlayıcı hükümler koyan, şeriat (kanun) vazeden Allah'tır (el-En'âm: 6/57; Yûsuf: 12/40, 67). Allah'ın hükmü bize, ya Kitâb'ı (Kur'ân-ı Kerîm), ya Peygamberi (Sünnet), ya bunlar üzerinde düşünülerek ictihad etmek (kıyâs, istidlâl), yahut da bunlardan birine dayalı ittifak (icmâ) yoluyla intikal etmektedir. Fıkh'ın birinci devrinde bu kaynaklardan ilk ikisi tamamlanmış, Kur'ân-ı Kerîm baştan sona birçok hâfız tarafından ezberlenmiş ve ayrıca yazılmış, Sünnet kısmen yazılmış ve hâfızalarda muhâfaza edilmiş, diğer kaynaklar ise ya kullanılmış, yahut da ileride kullanılabileceği açıklanmıştır. Fıkh'ın fürû kısmı ile ilgili bu devre ait hüküm ve örnekler ise sayılamıyacak kadar çoktur.
Aşağıdaki iki bölümde bu dönem örnek ve delilleriyle açıklanacaktır.

 


 

 

 

 

 

A- HZ. PEYGAMBER DEVRİNDE USÛL:
1- Kur'ân-I Kerîm:
a) Muhtevâsı ve bağlayıcılığı:
Kur'ân-ı Kerîm'in yalnızca bir tavsiye ve öğütler kitabı olmadığı, içindeki birçok âyetin âmir hüküm mahiyetinde bulunduğu ve müslümanları bağladığı konusunda ittifak vardır. Birçok âyet ve hadîs müslümanları bu ittifaka götürmüştür. Tartışılan konu şu veya bu âyetin bağlayıcı olan, bağlayıcı olmayan kategorilerden hangisine ait olduğu hususudur. Meselâ bütün müslümanlar içkiyi ve faizi yasaklayan âyetlerin âmir hükümler gurubuna girdiği hususunda ittifak etmişlerdir. Buna mukabil kurban ile ilgili âyetin (Kevser: 108/2), borcun yazılması ile ilgili âyetin (el-Bakara: 2/282), boşanmanın şahitler huzurunda yapılmasını isteyen âyetin (Talâk: 65/2) âmir hüküm mü, yoksa tavsıye ve teşvik hükmü mü getirdiği hususu tartışma konusu olmuştur.
Kur'ân-ı Kerîm ferd ve toplum halinde insanları ilgilendiren hemen her konuda âyetler ihtiva etmektedir? Bunlardan bir kısmı genel çerçeveli ve mânalı, bir kısmı ise özellikle belli konulara âit âyetlerdir. Altı bini aşan âyetin en fazla üzerinde durduğu konular: Allah'ın varlık ve birliği, bunun delilleri, sapık, gerçek dışı inançların reddi, vahiy, peygamberlik ve âhiret hayatının isbatı, cennet, cehennem ve âhirete ait hallerin tasviri, iyi davranışlara mükâfat vâdi, kötü davranışlara ceza tehdidi, öğüt, geçmiş toplumların ve milletlerin hayatı ile ilgili bilgiler, Allah'ı hatırlatma, öğme, nimetlerini dile getirme, O'nun isim ve sıfatları ile ilgili açıklamalar, O'na nasıl ibâdet edileceği ve nasıl anılacağı... Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan fıkıh ile ilgili âyetlerin sayısı konusunda farklı rakamlar ileri sürülmüştür; bunun sebebi "fıkıhla ilgili" kavramı üzerindeki anlayış farkıdır; doğrudan isim vererek fıkıh meselesini ele alan âyetleri esas alanlar (meselâ İbn Kayyim) bunları yüz elli olarak tesbit etmişlerdir. Birçok âlim beşyüz rakkamını ileri sürmüş, istidlâl yoluyla meseleye cevap getiren âyetleri de sayıya dahil etmişlerdir. Âyetlerin çeşitli delâletleri göz önüne alınırsa, sayıyı daha da arttırmak mümkündür. Nitekim İbnu'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân isimli eserinde bazı hocalarından şunu nakletmiştir: Bakara sûresinde bin emir, bin nehiy (yasaklama), bin fıkıh hükmü ve bin haber vardır. Fıkıh açısından bu sûre büyük önemi haiz olduğu içindir ki İbn Ömer bu sûreyi tam kavrayabilmek için sekiz yılını vermiştir."(9) İbnu'l-Arabî fıkıh ile ilgili âyetlerin tefsirini yaptığı mezkür eserinde yüz beş sûreden 864 âyet üzerinde durmuş, bunlardan fıkıh hükümleri çıkarmıştır. Bunların çoğu, Kur'ân-ı Kerîm'in baş taraflarında yer alan ve Medine'de nazil olmuş bulunan otuz civarındaki sûrede bulunmaktadır.(10)

b) Geliş şekli:
Bugün, geldiği gibi elimizde bulunan mushaf altı yüz sayfadır. Çoğu okur-yazar olmayan ilk müslümanlara Kur'ân-ı Kerîm toptan gelmiş olsa idi bundan iki önemli mahzur doğardı: a) Ezberlemek, öğrenmek ve olduğu gibi korumakta büyük güçlük çekerlerdi. b) Lâfzını öğrenip ezberlemeye yönelirler, mâna ve hükmü üzerine yeterince düşünme, inceleme ve uygulama imkânı bulamazlardı. Halbuki inananlara Kitâb, sevap kazanmak üzere dirilerine ve ölülerine okusunlar diye değil, onu hayatlarında rehber edinsinler, onunla yepyeni bir kimlik ve kişilik kazansınlar diye gönderilmişti. Bu sebeple -yukarıda işaret edildiği gibi- ya hâdise üzerine sorulan sorulara, yahut da zamanı geldiği için Allah'ın takdirine dayalı olarak bir, on, bazen daha fazla âyet gurupları halinde Hz. Peygamber'e geliyor, o da ümmetine, geldiği gibi tebliğ ediyor, gerektikçe açıklıyor ve uyguluyordu. Kur'ân-ı Kerîm'in niçin toptan değil de parça parça geldiğini -müşriklerin buna itirazları vesilesiyle- yine Kur'ân'dan öğreniyoruz: "Küfre sapanlar 'Kur'ân bir gelişte toptan gelseydi ya' dediler; onu kalbine iyice yerleştirmek için böyle (yaptık) ve onu (sana) ağır ağır okuduk" (el-Furkan: 25/32); "...Onu insanlara sindire sindire okuyasın diye parça parça gönderdik ve onu ağır ağır indirdik." (el-İsrâ: 17/106)
"Ondan önce sen (ey peygamber) ne bir kitabı okuyabilir, ne de elinle onu yazabilirdin. Böyle olsaydı haktan sapmış olanlar şüpheye kapılırlardı." (en-Nisâ: 4/176) meâlindeki âyet, Kur'ân-ı Kerîm'in, bir insandan okumamış bulunan "ümmî" Peygamber'e, Allah'tan geldiğini, beşerî bir kaynaktan alınmadığını ve yine çoğu eğitim öğretim görmemiş bir ümmete tebliğ edildiğini ifade etmekte, aynı zamanda Kitâb'ın toptan gelmeyişinin bir başka sebebine dikkat çekmektedir.

c) Kur'ân-ı Kerîm'in
yazılması ve kitaplaştırılması:
Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan fıkıh ile ilgili âyetler ve bu âyetlerin sayısız fıkıh bilgi ve hükmüne kaynaklık ettiği göz önüne alınırsa, Fıkh'ın ilk tedvininin (kitapta yazılı hale getirilişinin) de, Kur'ân-ı Kerîm'in yazılması ile gerçekleştiği söylenebilir. Allah Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'i vahyettiği gibi koruyacağını da vâdetmişti (el-Hicr: 15/9). Bu vâdini, Peygamberine aldırdığı şu tedbirlerle gerçekleştirdi: Vahiy gelince Peygamberimiz okuma yazma bilen sahâbîleri çağırır, yeni gelen âyetleri yazdırır, tashih etmek üzere okutur, sonra bunu erkeklere ve kadınlara ayrı ayrı okurdu. O zamanda kâğıt mevcut olmadığı için yazmaya müsait her nesne kullanılmış, bu cümleden olarak kemik, taş, tabaklanmış deri, hurma dallarının orta damarı, porselen parçalarından istifade edilmiştir. Hicretten sekiz yıl önce Hz. Ömer'in müslüman olmasında etkili olan âyetler kızkardeşinin elinde yazılı bulunuyordu. Bu ve benzeri vesikalar yazmanın hemen ilk yıllarda başladığını göstermektedir. Kur'ân-ı Kerîm böylece baştan sona çeşitli malzemeler üzerine birden fazla nüsha olarak yazıldığı gibi, ayrıca parçalar halinde veya bütünü ile ezberlenmiştir. Her müslüman, günde beş vakit namazda Kur'ân'dan bir miktar okumak durumunda olduğu için ezberliyordu; ayrıca kabiliyetli kişiler onu baştan sona ezberlemiş bulunuyorlardı. Sahih rivayetlere göre her yıl ramazan ayında Cebrâil geliyor, Hz. Peygamber (s.a.) ona Kur'ân-ı Kerîm'in mevcut kısmını baştan sona okuyor, bu yol ile muhâfaza hususu kontrol edilmiş oluyordu. Peygamberimiz'in vefat edeceği yıl Cebrâîl iki kere okumasını istemiş, O da Kur'ân'ı baştan sona iki kere okumuştu. Bu esnada başta Zeyd b. Sâbit olmak üzere bası ashâbı da orada bulunuyorlardı. Resûl-i Ekrem'in dünya hayatı son bulduğunda Kur'ân-ı Kerîm'in tamamı hem yazılmış, hem de birçok kişi tarafından ezberlenmiş durumda idi. Sûrelerin ve âyetlerin yerleri ve sıraları da bizzat Peygamberimiz tarafından bildirilmiş idi. Ebû-Bekir halîfe olup yalancı peygamberlerle yapılan savaşlarda birçok hâfız şehid düşünce, Hz. Ömer'in teklifi üzerine, Zeyd b. Sâbit başkanlığında bir komisyon kurdu ve çeşitli ellerde bulunan Kur'ân parçalarının bir araya getirilerek yeniden yazılmasını, bir kitap (mushaf) halinde toplanmasını istedi. Birden fazla nüsha ve hâfızanın kontrolü altında bütün Kur'ân tek kitap halinde yazıldı ve halifeye teslim edildi. Yazımda Kureyş lehcesi esas alınmıştı. İslâm dünyasına yayılmış bulunan ashâb ise Kur'ân'ı, çeşitli lehçelerden okuyorlardı. Bu durum bazı karışıklıklara sebebiyet verdiği için Hz. Osman'ın halîfeliği zamanında yine Zeyd b. Sâbit'in başkanlığındaki bir heyet ana nüshayı çoğalttı ve belli merkezlere birer nüsha gönderildi. Yazı ve lehçe bakımından bu nüshalara uymayan özel nüshalar ortadan kaldırıldı. İşaret etmek gerekir ki, burada söz konusu olan farklılıklar, aynı mânayı ifade eden ve çeşitli bölgelere ait bulunan az sayıda kelime farkından ibâret idi ve bu farklılığa, ümmete kolaylık olsun diye Hz. Peygamber örnek olmuş, izin vermişti. İslâm bölge farklarını zayıflatıp Kureyş lehçesi yaygın hale gelince, geçici olarak izin verilen lehçe farkları da ortadan kaldırılmış oldu.(11)

d) Bazı âyetlerin yürürlükten
kaldırılması (nesih):
Semavî dinlerin aynı kaynaktan geldiği, Allah'ın peygamberlere vahyettiği bilgi ve esaslara dayandığı, bu sebeple inanç, gerçekler ve genel prensiplerle ilgili bilgi ve hükümlerin değişmediği, bunların bütün semâvî dinlerde aynı mahiyette bulunduğu bilinmektedir. Fert ve toplum üzerinde dinin hedeflerini gerçekleştirmek için Allah tarafından konmuş ibâdetler, fert ve toplumun hayatını düzenleyen hüküm ve kaideler dinden dine değişebilir mi? Bu soruya da genellikle müsbet cevap verilmiş, mevsuk belgelere dayanılarak yapılan mukayeseler de bu vâkıayı isbat etmiştir. Allah'ın insan ve tabiata hâkim kıldığı kanunlar içinde "terakki kanunu" da vardır; buna göre birbirini takip eden nesiller, bir bayrak yarışında olduğu gibi ilim, sanat ve tekniği geliştirecek, icat ve keşiflerle zenginleştirecekler, bir vakte kadar medeniyet ve kültür -fıtrattan sapılmadığı takdirde- tekâmül edecektir. Bu gerçek karşısında ilahî dinlerin uyumsuz kalması düşünülemez; çünkü bu dinleri gönderen de terakki kanununu koyan da tek kaynaktır; Allah'tır. İki din arasında uzunca bir zaman geçtiği için mezkür değişiklikler zarurî ve tabîî olmakla beraber, bir dinin başlangıç yıllarında, yeni sâlikler bu dine uyum sağlamaya çalışırken, birbirini değiştiren hükümlerin arka arkaya gelmesi caiz ve vâki midir? Bu mesele öteden beri İslâm âlimleri arasında tartışılmıştır. Genel bir hükmün özelleştirilmesi, bazı kayıt ve sınırların getirilmesi (tahsis, takyid) gibi değişikliklerin cevazı genellikle benimsenmiştir. A ve B gibi birbirine tamamen zıt iki hükmün bulunması ve ikincisinin birincisini yürürlükten kaldırması (nesh) ise sünnî çoğunluk tarafından caiz ve vaki görülmüş olmakla beraber bazı âlimler "nazarî olarak caizdir, fakat uygulamada böyle bir durum yoktur" tezini savunmuşlardır.(12)
Uygulamada neshin bulunduğunu benimseyen ulemâ, hükmü değiştirilen âyetlerin sayısı konusunda farklı sonuçlara varmışlardır. Tahsis, takyîd kabilinden olan değişiklikleri de nesih sayanlar sayıyı oldukça çoğaltmışlardır. Âyetin hükmünü tamamen ortadan kaldıran değişikliği nesih sayanlardan İbnu'l-Arabî, Süyûtî gibi araştırıcılar sayıyı yirmiye, Faslı Hacevî onikiye, Hindistanlı Şâh Veliyyullah beşe indirmişlerdir. Bu beş âyet üzerinde son iki âlimin görüşleri birleştirilince sayının daha da azaldığı görülmektedir.(13) Şöyle ki:
1- "İçinizden birine ölüm yaklaştığında, eğer geride mal bırakıyorsa ana-babasına ve akrabasına vasıyet etmesi gereklidir." (Bakara: 2/180) meâlindeki âyeti, "Allah çocuklarınızın miras haklarını size şöylece bildirip emrediyor: Erkek, kadının aldığının iki mislini alacaktır..." (Nisâ: 4/11-12) meâlindeki âyet neshetmiştir. "Vârise vasıyet yoktur; yâni bir kimse ölüye zaten vâris oluyorsa buna ayrıca vasıyet yoluyla mal verilmez" meâlindeki hadîs ise nesheden âyete açıklık getirmektedir.
2- Cumhûra göre kocası ölen kadının koca evinde bir yıl oturma hakkı ve yükümlülüğü (Bakara: 2/240), bekleme müddetinin (iddetin) dört ay on gün olduğunu bildiren âyet (Bakara: 2/234) ile vasiyet ise miras âyeti ile kaldırılmıştır. Koca evinde iddet süresince kalma (süknâ) hakkı, böyle bir hakkın bulunmadığını bildiren hadîs (Buhârî, Tefsîr, 2/41; Talâk 41, 50) ile neshedilmiştir. Şah Veliyyullah'a göre nesih söz konusu olmadan şöyle bir formül ileri sürülebilir: Ölen kocanın daha önce böyle bir vasıyette bulunması farz değil, caiz veya müstehabdır, kadın ise bu vasiyete uyarak koca evinde kalmaya mecbur değildir, muhayyerdir (s. 24).
3- Diğer müelliflerle beraber Hacevî'ye göre "Ona güç yetirebilenler üzerine yoksulları doyuracak bir fidye gereklidir" (Bakara: 2/184) meâlindeki âyet, oruca gücü yetenlerin dilerlerse oruç tutmayıp her oruç için bir fidye (fitre miktarı bedel) verebileceklerini ifade etmektedir ve bu âyet "İçinizden Ramazan ayına ulaşan onda oruç tutsun" (Bakara: 2/185) emri ile neshedilmiştir. Şâh Veliyyullah'a göre "Ona güç yetirenler"den maksat fitre verme gücü bulunanlar" demektir ve âyet, oruç tutanların bir de fitre (fıtır sadakası) vermelerinin -imkâna bağlı olarak- gerekli olduğunu bildirmektedir. Burada nesih söz konusu değildir.
4- Müslümanların ona karşı bir de olsalar cihada devam etmeleri gerektiğini bildiren âyet, bu yükümlülüğü ikiye karşı bir şeklinde değiştiren âyet ile (Enfâl: 8/65-66) neshedilmiştir.
5- Belli bir sayı ve zamandan itibaren Hz. Peygambere evlenmeyi yasaklayan âyet (Ahzâb: 33/52) "Sana eşlerini helal kıldık..." (Ahzâb: 33/50) meâlindeki âyet ile neshedilmiştir. Bu konuda Şâh Veliyyullah farklı bir görüş zikretmediği halde Hacevî aksine görüşlerin bulunduğunu, bazılarının burada neshi kabul etmediklerini ileri sürmektedir.
6- Hz. Peygamber ile gizli bir şey konuşmak isteyenlerin önce fukaraya sadaka vermesini isteyen âyet (Mücâdele: 58/12), bunu takip eden âyet tarafından neshedilmiştir.
7- Müzemmil sûresinin yirminci âyetinde, önce gece namazı farz kılınmış, sonra bu hüküm kaldırılmıştır. Hacevî burada da nesihden bahsetmenin uygun olmadığını, âyetin başında gece namazının, -Hz. Peygambere olduğu gibi- bütün mü'minlere farz kılındığına dair bir delâletin bulunmadığını ileri sürmektedir.
Bu tahlil ve tartışmalar da göstermektedir ki uygulamada, kelimenin tam mânasıyle bir nesih olayının bulunduğunu isbat etmek oldukça güç bulunmaktadır. Geriye kalan bir iki örneği de "önceki yanlış anlamayı düzeltme ve gerekli açıklamada bulunma" şeklinde yorumlamak mümkündür. Durum ne olursa olsun nesih, ancak Rasûlullah hayatta iken bahis mevzûu olan bir hadisedir. O'nun intikalinden sonra vahiy kesildiği için nesih ihtimali de ortadan kalkmıştır; çünkü Allah ve Rasûlü'nün koyduğu bir hükmü başkasının kaldırması mümkün değildir.

 



9. Ahkâmu'l-Kur'ân, Beyrut, ts. C. I, s. 8 (el-Bakara sûresinin tefsirinin başında).
10. el-Hacevî, age., C. I, s. 26.
11. Kur'an-ı Kerîm'in yazılması ve toplanması konusu hadîs, siyer, tarih kitapları yanında Süyûtî'nin el-İtkan'ı gibi Kur'ân tarihi ve ilimlerine mahsus eserlerde bulunmaktadır. Toplu bilgi için bak. Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân, 1-9; Taberî, Tefsîr, Mısır, 1321, C. I, s. 15-22; Prof. Dr. M. Hamîdullah, Kur'ân-ı Kerîm Tarihi, çev. S. Mutlu, İst. 1965, s. 42-56.
12. Prof. Hamîdullah, age., s. 56.
13. Hacevî, el-Fikru's-sâmî, C. I, s. 34 vd.; Şâh Veliyyullah, el-Fevzu'l-kebîr, s. 21 vd.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

2- Sünnet:
a) Fıkıh bakımından önemi:
Doğumdan ölüme, ibâdetten hayat nizamına kadar çok geniş bir sâhayı içine alan ve düzenleyen Fıkh'ın iki ana kaynağından ikincisi Sünnettir. Burada Sünnet'ten maksat, Rasûlullah'ın (s.a.) ümmet için örnek teşkil eden davranışlarının bütünüdür. Ancak bunları bize ileten ifadeler çoğu kere ashâba ve diğer râvilere ait bulunduğu (hadîsi Rasûlullah'ın sözleri ile değil, mânayı ve meali esas alarak naklettikleri) ve hadîslerin çoğunun ilk nesillerde tek râvi tarafından nakledildiği (haber-i vâhid olduğu) için Sünnet -Kur'ân-ı Kerîm'e nisbetle- ikinci kaynak olarak kabul edilmiştir. Bununla beraber hadîs âlimlerinin ortaya koydukları ince ve sağlam güvenilirlik ölçülerine uygun bulunan hadîslerin, ister haber-i vâhid olsun, ister meşhur veya mütevatir olsun, bilgi ve hüküm kaynağı olacağı konusunda sünnî mezheblerin ittifakı vardır. Özellikle Fıkıh'ta kesin bilgi yerine zan ve kanâat yeterli bulunduğu için, Rasûlullah'a aidiyyeti ve ifadesi konularında haklı bir şüphe bulunmayan, bu iki bakımdan kişiye kanâat ve itminan veren hadislerin delil (hüküm kaynağı) olarak kullanılması tabîîdir. Hadîslerin ve dolayısıyle Sünnet'in kaynak olmasına karşı eski ve yeni muhalifler tarafından ileri sürülen deliller ve bunlar arasında bulunan: "Hadislerin Kur'ân-ı Kerîm ile karşılaştırılması ve ona uyanların kullanılması, uymayanların atılması" mânasını ifade eden uydurma hadîs, Fıkıh usûlü ve Hadîs usûlü kitaplarında ele alınmış, ilmî tenkit ve tahliller ile çürütülmüştür. Hadisi sahih kabul edenler ise, "uymayan" kavramına açıklık getirerek meseleyi klasik usulde bilinen metin tenkidine irca etmişlerdir.
Fıkıh kaynağı olarak Sünnet bir yandan Kur'ân-ı Kerîm'in açıklanmaya (beyâna) muhtaç bulunan âyetlerini açıklarken diğer yandan boşlukları doldurmakta; yani müstakil olarak -Kur'ân-ı Kerîm'de bulunmayan- hükümler koymaktadır. "Onlara indirileni halka açıklaman için sana sözü (Kur'ân'ı) indirdik." (Nahl: 16/44) meâlindeki âyet Rasûlullah'ın ve dolayısıyle Sünnet'in birinci rolüne; "Rasûl size neyi getirirse onu alın, kabul edin, size neyi yasaklarsa ondan da uzak durun" (Haşr: 59/7), "Gerçekten Rasûlullah'ta sizin için güzel bir örneklik vardır." (Ahzâb: 33/21), "De ki, Allah'a ve Rasûlüne itâat edin..." (Âlü-İmrân: 3/32), "...Rasûl onlara güzel şeyleri helal kılar, pis ve çirkin şeyleri de haram kılar..." meâlindeki âyetler ile bunları teyit eden hadîsler de Sünnet'in ikinci rolüne mesnet teşkil etmektedir. Ayrıca Kur'ân-ı Kerîm'de genel çizgileriyle anlatılan iman ve İslâm konularının, namaz, oruç, hac, zekât gibi temel ibâdetlerin ve benzeri hükümlerin geniş açıklamaları, Sünnet'in "açıklama" fonksiyonunun; fıtır sadakası, vitir namazı, evli kişilerin zinalarının cezası, bir kadının üzerine hala ve teyzesini almanın haram olşu, ehlî eşek etinin haram olması, ramazan orucunu kasten ve mazeretsiz bozan kimsenin yerine getireceği keffâret vb. yüzlerce hüküm de "boşlukları doldurma" fonksiyonunun örnekleridir. Sünnet kaynağının Fıkıh açısından önemini göstermesi bakımından İbn Kayyim'in verdiği rakkam da ilgi çekicidir; buna göre Sünnet kaynağında, Fıkıh hükümlerine esas teşkil eden hadîslerin sayısı beşyüz civarındadır; esas ile ilgili bulunan bu hadîsleri açıklayan, tafsîlât veren, kayıt ve şartları bildiren hadîslerin sayısı ise dört bine ulaşmaktadır.(14)

b) Sünnette nesih:
İslâm'ın bünyesinde bulunan kolaylık prensibinin gereklerinden birinin de nesih olduğuna, bu sayede ilk müslümanların önemli ve köklü bir kültür değişmesini, ârızasız olarak gerçekleştirme imkânı bulduklarına daha önce işaret edilmişti. Bu cümleden olarak Kur'ân-ı Kerîm âyetleri arasında olduğu gibi hadîsler arasında, hattâ hadîsler ile âyetler arasında nesih tartışılmış olmakla beraber bazı hadîslerin birbirini neshetmiş olması vâkıası genellikle kabul edilmiş ve bu konuda müstakil eserler kaleme alınmıştır.(15) Sünnet'te nesih olayı da Rasûlullah devri özelliklerinden biri olup, daha sonraki devirlerde Sünnet'in neshi mümkün değildir.

c) Sünnetin yazılması ve toplanması:
Fıkh'ın kaynakları bakımından ilk tedvîni Kur'ân-ı Kerîm'in yazılıp Mushaf haline getirilmesidir, ikinci tedvîni ise Sünnet'in yazılıp ayrı kitaplarda ve farklı tertipler içinde derlenmesidir. Bu son iş yani çeşitli tertipler içinde Sünnet'in kitaplara geçirilmesi, kitaplaştırılması (tasnif) hicrî ikinci asırda gerçekleşmiş olmakla beraber tertipsiz olarak yazılması ve büyük küçük mecmûalarda ve sayfalarda muhâfazası (tedvîn) Rasûlullah (s.a.)'in zamanına kadar uzanmaktadır. Gerçi Rasûlullah (s.a) başlangıçta, Kur'ân âyetleri ile karıştırılmasın diye hadîslerin yazılmasını yasaklamıştır. Ancak yine başlangıçta güvendiği kimselerin yazmalarına izin verdiği gibi, karıştırılma ihtimali ortadan kalktıktan sonra yasağını geri almış ve genel olarak yazmaya izin vermiştir.(16) Buhârî'nin Sahîh'i ve Müslim'in Sahîh'inin İlim bölümleri ile benzeri kaynaklarda, Hz. Peygamber'in hayatının sonlarına doğru yazma izni verdiğini gösteren açık ve güçlü ifadeler mevcuttur. Süleyman Nedvî, Prof. M. Hamîdullah, Prof. Fuad Sezgin gibi âlimlerin araştırmaları, hadîsin çok erken bir zamanda yazılmaya başladığını ve Buhârî, Muvatta gibi önemli hadîs kaynaklarının sözlü rivayetler yanında yazılı rivayetlere de dayandığını ortaya koymuştur.
Şüphesiz hadîslerin konularına göre kitaplara geçirilmesi daha sonraki zamanlarda yapılmıştır ve bu yapılırken daha önce yazılmış bulunan Fıkıh kitaplarının tertibinden istifade edilmiş, yahut bunların tesiri altında kalınmıştır. Ancak böyle bir tertiple olmasa bile hadîslerin, Hz. Peygamber zamanından itibaren hâfızlar yanında, yazılarak da muhâfaza edilmesi ve müctehidlerin fıkıh hükümlerini çıkarırken bu hadîslerden istifade etmeleri vâkıası Fıkh'ın oluşması ve tedvîni bakımından büyük önem taşımaktadır.

d) Kitab ve Sünnet'in Fıkıh hükümlerini ifade şekli:
İlmî eserler ve bu arada Fıkıh kitapları belli bir metod ve üslûb ile yazılır; ifade şekli tekdüzedir, aynı hüküm ve fikirler belli cümle şekilleri ve terimler ile anlatılır. Kitâb ve Sünnet ise insan eseri değil, Allah'ın vahyi mahsûlüdür. Bu iki kaynakta insanlara gerekli bulunan bilgiler en güzel ve tesirli ifade şekilleri ile verilmiş, üslûb usanmadan tekrar tekrar okunacak şekilde ayarlanmış, hem konular, hem de ifade şekli bakımından çeşitliliğe yer verilmiştir. Bu sebeple mezkür kaynakların ve özellikle tertibi de ilâhî olan Kur'ân-ı Kerîm'in belli bir bölümünde, Fıkıh hükümleri, "şu haramdır, şu helaldir, şu akit şöyle yapılır, şartları şunlardır..." şeklinde verilmemiştir; bilgi ve hükümler yeri geldikçe değişik kelime ve cümlelerle ifade edilmiş ve çeşitli sûrelere serpiştirilmiştir. Bu cümleden olarak:
Helâller ve haramlar, "şu helaldir, size haram kılındı size helâl kılındı" şeklinde; farz kılınan hususlar "farz kıldık, Allah size farz kıldı, Allah hükmetti (kazâ), üzerinize şöyle yazıldı..." tarzında ifade edilmiştir.
Kimisi kesin, kimisi teşvik mahiyetinde olmak üzere istenen şeyler "Allah emretti, emreder, Allah şundan hoşnut ve razı olur, şöyle yapmanızda sakınca, günah ve kınama yoktur (bu üslûb daha ziyade serbest bırakılan davranışlar ve şeyler için kullanılır), şu işte, bu davranışta iyilik vardır, hayır vardır... şeklinde ifade edildiği gibi "şöyle yapın, şunu yapın" şeklinde açık emir kipi de kullanılmıştır.
Kesin veya teşvik mahiyetinde yasaklanan, yapılması istenmeyen hususlar da yukarıda geçenlerin tersi olan ifadelerle anlatılmıştır: "Allah şunu yapmanızı sevmez, şundan hoşnut kalmaz, razı olmaz, şu iyilik değildir, şunda hayır yoktur, şunda günah ve vebal vardır, şunu yapana Allah lânet eder, şu pistir, şeytan işidir, şunu yapmanın cezası cehennemdir, şunu yapmayın, şundan uzak durun..."
Bu ifadeler yanında Hz. Peygamber'in fiilleri, özellikle bir iş ve davranışı devamlı yapması yine hüküm kaynağı olarak değerlendirilmiştir.
Gerek ashâb ve gerekse daha sonra gelen müctehidler Kitâb ve Sünnet üslûbuna alışmış, maksadını anlamış, karîneleri de değerlendirerek gerektiğinde Fıkıh hükümlerini çıkarmış ve uygulamışlardır. Bu arada gerekçesi, dayanağı (illeti) zikredilen hükümlere kıyas yaparak da meselelere çözüm getirmişlerdir. Bununla beraber müctehidler Kitâb ve Sünnet'in açık ve kesin ifadelerine dayanmayan, ictihad ve yorum ile elde edilen bilgileri ve hükümleri için kesin ifadeler kullanmamış, "şu haram, bu helal, şu farz" dememiş, aksine "şunda sakınca yoktur, bu bana hoş gelmiyor, şu geçmişlerin fiillerine uymuyor, bu bana daha sevimli geliyor" gibi ifadeler kullanmayı tercih etmişlerdir.

 



14. İbn Kayyim, İ'lâmu'l-muvakki'în, C. II, s. 257.
15. Bu konuda yapılmış en yeni ilmî çalışma Ali Osman Koçkuzu'nun doktorasıdır; Hadîste Nâsîh-Mensûh Meselesi, İstanbul, 1985, tartışmalar için 145-165. sayfalar, örnekler için 175-340. sayfalar.
16. Hadîsin yazılmasını yasaklayan hadîs ile buna izin veren hadîsleri uzlaştırmak için birçok görüş ileri sürülmüştür: Yasaklanan yazılıp Kur'ân sayfaları ile beraber Hz. Peygamber'in evinde bırakılmasıdır, yasaklanan Kur'ân ile aynı sayfaya yazılmasıdır, yasaklama ezber işine sekte vermesin diye bazı şahıslara mahsustur gibi yorumlar bunlar arasındadır. Ancak uzmanların tercihine göre doğrusu, karışma tehlikesinin bulunduğu zaman genel olarak yasaklanmış, bu tehlike ortadan kalkınca da izin verilmiş olmasından ibarettir. İbn Kesîr, İhtisâru Ulûmi'l-hadîs, A. Şâkir neşri, Mısır, 1951, s. 132 vd.

 

 

3- İcmâ:
Herhangi bir asırda yaşayan müctehidlerin tamamının bir fıkıh hükmü üzerinde ittifak etmeleri mânasına gelen icmâ, müctehidlerin çoğuna göre ancak Kitâb ve Sünnet'ten bir delile dayanacaktır; yâni bir âyet veya hadisin belli bir hükmü ifade ettiği, başka bir mânaya gelmediği hususunda asrın müctehidleri fikir ve görüş birliğine varmış olacaklardır. Bazı fıkıhçılara göre ise icmâ, böyle bir delile dayanmaksızın, ictihad ve kıyâsların birleşmesi suretiyle de teşekkül edebilir. Bu ikinci görüş nazari olarak doğru gibi görünse de misal bulma konusunda zorlanılmıştır.
İcmâın bağlayıcı bir delil olması, ümmetin dinî konularda yanlış üzerinde ittifak etmiyeceklerini haber veren hadîslere ve "mü'minlerin yolundan ayrılmayı kınayan" âyete (Nisâ: 4/115) dayanmaktadır.
Hz. Peygamber (s.a.) zamanında herhangi bir ictihad ve yorumun, O'nun tasvibinden geçmeden devamlı delil (hüküm ve davranış kaynağı, dayanağı) olması caiz ve mümkün değildir. O'nun yokluğunda sahâbenin yaptığı ictihadlar ise geçici olarak delil olmakta, huzuruna gelindiği zaman O'na arzedilmekte ve ancak tasvîbinden sonra delil olabilmekte idi. Bu takdirde ise delil, kıyas ve ictihad olmaktan çıkıp Sünnet çerçevesine gireceği için "O'nun zamanında sahâbenin ictihad ve yorumlarının devamlı delil olamıyacağı" sonucu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Rasûlullah'ın âhirete intikalinden sonra sahâbenin bir konuda ittifak etmeleri mümkün ve vakidir; Ahmed b. Hanbel gibi bazı müctehidlere göre "yalnızca sahâbe devrinde icmâ meydana gelebilir ve mûteber olur." İcmâ'ın işlediğimiz devri ilgilendiren tarafı, Rasûlullah'ın ümmeti ittifaka teşvik ederek gerektiğinde icmâ eğitimi vermesi ve "ümmetin ittifakının değerini" açıklamış bulunmasından ibarettir.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

4- Kıyâs:
Kitâb ve Sünnet'te yer alan bir hükmün hangi gerekçeye (vasıf, illet) dayandığı bilinir veya ayrı bir ictihad ile ortaya çıkarılır (tahrîcu'l-menât ictihadı yapılır), sonra aynı gerekçeye sahip bulunan, aynı illet ve vasfı taşıyan bir fiil veya nesneye de aynı hüküm verilirse "kıyâs" ictihadı gerçekleşmiş olur. Hz. Peygamber (s.a.) ictihada izin verirken, ashâbına ictihad eğitimi yaptırırken kıyas ictihadına da izin vermiş ve bunun örnekleri o asırda ortaya çıkmıştır.

5- İstidlâl:
Kur'ân-ı Kerîm'den ve Sünnet'ten, dil bilgisine ve kaidelerine dayanılarak bilgi ve hüküm elde edildiği gibi bu hükümlerin gerekçesine (illetine) dayanmak suretiyle kıyas yoluyla da hüküm ve bilgi sahibi olmak mümkündür. Bunların dışında kalan bilgi ve hüküm elde etme yolları "istidlâl" kelimesi ile ifade edilmektedir. Hz. Peygamber ve ashâbının istidlâl yolunu kullanıp kullanmadıklarını araştırmak üzere bunun başlıca çeşitlerini teker teker ele almak gerekecektir:
a) İki hüküm arasındaki gerektirme bağlantısı (telâzüm):
İnsanlar önce mantık kaidelerine göre düşünmüş, bu kaidelerin adını koymadan onları düşüncesinde kullanmışlar, sonra da -zamanı gelince- mantık ilmini ve kaidelerini tesbit etmişler, sistemleştirmiş ve tedris eylemişlerdir. İslâm dünyasına mantık ilminin, Emevîler devrinden itibaren Yunan felsefesinin tercümesi yoluyla geçtiği bilinmektedir. Ancak gerek Peygamberimizin ve gerekse ashâbının birçok akıl yürütme işleminde -adını koymadan- mantıkçıların kıyaslarını kullandıkları anlaşılmaktadır. Yukarıda "telâzüm" kelimesiyle ifade edilen akıl yürütme şekli tamamen mantıkçıların kıyaslarından ibârettir. Meselâ Sa'd b. Muâz'ın hakem olduğu hâdisede şöyle bir kıyas yaptığı anlaşılmaktadır: "Benî-Kurayza müslümanlara karşı savaşmışlardır. Müslümanlara karşı her savaşanın eli silah tutanı öldürülür, kadın ve çocukları esir edilir. Sonuç: Benî-Kurayza'nın eli silah tutanı öldürülür, kadın ve çocukları esir edilir." Burada birinci ve ikinci cümleler (mukaddimeler) birer hüküm ifade etmekte, bu iki hüküm arasında mezkür sonucu gerektiren bir bağlantı bulunmaktadır.

b) İstishâb:
Sonraki devirlerde hanbelîler ve zâhirîler tarafından çokça kullanılan istishâb "varlığı sabit olan bir hüküm ve durumun geçmişte veya halihazırda da var sayılması" esasına dayanmaktadır ve çeşitleri vardır. Rasûlullah (s.a.) zamanında mevcut olan istishâb üç çeşittir:

aa) Akıl veya hukukun (şer'in) varlık (sübût) ve devamına delâlet ettikleri şeyin var sayılması, var kabul edilmesidir. Meselâ mülkiyetin sübutunu gerektiren sözün sarfedilmesi üzerine bu hakkın sübutu, borçlanma veya itlâf vaki olunca zimmette borcun sübutu, nikâh akdi yapıldıktan sonra karı koca arasındaki "helal olma" hükmünün devamı bu nevi istishâba dayanmaktadır.
ab) Aklın delaleti ile bilinen asıl yokluğun (el-ademu'l-aslî) hukukî hükümlerde de yok sayılması (istishâbı): "Şer'î (dînî-hukukî) bir delil bulunmadıkça, böyle bir delile dayalı bir değişiklik vukubulmadıkça yükümlülük de yoktur" hükmü böyle bir istishâba dayanmaktadır. Meselâ Kitâb ve Sünnet'ten bir delil bulunmadıkça müslümanın, altıncı bir namaz ile mükellef olması düşünülemez.
ac) Bazı nasların özelleştirilmiş, kayıtlanmış olması, bazılarının da -Rasûlullah zamanında- neshedilmiş bulunmaları ihtimaline rağmen -bu ihtimallerin vukuu bilinmedikçe- mezkür naslarla amel edilmesi de bir nevi istishâba dayanmakta, bu naslar anlaşıldıkları ve oldukları gibi yürürlükte kabul edilmektedir. Bu üç nevi istishâb (hükme varma yolu) Rasûlullah zamanında da kullanılmıştır; ancak bunlardan üçüncüsü daha ziyade ashâb için söz konusudur.

c) Önceki semâvî dinlere ait hükümler:
Bir önceki din çeşitli sebeplerle devrini tamamlayıp yeni bir peygambere ve kitaba ihtiyaç hasıl olunca Allah Teâlâ yeni peygamberi göndermekte, baştan beri devam eden değişmez din prensipleri yanında değişen hüküm ve kaideler koymaktadır. Buna göre prensip olarak her yeni din bir öncekini yürürlükten kaldırmaktadır. Önceki dinlerde mevcut hüküm ve kaidelerin İslâm dini ve müslümanlar bakımından da geçerli olabilmesi için mevsuk ve mûteber bir kaynakta (Kur'ân-ı Kerîm, sahih hadîsler) zikredilmesi ve ayrıca peygamberimiz tarafından yürürlükten kaldırılmamış bulunması şarttır. Hz. Peygamber (s.a.) Medîne'ye hicret edince buradaki yahûdîlerin âşûrâ günü oruç tuttuklarını görerek niçin tuttuklarını sordu. "Bugün Allah Mûsâ'yı kurtarmıştı" dediler, "Biz Mûsâ'ya onlardan daha yakınız" buyurarak kendisi de o gün oruç tuttu.(17) Bu ve benzeri vakıalar önceki dinlere ait bazı hükümlerin İslâm'da da yürürlükte kaldığına örnek olarak gösterilmiştir.

d) İstihsân:
Mezhep müctehidlerinin yaşadığı devri incelerken ele alınacak olan istihsân metodu, "karşılaşan iki delilden daha kuvvetli olanı tercih" esasına dayanmaktadır. Bu metodu gerek Rasûlullah hayatta iken ve gerekse intikalinden sonra ashâbın kullandıkları anlaşılmaktadır. İleride daha çoğunu göreceğimiz örneklerden biri Hz. Ali'nin kur'a formülüdür. Yemen'de üç erkek, iki hayız arasındaki bir temizlik içinde bir kadınla (câriye) birleşmişler ve kadın da bundan hamile kalmıştı. Çocuğun kime ait olacağı konusunda ihtilâfa düşen erkekler Hz. Ali'ye başvurdular, o da şöyle hükmetti: "Aranızda kur'a çekin, kur'a kime çıkarsa çocuğu o alır ve diğer şahsa, bir tam diyetin (kan bedeli, tazminat) üçte ikisini öder." Bilâhare bu hükmü Hz. Peygambere iletmişler, O da tasvip buyurmuştur.(18) Bu meselede kıyâs (umumi kaide) çocuğun nesepsiz kalmasını, anasının çocuğu olmasını gerektirirken, Hz. Ali, çocuğun maslahatını (menfaatini) göz önüne alarak yukarıdaki hükme varmış ve faydayı kıyasa tercih ederek istihsân metodunu kullanmıştır.
e) Istıslâh:
"el-Mesâlihu'l-mursele" terimi ile de ifade edilen istıslâh metodu kıyâsa bir cihetten oldukça yakınlığı bulunan bir metoddur. Kıyâs yapabilmek için illetin bilinmesine ihtiyaç vardır, illeti tesbitin yollarından biri de münâsebettir, münâsebet illetin (nassa dayalı hükmün gerekçesinin) hikmet ve maslahata uygun bulunmasıdır. Meselâ şarabın içilmesinin haram kılınmasının illeti "sarhoşluk verme vasfıdır" denildiği zaman bu vasfı taşıyan bütün yiyecek ve içecekler yasaklanır, yasaklanınca da dinin "aklı ve hayatı koruma" hikmeti gerçekleşmiş bulunur; şu halde "sarhoşluk verme" gerekçesi, dinin, aklı ve hayatı koruma hikmetine (maksadına) münasib düşmektedir. Böyle bir vasfın, dînî-hukukî hükümde gerekçe kılındığına nas, dar veya geniş çerçevede delâlet ederse kıyas yoluna gidilir. Muayyen naslardan böyle bir mâna elde edilemiyor da birçok nassın ortaya koyduğu, "dinin genel maksatlarına" bakılıyor ve "buna uygun bulunma", "birçok konu ve hükümde ortaklaşa bulunan fayda ve maksat çerçevesine girme" esasına göre hükme varılıyorsa istislâh metodu kullanılmış olur. Kur'ân-ı Kerîm'in bir mushafta toplanması, hadîslerin resmen toplattırılıp yazdırılması, minarelerin yapılması, halkı cumaya çağırmak için bir ezan daha (ilk ezan) okutturulması... bu metoda dayalı hükümlere örnektir.
Gerek istıslâh metodu ve gerekse "harama giden yolu tıkama" mahiyetinde olan seddi-zerîa metodu, Hz. Peygamber'in irşad ve eğitimi ile yetişen ashâb tarafından O'nun yokluğunda kullanılmış, sonra da diğer müctehidlere intikal etmiştir. Yeri geldikçe bu metodların gelişmelerine temas edilecektir.

6- Hz. Peygamber ve Ashâbının İctihadı:
Fıkıh Usûlü kitaplarında Rasûlullah'ın ictihad ederek hükme varmasının caiz olup olmadığı tartışılmıştır. Tartışmanın bir tarafına göre O'nun din konusunda her söylediği vahye dayanır (Necm: 53/4), bilgi ve hüküm kaynağı olarak vahiy bulununca da ictihada ihtiyaç yoktur. Diğer tarafa göre ise O'nun söylediklerinin vahye dayalı olması, Kur'ân âyetleri ile ilgilidir, Kur'ân-ı Kerîm'de ne varsa hem mânası ve hem de sözleri ile Allah'a aittir. Allah tarafından Rasûlüne vahyedilmiştir. Sünnete gelince bunun büyük bir kısmının mânası yine Allah tarafından vahyedilmiştir, sözleri ise Allah Rasûlüne aittir ve bunların da önemli bir kısmı O'nun sözleri ile değil, ashâbın anlayış ve kavrayışlarına göre kendi sözleri ile rivayet edilmiştir. Sünnetin bir kısmının ise hem mânası ve hem de sözleri Rasûlullah'a aittir. Şüphesiz Rasûlullah'ın ictihadı, Allah'ın kontrolü altındadır, ashâbın ictihadı da Allah Rasûlü'ne arzedildikten ve O'nun tasvibini aldıktan sonra Sünnet hükmüne geçmektedir. Ancak bu gerçek, onların ictihad etmediklerine, ictihad yolunu kullanmadıklarına delil olmaz. Bizim de katıldığımız bu ikinci görüşü, geçen ve gelecek örneklere ek olarak şu misaller de teyit etmektedir:

Hz. Peygamber'in ictihadından örnekler:
a) Bedir savaşında alınan esirlere yapılacak muâmele hakkında bir vahiy gelmemişti. Hz. Peygamber meseleyi ashabiyle istişâre etti. Hz. Ömer öldürülmeleri, Hz. Ebû-Bekir fidye karşılığında salınmaları fikrini ileri sürdüler. Resûl-i Ekrem de ikinci fikre katıldı. Bu istişârî ictihad üzerine gelen âyet şöyle diyordu: "Yeryüzünde savaşırken düşmanı yere sermeden esir almak hiç bir peygambere yaraşmaz. Gerçi dünya malını istiyorsunuz, oysa Allah âhireti kazanmanızı ister; Allah aziz ve hakîmdir. Daha önceden Allah'tan bir hüküm gelmiş olmasaydı aldıklarınızdan ötürü size büyük bir azap gelirdi."(19) Bu vahiy üzerine Rasûl-i Ekrem ağlıyarak şöyle demiştir: "Fidye aldıkları için ashâbıma azâb şu ağaç kadar yaklaşmıştı... Eğer azap gelseydi Ömer'den başkası kurtulamazdı."(20)
Allah Teâlâ, ictihadında hatâ edenlere azâb etmiyeceğini beyan ettiği için azap bahis mevzûu olmamış, fakat hatâyı açıklamıştır.
b) Bazı münafıklar Tebük Seferine katılmamak için mazeretler uydurmuş ve Hz. Peygamber'den izin almışlardı. Allah Teâlâ bunun üzerine Rasûlüne şüple hitap etti: "Allah seni affetsin! Doğrular sana belli olup yalancıları da bilmeden önce niçin onlara izin verdin?"(21)
c) Hanımlarından birine Rasûl-i Ekrem şöyle demiştir: "Eğer kavmin küfürden yeni ayrılmış olmasalardı Kâbe'yi Hz. İbrahîm'in temelleri üzerine yeniden yapardım."(22)
d) Misvâk hakkında: "Ümmetime güçlük çıkarmış olmasam her namaz için misvâk kullanmalarını isterdim."(23)
Bunlar Hz. Peygamber'in, mesâlih ve mefâsidi, fayda ve zararı göz önüne alıp mukayese ederek de hüküm ve karara vardığını göstermektedir.
e) Peygamberimiz (s.a.) eşlerinden Zeyneb b. Cahş'ın odasında onun sunduğu bal şerbetini içmiş ve bu sebeple orada biraz fazlaca kalmıştı. Bu durum diğer iki eşinin kıskançlığını tahrik ettiği için aralarında sözleşerek ağzından kötü bir kokununun geldiğini söylediler. O da bir daha bal şerbeti içmemek üzere yemin etti. Bu hükmü ve davranışı vahiy mahsûlü olmadığı, kendi ictihad ve takdirine dayandığı içindir ki, hâdise üzerine gelen âyet (vahiy) şöyle diyordu: "Ey peygamber! Eşlerinin rızâsını gözeterek Allah'ın sana helal kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun? Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir." (Tahrîm: 66/1)
f) Bedir savaşında Rasûlullah (s.a.) askeri kuyuların başladığı yere yerleştirmişti. Sahâbeden el-Habbâb "Bunu, vahiy ile mi yoksa şahsî görüş ve takdirinize göre mi yaptınız" diye sordu, vahiy ile olmadığı cevabını alınca "Uygun olanı kuyuları arkamıza almamız ve düşmanı sussuz bırakmamızdır" dedi. Hz. Peygamber bu reyi uygun bularak yeri değiştirdi. Muhtemeldir ki, Peygamberimiz düşmanı insan dışı canlılara benzeterek "onlar nasıl sudan mahrum edilemez ise bunlar da edilemez" kıyasını yapmıştı. el-Habbâb ise savaş durumunu ve düşmanın hayat hakkının bulunmadığını göz önüne alarak bir başka kıyâs veya istidlâl ile zikredilen görüşünü ileri sürdü.
g) "Annem vefat etti, adayıp da tutamadığı orucu var, onun namına ben tutsam olur mu?" diye soran kadına "Annenin bir borcu olsaydı da sen onu ödeseydin borcu ödenmiş olmaz mıydı" buyurdu, kadın "Evet ödenmiş olurdu" deyince "Allah'a olan borç ödenmeye daha lâyıktır" dedi.(24)
h) Oruçlu iken eşini öpünce orucunun bozulduğunu zanneden Ömer'e "Su ile ağzını çalkalasan orucun bozulur mu idi?" cevabını verdiler.(25)
ı) Şu örnekler Allah Teâlâ'nın O'na doğrudan hüküm verme ve kaide koyma selâhiyeti verdiğini, "şu konularda dilediğin hükmü ver ve koy" dediğini göstermektedir:
"Hâmile kadınların çocuklarını emzirmelerini yasaklamak istedim, sonra Bizans ve İran kadınlarının bunu yaptıkları halde çocuklarına zarar vermediğini hatırlayarak yasaklamaktan vazgeçtim."(26)
"Ümmetime güçlük verecek olmasaydım her namazdan önce dişlerini misvak ile temizlemelerini emrederdim."(27)
Rasûlullah (s.a.) müslümanlara hac ibâdetinin farz olduğunu bildirirken birisi "Her yıl bir kere yapmak farz mı" diye sormuştu, Peygamberimiz şöyle buyurdular: "Evet deseydim her yıl haccetmeniz farz olurdu, buna da güç yetiremezdiniz. Size bir şeyi buyurmadığım müddetçe siz de beni kendi halime bırakın, sizden öncekilerin mahvolması ancak peygamberlerine durmadan gelip gidip soru sormaları yüzünden olmuştur."(28)
"Mekke'nin ağacı kesilmez, otu yolunmaz" buyurdukları zaman Abbâs "Mekke ayrığı (izhir) müstesnâ" demiş, Peygamberimiz de bunu tasvib ederek tekrarlamışlardır.(29) Yasaklama teferruâtına kadar vahiy mahsûlü olsaydı bir sahâbînin sözü üzerine mezkür istisna yapılmazdı.
Hayber'in fethinde akşam olunca askerler ocakları yakmış ve kazanları üzerine koymuşlardı. Hz. Peygamber ne pişireceklerini sorunca "Ehlî eşek eti" cevabını verdiler. Bunun üzerine "Kazanları dökün ve kırın" buyurdu. İçlerinden birisi "İçindekini döküp yıkasak olmaz mı" diye sorunca "Bu da olur" cevabını verdiler.(30)

Sahâbenin ictihadından örnekler:
a) Hz. Peygamber Muâz'ı kadı olarak Yemen'e gönderirken ne ile hükmedeceğini sormuş, Muâz da -Kitap ve sünnetten sonra- "Reyimle ictihad ederim" demişti. Bu cevap Rasûlullah tarafından tasvip edilmiştir.(31)
b) Hendek savaşının sonunda Hz. Peygamber: "Hiç biriniz Benû-Kurayza'ya varmadan ikindiyi kılmasın!" buyurmuştu. Hedefe varmadan ikindinin vakti daralınca sahâbe ikiye ayrıldı; bir grup "Bundan maksat bir an önce oraya yetişin demektir" diyerek ikindiyi yolda kıldılar. Diğer grup ise hadisin lafzına bakarak yola devam ettiler. Hz. Peygamber duruma muttali olunca her iki tarafın da ictihadını hoş karşılamış, hiçbirini kınamamıştır.(32)
c) Yolculukta su bulamayan iki sahâbî teyemmüm ederek namazlarını kıldılar; biraz gidince su buldular, birisi abdest alıp namazı yeniden kıldı. Diğeri yeniden kılmadı. Sonradan durumu Resûlullah'a bildirince şöyle buyurdu: "Sen iki defa sevap aldın; senin de yaptığın sünnete uygundur ve kıldığın (tek) namaz sana kâfidir."(33)
d) Benî-Kurayza Ahzâb savaşında müslümanlara hıyanet etmiş ve anlaşmayı bozmuşlardı. Savaştan sonra müslümanlar duruma hâkim oldular. Benî-Kurayza kendilerine yapılacak muâmele konsunda Sa'd b. Muâz'ı hakem kıldılar, Sa'd, "eli silah tutan erkeklerinin katledilmesine, kadın ve çocuklarının ise esir edilmelerine" hükmetti, bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) "Onlar hakkında Allah'ın hükmü ile hüküm verdin" buyurdu.(34) Sa'd bu hükmünde kıyâs ictihadını kullanmış, hıyanet eden ve antlaşmayı bozanların fiilini, devlete başkaldıran âsîlere, yahut savaş esirlerine kıyas etmiştir.
e) Bir seferde Ammâr b. Yâsir ihtilâm olmuş ve uyanınca bütün vücudunu toprak üzerinden geçirmek suretiyle teyemmüm etmiş ve namazını kılmıştı. Beraberinde bulunan Ömer ise bu şekilde teyemmüm etmemiş ve namazını da kılamamıştı. Seferden dönünce durumu Rasûlullah'a anlattılar. Peygamberimiz dirseklere kadar ellerin ve kolların, çene altına kadar yüzün toprakla meshedilmesi şeklinde yapılan teyemmümün yeterli olduğunu, toprakta yuvarlanmaya gerek bulunmadığını ifade buyurdular.(35) Bu ictihadda Ammâr, teyümmümü su ile yıkanmaya benzetmiş (kıyas etmiş) ve bütün vücudu kaplaması gerektiğine hükmetmişti. Ömer (r.a.) ise "kadınlara dokunmuş ve su bulamamış iseniz temiz toprakla teyümmüm edin" meâlindeki âyeti (Mâide: 5/) cinsî birleşme durumuna varmayan okşama olarak anlamış ve cünüb olan için teyemmümün yeterli olmayacağına, yıkanmanın gerekli bulunduğuna hükmetmişti.
f) Bir seferde Amr b. Âs ihtilâm olduğu için teyemmüm etmiş ve komutan sıfatıyle cemâate imam olarak namaz kıldırmıştı. Seferden dönünce hadiseyi Hz. Peygambere aktardılar, teyemmümünü uygun buldu, fakat imam olmasını hoş karşılamadı. Bu ictihadda Amr, tek başına olanın halini imamın hali ile bir tutmuş, Hz. Peygamber ise bu kıyâsın uygun olmadığına işaret buyurmuşlardır.(36)
g) Sahâbeden Ebû-Sa'îd el-Hudrî bir görev yolculuğunda, akrep sokmuş bir müşriki Fâtiha sûresini okuyup üfleyerek tedâvî etmiş ve karşılığında birkaç koyun almıştı. Yol arkadaşlarından bir kısmı bunun caiz olup olmadığı konusunda tereddüt geçirmişler ve dönünce Rasûlullah'a sormuşlardı; "Peygamberimiz bunu tasvib ettiler.(37)

 



17. Buhârî, Menâkıb, 26; Müslim, Savm, 111 vd. 49.
18. Ahmed, Müsned, C. IV, s. 374.
19. el-Enfâl: 8/67-68.
20. Ahmed b. Hanbel, Müsned (A. M. Şâkir neşri, Kâhire, 1948), C. I, s. 244.
21. et-Tevbe: 9/43.
22. Buhârî, K. el-Hacc, bâb: 42, el-Enbiyâ: 10; Müslim, K. el-Hacc, nu. 399.
23. Müslim, K. et-Tahârah, nu. 42.
24. Buhârî, Vesâyâ, 19; Müslim, Nezr, 1.
25. İbn Mâce, Sıyâm, 19; Muvatta, Sıyâm, 13.
26. Müslim, Nikâh, 140 vd.
27. Müslim, Tahâret, 42; Ebû-Dâvûd, Tahâret, 25.
28. Tirmizî, Hac, 5; Nesâî, Menâsik, 1.
29. Buhârî, Cenâiz, 76; İlim, 39; Müslim, Hac, 445, 447.
30. Buhârî, Cihad, 130; Müslim, Sayd, 34.
31. Ebû Dâvud, K. el-Akdiye, bâb: 11, Tirmizî, K. el-Ahkâm, bâb: 3, Zeylâ'i, Nasbu'r-râye, C. I, s. 23.
32. Buhârî, Sahih (el-Âmira tab'ı), C. V, s. 50; el-Megâzî, bâb: 33, Hadisin açıklaması için bak. Aynî, C. III, s. 348-352; İbn Kayyim, İ'lâmü'l-Muvakkı'în, C. I, s. 204.
33. İbnü Kayyim, age, C. I, s. 204. Bu devrede ictihad hareketi ve örnekler için bak. H. Karaman, Başlangıçtan Dördüncü Asra Kadar İslâm Hukukunda İctihad (Tez. Birinci Bölüm).
34. Buhârî, Cihad, 168, Megâzî, 38; Müslim, Cihad.
35. Buhârî Teyemmüm, 8.
36. Buhârî, Teyemmüm, 7; Ebû-Dâvûd, Tahâret, 124.
37. Buhârî, Tıb, 33, 39.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

B- Hz. PEYGAMBER DEVRİNDE FÜRÛ
(İbâdet ve Hukuk):
Mekke Dönemi:
Rasûlullah'ın yaşadığı Fıkıh Devresi, Mekke ve Medîne dönemlerine ayrılır. Birinci dönemde inanç, düşünce ve ahlâk prensiplerine daha çok önem verilmiş, gelen âyetlerin çoğu bu konularla ilgili olmuştur. Fıkh'ın gerek ibâdet ve gerekse hukuk kısımlarını konu alan âyetler ise daha azdır. Hicretten önce olup Mekke dönemine ait bulunan, fakat hangi yılda konduğu belli olmayan başlıca hükümler şunlardır:
1. Daha önce araplar arasında yaygın bulunan "kız çocuklarını öldürme" âdetinin kesin olarak yasaklanması (Tekvîr: 31/8).
2. Allah adına hüküm uydurarak kendilerine yasak ettikleri temiz yiyeceklerin helal kılınması (Mâide: 5/103).
3. Şu âyetlerin ihtivâ ettiği hükümler:
a) "De ki: Bana vahyolunanda (Kur'ân'da), onu yiyecek kimse için leş veya akıtılmış kan, yahut domuz eti -ki pisliğin kendisidir- ya da Allah'tan başkası adına kesilmiş bir hayvandan başka haram edilmiş bir şey bulamıyorum. Ama kim çaresiz kalırsa hakka tecavüz etmemek ve sınırını aşmamak üzere (bunlardan yiyebilir); çünkü Rabbin bağışlayan ve esirgeyendir." (En'âm: 6/145).
b) "De ki: Geliniz, Rabbinizin size neyi haram kıldığını okuyayım: O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana-babaya iyilik edin, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin; sizin de onların da rızkını biz veririz. Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın ve haksız yere Allah'ın yasakladığı cana kıymayın. İşte şu size anlatılanları Allah (emir ve) tavsıye etti. Umulur ki düşünüp anlarsınız. Ergenlik çağına erişinceye kadar yetimin malına, sadece en güzel bir maksatla yaklaşın; ölçü ve tartıyı düzgün yapın. Biz herkese ancak gücünün yettiği kadarını yükleriz. Söz söylediğiniz zaman, yakınlarınız dahi olsa adâleti gözetin; Allah'a verdiğiniz sözü tutun. İşte Allah size, iyice düşünesiniz diye bunları emretti." (En'âm: 6/151-152).
c) Üzerine Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvanlardan yemeyin; çünkü onu yemek günahdır..." (En'âm: 6/121).
Mekke dönemine ait olup tarihi bilinen hükümler de vardır:

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

1. Namaz:
Beş vakit namaz farz kılınmadan önce Peygamberimiz (s.a.), peygamberlik geldiği günlerden itibaren sabah ve akşam olmak üzere günde iki vakit namaz kılmıştır. Bu arada kendisine gece namazı da farz kılınmış, sonra bu namaz gecenin üçte biri kadar bir müddete indirilmiştir. Garânîk hadisesi bazılarınca yanlış anlaşılmış ve nakledilmiş olmakla beraber, Kur'ân-ı Kerîm'in bazı âyetleri okununca secde etmenin, hicretten önce gerekli kılındığını göstermektedir. Hz. Âişe'den nakledilen "Farz namazlar önce ikişer rek'at şeklinde farz kılındı, sonra yolcunun namazında bu sayı değiştirilmedi, yolcu olmayanın namazında ise -ikişer rek'at- arttırıldı."(38) şeklindeki rivâyet de namazın hicretten önce, azdan çoğa doğru arttırılarak farz kılındığına delalet etmektedir.




--------------------------------------------------------------------------------

38. Buhârî, Salât 1, Taksîr, 5; Müslim, Salâtu'l-müsâfirîn, 1, 3.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

2. Beş vakit namaz:
Beş vakit namazın mirac hadisesi ile birlikte farz kılındığında ittifak vardır. Mirac da hicretten bir yıl önce vaki olduğuna göre bütün müslümanların kılmakla yükümlü bulundukları beş vakit namazın hicretten bir yıl önce farz kılındığı ortaya çıkmaktadır. Mirac gecesini takip eden günlerde Cebrâil gelip Hz. Peygamber ile birlikte bir gün beş vakit namazı ilk vakitlerinde, ikinci gün ise son vakitlerinde kılmış ve böylece namazların vakitlerinin başlangıç ve sonunu açıklamıştır.(39)

3. temizlik  Gusül, abdest ve necasetten tahâret:
Araplarda, İslâm'dan önce de cünüplükten dolayı yıkanma adeti vardı. Mekke döneminde farz namaz kılınınca cünüb olanların yıkanmadıkça namaz kılamıyacakları bildirildi ve Peygamberimizin fiili ile guslün şekli öğrenildi. "İyice temizlenmiş olmayanlar ona (Kur'ân'a) dokunamaz." (Vâkıa: 56/79) meâlindeki âyet de Mekke'de nazil olmuştur ve burada geçen "iyice temizlenmekten maksat" gusüldür. Hz. Ömer'in müslüman olması olayında kızkardeşi, gusül etmedikçe Kur'ân sayfasına dokunmasına izin vermemişti; bu olay da guslün Mekke dönemine ait olduğunu göstermektedir.
Abdestin hangi dönemde farz kılındığı konusunda iki görüş vardır. İbn Abdilberr'e göre Peygamberimiz hiçbir zaman abdestsiz namaz kılmamıştır; şu halde namaz gibi abdest de Mekke döneminde gerekli kılınmıştır. İbn Hazm'e göre abdest Medine'de farz kılınmıştır; çünkü abdesti ve teyümmümü anlatan âyetin Medîne'de nazil olduğu kesin olarak bilinmektedir. Buna karşı bazı hadîslerde, daha Mekke döneminde iken abdestten bahsedildiği ileri sürülmüş(40) bazıları da abdestin Mekke döneminde teşvik edildiğini (mendub olduğunu) Medîne'de ise farz kılındığını ileri sürerek bu iki görüşü uzlaştırma yoluna gitmişlerdir. İleride gelişinden bahsedilecek olan abdest ve teyemmüm âyetinin meâli şöyledir: "Ey iman edenler! Namaz kılmaya kalktığınız zaman yüzlerinizi, dirseklerinize kadar ellerinizi ve başlarınıza meshedip, topuklara kadar ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüb oldunuz ise boy abdesti alın. Hasta, yahut yolculuk halinde bulunursanız, yahut biriniz tuvaletten gelirse, yahut da kadınlara dokunmuşsanız (cinsî temas yapmışsanız) ve bu hallerde su bulamamışsanız temiz toprak ile teyemmüm edin de yüzünüzü ve (dirseklere kadar) ellerinizi onunla meshedin..." (Mâide: 5/6). Bu âyet Medîne'de nazil olmuştur; ancak bu vâkıa, abdet ve gusülün de Medîne'de farz kılındığını göstermez. Yukarıda geçen deliller bu iki ibâdet hazırlığının Mekke döneminde de mevcudiyetini gösterdiğine göre burada zikr edilmelerinin sebebi, bilinen abdest ve gusülün sebeplerini toplu olarak bildirmek ve Medîne'de bu âyet ile bildirilen teyemmümün -sebebi ne olursa olsun- hem abdest, hem de gusül yerine geçtiğini anlatmaktır.
"Giysilerini temiz tut" (Müddessir: 74/4) meâlindeki âyet namaz kılabilmek için elbiselerin necaset sayılan şeylerden temizlenmiş bulunması gerektiğini ifade etmektedir ve Mekke'de nazil olmuştur. Yine Mekke döneminde Hz. Peygamber Kâbe Mescidinde namaz kılarken müşrikler tarafından üzerine hayvan işkembesinin pisliği atılmış, sonra Hz. Fâtıma gelip bunu temizlemişti. Şu halde necasetten taharet Mekke döneminde farz kılınmış bir ibâdet hazırlığıdır.

 



39. Müslim, Mesâcid, 176, 179.
40. İbn Hacer, Feth, C. I, s. 233 (Selefiyye tab'ı)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

4. Cuma namazı:
Müslümanlar Medîne'ye hicret etmeye başlayınca Hz. Peygamber (s.a.), Ensâra İslâm'ı öğretmesi için Mus'ab b. Umeyr'i görevlendirmiş, Mus'ab'ın talebi üzerine de cuma namazını kıldırması için izin vermişti. Kendileri henüz Medîne'ye hicret etmeden burada cuma namazı kılındığı için bu ibâdetin başlangıcı da Mekke dönemine rastlamaktadır.

MEDÎNE DÖNEMİ
Birinci yıl:
1. Hutbe:
Hz. Peygamber Medîne'ye hicret edince ilk hutbesini Kubâ Mescidinde (bir rivayete göre de Medîne'deki Peygamber Mescidinde irad buyurmuş ve bundan sonra hutbe, cuma vb. namazların bir parçası haline gelmiştir.

2. Ezân:
Medîne'de hicretten hemen sonra müslümanları beş vakit namaza dâvet etmek için bir çare aranmış, Rasûlullah (s.a.) ashâbı ile bu konuyu istişare etmiştir. Hristiyanlar gibi çan çalınması, yahudiler gibi boru öttürülmesi, ateş yakılması vb. vasıtalar teklif edilmiş ise de Peygamberimiz bunları beğenmemiş ve meclis dağılmıştır. Hazrec kabilesinden Abdullah b. Zeyd isimli zat rüyasında bir kişinin ezan okuyarak namaza dâvet ettiğini ve kamet getirerek de cemâate çağırdığını görmüş, uyanınca rüyasını Rasûlullah'a anlatmıştır. Rasûlullah "Bu ilâhî bir rüyadır" buyurduktan sonra sesi müsait olan Bilâl'e emretmiş, Bilâl'in Peygamber Mescidine yakın yüksekçe bir evin üstünde başlattığı ezan-ı Muhammedî, kıyâmete kadar, dalga dalga dünyaya yayılmak üzere güzel bir sünnet ve şiâr olmuştur. İlk ezanı duyunca koşarak gelen Hz. Ömer de aynı rüyayı gördüğünü ifade etmiştir.(41)

 



41. Buhârî, Ezan, 1; Tirmizî, Mevâkît, 27; Müslim, Nikâh, 79 vd.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

3. Nikâh:
Câhiliye devrinden bahsederken yaptıkları evlenme akdi çeşitlerine de temas etmiştik. İslâm dini bunlar içinden bugün bildiğimiz evlenme akdi şeklini ibka etmiş ve gerekli ıslâhatı yapmıştır. Hicretin birinci yılında Abdurrahman b. Avf evlendiği zaman Peygamberimiz kendisine "Eşine mehir olarak ne verdin" diye sormuş, o da "Bir çekirdek altın" demiştir (bir gramdan biraz fazladır). Peygamberimiz bu cevabı aldıktan sonra "Bir koyun keserek bile olsa bir de ziyafet ver" buyurmuştur.(42)
Mehir, düğün ve ziyafet gibi unsurlar ile başlayan aile müessesesinin kuruluşu ve ıslâhı, çeşitli zamanlarda gelen "eş sayısının sınırlandırılması, karşılıklı hakların tesbiti, anlaşmazlıkların çözümü" gibi hükümlerle tamamlanarak devam etmiştir.

4. Cihad:
Müslümanlar önce Habeşistan'a, sonra da Medîne'ye hicret ettikleri halde Mekkeli müşriklerin zulmünden kurtulamamışlar, bilhassa Mekke'de kalan kadın, çocuk ve yaşlılar, çeşitli baskı ve işkencelere maruz kalmışlardı. Müşrikler bununla da yetinmiyor, İslâm'ın yayılmasını önlemek için ellerinden geleni geri koymuyorlardı. Böylece zulmü ortadan kaldırmak, din ve vicdan hürriyetini sağlamak için düşmanın saldırısına karşı koymak kaçınılmaz hale gelmiş, ashab da bunu ısrarla taleb eder olmuştu. Allah Teâlâ: "Kendilerine karşı savaş açılanlara, zulme uğramış olmaları sebebiyle -mukabele etme konusunda- izin verildi. Şüphe yok ki Allah onlara yardım etmeye hakkıyle kadirdir." (Hac: 22/39) buyurarak müslümanların savaşmalarına izin verdi. Daha sonra gelen âyetler savaşın amacına da ışık tutuyordu: "Fitne tamamen yok oluncaya ve din de yalnızca Allah için (benimsenir) oluncaya kadar onlarla savaşın. Fitne çıkarmadan vazgeçerlerse, zalimler ve aşırı gidenler hariç, saldırma ve düşmanlık yoktur. Haram aya karşılık haram aydır. İşlenen suçlara karşılık da kısas vardır. Kim size saldırırsa siz de ona misilleme ölçüsünde saldırın. Allah'tan korkun; biliniz ki Allah, sakınanlarla beraberdir." (Bakara: 2/193-194).
"Size ne oldu da Allah yolunda ve 'Rabbimiz! Bizi, halkı zalim olan bu şehirlerden çıkar; bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla' diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?" (Nisâ: 4/75).
Bu izinle başlayan cihad, gerekçesi bulundukça kıyamete kadar sürmek üzere meşru kılınmış, Peygamberimiz on yıllık Medîne hayatında yirmi beş civarında büyük, küçük gazâ yapmıştır.

 



42. Buhârî, Nikâh, 7, 54, 56...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

5. Belediye nizamı:
"İnsanlardan alırken ölçüp tarttıklarında tam, onlara vermek için ölçüp tarttıklarında ise noksan yapan hilekârlara yazıklar olsun!" (Mutafifîn: 83/1, 2, 3) meâlindeki âyetler çoğunluğa göre Mekke'de, bazılarına göre ise Medîne'de nazil olmuştur ve bu âyetleri ihtiva eden sûre, Medîne'de gelen ilk sûredir. Bu rivayete göre belediye nizamının temeli de Medîne'de ilk yıldan itibaren atılmış olmaktadır.

İkinci yıl:
1. Oruç:
Daha önceki ümmetlere de farz kılındığı Kur'ân-ı Kerîm'de bildirilmiş olan Ramazan orucu, muhtemelen Hz. İsmâîl ve babası İbrâhîm şerîatinden kalmış bir gelenek olarak araplarca tanınır, bazı kimseler bu ayda oruç tutarlardı. Peygamberimiz de bu ayda Hira dağına çekilir, burada ibâdet ve tefekkür ile meşgul olurdu. Nitekim böyle bir ramazan ayında kendisine ilk vahiy gelmiş ve Kur'ân-ı Kerîm'in nüzûlü başlamıştı. Medîne'ye hicret edince, burada yahûdîlerin Âşûrâ orucu tuttuklarını gören Rasûlullah, "Biz bunu tutmaya onlardan daha lâyıkız" buyurarak mezkür orucu vacib kılmıştı. Sonra aşağıdaki âyetler geldi, Ramazan orucunu müslümanlara farz kıldı ve âşûrâ orucu mecburiyetini kaldırdı: "Ey iman edenler! Sizden öncekilere yazıldığı gibi oruç size de yazıldı (farz kılındı); umulur ki korunursunuz. Oruç size sayılı günler olarak yazıldı. Sizden her kim hasta, yahut yolcu olursa, tutamadığı günler kadar diğer günlerde oruç tutar... Ramazan ayı, insanlara yol gösterici ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur'ân kendisinde indirilen aydır. Sizden her kim hilâli görürse oruç tutsun..." (Bakara: 2/183-185)

2. Bayram namazları:
Medîne'de halkın eğlenip neşelendiği iki günleri vardı. Peygamberimiz burayı teşrif ettikten sonra "Allah bunların yerine size daha iyi ikisini verdi; fıtır bayramı ve kurban bayramı" buyurarak bu iki bayramı koydu ve halka bayram namazlarını kıldırdı.(43)

 



43. Nesâî, Iydeyn, I., Ahmed, C. III, s. 103.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

3. Fıtır sadakası:
Ramazan ve bayramda fakirleri sevindirmek ve geçimlerine katkıda bulunmak üzere -ülkemizde fitre diye bilinen- fıtır sadakası yine aynı yılda Peygamberimiz tarafından konmuştur.

4. Kurban:
Peygamberimiz namazgâhta, halka kurban bayramı namazını kıldırdıktan sonra hazırladığı iki boynuzlu koçun birisini kendisi ve ailesi için, diğerini de ümmeti için kurban etti, sonra da "Allah'ım bu sendendir ve sanadır" dedi.(44) Hz. İbrâhîm'in geçirdiği büyük imtihandan sonra Allah'ın lütfettiği koç kurbanını da hatırlatan bu ibâdet böylece İslâm'da devam etmiş oluyordu.

5. Zekât:
İbnu'l-Esîr, zekâtın hicrî dokuzuncu yılda farz kılındığını kesin olarak ifade etmiştir. Ancak daha hicrî beşinci yılda Peygamberimize gelen Dımâm b. Sa'lebe "(Bu sadakayı) zenginlerimizden alıp fakirlerimize dağıtmanı sana Allah mı emretti?" sorusu ile zekâttan bahsettiğine göre(45) bu ibâdetin daha önce farz kılındığı anlaşılmaktadır. İbnu'l-Esîr'in bahsettiği olay, muhtemelen memurlar tayin edilerek zekâtın devlet tarafından toplanmaya ve dağılmaya başlanmasıdır. Kays b. Sa'd "Rasûlullah bize, zekât âyeti inmeden önce fıtır sadakasını emretti" demiştir.(46) Kastedilen âyet ise "Mallarından, onları temizleyeceğin ve ruhlarını yücelteceğin bir sadaka (zekât) al" meâlindedir. (Tevbe: 9/103).

6. Kıblenin değiştirilmesi:
Müslümanlar Mekke döneminde namaz kılarken Kudüs'teki Beyt-i Makdis'e yöneliyor, Kâbe'yi de önlerine aldıkları için aynı zamanda hem Kâbe'ye, hem de Beyt-i Makdis'e dönerek namaz kılmış oluyorlardı. Medîne'ye hicret edince bu imkân ortadan kalktı ve yalnızca Beyt-i Makdis'e yönelerek namazlarını kıldılar. Araplar yıllardan beri Kâbe'yi mukaddes biliyor, oraya hürmet ediyorlardı, namazda da oraya yönelmek isterlerdi. Ancak ilk kıbleye yönelerek namaz kılmanın da hikmetleri vardı; bir yandan içi henüz putlarla dolu olan Kâbe'ye, ibâdette yönelmemek suretiyle tevhid korunuyor, müşrik araplara muhalefet edilmiş oluyor, diğer yandan yahûdîlerin gönlü İslâm'a ısındırılıyordu. Bu geçici hikmetlerin müddeti dolunca müslümanlar alıştırılarak Kâbe'ye yöneltildiler; önce "Doğu da Batı da Allah'ındır. Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (zâtı) oradadır..." (Bakara: 2/115) buyurularak şuraya veya buraya yönelmenin bir sembol olduğu, gönüllerin yöneldiği varlığın bir tek olup asla değişmediği anlatılmış oldu, sonra da "Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu görüyoruz. Hemen seni, hoşnut kalacağın bir kıbleye doğru döndürüyoruz; yüzünü artık Mescid-i Haram tarafına çevir. (Ey müslümanlar) siz de nerede olursanız olun, yüzlerinizi o tarafa çevirin..." buyurularak müslümanların ebedî kıbleleri belirlenmiş oldu. Bu olay hicrî ikinci yılın Receb ayında vukubulmuştur.

 



44. Şevkânî, Neyl, C. V, s. 117 vd.
45. Buhârî, Adâhî, 4, 7, 12; Müslim, Adâhî, 10; İman, 10.
46. Nesâî, Zekât, 31, 33; İbn Mâce, Zekât, 21.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

7. Ganîmetler ve taksîmi:
İslâm'dan önce araplar savaşta ve talanda elde ettiklerini güç ve soy esasına göre dağıtırlar, aslan payını da kabile reisleri alırdı. İslâm savaşın sebeplerini makul ve zaruri boyutlara indirdiği gibi savaş ganimetlerini de âdil bir şekilde paylaşma esasını getirdi. Hicretin birinci yılında sınır boylarına gönderilen ilk akıncı gurubu, Abdullah b. Cahş'ın gurubu idi. Akıncılar bu hareket esnasında ganimet elde etmişler ve komutan Abdullah ganimeti beşe ayırmış, beşte birini Resûlullah'a getirmiş, geri kalan kısmını gazilere eşit olarak paylaştırmıştı. İkinci yıl Bedir savaşında gelen âyet, Abdullah'ın bu ictihadını tasvib ediyor ve ilk düzenlemeyi yapıyordu: "Eğer Allah'a ve hak ile batılın ayrıldığı gün, iki ordunun birbiri ile karşılaştığı (Bedir) günü kulumuza gönderdiğimiz şeye iman ediyorsanız, bilin ki, ganîmet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah'a, Rasûlüne, O'nun akrabasına, yetimlere, yoksullara ve (yolda kalmış) yolculara aittir. Allah her şeye hakkıyle kadirdir." (Enfâl: 8/41)
Enfâl sûresinin başında "Allah ve Resûlüne ait" olduğu bildirilen "enfâli" de müfessirlerin çoğu, ganîmet mânasına almışlardır. Şu halde önce her şey gibi ganîmetin de Allah ve Rasûlüne ait olduğu bildirilmiş, sonra da yine Allah'ın iradesi ve Rasûlünün rızâsı ile bunun nasıl dağıtılacağı açıklanmış olmaktadır. Buna göre ganîmetin beşte dördü gazilere dağıtılmakta, beşte biri de yine beş kısma ayrılarak âyette sayılan sınıflara verilmektedir. Allah ve Rasûlüne ait olan kısım Rasûlullah tarafından alınır ve pek azı ailesine, çoğu ise muhtaç müslümanların ihtiyaçlarına sarfedilirdi. Rasûlullah'ın akrabasına ayrılan hisse (beşte birin beşte biri) mahrum edildikleri zekâtın bedeli idi. Bilindiği üzere O'nun yakınlarının -muhtaç olsalar dahi- zekât almaları caiz değildir.
Hicrî ikinci yılda vukubulan Bedir savaşı ile başlayan savaş hükümleri Uhud ve onu takip eden diğer savaşlarda tamamlanarak devam etmiş ve bu hükümler mükemmel bir Devletler Hukuku'na temel teşkil etmiştir.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Üçüncü yıl:
1. Miras hükümleri:
İslâm'dan önce araplar kız çocuklarına mirastan hisse vermezlerdi, miras erkek çocuklara kalırdı, bunun dışında mal bırakılmak istenen kimseler için vasıyet edilirdi. Buhârî'nin İbn Abbâs'tan şu rivayeti miras hukukunun tarihine de ışık tutmaktadır: "Mal erkek çocuğa ait idi, ana-babaya vasıyet yoluyla mal bırakılırdı, Allah Teâlâ bu uygulamadan dilediği kısmı neshederek kaldırdı, erkeğe iki kadın hissesi kadar verdi, ana-babadan her birine altıda bir ve -bazı durumlarda- anaya üçte bir verdi, karıya sekizde veya dörtte bir, kocaya ise yarı veya dörtte bir verdi."(47) Buhârî'nin bahsettiği değişiklik şöyle gerçekleşti: Hicrî üçüncü yılda, Uhud savaşından sonra, ensârdan Sa'd b. er-Rabî'in eşi Peygamberimize gelerek "Ya Rasûlullah şu iki kız, Uhud'da sizin maiyetinizde şehit olan Sa'd'in kızlarıdır, amcaları bu ikisinin malını ellerinden aldı?" dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Bu konuda Allah hükmünü verecektir." buyurdu. Bunun üzerine "Allah çocuklarınız -ın mirası- hakkında size şunu emir ve tavsıye eder..." (Nisâ: 11-12) meâlindeki uzun miras âyetleri geldi. Peygamberimiz çocukların amcalarına birini gönderip çağırttı ve kendisine şöyle buyurdu: "Sa'd'in iki kızına mirasın üçte ikisini ver, analarına sekizde bir ver, geri kalan mal da senin hakkındır."(48)
Miras hukukunun büyük bölümü bu âyetlere dayanmaktadır. Geri kalan hükümleri de, daha sonra gelen birkaç âyet ile hadîsler ve ictihad tamamlamıştır.

2. Boşanma:
Bu yıl içinde boşama hükümleri konmuş ve "Talâk" ismini taşıyan sûre inmiştir: "Ey Peygamber! Kadınları boşamak istediğiniz zaman onları iddetleri içinde (iddetlerini gözeterek) boşayın ve iddeti iyi hesap edin. Rabbiniz Allah'tan korkun. Apaçık bir hayasızlık yapmadıkça onları evlerinden çıkarmayın, onlar da çıkmasınlar..." (65/1) Hz. Peygamber (s.a.)'in eşi Hafsa'yı boşaması, sonra da Cebrâil'in bırakmamasını tavsıye etmesi üzerine geri dönmesi (rec'at) bu sûrenin nüzul sebebi olarak gösterilmiştir.(49) Daha sonra diğer sûrelerde ve hadîslerde boşama ile ilgili birçok hüküm gelmiş, Allah'ın sevmediği, fakat zaruret halinde başvurulması gereken bu tasarruf detaylarıyle anlatılmıştır.

 



47. Buhârî, Vasâyâ, 6.
48. Tirmizî, Ferâiz, 3; Ahmed, C. III, s. 352.
49. Kurtubî, Tefsîr, C. XVIII, s. 148. Hadîs için bak. İbn Mâce, Talâk, 1.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Dördüncü yıl:
1. Yolculukta namazın kısaltılması ve korkulu durumlarda namaz:
Nisâ sûresinin 101-103 âyetleri, yolculukta ve savaş vb. hallerde namazla ilgili kolaylıklar getirmektedir: "Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, kâfirlerin size kötülük etmelerinden çekinirseniz, namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur. Şüphesiz kâfirler sizin apaçık düşmanınızdır./Sen de içlerinde bulunup (tehlikeli durumlarda) onlara namaz kıldırdığın zaman, onlardan bir kısmı seninle beraber namaza dursunlar, silahlarını (yanlarına) alsınlar, böylece (namazı kılıp) secde ettiklerinde, (diğerleri) arkanızda olsunlar. Sonra henüz namazlarını kılmamış olan (bu) diğer gurup gelip seninle beraber namazlarını kılsınlar ve onlar da ihtiyat tedbirlerini ve silahlarını alsınlar. O kâfirler arzu ederler ki, siz silahlarınızdan ve eşyanızdan gafil olsanız da üstünüze birden çullansalar (baskın yapsalar). Eğer size yağmurdan bir eziyet olur, yahut hastalanırsanız silahlarınızı bırakmanızda size günah yoktur. Yine de tedbirinizi alın. Şüphesiz Allah, kâfirler için alçaltıcı bir azâb hazırlamıştır./Namazı bitirince de ayakta, otururken ve yanınız üzerine yatarken Allah'ı anın, Huzura kavuşunca da namazı dosdoğru kılın, çünkü namaz, mü'minler üzerine, vakitleri belli bir farzdır."
Hadîsler ve uygulama, yolculuk vb. durumlarda namazın, dört rek'atlı farzlarının ikiye indirilerek kılınması ruhsatının, korku ve tehlikeli durumlara bağlı olmadığını, normal yolculuklarda da bu kolaylığın söz konusu olduğunu ortaya koymuştur. Namazların yolculuk vb. hallerde kısaltılması ruhsatının, hicrî ikinci yılda vukubulduğunu ileri sürenler bulunduğu gibi, bu tarihe kadar dört rek'atlıların iki olduğunu, bu tarihten itibaren, hazarda ve normal hallerde dörde çıktığını, sefer vb. durumlarda ise iki olarak devam ettiğini kabul edenler de olmuştur.

2. Recm cezası
Yahûdî bir erkek, yine yahûdî bir kadınla zina ederken yakalanmış ve Hz. Peygamber'e getirilmişlerdi. Peygamberimiz suçlulara, kendi dinlerine göre cezalarının ne olduğunu sormuş, onların yalan söylemeleri üzerine Abdullah b. Selâm'ın yardımı ile Tevrat'ta mevcut recm hükmünü bulmuş ve suçlulara uygulamıştı. Aynı hüküm, sünnete dayalı icmâ ile İslâm'a da intikal etmiş ve bu suçu işleyen evli şahıslara -az da olsa- uygulanmıştır.(50)

 



50. Buhârî, Hudûd, 24 vd.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

3. Arâzî ıktâ'ı:
Hz. Peygamber (s.a.) hicretin ilk yılında muhâcirlere, Medîne evlerini ıktâ eylemiş; yani başkanlık sıfatına dayanarak bedelsiz tahsis eylemişti; fakat bu iktâ, evin mülkiyetini değil, intifâ hakkını vermekten ibaret idi. Dördüncü yılda ez-Zübeyr b. el-Avvâm'a vererek başlattığı toprak ıktâı ise mülkiyeti intikal ettiren bir iktâdır. Nitekim Hz. Esmâ'nın, Buhârî'de yer alan "Zübeyr'in arâzîsinden -ki bunu ona Rasûlullah iktâ eylemişti- hayvan yemi hurma çekirdeği taşırdım..."(51) şeklindeki ifadesi de arâzînin ona intikal ettiğini göstermektedir.

4. Teyemmüm ile ilgili tamamlayıcı hükümler ve
ay tutulması sebebiyle namaz:
Bunlar da dördüncü yılda meşrû kılınan ahkâm arasındadır.

5. İffete iftira cezası (haddu'l-kazf):
Kadınların namuslarına dil uzatılmasını engellemek maksadına yönelik "iftira cezası" yine bu yıl, Hz. Âişe'ye yöneltilen bir iftirâ sebebiyle vazedilmiştir.(52) Bu cezayı getiren âyetin meâli şöyledir: "Namuslu kadınlara zina isnadında bulunup, sonra (isbat için) dört şahit getiremiyenlere seksener sopa vurun ve artık onların şahitliğini hiçbir zaman kabul etmeyin..." (Nur: 24/4).

6. Örtünme ve İstizân
Örtünme ve evlere izin alarak girme hükümleri:
Enes b. Mâlik, Hz. Peygamber'e on yıl hizmet etme saâdetine ermiş bir sahâbî olarak "örtü ve perde arkasında bulunma âyetinin gelmesini ve buna sebep olan hâdiseyi en iyi ben bilirim" diye başladığı bir hadîste olayı detaylarıyle anlatmıştır: Hz. Peygamber (s.a.) Zeyneb b. Cahş ile evlendiklerinde davetli ashâb, zifaf yapılacak odada, uzun boylu kalmışlar, Peygamberimiz de bundan rahatsız olmuş, hatta birkaç kere çıkıp girerek oradakilerin artık gitmelerini îma etmişti. Daha önce de Hz. Ömer'in, örtünme konusu ile ilgili teklifleri olmuştu.(53) Buna son olay da eklenince -ilâhî plândaki zaman gelmiş olduğu için- şu mealdeki âyet nazil oldu: "Ey iman edenler! Siz zamanını gözetlemeksizin, bir yemeğe dâvet edilmedikçe, Peygamberin evlerine girmeyin. Ancak dâvet edildiğiniz vakit girin. Yemeği yediğinizde hemen dağılın, konuşmaya dalmayın. Çünkü bu davranışınız Peygamberi üzüyor, fakat o (bunu size söylemekten) utanıyordu. Ama Allah, gerçeği söylemekten çekinmez. Peygamberin hanımlarından bir şey istediğiniz zaman perde (hicâb) arkasından isteyin. Bu, hem sizin kalbleriniz, hem de onların kalbleri için daha temiz bir davranıştır. Sizin, Allah'ın Rasûlünü üzmeniz ve kendisinden sonra onun hanımları ile evlenmeniz asla caiz olamaz; çünkü bu, Allah katında büyük bir günahtır. (Ahzâb: 33/53).
Âyette iki önemli hüküm vardır: 1. Başkalarının evine dâvetsiz ve izinsiz girmemek, 2. Hz. Peygamber'in hanımları ile perde arkasından görüşmek. Bunlardan birincisi "isti'zân", ikincisi de "hicâb" terimleri ile meşhur olmuştur.
Rasûlullah (s.a.)'in eşleri, mü'minlerin anneleridir. (Ahzâb: 33/6). Soy ve doğum bağına dayanmasa bile anne annedir; anne ile evlâdı arasında düşünülebilecek kötü (şehevî) duygu, yabancılar arasında olandan daha ağır ve çirkin olduğu için Allah Teâlâ, hem O'nun eşlerini, hem de mü'minleri korumak için -Hz. Peygamber'in hanımlarına mahsus olmak üzere- hicâb emrini göndermiş, gerektiğinde konuşmanın perde arkasından olmasını istemiştir. Sefer sırasında da onlar için, develer üzerine küçük evcikler (mahfeler) yapılır, böylece perde emrine uyulurdu. Aynı yıl, diğer mü'min kadınlar için de örtünme emri gelmiştir (Nûr: 240/30-31). Buna göre mü'min kadınlar, ihtiyaç gereği açılan el, yüz ve ayakları dışında kalan yerlerini, uygun giysilerle örteceklerdir.
İstîzan emri de yalnızca Hz. Peygamber'in hanelerine mahsus olarak kalmamış, bütün evlere teşmil edilmiştir: "Ey iman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere geldiğinizi farkettirip (izin alıp) ev halkına selâm vermedikçe girmeyin. Bu sizin için daha iyidir; herhalde düşünüp anlarsınız./Orada kimseyi bulamadınızsa size izin verilinceye kadar oraya girmeyin. Eğer size "geri dönün" denilirse (girmenize izin verilmezse) hemen dönün; çünkü bu, sizin için daha temiz bir davranıştır. Allah yaptığınızı bilir." (Nûr: 24/27-28)

 



51. Buhârî, Nikâh, 107; Humus, 19.
52. Buhârî, Teyemmüm, 1; Tevbe, 56...
53. Buhârî, İstîzân, 10; Nikâh, 67.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

7. Hac ve umre:
Hac ve umre ibâdetleri, İslâm'dan önce de bilinen ve araplarca yapılan bir ibâdet idi. Bu ibâdetin Hz. İbrâhîm zamanına kadar uzandığını gösteren âyetler vardır: "Bir zamanlar İbrâhîm'e evin (Kâbe'nin) yerini hazırlamış ve ona (şöyle demiştik): Bana hiçbir şeyi eş tutma; tavaf edenler, ayakta ibâdet edenler, rukû ve secdeye varanlar için evimi temiz tut./İnsanlar için haccı ilân et ki, gerek yaya olarak ve gerekse, nice uzak yoldan gelen yorgun argın develer üzerinde, kendilerine ait bir takım faydaları yakinen görmeleri, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah'ın ismini anmaları (kurban kesmeleri) için sana (Kâbe'ye) gelsinler. Artık ondan hem kendiniz yeyin, hem de yoksula, fakire yedirin./Sonra kirlerini gidersinler; adaklarını yerine getirsinler ve o eski evi tavâf etsinler." (Hac: 22/26-29). Araplar, Hz. İbrâhîm'in öğrettiği hac ibâdetini kısmen değiştirmişler; Arafe vakfesini, Safa ile Merve arasında sa'yi terketmişler, hac aylarını da işlerine geldiği gibi ayarlamışlardı. Hicretin dördüncü yılında hac farz kılınmış olmasına rağmen Hz. Peygamber ancak onuncu yılda meşhur vedâ haccını îfa buyurmuşlardır. Bundan önce altıncı yılda yapmak istedikleri umre, Mekkeli müşrikler tarafından engellenmiş, yapılan anlaşma gereğince ertesi yıl yapılmıştır. Haccın dördüncü yılda farz kılınmış olduğunu ortaya koyan delillerin en güçlüsü Dımâm b. Sa'lebe hadîsidir. Kabîlesini temsilen Hz. Peygamber'e (s.a.) gelen bu zat, oldukça sert, açık ve samimi sorular sormuş, sonunda müslüman olmuştu. Bu sorular arasında, diğerleri yanında hac ibâdeti de geçmektedir.(54) Dımâm b. Sa'lebe'nin Medîne'ye ne zaman geldiği konusunda iki rivâyet vardır. Bunlardan birisi "onuncu yıl"dır. İbn Hacer, el-İsâbe'de, İbn Sa'd'e dayanarak bunu tercih etmektedir.(55) Halbuki İbn Sa'd, Tabakat'ında, İbn Abbâs'a dayanan bir senetle bu hadiseyi nakletmiş ve Dımam'ın "hicri beşinci yılın Receb ayında geldiğini" açıkça ifade eylemiştir.(56) Bunu Vakıdî de teyit etmektedir. Beşinci yılda, Dımâm ile Hz. Peygamber arasında geçen bir görüşmede hac ibâdeti zikredildiğine göre bunun daha önce farz kılınmış olması gerekmektedir ve dördüncü yılda farz kılındığı tesbiti güç kazanmaktadır. Daha sonra gelen âyetler ile (Bakara: 2/196-199; Tevbe: 9/37) ve özellikle Rasûlullah'ın (s.a.) "Hac ibâdetini benden öğrenin" diyerek îfâ buyurdukları hac ile bu ibâdetin kaide ve hükümleri tamamlanmış, bozulan tarafları ıslâh edilmiştir.

 



54. Müslim, İmân, 10.
55. Mısır, 1939, C. II, s. 202.
56. Beyrut, 1960, C. I, s. 299; İbn Kayyim 9 veya 10. yılda farz olduğunu savunuyor; Zâdu'l-me'âd, C. II, s. 101 vd.; Umre, s. 90 vd.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Beşinci yıl:
1. Yağmur duâsı namazı:
Bu yıl içinde Hz. Peygamber, ashâbı ile birlikte yağmur duâsı edip namaz kılmış, bunun üzerine Allah Teâlâ bol miktarda yağmur vermiştir.(57)




--------------------------------------------------------------------------------

57. Nesâî, İstisqâ, 3, 4, 13.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

2. Îlâ:
Îlâ, kocanın karısına yaklaşmamak, onunla cinsî temasta bulunmamak üzere yemin etmesidir. Cahiliye devrinde araplar böyle yaparak kadınlara tahakküm eder, sonunda onları terkederlerdi; yani bu yemin de evlilik bağını çözen sebeplerden biri idi. "Kadınlara yaklaşmamaya yemin edenler dört ay beklerler; eğer (bu müddet içinde kadınlarına dönerlerse şüphesiz Allah çokça bağışlayan ve esirgeyendir./Eğer boşamaya karar verirlerse Allah (her şeyi) işitir ve bilir." (Bakara: 2/226, 227) buyurularak, önce bu yeminin doğrudan boşama meydana getirmediği, istenirse tekrar normal ilişkiye dönülüp keffâret verilebileceği ifade buyurulmuş, sonra da -bu yoldan kadına zulmedilmesin diye- dört ay yaklaşılmaması halinde evlilik bağının sona ereceği kaidesi getirilmiştir.

Altıncı yıl:
1. Anlaşma kaideleri:
Rasûl-i Ekrem (s.a.) ashâbı ile beraber, hicrî altıncı yılda umre ibâdeti yapmak üzere Mekke'ye hareket etmişti. Mekke yakınlarındaki Hudeybiye mevkiinde Kureyş müşrikleri yolunu keserek Mekke'ye sokmayacaklarını söylemişlerdi. Arada elçiler gidip geldi, bir ara savaş ihtimali belirdiği için ashâb Rasûlullah'a bağlılık sözü verdiler (bey'atu'r-rıdvân yapıldı), sonra, ilk bakışta müslümanların aleyhine gibi gözüken, fakat sonraki gelişmelerin, isâbetini ortaya koyduğu şartlar dahilinde bir anlaşmaya varıldı ve o yıl Medîne'ye geri dönüldü. Bu hâdise çerçevesinde, milletlerarası ilişkiler, harb ve sulh, müzâkere usûlü vb. ile ilgili önemli kaideler konmuş, örnekler verilmiş oldu.

2. Hac ve umre yolunda engellenme:
Yine Hudeybiye olayı sebebiyle niyet ettikleri halde umreyi yapamadıkları için şu âyet nazil oluyor ve bu duruma düşenlerin ne yapmaları gerektiğini açıklıyordu: "Haccı ve umreyi Allah için tamam yapın. Eğer bunlardan alıkonursanız kolayınıza gelen kurbanı gönderin. Kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin..." (Bakara: 2/196).(58)

3. Alkollü içkilerin ve şans oyunlarının yasaklanması:
Alkollü içkilerin yasaklanması birden olmamış, bu köklü alışkanlığı ârızasız olarak ortadan kaldırmak için "yasaklamayı zaman içine yayma ve sindirme" metodu takip edilmiştir. İlk âyette hurma ve üzümün faydalarından bahsedilirken bunların sarhoş olmak için de kullanıldığı zikredilmiş (Nahl: 16/96), ikinci âyette içki ve kumarın faydaları da bulunmakla beraber zararlarının daha büyük olduğu anlatılmış (Bakara: 2/219), üçüncü âyette sarhoşların namaz kılmaları yasaklanmış (Nisâ: 4/43), konu ile ilgili son âyette ise alkollü içkiler ve şans oyunları kesin olarak yasaklanmıştır: "Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir, bunlardan uzak durun ki, kurtuluşa eresiniz." (Mâide: 5/90).
Bu yasaklamanın tarihi konusunda çeşitli rivayetler ve tesbitler vardır. Bunlardan birisi ve kuvvetli olanı da yasaklamanın Hudeybiye yılında olduğudur.(59)

 



58. Tafsîlat için bak. İbn Kayyim, Zâdu'l-Me'âd, C. III, s. 378.
59. İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, C. XII, s. 127.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

4. Zıhâr:
Cahiliye döneminde bir arap, karısına "senin sırtın bana, anamın sırtı gibi olsun" deyince kadın ona haram ve boş olurdu. İslâm'dan sonra, hicrî altıncı yılda Evs b. es-Sâmit, eşi Havle için bu tabiri kullanmış, Havle de Hz. Peygamber'e başvurmuştu. Rasûlullah (s.a.) önce, muhtemelen Hz. İbrâhîm'den kalan bir uygulamayı onlar için de geçerli saymış, arkasından şu mealdeki âyet gelince taraflara yeni hükmü tebliğ etmiştir:(60) "Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah'a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir. Allah sizin konuşmanızı işitir; çünkü Allah işitendir, bilendir./İçinizden zıhar yapanların kadınları, onların anaları değildir, onların anaları, ancak kendilerini doğuran kadınlardır. Şüphesiz onlar çirkin bir söz ve yalan söylüyorlar ve şüphesiz Allah affedici, bağışlayıcıdır." (Mücâdele: 58/1-2). Müteakıp âyetlerde zıhâr yapanların, tekrar normal evlilik hayatına dönmek istediklerinde "bir köle azâd etmeleri, bunu yapamayanların iki ay aralıksız oruç tutmaları, bunu da yapamayanların altmış fakiri doyurmaları" keffâret olarak istenmiştir.

5. Vakıf:
Hayber'den elde edilen ganîmet dağıtılınca Hz. Ömer, kendi hissesini, Allah rızâsı için vakfetmek üzere Rasûlullah ile istişâre etti, O'nun "istersen aslını bırakır, menfaatini tasadduk edersin" buyurması üzerine Hz. Ömer, "satılmamak, hibe edilmemek, mirasçılara kalmamak üzere; fakirler, akraba, köleler, müsafirler ve yolcular için" bu değerli toprağı vakfetti. Rivayetlerden birine göre İslâm'da ilk vakıf uygulaması bu olmuştur.(61)

 



60. Nesâî, Talâk, 33.
61. Şevkânî, Neylu'l-evtâr, C. VI, s. 22-35.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

6. Isyân ve haydutluğun cezâsı:
Hicrî altıncı yıl ile yedinci yıl arasında Hz. Peygamber'e etraf kabilelerden bazı kimseler, müslüman olduk diyerek sığınmışlardı, zayıf oldukları için Medîne sıtmasına yakalandılar, Hz. Peygamber de onları hem tedâvî olsunlar, hem de beslensinler diye Medîne haricinde, zekât develerinin bulunduğu yere gönderdi. Bu şahıslar orada iyileşip güç kazanınca irtidat ettiler, deve çobanlarını tüyler ürperten işkencelerle öldürdüler, develeri de alıp gittiler. Rasûlullah bunların peşinden takipçi birlik gönderdi, yakalanıp getirildiler, cezaları hakkında şu âyetler nazil oldu: "Allah ve Rasûlüne karşı savaşanların ve yeryüzünde düzeni bozmaya çalışanların cezası, ancak, ya acımadan öldürülmeleri, ya asılmaları, yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu onların dünyadaki rüsvaylığıdır. Onlar için âhirette de büyük azâb vardır." (Mâide: 5/33).
Hz. Peygamber bu iğrenç nankörlüğü -âyetin öngördüğü şekilde- cezalandırmış, bu arada suçluların, çobanlara yaptıklarını da onlara uygulatmıştı. Bilâhare misilleme yoluyla da olsa işkence yasaklandığı için yalnızca belli cezalar kalmıştır. Buhârî'nin bu olayı nakleden hadîsinin râvisi Katâde, bu hususu şöyle açıklamaktadır: "Bu olaydan sonra Rasûlullah (s.a.)'ın, devamlı olarak, fukaraya yardımı teşvik ettiği ve işkenceyi de yasakladığı haberi bize ulaştırılmıştır."(62)

Yedinci yıl:
1. Bazı yiyeceklerin yasaklanması:
Hayber savaşında ehlî eşeklerin azalması üzerine durumu Rasûlullah'a (s.a.) iletmişlerdi, O da ehlî eşek etinin yenmesini kesin olarak yasakladı.(63) Cahiliye devri arapları hemen bütün hayvanları yerlerdi. Bunlardan bir kısmını Kur'ân-ı Kerîm, bir kısmını da (köpek dişi ile parçalayan etoburlar ile pençesiyle avlayan kuşlar vb.) sünnet yasaklamıştır.

2. Zirâî ortaklık:
Câhiliye devrinde toprağı üç sıfatla işlemek ve ekmek mümkün oluyordu: sahibi olmak, menfaati bağışlanmış olmak, nakit karşılığında kiralamak. İslâm bunlardan ilk ikisini ibka eyledi, üçüncü şekil üzerinde yasaklayıcı hadisler bulunduğu için görüş ayrılıkları vardır. Rasûlullah'ın (s.a.), Hayber fethinden sonra getirdiği yeni şekil "ortaklık"tır. Bu yeni uygulama gereği Hayber toprakları sahiplerinin ellerinde bırakılmış ve mahsûlün yarısı kendilerine ait olmak üzere ortak ekip biçmeleri istenmiştir.(64)

 



62. Buhârî, Meğâzî, 36.
63. Buhârî, Zebâih, 24 vd.; İbn Kayyim haram kılınış sebebinin "pis, rics" olmasını tercih ediyor; Zâdu'l-me'âd, Beyrut, 1987; C. III, s. 342.
64. İbn Mâce, Ruhûn, 14; Müslim, Buyû', 85-100, İbn Kayyim, age., C. III, s. 144, 345.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sekizinci yıl:
1. Mekke'nin kutsîliği ve dokunulmazlığı:
Mekke ve Medîne mukaddes, mübârek ve müstesna birer şehirdir. Bu iki şehre saygı gösterilmesi, bu şehirlere mahsus bazı dokunulmazlıklara riâyet edilmesi, Allah ve Rasûlü tarafından istenmiştir. Mekke'nin bu özelliğinin hem tarihini hem de mânasını Buhârî'nin bir rivayetinde açıkça görmek mümkündür: Muâviye ve oğlu Yezîd zamanlarında Mekke vâlîliği yapan Amr b. Sa'îd (v. 70/690), Mekke'de düzeni sağlamak için birlikler gönderip dururken Ebû-Şurayh birgün ona şunları söylemişti: Ey vâlî! Bana izin ver de sana, Rasûlullah'ın Mekke fethinin ertesi günü yaptığı, gözlerimle gördüğüm ve kulaklarımla işittiğim hitabeyi nakledeyim. Allah Rasûlü Rabbine hamdü senadan sonra şöyle buyurdu: "Şüphesiz Allah Mekke'yi dokunulmaz kıldı, fakat insanlar buna riâyet etmediler. Allah'a ve âhiret gününe iman eden bir kimseye orada kan dökmek, oranın ağacını kesmek helal değildir. Eğer birisi çıkar da orada Allah Rasûlü'nün savaştığını öne sürerek kendisine destek ararsa ona şöyle deyin: Allah, Rasûlüne izin vermiştir, fakat size izin vermiyor, Allah orada bana, gündüzün kısa bir bölümünde izin verdi, bugün ise oranın dokunulmazlığı, dün olduğu gibidir, bunu burada olanlar, olmayanlara ulaştırsın." Râvi Ebû-Şurayh'ın anlattığına göre vâlî Amr, kendisine şu mukabelede bulunmuş: "Ben bu hususu senden daha iyi biliyorum; (Harem-i şerîfin dokunulmazlığı vardır) fakat orası devlete isyan edene, kan dökene, fesat çıkarana sığınak olamaz."(65)
Sonradan müctehidler bu hadîs ve anlayışlar üzerine yorumlar yapacaklar, bazıları ne sebeple olursa olsun Harem bölgesinde çatışma olamıyacağı, kısas cezası bile uygulanamıyacağı; buranın, iç ihtilâflar bakımından tarafsız ve askerden arındırılmış bir bölge olacağı görüşünü savunurken, bazıları başka çare bulunmaması halinde, buraya sığınan bazı suçluların cezalandırılmasının caiz olduğunu ileri süreceklerdir.(66)

2. Kısâs:
Kısâs ile ilgili âyetler (Bakara: 2/178, 179; Mâide: 5/45; İsrâ: 17/33) gereği Mekke'de Rasûlullah (s.a.), Hüzeyl kabilesinden bir şahsı, Süleym kabilesinden birisi öldürdüğü için kısas ile cezalandırmıştır. Fetih'ten sonra îrad buyurdukları hutbede de şu ifâdeye yer vermişlerdir: "Bir yakını öldürülen kişinin önünde iki seçenek vardır; ya kendisine tazminat ödenir, yahut da -bunu kabul etmezse- katil kısas olunur..."(67)

 



65. Buhârî, Meğâzî, 51.
66. İbn Kayyim, age., C. III, s. 434-458.
67. Buhârî, Diyât, 8.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

3. Alkollü içki satışının yasaklanması:
Rasûl-i Ekrem (s.a.), alkollü içkilerin içilmesinin yasaklanmasından bir müddet önce şöyle buyurmuştu: "Ey insanlar! Allah, şarapla ilgili işaretlerde bulunuyor, umarım bu konuda âyetler gönderecektir, kimin yanında bundan bir miktar varsa hemen satsın ve bedelinden faydalansın." Râvî Ebû-Sa'îd el-Hudrî ekliyor: Aradan çok uzun zaman geçmeden Rasûlullah şöyle buyurdu: "Allah şarabı (alkollü içkileri) kesin olarak yasakladı, bu âyeti duyan ve yanında bunlardan bulunan kimse ne içsin, ne de satsın."
Alkollü içkilerin satımının yasaklanmasının tarihi konusunda iki hadîs bilgi vermektedir. Bunlardan birincisi Câbir b. Abdullah'ın rivâyet ettiği hadîstir. Burada Câbir, Rasûlullah'ın, fetih yılı Mekke'de, şöyle buyurduğunu işittim diyor: "Allah ve Rasûlü, şarap, murdar et, domuz ve put satışını kesin olarak yasaklamışlardır."
İkinci hadîs, Hz. Âişe tarafından rivayet edilmektedir. Burada da Hz. Âişe, Bakara sûresinin sonlarındaki ribâ ile ilgili âyetler gelince Rasûlullah'ın Mescid'e çıktığını ve şarap ticaretini yasakladığını naklediyor.(68)
Bu hadîsleri birlikte göz önüne alırsak, şarap ticaretinin yasaklanmasının fetih yılında olduğunu söylemememiz gerekecektir; Ebû-Sa'îd el-Hudrî hadisinden, içme yasağı ile satış yasağının arka arkaya olduğunu anlamak da mümkündür; ancak diğer iki hadîs tarih konusunda açık olduğu için, Ebû-Sa'îd hadîsini de bu çerçevede değerlendirmek gerekecektir. Buna göre Ebû-Sa'îd birkaç yıl içinde gelen iki hükmü arka arkaya anlatmış olmaktadır.

4. Müddetli evlenmenin yasaklanması:
İslâm'da evlenme akdi, geçici bir zaman için, müddetli olarak değil, devamlı olmak üzere yapılır. İkinci bir tasarruf ile evlenme bağı çözülmedikçe akit taraflardan birinin ölümüne kadar devam eder.
Hayber savaşına kadar, savaş hali zaruri kıldığı için müslümanların, belli bir müddet için akit yaparak evlenmelerine de izin verilmişti. Müt'a nikâhı denilen bu nevi evlenme, nihâî hükme müslümanların intibaklarını kolaylaştırmak üzere, önce Hayber savaşında yasaklandı. Sonra bir müddet daha serbest bırakıldı ve sünnilerin çoğunluğuna göre Mekke'nin fethi seferinde kesin ve devamlı olmak üzere kaldırıldı.(69)

 



68. Müslim, Müsâkât, 67-72.
69. Müslim, Nikâh, 22; İbn Kayyim, Zâdu'l-me'âd, C. III, s. 342 vd.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

5. Hukuk karşısında eşitliğin ilânı:
Mekke fethi seferinde Mahzûm kabilesinden bir kadın hırsızlık yapmış, kadına hırsızlık cezasının uygulanma ihtimali Kureyş mensuplarının zoruna gitmiş ve çare aramaya koyulmuşlardı. Hz. Peygamber'in çok sevdiğini bildikleri Üsâme b. Zeyd'i aracı kıldılar. Üsâme, Rasûlullah'tan, cezayı uygulamamasını isteyince, Allah Rasûlünün yüzü sararmış ve Üsâme'ye "Allah'ın koyduğu bir cezayı uygulamayayım diye aracılık mı ediyorsun" diyerek serzenişte bulunmuş ve akşam üzeri insanları toplayarak onlara şu hitabede bulunmuştur: "Sizden öncekilerin helâk olup gitmelerine sebep ancak şudur ki, içlerinden asâlet sahibi birisi hırsızlık ederse ona dokunmaz, serbest bırakırlardı, zayıf birisi hırsızlık ederse onu cezalandırırlardı. Allah'a yemin ederim ki eğer Muhammed'in kızı Fâtıma hırsızlık etseydi, onu da aynı şekilde cezalandırırdım." Bu hitabeden sonra emretmiş, kadına ceza uygulanmıştır. Hz. Âişe'nin nakline göre kadın sonradan samîmi olarak tevbe etmiş, ıslâh-ı nefseylemiş ve Hâne-i sa'âdete gelip gidenler arasına girmişti.(70)
Bu olay, hırsızlık cezasının, muhtemelen ilk uygulamasının, Mekke fethi sırasında yapıldığına delâlet etmesi yanında, ondan da önemli olarak, gerek kanunda ve gerekse uygulamada insanların "hukuk önünde eşit oldukları" prensibini getirmekte, bunu canlı bir şekilde ortaya koymaktadır.

6. Kabir ziyaretine izin verilmesi:
İslâm'ın getirdiği tevhîd inancı yerleşme döneminde iken, Allah'tan başka bir varlığa tapınmanın izlerinin silinmesi, bu konuda en küçük bir tavîze yer verilmemesi gerekiyordu. Bu sebeple, faydalı tarafları bulunmasına rağmen kabir ziyaretleri de yasaklanmıştı. Rasûlullah (s.a.) Mekke'yi fethedince annesinin kabrini ziyaret etmeyi arzulamış ve bunun için Rabbinden izin istemişti. Allah'ın izin vermesi üzerine şöyle buyurdular: "Kabirleri ziyaret edin; çünkü kabirler âhireti hatırlatır." Bir başka hadîslerinde de "Sizi, kabirleri ziyaretten menetmiştim; artık ziyaret edin; çünkü bunlar size âhireti hatırlatır."(71)

 



70. Buhârî, Hudûd, 12; Müslim, Hudûd, 8-11.
71. Müslim, Cenâiz, 105, 108.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Dokuzuncu yıl:
1. Çıplak tavâfın yasaklanması:
Araplar, İslâm'dan önce genellikle Kâbe'yi çıplak tavâf ederler, içinde günah işledikleri elbise ile tavâfı caiz görmezlerdi. Bundan ancak Kureyş mensupları ile, bunların tavâf için elbise verdiği diğer kabile mensupları müstesna idi. Vedâ haccından bir yıl önceki hac mevsiminde, Rasûlullah (s.a.), Hz. Ebû-Bekir'i hac emîri tayin etmiişlerdi. Emîr, aldığı talîmat gereği, bayram günü halka şunu ilân etmişti: "Duyduk duymadık demeyin! Bu yıldan sonra hiçbir müşrik haccedemiyecek ve hiçbir çıplak da Kâbe'yi tavâf edemiyecektir."(72) Hz. Peygamber'in açıklama ve uygulamalarından anlaşıldığı üzere erkek ve kadınların avret (kapanması gereken) yerlerini açmaları haramdır ve bunları açan kişi, kısmen giyimli de olsa çıplak sayılır. Kâbe'yi tavâf eden kadınların el, yüz ve ayakları dışında kalan yerleri, erkeklerin ise diz kapakları ile göbekleri arasındaki kısımları örtülmüş olacaktır.

2. Mulâ'ane:
Mulâ'ane, karşılıklı lânetleşme, birbirine lânet okuma demektir. Aslında müslümanların birbirine lânet okumaları yasaktır. Ancak karısına zina isnad edip de bunu isbat edemiyen kişi ile karısı arasında, hâkimin huzurunda başvurulan mulâ'ane caiz görülmüştür. Bu usûlün başlangıcı da hicrî dokuzuncu yılda, Rasûlullah'ın Tebûk seferinden dönmelerini takip eden günlerde olmuştur. Sefer'den dönenler arasında bulunan Uveymir el-Aclânî hanımının hamile olduğunu görünce çocuğun kendinden olduğunu inkâr etmiş ve Rasûlullah'a başvurmuştur. Bir müddet sonra hâdise ile alâkalı vahiy geldiği için Peygamberimiz çifti çağırtmış ve mulâaneyi icra etmiştir.(73) İlgili âyet şöyledir: "Eşlerine zina isnadında bulunup da kendilerinden başka şahitleri olmayanlara gelince, onların her birinin şahitliği, kendisinin doğru söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ederek şahitlik etmesi, beşinci defa da, eğer yalan söyleyenlerden ise Allah'ın lânetinin kendi üzerine olmasını dilemesidir..." (Nûr: 24/6-9). Koca bunu yapmakla iftira cezasından kurtulmakta ve hâkim, mulâane sonunda çifti ayırmaktadır. Mülâane usûlü yahudilerde de vardır; ancak yemin kadına ettirilir, ayrıca lanetli su vb. kullanılır (Sayılar: 5/16 vd.).

Onuncu yıl:
1. İnsan haklarının ilânı:
Vedâ haccına kadar, çeşitli vesilelerle, âyetler ve hadîsler, insanların temel hak ve hürriyetlerini açıklamış, İslâm toplumundan bunlara riâyet edilmesini istemiş, hatta dünyada hak ve adâletin gerçekleşmesi, zulmün ortadan kalkması için mücadeleyi (cihadı) onlar için mukaddes görev haline getirmişti. Bu cümleden olarak Râsulullah (s.a.) daha hicretin ilk yılında Medîne'deki yahûdîler ile andlaşma yapmış, hazırladığı anayasaya onların da hak ve hürriyetlerini dercetmiş; kendilerine din ve vicdan hürriyeti yanında adlî muhtariyet de bahşetmişti. Daha sonra Necran hristiyanlarıyle yaptığı sulh andlaşmasında aynı hakları -daha da fazlasıyle- onlara da tanımış, bunların süresiz olarak korunmasını istemişti. Kur'ân-ı Kerîm: "Yeryüzünden fitne (baskı ve zulüm) kalkıncaya ve din tamamen Allah için oluncaya (korkuya ve baskıya dayalı dindarlık ortadan kalkıncaya) kadar onlarla (baskı ve zulüm yapanlara karşı) savaşın" (Bakara: 2/193) ve "Dinde zorlama yoktur, doğru eğriden ayrılmış, ortaya çıkmıştır" (Bakara: 2/256) diyerek din ve vicdan hürriyetini, daha önce naklettiğimiz naslarla da, kanun ve kazâ önünde eşitlik, mesken dokunulmazlığı, fırsat eşitliği vb. hakları ilân etmişti. Rasûl-i Ekrem (s.a.) vedâ haccında toplanan büyük kalabalığı fırsat bilerek bu hak ve hürriyetleri, yeni bazı hükümlerle beraber ilân etmek istemiş, bunun için Arefe günü tarihi bir hitâbede bulunmuştu. Hitâbenin üslûbu, Hucurât sûresinde, İslâm'ın insanlık ve toplum anlayışını ortaya koyan âyetin (49/13) üslûbuna benziyordu. Âyet, "Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için küçük büyük guruplara ayırdık. Şüphe yok ki Allah katında en değerli ve üstün olanınız en müttaki olanınızdır (Allah'ın haklarına en fazla saygı gösterenlerinizdir); şüphesiz Allah bilendir, haberdar olandır." diyordu. Rasûlullah da hutbesine "Ey insanlar!" diye başlamış, Hucurât sûresindeki eştilik ve fazilet (üstünlük) prensibine işaret etmiş ve sonra da -özetle- şunları söylemişti: "Şu mukaddes şehrinizde, mukaddes ayınızda, mukaddes gününüz ne kadar mukaddes ve doknulmaz ise kanlarınız (hayatlarınız) , mallarınız, namus ve şerefleriniz de o kadar birbirinize haramdır, dokunulmazdır. Herkes duysun, cahiliye devrinden kalan her şey ayaklarımın altındadır. Cahiliye devrinden kalan kan dâvaları kaldırılmıştır... Cahiliye devrinden kalan faiz borçları kaldırılmıştır... (Bu iki konuda ilk uygulamayı da kendi yakınlarından başlatmıştır). Kadın hakları konusunda Allah'tan korkun. Onları Allah'ın emâneti olarak aldınız, Allah'ın kanunu gereği onlarla karı-koca oldunuz... Size, sarıldığınız müddetçe doğru yoldan sapmayacağınız bir şey bıraktım: Allah'ın Kitâbı!.. Benden sonra, birbirinizin boynunu vuran kâfirler olmayın." Rasûlullah hutbesinden sonra "vazifemi yerine getirdim mi, aldığım talimâtı tebliğ ettim mi?" diye sormuş, halkı ve Allah'ı buna şahit tutmuştur.(74)
(Allah Rasûlü bir başka hadîslerinde, hutbede geçen dokunulmazlık ve dayanışma prensiplerini şöyle açıklamışlardır: "Çekemezlik etmeyin, haksız rekabette bulunmayın, birbirinize darılmayın, sırt çevirmeyin, birbirinizin satım akitlerini bozmayın ve Allah'ın kulu kardeşler olun. Müslüman müslümanın kardeşidir; ona haksızlık etmez, yüzüstü bırakmaz, onu küçümsemez. (Üç kere kalbini işaret ederek) takvâ şuradadır! (İyi davranışlar gönülden gelmelidir, Allah rızâsına dayanmalıdır.) Bir müslümana kötülük olarak, müslüman kardeşini küçük görmesi yeter! Müslüman bütünüyle, diğer müslümana haramdır; kanı, malı, namus ve şerefi."(75)
Hicrî onuncu yılda ikmâl ve ilân edilen hak ve hürriyetleri bütünü ile ele alıp değerlendirdiğimiz zaman karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır: İslâmın öngördüğü toplum yapısında insanlar; aynı ana-babadan gelme kardeşler, müslümanlar ise buna ek olarak, aynı imanı ve değer hükümlerini paylaşan kardeşlerdir, insanların büyük küçük guruplara ayrılması (kabile, kavim, millet, ümmet oluşları), "iradeye bağlı olmayan özelliklere" dayanarak üstünlük taslamak ve başkalarına hor bakmak için değil, tanışmak ve bütünleşmek içindir, insan ilişkilerinde merhamet, fazilet, eşitlik, dayanışma ve adâlet hâkim olacaktır. Bunlar, toplum yapısının temel taşlarıdır. Devlet, hak için halka hizmet maksadıyle var olan bir hukuk devletidir; ferd, toplum ve devletin bağlı bulunduğu, yazılı bir mukaddes metin vardır: Allah'ın Kitâbı. Bu metinde, daha çok çerçeve hükümler vardır, bunların zaman ve zemine göre uygulanmasını sünnet, sahâbe tatbikatı ve ictihad sağlayacaktır; anayasadan yönetmeliklere kadar bütün mevzûat bu kaynaklara dayanacaktır; nitekim Rasûlullah'ın Medîne Site devleti anayasası, Ana Kitaba dayalı ilk ana-kanun örneği olmuştur, insanların temel hak ve hürriyetleri, Kitabullah'a dayanmakta ve Allah'ın himayesi altında bulunmaktadır, Allah'ın himayesini yeryüzünde O'nun kullarının oluşturduğu toplum (ümmet) temsil etmektedir ve ümmet bunun için teşkilatlanacak, bunlar uğruna mücadele verecektir.

 



72. Buhârî, Hac, 67.
73. Dârekutnî, Sünen, Medîne, 1966, C. III, s. 277.
74. Müslim, Hac, 147; Buhârî, Hac, 132.
75. Müslim, Birr, 32.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

2. Vasıyet, neseb, nafaka ve borçla ilgili hükümler:
Bundan önceki bahiste gördüğümüz meşhur vedâ hutbesi daha ziyade amme hukuku ile ilgili prensipleri ihtiva etmektedir. Rasûlullah bu hutbede, hususi hukuk sâhasına giren hükümler ve kaideler de tebliğ etmiştir; hutbe uzunca ve önemli hükümleri muhtevi olduğu için bir râvi tamamını nakledememiş, çeşitli râviler tarafından parça parça rivayet edilmiştir. Tirmizî'de, Ebû-Umâme'den gelen bir rivayet şöyledir: Vedâ Haccı'nda Rasûlullah'ın, hutbesinde şöyle dediğini işittim: "Şüphesiz Allah Teâlâ, hak sahibi her mirasçıya hakkını vermiştir, artık vârise vasıyet (ile mal vermek) yoktur, doğan çocuk yatağa (yatak sahibi nikâhlı kocaya) aittir, zina edene ise mahrumiyet (ve ceza) vardır, bunların hesaba çekilmeleri Allah'a aittir (ayrıca âhirette Allah'a karşı sorumlulukları vardır), babasından başkasını baba bilen, sahiplerinden başkasını sahip bilen kişi üzerine, kıyamete kadar sürecek Allah'ın lâneti vardır (her çocuk, gerçek babasının soy adını taşıyacak ve ailenin soyunu devam ettirecektir, evlat edinmek yoktur), kocasının izni olmadan hiçbir kadın, kocasının malvarlığından bir şeyi sadaka olarak vermesin -"Yiyecek de vermesin mi Yâ Rasûlullah" diye soruldu, "o, mallarımızın en kıymetlisidir" cevabını verdi.- İyreti alınan şey sahibine geri verilecek, ürününden istifade edilsin diye verilen nesne -zamanı gelince sahibine- iade edilecektir, borç ödenecektir, bir borca kefil olan -borçlu ödemede bulunmazsa borcu- ödeyecektir."(76)
Cahiliye devrinde kadınlara, kızlara mirastan pay verilmez, ayrıca vasıyet yoluyla, mirasçı olsun olmasın herkese istenildiği kadar mal bırakılırdı. İslâm kızlar ve kadınlar da dahil olmak üzere bütün akrabaya, mirastan âdil ölçüde paylar ayırmış, bunun dışında vasıyet yoluyla mirasçıya mal bırakılmasını yasaklamıştır. Cahiliye döneminde âdet haline gelen evlat edinme de yasaklanmış; yetim, kimsesiz çocukların, aileleriyle soy ilişkileri ve hukuk bağları kesilmeksizin, alınıp himaye edilmesi, bakılıp beslenmesi, cemiyete kazandırılması teşvik edilmiştir. Sadaka iyreti verme, borç verme gibi dayanışma örneklerinde bunların kötüye kullanılmaması, hak ve emanetlere riayet edilmesi istenmiştir.

3. Cezanın şahsîliği prensibi:
Vedâ haccında, Arafat'da îrad edilen hutbe, Amr b. el-Ahvas rivayetinde şu ilâveyi de ihtiva etmektedir: "... Hiçbir suçlu, kendisinden başkası aleyhine (başkasını suçlu kılan) bir suç işleyemez; suçlu, çocuğu aleyhine; çocuk, babası aleyhine suç işleyemez (kişinin işlediği suç kendisini bağlar ve sorumlu kılar). Şunu bilin ki, şeytan, sizin şu ülkenizde kendisine tapınılmaktan ümidini kesmiştir; fakat küçümsediğiniz işlerinizde ona itâatınız olacak, bu da onu hoşnut kılacaktır!"(77)
Kur'ân-ı Kerîm "Suç işleyip ceza çeken, başkasının cezasını çekmez." (En'âm: 6/164) âyetiyle cezanın şahsîliği prensibini açık olarak getirmiş, Rasûlullah da hutbelerinde bu prensibi açıklayarak ilân etmişlerdir. Birçok eski hukukta, suçun cezasını yalnızca suçlu çekmez, onun yakınları da cezadan paylarını alırlardı. "Cezâyı yalnızca suçu işleyenlerin ve ona yardım edenlerin çekmesi gerektiği, diğer masum kişilerin, suçlu ile yakınlıkları olsa dahi ceza çekmelerinin adâlete aykırı olduğu" şeklinde ifade edebileceğimiz "cezanın şahsîliği" ancak Fransız İhtilâlinden sonra, Batı Hukuklarına, bir prensip olarak girmiştir. İslâm Hukuku ise başından beri bu prensibi ilân etmiş ve titizlikle uygulamıştır.

 



76. Tirmizî, Vasâyâ, 6; Avnu'l-Ma'bûd, C. VI, s. 309.
77. Tirmizî, Fiten, 2.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

4. Vasıyetin üçte birle sınırlandırılması:
Vârise vasıyet yasaklandığı gibi, yabancılara vasıyet yoluyla mal bırakma da, terikenin üçte biri ile sınırlandırılmış, geri kalan mal, verese için mahfuz hak olarak bırakılmıştır. Sa'd b. Ebî-Vakkâs hasta olmuş, Rasûlullah'ın (s.a.) kendisini ziyareti sırasında malını, hayır ve hasenat için vasıyet edeceğini söylemişti. Rasûlullah, "Vârislerini varlıklı bırakman, insanlara el açan yoksullar olarak bırakmandan daha iyidir" buyurmuş, vasıyetini, malının üçte biri ile sınırlandırmasını istemiştir.(78)

5. Faizin yasaklanması ve akitlerin serbest bırakılması:
Onuncu yılda nâzil olan Mâide sûresi "Ey iman edenler! Akitleri îfa ediniz." âyeti ile başlıyordu. Burada akitler, kayıtsız ve sınırsız olarak zikrediliyor, yasaklananlar dışında kalan akitlerin mûteber olacağı anlatılıyor, bu sebeple onların îfa edilmesi, gereğinin yerine getirilmesi isteniyordu. Şüphesiz İslâmdan önce de Arabistan'da ve özellikle Hicaz bölgesinde bilinen birçok akit çeşidi vardı. İslâm bunların ahlâka ve adâlet prensiplerine aykırı olanlarını yasakladı, geri kalanlarını ya aynen, yahut da gerekli ıslâhatı yaparak kabul etti, gerektikçe her birinin kuruluş, şart ve hükümlerini açıkladı. Bu âyette ise bilinen (isimli) akitler yanında, o gün bilinmeyen, fakat kıyâmete kadar insanların ihtiyaç duyup icad edecekleri akitlerin genel hükmünü beyan etti: "Akitler bir takım borçlar doğurur, bu borçları yerine getiriniz." Cahiliye devrinde akitler, ancak bir takım şekil şartları ile gerçekleşiyor ve borç doğuruyordu. İslâm bunların da çoğunu -amme menfaati ve nizamının gerekli kıldığı şartlar dışında kalanları- kaldırdı ve akdin kuruluşunu karşılıklı rızâya bağladı: "Ey iman edenler! Sizin karşılıklı rızânıza dayanan ticaret olmadıkça mallarınızı, aranızda, bâtıl yollar ile (elde edip) yemeyin." (Nisâ: 4/29).
Bu batıl yollardan biri de faiz geliri idi. İslâmdan önce araplar arasında çok yaygın olan faizciliği İslâm, zaman içine yayarak (tedrîcen) yasakladı, önce faizin en zalimi olan "katlı faizi" yasakladı: "Ey iman edenler! Üstüste katlanmış olarak faizi yemeyin, Allah'tan korkun ki kurtuluşa eresiniz; kâfirler için hazırlanmış bulunan ateşten sakının." (Âlü-İmrân: 3/130). Sonra faiz mahiyetinde olan bazı muâmeleleri yasakladı. Rasûlullah (s.a.) vedâ hutbesinde eskiden kalma faiz borçlarını iptal etti ve bunun ilk uygulamasını da kendi yakınlarından faiz alacaklısı olanlar üzerinde yaptı. Bütün bunlardan sonra faizin bütün çeşitlerini, sınırsız ve kayıtsız olarak yasaklayan şu âyetler geldi: "Faiz yiyenler, şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi kalkarlar. Bu hal onların, "alım-satım tıpkı faiz gibidir" demeleri yüzündendir. Halbuki Allah, alım-satımı helal, faizi haram kılmıştır. Bundan sonra kime Rabbinden bir öğüt gelir de (Rabbin öğüdünü dinler de) faizden vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir, artık onun işi Allah'a aittir. Kim de tekrar faize dönerse, işte onlar cehennemliktir, orada devamlı kalırlar./Allah faizi tüketir, (faiz önce servetleri, sonra kendini yer bitirir), sadakaları ise bereketlendirir. Allah küfürde ve günahta ısrar eden hiçbir kimseyi sevmez.../Ey iman edenler! Allah'tan korkun; eğer gerçekten iman ediyorsanız, halen mevcut faiz alacaklarınızı terkedin./Şayet bunu yapmazsanız, Allah ve Rasûlü tarafından size açılan savaştan haberiniz olsun. Eğer tevbe edip vazgeçerseniz, sermayeniz sizindir; ne haksızlık etmiş, ne de haksızlığa uğramış olursunuz." (Bakara: 2/275, 276, 278, 279).
Yirmi üç yıl içinde Rasûlullah'a gelen vahiy (Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnet) prensipler, ana kaideler, çerçeveler bakımından dini tamamlamıştı. Bundan sonra kıyamet gününe kadar ortaya çıkacak olan mesele ve problemler, bu kaynaklara, genel ve çerçeve hükümlere bakılarak, ictihad yoluyla çözülecek, dinin hayatta intibakı sağlanacaktı. İşte bu sebepledir ki yine vedâ haccında Allah Teâlâ şanlı Rasûlüne şu âyeti vahyetmişti: "Bugün size dininizi tamamladım, size olan nimetimi ikmâl ettim ve sizin için din olarak İslâm'a razı oldum (sizin için razı olduğum din İslâm'dır.") (Mâide: 5/3).

 



78. Buhârî, Vasâya, 2, 3; Müslim, Vasıyyet, 5, 7, 8, 10.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

II. RASÛLULLAH'IN DEVRİNDE KAZÂ VE NOTERLİK:
A- KAZÂ:
Rasûlullah (s.a.) hayatı boyunca, diğer vazifeleri yanında kazâ vazifesini de yürütmüş, kendisine intikal eden dâvaları kimi zaman açık vahiy ile, kimi zaman da ictihadı ile hükme bağlamış, adâleti en güzel bir şekilde tevzî eylemiştir. Hükme varırken O'nun, objektif delillere dayandığını göstermesi bakımından şu açıklamaları önem arzetmektedir: "Ben ancak bir beşerim, siz de bana dâvalarınızı getiriyorsunuz, olur ki taraflardan biri delilini daha ikna edici bir şekilde sunar, ben de bu sebeple onun lehine hükmederim; imdi kime, kardeşine (diğer bir müslümana ait, karşı tarafa ait) hakı hükmeder, verirsem sakın onu almasın, ona bir parça ateş vermiş olurum."(79) Hz. Peygamber fiilen hâkimlik etmekle beraber muhâkeme usûlü ve âdabı ile ilgili kaideler koymak ve açıklamalar yapmak suretiyle de İslâm kazâ müessesesinin temelini atmıştır.
İbn Ömer'in verdiği bilgiden anlaşıldığına göre Hz. Ömer'in hilâfetine kadar kazâ vazifesi bütünüyle hâkimlere devredilmemiş, devlet başkanları (Rasûlullah ve ilk halîfe) bu görevi bizzat yürütmüşlerdir. Ancak bu genel durum, bazı konularda ve yerlerde, bazı kişilere hâkimlik (kazâ) görevinin verilmediğni ifade etmemektedir. Nitekim Rasûlullah (s.a.) hayatlarının sonlarına doğru bir sahâbî'ye "Kazâda, bazı işlerde (küçük dâvalarda) benim yerimi al, benim yerime sen muhâkeme ve hükmeyle" buyurmuştur."(80) Medîne'de bazı dâvalar için Medîne dışında ise genel olarak Rasûlullah'ın, ashâbına kazâ görevi verdiğini gösteren vak'alar ve rivayetler vardır:
Ma'kıl b. Yesâr anlatıyor: Rasûlullah (s.a.) bana "filân kimseler arasındaki filân dâvaya bak" buyurdu, ben "muhâkeme etmeyi beceremem yâ Rasûlullah!" dedim, şu cevabı verdiler: "Kasten haksızlık etmedikçe Allah, hâkimin yanındadır, yardımındadır."(81)
Rasûl-i Ekrem, Hz. Alî'yi ve Muâz'ı, hâkim olarak Yemen'e göndermiş ve ikincisine "ne ile hükmedeceğini" sormuştu, Mu'âz'ın sıra ile "Kur'ân-ı Kerîm, Sünnet ve İctihad ile hükmederim" demesi üzerine de tasviplerini ifade buyurmuşlardı.(82)
İki kişi, birbirinden dâvacı olarak Rasûlullah'a (s.a.) gelmişlerdi, Ukbe b. Âmir'e dönerek: "Kalk, dâvaya bak ve hükmünü ver!" buyurdu, Ukbe "Yâ Rasûlullah, bu işe siz benden daha lâyıksınız" deyince "böyle olsa da sen hükmet" diye ısrar ettiler. Ukbe "hangi esasa göre" diye sordu, Allah Rasûlü şu cevabı verdi: "İctihad et, eğer isabet eder, doğruyu tutturursan on sevap alırsın, ictihad eder de hataya düşersen bir sevap alırsın."(83)
İki kardeşe ait bir ev vardı, avlunun ortasına hayvan bağlamak için bir yer yapmışlardı, kardeşler ölünce, geride bıraktıkları vârislerden her biri hayvan ağılının kendilerine ait olduğunu iddiâ ederek Rasûlullah'a başvurdular. Rasûlullah (s.a.) Huzeyfe b. el-Yemân'ı görevlendirdi, (gidip mahallinde keşif yapmasını ve dâvayı hükme bağlamasını istedi), Huzeyfe gitti, yeri gördü, hayvanları bağlama yerleri (ip veya halkalar) hangi tarafta ise bu yerin de onlara ait olduğuna hükmetti. Sonra Rasûlullah'a (s.a.) dönerek yaptığını anlatınca "isâbet etmişsin" cevabını aldı.(84)
Bu dönemde dâva, şifâhî olarak açılır, genellikle mescitte görülür, Kitâb ve Sünnet'te mevcut hüküm ve usûl kaideleri ile ictihada dayanılarak yürütülürdü. Rasûlullah'ın ömrü boyunca verdiği hükümleri toplayan kitap bölümleri ve müstakil eserler vardır.(85)

 



79. Buhârî, Ahkâm, 20; Müslim, Akdıye, 4.
80. el-Heysemî, Mecmau'z-zevâid, Beyrut, 1967, C. IV, s. 196.
81. Heysemî, age., C. IV, s. 193.
82. Ebû-Dâvûd, Akdıye, 11; İbn Hanbel, Müsned, C. V, s. 230, 236, 242.
83. Dârakutnî, C. IV, s. 203; İbn Hanbel C. IV, s. 205.
84. Dârakutnî, C. IV, s. 229.
85. Bölüme örnek: Heysemî, age., C. IV, s. 203 vd.; kitaba örnek: İbnu't-Tallâ, Muh. b. Ferac (v. 497/1104), Akdıyetu'r-Rasûl.
Rasûlullah devrinde kazâ ve kadılar için bak. Doç. Dr. F. Atar, İslâm Adliye Teşkîlâtı, Diyânet Neşri, s. 39-53.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

B- İFTÂ:
İftâ, fetvâ vermek, genellikle bir soru üzerine dinin hükmünü bildirmek mânasına gelmektedir. Bunu yapanlara sonradan "müftî" denilmiştir. Ancak Rasûlullah devrinde bu terim yerine "âlim, fakih, zu'r-ra'y" gibi terimler kullanılmaktadır. Hz. Peygamber'in asıl vazifeleri içinde "iftâ" da vardır; O'nun yaşadığı dönemde dinin hükmünü bildirecek başka bir kaynak yoktur; ashâb, ya O'ndan duyduklarını naklederek fetvâ vermişler, yahut da ictihad ederek fetvâ vermişlerse, bunu Rasûlullah'a arzederek doğru olup olmadığını sormuşlar ve buna göre amel etmişlerdir.
Kaynaklar, Rasûlullah (s.a.) zamanında şu ashâbın, gerektiğinde fetvâ verdiklerini nakletmektedir: Ebû-Bekir, Ömer, Osman, Alî, Ubey b. Kâ'b, Mu'âz b. Cebel, Zeyd b. Sâbit, Abdurrahmân b. Avf, Ammâr b. Yâsir, Huzeyfe b. el-Yemân, Ebu'd-Derdâ, Ebû-Mûsâ el-Eş'arî, İbn Mes'ûd, Ubâde b. es-Sâmit (r.a.)(86).
Şüphesiz bu devirde ashâbın ictihad etmesi ve fetvâ vermesi, ya Rasûlullah'ın (s.a.) bulunmadığı yerlerde gerektiği için olmakta, yahut da onların eğitilip yetiştirilmeleri maksadına dayalı bulunmaktadır. Bu mânada adı ictihad ve fetvâya karışmış daha başka sahâbe de vardır; bunların kısa hal tercümeleri bir sonraki bahiste verilecektir.

C- NOTERLİK VE RESMÎ YAZIŞMALAR:
Kur'ân-ı Kerîm'de, borç ilişkilerinin yazıya geçirilmesi, hakların zayi olmaması ve gerektiğinde isbat edilebilmesi için gerekli tedbirlerin alınması emrolunmuştur: "Ey iman edenler, belli bir vâdeye kadar karşılıklı borçlandığınız zaman onu yazın. Bir kâtip, onu aranızda adâletle yazsın... iki de şahit bulundurun..." (Bakara: 2/282)
Bu emri ilk yerine getiren Rasûlullah ile O'nun ashâbı olmuş, karşılıklı borç-hak ilişkilerinin yazılması, vesikaya bağlanması hususi hukuk yanında amme hukukuna de teşmil edilmiş, anlaşma ve andlaşmalar yazıya geçirilmiş, bu gelişmeler sonunda uzun zaman dilimizde, Kur'ân ifadesine uygun olarak "kâtib-i adil" olarak anılan moterlik müessesesi de doğmuştur.
Hz. Peygamber devrinde, borçlanma ve benzeri hukuki tasarrufların yazıya geçirilmesi ve vesikaya bağlanması ile ilgili örneklerden zamanımıza kadar gelenleri vardır. Bunlardan birini bize Buhârî nakletmektedir: Rasûlullah (s.a.) el-Addâ b. Hâlid'den bir köle satın almış ve bir satış senedi tanzim ettirerek şunları yazdırmıştır: "Bu Rasûlullah Muhammed'in el-Addâ'dan aldığıdır, müslümanın, müslümana satışıdır; alınanda (kölede) hiçbir hastalık, kötülük ve suç sabıkası yoktur."(87)
Bu satım akdinin konusu köledir; Rasûlullah (s.a.) kendisine hediye edilen köleyi bile âzâd ettiğine göre bunu da âzâd etmek üzere almış olacaktır. Köle, önemli bir akit konsu olduğu, akit ve teslim sonrasında da tarafları ilgilendiren gelişmeler, hak iddiâları vb. olabileceği için, akit yazı ile tesbit edilmiş ve satım konusunun özellikleri kaydedilmiştir. Böylece günümüzde taşınmazların, taşıma araçlarının vb. satımında kanuni şart haline gelmiş bulunan yazım ve tescile kapı açılmış olmaktadır.
Hz. Ömer'e Hayber ganîmetlerinden bir hurmalığın isabet ettiğini, Rasûlullah ile istişareden sonra bu toprağı vakıf haline getirdiğini daha önce zikretmiştik.(88) Bu vakfın vesikaya bağlandığını ve gerektikçe vakıf senedinin yeniden yazıldığını şu nakilden anlıyoruz: Yahyâ b. Sa'îd, Hz. Ömer'in torunu Abdulhamîd b. Abdullah'ın kendisine şunları yazdırdığını rivayet etmektedir: "Bismillahirrahmânirrahîm, bu, Allah'ın kulu Ömer'in, Semğ adlı hurmalığı hakkında yazdırdığı seneddir. (Senedde dercedilen şart şudur:) Toprağın aslı satılmayacak, bağışlanmayacak, vârislere intikal etmiyecektir; (bundan istifade hakkı) fakirlere, akrabaya, kölelere, Allah yolunda olanlara, yolda kalmışlara aittir. Vakfı idare edenlerin (mütevellînin) normal ölçüler içinde buradan yemesi ve ikram etmesi serbesttir, ancak kendine mal biriktirmesi caiz değildir. Ürününden artan yoksula ve mahruma verilecektir. Semğ'in yöneticisi isterse, ürünü satarak burada çalıştırmak üzere köle satın alabilir." Bunu Muaykîb yazmış ve Abdullah b. el-Erkam da şahitlik etmiştir. Abdullah'ın vefatı yaklaşınca, Hz. Ömer'in şu mealdeki vasıyetini de senede ekletmiştir: Yaşadığı müddetçe Semğ'i Hafsa yönetecek, ondan sonra da yine onun ailesinden aklı başında olanlar vakfı yöneteceklerdir."(89)

 



86. Hacevî, el-Fikru's-sâmî, C. I, s. 169-173.
87. Buhârî, Buyû', 19.
88. Buhârî, Şurût, 19; Vasâyâ, 22, 28.
89. Ebû-Dâvûd, Vasâyâ, 13; Hacevî, age., C. I, s. 211 vd.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İkinci Bölüm
SAHÂBE DEVRİ
(Fıkhın Gelişme Çağı)

Giriş:
Fıkıh tarihçileri ikinci devreyi sınırlarken çeşitli nokta-i nazarlardan hareket etmişlerdir. Hukukî hayatı karakterize eden nesli göz önüne alanlara göre bu devre Rasûlullah'ın (s.a.) intikaliyle başlar ve hulefâ-i Raşidinin sonuna (41/661) yahut da sahâbe neslinin sonu olan ikinci asrın başlarına kadar uzanır.
Siyasî iktidarı nazarı itibare alanlara göre ikinci devre Hulefâ-i râşidin veya Emevîlerin sonuna kadar devam eder.
Gerek râşid halîfeler gerekse Emevîler devrinde fıkhî hayata yön veren sahâbedir; bu sebeple iki iktidar devrini aynı daire içinde ele almak uygun olacaktır. Ancak iktidarın fıkha tesiri bakımından mevcut farkı belirtmek için bahis, iki ayrı alt bölüm içinde verilecektir.

A- HULEFÂ-İ RÂŞİDİN DEVRİ:
1- Devre Umûmî Bakış:
a) Özet:
Bu devir (11/632) yılında Hz. Ebû Bekr'in halife olmasıyla başlar. 21-R.evvel-41/26-Temmuz-661 tarihinde Hz. Hasan'ın hilâfeti Muâviye nâmına terketmesiyle sona erer.
Bu devrede Hz. Ebû Bekir isyan ve irtidâd hareketlerini bastırarak fetihlere başlamış, Hz. Ömer fetihleri devam ettirmiş, İslâm ülkesinin sınırları doğuda Amuderya, kuzeyde Suriye ve Ermenistan, batıda Mısır'a kadar uzanmıştır. Hz. Osman bu sınırları daha da genişletmiştir.
Üçüncü halîfenin şehid edilmesi üzerine Hz. Ali'ye bey'at edilmişse de Şam vâlisi Muâviye, azilden kurtulmak için, şehid halifenin kan dâvasını bahane ederek Hz. Ali'ye beyat etmemiş, bu davranış müslümanları iç savaşlara sürüklemiştir. Mezkûr çalkantılar içinde, başta siyâsî iken sonraları itikad ve fıkha da tesir eden iki grup (mezheb) doğmuştur: Şîa ve Havâric.

b) Açıklama:
Allah Rasûlü'nün dünya hayatını tamamlamasından sonra Hz. Ebû-Bekir'e -pek azı müstesnâ- bütün sahâbe bey'at etmişler, O'nu halîfe seçmişlerdi. Halîfe ilk iş olarak bazı yerlerde baş gösteren irtidad hareketlerini bastırdı, zekât ödeme konusundaki direnişleri kırdı, iç düzeni sağladı. Sonra Sûriye ve Irak fetihlerini başlattı, Hz. Ömer'in tavsıyesi üzerine, çeşitli yazı malzemelerinde yazılmış bulunan Kur'ân-ı Kerîm'i bir Mushaf halinde toplattı, titizlikle karşılaştırmalar ve kontroller yapıldıktan sonra, Hz. Peygamber'in eşi Hafsa'ya teslim ederek, muhâfaza altına aldırdı. Böylece Fıkh'ın en önemli kaynağı -onu gönderen Allah Teâlâ'nın vâdettiği gibi- toplanıp kitab haline getirilerek korunmuş oluyordu. Hz. Ebû-Bekir vefât etmeden önce Hz. Ömer'i hilâfet için namzet göstermiş, ümmetin onu seçmelerini istemişti, onlar da bunu uygun görerek bey'at ettiler. Birinci halifenin hilâfet dönemi iki sene, üç ay, sekiz gün sürmüştü, onun yerini alan ikinci halîfe, fetih, adâlet ve meşveretle yönetim bakımlarından aynı çizgi üzerinde yürüdü. İslâm ülkesinin sınırlarını, yukarıda zikredilen noktalara getirdikten sonra şehid edildi, onun da hilâfeti on yıl altı buçuk ay devam etmişti. Üçüncü olarak hilâfet makamına, ümmetin ittifakı ile Hz. Osman seçildi. Bu makamda on iki yıl kadar (on gün eksik) kalan üçüncü halîfe, ülke sınırlarını Doğu'da ve Batı'da daha da genişletmiş, Mushaf'ın nüshalarını çoğalttırarak ülkenin büyük merkezlerine birer nüsha göndermişti. Hz. Osman, bazı Emevî yakınlarına vâlilik gibi büyük devlet vazifeleri vermişti, bunlar, yaşlı halîfenin bilgisi dışında birtakım uygunsuz işler ve haksızlıklar yaptılar. Bir yandan Hâşim oğulları, diğer yandan, saltanatları ellerinden alınan, ülkeleri fethedilen İranlılar ve yahudiler ayaklandılar, bu sonuncuların reisi de meşhur Abdullah b. Sebe' idi. Irak ve Mısır'dan hareket eden muhâlifler Medîne'de toplandılar, Halîfe'nin konağını kuşattılar ve sonunda onu da şehid ettiler. Dördüncü olarak hilâfet makamına, Rasûlullah'ın amca oğlu ve damadı Hz. Alî geldi, ancak önemli muhâlefetlerle karşılaştı. Basra'da, Hz. Âişe'nin etrafında toplanan Zubeyr b. el-Avvâm, Talha b. Ubeydullah ve diğerleri, Hz. Alî'nin şahsına itiraz etmiyorlar, fakat ona bey'at edenler arasında bulunan ihtilalcilerden -ki bunları, Hz. Osman'ın katilleri sayıyorlardı- intikam alınmasını istiyorlardı. Hz. Alî ise bunun zamanı gelmediği, istikrarı sağlamak için bir müddet beklenmesi gerektiği kanâatinde idi. Karşı tarafın ısrar ve ısyan etmesi üzerine ordusu ile Kûfe'ye geldi, ısyancıları mağlub etti. Talha ve Zubeyr şehid oldular, Hz. Âişe de Medîne'ye avdet etti. Öte yandan Şam'da vâli olan Muâviye b. Ebû-Süfyân ile yanında bulunan Amr b. el-Âs ve bazı sahâbîler de Hz. Osman'ın intikamı alınsın sloganı ile ayaklandılar, Suriye-Irak sınırında bulunan Sıffîn'de iki taraf karşı karşıya geldiler, müzâkereler fayda vermeyince savaş başladı, Halîfe'nin üstün geleceği anlaşılınca karşı taraf bir hile ile savaşı durdurdular ve ihtilâfın hakeme havâlesini istediler, Halîfe'nin çevresinden önemli bir gurup da bunu istediği için Ebû-Mûsâ el-Eş'arî hakem tayin edildi, karşı tarafın hakemi ise Amr b. el-Âs idi.(1) Hakemler, yılın başında Devmetu'l-cendel'de bir araya geldiler, Amr, oğlu Abdullah'ın seçilmesini istedi, Ebû-Mûsâ bunu kabul etmedi ve Abdullah b. Ömer'i teklif etti, Amr sükût edince kabul ettiğini zannederek durumu ilân etmek üzere kürsüye çıktı ve Hz. Alî'yi azlettiğini açıkladı, arkasından kürsüye çıkan Amr, Muâviye'yi halîfe ilân etti. Ebû-Mûsâ buna şiddetle karşı çıktı ise de iş işten geçmişti, sonuç alamadı, Amr Şam'a gelerek Muâviye'ye bey'at etti ve Muâviye her geçen gün biraz daha güçlendi.(2) Hz. Alî'yi tutanlar, hakem olayından sonra üç guruba ayrıldılar:

ba) Haricîler (Havâric):
Bunlar, hakem formülünü kabul ettiği için Hz. Alî'ye, yakınlarını iş başına getirmek suretiyle hânedân saltanatına kapı açtığını ileri sürerek Hz. Osmân'a, hanedân ve kabilecilik dâvası güttüğü için Muâviye'ye karşı çıkıyorlardı. Haricîlere göre hilâfet ve otorite bir aile veya şahısta olmamalıdır, otorite ümmete ait olmalı, hür iradeleri ile halîfeyi ümmet seçmeli, ümmetin âlim ve zeki kişileri onu kontrol etmelidir, halîfe seçilen kişi bundan imtina edemez ve işi hakeme havale eyleyemez. Gelişerek bir mezheb halini alan hâricilikte günah kişileri İslâm'dan çıkarır, zulme ve günaha sapan devlet başkanına karşı ısyan etmek ve onu makamından uzaklaştırmak ümmetin görevidir. Karşı oldukları guruplara bağlı şahısların rivayet ettikleri hadisler kabul edilmez.

bb) Şî'a:
Şîa kelimesi taraftar mânasına gelmektedir. İlk ihtilâfta Hz. Alî'nin tarafını tutanlara bu isim verilmiş, sonraları, Hz. Alî ve ailesini merkez edinerek aşırı inanç ve düşünceler geliştiren kişilerin mezhebi şî'a, bu mezhebe bağlı olan şahıs ise şîî diye anılır olmuştur. Şî'aya göre başından beri hilâfet Hz. Alî'nin hakkı idi, sahâbe ona bu hakkı vermedi, bazılarına göre Hz. Alî'de peygamberlik de vardır. Sapıklığı daha ileri noktalara götüren şîî guruplar da mevcuttur. Genellikle bu mezhebde, ancak ehl-i beyt kanalından gelen hadîslere itibar edilir, senedinde ehl-i beytten birinin bulunmadığı hadîs mûteber değildir...

bc) Cumhûr:
Cumhûr, çoğunluk demektir. Burada cumhûrdan maksat, aşırı uçlara sapmayan; dini, Hz. Peygamber ve râşid halîfelerin geliştirdikleri usûl içinde anlayan, hadîsleri, guruplara göre değil, metinlerine ve rivayet eden şahısların objektif vasıflarına göre değerlendiren ve her asırda orta yolu, gerçek İslâm anlayışını temsil eden müslümanlardır. Bunlar başlangıçta hem Hz. Alî'nin, hem de Muâviye'nin yanında bulunuyorlardı. Hz. Hasen'den sonra devlet başkanlığı Muâviye'ye geçince genellikle onun tarafında bulundular.
Hz. Alî, hilâfet makamında dört yıl, dokuz ay on gün kaldıktan sonra Kûfe'de hâricîler tarafından şehid edildi. Onun tarafında olanlar, oğlu Hz. Hasan'a bey'at ettiler. Ancak Muâviye hilâfet sevdâsından vazgeçmiyor ve gün geçtikçe kuvvetleniyordu. Hz. Hasan müslüman kanının dökülmesini önlemek ve birliği sağlamak için Muâviye namına hilâfetten ferâğat etti, böylece hicrî 41. yılın Rabî'ul-evvel ayında başkanlık Muâviye'ye geçmiş ve saltanat dönemi başlamış oluyordu. Rasûlullah (s.a.) bir mucize olarak bu gelişmeyi zamanından önce haber vermiş ve şöyle buyurmuştu: "Hilâfet otuz yıldır, sonra yine saltanata dönecektir.", "Bu iş peygamberlik ve rahmet olarak başlamıştır, sonra hilâfet ve rahmet, sonra ısırgan saltanat, sonra yeryüzünde baskı, zulüm ve fesâd olacaktır." Bir başka hadîslerinde, zaman içinde yine peygamberlik izindeki hilâfetin avdet edeceğini bildirmişlerdir.(3) Ümeyye oğullarının devamlı destekledikleri Muâviye'nin iktidarı, zaman içinde daha da güçlenmiş, onun, oğlu Yezîd adına ümmetten zorla bey'at alması ile devam eden gelişmeler sonunda Emevî saltanatı kurulmuştur.

 



1. İbn Sa'd, Tabakat, C. III, s. 31.
2. Hacevî, age., I, 225.
3. İbn Hanbel, C. V, s. 220, 221; Ebû-Dâvûd, Sünnet, 8; Tirmizî, Fiten, 48, C. IV, s. 273; Heysemî, Mecmau'z-zevâid, C. V, s. 189.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

2- Hüküm Kaynakları:
Ferdî, ictimâî, siyasî herhangi bir hâdise, mesele ve problemin halli için önce Kur'ân-ı Kerîm, sonra da sünnete başvurulacağı Rasûlullah devrinden beri biliniyor ve bu tatbik ediliyordu. Bu iki kaynakta hüküm açık olarak bulunmazsa re'y ictihadına başvuruluyor, fakat varılan hüküm ilk fırsatta Hz. Peygamber'e arzedildiği için sünnet mâhiyetini alıyordu. Halbuki sahâbe devrinde artık vahyin muhâtabı ve ikinci derecede Şâri' (din ve kanun vâzı'ı) Rasûlullah yoktu. İctihad ile varılan hükümlerde ittifak edilebildiği kadar -hatta daha çok- ihtilâf da ediliyordu.
Hz. Ebû-Bekir ve Hz. Ömer, ihtilâfı azalatmak, birliği sağlamak ve Şâri'in maksadına isabet ihtimalini artırmak için -bilhassa âmme hukuku sâhasında- istişâreye baş vuruyor, böylece şûra ictihadı yaptırıyorlardı. Bu ictihadlar sonunda varılan ihtilâfsız hükümler (icmâ) ferdî hükümlerden daha kuvvetli telâkki ediliyor ve buna muhâlefet edilmiyordu. Ferdî ictihadlar (re'y) ise başkalarını bağlamıyordu.
Bu devirde re'y'in mânası: Kitâb ve sünnetin açıklamadığı hükümleri, nasların ve İslâmî prensiplerin ışığı altında hükme bağlamaktır. Istılâh olarak zikredilmemekle beraber, temelleri Rasûlullah zamanında konan, sonraki devirlerde "istihsan, istıslâh, örfü-âdet, kıyâs..." adı verilen esas ve metodlar bu devirde "rey" ismi altında tatbik edilmiştir.(4)

 



4. İbn Kayyim, İ'lâm, C. I, s. 61, 66.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

3- İctihad ve İftâ Bakımından Sahâbe:
Muhammed b. Sa'îd el-Basîrî (v. 696/1297), İbn Hacer el-Heytemî (v. 974/1566) gibi bazı müellifler bütün ashâb-ı kirâmın müctehid olduklarını ileri sürmüş iseler de bu, sevgi ve saygıya dayalı hissi bir değerlendirmeden öteye geçmemektedir. Buna karşı Ebû-İshâk eş-Şirâzî (v. 476/1083) İmam Gazzâlî (v. 505/1111) gibi zevatın değerlendirmeleri daha ilmî ve gerçekçidir. Bunlardan birincisinin mevzûumuzla ilgili ifadesi şudur: "Biliniz ki Rasûlullah ile beraber olan ve genellikle O'ndan ayrılmayan sahâbenin çoğu fakihtir, müctehiddir. Çünkü ashâb için fıkhın kaynakları Allah ve Rasûlü'nün hitapları ile bu iki hitaptan aklın çıkardığı mâna ve hükümler, Rasûlullah'ın davranışları ile aklın bu davranışlardan çıkardığı hükümlerdir. Bunlardan Allah Teâlâ'nın hitâbı Kur'ân-ı Kerîm'dir. Bu Kitâb onların dili ile gönderilmiş, âyetleri ashâbın bildiği sebepler ve içinde yaşadıkları olaylar çerçevesinde nâzil olmuştur. Bu sebeple ashâb onun hem lâfzını, hem mefhumunu, hem lâfızdan çıkan mânasını, hem aklın muhâkemesine dayanan mânasını kolayca anlamışlardır. Ebû-Ubeyde'nin Mecâzu'l-Kur'ân isimli eserinde zikrettiği üzere, hiçbir sahâbînin, Kur'ân'dan bir yeri anlamak için Rasûlullah'a başvurduğu nakledilmemiştir. Rasûlullah (s.a.)'in hitabı da ashâbın dili iledir; onun da mânasını bilmekte; lafzı, mefhumu ve delâleti ile onu anlamakta güçlük çekmemektedirler. Allah Rasûlü'nün ibâdet, muâmelât, ahlâk ve siyâset olarak ortaya çıkan bütün davranışları, ashâbın gözü önünde cereyan etmektedir, bunları anlamış ve tekrar tekrar görerek iyice kavramışlardır. Bu sebepledir ki Rasûlullah: "Ashâbım yıldızlar gibidir, hangisini izleseniz doğru yolu bulursunuz" buyurmuştur. Onların Rasûlullah'tan naklettikleri sözler ve O'nun, ibâdet ve diğer konulardaki davranışları ile ilgili vasıflandırmalar üzerinde durup düşünen herkes, onların fıkıh bilgilerini ve üstün vasıflarını kesin olarak öğrenmiş olur. Şu var ki onlar arasında fetvâ ve hüküm vermek, helal haram konusunda söz söylemekle meşhur olanları belli bir guruptan ibarettir."(5)
İmam Gazzâlî aynı konuda şu satırları kaydetmiştir: "Râşid halîfelerin müctehid oldukları açık olarak bellidir; çünkü müftî ve müctehid olmayan bir kişi devlet başkanlığına ehil olamaz. Sahâbe zamanında fetvâ verenler de müctehiddir; Abâdile, Zeyd b. Sâbit, Muâviye bunlardandır; sonuncusunu bir meselede Şâfiî taklid etmiştir. Hz. Ömer'in halîfe namzedini tesbit etmeleri için tayin ettiği kişilerin (Talha, Zubeyr, Sa'd b. Ebî-Vakkas, Ali, Osman ve oğlu İbn Ömer) de müctehid oldukları söylenmiştir... Kadı'nın (Ebû Bekir el-Bakıllânî) dediğine göre Ebû Hureyre müftî (müctehid) değil, hadîs râvilerindendir. Bu konuda, bizce kaide şudur: Onların yaşadığı asırda kim fetvâ verdi ve bundan menedilmedi ise o kişi kesin olarak müctehiddir. Fetvâ vermeye hiç kalkışmamış olan kesin olarak müctehid değildir. Fetvâ verip vermediği konusunda tereddüdümüz olanların, müctehid olmaları konusunda da tereddüdümüz vardır. Ashâb-ı kirâmın bir kısmı kendilerini ibâdete vermişlerdir, ilim ile meşgul olmamışlardır. Bir kısmı ilim ile meşgul olmuşlardır. İçlerinden amel (iş ve ibâdet) ile meşgul olanlarda ictihad derecesi yoktur. İlim ile meşgul olan ve fetvâ verenler ise müctehiddirler."(6)
Kanâatimize göre bu konuda ashâbı iki guruba ayırmak gerekir: Birinci guruba girenler, Kitâb ve Sünnet'ten yeterince bilgisi ve bunları hâdiselere uygulayacak kadar da anlayış ve yorum kabiliyeti olanlardır ve bunlar şüphesiz müctehid sahâbîlerdir. İkinci guruba girenler de iki kısımdır; birinci kısmın nakil bilgisi vardır, fakat anlayış ve yorum kabiliyetleri eksiktir. İkinci kısımdakiler ise her iki bakımdan da yetersizlik içinde olanlardır. Bir guruptaki sahâbe, belki fetvâ müctehidi değildirler, fakat kendilerine ulaşan delil (âyet, hadîs) ile ya bizzat anlayarak ve yorumlayarak, yahut başkalarına sorarak amel ettikleri için mukallid sayılmaları da mümkün olamaz; bunları kendileri için müctehid, yahut -sonraları meşhur olacak bir terime göre- ittibâ ehli saymak gerekecektir.
Verdikleri fetvâ sayısı bakımından sahâbe fukahâsı üç guruba ayrılmıştır. Bunlardan birinci gurupta Ömer, Alî, İbn Mes'ûd, İbn Ömer, İbn Abbâs, Zeyd b. Sâbit, Âişe vardır; İbn Hacer'in, İbn Hazm'den naklettiğine göre bu zevatın her birinin verdiği fetvâ birer büyük cilt kitaba konu olacak miktardadır.(7) Bu yedi fakih arasında fetvâsı en çok olan da İbn Abbâs'tır. İkinci gurupta yirmi sahâbî vardır: Ebû-Bekr, Osmân, Ebû-Mûsâ, Muâz b. Sa'd, Ebu Hureyre, Enes, Abdullah b. Amr, Selmân el-Fârisî, Câbir b. Abdullah, Ebû-Sa'îd el-Hudrî, Talha b. Ubeydullah, ez-Zübeyr b. el-Avvâm, Abdurrahmân b. Avf, İmrân b. Husayn, Ebû-Bekra, Ubâde b. Sâmit, Mu'âviye b. Ebî-Süfyân, Abdullah b. ez-Zubeyr, Ummu-Seleme. Bunların her birinin verdiği fetvâ bir küçük cilt tutacak kadardır. Üçüncü gurupta yer alan yüz yirmi kadar sahâbînin verdikleri fetvânın tamamı bir cilde sığacak miktardadır.(8)
Bahsin sonunda, başlıca sahâbe fukahâsının hayat hikâyeleri verilecektir.

 



5. Şirâzî, Tabakâtu'l-fukahâ, Beyrut, 1970, s. 35-36.
6. Gazzâlî, Menhûl, Dimaşk, 1980, s. 469-470. Konu ile ilgili başka nakiller için bak. Süyûtî, er-Reddu alâ men ahlede..., İskenderiye, 1984, s. 187-190.
7. İbn Hacer, İsâbe, C. I, s. 22.
8. Bu sahâbenin isim listesini Hacevî vermiştir; el-Fikru's-sâmî, C. I, s. 278 vd. Gerek Hacevî'nin ve gerekse İbn Kayyim'in bu listeden bazı isimlere itirazları ve listeye bazı eklemeleri vardır; İ'lâmu'l-muvakkı'în, C. I, s. 14 vd.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

4- Sahâbe Devrinde Hüküm ve İctihad Prensipleri ile Bazı Örnekler:
a) Sahâbe ictihadın kapısını açmış ve bunu teşvik etmiştir.(9) Hz. ömer, Ebû Mûsâ el-Eş'arî'ye gönderdiği mektupta onu anlayış, kıyas ve ictihada dâvet ve teşvik etmiştir.(10)
Aynı halîfe Kadı Şureyh'a (v. 78/697) da şöyle demiştir: "Kitaptan açıkça anlayabildiğinle hükmet, eğer kitabın tamamını bilmezsen Resûlullah'ın hükmettiği ile hükmet, bunun hepsini bilmezsen doğru yolda olan âlimlerin kazâlarıyle hükmet, bunların da hepsini bilmezsen re'yinle ictihad eyle, âlim ve salih kişilerle de istişâre et."(11)
Sahâbe ictihadını çok defa istişâre yoluyla yapmışlardır. Hz. Ebû-Bekir ve Hz. Ömer'in, sırf istişâre (danışma) işi için Medîne'den ayırmadıkları birer heyetleri vardı.(12)
b) Sahâbe, ictihad ve re'y yoluyla vardıkları hükümleri kesin telâkkî etmemiş, Kitâb ve sünnete nisbet eylememiş, bu iki kaynağa dayanan hükümlerden ayırma konusunda titizlik göstermişlerdir.
Hz. Ebû-Bekir'e "kelâle"nin ne demek olduğu sorulunca: "Ben bu mevzûu reyimle cevaplandıracağım; eğer doğru ise Allah'tandır, hatâ ise benden ve şeytandandır; reyime göre kelâle, bir kimsenin baba ve çocuk bırakmadan vefat etmesi yani mirasçıları arasında bunların bulunmamasıdır." demiştir.(13)
İbn Abbâs: "Kim yiyecek bir şey satın alırsa onu ele geçirmeden satmasın" hadisini rivâyet ettikten sonra "herşeyin böyle olduğunu zannediyorum" demiştir.(14)
c) Bu devirde nazarî ictihad ve teşrî faaliyeti başlamamıştır. Onların teşrîî faaliyetleri tatbîkîdir. Hâdise meydana gelince hükmü araştırılır ve bulunur. Vukuundan önce hâdise ve meselelerin hükmüyle meşgul olunmaz.
d) Zamanın ve hüküm mesnedlerinin (illet) değişmesi sebebiyle hükümleri de değiştirmişlerdir. Bu cümleden olarak:
Hz. Ebû-Bekir zamanında, Hz. Ömer'in itirazı üzerine müellefe-i kulûba(15) verilen tahsisat kesilmiştir. Çünkü artık İslâm'ın onlara ihtiyacı kalmamıştır.(16)
Hz. Ömer'in hilâfetine kadar câmide, toplu olarak kılınmayan terâvih namazı, bu devrede -farzlara karışması ihtimali ortadan kalktığı için- cemâatle kılınmaya başlanmıştır.(17)
Hz. Peygamber kaybolmuş develere rastlayanların onları yakalamamasını, serbest bırakılmasını istemiştir. Çünkü develer uzun zaman kendi kendilerini idâre edebilirler. Bu arada sahipleri onları bulmak imkânına mâliktir.
Hz. Osman kendi zamanındaki ahlâkî durumu göz önüne alarak kayıp develerin i'lândan sonra satılmasını ve bedelinin, ortaya çıkınca sahibine teslim edilmesini emretti. Hz. Ali ise tutulup devletin ahırında, sahibi çıkıncaya kadar beslenerek bekletilmesini istedi.(18)
e) Kitâb ve sünnetin meşrû kıldığı, izin verdiği bazı hususları, kötü neticelerin önlenmesi için menetmişlerdir.
Kur'ân-ı Kerîm, ehl-i kitâb gayr-i müslim kadınlarla evlenmeye izin verdiği halde(19) Hz. Ömer, Medâin vâlisi Huzeyfe'ye yazdığı bir mektupla bunu menetmiş ve "devam ederse müslüman kadınlar kocasız kalır, bu onlar için felâket olur" demiştir.(20)
Hz. Osman hilâfetinde Mina'da, namazı, seferî olmasına rağmen iki rekat değil, tam kılmış ve "Ey insanlar! Şüphesiz sünnet Rasûlüllah ile iki dostunun sünnetidir; fakat bu yıl anlayışı kıt, bilgisiz kimseler çok; onların bunu görüp namazı devamlı iki rekât kılmalarından korktum" demiştir.(21)
Hz. Ömer devrinde Şam ve Irak fethedilince gâziler arâzinin beşte dördünün -menkul ganîmetler gibi- kendilerine dağıtılmasını istemiş, bu isteği ileri sürerken ganîmet âyetine(22) ve Hz. Peygamberin Hayber'deki tatbikatına(23) dayanmışlardı.
Halîfe ise bu topraklar dağıtıldığı takdirde sonra gelenlere bir şey kalmayacağını ve o zaman da bu toprakların korunamayacağını ileri sürüyor, taksim yerine eski sahiplerinde kalmasını ve alınacak haraçtan âmmenin istifadesini istiyordu. İstişâre sonunda halîfenin görüşü kabul edildi.(24)
f) Sahâbe meşrû nizamı korumak ve hukuku muhâfaza etmek için bazı nasların zahirini terketmek veya tahsis ve tamim (genelleştirme) yoluna gitmişlerdir:
Hz. Ömer zamanına kadar bir defada yapılan üç boşama bir sayılırken bu devirde -sû-i isti'mâli önlemek için- üç sayılmıştır.(25)
Hz. Ömer bir kıtlık yılında hırsızlıktan dolayı el kesme cezasını tatbik etmemiştir.(26)
Hz. Ömer devrine kadar zanaatkârlar nezdinde -onların taksîri olmadan- zâyi olan eşya ödetilmezken, bundan sonra -zamanın ahlâkî durumu göz önüne alınarak- ödetilmiştir.(27)
g) Sahâbe bazı hâdisleri Hz. Peygamber zamanında vuku bulanlara benzetmişler, daha önce benzeri geçmemiş bazı hükümleri ise "hayırlı, iyi ve maslahattır" diyerek benimsemişlerdir:
Kur'ân-ı Kerîm'in mushaf halinde toplanması, fiatların kontrolü, Hz. Osman devrinden itibaren cuma için dış ezan (minareden okunan ilk ezan) burada örnek olarak hatırlanabilir.(28)

 



9. age, C. I, s. 14 vd.
10. eş-Şirâzî, Tabakâtu'l-fukahâ, nşr. İ. Abbâs, Beyrut, 1970, s. 39-40.
11. İbn Kayyim, age., C. I, s. 204.
12. İbn Sa'd, Tabakât (Beyrut, 1957), C. II, s. 350.
13. İbn Hazm, el-İhkâm, s. 783.
14. age, s. 1002.
15. Gönülleri İslâm'a ısındırılmak istenen bazı kimselere zekât faslından tahsisat bağlanmıştı. et-Tevbe: 9/60.
16. el-Cessâs, age., C. III, s. 153.
17. el-Bâcî, el-Müntekâ, C. I, s. 205.
18. age, C. VI, s. 142, 143.
19. el-Mâide: 5/6.
20. el-Cessâs, age., C. II, s. 397; İmam Muhammed, el-Âsâr, s. 73-74.
21. el-Bâcî, age., C. I, s. 261.
22. el-Enfâl: 8/84.
23. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C. I, s. 276.
24. Ebû-Yûsûf, el-Harâc, s. 24-27; İbn Sellâm, el-Emvâl, s. 71 vd.
25. Müslim, (M. F. Abdülbâqi neşri), C. II, s. 1098.
26. el-Bâcî, el-Müntekâ, C. VI, s. 64-65; el-Haymî, er-Ravdu'n-nadîr, (Kahire, 1348), C. IV, s. 234; M. Yûsûf Mûsâ, Tarihu'l-Fıkh, s. 72.
27. Şâfi'î, el-Umm, C. III, s. 261.
28. Tafsilât için adı geçen tezimize bakınız, s. 65-67. (2. bölümün sonu).

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

5- Sahâbe Devrinde İhtilâf:
Kur'ân-ı Kerîm ile sahih sünnetin açık olarak ifade ettiği bir hüküm üzerinde müslümanların ihtilâfı, farklı görüş ve inanışlara sahip bulunmaları câiz ve mümkün değildir. Ancak bir taraftan nasların anlaşılması, diğer taraftan da farklı zaman ve mekânlarda bunların tatbiki, kezâ nasların temas etmediği noktalarda -çeşitli metodlarla- hükme varma işi beşerîdir, içtihada dayanır; bu sebeble bütün müslümanların her meselede tek ictihadda birleşmeleri düşünülemez... Zâten Şâri' de bunu şart koşmamış, ictihada teşvik etmiş, hatâ ve isabet olabileceğini ifade ederek hatalı ictihada dahi ecir ve sevap vâdetmiştir.(29)
Bu esaslar dâiresinde karşılaştıkları problemlerin üzerine eğilen sahâbe müctehidleri bazı hükümlerde ihtilâf etmiş, farklı görüş ve neticelere varmışlardır. Sonraki devirler için de geçerli olan ihtilaf sebeblerini şöylece sıralamak mümkündür:

a) Fetihler ve çeşitli vazifeler sebebiyle
Medîne'den uzakta bulunan sahâbenin kendileri
yok iken vahyedilen nasları bilmemeleri:
İbn Mes'ûd, bir sual üzerine, mehir tayin etmeden kocası ölen kadın hakkında Rasûlullah'tan bir hüküm bilmiyorum demiş, sonra ictihadıyle cevap vermiş, Ma'qıl b. Yesâr'dan ictihadının, Rasûlullah'tan vârid hadîse uyduğunu öğrenerek sevinmiştir.(30)
Ebû-Hüreyre cünüb olarak sabahlayan kimsenin orucunun sahih olmadığını söylerken, Rasûlullah'ın hanımlarından birinin hükmü haber vermesi üzerine re'yini terketmiştir.(31)

b) Hadisi sağlam bir kaynaktan
elde etmemiş olmak:
Hz. Ömer üç talâk ile boşanmış kadına nafaka ve mesken tayini hakkında Fâtıma bt. Qays ve cünüp olup su bulamıyan kimsenin teyemmüm ile temizleneceği hakkında Ammâr tarafından nakledilen hadîsleri kabul etmemiştir. Bu râvilerin ahlâkına güvenmekle beraber yanılma ihtimalleri üzerinde durmuştur.(32)


c) Farklı anlamaları:
Âyetler, hadîsler söz, fiil ve takrîrdir. Bunların mânası ve hükümlerinin kesin veya ihtiyarî oluşu bazı mesele ve durumlarda müctehidlerin anlayışına bırakılmıştır. Anlayış beşerîdir; bunda farklılık olması tabîîdir.
Zekât vermeyenlere karşı savaş:
Hac'da tavaf esnasında icrâ edilen remelin mânası ve hükmü;
Müt'a nikâhı;
Köpek dişli yırtıcı hayvanların etleri... konularında bu neviden ihtilâflar olmuştur.

d) Yanılma veya unutmaları:
Sözü tesbit etme veya anlama konusunda hatâlar vâki olduğu gibi bazı hüküm ve kaidelerin unutulması da farklı ictihad ve reylere sebep teşkil etmiştir:
İbn Ömer, Rasûlullah'ın, Recep ayında bir umre yaptığını söylüyordu. Hz. Âişe bunu işitince "yanılmış" dedi.
Hz. Peygamber bir yahûdi ölüsü için ağlayan yakınlarının feryadını işitince "bunlar (sevgilerinden) ağlıyor o ise azab çekiyor" demişti. Bunu bazıları "ölü kendisine ağlayanlar yüzünden azâb çeker" şeklinde zaptetmişlerdir.(33)

e) Birbirlerine aykırı görünen nas ve
hükümleri çeşitli şekillerde telif etmeleri:
Birkaç defa yasaklanıp serbest bırakılan müt'a nikâhı için nihâî hüküm konusunda İbn Abbâs "bu, duruma bağlıdır, zarûret olursa mübah olur" derken cumhur "devamlı olarak haramdır" hükmünü benimsemişlerdir.(34)

 



29. Buhârî, Sahîh (el-Âmira tab'ı) C. VIII, s. 157; Şâfi'î, el-Umm, C. VII, s. 272.
30. Nesâî, Sünen (Kahire, 1930), C. VI, s. 198.
31. Şah Veliyullah, Huccetullah, C. I, s. 299.
32. Şah Veliyullah, age., C. I, s. 300; Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, C. I, s. 287.
33. age, C. I, s. 302.
34. Daha çok bilgi ve örnek için bak. ag., tezimiz, s. 47-54.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

6- Mezhebler:
Sahâbe müctehidleri yukarda sıraladığımız sebeblerle, fıkhî meselelerin bir kısmında ihtilâf etmiş olmakla beraber halk grup grup bunlardan birine bağlanıp diğerini terketmediği için bu devirde -dinî/sosyal kurumlar olarak- mezhepler doğmamıştır.

7- Sahâbe Fukahâsı:
Hz. Ebû-Bekîr (H.Ö. 51-H.S. 13/573-634):
Abdullah b. Ebî-Kuhâfe Osmân et-Teymî, Kureyş kabîlesinden, Mekke'de doğdu, asîl bir âile içinde yetişti, sayılı zenginlerden biri, aynı zamanda Arap soy kütüğü, tarihi ve siyâseti âlimi oldu. Cahiliye devrinin kötülüklerinden ve putperestliğinden nefret eden Ebû-Bekir, Rasûlullah'ın İslâm'a dâvetine tereddütsüz cevap verdi ve "ilk müslüman erkek" olarak tarihe geçti. Kendisinin bunlardan başka önemli özellikleri vardır: Rasûlullah'ın takip sırasında sığındığı mağarada ve hicrette arkadaşıdır. Allah'ın ona bahşettiği temiz fıtrat sebebiyle hiçbir zaman puta tapmamış, şarap içmemiştir. Rasûl-i Ekrem hayatta iken bütün servetini ve hayatını O'na bezletmiş, O'nun tarafından, müslümanlara namaz kıldırmak üzere imam tayin edilmiştir. O'nun vefatından sonra ilk halîfesi olmuş; ilmi, adâleti ve metaneti sayesinde İslâm'ı büyük tehlikelerden kurtarmış, Sevgili Dostu'nun vasıyetini yerine getirmiştir. Özü, sözü doğru (Sıddîk), âdil, merhametli ve cömert idi. Doğru bildiğini yerine getirirken kimsenin kınamasına aldırmazdı. İyi bir hatip, başarılı bir kumandan idi, Rasûlullah (s.a.) onu defalarca askerî birliklerin başına getirmiş, hicrî dokuzuncu yılda da hac emîri tayin etmişti; bu vazifeye getirilen şahsın otorite yanında fıkıh bilgisine de sahip olması gerekir; çünkü hac ibâdeti boyunca halka bunu öğretecek, ayrıca sorulara cevap verecektir.
Hz. Sıddîk hakkında Rasûlullah'ın ve ashâbının öğücü sözleri vardır; bunlar aynı zamanda onun özelliklerine de ışık tutmaktadır:
"Malı ve vücudu ile desteklemesi bakımından en fazla minnet duyduğum kişi Ebû-Bekir'dir. Eğer insanlardan birini dost (halîl) edinseydim Ebû-Bekir'i dost edinirdim (Allah dostluğu, başka bir dostluğa yer bırakmadığı için onu dost edinemiyorum), fakat onunla İslâm'ın getirdiği kardeşlik ve sevgi ilişkimiz vardır. Mescide açılan bütün özel kapılar kapansın, yalnız Ebû-Bekir'in kapısı kalsın."(35)
"İnsanlar Ebû-Bekir ve Ömer'e itâat ederlerse doğru yola ulaşırlar."(36)
Hz. Ömer: "Bizim görüşümüz (reyimiz) sizinkine tâbidir."
Leyl sûresindeki "Temizlenmek üzere malını hayra veren en iyi kul (etqâ) ondan (ateşten) uzak durur." meâlindeki âyetlerin (17-18) Hz. Ebû-Bekir'le ilgili olduğunda müfessirlerin ittifakı vardır. Fahruddîn Râzî, Hucurât sûresindeki "Allah katında en üstününüz, en değerliniz, en müttaki olanınızdır" meâlindeki âyet ile bu âyet arasında ilgi kurarak "Hz. Ebû-Bekir'in, ümmetin en üstün ve değerli insanı olduğu" sonucuna varmıştır.

İctihadından örnekler:
Rasûlullah (s.a.) âhirete intikal edince Hz. Ömer kılıcını çekerek "Kim Muhammed öldü derse boynunu vururum" diye bağırmıştı. Vefat sırasında Medîne dışında bulunan Ebû-Bekir gelince doğru Rasûlullah'ın bulunduğu odaya girdi, mübâret yüzünü açtı, sevgi ve saygı ile öptü ve: "Sana anam babam fedâ olsun! Ölü iken de, diri iken de güzelsin, temizsin. Allah'a yemin ederim ki O, sana iki kere ölüm tattırmayacaktır!" dedi. Hz. Ömer bunu işitince oturdu, Hz. Ebû-Bekir, Allah'a hamdu senâdan sonra şunları söyledi: "Beni dinleyin! Kim Muhammed'e tapıyor idiyse bilsin ki, Muhammed (s.a.) ölmüştür ve kim Allah'a tapıyor idiyse bilinsin ki Allah diridir, asla ölmez."(37) Hz. Ebû-Bekir bu sözlerinden sonra, delil olmak üzere şu âyetleri okumuştu: "Sen de öleceksin, onlar da öleceklerdir." (Zumer: 39/30; "Muhammed ancak bir elçidir, ondan önce de Allah elçileri gelip geçmiştir, imdi o vefat etse veya öldürülse geriye dönüverecek misiniz. Kim gerisine dönerse bilsin ki, Allah'a hiçbir zarar veremez; Allah şükredenlerin mükâfatını verecektir." (Âlü-İmrân: 3/144).
Hz. Âişe bu hadîseyi naklettikten sonra şu değerlendirmeyi yapmaktadır: "Bu hitabelerden her ikisiyle de (yani gerek Hz. Ömer'in sözleri ve gerekse Hz. Ebû-Bekir'in sözleri ile) Allah insanları faydalandırmıştır. Hz. Ömer halkı korkutup sindirdi, içlerinde münâfıklar vardı (karışıklık çıkarmak istiyorlardı), bu hitâbe ile Allah onların plânını bozdu, sonra Hz. Ebû-Bekir, onlara doğru yolu gösterdi ve kendilerine düşen görevi bildirdi."
Resûlullah (s.a.) âhirete intikal buyurunca Ensâr, Benû-Sâ'ide yurdunda, Sa'd b. Ubâde'nin çevresinde toplanmışlar, biri ensârdan, biri de muhâcirlerden olmak üzere iki kişinin halîfe olmasına karar vermişlerdi. Hz. Ebû-Bekir, yanında Hz. Ömer ve Ebû-Ubeyde olduğu halde ensârın toplantısına gitti, kısa süren bir tartışmadan sonra onları "yöneticinin (emîrin) muhâcirlerden, yardımcının (vezîrin) de ensârdan olması konusunda iknâ etti ve Hz. Ömer'i aday gösterdi, onun faziletlerinden bahsetti. Hz. Ömer ise "sen bizim büyüğümüz, hayırlımız ve Resûlullah tarafından en çok sevilenimizsin" dedi, elini tutarak Hz. Ebû-Bekir'e bey'at etti, onun arkasından diğerleri de bey'at ettiler ve halîfe seçilmiş oldu.(38)
Burada Hz. Ebû-Bekir'in, bir devlete iki başkan olamıyacağı şeklindeki görüşü, ensâra vezirlik vermek suretiyle müslüman guruplar arasında olabilecek sürtüşmeyi en uygun bir şekilde ortadan kaldırması, seçimin aday tesbiti ve hür irade ile olması konusundaki davranışı, gerçek İslâm cumhuriyetinin temellerini atan ictihad örnekleridir.
Hâtemu'l-enbiyâ'nın nereye defnedileceği ve namazının nasıl kılınacağı konusunda ihtilâf çıkmıştı. Hz. Ebû-Bekir: "Rasûlullah'ın (s.a.), vefat eden her peygamber, vefat edildiği yere defnedilir, buyurduğunu işittim, vefat ettiği odaya defnedelim." demesi üzerine bunu kabul ettiler. Namaz konusunda da, "müslümanlar gurup gurup odaya girip namazını kılsınlar." formülünü ileri sürdü, bunu da aynen uyguladılar.(39)
Hz. Fâtıma ile Hz. Abbâs, Hz. Ebû-Bekir'e gelerek Rasûlullah'tan kalan mirası talebettiler. Fedek'teki toprak ile Hayber gelirinden hisselerini istiyorlardı. Ebû-Bekir, "Rasûlullah'ın: "Bizim malımız miras olarak kimseye kalmaz, bizden geride kalan sadakadır, Muhammed ailesi bu maldan ancak ihtiyacını karşılar" buyurduğunu işittim dedi ve ekledi: "Vallahi ben de, Rasûlullah ne demiş, ne yapmışsa onu yaparım, bundan ayrılmam." Bu yüzden Hz. Fâtıma'nın kendisine kırılmasına rağmen Hz. Ebû-Bekir, hadîsin gereğini ve kendi anlayışını uygulamıştır.(40)
Bazı kabileler zekâtı ödemeyeceklerini bildirmişler, bu konuda devlete karşı gelmişlerdi. Halîfe Ebû-Bekir (r.a.) bunların üzerine asker sevketmek isteyince Hz. Ömer karşı çıkarak: "Rasûlullah'ın lâ ilâhe illallah diyenlerle savaşılamayacağı" konusundaki sözlerini nakletti. Ebû-Bekir, "Vallahi namaz ile zekâtı birbirinden ayıranlara -birini kabul edip diğerini reddedenlere- karşı savaşacağım; Rasûlullah'a verdiklerinden bir keçi yavrusunu (oğlak) bile bana eksik vermek isteyenlerle savaşacağım." dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer düşünmüş ve şöyle demiştir: "Vallahi bu, Allah Teâlâ'nın Ebû-Bekir'in zihnini açarak doğru anlamasını sağladığı bir husustur ve ben de bunun doğru olduğu kanâatine vardım."(41)
Hz. Ömer, Kur'ân-ı Kerîm'den herhangi bir parçanın kaybolmaması için onu, parça parça yazılı olduğu mahzemeden alıp bir araya getirmeyi, Mushaf halinde muhâfaza etmeyi ilk Halîfe'ye teklif etti. Ebû-Bekir, Hz. Peygamber'in bunu yapmadığını göz önüne alarak önce buna karşı çıktı, sonra Rasûlullah'ın Kur'ân-ı Kerîm'i, bu dağınık malzemeye bizzat yaptırdığını, bunun korumaya yönelik bir tedbir olduğunu, toplamanın, Mushaf haline getirmenin de aynı maksada yönelik bir tedbirden ibâret bulunduğunu düşünerek teklifi kabul etti ve uygulattı.
Hz. Ebû-Bekir, hastalığı ağırlaşınca, ashâbın ileri gelenleri ile istişare yapmış, Hz. Ömer hakkında onların müsbet görüşlerini almış, sonra onu, kendi yerine halîfe seçmelerini istediğini bildiren bir yazı yazdırmış ve halka sunmuştu. Halkın da bunu kabul etmeleriyle, kendisinden sonra Hz. Ömer'e bey'at edildi ve önemli bir sarsıntı olmadan başkanlık konusu halledilmiş oldu.(42) Birinci halîfenin bu anlayış ve davranışı, İslâm'ın, serbest seçime dayalı devlet başkanlığı prensibinin güzel bir uygulamasıdır. Hz. Peygamberin, açıkça isim vererek bir namzet göstermemiş olması ictihada dayanmaktadır. Hz. Ebû-Bekir, Rasûlullah'ın terkini (isim vererek namzet göstermemiş olmasını) bağlayıcı bir davranış olarak görmemiş, amme menfaati gerektiriyorsa isim verme, namzet gösterme ve tavsıyede bulunmanın da başkanın görevleri arasında olduğunu düşünmüş ve bunu yapmıştır. Bunu halka arzetmek ve onların hür iradeleri ile kabul veya reddetmelerini istemekle de, kendi tasarrufunun bağlayıcı olmadığını ortaya koymuştur. Bu sebepledir ki kendisinden sonra, danışma meclisine havâle etme vb. yollar da kullanılmıştır.

 



35. Tirmizî, Menâkıb, 37; Tuhfe, C. X, s. 137 vd.
36. İbn Hanbel, C. V, s. 298.
37. Buhârî, Menâkıbu's-Sahâbe, 5.
38. Buhârî, Menâkıb, 5.
39. İbn Mâce, ma'a's-Sindî, C. I, s. 496; İbn Sa'd, Tabakât, C. II, s. 288, 292.
40. Buhârî, Ferâiz, 3.
41. Buhârî, Zekât, 1.
42. Süyûtî, Târihu'l-Hulefâ, s. 82; İbn Sa'd, Tabakât, C. III, s. 224.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hz. Ömer (H.Ö. 40-H.S. 23/584-644):
Ebû-Hafs Ömer b. el-Hattâb el-Kuraşî, el-Adevî. Hulefâ-i râşidîn'in ikincisi, "Emîru'l-mü'minîn" lâkabının ilk sahibi, adâlet ve cesâret timsâli, büyük sahâbî. Câhiliye devrinde Kureyş'in ileri gelenlerinden idi, kendisini diğer kabilelere elçi olarak gönderirlerdi. Kureyş'i temsil eder, gerektiğinde onları tehdit ve ikaz da ederdi. Rasûlullah (s.a.) Ebû-Cehil ile Ömer'i kastederek "Ya Rabbi, İslâm'ı bu ikisinden biri ile güçlendir" diye duâ ederdi, bu duânın bereketi ile Hz. Ömer, hicretten beş yıl önce müslüman oldu. İbn Mes'ûd'un ifade ettiği üzere, Hz. Ömer müslüman oluncaya kadar müslümanlar, Kâbe'nin yanında namaz kılamazlardı, bundan sonra ortaya çıktılar ve orada namazlarını kılar oldular. İslâm'a hizmetin gerektirdiği meşgale dışında Sûriye-Hicaz arasında dış ticaret ile meşgul olurdu. Hz. Ebû-Bekir vefat edince, onun tavsiyesi ile müslümanlar kendisini halîfe seçtiler ve bey'at ettiler. Halîfe bulunduğu müddet içinde Sûriye ve Irak'ın fethi tamamlandı, ayrıca Kudüs, Medâin, Mısır, Cezîre fethedildi. Ondan önce Araplar, bazı önemli olayları kullanarak tarih belirlemeye çalışırlardı, ilk olarak onun zamanında hicrî tarihe göre takvim başlatıldı. Basra ve Kûfe şehirleri, beytülmal, dîvan onun zamanında kuruldu. Kendisi bizzat sokaklarda ve pazar yerinde dolaşır, âsâyiş ile meşgul olur ve anlaşmazlıkları hükme bağlardı. İslâm tarihinin ilk hâkimi (kadısı) idi. Ona bu görevi, Hz. Ebû-Bekir halîfe iken vermişti.
Hz. Ömer'in karakterini ve manevî gücünü göstermesi bakımından şu hadîs önemlidir: Rasûlullah'ın (s.a.) yanında Kureyş kadınlarından bir gurup vardı, O'nunla konuşuyorlar ve daha fazla hak isteyerek seslerini, O'nun sesinden fazla çıkarıyorlardı. Bu sırada Hz. Ömer geldi ve Rasûlullah'ın huzuruna girmek için izin istedi, bunu duyan kadınlar hemen kalkarak örtülerini büründüler, Rasûlullah izin verdi, Hz. Ömer içeri girdi, bu sırada Rasûlullah gülüyordu. Hz. Ömer "Allah, gülmeni eksik etmesin Yâ Rasûlullah!" diye sebebini merak ettiğini ima etti, Rasûlullah (s.a.): "Yanımda olup, senin sesini işitince hemen örtülerini bürünen kadınların bu hali tuhafıma gitti" buyurdular. Hz. Ömer, Peygamberimize "Siz, çekinmelerine daha lâyıksınız" dedi, kadınlara da "Ey kendilerinin düşmanı kadınlar! Rasûlullah (s.a.)'den çekinmiyorsunuz da benden mi çekiniyorsunuz!" diye çıkıştı. Kadınlar: "Evet sen daha katı ve kabasın" dediler. Bunun üzerine Rasûlullah, Hz. Ömer'e dönerek "Evet, ey Hattâboğlu! Allah'a yemin ederim ki şeytan, hiçbir zaman senin bir yola girdiğini görmez ki, hemen yolunu değiştirip kendisi başka bir yola girmesin!" buyurdu.(43)
Ebû-Hureyre'nin rivayetine göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Sizden önceki milletlerde muhaddesler (Allah'ın, doğru bilgiyi kalbine koyduğu, kendisine ilham ettiği kimseler) vardı; eğer ümmetimde böyle bir kimse varsa bu, Ömer'dir."(44)
Bu özelliğinden olmalıdır ki Rasûlullah'ın ve ashâbının ictihada dayalı birçok hükümlerine Hz. Ömer itiraz etmiş, kendisi bu konularda farklı görüş ileri sürmüş ve vahiy Hz. Ömer'i tasdik etmiştir.(45)
"İşte güçlü olmak, bugünün işini yarına bırakmamaktır." "Emanet, için dıştan farklı olmamasıdır", "Allah'tan korkun (O'nun haklarına saygı gösterin), bilin ki takvâ, sakınmakla olur, sakınanı da Allah korur." sözleri ona aittir.
Bir ateşperestin hançeri ile şehid olduğunda seksen altı bin dirhem borcu vardı, oğluna, evini satarak bu borcu ödemesini vasıyet etti, o da, babasının evini satarak borcunu ödedi.

İctihad ve tasarruflarından örnekler:
Rasûl-i Ekrem (s.a.) rüyasında kana kana süt içmiş, sonra süt kabını -içmesi için- Hz. Ömer'e vermişti. Bu rüyayı nasıl yorumladığı kendilerine sorulunca "süt, ilimdir" buyurmuşlardı.(46) Allah Teâlâ'nın, sevgili Rasûlü aracılığı ile Hz. Ömer'e sunduğu ilim, onun ictihad ve tasarruflarında kendini göstermiş, bunlar, asırlar boyu ilim ve idare adamlarına örnek olmuştur:
Süyûtî, Hz. Ömer'in öncülük ettiği (ilk olarak O'nun gerçekleştirdiği) tasarruflarını şöyle sıralamaktadır: Mescidin genişletilmesi, beytülmalın kurulması teravih namazının cemâatle kıldırılması, alkollü içki içenlerin -seksen sopa vurularak- cezalandırılması, müt'a nikâhının resmen yasaklanması, divanın kurulması (halkın, belli bir sisteme göre defterlere yazılarak ganimetten alacaklarının belirlenmesi ve dağıtımı işini yürüten dairenin kurulması), toprağın ölçülmesi, kıtlık sebebiyle dışardan deniz yoluyla yiyecek getirtilmesi, vakıf tesisi, miras hukukunda "avl" kaidesinin uygulanması (payları küçülterek bütün hak sahiplerinin pay almasının sağlanması), at varlığından zekât alınması...(47) Süyûtî'nin bu listesine şunları da eklemek mümkündür: Irak topraklarının gâzilere dağıtılmayıp eski sahiplerinin ellerinde bırakılması ve gelirinden bütün müslümanların faydalanmalarının sağlanması, bir kıtlık yılında hırsızlık cezasının uygulanmaması, bir temizlik müddeti içinde veya bir mecliste, birden fazla boşamanın geçerli sayılması, iskân politikası (yeni şehirler kurularak arapların buralara yerleştirilmesi, yahûdi ve hristiyanların yerlerinin değiştirilmesi...), tayin edilen büyük memurlardan mal beyanının istenmesi ve görevleri sona erince mal varlıklarının kontrol edilmesi, fazla bulunan malın devlet adına alınması, halîfe seçiminde şûrânın devreye sokulması ve meşveret usûlünün vazedilmesi, cizye ve gümrük vergilerinin konması...
Bu örneklerin bazılarını açmakta fayda vardır:
Hz. Ebu Bekir gibi Hz. Ömer de, ilgili âyetin âmir hükmünü yerine getirerek işlerini meşveret (danışma) ile yürütmüş, bunun için Medîne'de daima bir heyet bulundurmuş, bunların Medîne'den ayrılmalarına -zaruret bulunmadıkça- izin vermemiştir. O devirde bu heyetin belirlenmesi biraz da tabîî olmuştur; imanı, ilmi, ahlâkı, İslâm'daki kıdemi ve hizmeti bakımından mesafe almış, başkalarından daha ileri bir seviyeye gelmiş kişiler halkın itimadını kazanmış olduklarından, şûrânın da tabîî üyeleri haline gelmişlerdir. Hz. Ömer'in danışmanlarla pekiştirdiği ve uyguladığı önemli ictihadlarından biri yeni fethedilen toprakların statüsü ile ilgilidir. Sûriye'den sonra Irak toprakları da fethedilince Hz. Ömer, bu toprakların, menkul ganimetler gibi savaşa katılanlar arasında paylaştırılmamasını, eski sahiplerinin ellerinde bırakılmasını ve bu toprakların gelirlerinden vergi (harâc) alınmasını, alınan harâcın, mevcut ve gelecek bütün müslümanların menfaatleri için sarfedilmesini uygun gördü. Ancak bu kanâatini açtığı zaman sert tepkilerle, itirazlarla karşılaştı. Bilâl b. Ebî-Rabâh, Abdurrahmân b. Avf gibi sahâbîler, halîfenin buna hakkı olmadığını, beşte biri alındıktan sonra geri kalan toprakların, taşınır ganîmetler gibi gazilere dağıtılması gerektiğini, bunun Kur'ân emri olduğunu (Enfâl: 8/41) ileri sürüyorlardı. Halîfe ise "Fethedilen topraklar gazilere dağıtılırsa yetimlerin, dulların, fakirlerin hali nice olur, sınırları ve bu toprakları kim korur?" diyordu. Meseleyi ashâbın ileri gelenleri ile istişare etti; Hz. Alî, Osman, Talha ve İbn Ömer gibi ashâb onu desteklediler. Sonra Ensâr arasından seçtiği on büyük ile istişare etti ve onların da tasviplerini aldı. Bütün bunlardan sonra kararını vererek ictihadını uygulama safhasına koydu. Böylece İslâm tarihinde yeni bir toprak rejimi, yeni bir vergi, yeni bir sosyal adâlet vâsıtası ortaya çıkıyor, ileride "askerî ıktâ", "mîrî arâzî" vb. isimlerle devreye girecek olan toprak rejimlerinin de temeli atılmış oluyordu.(48) Hz. Ömer'in bu ictihadını fey (Haşr: 59/6, 7) ve enfâl (Enfâl: 8/1) âyetlerine dayandırdığını ileri sürenler olmuştur. Kanâatimize göre lâfzî yorum kaideleri müctehidi bu sonuca götüremez; çünkü ganîmet âyeti (Enfâl: 8/41), düşmandan alınan malların -beşte birinin devletçe alınıp özel yerlerine sarfedileceğini, geri kalanların ise gazilere ait bulunduğunu ifade etmektedir. Dağıtmanın taşınır mallara, devlet adına vakfetmenin taşınmazlara ait olduğuna ait naklî bir delil de yoktur. Bu sebeple Hz. Ömer gâî yorum ile (Şâri'in maksadını göz önüne alarak) bu sonuca varmıştır: Aslında bütün mallar ve bu arada ganimet Allah'a aittir. O'nun mülküdür, bunun bir kısmının savaşanlara dağıtılması teşvik maksadına, bu da dinin ve ülkenin korunması gayesine yöneliktir. Bu teşvik kayıtsız şartsız uygulandığında asıl maksada aykırı düşecek ve gerek toplumun ve gerekse ülkenin zararına olacaksa uygulamayı maksada göre ayarlamak gerekir... Hz. Ömer'in, kendisine itiraz edenlere karşı âyet okumayıp, "yetimler, dullar, fakirler ne olacak, sınırları ve malları kim koruyacak" demesi de bu kanâatimize delil teşkil etmektedir.
Hz. Ömer yalnızca danışma yapmak, işleri danışma esasına göre yürütmekle kalmamış, aynı zamanda danışma meclisinin kuruluşu ve işleyişi ile ilgili kaideler de koymuştur. Yaralanıp vefat edeceği anlaşılınca kendisinden, bir halîfe namzedi göstermesi (istihlâf yapması) istenmişti. "Bu iş için, Allah Rasûlü'nün kendilerinden hoşnut olarak gözlerini kapadığı şu altı kişiden daha lâyıkı yoktur" dedi ve "Hz. Alî, Osmân, Talha, Zübeyr, Abdurrahmân b. Avf ve Sa'd b. Ebî Vakkâs"ın isimlerini saydı; "bunların hangisi seçilirse benden sonra halîfe odur" dedi. Kendi oğlu Abdullah'ı da, seçilmemek şartıyle onlara müşavir olarak tayin etti. İslâm tarihinde "şûrâ üyeleri: ashâbu'ş-şûra" diye anılan bu altı kişiye de şu talimatı verdi: Aranızda danışma yapın ve halîfe namzedini tayin edin. Eğer altı kişi, ikişerli üç gurup halinde ihtilâf ederlerse yeniden şûraya başvurun. Dört kişi bir tarafta, iki kişi bir tarafta olursa çoğunluğun reyini kabul edin. Şûrâ üçer kişilik iki gurup halinde ihtilâf ederlerse, başkan Abdurrahman b. Avf'ın bulunduğu tarafın reyini kabul edin ve uygulayın... Ayrıca Ebû-Talha'yı çağırtarak "yanına elli kişilik bir güç almasını, şûrânın güvenlik içinde çalışmasını ve üç gün içinde işlerini bitirmelerini sağlamasını" istedi. Bilindiği üzere Hz. Ömer tarafından kurulan bu ilk "başkan namzedi tesbit şûrası" danışma sonunda Hz. Osman üzerinde karar kılmışlar ve kendilerinden başlamak suretiyle ümmet ona bey'at etmiştir.(49)
Hz. Ömer zamanında fetihler çoğalmış ve devletin geliri de önemli ölçüde artmıştı. Daha önceleri gelirler, devletin hissesi çıkarıldıktan sonra dağıtılırdı; devletin hissesi de, Kur'ân-ı Kerîm'in talimâtına göre -Rasûlullah ailesine, muhtaç yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve ordunun ihtiyacına- sarfedilir, geriye bir şey bırakılmazdı (beytülmal da yoktu). Hz. Ömer çeşitli kaynaklardan elde edilen gelirlerin sarfı zaman alacağı ve bunları bir müddet elde tutmak gerektiği için beytülmalı (devlet hazînesini) kurdu. Dağıtılması gereken malın tesbiti, dağıtılacak kişilerin ve hisselerinin hesaplanması vb. işler bir teşkilâtın kurulmasını zaruri kılıyordu. Halîfe bu konuyu istişâre etti. İşleri olduğu gibi bırakmasını ileri sürenlere karşı, Sûriye ve İran'da gördüklerinden bahseden ve onların yaptığı gibi gelir ve gideri, hak sahiplerini, askeri yazıp tesbit edecek, gerekli kontrolleri yapacak bir kurumun meydana getirilmesini teklif edenlerin görüşlerini kabul etti ve "dîvân" adıyle bunu gerçekleştirdi.(50)
Hz. Ömer'in, devletin fonksiyonu, insan hakları ve hürriyetleri, insanların eşitliği, sosyal adâlet ve dayanışma konularındaki şu sözleri, düşünce ve tasarrufları günümüzde dahi çok ileri bir seviyeyi temsil etmektedir:
Dağıtılacak mal gelmişti, Hz. Ömer kalabalığın hücumuna uğrayan malın dağıtımına bizzat nezaret ediyordu, geriden Sa'd b. Ebî-Vakkas geldi (İslâm'dan önce ve sonra büyük itibar sahibi, ileri gelen kişilerden biri olarak) halkı yardı ve Hz. Ömer'e ulaştı, Halîfe kırbacı ile onu geri iteledi ve şöyle dedi: "Sen Allah'ın yeryüzündeki otoritesinden çekinmeksizin ilerleyip geldiğin için sana, Allah'ın otoritesinin senden çekinmeyeceğini göstermek istedim."
Dîvanı kurup askerleri ve hak sahiplerini yazdırmaya başlayınca kendi kabilesinden bir gurup gelerek "Sen halîfesin, kendini ve kabileni, Hz. Peygamber'den hemen sonraki sıraya yazdırman gerekir" dediler. Hz. Ömer Onlara şu cevabı verdi: "Beni manen iflâs ettirmek için sırtımdan geçinmek mi istiyorsunuz?.. Araplar, Rasûlullah (s.a.) sebebiyle (O'nun sâyesinde) şeref kazanmışlardır. Ona soy bakımından ne kadar yakın olursak olalım, Allah'a yemin ederim ki, diğer milletler iyi amel (iş, ibâdet, davranış) ile gelir de biz amelsiz gelirsek, kıyamet gününde onlar, Hz. Peygamber'e bizden yakın olacaklardır. Kişi soya (kan bağına) bakmaz, Allah'ın rızası için amel eder; amelinin geride bıraktığı kimseyi, soyu sopu ileri götüremez."
Birisi, Hz. Ömer'e "Sen yiyecek, giyecek ve binecek şeylerin en iyisine lâyıksın" demişti, ona şu cevabı verdi: "Benimle halkın misali, birlikte yola çıkan bir guruptur; bunlar yiyeceklerini toplayıp içlerinden birine teslim etseler ve yiyecek işini sen idare et deseler, bu kişi, kendisi için, diğerlerinden farklı şeyler ayırabilir mi?" Muhâtabı "Hayır Ey Mü'minlerin Emîri!" dedi ve Hz. Ömer devam etti: "İşte biz de onlar gibiyiz. Ben memurlarımı sizi dövsünler, namus ve şerefinize dil uzatsınlar, haksız yere malınızı alsınlar diye tayin etmedim; onları tayin edip size gönderdim ki, Allah'ın Kitâbını ve Peygamberimizin sünnetini size öğretsinler. Her kime memuru haksızlık ederse, hakkını alabilmem için -izin almadan- doğrudan bana başvursun." Amr b. Âs sordu: "Bir vâlî, halktan birini tedib etse (âsayiş vb. için re'sen cezalandırsa) ona kısas uygular mısınız yâ Emîre'l-mü'minin?" Halîfe cevap verdi: "Rasûlullah kendini bile kısasen cezalandırmaya teşebbüs eder de ben vâlîye kısas uygulamaz olur muyum?"
Hz. Ömer aynı talîmatı, her hac mevsiminde toplantıya çağırdığı bürokratlarına şöyle tekrarlardı: "Ey insanlar! Ben memurlarımı sizi dövsünler, mallarınızı ellerinizden alsınlar diye göndermedim; onları, aranızda düzen ve âsâyişi sağlamaları ve hakkınızı size paylaştırmaları için gönderdim..."
Şu levhalık sözler de Hz. Ömer'e aittir:
"Benim herhangi bir memurum birisine haksızlık eder de ben bunu öğrendiğim halde düzeltmezsem, haksızlığı ben yapmış olurum."
"Fırat kıyısında bir deve zâyi olup ölse, Allah'ın bunu benden sormasından korkarım."
Büyük Halîfe, vefatından dört gün önce şunları söylemişti: "Allah sağlık verirse -yapacağım düzenleme ve uygulamalar sonunda- Irak'ın dullarını, benden sonra hiçbir kimseye muhtaç olmayacak duruma getireceğim."(51)
Adâletin tevzîi için ilk defa kadı (hâkim) tayin edip gönderme tasarrufu da Hz. Ömer'e aittir. Bu arada Ebû-Mûsâ el-Eş'arî'yi de Basra'ya kadı olarak göndermişti, ona yazdığı bir mektup,(52) İslâm kazâ müessesesi ve muhâkeme usûlünün prensiplerini, çerçeve halinde ifade etmektedir; tasarruflarının son örneğini işte o çerçeve teşkil edecektir:
"Şüphesiz kazâ (adâletin tevzîi) kesin bir farz (ödev) ve uygulanmış, uyulmuş bir sünnettir. Sana bir dâva getirildiği ve iddiâ açıklandığı zaman dinle ve anla, durum ortaya çıkınca hükmet ve hükmü icra eyle; çünkü icra ve infâz edilmedikçe hakkı açıklamanın bir faydası yoktur. Davranışın, huzurunda verdiğin yer ve adâletin bakımından insanları birbirine eşit tut ki, asâlet sahibi, kendisi için başkasına haksızlık edebileceğini ummasın, zayıf (yoksul, arkasız) olan kişi de, adâletinden ümidini kesmesin. Şâhit ve delil getirmek dâvacıya, yemin ise dâvalıya ait (bir yükümlülüktür.) Haramı helâl, helâli de haram kılan neviden olmamak üzere müslümanlar arasında sulh (anlaşma) caizdir. Daha önce hükmedip de bugün yeniden düşündüğün (ictihad ettiğin ve doğrusunu bulduğun) zaman, daha önce başka türlü hükmetmiş olman, seni doğruya dönmekten alıkoymasın, çünkü hakkın kıdemi vardır (hak her şeyden öncedir) ve hakka dönmek, bâtılda kalmaktan hayırlıdır. Kitâb ve Sünnet'te hükmü bulunmayan bir mesele gelir de üzerinde tereddüt edersen onu iyice anlamaya çalış, sonra onun emsâli ve benzeri olan hâdiselerin hükmünü araştırıp öğren ve hadiseleri, benzerlerine kıyas ederek hükme bağla. Mahkemede ortaya çıkmamış bir hakkı veya delili olduğunu ileri süren kişiye, ona ulaşabileceği bir süre ver, eğer delilini getirebilirse onun hakkını başkalarından alır, kendisine verirsin, şahit ve delil getiremezse aleyhine hükmetmek senin için helal olur; şüpheyi ortadan kaldıracak ve körlüğü giderecek en iyi usul budur. İffete iftira etmekten mahkûm olmuş, yahut yalancı şahitlik yaptığı sabit olmuş, yahut da -şahitlik edeceği kişi ile kendi arasında- akrabalık, yakınlık bulunan kişiler müstesnâ olmak üzere, müslümanlar, birbirine karşı şahitlik bakımından udûl (dürüst, şahitliğe ehil) kabul edilirler. Allah Teâlâ (iyi niyetle yapılan) yeminleri bağışlamış, delil ve şahitler sâyesinde kişiye yöneltilen haksızlık ve suçlamaları gidermiştir. Dâvanın taraflarına karşı sabırsız davranmaktan, can sıkıntısından, oflayıp poflamaktan sakın; çünkü hakkın, kendine ait yerlere yerleşmesi (muhâkeme sonunda hakkın yerini bulması) sebebiyle Allah kişinin sevabını artırır ve şânını yüceltir. Allah'ın selâmı üzerinize olsun."

 



43. Buhârî, Menakıb, 6.
44. Buhârî, age, 6.
45. Hz. Ömer'in muvâfekatı diye ifade edilen böyle yirmi küsur örnek vardır; bak. Aynî, Umde, C. II, s. 318; A. Na'îm, Tecrîd Terc., C. II, s. 346. Süyûtî, Târîhu'l-hulefâ, s. 122 vd.
46. Buhârî, Menâkıb, 5.
47. age. s. 136 vd.; Krş. İbn Sa'd, Tabakât, C. III, s. 281-284.
48. Ebû-Yûsüf, K. el-Harâc, s. 24 vd; H. Karaman, İslâmın Işığında..., C. I, s. 138 vd.
49. İbn Sa'd, age., C. III, s. 61, 338; İbn Haldûn, Mukaddime, C. II, s. 612.
50. İbn Sa'd age., C. III, s. 295; İbn Haldûn, age., Kahire, 1401, C. II, s. 676; Süyûtî, age., s. 143.
51. Son kısmın kaynağı: İbn Sa'd, Tabakât, C. III, s. 287, 293, 295, 305, 337.
52. Bu mektûbun, gerçekten Hz. Ömer tarafından yazdırılmış olup olmadığı konusunda farklı görüşler ve iddiâlar vardır. Zâhiriyye mezhebi salikleri -mektup kıyâsa cevaz verdiği için- bunun uydurma olduğunu ileri sürmüşlerdir. Genellikle ulemâ, mektubun Hz. Ömer'e ait olduğunu kabul etmişler, İbn Kayyim gibi bazıları bunu yüzlerce sayfa şerhetmişler ve üzerine hükümler bina etmişlerdir. Bize göre, mektubu bizzat Hz. Ömer yazdırmamış bulunsa dahi o devirde ortaya çıkmış ve uygulamayı aksettiren bir metin söz konusudur ve mektup bu bakımdan da büyük önem arzetmektedir. İddiâlar ve metin için bak. İbn Haldûn, Mukaddime, A. Vâfî neşri, 682. dipnotu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hz. Osmân (H.Ö. 47/577-H.S. 35/656):
Osmân b. Affân b. Ebi'l-Âs b. Umeyye, Kureyş kabilesinden, Râşid Halîfelerin üçüncüsü, cennetle müjdelenmiş on ashâbdan birisi, Mekke'de doğdu, Medîne'de şehid oldu, hilâfeti döneminde Ermenistan, Kafkasya, Horasan, Kirman, Sicistan, Kuzey Afrika ve Kıbrıs fethedildi. Rasûlullah (s.a.) "Rûme kuyusunu kim imar eder, genişletir ve halkın hizmetine sunarsa cennetlik olur" buyurmuşlar, Hz. Osmân bu teşviki emir telakki ederek yerine getirmiştir. Yine Allah Rasûlü Ceyşu'l-usre seferine çıkarken halkı yardıma çağırmış, Hz. Osmân techizatı ile birlikte üçyüz deve ve ayrıca bin dinar vermiştir.(53) Ubeydullah b. Adî, Hz. Osmân tarafından Kûfe'ye vâlî tayin edilen -ve Halîfe'nin anabir kardeşi olan- el-Velîd b. Ukbe'nin sarhoş olması ve halkın kendisinden şikâyette bulunması sebebiyle Halîfe'ye nasihatte bulunmak istemiş ve şunları söylemiştir: "Allah, Muhammed'i halkın elçisi olarak gönderdi ve O'na Kitâbı indirdi, sen Allah ve Rasûlü'nün dâvetine icabet edenlerden oldun, (biri Habeşistan'a, diğeri Medîne'ye olmak üzere) iki kere hicret ettin, Rasûlullah (s.a.) ile beraber bulundun ve O'nun tutumunu gördün, halk el-Velîd hakkında şikâyet edip duruyor (niçin gerekeni yapmıyorsun?)" Hz. Osmân bunları duyup tekrarlayarak tasdik ettikten sonra şöyle devam etti: "...ben O'na (Rasûl'e) bey'at ettim ve Allah'a yemin ederim ki, vefâtına kadar, O'na ne itâatsizlik ettim, ne de hile yaptım, sonra Ebû-Bekir'e, daha sonra Ömer'e aynı şekilde davrandım, sonra halîfe seçildim, benim de onlarınki gibi haklarım yok mudur?" Ubeydullah "Evet, senin de onlarınki gibi hakkın vardır." deyince, Hz. Osmân, "O halde kulağıma gelen dedikodularınız ne oluyor? el-Velîd'e gelince, inşâallah onun hakkında gerekeni yapacağız" dedi, sonra Hz. Alî'yi çağırtarak el-Velîd'in cezalandırılmasını istedi, Hz. Alî de onu, seksen sopa vurarak cezalandırdı.(54) Bu hâdisede Hz. Osmân'ı, bir mühâlifinin dahi takdir ettiğini ve onun faziletlerinden bahsettiğini görüyoruz. Cahiliye devrinde de temiz yaşamış, şerefli bir mevki elde etmiş bulunan Hz. Osmân, Hz. Ebû-Bekir'in dâveti ile, ilklerden biri olarak İslâm'ı kabul etmiştir. Rasûlullah (s.a.), İslâm'dan önce, kızı Rukayya'yı, Hz. Osmân ile evlendirmiş, Bedir savaşı sırasında Rukayya vefat etmiş (bu yüzden Hz. Osmân, Rasûlullah'ın izin ve emri ile hastanın başında kalmış, Bedir savaşına katılamamış, fakat Rasûlullah tarafından katılmış sayılmıştır), Allah Rasûlü ikinci kızı Ummu-Küslum'u da Hz. Osmân ile evlendirmiştir; bu sebeple ona "iki nûrun sahibi" mânasında "zü'n-nûrayn" denilmiştir.
Hz. Ömer'in vefatı sırasında kurduğu şûrânın çalışmalarından ve Hz. Osmân'ı, uzun istişareler ve müzâkereler sonunda ittifakla halîfe namzedi olarak seçtiklerinden, arkasından da müslümanların bey'at etmeleriyle Üçüncü Halîfe'nin göreve başladığından daha önce bahsetmiştik.(55) Hz. Osmân Halîfe seçildikten sonra ilk altı yıl, önceki iki halîfenin yolunda yürümüş, Hz. Ömer'e nisbetle daha yumuşak tabiatli olduğu için de, halk tarafından sevilmiştir. Süyûtî, İslâm tarihinde ilk defa Hz. Osmân tarafından gerçekleştirilmiş bulunan -bir kısmı da onun ictihad kudretini gösteren- tasarrufları şöyle sıralamaktadır:
Hizmetleri sebebiyle bazı kimselere ıktâ yoluyla arâzî vermek.
Devlet için mer'a ve korular tesis etmek.
Mescidi, güzel kokularla kokulamak, her iki Mukaddes Mescidde genişletmeler yapmak.
Daha önceleri, cuma namazı için ilk ezân, hatip hutbeye çıktıktan sonra okunurken, halkın toparlanıp vaktinde camiye gelebilmeleri için bir de dış ezanı okutturmak (bugün, cuma için okunan ilk ezânı okutturmak).
Müezzinlere beytülmaldan maaş bağlamak.
Bayramda hutbeyi namazdan önceye almak.
Gizli mallar denilen nakit, ticârî mallar ve benzerlerinin zekatlarını ödeme işini doğrudan yükümlülere bırakmak (daha önce bütün malların zekâtını devlet toplar ve dağıtır idi).
Emniyet teşkîlâtını kurmak.
Hz. Ömer'in başına gelenler kendisinin de başına gelmesin diye, Mescid'de özel bir bölüm (maksûre) yaptırmak. Bilindiği üzere Hz. Ömer, Mescid'de namaz kıldırırken hançerlenmiş ve şehit olmuştu.
Kur'ân-ı Kerîm'i tek lehçe ve okunuşa göre yazdırıp çoğaltarak başka lehçe ve okuyuşları ortadan kaldırmak.(56) Kur'ân-ı Kerîm Arabistan'da kullanılan yedi lehçede okunabilecek şekilde indirilmiş ve yazdırılmış idi. Başlangıçta kolaylık için buna ihtiyaç vardı; çünkü kabîlelerin, lehçe değiştirmeleri güç idi. Aradan zaman geçip Kureyş lehçesi hâkim hale gelince, bazı kelimelerin çeşitli lehçelerde okunması karışıklığa meydan verdiği için Hz. Osmân, ashâb ile istişare etti, Kureyş lehçesi dışında yazılış ve okunuşu yasakladı. Ebû-Bekir tarafından yazdırılan Mushâf'ı esas alarak yazdırdığı Mushaf nüshalarını önemli merkezlere gönderdi ve muhtemel bir kargaşayı ortadan kaldırmış oldu.(57) Gerçi Kur'ân-ı Kerîm'de, mahdut sayıdaki kelimelerin başka lehçelerde de okunmasının mânaya bir tesiri yoktu, bu bakımdan Kur'ân-ı Kerîm için bir tehlike de söz konusu değildi, fakat yine de -mâna bakımından olduğu gibi, şekil ve lâfız bakımından da- birlikte fayda vardı.
Hz. Osmân hilâfetinin ikinci altı yılında devlet görevleri ve nimetlerinin tevzîi bakımından farklı bir yol izlemeye başlamış, bu da müslümanların memnuniyetsizliklerine, şikâyetlerine sebep olmuş, başta yahudiler olmak üzere müslümanların gizli ve açık düşmanlarına fırsat hazırlamıştır. Daha önce (hicrî 25. yılda) Sa'd b. Ebî-Vakkas'ı Kûfe vâlîliğinden azletmiş, yerine anabir kardeşi el-Velîd b. Ukbe'yi tayin etmişti. Yeni vâlî, halka sarhoş namaz kıldıracak kadar sefih bir kişi idi, bu yüzden kendisine yapılan şikâyeti ve aldığı tedbiri yukarıda söz konusu etmiştik.
İkinci altı yılda, akrabaya öncelik tutumu daha da arttı. Abdullah b. Ebî-Serh'i Mısır'a tayin etti. Mervân'a Kuzey Afrika'nın ganîmet gelirlerinin beşte birini verdi, diğer akrabalarına da buna benzer imtiyazlar ve imkânlar tanıdı. Tayin ettiği memurlardan halk şikâyet ediyor, ashâb bu şikâyetleri ona ulaştırıyor ve bu memurları azletmesini istiyorlar, o ise vâlilerine mektup yazıyor, Allah'tan korkmalarını, halka zulmetmekten geri durmalarını emrediyor, fakat onları azletmeye yanaşmıyordu. Akrabasına sağladığı farklı imkânlar ve gelirler konusundaki şikâyetlere ise şu cevabı veriyordu: "Bu, Allah'ın emrettiği sıladır; yani akrabaya yardımdır, benden önceki iki halîfenin de bunu yapmaya hakları vardı, yapmadılar, ben ise yapıyorum." Onun bu ictihad ve yorumu da çoğu kimseyi tatmin etmiyordu. Mısır vâlisinin zulmü dayanılmaz hale gelince buradan bir hey'et Medîne'ye geldi. Halife, uzun mücadeleden sonra Hz. Ebû-Bekir'in oğlu Muhammed'i Mısır'a tayin ettiğini bildiren bir yazı yazdırıp ellerine verdi, bu sırada Medîne'de bulunan Mervân, Mısır vâlisine hitaben gizli bir yazı yazdı, gelenleri öldürmesini bildirdi ve yazının altına Halîfe'nin mührünü bastı. Bu yazıyı götüren ulak yolda yakalandı, vâlî namzedi ile yanındakiler büyük bir gazap içinde Medîne'ye geri döndüler, başka yerlerden gelen şikâyetçilerle beraber Halîfe'nin konağını kuşattılar, Halîfe bu mektubu kendisinin yazdırmadığına yemin edince Mervan'dan şüphe ettiler ve onu kendilerine teslim etmesini istediler, Hz. Osmân onu da teslim etmedi, Hz. Alî, Talha, Zübeyr gibi büyük sahâbîler, Halîfe'nin bu tutumunu tasvip etmedikleri için evlerine çekildiler, işi bir müddet dalgalanmaya bıraktılar, ancak Halîfe'ye bir zarar gelmesini istemedikleri için de oğullarını muhâfız olarak konağın kapısına gönderdiler. Âsîler arkadan duvarı yıkarak içeri girdiler ve Halîfe'yi şehit ettiler.(58)
Kanâatimize göre İslâm tarihinin seyrini değiştiren bu acı olayın gerisinde yatan sebepleri şöyle sıralamak mümkündür:
a) Hz. Osmân'ın yumuşak tabîatı, merhameti, akrabaya düşkünlüğü ve yaptıklarının dine ve ahlâka uygun bulunduğu kanâati (ictihadı), bu konularda kendisinden farklı düşünen şûrâ üyelerinin görüşlerini uygun bulmaması.
b) Ümeyye oğullarının Hâşim oğullarını aşarak toplum üzerinde hâkimiyet kurmak üzere harekete geçmeleri. Ümeyye oğulları, İslâm'dan önce Mekke ve çevresinde hâkim vaziyette idiler, İslâm cahiliye âdetlerini ve düzenini yıktığı, soy sop yerine şahsî fazilet ve liyakat esasını getirdiği için üstünlüklerini kaybettiler, kendi hanedanlarına mensup bulunan Hz. Osmân halîfe olunca, onun tabîatından faydalanarak iktidarı ele geçirmenin zamanı geldiğine hükmettiler ve Halîfe'nin iyi niyetinden, zaman zaman gafletinden istifade ettiler.
c) Büyük sahâbenin, ictihad bakımından Halîfe'den farklı düşündükleri için ona destek vermemesi, kargaşanın böylesine acı bir sonuç getireceğini ummadıkları için başkaca tedbir almayı gerekli görmemesi.
d) Ensârdan ve muhâcirlerden birçok sahâbe, Halîfe'ye gelerek âsîleri silah gücü ile dağıtmayı teklif ettikleri halde Halîfenin, kendi hayatını kurtarabilmek için başkalarının kanlarının akmasını kabul etmemesi.
e) Hemen öldüreceklerinden korktuğu için Mervân'ı âsîlere teslim etmediği gibi kendisinin de hilâfeti bırakmaması. Bu ikinci konuda Abdullah b. Ömer ile istişâre etmişti, Abdullah ona: "...nasıl olsa Allah'ın dediği olur, sen İslâm'da böyle bir çığır açma; sonra halîfeye kızan her gurup gelir, konağını kuşatır ve onu hilâfetten uzaklaştırırlar (hal'ederler)" dedi, Hz. Osmân da bu görüşe katıldı.(59)
Hz. Osmân, Rasûlullah'ın (s.a.) yıllarca önce müjdelediği şehâdet mertebesine ermiş, isâbet etsin, etmesin iyi niyet ve ictihadının ecrini görmüştür. Nitekim kendisi de müdâfaasında şöyle demiştir: "Allah'a yemin ederim ki ben, sizin iyiliğinizi düşündüm, elimden geldiği kadar sizin için iyi olanı yapmaya çalıştım; sonunda isâbet ettim veya hata ettim..."
Onun, buraya kadar örnekleri geçen ictihadlarından başka ictihadları ve fıkıh bakımından önemli tasarrufları vardır:
a) Yükümlülerin, alacaklarından dolayı da zekât ödemeleri gerektiğini Minber'den ilân etmiş, sahâbe de buna itiraz etmemişlerdir.(60) Bu ictihad, alacakların zekâtı konusunda kaide olmuştur.
b) Hasta iken eşlerini boşayan ve böylece onları miraslarından mahrum etmek isteyen erkeklerin bu kötü maksatlarına ulaşmalarını önlemek ve bir haksızlık kapısını kapamak için (sedd-i zerîa olarak) bu şekilde boşanmış kadınları, iddetlerini doldurmuş, evlilik bağları sona ermiş bile olsa kocalarına mirasçı kılmıştır.(61)
c) Rasûlullah (s.a.) yitik mallar hakkında ne yapılacağını açıklarken develerin olduğu gibi bırakılmasını, bulan tarafından alınıp başka bir yere götürülmemesini, gelip sahibinin deveyi bulabileceğini ve devenin de o zamana kadar yaşama imkânına sahip bulunduğunu bildirmişlerdi.(62) Hz. Ömer zamanında da uygulama buna göre oldu. Hz. Osmân'ın hilâfetinde toplumun ahlâkı değişmeye başlamıştı, kaybolan develeri alıp götüren, kendilerine mal eden kişiler çıkmıştı. Halîfe, haksızlığı önlemek için bulunmuş develerin alınıp getirilmesini, bunun için devletin tuttuğu çobana teslim edilmesini, sahibi çıkmazsa satılmasını ve birgün sahibi çıktığında bedelinin buna teslim edilmesini emretti.(63)
Hz. Osmân'ın sedd-i zerîa ve mesâlih prensiplerine bağlı bulunan bu ictihadları, benzeri diğer sahâbe ictihadları ile birlikte, daha sonraki müctehidlerin ve özellikle Medîne İmâm'ı Mâlik'in, aynı çerçevedeki ictihadlarına örnek ve kaynak olmuştur.

 



53. Buhârî, Menâkıb, 7; Süyûtî, age., s. 151.
54. Buhârî, Menâkıb, 7.
55. Buhârî, Menâkıb, 8.
56. Süyûtî, Târîhu'l-hulefâ, s. 164 vd.
57. Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân, 3, 5.
58. Sutûtî, age., s. 154, 156 vd.; İbn Sa'd, age., C. III, s. 64, 70 vd.
59. İbn Sa'd, age., C. III, s. 66.
60. Mâlik, Muvatta', Zekât, 17. (C. I, s. 253).
61. Mâlik, Muvatta, Talâk, 40-44. (C. II, s. 571-572).
62. Buhârî, Lukata, 3.
63. Mâlik, Muvatta', Akdıye, 51. (C. II, s. 759).

 

 

 

 

 

Hz. Alî (H.Ö. 23/600-H.S. 40/661):
Alî b. Ebî-Tâlib b. Abdulmuttalib b. Hâşim. Cennetle müjdelenmiş on kişiden biri, Rasûlullah'ın kardeşliği, Hz. Fâtıma'nın eşi ve dolayısıyle Allah Rasûlü'nün damadı, yaşıtları arasında ilk müslüman, âlim, kahraman, Kur'ân-ı Kerîm'in hâfızı, hatip ve zâhid. Hayatında hiçbir zaman puta tapmadı. Rasûlullah hicret ederken onu, emanetleri yerine teslim etmesi için geride bıraktı ve takipçileri oyalamak için de kendi yatağına yatırdı. Hz. Alî gözünü kırpmadan bu ölüm yatağına yatıp uyudu, birçok savaşta Rasûl-i Ekrem'in sancağını taşıdı, Tebûk seferi müstesnâ bütün savaşlara katıldı. Tebûk'te, Rasûlullah tarafından Medîne muhâfızı olarak bırakılmıştı, cihaddan geri kalmanın üzüntüsünü ifade edince Efendimiz: "Bana, Mûsâ'nın Hârûn'u gibi olman sana yetmiyor mu?" buyurdu.(64)
Hz. Alî'nin ilim, ictihad ve kazâ bakımlarından derecesini gösteren bazı şehadet ve takdirleri ileride sıralayacağız. Burada konu ile ilgili iki sözüne ve bir de davranışına yer vermek istiyoruz:
"Vallahi hiçbir âyet nâzil olmamıştır ki onun hangi konuda, nerede, kimin hakkında indiğini bilmeyeyim. Allah Teâlâ bana sağlam bir mantık, (muhâkeme kabiliyeti), doğru ve güzel söyleyen bir dil bağışlamıştır."
"İyi bir fakih, Allah'ın rahmetinden halkın ümidini kestirmeyen, halka Allah'ın yasaklarını çiğneme fırsatı (ruhsatı) vermeyen, onları Allah'ın azâbına karşı umursamaz kılmayan, Kur'ân-ı Kerîm'i bırakıp onun yerine başka bir kaynağa dayanmayan kişidir. Zirâ ilimsiz ibâdette, hazm ve anlayıştan soyulmuş bilgide, tefekkürden uzak okumada hayır yoktur."(65)
Hz. Alî Sıffîn harekâtında bir kalkanını kaybetmişti, harekât bitip de Kûfe'ye dönünce kalkanı bir yahûdînin elinde gördü ve ona "Bu kalkan benim kalkanım, onu ne sattım, ne de bir başkasına bağışladım" dedi. Yahûdî: "Bu benim kalkanım ve şu anda da benim elimde bulunuyor" diye karşılık verdi. Hz. Alî "Kadıya (mahkemeye) gidelim" dedi, gittiler, kendisi hâkimin yanına geçip oturdu ve "Eğer hasmım bir yahûdî olmasa idi huzurunuzda onun yanında, aynı sıra ve seviyede olurdum; ancak Rasûlullah'ın (s.a.) "Davranışları sebebiyle Allah onları nasıl küçük düşürmüş ise siz de öyle davranın" buyurduğunu işittiğim için yanınıza oturdum." dedi. Kadı Şurayh muhâkemeyi başlattı, taraflar iddiâ ve savunmalarını tekrarladılar, Şurayh Hz. Alî'ye şahidi olup olmadığını sordu, Hz. Alî "Evet, hizmetçimiz Kanber ile oğlum Hasan bu kalkanın bana ait olduğuna şahitlik ederler" dedi. Kadı Şurayh "Oğulun, babası lehine şahitliği geçerli değildir" diyerek bunu reddetti. Bunun üzerine Hz. Alî: "Cennetle müjdelenmiş bir kişinin şahitliği makbul olmuyor mu? Rasûlullah'ın (s.a.) 'Hasan ile Hüseyn, cennet gençlerinin öncüleridir' buyurduğunu işittim" diye serzenişte bulundu. Bunları gören ve işiten yahûdî: "Mü'minlerin Başkanı beni muhâkemeye dâvet ediyor, O'nun tayin ettiği hâkim, onun dâvasını reddediyor, ben inanıyor ve diyorum ki bu din haktır ve Allah'tan başka tanrı yoktur, Muhammed (s.a.) O'nun rasûlüdür, bu kalkan da onundur" diyerek müslüman oldu.(66)
Hz. Osmân şehit edilince halk Hz. Alî'ye gelerek ona bey'at etmek istediler, Hz. Alî bu işin onlara ait olmadığını, bunu önce büyük sahâbenin istemesi gerektiğini ifade ederek halkı geri çevirdi. Arkadan Medîne'de bulunan ashâbın tamamı gelerek O'na bey'at ettiler ve halîfe seçtiler. Sonra neler olduğunu, hâdiselerin nasıl geliştiğini, Cemel ve Sıffîn olaylarını, hâricî hareketini, sonunda Hz. Alî'nin şehadetine kadar süren olayları bahsin başında özetlemiştik. Süyûtî'nin İbn Asâkir'e dayanarak naklettiği şu hâdise ve ifadeler, hem Hz. Alî'nin durum ve tutumu, hem de İslâm esas teşkîlât hukuku bakımından önem arzetmektedir:(67) Dördüncü Halîfe Basra'ya gelince orada ileri gelenlerden iki kişi kendisine şu soruyu sordular: "Ümmetin başına geçerek buraya kadar geldin, onları birbirine kırdırıyorsun, bu gelişin Rasûlullah'ın sana bir ahdi (sözü, vasıyeti, selâhiyet vermesi) üzerine midir, yoksa re'sen mi hareket ediyorsun?" Hz. Alî şu cevabı verdi:
"Rasûlullah'ın bana bir ahdi var mıdır sorunuza cevabım 'hayır yoktur' şeklindedir. Vallahi ben, O'nu ilk tasdik eden kişiyim, O'nun adına ilk yalan söyleyen kişi de olamam. Eğer Rasûlullah'ın (s.a.) bana bir ahdi olsaydı (hilâfeti bana vermiş bulunsaydı) Ebû Bekir'in de, Ömer'in de, O'nun minberine çıkmalarına izin vermezdim, hiçbir gücüm olmasa ellerimle onlara karşı mücadele ederdim. Bilindiği üzere Rasûlullah (s.a.) ne öldürüldü, ne de birden bire öldü; günler ve geceler boyu hasta yattı, müezzin geliyor O'nu namaza çağırıyordu, O da -beni ve durumumu bildiği halde- Ebû-Bekir'in cemâate namaz kıldırmasını emrediyordu. Hanımlarından biri bu işi Ebû-Bekir'den uzaklaştırmaya teşebbüs etmişti, Rasûlullah buna razı olmadı, hiddetlendi ve "Sizler, Hz. Yûsuf'u faka bastıran kadınların cinsindensiniz, Ebû-Bekir'e emrimi ulaştırın, cemâate namazı kıldırsın" buyurdu. Rasûlullah (s.a.) vefat edince işimiz üzerinde düşündük, Rasûlullah'ın dinî hayatımız (imamlık) için beğenip seçtiği kişiyi biz de dünyamız (devlet başkanlığımız) için seçtik; çünkü namaz İslâm'ın temeli, dinin başı ve direğidir, Ebû-Bekir'e bey'at ettik. O, buna lâyık idi, bu konuda hiçbirimizin ihtilâfı, aleyhte tanıklığı ve suçlaması yoktu. Ebû-Bekir'e hakkını verdim, ordusunda savaştım, verirse alırdım, savaşa sürerse savaşırdım, emri ile huzurunda haddi (şer'î cezaları) infâz ederdim. O vefat edince Ömer başa geçti, arkadaşının (Ebû-Bekir'in) açtığı çığırdan bildiğince yürüdü. O'na bey'at ettik, hiçbirimiz bu konuda farklı davranmadık, birbirimiz aleyhine tanıklık etmedik ve kesin olarak suçlayıp uzak durmadık. Ömer'e de hakkını verdim, ona itâat ettim, ordusunda savaştım, verdiği zaman alırdım, savaşa sürdüğü zaman savaşırdım, huzurunda kırbacımla haddi infâz ederdim. O vefat edince (ağır yara alınca) ben, Rasûlullah'a yakınlığımı, iyi geçmişimi ve meziyetlerimi düşünerek, bu işi benden başkasına vermeyeceğini zannettim; fakat o, kendisinin iş başına gelmesine sebep olacağı bir halîfenin işlediği her günahın, gelip kabirde onu bulacağı kanâatinde idi, bu sebeple kendini ve oğlunu bu sorumluluktan çıkardı. Eğer bir kayırma söz konusu olsaydı oğlunu tercih ederdi, o buna tenezzül etmeyerek işi Kureyş'ten -benim de aralarında bulunduğum- altı kişilik bir şûrâya havâle etti. Şûrâ toplanınca bu işi benden başkasına vermeyeceklerini zannettim. Abdurrahmân b. Avf, 'Allah'ın başımıza getireceği kişiye itâat edeceğimize dair' bizden söz aldı, sonra Osmân'ın elini eline alarak ona bey'at etti, kendi kendime düşündüm, bey'atimden daha önce itâat sözü verdiğimi, verdiğim sözün başkası için alındığını gördüm, Osmân'a bey'at ettik, onun da hakkını verdim, kendisine itâat ettim, ordusunda savaştım, verdiğinde alırdım, savaşa sürdüğünde savaşırdım, huzurunda kırbacımla haddi infâz ederdim. O da şehit düşünce yine kendi durumumu düşündüm; Rasûlullah'ın kendilerine cemâate imam olma vazifesini verdiği iki halîfe gelip geçmiş idi, kendisi için itâat sözü alınan (söz verdiğim) zat da şehit olmuştu, bana Mekke, Medîne halkı ile bu iki şehrin (Kûfe ile Basrâ'nın) halkı bey'at ettiler. Bana denk olmayan birisi kendini rekabet meydanına attı; ne (Rasûlullah'a) yakınlığı benim yakınlığım gibi, ne ilmi benim ilmim gibi ve ne de geçmişi benim geçmişim gibi idi; ben bu işe ondan daha lâyık idim" mesele bundan ibârettir.(69)
Hz. Alî'nin ictihadını, fıkıhtaki derinliğini gösteren en önemli görüş ve tasarrufları yukarıdaki sözlerde, Hz. Osmân'ın kan dâvasını bahâne ederek kendisine bey'at etmeyen veya bey'atından rucû edenlere karşı söyledikleri ve yaptıklarında kendini göstermektedir. Bunlarda ve aşağıdaki örneklerini sunacağımız ictihad ve hükümlerinde görülen şaşırtıcı başarı, derinlik ve isâbet, kaynağını şu ifadelerde bulmaktadır:
Rasûlullah (s.a.) beni Yemen'e gönderiyordu, kendisine "Yâ Rasûlullah! Bu genç yaşımda beni gönderiyorsunuz, onlar arasında hüküm vereceğim (hâkimlik edeceğim) halbuki hâkimlik (kazâ) nedir bilmiyorum" dedim. Elleriyle göğsüme vurdular ve şöyle niyazda bulundular: "Allah'ım onun gönlüne hidâyet ver (doğruyu ilham buyur) ve dilini sürçmekten koru!" Ve Hz. Alî ekliyor: "Tohuma canlılık veren Allah'a yemin ederim ki, bundan sonra iki taraf arasında vereceğim hiçbir hükümde şüpheye düşmedim."
Hz. Ömer, yanında ve yakınında Hz. Alî bulunmadığı halde önemli bir problem ile karşılaşmaktan Allah'a sığınır ve şu itirafta bulunurdu: Kazâyı en iyi becerenimiz Alî'dir.
Hüküm ve ictihadlarından örnekler:
a) Hz. Alî'ye Muâviye'den bir mektup gelmişti, dini bir konuyu soruyordu. Hz. Alî çevresindekilere şöyle dedi: "Düşmanımızı, önüne çıkan dinî bir müşkili bize arzedecek hale getiren Allah'a hamdolsun! Muâviye bana mektup yazarak "erkek mi, kadın mı olduğu belli olmayan birinin (hunsâ) mirastaki durumunu" soruyor. Kendisine "İdrârını nasıl ve nereden yaptığına bak, ona göre vâris kıl" diye cevap verdim.
b) Kendisine birisi, bir diğerini getirdi, "Bu adam, anam ile ihtilâm olduğunu söylüyor" dedi ve cezalandırılmasını istedi. Hz. Alî de "Onu güneş vuran bir yere götür, yere düşen gölgesini döv" diye cevap verdi: Bu esprili cevapta aynı zamanda rüyanın bir gölge gibi olduğu, gölge üzerinde yapılan bir şeyin, vücut üzerinde yapılmış sayılamıyacağı anlatılmış oluyordu.
c) Hz. Ömer'e bir dâva geldi, bir siyah delikanlı bir kadının, anası olduğunu iddiâ ediyordu, kadın ise bunu inkâr ediyor ve babam dediği kişi ile birleştiğini söylemiş sayılacağı için delikanlının iftira cezasına çarptırılmasını istiyordu, hiç evlenmediğine dair de şahitler getirince Hz. Ömer kadının lehine hükmetti ve delikanlının cezlandırılmasını istedi. Tam bu sırada Hz. Alî çıkageldi, durumu öğrendi ve Halîfe'den dâvanın yeniden görülmesi için izin aldı, tarafları mescide götürdü. Delikanlıya "Bu kadın nasıl senin çocuğu olduğunu inkâr ediyorsa, sen de onun anan olduğunu inkâr et" dedi. Delikanlı "O benim anam, nasıl inkâr ederim" deyince "Sen benim oğlum, Hasan ile Hüseyin'in kardeşleri ol, bu kadının analığını inkâr et" diye ısrar etti, delikanlı Hz. Alî'nin dediğini yapınca kadının velîlerini çağırttı, onlardan izin aldı, mehrini kendisi bağışlayarak kadın ile delikanlıyı nikâhladı ve "Al bu kadını götür, karındır, zifaftan sonra bana gel" dedi. Kadın işin ciddiyetini anlayınca itirafta bulundu. Meğer delikanlının, bir zenci olan babası ile evlenmiş, adam savaşta şehit düşmüş, kadın da çocuğu bir köleye göndermiş, bir siyâhın anası olmayı kendine yediremediği için onu inkâr etmiş.
d) Birisi, bir harâbede külliyetli miktarda defîne bulmuş ve hükmünü Hz. Alî'den sormuştu. "Defîneyi bulduğun harâbe, orasının haracını ödeyen bir yerleşim merkezinin yakınında ise defîne onlara aittir, böyle bir yerde değilse beşte biri devletin, gerisi senindir."
e) Bir kadın, bir delikanlıya göz koymuş, onu elde edemeyince iç çamaşırına yumurta akı sürerek çığlık çığlık koşmuş ve delikanlının kendisine tecâvüz ettiğini ileri sürmüş, yumurta akını da (meni olduğunu söyleyerek) buna delil kılmıştı. Hz. Ömer kadınlara inceletti, onlar da "bu menidir" deyince delikanlıyı cezalandırmaya yöneldi. Fakat sanık itiraz ediyor, iftiraya uğradığını ileri sürüyor, durumu iyi inceleyin, diyordu. Hz. Ömer, Hz. Alî'ye başvurdu. Hz. Alî kaynar su istedi, suyu çamaşırdaki mâyi nesnenin üzerine döktü, nesne katılaştı, Hz. Alî onu kokladı, tadına baktı ve yumurta olduğu ortaya çıktı. Kadın sıkıştırılınca suçunu itiraf etti ve delikanlı kurtuldu.
f) İki kişi getirdiler, bunlardan biri diğerini kölemdir diyerek satıyor, parasını alıyor, sonra ikisi birden bir başka yere kaçıyorlar ve işlerine aynı şekilde devam ediyorlardı. Hz. Alî "Bunlar hem kendilerini (canlarını), hem de halkın mallarını çalıyorlar" diyerek yaptıkları suçun hırsızlık mahiyetinde olduğuna hükmetti ve buna göre cezalandırdı.
g) Karısının fercini kesmiş olan bir erkeği getirdiler. Hz. Alî "Kadına, fercinin diyetini ödemesine, kendisi ölünceye kadar kadını nikâhı altında tutmasına (boşamamasına), eğer boşar ise yaşadığı sürece nafaka ödemesine" hükmetti. Bu hükümde maslahat prensibi yanında, "suçlunun, meşrû olmayan maksadına -ki kadından ayrılmaktır- ters düşen hükümle cezalandırma kaidesine dayanılmıştır.
h) Hz. Ömer'e zina suçu işlemiş bir kadın getirdiler, kadın suçunu itiraf edince Halîfe cezalandırılmasını emretti Hz. Alî "suça iten sebebi öğrenmemiz gerekir, belki cezayı düşürecek bir mâzereti vardır" dedi ve soruşturmayı bu yönde derinleştirdi. Sonunda kadının susuz kaldığı, susuzluktan ölme derecesine gelince -kendisini teslim etmedikçe suyu vermemekte direnen- kişiye teslim olduğu ortaya çıktı ve kadın serbest bırakıldı.(70)

 



64. Buhârî, Menâkıb, 9; Süyûtî, age., s. 166 vd.
65. İbn. Said, Tabakât, C. III, s. 21, 23; Buhârî, Menâkıb, 9.
66. Süyûtî, age., s. 184.
67. Bu sözler, Hz. Alî'ye ait olsun, olmasın konumuz bakımından önemlidir, gerçekleri aksettirmektedir ve en azından ehl-i sünnetin bu konudaki bilgi ve kanâatlerini özetlemektedir.
69. Târîhu'l-hulefâ, s. 177-178,
70. Örnekler için bak. Süyûtî, age., s. 176 vd.; İbn Kayyim, et-Turuku'l-hukmiyye, Mısır, 1317, s. 9, 46, 47, 49, 51, 53, 61, 62.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Abdurrahman b. Avf (H.Ö. 44/580-H.S. 32/652):
Kureyş kabilesinden, cahiliye devrinde dahi alkollü içki kullanmamış, ilk müslümanlardan (bir rivayette sekizinci müslüman), cennetle müjdelenmiş on sahâbîden biri, Hz. Ömer'in "Rasûlullah bunlardan hoşnut olarak dünyadan ayrıldı" dediği ve hilâfet meselesini kendilerine havâle ettiği altı kişilik şûrânın başkanı, bu şûrâda diğerlerinin, son tercihi kendisine bıraktıkları kişi, Habeşistan'a ve Medîne'ye hicret edenlerden, servetinin büyüklüğü kadar gönlü ve eli de geniş ve açık olan, yaptığı hayırlar ve yardımlar dillere destan sahâbî. Medîne'ye hicret edince Rasûlullah, Abdurrahmân b. Avf'ı, Medîne'li Sa'd b. er-Rabî' ile kardeş etmişti. Kardeşliği ona, malının yarısını vermeyi, eğer evlenme imkânı yoksa eşlerinden de birini onun için boşayabileceğini söyledi, Abdurrahman teşekkür ettikten sonra sen bana yalnızca pazarınızın yolunu gösteriver dedi. İlk günden itibaren kazandı, giderek zengin oldu ve serveti ile büyük ibâdetler yaptı; bir günde otuz köleyi âzâd ettiği, bir defada malının yarısını tasadduk ettiği, bir defada beşyüz at ve beşyüz de deve donatarak Allah yoluna (cihada) tahsis ettiği olmuştur. Bedir dahil bütün savaşlara katılmış ve Uhud'da, yirmi bir yerinden yaralanmıştır. Rasûlullah (s.a.), kendisinden sonra eşlerine göz kulak olmasını îmâ buyurdukları için onları hacca kendisi götürür ve korurdu. Rasûl-i Ekrem'in (s.a.), arkasında namaz kıldığı nadir kişilerden biridir; bir seferde, sabah namazının vakti sıkışıp, Rasûlullah da başka yerde olduğu için Abdurrahmân imam olmuş, namaz kılınmaya başlamıştı, ikinci rek'atta Hz. Peygamber geldi ve ona uyarak namazını kıldı.
Abdurrahmân bin Avf, Rasûlullah hayatta iken fetvâ veren ashâbdan biri idi. Onun bu konudaki bilgisinden emin olduğu için Hz. Ömer, hilâfetinin ilk yılında kendisini hac emîri yapmıştır. Hz. Ömer Şâm yakınlarında bulunan Surğ'a geldiğinde Abdurrahman b. Avf, vebâ ve karantina ile ilgili hadîsi naklederek oraya girmemesi gerektiğini söylemiş, Halîfe ona uyarak Şâm'a girmekten vazgeçmiştir. Mecûsîlerden de, ehl-i kitaptan alındığı gibi cizye alınması gerektiği konusunda yine Hz. Ömer kendi görüşünü terkederek O'nun dediğini yapmıştır. Buna karşı, Hz. Ömer'in Irak topraklarını dağıtmayıp kamuya bırakmayı ve gelirini kamu menfaati için sarfetmeyi teklif ettiğinde ona karşı çıkan, farklı düşünenlerin arasında Abdurrahmân b. Avf da bulunmuş, fakat Hz. Ömer yaptığı istişareler sonunda kendi reyini uygulamıştır.(71)
Abdurrahmân (r.a.) Mekke'de doğmuş, Medîne'de vefat etmiştir.

 



71. İbn Sa'd, Tabakât, C. III, s. 124 vd.; İbn Hacer, İsâbe, C. II, s. 408 vd.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Abdullah b. Mes'ûd (v. 32/653):
İlk müslümanların altıncısı olan İbn Mes'ûd ve annesi Ummu-Abd, Rasûlullah'ın (s.a.) hanesine o kadar yakın olmuşlardır ki, Ebû-Mûse'l-Eş'arî Medîne'ye geldiğinde, uzun zaman onları Hz. Peygamber'in aile efradından zannetmiştir. İbn Mes'ûd, Rasûl-i Ekrem'e, senelerce bizzat hizmet etmek şerefine ermiş, O'nun abdest suyunu, yastığını ve pabuçlarını taşımış, yetmiş kadar sûreyi doğrudan O'ndan öğrenmiş, bu arada tefsîre büyük faydası bulunan nüzul sebeplerine de muttali olmuştur. Ashâb-ı kirâm, kendileri içinde, ahlâk ve davranış bakımından Rasûl-i Ekrem'e en fazla benzeyen kişinin İbn Mes'ûd olduğunu ifade etmişlerdir. Hz. Ömer Kûfe'ye, Ammâr'ı vâlî, İbn Mes'ûd'u da mürşid ve müftî olarak göndermiş ve Kûfelilere şunu ifade etmiştir: "Bu iki kişi, Muhammed ashâbının seçkinlerindendir (nucebâ), onlara uyun, yollarından ayrılmayın, İbn Mes'ûd'a ihtiyacım olduğu halde, sizi kendime tercih ederek, onu gönderdim."
Hz. Osmân, İbn Mes'ûd'u önce Kûfe'ye emîr tayin etmiş, sonra da azlederek Medîne'ye dönmesini bildirmişti. Halk ve ileri gelenler azil haberini duyunca İbn Mes'ûd'a geldiler ve "Yerinden ayrılma, biz seni gerektiğinde koruruz" dediler. İbn Mes'ûd şu cevabı verdi: "Ona itâat benim borcumdur, ayrıca fitne kapısını açan ilk kişi olmayı da hiç istemem."
Rasûl-i Ekrem (s.a.) erkeklerin, alt giysilerinin, yerleri süpürürcesine uzun olmasını hoş görmezdi. İbn Mes'ûd, etekleri yere sarkan birini görmüş ve bunu yukarı çekmesini söylemişti, adam da ona "Sen de ey İbn Mes'ûd, eteğini yukarı kaldır" dedi. İbn Mes'ûd'un ona verdiği cevap, hadîslerin yorumlanması ve hayata uygulanması konusunda eşi bulunmaz bir rehberdir: "Ben senin gibi değilim, benim bacaklarım incedir ve hepinizden de esmerim." Evet, İbn Mes'ûd'un bu cevabı, onun ne ölçüde bir fakih olduğunun da delilidir. Ona göre, normal hallerde etek ve paçaların yerleri süpürmesi hem israf, hem pislik, hem de kibir alâmeti olduğu için menedilmiştir; fakat bu, vücuttaki bir kusuru, bir çirkinliği kapatmak için olursa yasak kapsamına girmez."
Ebû-Mûsâ'ya "kız, oğulun kızı ve kızkardeş"ten oluşan üç mirasçının hisseleri sorulmuştu, "kız yarısını, kızkardeş diğer yarıyı alır, oğlun kızı bir şey alamaz" cevabını verdikten sonra bir de İbn Mes'ûd'a sorun dedi. Ona sorduklarında "Kız yarıyı alır, oğlun kızı -üçte ikiyi tamamlamak üzere- altıda bir alır, geri kalanını da kızkardeş alır" cevabını verdi. Ebû-Mûsâ, onun cevabını öğrenince, "Bu âlim burada olduğu müddetçe bana soru sormayın" dedi.(72)

 



72. İbn Sa'd, Tabakât, C. III, s. 150; İbn Hacer, İsâbe, C. II, s. 361; Şirâzî, Tabakâtu'l-fukahâ, s. 43. İmam Şâfiî, Hz. Alî ile İbn Mes'ud'un farklı ictihadlarını toplamıştır; el-Umm, C. VII, s. 163-150.

 

 

 

 

 

Zeyd b. Sâbit (v. 45/655):
Ensârın Hazrec kolundan, sahâbenin ileri gelenlerinden, vahiy kâtibi, Medîne'de doğdu, Mekke'de yetişti, onbir yaşında iken ashâb ile birlikte Medîne'ye hicret etti. Rasûlullah'ın yazışmalarda ihtiyaç duyması üzerine İbrânîce ve Süryânîceyi kısa zamanda öğrendi, din ilimlerinde ve özellikle ferâiz (miras hukuku) kazâ, fetvâ ve kırâat dallarında üstad derecesine geldi. İbn Abbâs yüksek sosyal mevkiine rağmen onun hanesine gelir, bildiklerini öğrenmeye çalışırdı ve "İlim gelmez, ilme gidilir" derdi. Yine İbn Abbâs, bir gün, onun bineğinin özengisini tutmuştu, Zeyd "yapma" deyince, "Bilginlerimize saygı göstermek konusunda aldığımız emir budur" cevabını verdi, Zeyd de, İbn Abbâs'ın elini tutarak öptü ve "Biz de Peygamberimiz'in yakınlarına böyle davranmakla emrolunduk" dedi. Rasûl-i Ekrem (a.s.)'in hayatında, Kur'ân-ı Kerîm'i ezberleyip O'na okuyanlardan biridir, hem Hz. Ebû-Bekir zamanında, hem de Hz. Osmân zamanında sûrelerin bir Mushaf'ta toplanması, Mushaf'ın çoğaltılarak büyük merkezlere gönderilmesi işlerini yürüten heyete başkanlık etmiştir.(73)
İmam Şâfiî'nin er-Risâle'de naklettiğine göre Zeyd b. Sâbit, mirasta "red" kaidesini kabul etmemekte, asabe cinsinden mirasçı bulunmaması halinde, belli hisse sahibi (ashâbu'l-ferâiz) mirasçılar paylarını aldıktan sonra kalan beytülmala gider demektedir.(74)
Zeyd b. Sâbit'e birisi ağlayarak gelmiş, "Eşime boşama selâhiyeti vermiştim- işini sana havâle ediyorum demiştim- o benden ayrıldı" diye şikâyette bulundu. Zeyd'in hükmü şöyle oldu: "İstersen eşinle evlilik hayatına dönebilirsin, çünkü onun tek boşama hakkı vardır, boşaması bir talâk sayılır."(75)

 



73. Şîrâzî, age., s. 46; İbn Hacer, İsâbe, C. I, s. 542.
74. er-Risâle, A. Şâkir neşri, s. 586 vd.
75. Şâfiî', el-Umm, C. VI, s. 244.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Muâz b. Cebel (v. 18/639):
Ensârın Hazrec kolundan, Ca'fer b. Ebî-Tâlib'in kardeşliği, akabe bey'atına katılanlardan, genç yaşında müslüman olmuş ve Rasûlullah (s.a.) ile beraber hemen bütün savaşlara katılmıştır. Hz. Peygamber "Kur'ân-ı Kerîm'i dört kişiden öğrenin" buyurmuş, onlar arasında Muâz'ın da adını zikretmiştir. Helâl ve haram konularını en iyi bilen sahâbî olduğunda ittifak edilmiştir. Tebûk savaşından sonra Rasûlullah (s.a.) onu Yemen'e göndermiş ve kendisine "hâkimlik, irşâd, Kur'ân öğreticiliği ve oradaki zekât tahsildarlarının topladıkları zekâtı teslim alma" görevlerini vermiştir. Muâz (r.a.) Yemen'de, Rasûlullah'ın irtihâline kadar görev yapmış, Hz. Ebû-Bekir'in hilâfetinde Medîne'ye dönmüş, Ebû-Ubeyde ile birlikte Sûriye'nin fethine katılmış, onun vebâya yakalanması üzerine yerine geçmiş ve vebâya yakalanarak Ürdün yakınlarında vefat etmiştir.(76)
Rasûlullah'ın "Size, adamlarımın en hayırlısını gönderiyorum" yazısıyla Yemenlilere takdim ettiği Mu'âz'ı uğurlarken ona sorduğu soru ve aldığı cevap, fıkıh usûlünün temel kaidelerini koymaktadır: "Sana bir mesele geldiğinde ne ile hükmedeceksin?", "Allah'ın Kitabı ile", "Onda bulamazsan?", "Rasûlü'nün Sünneti ile", "Onda da bulamazsan?", "Reyimle ictihad eder, elimden gelen gayreti sarfederim", "Allah'a hamdolsun ki Rasûlü'nün elçisini, O'nun hoşnut kılacağı usul ve anlayışa muvaffak kılmıştır!". Sahih kaynakların(77) naklettikleri bu hadîs-i şerîf, daha birçok bilgi ve hüküm yanında şunları getirmektedir: a) Allah ve Rasûlü, olmuş, olacak bütün meselelerin çözümlerini getirmeyi murad etmedikleri için, Kitâb ve Sünnet'te, doğrudan ve açık hükmü bulunmayan meseleler de olacaktır. b) Bunların çözümü, ehli olanların ictihadlarıyle olacaktır. c) İctihad, Kitâb ve Sünnet'in ışığı altında aklı çalıştırmak, Şâri'in maksadı ile insanların ihtiyaç ve menfaatlerini bağdaştırmak suretiyle yapılacaktır.

 



76. Şîrâzî, age., s. 45; İbn Sa'd, age., C. III, s. 583-590; İbn Hacer, age., C. III, s. 406.
77. Ebû-Dâvûd, Akdıye, 11; Tirmizî, Ahkâm, 3.

 

 

 

Ubeyy b. Kâ'b (v. 21/642):
Ensâr'ın Hazrec kolundan, İslâm'dan önce yahûdîlerin âlimlerinden biri idi, eski din kitaplarını bilir, okur ve yazardı, müslüman olunca vahiy kâtipliği ve ayrıca Rasûlullah'ın (s.a.) resmî yazışmalarını yapan kâtiplerden biri oldu. İkinci Akabe'de bulunmuş, hicretten sonra Hz. Peygamber ile beraber bütün savaşlara girmiş, gerektiğinde fetvâ vermiştir. Hz. Osmân zamanında yapılan Kur'ân hizmetine o da katılmıştır. Hz. Ömer'in hilâfetinde, onunla beraber Câbiye'de bulunmuş ve Beytu'l-Makdis ehâlîsi ile yapılan sulh andlaşmasını kaleme almıştır. Hz. Ömer ona "müslümanların büyüğü, efendisi" der, başta kendisi olmak üzere birçok sahâbî, önemli dînî konuları ona götürürler, anlaşmazlıklarda hakemliğine başvururlardı. İkinci Halîfe ile Hz. Abbâs arasında, ikincisinin Mescid'in yanında bulunan bir evi sebebiyle anlaşmazlık çıkmış, Ubeyy'e başvurarak onu hakem kılmışlardı, Ubey Hz. ömer aleyhine hükmetti. Peygamberimiz "Rabbim sana Kur'ân'ı okumamı emretti" deyince Ubeyy heyecan içinde "Rabbim benim adımı andı mı?" diye sormuş, müsbet cevap alınca, büyük bir mutluluk duymuştu. Rasûl-i Ekrem'in, "Ümmetimin, Kur'ân-ı en iyi okuyanı Ubeyy'dir" buyurmaları da onun için erişilmez bir mazahariyet teşkil etmektedir.(78)

Ebû-Mûsa el-Eş'arî (v. 44/665):
Eş'ar oğullarından Abdullah b. Kays, büyük sahâbî, kahraman, yönetici ve fâtih. İslâm'dan önce Mekke'ye gelmişti, Rasûlullah'ın İslâm'a daveti başlayınca müslüman oldu, Habeşistan'a hicret etti, Hz. Ca'fer ile birlikte -bir rivayette Yemen'den gelirken gemisi, Habeşistan'dan dönen Ca'fer'in gemisine raslamış- Medîne'ye gelmişlerdir. Rasûl-i Ekrem (s.a.), onu Yemen'e vergi memuru olarak göndermiş, O'nun vefatından sonra Medîne'ye dönmüş, Sûriye'nin fethine katılmış, Hz. Ömer tarafından Basra vâlîliğine tayin edilmiş, Ehvâz ve Isfahân taraflarını fethetmiş, Hz. Osmân zamanında da Basra ve Kûfe vâlîliği yapmıştır. Ebû-Mûsâ, Kûfe ve Basra'da yalnızca idarecilik yapmamış, aynı zamanda bu bölgede kırâat ve fıkhın imâmı olmuş, bu iki ilmi, mezkür bölgelerin sâkinleri ondan öğrenmişlerdir. Fevkalâde güzel olan sesi ve okuyuşu sebebiyle Rasûl-i Ekrem (s.a.) "Ebû-Mûsâ'ya, Hz. Dâvûd'un sesi ve nağmesi verilmiştir" buyurdular. Hz. Ömer de onu gördükçe "Ey Ebû-Mûsâ, bize Rabbimizi hatırlat, Rabbimize olan şevkimizi, hasretimizi artır" der, Kur'ân-ı Kerîm okumasını isterdi.(79)
Yerinde zikredilen Cemel vak'ası üzerine Hz. Alî, Ebû-Mûsâ'yı Kûfe'ye göndermiş, ehâlînin kendisine yardım etmesi için onları teşvik etmesini istemişti. Ebû-Mûsâ buraya gelince halkı, fitneye karışmamaya (müslümanlar arasında zuhur eden anlaşmazlık ve çatışmada tarafsız kalmaya) çağırdı, Hz. Alî de onu bu vazifeden azletti. Hakem olayına kadar burada kaldı, daha önce açıklandığı üzere Hz. Alî tarafından hakem seçildi, Amr b. el-Âs'ın oyununa geldi ve üzüntü içinde tekrar Kûfe'ye döndü, burada vefat etti. Bu son olaylar onun hem ictihad ehliyetine, hem de dürüst şahsiyetine delalet etmektedir.

 



78. Şîrâzî, age., s. 44; İbn Hacer, İsâbe, C. I, s. 32; Ziriklî, I, s. 78.
79. Şîrâzî, age., s. 44; İbn Hacer, age., C. II, s. 351; Ziriklî, IV, s. 254.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ebu'd-Derdâ Uveymir b. Âmir (v. 32/652):
Ensârın Hazrec kolundan, Bedir günü müslüman oldu, Uhud savaşında gösterdiği fevkalâde kahramanlık sebebiyle Rasûlullah'ın (s.a.) takdirini kazandı ve "Uveymir ne iyi bir süvârî!" İltifatına mazhar oldu. "O, ümmetimin hakîmidir" sözünü Allah Rasûlü, Ebu'd-derdâ için söylemiştir. Hz. Ömer tarafından Medîne kadılığına, yine onun hilâfetinde Muâviye tarafından Dimaşk kadılığına tayin edilmiştir. Kendisi İslâm'dan önce ticaret ile meşgul olurmuş, müslüman olduktan sonra da işine devam etmek istemiş, ancak "İslâm ile ticareti birleştiremedim" diyerek bundan vazgeçmiştir.
Hz. Ömer tarafından kadılığa tayin edilmesi, onun fıkıhtaki seviyesini gösterir. Şu sözleri de bunun ayrı bir delilidir: "Dünya keder yurdudur, bu kederden ancak, dünyadan sakınanlar kurtulur, dünyada Allah'ın nişaneleri vardır; cahiller bunu yalnızca işitir, Allah'a kulluk edenler ise bunlardan ibret alırlar. Onun dünyadaki nişanelerinden biri de dünyayı, bir takım lezzetler ile donatmasıdır; îmanı tam olmayanlar bu lezzetlere dalar ve kendilerini mahvederler, Allah'ın öğüdünü dinleyenler ise bu lezzetlerden -yolunca- istifade ederler. Dünyanın helallerine külfetler, haramlarına da sorumluluklar karıştırmıştır. Çok dünyalık edinen yorulur, az dünyalık edinen de sıkıntı çeker."(80)

 



80. Hacevî, el-Fikru's-sâmî, C. I, s. 188; İbn Hacer, İsâbe, C. III, s. 46.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ubâde b. es-Sâmit (v. 34/654):
Ensârın Hazrec kolundan, Akabe'ye gelen temsilcilerden, Bedir savaşına katıldı ve bundan sonraki bütün askerî harekâtın içinde bulundu, hulefâ devrinde Mısır fethine katıldı ve bir bölgenin fethinde birliğe kumanda etti. Hz. Ömer onu Sûriye'ye kadı ve muallim olarak gönderdi, Filistin'in ilk kadısı Ubâde olmuştur. Rasûlullah hayatta iken Kur'ân-ı Kerîm'i hıfzında ve ilminde toplayan kişilerden biri de Ubâde b. Sâmit'tir. İbn Hacer onun için şöyle demektedir: "Ubâde'nin Muâviye ile bir çok hâdisesi, ona karşı sert çıkışları ve itirazları vardır, kiminde Muâviye onun sözüne gelmiş, kiminde onu Hz. Osmân'a şikâyet etmiştir; bütün bunlar onun, Allah'ın dinini koruma konusundaki gücünü ve emr bi'l-ma'rûf sâhasındaki gayretini göstermektedir."(81)
İbn Hacer'in zikrettiği olaylardan biri sarf ile ilgilidir. Bir savaş sonrasında Muâviye, ganîmet arasında bulunan gümüş kapların satılmasını emretti, halk da bunları, yine altın veya gümüş para ile satın aldılar. Ubâde, gümüş ile gümüşün eşit ve peşin, altın ile gümüşün de peşin mübâdele edilebileceğini, gümüş ile gümüşün farklı ağırlıklarda değişilemiyeceğini -Rasûlullah'ın sözüne dayanarak- ileri sürdü ve muâmeleye itiraz etti. Bunun üzerine Muâviye minbere çıkarak "Biz de Rasûlullah'ı gördük ve O'nunla beraber bulunduk, böyle bir hadîs duymadık, ne diye böyle sözleri naklederler" diye çıkıştı. Ubâde hemen ayağa kalkarak "Muâviye'nin işine gelsin gelmesin biz, Rasûlullah'tan (s.a.) duyduklarımızı nakletmeye devam edeceğiz" dedi..."(82)

Ammâr b. Yâsir (v. 37/657):
Yâsir, kaybolan bir kardeşini aramak üzere Mekke'ye gelmiş burada Ebû-Huzeyfe'nin cariyesi Sumeyye ile evlenmişti, Sumeyye Ammâr'ı dünyaya getirdi, Ebû-Huzeyfe de onu âzâd etti. Ammâr ailesi ilk müslümanlar arasındadır; anne ve baba gördükleri işkenceye sabretmiş ve şehadet mertebesine ulaşmışlardır. Ammâr ise -kalbî imanını koruyarak- dili ile müşriklerin istediklerini söylemiş ve işkenceden kurtulmuştur; bunun üzerine gelen âyette, zorlama tehdit ve işkence yüzünden dili ile inkârda bulunan, dine aykırı sözler söyleyen kimselerin bundan dolayı günahkâr ve sorumlu olmayacakları" bildirilmiş, (Nahl: 16/106) Rasûlullah (s.a.) de Ammâr'a "Seni yine zorlayacak olurlarsa istediklerini söyle" demiştir. Ammâr Habeşistan'a hicret etmiş, her iki kıbleye doğru da namaz kılmış (kıble Kâbe ciheti olmadan önce de müslüman olduğu için namaz kılmış), Medîne'ye ilk hicret edenler arasında bulunmuş, Bedir dahil hemen bütün savaşlara katılmıştır. Yemâme savaşında büyük kahramanlıklar gösteren Ammâr, burada kulağını kaybetmiş, buna rağmen "Ey insanlar, cennetten mi kaçıyorsunuz, ben Ammâr b. Yâsir'im, bana doğru gelin" diye haykırarak birlikleri toparlamıştır. Ammâr, Rasûlullah'ın (s.a.) "O, tabanlarına kadar iman ile doludur, O, cennetin özlediği kişilerdendir, içi ve dışı temiz, iyi olan kişiye (Ammâr)'a merhaba, izin verin gelsin!" gibi iltifatlarına mazhar olmuştur. Hz. Ömer Ammâr'ı Kûfe'ye vâlî olarak gönderirken yazdığı yazıda İbn Mes'ûd ve Ammâr, Rasûlullah ashâbının seçkinlerindendir (nücebâ), onlara itâat edin ve yollarından ayrılmayın" demiştir. Rasûl-i Ekrem (s.a.), Allah Teâlâ'nın kendisine verdiği mucizevî bilgi sayesinde Ammâr'ın geleceğini haber vermiş ve "Seni, hak yönetime başkaldıranlar (bâğîler) öldürecekler" demişti. Ammâr, doksan yaşını aşmış olduğu halde Hz. Alî'nin yanında Sıffîn savaşına katılmış ve Muâviye taraftarlarınca şehit edilmiş, böylece Rasûlullah'ın haberinin doğruluğu isbatlanmıştır. Rıdvân Bey'atin'de bulunan ashâbdan sekiz yüz kadarı, Hz. Alî'nin tarafında olmak üzere Sıffîn harbine iştirak etmişler ve bunlardan altmış üçü bu savaşta şehit olmuşlardır; Ammâr da bunlardan biridir. O'nun, bu siyasi ihtilâfta ve iç savaşta aldığı tavır, aynı zamanda ictihad gücünü göstermektedir.(83)

 



81. İbn Hacer, age., C. II, s. 260; Hacevî, age., C. I, s. 189.
82. Müslim, Musâkât, 80.
83. İbn Hacer, İsâbe, C. II, s. 505; İbn Abdilber, age, C. II, s. 469.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Huzeyfe b. el-Yemân (v. 36/565):
Medîne'de doğdu, babası ile birlikte Bedir harbi sırasında müslüman olmuş ve Bedir'e katılmak istemişlerdi, müşrikler Medîne dışında bunları yakaladılar ve sıkıştırdılar, Hz. Peygamber'in yanında savaşa katılmayacaklarına dair söz aldıktan (ahitleştikten) sonra serbest bıraktılar, baba oğul, Rasûlullah'a gelip durumu arzettiler, Hz. Peygamber (s.a.) "Onlara karşı verdiğimiz sözden dönmeyiz, Allah'ın yardımı bize yeter, siz katılmayın." buyurdu. Daha sonra yapılan Uhud savaşına katıldılar, baba el-Yemân (Hisl) burada şehit düştü. Huzeyfe'nin en büyük özelliği, Rasûlullah'ın sırdaşı olmasıdır, kendisi bunu şöyle ifade etmiştir: "Allah Rasûlu (s.a.), kıyâmete kadar olacak şeyleri bana bir bir haber verdi." O'nun bu özelliğini Ebu'd-Derdâ, Hz. ömer gibi sahâbîler de ifade etmişlerdir. Hattâ Hz. Ömer'in onu takip ettiği ve onun katılmadığı cenaze namazlarına katılmadığı nakledilmiştir. Bir defasında Hz. Ömer Huzeyfe'ye, "Memurlarım içinde münâfık var mı?" diye sormuş, o da "Bir tane var" diye cevap vermiş, fakat ismini açıklamamıştı. Bizzat Huzeyfe'nin anlattığına göre "Allah, Hz. Ömer'e ilham etmişcesine Halîfe bu adamı vazifeden almıştır." Hz. Ömer, Huzeyfe'yi Medâin vâlîliğine getirmiş ve ehâlîye hitaben onu öğen, itâat etmelerini isteyen bir yazı yazmış, "Ne isterse verin" demiştir. Medâinliler ne istediğini sorunca Huzeyfe, yalnızca geçimliğini istemiş, başka bir talepte bulunmamıştır. Bu bölgede önemli hizmetler veren Huzeyfe, aynı zamanda Nihavend, Dînever, Rey, Hamedân gibi önemli yerleri fethetmiştir. Halîfe, kendisini -kontrol ve talimat için- Medîne'ye çağırmış, şehre girmeden bizzat karşılamış, onu, Medîne'den çıktığı gibi -yeni malvarlığı edinmemiş- bulunca sevinmiş, kucaklamış ve yeniden görev başına göndermiştir.(84)
Bizansa karşı savaşılan bir yerde, Kureyş'e mensup bir komutan şarap içmişti, askerler onu cezalandırmaya teşebbüs edince Huzeyfe müdâhale etti ve şöyle dedi: "Düşmanınıza bu kadar yakın iken komutanınızı cezalandırmak istiyorsunuz; bu takdirde düşman cesaret bulur ve sizi mağlûb edebilir."(85) Burada dînin maksadını ve amme menfaatini ön plâna alan bir anlayış ve ictihad örneği görülmektedir.

 



84. İbn Hacer, İsâbe, C. I, s. 306; İbn Abdilber, İstî'âb, C. I, s. 277; Zirikli, A'lâm, C. II, s. 180; Hacevî, age., C. I, s. 190.
85. Ebû-Yûsüf, Harâc, s. 178.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ebû-Zerr el-Ğıfârî (v. 32/652):
İsmi, Cundub b. Cunâde, ilk müslümanlardan (beşinci müslüman olduğu rivayet edilir), İslâm'ı tanımadan önce de yakın çevresinin putperestliğini terketmiş ve gökleri yaratan Allah'a ibâdet etmiş (bir çeşit namaz kılmıştır). Rasûlullah'ın zuhur etitğini duyunca Mekke'ye gelmiş, kendisi ile görüşmüş, dâveti üzerine müslüman olmuştur. Gizlenmesi tavsıye edildiği halde Kâbe'ye gelerek imanını haykırmış ve bu yüzden işkence görmüştür. Sonra memleketine dönmüş, burada İslâm'ı yaymaya çalışmış ve ancak Hendek savaşından sonra Medîne'ye gelebilmiştir. Bundan sonra devamlı Rasûlullah ile beraber olan Ebû-Zer, Tebûk savaşında bineği yürümediği için malzemesini de sırtına alarak yürümüş, Rasûl-i Ekrem bunu haber alınca "Allah Ebû-Zerr'e rahmeti ile muâmele buyursun! O, yalnız yaşayacak, yalnız ölecek ve yalnız başına diriltilecek" buyurmuşlardır. Hz. Peygamber'in, Ebû-Zer hakkında öğücü sözleri vardır: "Yeryüzünde, Ebû-Zer'den daha doğru sözlü birisi yoktur.", " Kıyâmet gününde yeri bana en yakın olanınız, dünyadan, benim bıraktığım gibi çıkanınızdır." Ebû-Zer bu hadîsi naklettikten sonra şöyle demiştir: "Vallahi benden başka hepiniz, bu dünyaya bir tarafından bulaştınız!" Peygamberimiz onun zühdünü (dünya nimetlerinden uzak yaşamasını) Hz. Îsâ'nın zühdüne benzetmişlerdir. O, bu zâhidâne hayatını ömrünün sonuna kadar sürdürmüş ve müslümanlar zenginleştikten, hazineden aldıkları maaş ile daha müreffeh yaşar hale geldikten sonra da şöyle demiştir: "Vallahi benim, Rasûlullah zamanındaki günlük geçimliğim bir sâ (dört çift avuç) hurma idi, bugün de onu arttıracak değilim." Aşağıda nakledeceğimiz ihtilâf sebebiyle Hz. Osmân onu Rabeze'de oturmaya mecbur (veya bunu tavsiye) etmişti. Orada yalnız başına yaşadı ve son hastalığında eşi telaşlanınca ona, merak etmemesini, Rasûlullah'ın müjdesine göre bir gurup müslümanın kendisini kefenleyip defnedeceklerini söyledi. Gerçekten de Kûfe'den dönmekte olan İbn Mes'ûd ve yanındakiler, yol üzerinde bekleyen hanımını görmüşler, ondan durumu öğrenince hayret içinde kalıp ağlayarak Ebû-Zerr'in yanına gelmişler, O'nun son vasıyeti gereği içlerinden "yöneticilik ve amme sorumluluğu yüklenmemiş birinin" elbisesi ile onu kefenlemişler (çünkü kendisinin kefen olacak bir elbisesi yoktu) ve namazını kılarak burada defnetmişlerdir.(86)
Ebû-Zer (r.a.) Hz. Ebû-Bekir, Ömer, Alî gibi İslâmî faziletlerin ebedî temsilcilerinden ve örneklerinden biridir; onun temsil ettiği fazilet "merhamet, dayanışma ve yardımlaşma, fukarâlığı ortadan kaldırmak, fukarânın ıztırabını hafifletmek için çalışmak" şeklinde ifade edilebilir. O, bir müctehid olarak kişinin, ihtiyacından fazla serveti (özellikle parayı) mülkiyetinde bırakamıyacağı, bunu mutlaka muhtaç olanlara vermesi gerektiği görüşünde idi. Bu görüşünü, "Altın ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlara acı bir azâbı haber ver" meâlindeki âyete (Tevbe: 9/34) ve Rasûlullah'ın (s.a.) kendisine yaptığı zühd telkinlerine dayandırıyor idi. Hz. Ömer'in vefatından sonra yerleştiği Şam'da bu ictihadını yaydığını, fakirleri, zenginler aleyhine kışkırttığını ileri sürerek Muâviye, onu Halîfe Osmân b. Affân'a şikâyet etmişti, Hz. Osmân da Ebû-Zer'i Medîne'ye çağırdı ve bir müddet sonra Rebeze'ye gitmesini tavsıye etti, Ebû-Zer de İmâm'a itâatı gerekli sayarak Rebeze'ye gitti, vefatına kadar burada yaşadı.(87) Çoğunluğun ictihadına göre bu "altın ve gümüşü biriktirenler; yâni kenz yapanlar" âyeti, servetinin zekâtını vermeyenler hakkındadır, zekâtını veren kişinin, şahsî ihtiyacından fazla mal ve para edinmesi, biriktirmesi câizdir.

 



86. İbn Abdilber, İstî'âb, C. I, s. 214; C. IV, s. 62; İbn Hacer, İsâbe, C. IV, s. 63; Hacevî, age., C. I, s. 193.
87. Reşîd Rızâ, Tefsîr, C. X, s. 405 vd.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Selmân el-Fârisî (v. 36/656):
İranlı, Isfahân'da ateşperest bir çevre içinde yetişti, bu din kendisini tatmin etmediği için hak dini arama yoluna koyuldu, İran, Bizans ve İsrâiloğulları'nın dine ait kitaplarını okudu, İncil'i inceledi, seyâhatleri sırasında Benî-Kelb ile hizmet anlaşması yaptı, fakat onlar, Selmân'ın garipliğinden faydalanarak onu köle haline getirdiler ve birçok el değiştirerek Medîne'ye geldi, Rasûlullah'ı görüp dinleyince O'nun, Hakk'ın elçisi olduğunu anladı, köle iken müslümanlığını açıklamak istemediği için -Rasûlullah'ın (s.a.) aracılığı ile- sahipleri ile azatlık anlaşması yaptı, onlar adına bir hurmalık yetiştirdi ve hurmalar -yine Allah Rasûlü'nün mucizevî müdahalesi sayesinde- kısa zamanda meyve verince Selmân hürriyetine kavuştu, müslüman olduğunu açıkladı. Hendek savaşından itibaren bütün savaşlara katıldı, Hendek savaşına ismini veren savunma tedbirini Rasûlullah'a Selmân tavsıye etti, daha sonra Irak fethine katıldı, İran fethedildikten sonra Medâin vâlîliğine tayin edildi. Selmân (r.a.) geçmişini ve soyunu hiç dile getirmez, âdetâ İslâm ile dünyaya geldiğini ifade edercesine kendisine "İslâm oğlu Selmân" derdi. O'nun ilmi, zühdü, takvâsı ve Rasûlullah nezdindeki müstesna değeri konusunda ittifak vardır. Allah Rasûlü şöyle buyurmuştur: "Allah bana dört kişiyi sevmemi emretti: Alî, Ebû-Zer, Mikdâd, Selmân." Bunun içindir ki Hz. Ebû-Bekir, Ebû-Süfyân yüzünden Selmân'a serzenişte bulunmuş, Rasûlullah'ın ikazı üzerine (onu darıltırsan Allah'ı darıltmış olursun dediği için) gelip kendisinden af dilemişti. Bütün ömrünce zâhidâne yaşadı, vâlî iken dahi hurma yapraklarından hasır vb. örer, bundan elde ettiği gelir ile geçinir, beş bin dirhemlik maaşının tamamını fukaraya tasadduk ederdi. Evi yoktu, kendisi için bir ev yapma teklifini hep reddetti, sonunda birisi "kalktığın zaman başın tavanına değecek, yattığın zaman da ayağın duvarına dokunacak" bir kulübe yapayım deyince bunu kabul etti ve hayatını orada geçirdi. Selmân (r.a.) bu zühd halini, bu mâna sultanlığını Rasûlullah'ın özel ilgisine ve terbiyesine borçlu idi; gecenin ortasında Rasûlullah'ın ona ayırdığı bir ders ve eğitim saati vardı ve Rasûl-i Ekrem onun için "Din, süreyya yıldızında olsa İranlı (Selmân) oraya da ulaşır" buyurmuştu.
Selmân'ın (r.a.) ictihadına, din anlayışına, fıkhına delalet etmesi bakımından şu olay önemlidir: Hz. Peygamber (s.a.) onu, Ebu'd-derdâ ile kardeş eylemişti. Selmân kardeşliğini ziyaret için evine gittiğinde eşini perişan halde bulmuş, sebebini sorunca da "Kardeşliğinin dünya ile hiçbir alış-verişi yok" cevabını almıştı. Eve girdi ve geceyi burada geçirdi, Ebu'd-derdâ'nın devamlı oruç tuttuğunu, uyku uyumadığını, sabaha kadar namaz ile meşgul olduğunu tesbit etti ve onu bu davranıştan menederek şunları söyledi: "Rabbinin senin üzerinde hakkı vardır, ailenin senin üzerinde hakkı vardır, bedeninin senin üzerinde hakkı vardır; her hak sahibine hakkını ver!"(88)

 



88. İbn Hacer, C. II, s. 60; İbn Abdilber, İstî'âb, C. II, s. 53; Zirikli, A'lâm, C. III, s. 169.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Ebû-Ubeyde b. el-Cerrâh (v. 18/639):
İsmi: Âmir b. Abdullah, ilk müslümanlardan, cennetle müjdelenmiş on kişiden büyük sahâbî, fâtih ve kumandan. Hâlid'i azlettikten sonra Hz. Ömer, Ebû-Ubeyde'yi Suriye ordusunun başına getirdi, Ebû-Ubeyde İslâm ülkesinin sınırlarını Doğu'da Fırat'a, Kuzey'de Anadolu'ya kadar genişletti. Taklîdi güç bir zühd içinde yaşadı, bu sebeple Hz. Ömer onun için "Sen müstesnâ, hepimizi dünya az çok değiştirdi, ey Ebû-Ubeyde!" demiştir. Rasûlullah (s.a.) de "Her ümmetin bir emîni (güveni temsil eden kişisi) vardır, bu ümmetin emîni de Ebû-Ubeyde'dir" buyurmuşlardır. Allah Rasûlü ile bütün savaşlara katılan Ebû-Ubeyde, Uhud savaşı sonrasında, O'nun mübâret yüzüne batan zırh halkasını dişleri ile çıkarmış ve bu sebeple iki ön dişini kaybetmiş, bu izi, ömür boyu büyük bir sevgi ile taşımıştır.
Onun ictihadını ve fıkıh sâhasındaki gücünü gösteren örnekler vardır:
İlk halîfenin seçilmesi müzakerelerinde Hz. Ebû-Bekir, Hz. Ömer ile Ebû-Ubeyde'yi teklif etmiş, bunlardan birini seçin demişti. Hz. Ömer de vefatı sırasında "Ebû-Ubeyde hayatta olsaydı hilâfet için onu namzet gösterir ve tavsıye ederdim" demiştir.
Hz. Ömer Sûriye'ye gelmiş, burada vebâ salgını olduğunu duyunca geri dönmek istemişti, Ebû-Ubeyde kendisine "Allah'ın takdirinden (kaderinden) mi kaçıyorsun?" diye itiraz etmişti, Hz. Ömer ona şu cevabı verdi: "Keşki bunu senden başka biri söyleseydi! Evet, Allah'ın bir takdirinden diğer takdirine kaçıyorum." Burada, kader ile ilgili iki anlayış ve yorum görüyoruz; Hz. Ebû-Ubeyde'ye göre salgın hastalığa karşı tedbir almak kaderden kaçmak demektir, eğer veba bulaşacaksa (kaderde varsa) bulaşır ve insan ölür, bulaşmayacaksa, vebalılarla temas edilse dahi bulaşmaz... Hz. Ömer'e göre kişi kaderini bilemez, veba salgınının bulunduğu yere gitmek kader olduğu gibi tedbir olarak oraya girmemek de kaderdir, her iki davranış da Allah'ın takdiri ile olur, birini kader sayıp diğerini saymamak, ikincisini kaderden kaçma şeklinde değerlendirmek isabetli değildir.
Bir akıncı hareketinde birliğin başkanı Ebû-Ubeyde idi, yiyeceklerinin tükendiği bir sırada denizin karaya attığı ölü bir baline buldular, yenip yenmeyeceği konusunu müzakere ettiler, Ebû-Ubeyde, Allah Rasûlü'nün elçileri olduklarını ve dara düştüklerini" gözönüne alarak yemelerine karar verdi ve yediler, Medîne'ye dönünce Rasûlullah'a (s.a.) durumu aktardılar, Ebû-Ubeyde'nin fetvâsını tasvip buyurdu.(89)

 



89. İbn Hacer, İsâbe, C. II, s. 242; İbn Abdilber, İstî'âb, C. IV, s. 120.

 

 

 

 

Ebû-Sa'îd el-Hudrî (v. 74/693):
İsmi, Sa'd b. Mâlik, ensârın Hazrec kolundan, genç ashâb neslinden, Uhud savaşında on üç yaşında olduğu için küçük bulunmuş, bundan sonraki harekâta katılmıştır. "Allah için, kimsenin kınamasına aldırmayacaklarına, çekinmeden Allah rızâsı yönünde hareket edeceklerine dair Rasûlullah'a söz veren altı kişiden biridir. Rasûl-i Ekrem'den (s.a.) "Bilen veya gören bir kimseyi, hakkı söylemekten, insanlardan korkması alıkoymasın." meâlindeki hadîsi rivayet etmiş, bu hadîsin sevki ile Muâviye'ye giderek emr bi'l-ma'rûf yapmıştır.
Fıkıh sahâsındaki bilgisi ve gücüne ashâb şahitlik etmiştir. Hz. Peygamber zamanında şu olay sebebiyle verdiği fetvâ tasvip ve tasdik edilmiştir: Bir gurup müslüman bir irşâd ve askerî görevi yerine getirmek üzere seferde iken aç kalmış, müslüman olmayan bir kabileden yiyecek istemişlerdi, kabile bunlara yiyecek vermeyi reddetti, bunlar istirahat ve namaz ibâdeti ile meşgul olurken kabilenin reisini akrep soktu, adam ölmek üzere idi, başka çare bulamadıkları için müslüman guruba başvurdular, içlerinde bulunan Ebû-Sa'îd el-Hudrî, belli sayıda koyunu ücret olarak almak sartıyle tedavi edebileceğini söyledi, kabul ettiler. Fâtiha sûresini okuyup sokulan yere tükürmek suretiyle adamı tedavi etti ve koyunları aldılar, bunun helal olup olmadığı konusunda müzakere açıldı, Ebû-Sa'id helal olduğunu söyledi ve yediler, seferden döndükten sonra durumu Rasûlullah'a (s.a.) anlattılar, O da bu fetvâyı uygun buldu.(90)

Ummu-Seleme (v. 62/681):
Adı, Hind bt. Suheyl, mü'minlerin annelerinden, Rasûlullah'ın eşi olmadan önce Mekke'de eski eşi ile birlikte müslüman olmuşlar ve Habeşistan'a hicret etmişlerdi, bilâhare Medîne'ye geldiler, gerek Habeşistan'a ve gerekse Medîne'ye hicret eden ilk kadın olduğu söylenir, eşinin aldığı bir yaradan dolayı ölmesi üzerine Rasûlullah, İslâm yolunda bunca cefaya katlanmış bu mücahide hanımı mükâfatlandırmak istemiş ve izdivacına talib olmuştu, Ummu-Seleme "Rasûlullah benim neyimle evlenecek; yaşlıyım, doğuramam, kıskanç bir kadınım, birçok çocuğum var?.." dedi. Rasûlullah (s.a.) kendisine şu cevabı verdi: "Yaş konusunda ben daha yaşlıyım, kıskançlık meselesinde Allah'a duâ ederim bu da geçer, çocuklara gelince bunlara Allah ve Rasûlü bakacaktır." Bu cevap ile tatmin olan Ummu-Seleme ile Peygamberimiz hicretin dördüncü yılında evlendiler. Hz. Âişe'nin şehadetinden anlaşıldığı üzere Ummu-Seleme hem güzel, hem üstün ahlâk sahibi, hem de akıllı ve bilgili bir hanım idi. Şu hâdise de onun zekâsına ve ictihad kabiliyetine delâlet etmektedir: Hudeybiye andlaşması yapıldığı zaman Rasûlullah (sa.) ashâbına, ihramdan çıkmalarını ve kurbanlarını kesmelerini emretti, ashâb bu sulhun şartlarını ağır buldukları ve savaşı buna tercih ettikleri için emri yerine getirme konusunda ağırdan aldılar, Hz. Peygamber müteessir olarak Ummu-Seleme'nin bulunduğu çadıra girdi, eşi durumu öğrenince O'na şöyle dedi: "Yâ Rasûlullah, siz çıkın kurbanınızı kesin ve ihramınızdan çıkın, bunu gören ashâb da aynı şeyi yapacaktır." Rasûlullah (s.a.) bu tavsıyeye uyarak denileni yapınca ashâb da kararın ciddiyetini anlamış ve acele ile emri yerine getirmişlerdir.(91) Bu olay, bir yandan Ummu-Seleme'nin akıl ve hikmetini gösterirken, diğer taraftan Rasûlullah'ın, kadınlara verdiği değeri, gerektiğinde onlarla da istişare ettiğini ve makul tekliflerini kabul ettiğini ifade etmektedir.

 



90. İbn Hacer, İsâbe, C. II, s. 32; Hacevî, age., C. I, s. 207.
91. İbn Hacer, İsâbe, C. IV, s. 439; Hacevî, age., C. I, s. 209.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Âişe bt. Ebû-Bekir (v. 58/678):
Kureyş kabilesinden, Hz. Ebû-Bekir'in kızı, Rasûlullah (a.s.)'in en sevgili eşi, genç yaşında O'nunla evlendiği için İslâm'ı, ilk kaynaktan en iyi şekilde öğrenme ve anlama imkânını bulan, bu bilgisi ile ümmete hocalık eden büyük İslâm kadını. On hususta diğer kadınlara nisbetle özelliği olduğunu zikreden Hz. Âişe bunları söyle sıralamaktadır: "Cebrâil'in kendi sûretinde gelmesi, Hz. Peygamber'in evlendiği tek kız olması, hem babasının, hem de annesinin muhâcirlerden olması, kendisine yapılan bir iftirâ sebebiyle âyetler gelmesi ve Allah tarafından berâet ettirilmesi, Rasûlullah kendisi ile beraber iken vahiy gelmesi, Hz. Peygamber ile bir kaptan elleri ile su alarak yıkanmaları, küçücük odalarında Hz. Peygamber nâfile namaz kılarken önünde uzanıp uyuması (oda dar olduğu için secde edeceği zaman ayaklarını çeker, Hz. Peygamber ayağa kalkınca tekrar uzatır idi), Rasûlullah'ın (s.a.), onun odasında, nöbetinde, kucağında vefat etmesi ve onun odasına defnedilmesi." Bedruddîn ez-Zerkeşî, el-İcâbe isimli eserinde, Hz. Âişe'nin özelliklerini kırkiki maddeye çıkarmış ve bunları sıralayarak açıklamıştır.(92) Bunlar arasında, konumuz açısından önemli olanları şunlardır: Fıkıh, şiir ve tıp dallarında, çağının en bilgin kadını idi, Sahâbe, dinî konularda sıkışınca kendisine sorar ve mutlaka sordukları konuda onda bilgi bulurlardı. Kendisi hakkında "Dininizin yarısının bilgisini Âişe'den alın" buyurulmuştur.
Hz. Âişe'nin, diğer sahâbeye ait hatalı görüşleri düzeltmesi ve onlara doğrusunu anlatması sıkça vukubulmuş ve bunlar bir kitaba (yukarıda zikredilen el-İcâbe isimli esere) konu olacak sayıya ulaşmıştır. Bazı örnekler: Hz. Ömer, Rasûlullah'ın (s.a.), "Ailesi arkasından ağlayan ölü bu yüzden azâp çeker" meâlinde bir sözünü naklederek ağlayanları menederdi. Hz. Âişe bunu duyunca şöyle dedi: "Ömer'e Allah rahmet eylesin, sözünü duymuş ama bir kısmını unutmuş, Hz. Peygamber'in söylemek istediği şudur: "Kişi küfrü ve günahı sebebiyle azâp çekerken ailesinin ağlaması da onun acısını artırır." Maksat budur, yoksa Allah Teâlâ hiçbir kimseye, bir başkasının fiili sebebiyle azâb etmez, ceza vermez, "Kimse, kimsenin suçundan dolayı ceza çekmez" meâlindeki âyeti bilmiyor musunuz?" (s. 83)
Ebû-Sa'îd el-Hudrî, Rasûlullah'ın (s.a.), "kadınların, yanlarında nikâh düşmeyecek kadar yakın erkek akrabaları olmadıkça uzun yolculuğa çıkmalarını yasaklayan" sözüne dayanarak bunları, mahremsiz hacca gitmekten menetmişti. Hz. Âişe bunu işitince "Her kadının bu kadar yakın erkek akrabası olmaz ki?!" diyerek mezkûr hadîsin, yakınları olan kadınlara ait bulunduğunu, böyle akrabası olmayan kadınların, güvenilir kadınlar yanında hacca gidebileceklerini îmâ etti. (s. 146)
Fâtıma bt. Kays isimli kadını kocası boşamış, Hz. Peygamber de onun, iddeti dolmadan koca evinden ayrılmasına izin vermişti. Fâtıma bunu bir genel kaide olarak anlatır ve "boşanmış kadınlara, iddet içinde, boşayan koca tarafından, mesken ve nafaka verilmeyeceğini söylerdi. Hz. Âişe bunu duyunca Fâtıma'yı kınamış ve "Bu izin onun özel durumu ile ilgili idi, evi çok tenha bir yerde olduğu için, başına bir şey gelmesin diye buradan çıkmasına izin verildi" demiştir. (s. 166)
İmam-Şâfiî, el-Umm isimli eserinde, hükümsüz (lağiv) yeminin "kasıtsız yemin olarak" yorumu konusunda Hz. Aişe'nin görüşünü tercih ettikten sonra, onun hakkında şunları kaydetmektedir: Hz. Âişe, kendisine uyulmaya liyakât konusunda sizden öndedir; çünkü o hem dili, hem de dini sizlerden daha iyi bilmektedir."(93)

 



92. Dimaşk, 1939, s. 46-76.
93. C. VII, s. 243. Hz. Âişe'nin hayatı için bak. İbn Hacer, İsâbe, C. IV, s. 348 vd.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Abdullah b. Abbâs (v. 68/687):
Rasûlullah'ın (s.a.) amcazâdesi, Mekke'de, müslümanlar Ebû-Talib mahallesinde abluka altında iken doğdu, küçüklüğünü Rasûlullah'ın yakınında geçirdi ve O'ndan çok istifade etti. Allah Rasûlü'nün "Allah'ım onu dinde fakih kıl ve ona tefsiri öğret" şeklindeki çok değerli duâsına mazhar oldu. O'nun intikalinden sonra sahâbeyi bir bir dolaşarak yıllarca onlardan, Hz. Peygamber'e ait (O'ndan aldıkları) bilgileri edindi, bunları, yanında taşıdığı kâtibine de yazdırırdı. Sonunda fetvâda ve tefsirde İmam oldu. Haftanın her gününü belli bir ilme (fıkıh, tefsir, edebiyat, tarih) ayırır, bu günlerde kendisine gelen talebeye ders verirdi. Hz. Alî ile birlikte Cemel ve Sıffîn savaşına katıldı, O'nun tayini ile Basra vâlîsi oldu, Muâviye zamanında azledildi, ömrünün son kısmını Tâif'te geçirdi.
İbn Abbâs tefsir ilminin kurucusu olduğu gibi fıkıh sahâsında da imamdır ve önemli ictihadları vardır. Dârimî'nin Abdullah b. Ebî-Yezîd'den naklettiğine göre İbn Abbâs'a bir mesele sorulduğu zaman Kur'ân-ı Kerîm'e bakar, hakkında âyet var ise bununla cevap verirdi. Burada bulamazsa Rasûlullah'ın sünneti ile, burada da bulamaz ise Hz. Ebû-Bekir ve Ömer'in çözümleri ile cevap ve fetvâ verirdi, bu kaynaklarda cevabını bulamadığı konularda ise bizzat reyi ile ictihad ederdi.
Şâfiî'nin el-Umm'de verdiği bilgiye göre birisi, bir gümüş bileziği veresi olmak üzere satın almış, sonra da malı teslim almadan bunu satmak istemişti. İbn Abbâs "Bu gümüş ile gümüşü mübâdele etmek -alıp satmak- mahiyetindedir ve caiz değildir" dedi. İbn Abbâs, satın alınan bir malın, teslim alınmadan satılmasını caiz görmüyordu ve Hz. Peygamber'in, yiyecek maddeleri için koyduğu bu yasağı, bütün mallara teşmil ediyordu.(94)
Kendisine birisi gelip, üçüncü bir şahsı jurnal etmişti. Jurnalcıya şöyle dedi: İstersen konuyu incelerim, muhâkeme ederim, dediğin yalan çıkarsa seni cezalandırırım, doğru çıkarsa seni buradan sürgün ederim, ama istersen bu jurnali yapılmamış sayarım bırakır gidersin." Adam son şıkkı tercih etti ve gitti.(95)

 



94. el-Umm, C. VII, s. 243.
95. İbn Hacer, İsâbe, C. VIII, s. 322-326.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

8- Fıkıh Bakımından Devrin Özellikleri
Önde gelenlerinin kısa hal tercümelerini verdiğimiz sahâbe fukahâsının yaptıklarından hareketle bu devrin, fıkıh açısından özelliklerini şu maddelerde özetlemek mümkündür:
a) İslâm ülkesinin sınırları genişlemeye ve nüfusu çeşitlenip artmaya, teşkilât ve medeniyeti gelişmeye başladığı için, Rasûlullah zamanında bulunmayan mesele ve hâdiseler ortaya çıkmış, sahâbe bunların hüküm ve çözümleri için ictihad yoluna başvurmuşlardır.
b) Daha sonraki devre nisbetle yeni meseleler ve bunlara bağlı hükümler çok değildir; çünkü sahâbe fukahâsı, yalnızca olan, gerçekleşen hâdise ve meselelerin üzerine eğilmişler, henüz olmamış bir hâdiseyi varsayarak onun hükmünü arama yoluna girmemişler, bunu boşuna vakit kaybı saymışlardır.
c) Bilhassa ilk dört halîfe zamanlarında fıkıh yönetime değil, yönetim fıkha uyuyor, fıkha göre yürütülüyordu. Halîfeler, sahâbenin âlimlerini yanlarından uzaklaştırmıyor, yeni hadiseleri danışma meclisine (şûrâya) getiriyor, gerektiği kadar tartışıp inceledikten sonra hükme bağlıyorlardı. Bu sebeple sahâbe devrinde görüş ayrılığı yok denecek kadar azdır; halbuki daha sonraki devirde fıkıh yönetime uymaya, yönetime keyfilik ve zümre menfaati hâkim olmaya başlamış, danışma terkedilmiştir; bu sebeple de görüş farkları çoğalmaya ve derinleşmeye yüz tutmuştur.
d) Kitâb ve Sünnet'in gösterdiği ve ictihad ile şekillenen yol mânasındaki fıkıh bu devirde devletin anayasası mesabesinde idi, halk, yöneticileri serbestçe denetliyor, fıkha uymayan tasarrufları olursa buna karşı çıkıyorlardı. Bu devirde hukukçuların otoritesi, sonraki devirler ile mukayese edilemez ölçüde geniş ve hâkim bulunuyordu.
e) Bilhassa Hz. Osmân zamanına kadar şûrâ üyelerinin Medîne'den devamlı ayrılmalarına izin verilmediği için büyük sahâbe halîfenin yanında bulunuyorlar, danışmaya katılıyorlardı, bu sebeple yeni meselelerin çoğunda ittifak hasıl oluyordu (icmâ hükmü oluyordu). Az sayıda görüş farkı meydana geliyorsa bu da taasup, siyâsî ve zümrevî menfaat gibi faktörlere değil, samîmî düşünceye ve ictihada dayanıyor, birliği bozmuyordu. Sonraki devirlerde hem müctehidler İslâm dünyasına dağıldıkları, hem de ihtilâfın sebepleri arasında, hasbî ictihad ve ilim dışında faktörler karıştığı için ihtilâf çoğaldı, derinleşti ve bazı müctehidlere göre imkânsız hale geldi.(96)

 



96. Hacevî, age, C. I. s. 260-261,

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

9- Tedvîn:
Müsteşriklerin ısrarlı inkârlarına ve sistematik menfî yorumlarına rağmen son zamanlarda yapılan araştırmalar ve özellikle Prof. Dr. Fuat Sezgin'in araştırmaları, diğer İslâm ilimlerinde olduğu gibi fıkıh sâhasında da tedvînin; yani fıkhın yazıya geçirilmesinin sahâbe devrine, hattâ nüve olarak Rasûlullah devrine kadar uzandığını ortaya koymuştur. Gerçi bugünki mânada risâlelerin (küçük kitapların) telîfi sahâbe devrinin sonlarında başlamış ve Emevîler devrinde gelişmiştir. Ancak bunlara da kaynak olan fıkıh yazıları daha önce gerçekleşmiştir. Prof. Sezgin bu gerçeği ortaya koyan önemli örnekler tesbit etmiştir:(97)
a) Hişâm, babası Urve b. Zubeyr'in çok sayıda fıkıh yazmalarına sahip bulunduğunu, bunların meşhur harre olayında (Yezîd zamanında, 63/683 yılında, Medîne'nin yıkılıp yakılması ve talan edilmesi olayında) yandığını ve babasının bu sebeple çok üzüldüğünü haber vermiştir.
b) Rasûlullah'ın hayatta iken bir kısım sahâbeye yazılı talimat verdiğini, yahut gönderdiğini biliyoruz. Ömer b. Abdulazîz halîfe olduktan sonra Medîne'ye ilk geldiğinde, biri Rasûlullah'a, diğeri Hz. Ömer'e ait bulunan, vergi ve sadaka konusundaki iki yazının bulunmasını emretti, yazılar bulununca hemen birer nüsha çıkarılmasını istedi ve aslı Ebû-Bekir b. Muhammed b. Amr b. Hazm'de kaldı. Bu zâtın dedesi Amr, Rasûlullah'ın kendisine gönderdiği bir fıkıh yazısından bahsetmiş; bu yazıda feraiz, zekât ve diyetler konusunda hüküm ve bilgiler bulunduğunu söylemiştir.
c) Enes b. Mâlik, Hz. Ebû-Bekir'den, vergi ve zekât ile ilgili bir mektup almıştır.
d) Hz. Ömer'in torunu, dedesinin vefatından sonra, onun metrûkâtı arasında, hayvanların zekâtı ve vergisi ile ilgili bir yazı bulduklarını bildirmiştir.
e) Hz. Alî'nin oğlu İbnu'l-Hanefiyye, babasının Hz. Osmân'a götürmesi için kendisine bir yazı verdiğini ve burada, Rasûlullah'ın zekâtla ilgili talîmatından bahsedildiğini ifade etmiştir.
f) Eski kaynaklarda Rasûlullah'ın (s.a.) teşrî usûlünü (dini hüküm ve kaide çıkarma metodunu) anlatan ve Sa'd b. Ubâde tarafından muhâfaza edilen bir kitaptan bahsedilmektedir.
g) Hz. Ömer'in, biri Ebû-Mûsâ'ya, diğeri de Muâviye'ye hitaben yazdığı ve kazâ konusuna ait iki mektubu pek çok kaynakta zikredilmiş ve metinleri verilmiştir. Bütün bu fıkıh yazıları, sonraki nesillerde yetişen fukahâ tarafından kullanılmış, daha muntazam ve sistematik fıkıh kitaplarının yazılmasına kaynaklık etmiştir.

 



97. GAS, Hicâzî tercümesi, C. I/3, s. 3-7.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

B- EMEVİLER DEVRİ
Hz. Hasen'in İslâm birliğini yeniden sağlamak ve iç savaşı önlemek için Muâviye nâmına -bazı şartlarla- hilâfetten ferâğat etmesiyle hulefâ-i râşidin devri sona erer ve yeni devir (132/750 yılına kadar devam eder.
Emevîlerin zamanı içerde isyan ve karışıklıklarla mücadele, dışarda ise yeni ülkeler fethetmekle geçmiştir. Sıffîn savaşı sırasında cereyan eden hakem olayından sonra ortaya çıkan Havârice göre "hilâfet muayyen bir hânedanın hakkı değildir. Müslümanların başkanı olmaya en lâyık olan, onların işlerini idareye en ehliyetli bulunan kim ise halîfe olmaya lâyık olan da odur." Bunun tabîî neticesi de halîfeyi müslümanların seçmesidir. Havâric bu mantıkla hareket ederek Emevîlere cebhe almışlardı.(98)
Hilâfetin Hz. Ali ve hânedanının hakkı olduğunu, bu konuda Hz. Peygamberin (s.a.) vasiyeti bulunduğunu ileri süren Şîa da Emevîlere -bu cihetten- karşı çıkmıştır.
Hz. Hasen'in hilâfetten ferâğatı üzerine Muâviye'ye bey'at eden müslüman ekseriyeti ise "cumhûr"u teşkil ediyorlardı.
Bütün bu iç bölünme ve mücâdelelere rağmen Emevîler devrinde İslâm ülkesinin sınırları Batı'da Atlas Okyanusu, Doğu'da Çin kıyıları ve Afganistan, Kuzey'de kısmen Küçük Asya ve İspanya'ya kadar genişlemiştir.
Emevîler devrinin fıkhî hayat bakımından hususiyetlerine gelince:

 



98. Hakeme baş vurmayı kabul ettiği için Hz. Ali'ye de karşı çıkmışlardı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

1- Nesil:
Bu devre içinde önce yaşlı sonra da genç sahâbe âhirete intikal ederek tâbiûn nesli onların yerini almıştır.

2- Hadis Rivâyeti:
Bilhassa Hz. Ömer sahâbenin Medîne'den uzaklaşması ve hadis rivâyeti ile meşgul olmalarını istemiyordu. Birinci davranışın sebebi istişâre için onlara muhtaç oluşu idi. Hadîs rivâyeti üzerindeki titizliğinin ise iki sebebi vardı:
a) Kur'ân-ı Kerîm'in yerleşmesi, eğitim ve öğretiminin yayılması.
b) Hadîsler arasına, uydurma olanların sokulmasından çekinmesi.
Hz. Ömer'den sonra sahâbe İslâm ülkesinin çeşitli bölgelerine dağılmışlar, buralarda İslâm'ı öğretirken gerektiği zaman bildikleri hadîsleri de nakletmişlerdir.
Böylece başlayan hadîs rivâyeti hareketi yanında, çeşitli maksatlarla hadîs uydurma (vaz'ı) hareketi de başlamıştır.

3- Nazarî Fıkıh:
Hulefâ-i Râşidîn devrinde fıkıh amelî idi; bir mesele karşısında sahâbe Kitâb, sünnet ve rey ictihadı ile hükme varıyorlar, bu ise emsâl hâdiseler için bir fıkıh kaidesi, dinî bir düstûr oluyordu. Hulefa-i râşidînin hüküm ve davranışları ile Kitâb ve sünnet arasında bir tutarsızlık, bir muhâlefet bahis mevzûu değildi.
Emevîler devrinde ise durum değişti. Daha ilk halîfeleri siyâset öyle icabettiği için babasının zina mahsûlü oğlu Ziyad b. Ebîhi nesebine geçirmiş (istilhak) bunun, "Zinâ eden mahrum olur" hadisine aykırı düştüğü ikazına aldırmamıştı.(99)
Gerek ilk sultanın ve gerekse Ömer b. Abdülaziz dışında kalan sonrakilerin devlet idaresinde sünnet ve hulefa-i râşidîn yolundan ayrılmaları karşısında(100) ikazların fayda vermediğini gören sahâbe ve büyük tâbiûn daha çok Hicaz'da ve hâsseten Medîne'de sünnetin tesbitine, Kitâb ve sünnete bağlı nazarî bir fıkhın "fıkhî hükümlerin" tesisine yöneldiler. Onlar bu davranışlarıyla hem ilim hem de amel (tatbikat) halinde gerçek İslâm'ın muhâfazasına çalışıyor, aynı zamanda devleti idâre edenlere aksülâmel göstermiş oluyorlardı.

 



99. Ebû-Nuaym, Hilyetu'l-evliyâ (Mısır, 1351/1932) C. II, s. 167; Süyûtî, Târîhu'l-hulefâ, s. 196. (Hadîsi Buhârî ve Müslim rivâyet etmiştir.)
100. Başka örnekler ve daha geniş bilgi için bak. H. Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, s. 90 vd.; İctihad, s. 70-72; A. Emin, Duha'l-İslâm, C. II, s. 162; M. Y. Mûsâ, age., s. 46 vd. Ayrıca bak. Bu kitap, (Dördüncü Bölüm'ün giriş kısmı).

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

4- Hicaz ve Irak Medreseleri:
Sahâbenin yetiştirdiği tâbiûn nesli müctehidleri üstad, muhit ve malûmat farkına dayanan iki gruba ayrılmışlardı: Hicazlılar ve Iraklılar. İleri gelenlerini bundan sonraki maddede zikredeceğimiz bu iki grup müctehidden -büyük tâbiûn devrinde- Hicazlıların imamı Saîd b. el-Müseyyeb (94/712) Iraklılarınki ise İbrahim b. Yezîd b. Quays en-Neha'î (96/714)'dir.
Bu iki gurubun sahâbe neslinden üstadları farklıdır:
İbn Mes'ûd Kûfe'ye yerleşmiş, burada bildiklerini öğretmiş, fetvâ vermiş, hâkimlik yapmıştır. Kûfeliler ona tabi olmuş, sünnetin ondan öğrendiklerinden ibâret olduğuna inanmışlardır. Halbuki İbn Mes'ûd'un bilgisine ulaşmamış bulunan hadîsler ve hükümler de vardır. Bilindiği üzere Kûfe ve Basra, Hz. Ömer'in hilâfetinin ilk yıllarında kurulmuştu. Çoğu bu iki şehre, bir kısmı da Mısır ve Şâm'a olmak üzere üçyüzün üzerinde sahâbe gelmiştir. Hz. Alî halîfe olunca hilâfet merkezi, Medîne'den Kûfe'ye taşınmıştır. Hz. Alî buraya intikal etmeden önce Kûfe'ye İbn Mes'ûd'dan başka Sa'd b. Ebî-Vakkas, Ammâr b. Yâsir, Ebû-Mûsâ el-Eş'arî, el-Muğîre b. Şu'be, Enes b. Mâlik, Huzeyfe, İmrân b. Husayn gibi sahâbîler, Hz. Alî ile birlikte de İbn Abbâs gibi ashâb gelmişlerdir. Iraklılar fıkhı bunlardan öğrendikleri ve bunlar sâyesinde sünnetin tamamının kendi bölgelerine de intikal ettiğine inandıkları için kendilerini Medîne fukahâsına denk saymış ve birçok konuda onlara muhâlefet etmiş, farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Buna mukabil Medîne'de daha çok sayıda ashâb vardı. Rasûlullah (s.a.) Huneyn savaşından döndükten sonra Medîne'de on iki bin kadar sahâbe bırakmış, bunların on bini Medîne'de ömürlerini tamamlamışlar, iki bin kadarı da diğer İslâm ülke ve memleketlerine dağılmışlardır. Medîne'de kalan, burada daha sonraki nesillere ilim ve irfan aktaran sahâbe içinde Hz. Ebû-Bekir, Ömer, Alî (Kûfe'ye gitmeden önce), Osmân, Zeyd b. Sâbit, Âişe, Ummu-Seleme, Hafsa ve diğer Rasûlullah hanımları, İbn Ömer, Ubeyy, Talha b. Ubeydullah, Abdurrahman b. Avf, Ebû-Hureyre, gibi zevât vardır. Mısır'da Zubeyr b. el-Avvâm, Ebû-Zer, Amr b. el-Âs, Abdullah b. Amr; Şam'da Mu'âz, Ebu'd-Derdâ, Muâviye; Kuzey Afrika'da Ukbe b. Âmir, Mu'âviye b. Hudeyc, Ebû-Lubâbe, Ruvayfi' b. Sâbit gibi zevat bulunmuşlardır. her bölge, kendisinde bulunan sahâbeden aldığı bilgiye, bunların ve talebelerinin verdikleri fetvâ ve hükümlere (kazâ) dayanmış, bölgenin örf ve teâmülünü esas almış, bunlarla diğer bölge fukahâsına karşı çıkmışlardır. Ancak en önemli guruplaşma ve ilmî mücadele Irak ile hicaz (Kûfe ile Medîne) fukâhası arasında olmuştur.
Medîne'de gerek hadîs (sünnet) ve gerekse fıkıh bilgisi diğer bölgelerden daha fazla olduğu içindir ki, Râşid Halîfeler yolunda yürüyen Emevî Ömer b. Abdulaziz halîfe olunca Medîne'de kaldı, bilâhare vâlî olan Ebû-Bekir b. Hazm'e şu yazılı talimatı göndermişti: "Medîne ve çevresinde bulunan ashâb ve tâbiûndan bildikleri hadîsleri öğren, bunları toplayıp yaz ve bana gönder." Halîfe vefât ettiği zaman Ebû-Bekir, talîmatını kısmen yerine getirmiş ve önemli sayıda sünneti toplayıp yazmış bulunuyordu. Medîneliler, Hicaz kaynaklı bir teyit bulmadıkça Kûfe ve Şam ulemâsının rivayet ettikleri hadîsleri kabul etmiyor, bunları delil olarak kullanmıyorlardı. Bu davranışlarına gerekçe olarak da Irak ve çevresinde gelişen şu menfî olay ve cereyanları gösteriyorlardı: Şî'a ve Havâric gibi bid'at fırkalarının ortaya çıkarak hadîs uydurmaları (görüşlerini güçlendirmek için bir takım sözleri uydurup, bir sahte senede bağlayarak Rasûlullah'a isnad etmeleri), bu bölgede Cemel, Sıffîn gibi fitnelerin, ulemânın kökünü kazıyan Haccâc gibi zalimlerin zuhur etmesi, Hz. Hüseyin'in feci bir şekilde şehit edilmesi, yahûdiler, İranlılar gibi İslâm fetihleri yüzünden eski saltanatlarını kaybetmiş milletlere mensup olan, İslâmı içlerine sindiremiyen bazı kişilerin kurdukları gizli cemiyetler ve yıkıcı cereyanların bu bölgede zuhur etmesi, halkının geçimsiz, huysuz ve huzursuz bir karaktere sahip bulunması. Bu son özellik Hz. Ömer devrinde bile biliniyordu. Hz. Ömer, Sa'd b. Ebî-Vakkâs gibi bir zâtı onlara vâlî tayin etti, namazı iyi kıldırmıyor diye şikâyet ettiler; halbuki namaz kılmayı onlara Sa'd öğretmişti. Hz. Ömer de onu yanına aldı, şûrâ üyelerinden kıldı ve kendisinden sonra halîfeyi içlerinden belirleyecek özel şûrâya üye yaptı. Sonra sıra ile Ammâr b. Yâsir ve Ebû-Mûsâ el-Eş'arî'yi tayin etti, bu değerli sahâbîleri de halîfeye şikâyet ederek azillerini istediler. Hz. Ömer "Hiçbir vâlîyi beğenmeyen, hiçbir vâlinin de kendilerinden hoşnut olmadıkları bu yüzbin kişiden beni kim kurtaracak!" diye yakındı. Muğîre b. Şu'be'yi, "İyiler sana güvensin, kötüler ise senden korksun" tavsıyesi ile vâlî tayin etti. Hz. Osmân ve Hz. Alî zamanlarında huzursuzluk ve fitne çıkarmaya devam ettiler, birincisinin şehâdetine katıldılar, ikincisi zamanında fırkalara ayrıldılar, hakem formülünü kabule zorladıkları halde sonradan onu ittiham edip kendisine karşı çıktılar. Hz. Alî bütün bunlara dayanamadı ve Allah'a iltica ederek "Ya Rabbi, bana onlardan hayırlısını ver, onlara da benden kötüsünü ver!" dedi. Mu'âviye karşısında Hz. Hasan'ı desteklemediler, Yezîd'in ordusu karşısında -dâvet ettikleri ve destekleme sözü verdikleri- Hz. Hüseyn'i yalnız bıraktılar. Sonra, Allah, onların üzerine Haccâc'ı musallat kıldı ve bu zâlim, yirmi yıl, kurunun yanında yaşı da yakarak zulmetti. Bütün bu olayların ve çalkantıların, hem ulemâya, hem de ilme menfî tesiri oldu. Medîneliler (ehlu'l-Hicâz) bu durumu göz önüne alarak Irak kaynaklı hadîse ve fıkha itibar etmediler. Şüphe yok ki Medînelilerin tenkitleri, Irak bölgesinde bulunan bid'at ehline yönelik idi, Rasûlullah'ın izinde yürüyen ashâb ve onların sâdık talebeleri bu tenkitlerin dışında kalıyorlardı. Bu sebepledir ki bilâhare ulemâ, hadîsin Irak kaynaklı olmasını bir ret sebebi saymamışlar, senedi sağlam olmak kaydıyle Hicazlı kadar Iraklı hadisleri de kabul etmişlerdir
Emevîlerin sonu ile Abbâsîler devrinin başlangıcında Hicaz medresesinden "eserciler", Irak medresesinden reyciler" neş'et edecektir. Eserci ve reyciler arasında bazı prensip farkları bulunmasına karşılık, Irak ve Hicaz medreseleri arasındaki fark daha çok muhit ve üstad ve bilgi farkına dayanmaktadır. Her iki grup da Kitâb, sünnet ve sahâbe icmâına istinad eder. Hicazlılar ehl-i Medîne'nin teâmülüne ayrı bir değer verirler, muhitleri icabı hadis malzemeleri de zengindir.
Iraklılar ehl-i Medîne'nin teâmülünü farklı bir delil olarak telâkki etmezler. Hadisler üzerinde -muhitleri icabı- şüpheli davranırlar, re'ye daha çok yer verirler.(101)

 



101. H. Karaman, İctihad, s. 98-105; Fıkıh Usûlü, s. 18-21

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

5- Tâbiûn Fakihleri:
Sahâbe fakihlerinin hemen hepsi arap olmasına karşılık sayıları yüzleri aşan tâbiûn fukahâsı içinde çok sayıda arap olmayan kimseler vardır. Bu arada azatlılardan da (Mevâlî) büyük fakihler yetişmiştir.
Tâbiûn devrinde belli başlı merkezlerde fıkıh ilmini temsil eden fukahânın en meşhurları şunlardır:
Medine'de: Saîd b. el-Müseyyeb, Urve b. ez-Zübeyr (v. 97/712), el-Qâsim b. Muhammed (v. 102/720), Hârice b. Zeyd (v. 100/718), Ebû-Bekr b. Abdurrahman (v. 94/713), Süleyman b. Yesâr (v. 107/725), Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe (v. 98/716); bu yedi zat Medîne'nin yedi fakihi (el-fuqahâ u's-seb'a) diye anılmaktadır; Ebû-Bekr b. Muhammed b. Amr b. Hazm (v. 120/738), Ebû-Ca'fer b. Muhammed b. Ali (v. 117/735), Rabî'atü'r-Re'y (v. 136-753), ez-Zührî (v. 124/742)...
Mekke'de: Atâ b. Ebî Rebâh (v. 115-713), Mücâhid (v. 100/718), İkrime (v. 150/767), Süfyân b. Uyeyne (v. 198/813)...
Basra'da: Hasenü'l-Basrî (v. 110/728), Muhammed b. Sîrîn (v. 110/728) Katâde (v. 118/736)...
Kûfe'de: Alqame b. Quays (v. 62/682) Şurayh b. el-Hâris (v. 78/679), Mesrûk b. el-Ecda' (v. 63/683), Abdurrahman b. ebî-Leylâ (v. 148/765), İbrahîmü'n-Nehâ'î (96/714), Saîd b. Cübeyr (v. 95/714), Hammâd b. Ebî-Süleyman (v. 120/738)...
Şam'da: Mekhûl (v. 116/734), Ömer b. Abdülaziz (v. 101/720), Ebû-İdris el-Halvânî...
Mısır'da: el-Leys b. Sa'd (v. 175/791)...

 


 

 

 

 

 

6- Tedvîn:
Hadîsler, fıkıhtan önce yazılı kaynaklarda toplanmış (tedvîn edilmiş) olmakla beraber bunların, belli sistemlere göre kitaplaştırılması (tasnîf), fıkhın tasnîfinden sonra olmuştur. Konulara göre sistematik ilk fıkıh kitaplarının Emevîler döneminde (hicrî birinci asrın sonunda, ikinci yüzyılın başında) yazıldığı anlaşılmaktadır. İbn Kayyim el-Cevziyye'nin verdiği bilgiye göre Zührî'nin fetvâları üç ciltte toplanmıştır, Hasenu'l-Basrî'nin, konulara göre düzenlenmiş fetvâları ise yedi cilttir.(102)
Bu dönemde yazılan ve müelliflerinin bir listesini aşağıda vereceğimiz fıkıh kitaplarından bize ancak şunlar ulaşabilmiştir:
1. Süleym b. Kays el-Hilâlî (v. 95/714)'nin fıkıh kitâbı.
2. Katâde b. Di'âme'nin (v. 118/736) el-Menâsik isimli eseri.
3. Zeyd b. Alî'nin (v. 122/740) Menâsiku'l-hacc ve âdâbuhu isimli eseri.
4. Aynı fakihin el-Mecmû' isimli kitabı.(103) Bu kitabın metni ve şerhi birkaç defa basılmıştır.
Bu devirde yazılan ve henüz bize ulaşmayan fıkıh kitapları ve yazarları:
1. Zeyd b. Sâbit, Kitapları: el-Ferâiz, ed-Diyât.
2. Şurayh b. el-Hâris (v. 78/697), tâbiûndan olan bu zât Emevîler devrinde Kûfe ve Basra'da kadılık görevinde bulunmuştur. Fıkıh konusundaki eserinin önemli bir parçası Vekî'in Ahbâru'l-kudât'ında nakledilmiştir.
Bunlardan başka kitap yazıp eserleri bize kadar ulaşamıyan, fakat çeşitli kaynaklarda yazdıklarından bahsedilen, parçalar aktarılan fukahâ şunlardır:
Abdullah b. el-Abbâs (v. 68/687).
Urve b. ez-Zubeyr (v. 97/712).
Sa'îd b. el-Museyyeb (v. 94/713).
eş-Şa'bî (v. 103/712).
İbrâhîm en-Neha'î (v. 96/715).
ed-Dahhâk b. Muzâhim (v. 105/723).
el-Hasenu'l-Basrî (v. 110/728).
Vehb b. Munebbih (v. 110/728).
Muhammed b. Sîrîn (v. 110/728).
Atâ b. Ebî-Rabâh (v. 114/732).
Katâde b. Di'âme (118/736).
Mekhûl (v. 119/737).
Hammâd b. Ebî-Süleymân (v. 120/738).
Bukeyr b. Abdullah b. el-Eşecc (v. 120/137).
ez-Zuhrî (v. 124/742).
Eyyûb es-Sehtiyânî (v. 131/748).
Ebu'z-Zinâd Abdullah b. Zekvân (v. 131/748).
Zeyd b. Eslem (v. 136/753).
Ubeydullah b. Ebî-Ca'fer (v. 135/752).
Rabî'atu'r-ra'y (v. 136/753).
Yahyâ b. Sa'îd (v. 143/760).

 



102. İ'lâmu'l-muvakkı'în, Kahire, 1325, C. I, s. 26.
103. Bu kitaplar ve bundan sonraki liste için bak. Prof. Sezgin, GAS, C. I/3, s. 10-26.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Üçüncü Bölüm
ABBÂSÎLER DEVRİ
(Fıkhın Olgunluk Çağı)

A- DEVRE UMÛMÎ BAKIŞ:
Bağdad merkezli Abbâsîler devri 750-1258 tarihleri arasında 508 yıl sürmüştür. Bu sürenin takrîben H. 132-350 arasındaki 200 yıllık devresi fıkhın tedvin edildiği ve inkişaf ettiği, büyük mezhep sahibi müctehidlerin yetiştiği devredir. İslâm nesilleri bakımından da tâbiûn ve etbâ'ut-tâbiîni ihtivâ etmektedir.
Devrin başında hilâfetin Emevîlerden Hz. Ali evlâdına intikalini temin için kurulmuş olan gizli cemiyet başarı sağlamış fakat hilâfet alevîlere değil, Abbâsîlere geçmiştir.(1) Abbâsîler seleflerine karşı tarihin nadir kaybettiği sertlik ve şiddeti göstermişler, Emevîlerin sağ kalanları dağılıp gizlenmişler ve içlerinden birisi (Abdurrahman) Endülüs'e geçmeyi başarmış, orada müstakil Endülüs Emevîleri Devletini kurmuştur, böylece İslâm ümmeti ilk defa siyasî bölünmeye maruz kalmış, iki İslâm devleti ortaya çıkmıştır.
Hilâfetin Abbâsîlere geçmesi, ona kendilerini lâyık gören Hz. Ali evlâdını memnun etmemiş, bunlar zaman zaman baş kaldırmışlardır.
Hz. Hasen'in torununun oğulları Muhammed ve İbrahîm'in Mansûr'a karşı başarısız ayaklanmalarından sonra Mûsa el-Hâdî zamanında ikinci bir ayaklanma daha olmuş, bu da başarısızlıkla neticelenmiş, buradan Kuzey Afrika'ya kaçan İdris b. Abdullah, berberler arasında İdrîsîler hilâfetini kurmuştur ki bu da Abbâsî devletinde ikinci bölünmedir.
Hârun Reşid zamanında da ihtilâl teşebbüsleri devam edince mezkür halife bunlara karşı yarı müstakil emirlikler kurmayı uygun görmüş ve Kuzey Doğu Afrika'da Ağlebîler devletinin temelini atmıştır. Aynı sebeple Me'mûn, Horasan'da Tâhirîlere, Yemen'de Ziyâdîlere emirlik vermiştir.
İmâmî-şîîler Hz. Hüseyin'in torununun oğlu Câfer es-Sâdık'ı imam tanımışlar fakat o hilâfet dâvasına kalkışmamıştır. İmam Ca'fer'in vefatından sonra taraftarlar ikiye ayrılmışlar; bir kısmı onikinci imam Muhammed el-Askerî'nin kaybolması üzerine Mehdî adıyla onu beklemeğe başlamış ve "isnâ aşeriyye" ismini almışlardır.
Diğer grup ise Hz. Ca'fer'in oğlu İsmâil'i imam tanımış ve "İsmailîler" adını almışlardır. Gizli dâvet yolunu seçen bu grup, Kuzey Doğu Afrika'da ortaya çıkan İmam Ubeydullah el-Mehdî' (v. 332/934)'nin liderliğinde bütün Mağrib'i istilâ ederek Fâtimîler devletini kurmuşlardır.
Abbâsîler hükümranlıklarının ilk yüz yılında en güçlü devrelerini yaşadılar. Hindistan'da Keşmir vâdisine, Kuzeyde Hazar ve Marmara sahillerine, Doğuda Hayber geçidine kadar fetih sınırlarını genişlettiler.
Bu hânedan önceleri arap ve -ihtilâlde kendilerine yardım eden- İranlılara dayanıyor, bu iki kuvveti gerektiği zaman yekdiğerine karşı kullanıyorlardı. Mu'tasım zamanında (833-842) bir üçüncü kuvvet daha ortaya çıktı: Türkler. Mütevekkil (842-847) artan Türk nüfûzunu kırmayı tasarlamış fakat onlar daha baskın çıkmış ve oğlu Muntasır'ı onun yerine geçirmişler, bundan sonra da nüfuzları kat kat artmıştır. Hilâfetin böylece zayıflaması sonunda Doğuda Mâverâünnehir'de Sâmânoğulları, Horasan ve İran'da Saffârîler gibi emirlikler doğmuştur. Nihayet şîî Büveyhîler (945/1055) İran, Isfahan, Kerman, Huzistan'dan sonra Bağdad'ı alarak kendilerine tâbi kılmışlardır.(2)

 



1. Burada "alevîler"den maksat Hz. Ali'nin çocukları ve torunları ile bunların soyundan gelenlerdir.
2. el-Hudarî, Târihu't-teşrî, s. 170-174.

 

 

 

 

B- ABBÂSÎLER DEVRİNDE FIKIH:
Bu devrin fıkıh üzerinde meydana getirdiği değişiklikleri, bir başka deyişle fıkıh tarihi bakımından bu devrin özelliklerini şu maddelerde özetlemek mümkündür:

1- Din Bilginleri ve Abbâsîler:
Yerinde zikredildiği gibi umûmiyetle Emevîler daha ziyade iç isyanları bastırmak, devletin mâlî, idârî... işlerini düzenlemek ve dışarda fetihleri sürdürmekle uğraşıyor, din işleri ve ulemâ ile meşgul olmuyorlardı. Âlimler ders okutuyor, fetvâ veriyor; tayin ettikleri kadılar ictihadlarına göre hüküm veriyorlar, Emevîlerin siyâsetine uydukça serbest bulunuyorlardı.
Emevîler dînî hayat ve hulefâ-i râşidînin sünneti karşısındaki lâkaytlıkları sebebiyle dindar ulemâ tarafından pek sevilmiyorlardı.
Abbâsîler hilâfeti haklı olana iâde etmek ve hulefâ-i râşidîn devrini ihya etmek gibi bir dâvâ ile iktidara geldikleri için -görünüşte bile olsa- hem din hem de dünya işlerinde müslümanların başı ve Rasûlullahın halîfesi olarak davranıyorlardı. Emevî halifeleri -Arap âdetine uyarak- halîfelik alâmeti nâmına ellerinde yüzük ve çevgen taşırken, Abbâsî halîfeleri Hz. Peygamber'in hırka ve kılıcını taşıyor, divanlarında Hz. Osmân'ın Mushafını bulunduruyorlardı.(3) Bu tutumun tabîi neticesi olarak din bilginlerinin söz, inanç ve davranışlarıyla da yakından ilgileniyorlardı. Ezcümle Mansur ulemâya alâka göstermiş, ihsanlarda bulunmuş, öte yandan verdiği vazifeyi kabul etmediği için Ebû-Hanîfe'yi kırbaçlattırmıştır. Mehdî zındıklara karşı çok sert davranmış, onların takip ve tecziyesi için bir dâire kurmuştur. Hârun Reşîd ile Ebû-Yûsüf hep beraber olmuşlardır. Me'mun "Kur'ân-ı Kerîm'in mahluk olduğuna" dâir bir emirnâme çıkartmış, müt'a nikâhını münakaşa ettirmiş, hakkında emir çıkarmaya teşebbüs etmiştir.
Bu tezâhür ve davranışın hukukî hayata tesir edeceği şüphesizdir. Sulama nizamı, vergiler, kanal açmak, çeşitli divanlar... bunların hepsi dünya hayatına ait dinî işlerdi, hepsini şerîat esaslarına göre nizamlamak gerekiyordu. Bunlar âlimlerden soruluyor Ebû-Yûsüf el-Harâc'ını yazıyor ve diğer müctehidler de ictihad ediyorlardı.

 



3. Dr. A. Hasen, Nazratun Âmmeh fi târihi'l-fıkhı'l-islâmî, s. 192-194.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

2- Fıkhın Genişlemesi ve Gelişmesi:
Bu devirde fıkhın sâhası genişlemiş, fıkıh inkişaf etmiştir. Şüphesiz bu tekâmülün bazı âmilleri vardır:
a) Bundan önceki maddede zikredilen davranış; yani Emevîlerin seküler meyillerinin aksine Abbasîlerin, davranış ve hükümlerini dine dayandırma arzuları.
b) Fukahânın hükümlere kaynak ararken tuttukları yol: Sahâbe devrindeki Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnete, tâbiûn devrinde sahâbe söz ve davranışları, etbâ'üt-tâbiîn devrinde ise tâbiûn fukahâsının sözleri ekleniyor böylece malzeme çoğalıyordu.
c) Rey fakihlerinin sâdece meydana gelmiş hâdiselerle iktifa etmeyip farazî mesâil üzerinde ictihad etmeleri. Böylece boşama, yeminler, adaklar, azad gibi konularda vukuu çok nâdir hadiseler üzerinde dahi durulmuş, ictihad edilmiştir. Bu yolu ilk açan Irak fukahâsıdır. Şâfiî ve mâlikîler de onlara uymuşlardır.
d) İslâm ülkesinin genişlemesi, çeşitli milletlerin İslâm'a girmesi. Abbâsîlerin ilk devrinde ülkenin sınırları genişlemiş, çeşitli milletler müslüman olmuş veya müslümanlarla temasa gelmiştir. Her millet ve coğrafyanın kendine göre âdet, teâmül ve şartları olduğundan fukahâ bunlar üzerinde düşünmüş, bazılarını kabul, bir kısmını red, bir kısmını da ta'dîl ederek İslâm'a dahil etmişlerdir. Bu cümleden olarak Nebtîler ve İranlıların örfü-âdetlerinin hâkim bulunduğu Irak'taki mesâil imam Ebû-Hanîfe'ye, daha çok Bizans örf ve hukukunun hâkim olduğu Suriye mesâili imam Evzâî ve benzerlerine; Mısır ve Bizans tesiri altındaki Mısır mesâili imam el-Leys b. Sa'd ve İmam Şâfiî'ye, Hicaz örfü âdetinin rengini taşıyan problemler İmam Mâlik'e arzedilmiştir.
İlmi ilerletmek, eksikleri tamamlamak için o devirde âdet olan seyahatler bu mahallî farkların yekdiğerine intikal ve tesirini temin etmiştir. Meselâ, Rabî'âtür-Rey Medîne'den Irak'a gidip dönmüş, Muhammed b. el-Hasen Medîne'ye giderek İmam Mâlik'in Muvatta'ını okumuş, Şâfiî Medîne ırak ve Mısır'a gitmiştir.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

3- Fukahânın İhtilâfı:
Sahâbe ve büyük tâbiün devrinde gördüğümüz ictihad ihtilâfı bu devirde fukahâ ve problem çoğaldığı için daha da artarak devam etmiştir. Hem mahiyeti icabı tabiî olan hem de "Ümmet için rahmet" olarak kabul edilen(4) ictihad ihtilâfının önemli sebepleri tesbit edilmiştir:
a) Kitap ve sünette geçen bazı kelime ve cümlelerin farklı tefsîri.
b) Sözün hakikat veya mecâzî mânaya çekilebilmesi.
c) Aynı mevzûdaki âyet ve hadislerin bir araya getirilerek farklı şekillerde değerlendirilmesi ve telifi.
d) Hadîsle alâkalı sebepler: Hadisin bilinip bilinmemesi, sıhhat derecesi, sıhhat ölçüsü, tam veya kısmen zaptı yorumu, çelişen delillerle uzlaştırılması...
e) İctihad bilgi, usûl ve gücünün farklılığı,
f) Tabîi ve ictimâî çevrenin tesiri.
Hadisle alâkalı ihtilâf sebebine bir örnek verelim:
Abdu'l-Vâris b. Saîd anlatıyor:
Mekke'ye geldim ve orada Ebû-Hanîfe'ye tesadüf ederek sordum:
- Bir şeyi, şart koşarak satan kimse hakkında ne dersin?
- Satış da şart da bâtıldır.
Bunun üzerine İbn Ebî-Leylâ'ya geldim ve aynı şeyi sordum: "Satış câiz, şart bâtıldır" cevabını verdi. İbn Şübrüme'ye gidip sorduğumda: "Satış da şart da câizdir" dedi. Kendi kendime: "Allah Allah! Üç tane Iraklı Fıkıh bilgini bir mesele üzerinde birleşemiyorlar!" dedim ve tekrar Ebû-Hanîfe'ye giderek iki meslektaşının söylediklerini naklettim; şu cevabı verdi:
- Onların sana ne dediklerini bilmem; bana Amr b. Şuayb, babasından, o da kendi babasından "Resûlullah'ın şartla beraber satış yapmayı yasakladığını" haber verdi.
Bunun üzerine İbn Ebî-Leylâ'ya giderek iki dostunun söylediklerini ona naklettim; şu cevabı verdi: "Onların sana ne dediklerini bilmem; bana Hişam b. Urve babasından o da Hz. Âişe'den şunu haber verdi: Rasûlullah bana (Âişe'ye) Berîre'yi satın alıp âzad etmemi emretti. Sahibi, velâyetin kendisinde kalmasını şart koştu. Bunun üzerine Rasûlullah şöyle buyurdu: "Allah'ın kitabında olmayan şart bâtıldır." Şu halde satış câiz şart bâtıldır.
Tekrar İbn Şübrüme'ye gittim diğer ikisinin söylediklerini ona naklettim, şu cevabı verdi: "Onların sana ne dediklerini bilmem; bana Mis'ar b. Kidâm, Muhârib b. Disâr'dan, O da Câbir'den haber verdiğine göre Câbir şöyle anlatmıştır: Rasûlullah'a bir deve sattım ve Medîne'ye kadar binerek istifade etmemi şart koştum; kabul buyurdu." Şu halde satış da, şart da câizdir.(5)
Bu örnekte üç müctehidin, aynı konuda farklı hadîslere dayanarak farklı hükümlere ulaştıklarını görüyoruz. Sonraki çağlarda ictihad edebilen âlimler bu hadislerin tamamını bir arada görecek, değerlendirecek ve daha sağlıklı sonuçlar elde edeceklerdir.
Ferdî ihtilâflar dışında ictihad grupları veya fıkıh mektepleri şeklinde tecellî eden ihtilâfı bundan sonraki bahiste (re'y-eser ihtilâfı olarak) tetkik edeceğiz.

 



4. İtikadî ve siyâsî hayatta bölünmeler (şikak, hilâf, ihtilâf, tefrika, iftirak) menedilmiş fakat hukukî ve iktisadî sâhada, usûlüne uygun ictihad ve re'y farkları normal kabul edilmiş, ümmetin bundan istifade edeceği ifade edilmiştir. Bu mevzûda rivâyet edilen bir hadîs için bak. el-Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, C. I, s. 64-65.
5. Ahmed Emin, Duha'l-İslâm, C. II, s. 166-167. Burada geçen hadîsler ve incelemeleri için bak. Şevkânî, Neylü'l-evtâr, C. V, s. 183-185.

 

 

 

 

 

 

4- İctihad Hürriyeti ve Mezheblerin Doğuşu:
Bu devre de, bundan önceki gibi ictihad hürriyetinin hâkim olduğu devredir. İlmî kudreti olan her müslümanın önünde ictihadın kapıları ardına kadar açıktır. İlmî kudreti ictihad için kâfi gelmeyenler için de istediği müctehidden faydalanma, sorma ve ona tâbi olma hürriyeti vardır.
Gerek kadı ve gerekse müftü, muayyen bir kanun ve mezheb ile bağlı değildir. Dâvâ ve süalleri ictihadlarına göre çözerler.
Abbâsîler devrine kadar her merkezde birçok âlim ve müctehid vardı; soruları cevaplandırıyor, dâvâları hallediyorlardı. Fakat bunlara izafe edilen mezhebler yoktu.
İçinde bulunduğumuz devirde, aşağıdaki sebepler, muayyen mezheblerin doğması sonucunu yolaçmıştır.(6)
a) Daha önceki müctehidler gerektikçe dağınık meseleler üzerinde ictihad ederken bu asır müctehidlerinin fıkhın bütün konularını ictihad alanlarına dahil etmeleri.
b) Bu ictihadların tedvin edilerek kitaplarda toplanması ve bu sâyede bir müctehidin, çeşitli konulardaki ictihadlarının kolayca öğrenilmesi imkânının doğması.
c) Fıkıh mekteplerinin (rey, hadîs medreseleri) doğması ve bu mektep mensuplarının karşılıklı, sözlü ve yazılı münâkaşa ve münâzaraları.
d) Bu münakaşa ve münâzaraların, müctehidlere mahsus usûl ve kaidelerin; yani usûl-i fıkhın doğmasına ve telîf edilmesine sebep olması.
İşte bu gibi âmiller Abbâsîler devrinde mezheblerin yâni "müctehidlere âit müstakil ictihad usûl ve yollarının ve bu yollar ile varılan ahkâm mecmûalarının" doğmasını sağladı.
Ancak dördüncü hicrî asırdan önce halk malûm dört mezhebe ayrılmadığı gibi fıkıh mezhebleri de dörtten ibaret değildi. Daha bir çoğu arasında el-Hasenü'l-Basrî, Ebû-Hanife, el-Evzâ'î, Süfyân es-Sevrî, el-Leys b. Sa'd, Mâlik, Süfyân b. Uyeyne, Şâfi'î ve daha sonra İshak b. Râheveyh, Ebû-Sevr, Ahmed b. Hanbel, Dâvûd ez-Zâhirî, İbn Cerîr et-Taberî...nin mezhebleri meşhurdur. Bunların her birinin farklı ictihad sistem ve usûlleri, bunlarla varılmış reyleri, çeşitli bölgelere yayılmış tâbileri vardı. Bu mezheblerden bazıları müdâfaa edecek ve yayacak kuvvetli tâbileri bulunmadığı, nüfuzlu kimselerin mezhebi olmadığı... gibi dış sebepler; bazıları da -zâhirîler de olduğu gibi- iç sebeplerle; yani nasların zâhirine aşırı bir şekilde sarılmaları, kıyası inkâr etmeleri, ihtiyaca cevap verememeleri ve diğer mezheblere karşı şiddetli davranmaları yüzünden zamanla tarihe karıştı. Bunların yaşadığı o devirde de âlimler kendilerini, muayyen bir mezhebe bağlamaya mecbur telakki etmiyorlar, bağlananlar da başkalarından istifade edebiliyorlardı.

 



6. Mezheblerin doğuş sebepleri ve başlıcaları ilerde, ayrı bir bölümde daha geniş bir şekilde tetkik edilecektir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

5- Rey ve Hadîs Mektepleri:
Sahâbe devrinde daha çok muhit, üstad ve malzeme farkına dayanan bir gruplaşma görmüştük: Hicâziyyûn ve Irakıyyûn.
Abbâsîler devrine girerken(7) fukahâ arasında bir prensip ihtilâfı baş gösterdi: Hadîs ve re'ye verilecek yer ve değer ile ilgili olan ihtilâf uzun zaman devam etmiş ve karşımıza dört grup çıkarmıştır:
a) Tamamen Kitâb'a ve re'ye dayanan, sünneti hüccet kabul etmeyen "müfrit reyciler".(8) Basra mutezilesi veya Havâric olduğu tahmin edilen bu grubun zamanla mümessili kalmamıştır. Fikirleri ve delillerini İmam Şâfiî'nin kitablarından öğreniyoruz.(9)
b) Mutedil reyciler: Bunlar sünneti reddetmez, onu da hüccet olarak kabul ederler; ancak hadîsin sıhhati üzerinde titiz davranır, rivâyetinden çekinirler. Buna mukabil kıyas, istihsan, maslahat gibi re'ye dayanan yollarla hüküm ve fetvâ vermekten çekinmezler, farazî meseleler üzerinde de dururlar. Ayrıca üstad müctehitlerin sözlerini esas alarak bazı yeni problemlerin hükümlerini onlardan çıkarırlar (tahrîc).
İbn Ebî-Leylâ (v. 148/765), Ebû-Hanîfe (v. 150/767), Rabi'atür-ra'y (v. 136/753), Züfer (v. 158/775), Evzâ'î (v. 176/792), Süfyanu's-Sevrî (v. 161/778), Mâlik (v. 179/795), Ebû-Yûsüf (v. 182/798), Muhammed (v. 189/805), Osman el-Bettî (v. 145/760) bu grup içinde yer almaktadır.
c) Müfrit eserciler: Eser: Rasûlullah'ın hadisleri ile sahâbe ve tâbiûn fetvâlarıdır.
Müfrit eserciler re'y ictihadını ve bilhassa bunun en önemli unsuru olan kıyası, sahâbe ve tâbiûn fetvâlarını hüküm kaynağı olarak kabul etmeyenlerdir. Bazı mutezile imamlarından başka ehl-i sünnetten Dâvûd b. Ali (v. 270/883) ve tâbileri müfrit esercilerdir ve "zâhirî" vasfıyla anılırlar.
d) Mutedil eserciler: Umûmiyetle hadis bilginleri mutedil esercilerdir. Bunlar re'y ve kıyası inkâr etmemekle beraber ona nadiren başvururlar. Hadislerden başka sahâbe ve tâbiûn fetvâlarını da hüccet telakki ederler. Vukuundan önce -farazi- meseleler üzerinde fetvâ ve hüküm vermezler. Hadîse ve esere hiç bir re'yi tercih etmezler. Başlıca simaları: Şu'be (v. 160/777), Hammâd b. Zeyd (v. 179/795), Ebû-Avâne (v. 170/786), İbn Lehi'a (v. 174/790), Ma'mer b. Râşid (v. 153/770), el-Leys b. Sa'd (v. 165/781), Süfyan b. Uyeyne (v. 198/813), Vekî' b. el-Cerrâh (v. 197/812), Şerîk (v. 177/793), el-Fudayl b. İyâd (v. 187/803), Abdullah b. Mübârek (v. 165/781), Yahyâ b. Sa'îd el-Kattân (v. 198/813), Abdurrezzâk (v. 211/826), Ebû-Dâvûd et-Tayâlisî (v. 203/818), Ebû-Bekir b. Ebî-Şeybe (v. 230/844), Ahmed b. Hanbel (v. 241/855)... Bu tabakadan sonra meşhur altı hadîs kitabının müellifleri ve benzerleri gelmektedir.(10)
Zamanla mudetil gruplara mensub âlimlerin ya doğrudan veya kitaplar vasıtasıyla temasa gelmeleri, yekdiğerinden istifade etmeleri farkları azalmıştır.(11)

 



7. İbn Teymiyye, Sıhhatü usûli mezhebi-ehli'l-Medîne, s. 32.
8. Rey, görüş, görmek demektir. İstılâhî mânası devirler içinde değişegelmiştir. Bu devrede rey, nassın bulunmadığı yerlerde hüküm çıkarmaya yarayan kıyas, istihsân, mesâlih, örf-ü âdet gibi ictihad yollardır.
9. el-Umm, C. VII, s. 250 vd.
10. İbn Kuteybe, el-Ma'ârif, s. 219-230; Şah Veliyyullah, Huccetullah, C. I, s. 317.
11. Re'y-hadîs mektep ve münakaşaları için bak. Fıkıh Usûlü, s. 18-22; İctihad, s. 115 vd.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

C- TEDVİN FAALİYETİ:
Kur'ân-ı Kerîm'in tamamı ile kısmen fıkıh ve hadisler dışındaki bütün dînî ilim ve kitapların telîfi bu devrede başlamıştır. Süyûtî, Zehebî'den şu satırları nakleder: "Bu asırda İslâm âlimleri hadîs, fıkıh ve tefsirin tedvinine başladılar. Bu cümleden olarak İbn Cürayc Mekke'de, Mâlik Muvatta'ını Medîne'de, Evzâi Şam'da, İbn Ebî-Arûbe, Hammâd b. Seleme ve benzerleri Basra'da, Ma'mer Yemen'de, Süfyân es-Sevrî Kûfe'de toplayıp tertip ederek yazdılar (tedvin, tasnif). İbn İshak Meğâzî'yi yazdı, Ebû-Hanîfe fıkıh ve re'yi tasnif etti. Biraz sonra Hüşeym, el-Leys, İbn Lehî'a; sonra İbn el-Mübârek, Ebû-Yûsüf, İbn Vehb yazdılar. Böylece ilimlerin derlenip tertip edilerek yazılması çoğaldı; arapça, lûğât, tarih ve destanlar da tedvin edilerek yazıldı. Bundan önceki asırda âlimler ya hâfızalarından nakledip söylüyorlar, yahut da tertipsiz, fakat mevsuk sahifelerden naklediyorlardı.(12)
Biz burada -mevzûumuz icâbı- sünnet, fkııh ve fıkıh usûlünün tedvînî üzerinde duracağız:

a) Sünnet:
Emevîler'den Ömer b. Abdülaziz devrine kadar sünnet daha ziyade şifâhî rivâyet ile yayılıyor, bu arada bazı sahâbî ve tâbiîler küçük toplamalar yapıyorlardı (sahîfeler). Ömer b. Abdülaziz'in emriyle daha büyük toplamalar başladı ise de bunlar da mahdut idi; ayrıca ilk râvileri esas tutularak; yâni senedlerine göre toplanmıştı. Konulara göre yapılan toplamalar (tasnîf) ikinci hicrî asrın ortalarında yâni Abbâsîlerin ilk devirlerinde başlamıştır. Bu faaliyet üçüncü asırda inkişâfının zirvesine çıkmış ve meşhur altı kitap (el-kütübü's-sitte) vücuda getirilmiştir.(13)
Sünnetin tedvîni fıkıhtan önce fakat tasnifi fıkıhtan sonradır. Ebû-Yûsuf, Muhammed, Şâfiî bize kadar gelen fıkıh kitaplarını yazarken, tasnif edilmiş hadis kitaplarına değil, bazı hadislerin toplandığı sahifeler ile şifâhî rivâyete dayanmışlardır. Şâfiî, Ebû-Hanîfe gibi imamlara isnad edilen "Müsned"ler, onlar tarafından bizzat tertip edilmiş olmayıp, fıkıh kitapları ve fetvâlar taranarak veya şifâhî rivâyetlere dayanılarak kendilerinden sonra tertip edilmişlerdir.(14)
b) Fıkıh:
Diğer ilimler arasında fıkhın da Emevîler devrinde tedvin edildiğini zikretmiştik. Abbâsîler devrinde Abdullah b. Mübârek, Ebû-Sevr, İbrahim en-Neha'i, Hammâd b. Ebî-Süleyman gibi fıkıh bilginlerinin fıkıh mevzuûndaki kitaplarından bahsedilmiş ise de(15) bunlar bize ulaşmamıştır.
İmam Mâlik'in, hadislerle beraber sahâbe ve tâbiûn fetvâlarını ve kendi reylerini ihtiva eden el-Muvatta'ı, İmam Muhammed'in el-Mebsût, el-Âsâr gibi kitapları, Ebû-Yûsüf'ün el-Harâc'ı ve İmam Şâfiî'nin el-Umm külliyatı zamanımıza kadar ulaşmış, üzerinde çalışılmış ve son asırda baskıları da yapılmıştır.
Sonraki fıkıh kitaplarına da örneklik eden bu kitaplarda takip edilen metod, bir mevzû (kitab, bâb, fasıl) içine giren meseleleri bir araya getirmek; Kitab ve sünnetten delillerini zikretmek, muhâlif görüşlere temas ederek bunları çürütmektir. Meseleci (kazuistik) metod takip edilmiştir. "Bir mevzû ile alâkalı nazarî ve umûmî kaideleri tesbit etmek, bunları yazdıktan sonra şumulüne giren ve zikredilmesi gereken meseleleri sıralamak" gibi bir metod takip edilmemiştir.(16) Gerçi aynı asırda ilerde üzerinde duracağımız "fıkıh usûlü" ilmi de tedvin edilmiştir; fakat bu ilmin de mevzûu umûmî hukuk kaideleri, nazariye ve prensipleri değil, daha ziyade fıkhın kaynakları, ictihad metodu ve hukukun felsefesidir. Sonraki asırlarda "kavâid" ismiyle bazı çalışmalar yapılmıştır, fakat bunlar üzerinden yürünmemiş, fıkıh kitapları ilk metodu devam ettirmiştir.
Fıkıh kitaplarında mezkür "meseleci metod"un takibi, hadis ve âsâr ile fıkhın; yani bunlardan çıkarılan hükümlerin paralel yürütülmesinden neşet etmiştir. Herhangi bir mevzû tedvîn edilirken ilgili hadisler, sahâbe ve tâbiûn fetvâları tesbit ediliyor, bunlardan çıkan neticeler ile kitabı yazan müctehidin reyleri birlikte yazılıyordu. Dolayısıyla meseleler teker teker ele alınıyor, tasavvur ediliyor ve hükümleri ayrı ayrı açıklanıyordu. Şüphesiz müçtehidler, hükümleri sıralarken bazı prensip ve esaslara dayanıyorlardı, fakat bunu fıkıh kitaplarında zikretmiyorlardı.
Eser ekolünün hüküm vermek, ictihad etmek için hâdisenin vukubulmasını, meselenin doğmasını beklemesi de bu neticede âmil olmuştur.

c) Kanun:
Abbâsîler devrinde de fetvâ ve kazâda müctehidler kendi ictihadlarına dayanıyorlardı. Bunun tabiî neticesi ihtilâf olduğundan aynı ülke içinde -ictihadî meseleler üzerinde- birkaç çeşit fetvâ ve hüküm ortaya çıkabiliyordu. Hukukî eşitlik ve emniyetin temini maksadıyla bazı teklif ve teşebbüsler oldu; ezcümle Mansûr ve Hârûn er-Raşid, İmam Mâlik'e, Muvatta' isimli kitabını kanunlaştırmayı teklif ettiler. Mâlik bunu inhisarcılık ve ictihad hürriyetine aykırı telâkki ederek kabul etmedi. Kitabının bütün hadisleri ihtiva etmemiş olması da bu davranışta rol oynamıştır. Abdullah b. el-Mukaffa' (v. 142/759) Mansur'a sunduğu bir arîzada, bütün ülkede tatbik edilecek bir kanun vazedilmesini teklif etmiştir.(17)
Bu düşünce ve teşebbüslere rağmen kanunlaştırma hareketi Osmanlılar çağına kadar gerçekleşememiştir.

d) Fıkıh Usûlü:
Fukahâ arasındaki görüş ayrılıkları ve bunlarla alâkalı münâkaşalar, mübâhaseler tedvinden çok önce meydana gelmiştir. Bu ihtilâfın tedvine akseden neticelerinden birisi, daha başlangıçta reddiye ve münakaşa tarzında kitapların yazılması(18) ikincisi de fıkıh usûlü ilminin doğmasını hazırlamasıdır. Müctehid İmamlar, münakaşa ve mübâhaselerini dağınıklıktan kurtarmak, bir temele oturtmak, ictihad metodlarını tesbit etmek için bazı kaideler ve prensipler vazetmişler, bunların mecmûu fıkıh usûlünü meydana getirmiştir.(19)
Ebû-Yûsüf ve Muhammed'in bu mevzûda da kitap yazdığı söylenmişse de zamanımıza intikâl etmemiştir. Bugün elimizde bulunan ilk usûl kitabı İmam Şâfiî'nin "er-Risâle"sidir. Çok kıymetli bilgi ve haberler ihtiva eden bu eserin önemli mevzû ve bölümleri şunlardır: "Kur'ân ve onun hükmü açıklama metodu, nâsih-mensûh, haber-i vâhid, kıyas, istihsan, sünnet ve Kur'ân ile münasebeti, hadislerin gizli kusurları (ilel), icmâ, ictihad ve ihtilâf.

e) Istılahlar:
Fıkıh usûlünün yanında, yine bu devrede bazı fıkıh terimleri doğmuş, veya mevcut terimlerin mefhumları tesbit edilmiştir. Farz, vâcib, sünnet, mendûb, müstehab, haram, mekruh, şart, illet, rükün gibi yüzlerce terim, mezhebler arasında ya aynı yahud da farklı mânalarda -fakat mânaları muayyen olarak- kullanılmaya başlanmıştır.(20)

 



12. Süyûtî, Târihu'l-hulefâ, s. 261.
13. Hadîs Usûlü isimli kitabımıza bak. s. 21-26.
14. Prof. Dr. A. Hasen Abdulkadir, age., s. 110-121.
15. İbn en-Nedîm, el-Fihrist (Kahire 1348) s. 297-319.
16. Esasen küllî hukukî kaidelerin tesbiti ve bunların taknîni (kanunlaştırma) bütün dünya hukukunda oldukça yeni zamanlarda olmuştur.
17. Kürd Ali, Resâilu'l-buleğâ, s. 126; A. Zeki Safvet, Cemheratü-resâili'l-arab, C. III, s. 37; A. Emin, Zuhru'l-İslâm, C. II, s. 174.
18. Ebû-Yûsüf'ün İhtilâfu Ebî-Hanîfe maa İbn Ebî-Leylâ, er-Reddü alâ siyeri'l-Evzâ'î; İmam Şâfiî'nin el-Umm külliyâtının VII. cildindeki bu nevi kitapları burada örnek olarak hatırlanabilir. Daha sonra el-Hilâf adıyla bir ilim dalı da bundan doğacaktır.
19. Bugün elimizde bulunan Fıkıh Usûlü kitaplarındaki kaidelerin bir kısmı da fürû'a bakılarak sonrakiler tarafından vazedilmiştir.
20. İbn Kayyim, İ'lâmu'l-muvakkı'în, C. I, s. 40 vd.; Şah Veliyullah, el-İnsâf, s. 7 vd.; el-Hudarî, Târihu't-teşrî', s. 220-230

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

E- FUKAHÂ:
Bu devrin özelliklerinden birisi de çok sayıda büyük fıkıh bilgini ve mezheb imamlarının yetişmiş olmasıdır. Bu devir fakihlerinin listesini ve kısa biyografileri ile eserlerini, bundan sonra gelecek olan "Fıkıh Mezhebleri" bölümünde vereceğiz.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Üçüncü Bölüme Ek
FIKIH MEZHEBLERİ

Giriş:
Târihî seyri içinde fukâhanın ihtilâfı, mezheblerin doğuşu, mezhebcilik ve mezheb taassubunun başlaması ve bütün bunların âmilleri(21) üzerinde gerekli bilgi arzedilmiş; belli başlı fıkıh mezhebleri ile bunların imamları, ilk fukahâsı ve mezheblere ait temel eserler hakkında daha geniş bilgi müstakil bir bölüme bırakılmıştı. İşte burada -beş alt bölüm içinde- dört mezheb, zamanımıza kadar yaşamayan diğer dokuz sünnî mezheb, gayr-i sünnî mezhebler, mezheblerin yayılışı ve mıntıkaları tetkik edilecektir.(22)
Bilindiği üzere fıkıh mezhebleri, sâliklerinin itikadî mezheblerine göre sünnî ve gayr-ı sünnî diye iki kısma ayrılmaktadır. Sünnî mezheblerin bir kısmı, sâliklerinin mevcûdiyeti bakımından günümüze kadar yaşamıştır. Diğer bazıları ise dinî ve hukûkî hayatlarında onlara tâbi cemaatler kalmadığı için -bu bakımdan- târihe intikal etmişlerdir. Ancak mezkûr mezhebler de kitaplarda tedvîn edilmiş usûl ve fürû' ile yaşamaya devam etmektedirler. Ayrıca bazı İslâm devletlerinin hukuklarında onların mezheblerine ait ictihatların tercih ve taknîn edildiği olmuştur.

 



21. Mezhebcilik ve mezheb taassubunun yayılması ve güçlenmesi mevzûu bundan sonraki devrede tetkik edilecektir.
22. Dört mezheb imamı ile alâkalı ilk bölüm, ayrıca neşredilen İslâm Hukukunda İctihad isimli kitabımızdan -küçük tasarruflarla- nakledilmiştir.

 

 

 

 

 

 

 

Birinci Alt Bölüm
(Dört Mezheb)

I- DÖRT MEZHEB İMAMININ MENSUP OLDUKLARI OKULLAR VE ÜSTADLAR
A- MEDRESELERİ     A- OKULLAR (Medreseler):
Bundan önceki fasılda re'y ve hadîs taraftarlarını incelemiş ifrat ve itidâl itibâriyle bir müctehidin hem ehl-i hadîs hem ehl-i re'y sayılabileceği neticesine varmıştık. Meselâ İmam Şâfiî, müfrit re'ycilere nisbetle ehl-i hadîs, zâhirîlere göre ise reyciler arasında yer almaktadır. Bu iki tabirin mâna ve mefhumunda ittifak olmadığı için taraflarının tesbitinde de farklar bulunmuştur; meselâ:
1- İbn Quteybe, Ahmed b. Hanbel'in ismini zikretmemiş, diğer üç imâmı reyciler listesine almıştır.(1)
2- Maqdisî (v. 380/990), "Ahsenu't-teqâsîm"in muhtelif yerlerinde -her halde farklı mânaları kasdederek- bir kere Ahmed b. Hanbel'i fakih değil, muhaddisler arasında saymış, buna mukabil hanefî, mâlikî, şâfiî ve zâhirîleri fıkıh mezhebleri içinde mütâlâa etmiş, bir başka yerde şafiîleri ehl-i hadîs, hanefîleri ehl-i re'y saymış, diğer bir yerde de Ebû-Hanife ve Şâfiî'yi reyci, İbn Hanbel'e tâbi olanları ise hadîsçi olarak göstermiştir.(2)
3- Şehristâni (v. 548/1153), Mâlik, Şafiî, Süfyân, Ahmed b. Hanbel ve Dâvud'un mensuplarını ehl-i hadîs, Ebû-Hanîfe ve mensuplarını ise ehl-i re'y olarak tesbit etmiştir.(3)
4- İbn Haldûn'a (v. 808/1405) göre ise ehl-i hadîs "ehl-i Hicâz" ehl-i re'y ise "ehl-i Irâk"tır. Birincisinin İmamı Mâlik, ikincisininki Ebû-Hanîfe'dir. İmam Şâfiî, Ebû-Hanîfe ve Mâlik'ten istifade ederek bu iki metodu meczetmiştir. İbn Hanbel ise muhaddistir; fakat talebesi, Ebû-Hanîfe'nin talebesinden okumuş, faydalanmışlardır.(4)

 



1. el-Ma'ârif, s. 216 vd.
2. s. 37, 127, 142; A. Hasen Abdulkâdir, age, s. 224.
3. el-Milel ve'n-nihal, C. I, s. 361-368.
4. el-Mukaddime, s. 390-391 (Vâfî neşri, III, 1046).

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

B- ÜSTADLARI:
Dört imamın, ictihad usûllerinin kaynaklarını tesbit bakımından, sahâbeden itibâren üstadlarını zikretmekte fayda vardır:

1- Ebû-Hanîfe'nin üstadları:
 
Bu listeden Abdullah b. Mes'ûd, re'y ictihadının imâmı Hz. Ömer'in en yakın müşâvirlerindendir. Ebû-Yûsüf'ün "K. el-Harâc"ında, Hz. Ömer'in isminin (124) kere geçmesi, İbn Mes'ûd yoluyla onun, Ebû-Hanîfe medresesine ne nisbette te'sir ettiğini göstermektedir.
Hz. Alî kazâ ve fetvâlarıyla Iraklılar'a rehber olmuştur.
Şa'bî bu bölgeyi hadîs bakımından beslemiş, fetvâda ihtiyâtı telkin etmiştir.
'Alqame, Esved, İbrâhim "Neha'"lı, Mesrûq ve Şa'bî "Hemedân"lıdır. Neha' ve Hemedân Yemenli iki kabîledir. Şurayh ve Hammâd'ın da Yemen'le alâkaları vardır. Re'y ictihadına mesned teşkil eden meşhur hadîsin mümessili Muâz'ın, Resûlullah (s.a.) tarafından Yemen'e, öğretici ve hâkim olarak gönderildiğini daha önce zikretmiştik.(5)
2- İmam Mâlik'in Üstadları:
 
Sahâbe tabakasında görülen üstadların ilmini, tâbiûndan ve yedi fakihten biri olan Sa'îd b. el-Müseyyeb iktisâb etmiş, hadîs ve fıkhı ilminde birleştirmişti. Sonrakilerden Zührî ile Nâfi', kendi zamanlarında hadis ve fıkıhta Medîne'nin en bilgin kişileridir.
Rabîa'ya gelince, lakabından da anlaşılacağı üzere bu zat, Hz. Ömer'den intikal eden re'y ve tefekkür tarzını benimsemiş ve Sa'îd b. el-Müseyyeb ile yaptıkları bir münakaşada kendisine: "Sen Iraklı mısın?" dedirtecek kadar bu metodu geliştirmiştir.(7)
Bütün bu zevât hadîsin, Hz. Peygamber ve sahâbe tatbikatının beşiği olan Medîne'de yetişmiş, tabîi olarak ictihadlarında, birinci derecede bu muhitin tesiri görülmüştür.

3- İmam Şâfiî'nin Üstadları:
Muhammed b. İdrîse'ş-Şafi'î, ilim için yaptığı seyâhatler esnasında Medîne'ye gelmiş, İmam Mâlik'ten "el-Muvatta'"ı semâ yoluyla almış, vefâtına kadar da Mâlik'ten ayrılmamıştır.
Ayrıca Irak'ta ikamet ettiği sırada, Ebu-Hanîfe'nin talebesinden Muhammed b. Hasen'e devam ederek bu zatta toplanmış bulunan Irak Medresesinin ilim mahsûlünü elde etmiştir. Buna göre Şâfi'î üstadlarını gösteren şema şöylece kısalmış oluyor:
 
4- Ahmed b. Hanbel'in Üstadları:
İbn Hanbel, bilhassa hadîs ilmi için Kûfe, Basra, Mekke, Medîne, Şâm, Yemen ve el-Cezîre'yi dolaşmış, uzun bir müddet Şâfi'î'ye talebelik etmiştir. Hattâ bu yüzden O'nu, Şâfi'î mezhebinden sayanlar olmuştur. Bu duruma göre O'nun da başlıca fıkıh üstâdı İmam Şâfi'î olmaktadır.(8)

 



5. Bak. s. 146.
6. İsimleri ve vefat tarihleri daha önce zikredilmiştir; (Bak. "Tâbiûn Fakihleri")
7. A. Emin, age., C. II, s. 209.
8. A. Emin, age., s. 235. Geniş bilgi için bak. M. Ebû-Zehra, Ebû-Hanife; Mâlik; Şâfi'î; İ. Hanbel isimli eserler ve ayrıca aynı müellifin el-Mezâhibu'l-İslâmiyye isimli kitabının ikinci cildi; DİA.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

C- HAYAT HİKÂYELERİ:
1- Ebû-Hanîfe (80/699-150/767):
en-Nu'man b. Sâbit b. Zûtâ, dedesi Zûtâ İran'dan köle olarak Irak'a getirilmiştir, sahibi onu âzâd etmiştir. Babası Sâbit ise hür ve müslüman olarak doğmuş, küçüklüğünde Hz. Alî'yi görmüş ve onun, gerek kendisi ve gerekse nesli için hayırlı duâlarına mazhar olmuştur. Ebû-Hanîfe, büyük tâbiûn ulemâsı ile görüşmüş ve onlardan ilim ve feyiz almıştır; bu bakımdan kendisi üçüncü nesle (tebe'u't-tâbi'în nesline) mensuptur. Sahâbeden bazıları ile görüşüp görüşmediği ve bu sebeple tâbi'ûndan sayılıp sayılmayacağı konusu tartışılmıştır. Tercih edilen görüşe göre ashâbdan bazılarını, kendisi küçük yaşta iken görmüştür; ancak onlardan doğrudan hadîs rivayet etmemiştir. Tâbi'undan olan üstadları arasında kendisinden en çok istifade ettiği şahıs Hammâd b. Ebî-Süleymân'dır (v. 120/737); bu zâtın derslerine tam on sekiz yıl devam etmiştir. Rivâyete göre Hammâd Basra'ya bir yolculuk yapmış ve giderken yerine Ebû-Hanîfe'yi bırakmıştı. Döndüğü zaman neler olduğunu sordu ve Ebû-Hanîfe'nin, kendisine sorulan altmış süali cevaplandırdığını öğrendi, bu sorulara verilen cevaplardan yirmisini hatalı buldu. Bunun üzerine Ebû-Hanîfe yalnızca onun derslerine devam etmeye ve o yaşadığı müddetçe ders okutmamaya karar verdi ve bunu uyguladı. Ebû-Hanîfe önceleri ticaret ile meşgul olurdu, sonra kendini tamamen ilme vererek ticareti ortaklık yoluyla sürdürdü. Son Emevî halîfeleri ile Abbâsîlerden Mansûr ona baş kadılığı teklif ettiler, o ısrarla bunu kabul etmedi, sonuncusu bu yüzden Ebû-Hanîfe'yi hapsetti (150/767) yılında Bağdat'ta, hapishanede Hakk'ın rahmetine kavuştu. Kadılık vazifesini kabul etmemesinin sebebi onun takvâsı değildir. Onun takvâ sahibi bir kişi olduğunda şüphe yoktur; ancak kadı olmak da günah değildir; ehli olan, adâletten ayrılmayan için bir ibâdettir. Ebû-Hanîfe'nin bu vazifeyi kabul etmemesinin sebebi, devlet yönetimini gasbeden ve hilâfeti saltanata çeviren yöneticilere karşı bir pasif direnişte bulunmak ve böylece halka mesaj vermektir.
Emsâli onu şöyle değerlendirmişlerdir:
İmam Mâlik: "Ebû-Hanîfe öyle bir kişidir ki, sana şu direğin altın olduğunu iddiâ etse isbat edebilir."
İmam Şâfiî: "Bütün insanlar fıkıhta, Ebû-Hanîfe'nin aile fertleri sayılır."
İbnu'l-Mubârek: Fıkıh'ta Ebû-Hanîfe gibisini görmedim, ondan daha dindar birini de görmedim."
Onun, sayısız fıkhî ictihadları ve çözümleri vardır, bunlar onun zekâsına ve sür'ât-i intikaline delâlet etmektedir; birkaç örnek:
Ebû-Hanîfe'ye birisi geldi, Kûfe kadısı İbn Leylâ'nın akıl hastası bir kadını, mescitte, ayakta, arka arkaya iki suçtan cezalandırdığını, kadının suçunun ise birisine "ey zinâkâr çiftin çocuğu" demekten ibâret olduğunu söyledi. Ebû-Hanîfe hemen şu cevabı verdi: "İbn Ebî-Leylâ bu hükmünde ve uygulamasında altı hatâya düşmüştür." Fakih İbnu'l-Arabî, Ebû-Hanîfe'nin bir anda bulduğu bu altı hatayı, ancak âlim kişilerin, o da uzun boylu düşünerek bulabileceklerini kaydettikten sonra hatâları şöyle açıklamıştır: 1. Akıl hastasının cezâî ehliyeti yoktur. 2. Bu suç, namusa iftira suçudur, cezâsı Allah hakkı olarak verilen cezalardandır ve bu nevi suçlar kaç kere işlenmiş olursa olsun tek ceza ile cezalandırılır. (Mâlik ve Şâfiî kul hakkını baskın görerek her suça bir ceza verilir demişlerdir.) 3. Mağdûr şikâyet edip ceza talep etmediği halde cezalandırmış; halbuki bu suçta dâva ve talep şarttır. 4. İki cezayı arka arkaya vermiş; bu caiz değildir; birinci cezadan sonra ara verilmesi gerekir. 5. Ayakta cezalandırmış; kadın ayakta değil, oturtularak ve örtülerek cezalandırılır. 6. Mescitte cezalandırmış; bu suçun cezası mescitte infâz edilmez.
Ebû-Hanîfe'ye bir kadının vefat ettiğini, karnındaki çocuğun ise hareket etmekte olduğunu haber verdiler ve ne yapacaklarını sordular; "Kadının karnını yarıp çocuğu çıkarın, sonra kadını defnedin" dedi, böyle yaptılar, bir oğlan çocuğu imiş, adını Ebû-Hanîfe oğlu koydular ve büyüyünce onun talebelerinden oldu.
Ebû-Hanîfe'nin, imlâ yoluyla da olsa bir kitap yazıp yazmadığı konusu tartışılmıştır. En azından el-Fıkhu'l-Ekber ve Müsned'in ona ait olduğuna dair deliller vadır. Daha başka risâleleri olduğu da rivayet edilmektedir.(9)

 



9. Şîrâzî, Tabakât, s. 86; Hacevî, el-Fikru's-sâmî, C. I, s. 339-366; Prof. Dr. Fuat Sezgin, GAS, Hicâzî tercümesi, C. I/3, s. 31-50; bu son kaynakta yeterli bibliyografya verilmiştir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

2. Mâlik b. Enes (93/712-179/795):
Aslı Yemen'li, büyük dedesi sahâbî Ebû-Âmir, dedesi tâbiûn ulemâsından, amcası da sayılı âlimlerden, kendisi üçüncü nesilden (etbâu't-tâbi'înden), başta hadîs olmak üzere fıkıh, tefsir, kozmografya dallarında âlim, Medîne ve mâlikî mezhebinin imamı, hocalarını daha önce gördüğümüz İmam Malik'ten, bin üçyüzden fazla kişi hadîs veya fıkıh bilgisi almıştır; bunların içinde vaktiyle hocası olmuş zevat ile mezheb imamları ve halîfeler de vardır. Kendisi vakur, herkesin saygısını kazanmış, doğru bildiğini çekinmeden söyleyecek cesarete sahip, emr-i bi'l-ma'rûf nehiy ani'l-münker yapan bir zât idi. Emevîlerden itibaren icad edilen baskı ile bey'at alma (halîfe veya veliahte bağlılık yemini ettirme) ve bunu yaparken de baskı altında kişilere şart ettirme (yani bey'atimi bozar, halîfeye karşı çıkarsam karım boş olsun dedirtme) bid'atına karşı çıkmış, zulmü önlemek için de "baskı altında yapılan bu yeminin hükmü olmadığına" fetvâ vermişti. Bunun için kendisine işkence edildi, kırbaçla dövüldü, kollarından çekildiği için kolu omuzundan çıktı ve ömrünün sonuna kadar idrarını tutamaz oldu. Bütün bunlar karşısında metanetini koruyan İmam Mâlik, birçok halîfenin saygısını da kazanmıştır. Abbâsî Halîfe Mansûr'un amcası Ca'fer kendisine yukarıda zikredilen işkenceyi yaptığı halde büyük Halîfe Raşîd onu, hadîs öğretmesi için sarayına dâvet etmiş, İmam'ın "İlim gelmez, ilme gelinir" demesi üzerine kendisi İmam'a gelerek hadîs öğrenmiştir. Yetmiş âlim kendisine izin vermeden fetvâ vermeye başlamayan İmam, talebelerinden İbnu'l-Kasim'in "Devlete başkaldıranlarla savaşmak caiz midir?" sorusuna şu cevabı vermiştir: "Ömer b. Abdulazîz gibi halîfelere başkaldırırlarsa savaşmak gerekir!" Talebesi "Halîfe böyle olmazsa?" diye sorunca da "Bırak da Allah, bir zâlim ile diğerinden intikam alsın, sonra da her ikisinden intikam alsın" demiştir.
Devrinde yaşayan ve sonra gelen pek çok âlim onun faziletine, ilmine, cesaretine, güvenilirliğine tanıklık etmişlerdir. Şirâzî'nin naklettiğine göre İmam Muhammed ile Şâfiî arasında "İmam Ebû-Hanîfe ile Mâlik'i mukayese eden" şöyle bir konuşma geçmiştir:
Muhammed - Ne dersin, bizimki mi âlim, sizinki mi?
Şâfiî - Hatır gönül tanımadan
mı söyleyeceğiz?
Muhammed - Evet.
Şâfiî - Allah için söyle, Kur'ân-ı Kerîm'i sizinki mi daha çok bilir, bizimki mi?
Muhammed - Allah için sizinki?
Şâfiî - Sünneti ve sahâbe kavillerini sizinki mi daha çok bilir, bizimki mi?
Muhammed - Allah için sizinki (daha çok bilir).
Şâfiî - Geriye bir kıyas kaldı; kıyas da yukarıdaki bilgilere dayanır.(10)

 



10. Ziriklî, A'lâm, C. VI, s. 128; Hacevî, age., C. I, s. 376-394; Şîrâzî, Tabakât, s. 68; Prof. Sezgin, GAS, C. I/3, s. 129 vd. Bu kaynakta geniş kitâbiyât vardır.

 

 

 

 

 

 

3. İmam Şâfiî (150/767-204/820):
Muhammed b. İdrîs, ehl-i sünnetin meşhur ve yaşayan dört fıkıh mezhebinden birinin imamı, soyu Kureyş kabilesinin Hâşimî kolundan, Gazze'de doğdu, iki yaşında iken Mekke'ye getirildi, önce atıcılık, şiir, dil, Arap tarihi konularıyle meşgul oldu ve bu konularda önemli seviyeler elde etti, sonra özellikle hadîs ve fıkıh ilimlerine yönelerek bu dalda İmam oldu. Mekke dışında Hüzeyl kabilesinde çocukluğunu geçirdiği için fasîh arapçayı öğrenmişti, güzel konuşuyor ve şiir söylüyordu, birisinin kendisine "Bu fesâhat ve zekâya rağmen fakih olmaman bana ağır geliyor, bir de fakih olsaydın zamanın efendisi olurdun" demesi ve İmam Mâlik'i tavsıye etmesi üzerine Muvatta'ı birinden emanet almış, kısa bir zaman içinde ezberlemiş ve yirmi yaşında İmam Mâlik'e giderek bizzat ondan Muvatta'ı okumuştur. Daha önce de Mekke'de Müslim b. Hâlid (v. 179/795) ve Süfyân b. Uyeyne (v. 195/811)'den fıkıh ve hadîs okumuştu. Vefâtına kadar İmam Mâlik'in yanında kalan Şâfi'î bundan sonra amcası ile birlikte Yemen'e gitti, burada büyük itibâr gördü ve Zeydî İmam Yahyâ b. Abdullah'a bey'at etti. Abbâsî Halîfe Raşîd tarafından bu bey'at duyulunca Şâfi'î ve daha bazıları yakalanarak Halîfe'nin oturduğu Rakka şehrine getirildiler, Şâfi'î sorgulandıktan sonra affedildi, burada büyük şöhrete erişmiş olan hanefî Muhammed b. el-Hasen ile tanıştı ve onun derslerine devam ederek Irak fıkhını öğrendi, 188 yılında Harrân ve Şâm yolundan Mısır'a geçti, burada Mâlikî mezhebi hâkim olduğu için tutunamadı ve 195 yılında tekrar Irak'a döndü, başta Ahmed b. Hanbel olmak üzere birçok talebe yetiştirdi, "el-kavlu'l-kadîm, el-mezhebu'l-kadîm" diye anılan ictihadına dayalı kitaplarını imlâ yoluyla telif etti, daha önce olduğu gibi bu arada da hacca gidip geldi, oradaki ulemâ ile görüş alış-verişinde bulundu. 198 yılında yeni Mısır vâlîsinin oğlu ile birlikte tekrar Mısır'a gitti, burada iftâ ve tedrîs yoluyla kendi mezhebini yaydı ve "el-kavlu'l-cedîd, el-mezhebu'l-cedîd" diye anılan yeni mezhebini, eskiye nisbetle değişen ictihadlarını aksettiren eserlerini yazdı. 204/820 yılında Kahire'de vefât etti.
Şâfi'înin hadîsteki ihtisâsı tartışılmış olmakla beraber fıkıh sâhasındaki imamlığı tartışmasız kabul edilmiş ve hakkında övücü sözler söylenmiştir:
Ahmed b. Hanbel: "Şâfi'î, Allah'ın Kitâbı ve Rasûlullah'ın Sünneti üzerinde insanların en âlim ve fakihidir; ancak hadîs fürûuna ait tahsîli azdır.", "Şâfi'î'den ders alıncaya kadar hadîste nâsih ve mensûh konusunu öğrenememiştim."
Şâfi'î, fıkha ağırlık verdiği için hadîs talebi konusunda fazla ilerleyememişti; ancak kendisinin, gerek hadîs nazariyâtı ve gerekse hadîsler konusunda, ictihad ehliyetini elde edecek ölçüde bilgi sahibi olduğunda şüphe yoktur ve bir râvî olarak da mûteber sayılmış, yalnızca bazı zayıf kişilerden rivayette bulunmakla suçlanmıştır. Hadîs konusundaki durumunu bilen, büyük tevazû ve insâf sahibi olan İmam Şâfi'î, öğrencileri İbn Mehdî ve Ahmed b. Hanbel'e şöyle demiştir: "Siz hadîsi benden daha fazla biliyorsunuz, sıhhatini tesbit ettiğiniz hadîsleri (size göre sahih olan hadîsleri) bana da bildirin ki, onları hüküm ve ictihadımda kullanayım."
Başka fukahâ ile olduğu gibi İmam Muhammed b. el-Hasen ile -ve daha çok bununla- ilmî münâkaşaları olmuştur. Aynı zamanda hocası ve babalığı olan İmam Muhammed ile şu münâkaşası güzel bir örnektir: Birgün meclisine geldiğinde İmam Muhammed'in "Vâhidin haberi (hadîsi) ile Kur'ân-ı Kerîm'in ortaya koyduğu bir hükme ek yapmanın caiz olmadığını, Medînelilerin, 'bir şahit ve bir yemin ile hüküm verilir' diyerek bu konuda hata ettiklerini, Allah'ın Kitâbına göre ancak iki erkek, yahut bir erkek ile kadının şahitliği ile hüküm verilebileceğini" anlattığını görmüş ve kendisiyle şu yolda tartışmıştır:
Şâfi'î - Sana göre, vâhidin (tek râvînin) rivayet ettiği hadîs ile Kitâbullah'ın hükmüne ek yapılamaz mı?
Muhammed - Evet, yapılamaz.
Şâfi'î - Allah Teâlâ, Kur'ân-ı Kerîm'de "Birinize ölüm gelip çattığında, ana-babaya ve akrabaya vasıyet etmenizi Allah size farz kıldı (Bakara: 2/180) buyurduğu halde niçin Rasûlullah'ın, haber-i vâhid olan "Vârise vasıyet yoktur" hadisine dayanarak bu vasıyeti reddettiniz...
Şâfi'î buna benzer başka örnekler de getirmiş ve rivayete göre İmam Muhammed'i sıkıştırmıştır.(11)

 



11. Hacevî, age., C. I, s. 394-405; Şîrâzî, Tabakât, s. 71 vd.; Prof. Sezgin, GAS, C. I/3, s. 179 vd. Bu kaynakta geniş bibliyografya vardır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

4. Ahmed b. Hanbel (164/780-241/855):
Ebû-Abdullah Ahmed b. Muhammed b. Hanbel, soyu Merv şehrinden, babası Serahs vâlîsi idi, kendisi Bağdat'ta dünyaya geldi, küçük yaşından itibaren ilme yöneldi, ilim uğrunda uzun yolculuklara ve gurbet hayatına katlandı; Kûfe, Basra, Mekke, Medîne, Yemen, Şâm, Mağrib, Cezair, Irak, İran, Horasan gibi bölgelere gitti, buralarda yaşayan âlimlerden ders, muhaddislerden hadis öğrendi. Yemen'de meşhur tefsir ve hadîs âlimi Abdurrazzak b. Hemmâm'dan hadîs dersi aldı, Hicaz'da Süfyan b. Uyeyne'den, Bağdat'ta Şâfi'î'den Ebû-Yûsüf'ten fıkıh dersleri aldı ve bu konuda en çok Süfyan'ın etkisinde kaldı. Hadîste ve fıkıhta İmam olan Ahmed b. Hanbel hakkında söylenmiş takdir sözlerinin en önemlisi Şâfi'î'ye aittir: "Bağdat'tan ayrıldığımda arkamda Ahmed b. Hanbel'den daha fakih, daha dindar, daha zâhid ve âlim bir kimseyi bırakmadım."
Bilindiği üzere Abbâsî Halîfelerden Me'mûn, "Kur'ân-ı Kerîm'in mahlûk (yaratılmış) olduğu" nazariyesini ortaya atmış, zamanın ulemasını zaman zaman sarayına celbederek konuyu tartışmış ve kendi görüşünü kabul etmeyenlere işkence ettirmiş, bazılarını da öldürtmüştür. Arkasından gelen Mu'tasım ve Vâsıkbillâh da aynı yolda yürümüş, zulmü devam ettirmişlerdir. Tartışma mevzûunun bir bahâne olduğu, bu yoldan kendilerine bağlı olanlarla olmayanları ayırdıkları ve bilhassa ulemâdan direnenleri cezalandırdıkları anlaşılmaktadır. Ahmed b. Hanbel de Mu'tasım zamanında yirmi sekiz yıl hapsedilmiş, dövülmüş ve işkence görmüştür. Bu büyük imtihanı sabır ve metanetle karşılayan İmam, ilmî ve dînî kanâatinden taviz vermemiş, "Kur'ân Allah'ın kelâmıdır" demekte ısrar etmiştir. Bu sebepledir ki İbnu'l-Medînî onu şöyle değerlendirmiştir: "Allah, İslâm'ı iki kulu ile takviye etti; irtidad hareketinde Hz. Ebû-Bekir'in sebatı, imtihan (kanâat yüzünden işkence) zamanında Ahmed b. Hanbel'in metâneti." Mu'tasım'ın oğlu Mütevekkil halîfe olunca bu bid'atı ve zulmü kaldırmış, ehl-i sünneti korumuş, bu arada Ahmed b. Hanbel'e bağlılık ve saygı göstermiş, yıllarca ona danışmadan önemli tayinleri yapmamıştır. Halîfe'nin, bütün dünya nimetlerini önüne serdiği bu dönemde de Ahmed b. Hanbel ikbal ile iktidar imtihanını kazanmış ve zâhidâne hayatından ayrılmamıştır.
Ahmed b. Hanbel'in en önemli eseri Müsned olup otuz bin civarında hadîs ihtiva etmektedir. Fıkha dair eserleri, talebelerinin süallerine verdiği cevaplardan oluşmaktadır ve onlar tarafından derlenmiştir.(12)




--------------------------------------------------------------------------------

12. Hacevî, age., C. II, s. 18-26; Prof. Sezgin, age., s. 215; Zirikli, A'lâm, C. I, s. 192.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

II- DÖRT İMAMIN İCTİHAD USÛLLERİ
Dört mezheb imamı arasında, ictihadda takib ettiği usûlü bizzat kaleme alan ve eseri bize kadar ulaşmış bulunan yalnız İmam Şâfi'î'dir. Diğer imamların usûlü, talebelerinden rivâyet edilerek daha sonraki devirlerde kitaplara geçmiştir. Usûl kitaplarında bir mezhebin ictihad ve istinbât usûlü olarak zikredilen kaidelerin hepsi, mezheb imamının sarîh olarak ifade ettiği kaideler olmayıp, bunların fetvâ ve hükümleriyle bilinen kaidelerinden, daha sonra gelen talebe ve sâliklerinin çıkardığı usûl ve kaidelerdir.(13)
Ashâb ve tâbiûn fakihlerinden rivâyet edilen sarîh kaideler olmadığı için onların ictihad usûllerini, çözdükleri ve hükme bağladıkları mesâile bakarak tesbîte çalışmıştık. Burada da bazı tatbikat örnekleri sunacağız.

 



13. Tahâvî, Ma'âni'l-âsâr, C. II. s. 206; Şâh Veliyullah, el-İnsâf, s. 25; Hudârî, age., s. 220; Ebû-Zehrâ, Ebû-Hanife, s. 232-235.

 

 

 

 

 

A- EBÛ HANİFE'NİN USÛLÜ:
Bizzat imam kendi usûlünü şöyle açıklıyor: "Resûlullah'tan (s.a.) gelen baş üstüne, sahâbeden gelenleri seçer birini tercih ederiz; fakat toptan terketmeyiz, bunlardan başkalarına ait olan hüküm ve ictihadlara gelince biz de onlar gibi -ilim- adamlarıyız."
"Allah'ın kitabındakini alır kabul ederim. Onda bulamazsam Resûlullah'ın, mutemed âlimlerce malûm ve meşhur sünnetiyle amel ederim. Onda da bulamazsam ashâbından dilediğim kimsenin re'yini alırım... Fakat iş İbrâhîm, Şa'bî, el-Hasen, 'Atâ... gibi zevâta gelince ben de onlar gibi ictihad ederim."(14)
İmam Muhammed de Ebû-Hanîfe Medresesine tercüman olarak şunları söylüyor:
"İlim dört nevidir: Allah'ın kitabında olan ile O'na benzeyen, Rasulullah (s.a.)'ın, sağlam bir senetle nakledilen sünnetinde olanlar ile onlara benzeyenler, Resulullah'ın ashâbının icmâı ile sabit hükümler ile onlara benzeyenler, -sahâbenin ihtilâf ettiği hükümler de böyledir, bunlar toptan terkedilmez, birisi seçilince benzeyenleri ona kıyas edersin- ve nihayet İslâm fukahâsının çoğu tarafından iyi bulunmuş (müstahsen görülmüş) olanlarla bunlara benzeyenlerdir. İlim bu dört neviden hârice taşmaz."(15)
Bu ifadelerden anlaşıldığına göre Ebû-Hanîfe meselelerin hükmünü sıra ile Kitab, Sünnet, sahâbe kavli ve re'y ictihadına istinat ederek elde etmektedir. Re'y ictihadında O'na izafe edilen iki metod vardır: Kıyas ve istihsân.
Bu iki metodun münakaşa ve izahına geçmeden önce, Ebû-Hanîfe'nin ictihadında sünnetin yeri üzerinde biraz durmak gerekiyor.

1- Ebû-Hanîfe ve Hadîs:
Bazılarına göre Ebû-Hanîfe hadîste zayıftır.(16) Bazılarına göre reyiyle sahih hadisleri reddeder.(17) Bazılarına göre de onun nezdinde sahih olan hadis sayısı 17 veya 50 civarındadır.(18)
Çeşitli mezheblerden tarafsız âlimlerin tahkikatı göstermiştir ki Ebû-Hanîfe, hadîs ilmi üzerinde meşhur muhaddisler kadar mütehassıs değilse de "ictihad şûrası"nda bu mevzûda kendisine yardımcı olan hadîs hâfızları vardır.(19) İctihadında, bizzat üstadlarından öğrendiği (dört bin) kadar hadîs kullanmıştır.(20)
Bazı hadîslerin reddine gelince: Bunları, Hz. Peygamber'e ait oluşlarında şüphe bulunduğu; başka bir deyişle Ebû-Hanîfe'nin, hadîsin sıhhatini tesbit için ileri sürdüğü şartlara uymadığı için reddetmiştir.(21) Yoksa Ebû-Hanîfe, sahih hadîsleri reddetmek bir yana, mürsel ve zayıf hadîsleri dahi kıyasa tercih ederek tatbik eylemiştir.(22)

 



14. el-Mekkî, Menâkıb, C. I, s. 74-78; Zehebî, Menâqıb, s. 20-21. M. Ebû-Zehrâ, Târihu'l-fıkh, C. II, s. 161; A. Emin, age., C. II, s. 185 vd.
15. İbn Abdilber, Câmi', C. II, s. 26.
16. İbn Sa'd, age., C. VI, s. 368.
17. M. Zâhidu'l-Kevserî, Te'nîb, s. 82 vd.
18. İbn Haldûn, Mukaddime, s. 388. 'Atıf Ef. Nüshasında (50) adettir.
19. M. Zâhidu'l-Kevserî, age., s. 152.
20. age, a.y.; Mekkî, Menâqıb, c. II, s. 96.
21. M. Zâhidu'l-Kevserî, Nasbu'r-râye (Takdime), s. 27; İbn Teymiyye, Raf'u'l-melâm, s. 87 vd.
22. İbn Hazm, el-İhkâm, s. 929.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

2- Kıyas ve İstihsân:
İbn Abdilberr'in de dediği gibi kıyas yüzünden Ebû-Hanîfe'ye yüklenenler haksızlık etmiş oluyorlar. Çünkü sahâbeden beri kıyas tatbik edilmiş ve diğer imamlar da az veya çok miktarda bu metodu kullanmışlardır. Ebû-Hanîfe'nin yaptığı:
a) Kıyası kaideleştirmek,
b) Çok miktarda kullanmak,
c) Henüz vukubulmamış hâdiselere de tatbik etmekten ibarettir.(23)
"İstihsan" metodu, başta Şafiî olmak üzere birçok âlim tarafından ağır bir şekilde mahkûm edilmiş ve bazı kimseler tarafından da yalnız Ebû-Hanîfe'ye nisbet edilmiştir. Ancak meseleyi mukâyeseli bir şekilde incelediğimiz zaman görüyoruz ki istihsânı reddedenlerle kabul edenlerin buna verdikleri mâna çok farklıdır; dolayısıyle münâkaşa isim yanıltmasına dayanmakta ve bir mânada yersiz olmaktadır.
Meselâ -reddedenlerden- İmam Şâfiî'ye göre: İstihsân; "Bir kimsenin, keyfine göre bir şeyi beğenmesi, hoş bulmasıdır." Bir kölenin bedelini bile tayin edecek olan kimse, onun emsâlini göz önüne alarak bu işi yapar. Eğer emsâline aldırmadan bir kıymet biçerse, tutarsız ve haksız bir iş yapmış olur. Allah'ın helâl veya haramı ise bundan daha önemlidir. Bir kimse haber veya kıyasa istinad etmeden hüküm verirse günahkâr olur.(24) İstihsân ile hükmeden Allah'ın emir ve nehiyleriyle bunların benzerlerini terketmiş, kafasına estiği gibi davranmış olur.(25)
İbn Hazm'e göre istihsân: Nefsin arzuladığı ve beğendiği şekilde hükmetmektir.(26) Bu bâtıldır; çünkü delili yoktur, arzuya tâbi olmaktan ibârettir, arzu ve zevkler ise insandan insana değişir.(27)
İmdi bu zevâtın telâkkisine göre istihsân: Kitâb, sünnet, icmâ ve kıyas gibi muteber delillerden birine değil de nefsin arzusuna dayanan bir istidlâl ve hüküm verme yoludur. Halbuki her ne kadar Ebû-Hanîfe'nin istihsânı nasıl anladığına dair sarih bir ifâde nakledilmemişse de onun benimsediği hüküm ve ictihad usûlünün, yukarda zikredilen mânalarda bir istihsâna uymadığı sâbittir. Kaldı ki onun istihsâna göre verdiği hükümlere dayanarak mensuplarının ortaya koyduğu istihsân tarifleri, yukardakilerden tamamen ayrıdır.
Kevserî'nin, Râzî'den nakline göre(28) istihsânın iki mânası vardır:
a) İctihad ve re'yimize bırakılmış miktarların tayin ve takdirinde re'yimizi kullanmak; nafaka, tazminat bedeli, yasak ava karşılık kesilecek hayvanın takdirlerinde olduğu gibi.
b) Kıyası, bundan daha kuvvetli bir delil ve delâlete terketmek. Râzî bu ikincisini de iki kısma ayırarak geniş izâhat ve misaller veriyor ki, bunlardan çıkan neticeye göre istihsânın ikinci nev'i: Nas, icmâ, zarûret veya daha kuvvetli başka bir kıyas sebebiyle kıyası terketmekten ibâret oluyor.(29)
Bu mânasıyle istihsân hem gayr-i muteber bir ictihad metodu olmaktan, hem de yalnız Ebû-Hanîfe'ye mahsus bulunmaktan çıkmış oluyor. Meselâ İmam Şâfiî: "estahsinu en tekûne'l-mut'a selâsîne dirhemen: zifaf yapılmadan boşanmış kadına verilecek meblağın (müt'a) otuz dirhem olmasını uygun görüyorum" diyerek aynı lâfzı birinci mânada kullanmıştır.(30) İmam Mâlik: "İstihsân ilmin onda dokuzudur." demiş ve ictihadında buna geniş bir yer vermiştir.(31)
Dört imâmın maslahat prensibine riâyetleri ile ictihad ve taklid hakkındaki görüş ve davranışlarını, ehemmiyetlerine binaen açacağımız ayrı iki fasla bırakarak burada Ebû-Hanîfe'nin ictihadından bazı örnekler sunacağız:

 



23. İbn Abdilber, age., C. II, s. 148; İbn Kayyim, age., C. I, s. 77, 227; M. Ebû-Zehrâ, Ebû-Hanife, s. 324; A. Emin, age., C. II, s. 187.
24. er-Risâle, s. 507-508.
25. el-Umm, C. VII, s. 267-272.
26. el-İhkâm, s. 42.
27. İbtâlu'l-kıyâs, s. 5-6.
28. Nasbu'r-râye (Takdime), C. I, s. 24 vd.
29. age, C. I, s. 25-27.
30. age, C. I, s. 25; el-Mekkî, Menâkıb, C. I, 95.
31. age., a.y.; Şâtıbî, el-Muvâfakât, C. IV, s. 209; Bâcî, age., C. VI, s. 144. İstihsân hakkındaki münakaşalar için bak. Şâfi'î, er-Risâle, s. 506 vd.; el-Umm, C. VII, s. 267 vd.; Ebu'l-Huseyni'l-Basrî, el-Mu'temed, s. 828; İbn Hazm, İbtâl, s. 5 vd.; ay. mlf., el-İhkâm, s. 42, 757; Şirâzî, el-Lüma', s. 81 vd.; Âmidî, el-İhkâm, C. IV, s. 136-139; Pezdevî, Keşfu'l-esrâr, C. IV, s. 6; el-Mekkî, Menâkıb, C., s. 95; Şâtıbî, el-İ'tisâm, C. II, s. 136-153.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

3- İctihadından örnekler:
a) Ebû-Hanîfe'ye, Evzâ'î soruyor:
- Namazda rukûa giderken ve doğrulurken ellerinizi niçin kaldırmıyorsunuz?
- Çünkü Rasûlullah'tan (s.a.) bunu yaptığına dair sahih bir haber gelmemiştir.
- Haber nasıl sahih olmaz? Bana Zührî, Sâlim'den, o babasından o da Rasûlullah'tan (s.a.): "Namaza başlarken, rukûa varırken ve doğrulurken ellerini kaldırdığını" haber verdi.
- Bana da Hammâd İbrâhîm'den; o, Alkame ve el-Esved'den, bunlar da Abdullah b. Mes'ûd'dan "Rasûlullah'ın yalnız namaza başlarken ellerini kaldırdığını, bir daha da kaldırmadığını" haber verdi.
- Ben sana, Zührî, Sâlim, babası yoluyle Hz. Peygamber'den haber veriyorum, sen ise, bana Hammâd ve İbrâhîm haber verdi diyorsun?
- Hammâd b. Ebî-Sleymân, Zührî'den, İbrâhîm de Sâlim'den daha fakîhtir. İbn Ömer'in sahâbî oluşu ayrı bir fazîlettir, ancak fıkıhta 'Alqame ondan geri değildir. el-Esved'in birçok meziyetleri vardır. 'Abdullah'a gelince: O, Abdullah'tır!
Bu cevap üzerine Evzâ'î, sükûtu tercih etmiştir.(32)
Bu istinbâtında Ebû-Hanîfe, hadîse istinât etmiş, üstadları olduğu için râvîlerini daha yakından tanıdığı bir hadîsi diğerine tercih etmiştir.
b) Bir kimse diğerine, kârı ortak olmak üzere satması için bir elbise veya aynı şartla ev yapıp kiraya vermesi için bir arsa teslim etmek suretiyle bir "mudârebe akdi" yapsa bu akit, Ebû-Hanîfe'ye göre fâsiddir. Çünkü mezkûr akitte meçhul bir bedel karşılığında bir adam kiralanmış oluyor. Yani İmam-ı a'zam'a göre bu bir nevi ortaklık akti değil, isticâr akdidir ve şartlarına uygun bulunmadığı için fâsiddir.(33)
Aynı akit, "müzâraa" aktine benzetilerek İbn Ebî-Leylâ tarafından câiz görülmüştür.
Bu kıyas ictihadında iki müctehid maqîsun aleyhleri farklı olduğu için iki ayrı hükme varmışlardır.
c) Kezâ bir kimse diğerine, mahsûlün yarısı, üçte veya dörtte biri kendisinin olmak üzere arâzîsini veya hurmalığını teslim etse yani müzâraa veya muâmele akti yapsa, Ebû-Hanîfe'ye göre bu akitler bâtıldır. Çünkü arâzînin sâhibi, adamı meçhûl bir ücret karşılığında kiralamıştır. Ebû-Yûsüf'ün rivâyetine göre İmam şöyle derdi: "Tarla veya bahçeden hiçbir şey çıkmazsa bu adam boşa çalışmış olmayacak mı?" Ebû-Yûsüf ve İbn Ebî-Leylâ ise bazı âsârâ istinâd ve mudârebe akdine kıyas ederek bu muâmeleyi câiz görmüşlerdir.(34)
d) Yahûdî ve hristiyanlar gibi farklı din sâliki gayr-ı müslimlerin yekdiğerine şâhid ve vâris olmaları, Ebû-Hanîfe'ye göre câizdir; çünkü "bütün kâfirler tek millet gibidir." Halbuki İbn Ebî-Leylâ onların iki ayrı din sâliki iki millet olduklarını kabul ederek yekdiğerine şâhid ve vâris olmalarını tecviz etmemiştir.(35)
e) Ganîmet taksîminde insan ile hayvanın (atın) hissesi üzerinde çeşitli görüşler vardır. Ebû-Hanîfe bir hadîse istinâd ederek gâzîye de, ata da birer hisse verileceği hükmünü benimsemiş ve ata iki hisse verilir diyenlere karşı da: "Ben bir müslümana hayvanı tafdîl edemem." demişti. Buna mukabil ata iki insana bir hisse verileceği hükmünü benimseyen Ebû-Yûsüf ise şöyle diyor: "Bu hüküm hayvanın, insandan üstün tutulmasından değil, gider ve ihtiyaçtan neş'et etmiştir. Aksi halde her ikisine birer hisse verilmesi de uygun olmazdı; çünkü bu takdirde de ikisi eşit tutulmuş olurdu."(36)

 



32. el-Mekkî, age., C. I, s. 131.
33. Ebû Yûsüf, İhtilâfu Ebî Hanîfe ve'bni Ebî Leylâ, s. 30; Serahsî, el-Mebsût, XXII, s. 35 vd.
34. Ebû Yûsüf, age., s. 41-42.
35. age, s. 73.
36. Ebû Yûsüf, K. el-Harâc, s. 19; M. Z. el-Kevserî, en-Nüket, s. 15; Ebû Yûsüf, er-Reddü'alâ siyeri'l-Evzâ'i, s. 40.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

B- İMAM MÂLİK'İN USÛLÜ:
İmam Mâlik de ictihadda takip ettiği usûlü yazı ile bizzat tesbit etmemiştir.(38) Ancak "Muvatta'" daki bazı söyleriyle yine bu kitapta ve "el-Müdevvene"de nakledilen ictihadları, mensuplarına onun usûlünü tesbit etme imkânını bahsetmiştir. Buna göre Mâlik ictihâdında:

1- Kitab:
İlk kaynak olarak kitaba müracaat eder.

2- Sünnet:
Bunda bulamadıklarını Sünnette arar. Sünnetin sıhhatini tesbit için ileri sürdüğü şartlar Ebû-Hanîfe'ninki kadar çetin olmamakla beraber zayıf da sayılmaz: "Dört sınıf kimseden hadîs alınmaz: Sefîhten (aklı ve ahlâkı zayıf kimseden), yoluna davet eden bid'at sahibinden, yalancıdan ve fazîletli, sâlih, âbid bir kişi de olsa hadîsin nasıl alınıp nakledeceğini bilmeyen kimseden..."(39)
Sünnetin meşhur ve mütevâtir olanları gibi âhad yolla gelmiş bulunanlarını da kaynak olarak kabul etmiştir. Ancak âhad yollu hadîslere kıyası ve Medînelilerin tatbikatını tercih etmektedir.(40)

3- İcmâ':
İmam Mâlik: "el-emru'l-muctema 'indenâ" tâbiriyle sık sık icmâdan bahsederek bunu bir delil olarak kabul etmiştir.(41)

4- Re'y:
Mâlik, bazılarına göre hadîsçilerden sayılmasına rağmen istinbatlarında re'ye geniş yer vermektedir.(42)
Ona izâfe edilen delillerden sahâbe kavli sünnet içinde; kıyas, el-mesalihu'l-mürsele, seddu'z-zerâi', el-istihsân, el-istıshâb... ise re'y içinde mütâlâa edilmektedir.(43)
Bunlardan "istihsân" üzerinde daha önce durulmuştur. "Mesâlih" ve "sedd-i zerâi" prensiblerini ilerde bahis mevzûu edeceğiz. Medîneliler'in tatbikatına (ameline) gelince:
Kadı 'Iyâd'ın (v. 544/1149) açıklamasına göre "haber" karşısında Medîneliler'in amelinin durumu üç nevidir:
a) Amelin habere uygun bulunması: Bu takdirde amel, nakil nevinden ise sıhhati haber ile takviye edilmiş olur. İctihâdî ise haber bunun tercihini temin eder.
b) Amelin, birbirine aykırı iki haberden birine uygun düşmesi: Böyle olunca haberin hangisi amele uygunsa o tercih edilir.
c) Amelin, umûmiyetle haberlere muhâlif bulunması: Bu durumda bakılır; eğer Medîneliler'in ittifakı nakil yolundan ise(44) haber terkedilir, amel alınır. Zira kesin bilgi, gâlib zan için terkedilmez. Sâ', müdd gibi ölçülerin miktarları, ezân, ikamet, namazda besmelenin gizli okunması, vakıf, bekletilemeyen mahsûlatın zekâtı... gibi mesâil bunun örneklerini teşkil eder.
Eğer Medînelilerin amelî ititfakı ictihada dayanıyorsa o zaman haber buna takdim ve tercih edilir.(45)
İmam Mâlik, vahyi müşahede eden, Rasûlullah'ın (s.a.) tatbikatını görüp yaşayarak amelî bir şekilde nesillere aktaran Medîne ehâlîsinin ameline, mezkûr kayıt ve şartlar içinde önem veriyor, hükümlerine kaynak ediniyor ve ona muhâlif hareket edenleri kınıyordu. Nitekim el-Leys b. Sa'd'e yazdığı risâlesinde bu yüzden onu ikaz etmişti.
el-Leys ona verdiği cevapta, sahâbe ve Medîne ehâlisi hakkında söylediği iyi sözleri aynen kabul etmekte, fakat diğer İslâm memleketlerine de büyük sahâbîlerin gittiğini, oralarda bulunan ehâlînin de bunların söz ve amellerini aynen benimseyip naklettiklerini ifade ederek bu noktada ondan ayrılmaktadır.(46)
İmam Mâlik, gerek Medîneliler'in ameline ve gerekse diğer delillere istinaden çıkardığı hükümleri ifade ederken husûsî bir ıstılâh kullanmıştır. Bizzat kendisi "el-Muvatta'"daki hükümleri kasdederek şöyle demiştir: Şu kitapta bulunanların çoğu re'ydir. Yemin ederim ki bunlar -bana ait- re'y değil, ilim, fazilet ve takvâ sahibi üstadlarımdan duyduklarımdır. Bu üstadların sayısı çok olduğu için -kendime izâfe ederek- re'y dedim. Onların re'yleri de tıpkı benimki gibi olup sahâbeden intikal etmiştir... Burada "el-emru'l-muctema'u aleyh" dediklerim, ilim ve fıkıh sahibi âlimlerin ittifakla kabul edip, ihtilâf etmedikleri mesâildir. "el-emru ındî" veya "el-emru bi-beledinâ" dediklerim bizde halkın tatbik ettiği, hükümlerin buna göre verilegeldiği, avam havas herkesin bildiği hükümlerdir. "Ba'du-ehli'l-ılmi" dediklerim, âlimlerin görüşleri içinde benim beğenip tercih ettiklerimdir. Onlardan duymadıklarıma gelince ictihad ettim, mülâki olduklarımın mezhebleriyle kendi re'yimi karşılaştırdım ki haktan ve Medîne ehâlisinin mezhebinden uzaklaşmış olmayayım...(47)

 



38. Ebû-Zehra, Mâlik, s. 254 vd.
39. A. Emin, Duha'l-İslâm, C. II, s. 211.
40. Zebîdî, 'Ukûdu'l-cevâhir, s. 10; Ebû Zehra, age., s. 259 vd.
41. Ebû Zehra, age., s. 322 vd.
42. İbnu'l-Cevzî, Menâkıbu'l-İmam Ahmed, s. 498; Ebû Zehra age., s. 322 vd.; Zebîdî, age, s. 10.
43. Ebû Zehra, age., a.y.
44. Burada "nakil yolundan" ifadesiyle, bir sünnetin, Rasûlullah'tan, sözle değil, amelî olarak nakledilmesi kasdedilmektedir.
45. Kadı 'Iyâd, Tertîbu'l-medârik, C. I, s. 52; İbn Ferhûn, Tebsıratu'l-hukkâm, C. I, s. 44.
46. Ebû Zehrâ, age., s. 122 vd.
47. Ebû Zehra, age., s. 218.

 

4- Hanefî Mezhebi ve Hiyel:
Hiyel, "hiyle" kelimesinin cem'i olup, "çare, mahâret, beceriklilik" mânalarına gelmektedir. Istılâhî mânası: Amel ve tasarrufları şeklen ve zâhiren fıkha uygun düşürmek, memnu olan hususları görünüşte meşrû olarak yapabilmek için bulunan yollar, çareler, çıkış noktalarıdır.
Amelî ve nazarî olmak üzere ikiye ayrılır. Amelî olan, meydana gelmiş bir problemi çözmek maksadıyla bulunan hiledir: Ramazan'da gündüz eşiyle birleşmeye yemin etmiş bir kimseye: "Sefere çıkar ve yeminini yerine getirirsin" demek gibi.
Nazarî olanı ise muhâkemeyi geliştirmek maksadıyla bilmece şeklinde tertip edilen problemler için bahis mevzûudur.
el-Mehâric sözüyle de ifade edilen hiyel prensibi Ebû-Hanîfe ve mezhebine nisbet edilegelmiştir. Gerçek olan da bunun ilk defa Irak medresesi tarafından tatbik edildiği, Ebû-Hanîfe, Ebû-Yûsüf ve Muhammed tarafından çok kullanılmış olduğudur. Ancak bu müctehidler, fıkıh ile hayatı te'lif etmek, zorda kalma sebebiyle haramların mubah sayılmasını azaltmak, insanların apaçık şer'i kaideleri çiğnemesini önlemek gibi iyi maksatlarla mezkür usülû kullanmış ve daha çok "yemin, talâk" gibi konularda uygulamış olmalarına rağmen zamanla kaide çığırından çıkmış, haramı helâl saymak, haksız mal iktisâbı vb. maksadlarla kullanılmaya başlanmıştır. Meselâ zekât kaçırmak için yılın sonuna doğru malın eş veya oğula hibe edilmesi, bir müddet sonra da geri alınması öğütlenmiş, faizi alıp verebilmek için çeşitli anlaşmalı ve hileli yollara başvurulmuştur.
Hiyelin marifet sayıldığı yer ve zamanlarda şâfiîler de imamlarından bu konuda nakillerde bulunmuş, eserler te'lif etmişlerdir. Halbuki İmam Şâfiî hiyele karşıdır; onun amansız düşmanlarından biridir.
Bize kadar ulaşan "Hiyel ve Mehâric" kitapları iki mezhebin ulemasına aittir:

Hanefîler:
İmam Ebû-Hanîfe ve Ebû-Yûsüf'ün bu konudaki kitapları bize kadar ulaşmamıştır. Yazdıkları da mevsûk olarak sâbit değildir.
İmam Muhammed'in el-Hiyel ve'l-mehâric'ini iki hanefî fakih rivâyet etmişler, el-Hâkim eş-Şehîd ihtisâr etmiş, Serahsî de bu muhtesarı şerhetmiştir. el-Hiyel'in iki ayrı rivâyeti Schacht tarafından el-Mehâric fi'l-hiyel adıyla neşredilmiştir. (Leipzig, 1930)
el-Hassâf, Ali b. Muhammed en-Nehaî, Saîd b. Alî es-Semerqandî gibi fıkıhçıların da müstakil "el-Hiyel" kitapları vardır.
Fetâvây-ı Hindiyye, İbn Nüceym'in el-Eşbâh ve'n-nezâir gibi eserlerinde hiyel için fasıllar açılmıştır.

Şâfiîler:
Muhammed b. 'Abdullah es-Sayrafî (v. 330/941), Muhammed b. Yahyâ "İbn Surâqa" (v. 411/1020 civarı), Ebû-Hâtim Muhammed b. el-Hasen el-Kazvînî'nin bu konuda müstakil kitapları vardır.
Şâfiîlerden Gazâlî, İbn Ziyâd gibi âlimler hiyele cephe almışlarsa da İbn Hacer Fetâvâsında bunlara karşı çıkmış ve tatbikatı hiyelin lehine çevirmiştir. Hîle usûlüne karşı en büyük reaksiyon Hanbelîlerden İbn Teymiyye ile, talebesi İbn Kayyim'den gelmiştir. İbn Teymiyye "Kıyâmu'd-delîl alâ butlânı't-tahlîl" isimli kitabı ile hiyeli reddederken İbn Kayyim İ'lâmu'l-Muvaqqı'în ve İğâsetu'l-Lehfân isimli kitaplarında bu meseleyi yüzlerce sayfa tartışmış ve şu sonuca varılmıştır: Hiyel haram ve mübah olmak üzere ikiye ayrılır: Gaye ve çare mübah ise hiyel mübah, değil ise hiyel haramdır.(37)

 



37. Bu konu için bak. A. Hasen, age., s. 236-243; A. Emin, Duha'l-İslâm, C. II, s. 190 vd.; İbn Kayyim, İğasetu'l-lehfân, Mısır, 1310, s. 183-285; İ'lâmu'l-muvakkı'în, Mısır, 1955, C. III, s. 107-417.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İmam Mâlik'in ictihadından örnekler:
1- İbn' 'Omer'den, Rasûlullah'ın (s.a.): "Alıcı ve satıcı ayrılmadıkça muhayyerdirler, ancak muhayyerlik şartıyla yapılan alış-veriş müstesnâ." buyurduklarını rivâyet ettikten sonra Mâlik şöyle diyor: Bizde bu muhayyerlik için tayin edilmiş bir müddet ve sınır yoktur, aynı zamanda bunun tatbik edildiği bir iş de mevcut değildir.
Bu sözleriyle İmam Mâlik, Medîne'de tatbikatı olmadığı için "hıyâru'l-meclis"i kabul etmemiş, dolayısıyle bu mevzûdaki haberi vâhidle amel etmemiş olduğunu ifade ediyor.(48)
2- İmam Mâlik, Hz. 'Omer'in: "Kocası kaybolan ve âkıbeti hakkında da bir haber alınamayan kadın dört yıl bekler, sonra bir de dört ay on gün iddet bekleyip başkasıyla evlenebilir." dediğini naklettikten sonra şunları kaydetmiştir. Bir başka erkekle evlenmişse, bu kocası münasebette bulunmuş olsun-olmasın artık birinci kocasının onunla âlakası kesilmiştir. Fakat evlenmeden önce yetişirse tabiîdir ki hak sahibi odur... Bana gelen habere göre 'Omer; "Başka yerde bulunan kocası tarafından boşanmış ve boşanma haberi kendisine ulaşmış bulunan bir kadın, bilâhere kocasının boşamadan vazgeçtiği haberi kendisine ulaşamadığı için bir başka erkekle evlenirse, ikinci kocası münâsebette bulunmuş olsun-olmasın artık birinci kocası hak iddiâ edemez." demiştir. Gerek bu mevzûda ve gerekse kayıp koca hakkında duyduklarımın en iyisi işte bu haberdir.(49)
İmam Mâlik bu istinbâtında hem sahâbî kavlini alıyor, hem de boşanmış kadın misâlinde birinci kocanın durumunu, kayıp kocanın durumuna benzeterek bir kıyas ictihadı yapmış oluyor.
3- "Dinini değiştirenin boynunu vurunuz." hadîsini naklettikten sonra şöyle diyor: Re'yime göre maksat, İslâm dininden bir başkasına dönenlerdir. Kanaatimce bu hadîs ile meselâ yahûdîlik ve hristiyanlık gibi dinler arasındaki geçişler kastedilmemiştir.(50)
Bu örnek bir anlayış (fehm) ictihadıdır.
4- "Bir malın peşin on, veresiye onbeş lira fiatla satışı yapılırsa bu uygun değildir; çünkü peşin alırsa ilerdeki onbeş lirayı peşin on liraya, veresiye alırsa şimdiki on lirayı gelecekteki onbeş liraya satın almış olur. Rasûlullah (s.a.) bir satış muâmelesinde iki satışın yapılmasını yasak etmiştir, bu da ondan sayılır..."(51) diyen İmam yine bir kıyas ictihadı yapmıştır.
5- Medîne İmâmı, "el-emru 'indenâ..." diyerek başladığı bir söze şöyle devam ediyor: "Kavun, karpuz, salatalık ve havuç gibi şeylerin, normal bitip yetiştiği görülünce -tarlada iken- satılması helâl ve caizdir. Mahsûl tükenip, kökenler kuruyuncaya kadar bütün istihsâl müşteriye aittir. Bunun için muayyen bir vakit yoktur. Çünkü bunların herbirinin vaktini halk bilir. Bazan mahsûle hastalık gelir de vakit gelmeden de toplanabilir. Eğer hastalık, mahsûlün üçte birini götürecek kadar olursa mal sahibine ödenecek bedelden bu miktar tenzil edilir.(52)
Bu ictihadında da İmâm'ın örf, âdet ve ilerde daha geniş olarak üzerinde duracağımız maslahat prensiblerine dayandığını görüyoruz.

C- İMAM ŞÂFİÎ'NİN İCTİHAD USÛLÜ:
İctihad usûlünü bizzat kaleme almış başka imamlar varsa da(53) bu mevzûdaki eseri bize kadar ulaşan ilk imam Şâfi'î'dir (v. 204/819). İhtilâfu'l-hadîs'in girişinde, Cimâ'u'l-ilm'de ve er-Risâle'nin çeşitli yerlerindeki açıklamalarından anlaşıldığına göre Şâfiî'yi usûlünü tedvîn etmeye sevkeden başlıca sebep, yeni teessüs etmekte olan hanefî ve mâlikî mezheblerinin usûl ve fürû'una nazar edince aynı yolları takip etmesini engelleyen şu hususların gözüne çarpmış bulunmasıdır:
1- Bu imamların mürsel ve munkatı' hadîslerle amel etmeleri. Şâfi'î'ye göre bu mürsellerin bir çoğu ya asılsız veya müsnes hadîslere muhâliftir.
2- Birbirine muhâlif gibi görünen nasların uzlaştırma kaidelerinin mazbut olmayışının bazı ictihad hatalarına sebep olması.
3- Hıyâru'l-meclis, Kulleteyn(54) hadîsleri gibi bazı sahih hadislerin, tâbiûn âlimlerine ulaşmamış bulunması sebebiyle bunlar amel etmediler diye mezkür imamlar tarafından da reddedilmesi. Halbuki tâbiûn âlimleri olsun, sahâbe olsun devamlı araştırmada bulunurlar, sahih bir hadîse raslayınca derhal ona rucû ederlerdi.
4- Sahâbe fetvâları toplanınca bazılarının, sahih hadislere muhâlif bulunduğunun ortaya çıkması.
5- Bazı fakihlerin, dinin câiz görmediği re'y ve istihsân ile câiz gördüğü kıyası birbirine karıştırmaları...(55)
İşte bu sebeplerle, ilgili kitaplarını yazan ve bilhassa usûl hakkındaki Risâle'sini te'lif eden Şâfi'î bu kitabında Allah'ın beyânını: "Kitâb'ın nasları, Rasûlullah'ın sünneti ve bunlarda açıkça bulunmayan hükümlerin delâlet yoluyla ve ictihadla elde edilmesi" şeklinde tesbit etmiş(56) ilâhî beyânın bu üç nevini genişçe açıkladıktan sonra icmâ, kıyas, ictihad, istihsân ve ihtilâf hakkındaki görüşlerini açıklamıştır.(57)
Hükmünde istinâd ettiği kaynaklar ile bunlardan istinbat ettiği hükümlerin değerini şöyle açıklamıştır:
Kitâb ve ihtilâfsız mütevâtir sünnetle hükmolunur; bu hüküm için: "görünüşte ve gerçekte (zâhir ve bâtında) hak ile hükmettik" deriz.
Üzerinde ittifak edilmeyen ve âhâd yoldan gelen sünnetle hükmolunur; bunun için: "görünüşte hak ile hükmettik" deriz, fakat "gerçekte..." diyemeyiz, çünkü hadisi rivâyet eden yanılmış olabilir.
İcmâ ve daha sonra da kıyas ile hükmederiz. Bu, ondan da zayıftır, fakat zarûret bulunduğu yerde kullanılır, çünkü haber var iken kıyası kullanmak helâl değildir. Nitekim teyemmüm de, seferde su bulunmayınca temizliği temin eder, fakat su bulununca teyemmüm bozulur.(58)
Şâfiî'nin usûlü ile alâkalı açıklamalar:

1- Kitabın Anlaşılması:
İmam Şâfi'î, Kitâb ve Sünnetin te'vile muhtaç bulunan kısımlarını doğru te'vil etmek ve anlamak için şu şartları ileri sürmüştür:
a) Arapça'nın yapılan te'vile müsait bulunması.
b) Kitâb, sünnet veya icmâ kaynaklarında, anlaşılan mânayı takviye eden bir delilin bulunması.(59)

2- Sünnetin Sıhhatinin Tesbiti:
Şâfiî sünnetin en kuvvetli müdâfilerinden birisi olmakla beraber, onun sıhhatini garanti edebilmek için bazı şartlar ileri sürmüş ve bu şartlara uygun bir hadîs bulununca kendi mezhebinin bundan ibâret olduğunu ilân etmiştir:
"Mütevâtir olmayan hadîsin râvisinin sika, doğru, ne dediğini ve hadîsin mânasını değiştirecek sözleri bilen, hadîsin mânasını tam olarak bilmiyorsa onu mâna yoluyla değil, asıl lâfızlarıyle rivâyet eden, rivâyetini hıfzetmiş, kitâbını muhâfaza etmiş, sika râvilere muhalefet ve tedlîsten uzak bir kimse olması ve hadîsin, ilk kaynağına kadar aynı şartları hâiz râviler tarafından rivâyet edilmiş bulunması şarttır."(60)

3- Kıyas:
İstihsânı: "Bir delile istinad etmeyen keyfî hüküm" diyerek reddeden Şâfiî, re'y ictihadını kıyastan ibaret olarak telakki etmiş(61) kıyası da "delâlet yoluyla ilâhî beyân" çeşitlerinden biri saymıştır.(62)
Ona göre kıyas: Allah ve Rasûlü'nün (s.a.) vazettiği bir hükmün illeti, Kitap ve sünnetten bir delâlet ile anlaşılır, hakkında nas bulunmayan bir meselenin illeti de aynı olursa, mansûs hüküm buna da teşmil edilmek suretiyle icra edilir.(63)

Kıyas iki nevidir:
a) Meselenin illetinin -ki buna Şâfiî "mâna" diyor- mansûs olanın (nass ile sabit olan hükmün) illeti ile aynı olması... Bu nevi kıyasta ihtilâf olmaz.
b) Ferî' ile asıl arasında benzerlikler bulunması; bu durumda feri (el-fer'u: hakkında nas bulunmayan mesele) en çok hangi mansûs meseleye benziyorsa, onun hükmünü alır. İşte bu nevi kıyasta kıyasçılar ihtilâf eder, çeşitli hükümlere varırlar.(64)

4- Sahâbî Kavli:
Şâfiî, sahâbî kavli ile, hadîse muhâlif olmamak ve aralarında ihtilâf bulunmamak şartıyle amel eder.(65)

İctihadından örnekler:
1- Hz. Peygamber'in, abdest uzuvlarını, bazan bir, bazan iki, bazı kere de üçer defa yıkadığını ifade eden hadîsleri rivayet ettikten sonra şöyle diyor: "Bu hadîsler arasında ihtilâf (çelişme) yoktur; çünkü haram-helâl, emir-nehiy şeklinde bir karşılaşma değil, mübah cihetinden bir farklılık vardır. Hadîslerin ifade ettiği hüküm şöyle ifade edilebilir: Abdestte en az bir kere yıkamak şarttır, abdestin en mükemmeli ise üçer kere yıkanarak alınandır."(66)
2- "Cuma günü yıkanmak vâciptir." hadîsini rivâyet ettikten sonra da şöyle diyor: Bu hadîste geçen "vâcib" ifadesinin, "başkası câiz değil, ahlâkan gerekli, temizlik ve pis kokunun izalesi için tercih edilmeli..." gibi mânalara ihtimâli vardır. Kur'ân-ı Kerîm'in abdesti hadeslere, ğuslü ise cenâbete tahsisi göz önüne alınırsa bu son mâna en uygun olanıdır. Nitekim Arapça'da biri diğerine şöyle der: "Mâdem ki sen beni, ihtiyaçlarını tatmin için uygun buldun senin hakkın bana vâcib oldu."(67)
Bu iki örnekte Şâfiî, yukarda tesbit ettiğimiz usûlüne uygun olarak bir telîf, tevîl ve anlayış ictihadı yapmıştır.
3- "Annenin çocuğu emzireceği, babanın da onların yiyecek ve giyeceğini temin etmesi ve süt annesi tutulduğunda babaların emzirme ücretini ödemesi gerektiği"ni anlatan âyet(68) ile "Hz. Peygamber'in (s.a.), Hind'e, Ebû-Süfyân'ın malından, kendisiyle çocuğuna yetecek kadarını habersiz olarak alabileceğini" söylediğini beyân eden hadîsi(69) naklettikten sonra şu mutâlâada bulunuyor: "Âyet ve hadîs, küçük çocukların emzirilme ve beslenme külfet ve masrafının babalara ait olduğuna delâlet etmektedir. Çocuk babadan olduğu için, kendi kendine yeter duruma gelip, babasına ihtiyacı kalmayıncaya kadar baba çocuğuna bakmaya mecbur kılınmıştır.
Baba servet ve kazancı ile kendini geçindiremeyecek bir duruma gelince, çocuğuna kıyâsen evlâdının da ona bakması gereklidir. Çünkü çocuk babadandır, kendisinden meydana geldiği bir şeyi zâyi edemez, nitekim bu çocuk kendi evlâdını da zâyi edemez, çünkü bunlar da ondandır; ne kadar yukarı çıkarsa çıksın babalar, aşağıya doğru da bütün çocuklar bu mânada eşittir. Zengin olanın bakması vazıfesi, muhtaç olanın da bakılmak hakkıdır.(70)
Bu bir kıyas ictihadıdır. Mezhebler arasında ihtilâf mevzûu olan bir başka kıyâsı da şudur:
4- Rasûlullah, "altın ile altın, hurma ile hurma, buğday ile buğday, arpa ile arpanın -eşit ölçüde ve peşin olmadıkça- mübâdelesini yasaklamıştır."(71) hadîsini Şâfiî şöyle yorumluyor:
İnsanların ölçü ile satacak kadar kıymet verdikleri bu yenilen şeylerden Rasûlullah: a) Eşit miktarlarda da olsa biri veresi diğeri peşin satılması, b) Peşin satışta birinin diğerinden fazla olması durumlarının hükmünü farklı ve haram kılınca, aynı mânada olan (aynı illeti taşıyan) diğer şeyler de bunlara kıyâsen harâmdır. Şöyle ki ben, tartı ile satılan bütün yiyeceklerin ya yenir veya içilir olma mânasında birleştiklerini gördüm; içilen de yenen mânasınadır. Çünkü bütün bunlar insanların ya yaşama, ya beslenme şartı veya her ikisidir. İnsanların bunlara, tartı ile satacak kadar kıymet verip, düşkünlük gösterdiklerini de gördüm. Tartı, zabıt ve ihâta için ölçüden daha uygundur ve ölçü mânasınadır. İşte bu -kıyas ettiklerim- bal, tereyağı, zeytinyağı, şeker gibi yenilen, içilen ve tartı ile satılan şeylerdir.
Şâfiî bu kıyası yaptıktan sonra, sual cevap şeklinde bir münâkaşa açarak, tartılan şeyleri niçin, mansûs maddeler içindeki gümüş ve altın gibi tartı ile satılanlara değil de, buğday gibi ölçülenlere kıyas ettiğini, altın ve gümüşün farklı durumlarını anlatıyor.(72)
Bu içtihâd, önce hükme temel teşkil eden mânanın, yani illetin ortaya çıkarılması, sonra da bu mânada birleşen diğer maddelerin aynı hükme tâbi kılınması şeklinde icra edilen ve daha sonraları "tahrîcu'l-menât" ve "tahqîqu'l-menât" diye isimlendirilecek olan bir kıyas ictihadıdır.

 



48. Bâcî, age., C. V, s. 55; Kadı 'Iyâd, age., C. I, s. 54; Ebû Zehra, age., s. 300.
49. Bâcî, age., C. I, s. 93-94.
50. Mâlik, el-Muvatta', C. II, s. 132.
51. age, S. II, s. 90; Bâcî, age., C. V, s. 36.
52. Mâlik, age., C. II, s. 66; Bâcî, age., C. IV, s. 217.
53. İbnu'n-Nedîm, el-Fihrist, s. 288; Kevserî, Bülûğu'l-emânî, s. 67.
54. "Kulle": 104 kiloluk bir su kabıdır. Mezkür hadîse göre 208 kg'dan az olan su renk, koku ve tadı değişmese bile içine necâset karışınca pis sayılır.
55. Şah Veliyullah, Huccetullah, C. I, s. 308-311; a. mlf., el-İnsâf, s. 9-10.
56. er-Risâle, s. 21-22; el-Umm, C. VII, s. 216.
57. er-Risâle, s. 471, 476, 487, 503, 560.
58. Şâfi'î, er-Risâle, s. 512, 599, 600.
59. Şâfi'î, İhtilâfu'l-hadîs, s. 27.
60. Şâfi'î, er-Risâle, s. 370-371.
61. er-Risâle, s. 477.
62. age, s. 21-22.
63. age, s. 512.
64. age, s. 479; Şâfi'î, el-Umm, C. VII, s. 261, 275.
65. Şâh Veliyullah, el-İnsâf, s. 10; Ebû Zehra, eş-Şâfi'î, s. 184.
66. Şâfiî, İhtilâfu'l-hadîs, s. 60.
67. Şâfiî, İhtilâfu'l-hadîs, s. 179.
68. el-Bakara: 11/233.
69. Şevkânî, Neylü'l-evtâr, C. VI, s. 342.
70. Şâfiî, er-Risâle, s. 517-518.
71. Başka rivâyetlerde, bu maddelere ilâveten gümüş ve tuz da zikredilmiştir. Şevkânî, age., C. V, s. 202.
72. Şâfiî, er-Risâle, s. 523-528.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

D- AHMED B. HANBEL'İN İCTİHAD USÛLÜ:
Dört imam içinde usûl ve fetvalarını yazmaktan en çok çekinen zât Ahmed b. Hanbel'dir. O yalnız hadîsleri toplayıp ayırmaya önem vermiş, bunu kendisine gâye edinmiştir. İşte bu sebeple onun da usûlü, talebelerinin toplayarak nakil ve neşrettikleri fetvâlarıyle, usûlünü ifade eden sözlerinden çıkarılmıştır.(73) Bu nakillere göre İbn Hanbel, ictihad ve fetvâlarında şu esaslara istinad etmiştir:

1, 2- Kitâb ve Sünnetin Nasları:
Âyet veya hadîs bulununca artık o, bunlara muhâlif olan hiçbir hüküm ve şahsa itibar etmez. Nitekim sahâbe reylerinin muhâlif bulunduğu teyemmüm ve iksâl hadîsi,(74) Fâtıma bt. Qays'ın rivâyet ettiği "kesin olarak boşanmış kadınların nafaka ve meskenlerine dair" hadîs, müslümanların kâfire vâris olamıyacağını ifâde eden hadîs gibi nasları almış, muhâlif sahâbe reylerini kabul etmemiştir.(75)
İbn Hanbel sahih hadîsi, hiçbir rey, amel veya kıyas karşısında terketmez. Mürsel ve zayıf hadîslere gelince: Bunları da daha kuvvetli bir delil bulunmazsa kıyâsa tercih eder. Ancak İbn Kayyim'in de dediği gibi onun zamanında hadîs için "sahih, hasen, zayıf" şeklindeki üçlü taksim yapılmamış, hadîsler umûmiyetle sahih ve zayıf kısımlarına ayrılmıştır. Bu sebeple İbn Hanbel'in kıyâsa tercih ettiği zayıf hadîsler, bâtıl ve münker olmayan, hasen nev'inden hadîslerdir.(76)

3- Sahâbe Re'yi:
İmamın üçüncü mesnedi, muhâlefetsiz sahâbe reyidir; yani sahabenin hadis zikretmeden açıkladığı bir dinî hükmüdür. Buna da hiçbir rey, kıyas ve ameli tercih etmez. Ona göre aynı mevzûda muhâlif bir reyin bulunduğu bilinmeyen sahâbe kavli "icmâ"dır. Fakat o buna icmâ demez ve "muhâlif bir reyin bulunduğunu bilmemek" ile "muhâlif bir reyin yokluğu" iddiâsına dayanan icmâı birbirinden ayırarak birincisini mümkün görmekle beraber ikincisinin gerçekleşme bilgisini ulaşılamaz bulur. İmam'a göre "yokluğun bilinmemesi, gerçekte yok oluşun kesin bilgisi değildir."(77)
Şâyet sahâbe reyleri arasında ihtilâf varsa ya Kitâb ve sünnete yakınlık nisbetine göre bunlardan birini tercih eder veya bu tercihini yapmazsa sâdece görüşleri nakleder.

4- Tâbiûn Fetvâsı:
Sahâbe ve sahâbî kavlini de bulamazsa, büyük tâbiîlerin reylerini kendi reyine tercih eder.

5- Kıyâs:
Nihâyet mesele hakkında nas, sahâbe kavli, zayıf ve mürsel eser gibi deliller bulamazsa zarûrî olarak kıyasa mürâcaat eder.(78)

6- İstishâb:
İbn Hanbel'e nisbet edilen bir delil de istishâbdır. "Evvelce var olanı isbât, önceden yok olanı da nefiy" mânası verilen bu delili meselâ bazı hanefîler "ibkâ ve isbatta değil de defi'de hüccet" olarak kullanırken İbn Hanbel, her iki durumda da delil olarak kullanmaktadır.(79)
Bu delîlin, rey ve kıyas ictihadıyle sıkı bir alâkası vardır. Şöyle ki zâhiriyye gibi kıyâsı tamamen inkâr eden veya İbn Hanbel gibi çok az kullanan zevât, nasların temâsı dışında kalan mesâili -kıyas yapacak yerde- istishâba terkederek: "Allah'ın haram kıldığı haram, helâl kıldığı helâl, bunların dışında kalanlar ise istishâben mubâhtır" diyor ve mezkür delîlin sâhasını anormal bir şekilde genişletmiş oluyorlar.(80)

 



73. Ebû Ya'lâ, Tabakâtu'l-hanâbile, C. I, s. 6-7; İbn Kayyim, İ'lâm, C. I, s. 28.
74. İnzâl vâki olmadan, yarıda bırakılan cinsî münasebet dolayısıyle boy abdestinin alınması gerektiğini bildiren Âişe hadîsi.
75. İbn Kayyim, age., C. I, s. 29.
76. age, C. I, s. 31.
77. age, C. I, s. 30; Ebû Zehrâ, İbn Hanbel, s. 276.
78. İbn Kayyim, age., C. I, s. 32; Ebû Ya'lâ, age., C. I, s. 6.
79. İbn Kayyim, age., C. I, s. 339.
80. Ebû-Zehra, age., s. 295.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

III- MÜCTEHİD İMAMLAR ve MASLAHAT PRENSİBİ
Şer'î hükümlerin maslahat (kullar için celb-i menfaat ve def-i mazarrat, fayda) hikmetine bağlı bulunduğunda ittifak halinde olan dört mezheb imâmı, ictihadlarında bazan başka isimlerle aynı şeyi kastederek(81) bu prensibe geniş bir yer vermişlerdir. Nas bulunmayan yerlerde gerektiğinde meşrû maslahatlara göre hüküm verdikleri gibi, zaman zaman da lâfza değil, rûh ve mânaya veya Kitâb ve sünnetin umûmi kaidelerine dayanarak bazı nasların elfâzını (lafza dayalı anlayış v ehükmü) aşmışlardır. Şüphesiz bu davranış, nassın hükmünün mesnedi olan "illet"in değişmesiyle hükmün de değişmesi esasına bağlı bulunduğu için nassa muhâlefet şeklinde değerlendirilemez. Şunu da kaydetmek gerekir ki müctehidlerin mesâlihe göre hüküm verdikleri sâha, illetlerinin akıl ile anlaşılması mümkün olmayan ibâdetler sâhası değil, kulların mesâlihine riâyet için vazedilmiş bulunan muâmelât sâhasıdır.(82) Dört mezheb imâmını, ictihadlarında maslahat prensibine verdikleri yer açısından teker teker ele alacak olursak mevzuû şu netîcelere bağlamak mümkündür:

A- EBÛ HANİFE:
Bu imâma izâfe edilen istihsân delîlinin, daha kuvvetli delîl veya maslahat ve zarûret karşısında kıyası terketmekten ibâret olduğunu hatırlamamız gerekecektir.
Ebû-Hanîfe'nin riâyet ettiği bir başka prensip de nassın bulunmadığı ve menetmediği yerlerde halkın örf, âdet ve teâmülüne göre hüküm vermektir ki bu da mashalata râci olmaktadır.(83)
Maslahat prensibine bağlı hükümlerden örnekler:
1- Davasının propagandasını yapan dinsiz (zındık) yakalandıktan sonra tevbe ederse kabul olunmaz, önce tevbe ederse kabul edilir.(84)
Bu örnekte -dış görünüşü itibâriyle- bir kâfir tevbe etmiştir, bu tevbenin kabûlü gerekir, fakat bunun can korkusuyla olması ihtimâli samîmiyyetini gölgelediği için, zararını defi' maksadıyle kabul edilmemesi tercih edilmiştir.
2- Teslim zamanı tayin edilmeksizin yapılan istısnâ akdi (bir zanâatkâra bir işin sipârişi) câizdir. İnsanlar istedikleri şeyi, zanâatkârların nezdinde daima hazır bulamazlar, pazarlık yapıp sipâriş ederler. Bu ortada hazır ve mevcut olmayan bir şeyin satışıdır ve Rasûlullah (s.a.) bu türlü satışı yasaklamıştır. Fakat insanların istısnâ akdini âdet haline getirmiş olmaları ve buna muhtaç bulunmaları bunun, istihsân yoluyla caiz olmasını gerektirir.(85)
3- Bir kimse "Bütün malım sadakadır" dese bu söz, zekâta tâbi mallarına mahsûs olur. Çünkü bütün malına şâmil olsa kendisinin dilenci hâline düşmesi gerekir ki, bu "sadaka müessesesinin" rûhuna aykırıdır.(86)
4- Zanâatkârlar nezdinde zâyi olan eşyânın ödettirilmesi hükmünü benimserken de Ebû-Hanîfe yine maslahat prensibine riâyet etmiştir.(87)

 



81. Karâfi, Şerhu't-Tenkîh, s. 170, 171, 199.
82. Şâtıbî, el-İ'tisâm, C. II, s. 133. İslâm Hukuku'nda maslahat prensibinin yeri ve değerini eskiler içinde en iyi işleyen usûlcü İbrâhîmu'ş-Şâtibî'dir (v. 790/1388). Bak. el-Muvâfakât, C. II, s. 5-414. Yeniler içinde iki tez şâyân-ı dikkattir: M. Mustafâ Şelebî, Ta'lîlu'l-ahkâm...; Sâ'îd Ramazânu'l-Butî, Davâbitu'l-maslaha... Bu iki tez basılmıştır ve kaynaklarımız arasındadır. Bu konuda yapılan en yeni çalışma ise İbrahim Boynukalın'ın 1999'da bitirdiği doktora tezidir.
83. el-Mekkî, Menâkıb, C. I, s. 82.
84. İbn Âbidîn, Raddu'l-muhtâr, C. III, s. 322-323.
85. Kâsânî, Bedayiu's-sanâi', C. V, s. 2-3.
86. Serahsî, el-Mebsût, C. XII, s. 93.
87. age, C. XV, s. 161.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

B- İMAM MÂLİK:
Dînin açıkça red veya kabul kabul ettiği maslahatların dışında kalmakla beraber muteber maslahatlara yakın bulunan "el-mesâlihu'l-mürsele"yi bir delil olarak kabul eden İmam Mâlik, muteber olduğuna şer'î delâlet bulunan mesâlihi evleviyetle kabul ve tatbik etmektedir. Qarâfî'nin, misaller vererek yaptığı açıklamaya göre el-mesâlihu'l-mürsele de istihsan gibi yalnız bir imama mahsus değildir. Kıyasta, illetin tahrîcinde (tahrîcu'l-menât) "münâsebet" metodunu kullanan bütün fuqahâ, mâlikîlerin mezkûr maslahat ile kastettikleri esası tatbik etmektedir.(88)
İmam Mâlik'in de bu nevi ictihadı tatbik ettiği sâha ibâdet değil muâmelâttır.(89)
Örnekler:
1- Maznûnun tevkifi câizdir. Buna dair bir nas yoksa da, zanâatkârların zayi ettikleri müşteri malını ödemeleri gibi bu da zarûrîdir. Aksi halde şahid bulunmadığı zaman, maznun itiraf da etmezse adâlet tevzîi mümkün olmaz.(90)
2- Hileli mal satmak, haram mal almak gibi fiilleri işleyenlere bu malların imhası veya tasadduku gibi mâlî cezalar vermek câizdir. Bu mevzûda da nas yoktur, fakat âmme menfaatı için husûsî menfaatin fedâ edilmesi dinin rûhuna uygundur.(91)
3- Toplu olarak bir kimseyi öldürenlerin hepsine kısas yapılır. Bunu nas ifade etmemiş olmakla beraber, kısasın terkinde, hem masûm bir kanın ve canın haksız olarak heder edilmesi, hem de insanları toplu halde katle teşvik vardır. Bu hükümde İmam Şâfi'î de Mâlik'e iştirak etmektedir.(92)

 



88. Karâfî, age., s. 170-171; Şâtıbî, el-İ'tisâm, C. II, s. 111 vd. Burada geçen "münâsebet", kıyasta asıl ile fer'i aynı hükümde birleştiren vasıf (illet) ile alâkalıdır. Bu vasıf ile hikmet ve maslahat arasındaki ilişkiye münasebet denir. Bu ilişki, ya nassın şehâdeti (doğrudan delâleti) ile yahut da onun cins ve nev'ine girmek sûretiyle ne kadar güçlü olursa kıyas da o kadar kuvvetli olur. Kısımları ve örnekleri için bak. Şâtıbî, age., C. II, s. 113.
89. Şâtıbî, age., C. II, s. 129.
90. age, C. II, s. 120.
91. age, C. II, s. 124.
92. age, C. II, s. 125.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

C- İMAM ŞÂFİ'Î:
Kitap ve Sünnetin açıkça temas etmediği sâhalarda, bu iki kaynağın delâletiyle yapılan bütün istinbatlara kıyas adını veren ve ictihadla kıyası bir tutan İmam Şâfi'î, aşağıda vereceğimiz bazı ictihad örnekleriyle mensuplarının beyanlarından anlaşıldığına göre(93) başka bir isim vermeden maslahatı da delil olarak kullanmıştır.

Örnekler:
1- Bir kimse aleyhinde şâhidlik ederek onun kısas edilmesine veya dövülüp yaralanmasına sebep olan kimseler, sonradan yalancı şâhidlik ettiklerini beyan etseler kendilerine şu cezalar tatbik edilir:
a) Kısasta: Ya kendilerinin de kısas edilmesi veya diyeti ödemeleri şeklindeki iki cezadan birini tercihte muhayyer bırakılırlar.
b) Kısas dışında ta'zir ve tazminat cezaları verilir.(94)
2- Keza yalancı şâhidlikle bir kimsenin eşini üç talâk ile boşadığını iddiâ ederek hâkimin eşleri ayırmasına sebep olanların yalancılıkları anlaşılınca, mağdûra eşinin "mehr-i misli"ni vermeye mecbur kılınırlar.(95)
3- Toplu olarak birkaç kişinin bir kimseyi öldürmesi hâlinde hepsinin kısas olunacakları hükmüne İmam Şâfi'î'nin de iştiraki yukarda zikredilmişti.

 



93. Sa'îd Ramazân, Davâbitu'l-maslaha, s. 370-375.
94. Şâfi'î, el-Umm, C. VII, s. 50.
95. age, a.y.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

D- İMAM AHMED B. HANBEL:
Bu imamın da istıslâh karşısındaki durumu İmam Şâfi'î'ninkine benzemektedir. Zarûret halinde yani âsâr bulunmayınca başvurduğu kıyas içinde maslahat ile hüküm de vardır.

Birkaç örnek:
1- İbn Hanbel'e, kozayı keserek ipeği zâyi etmesini önlemek maksadiyle koza içinde böceği öldürmek için güneşe sermeğe ne dersin diye sorulduğu zaman şu cevabı vermiştir: "Başka çareleri yoksa ve bununla böceğe işkence etmeyi kasdetmiyorlarsa beis yoktur, yapabilirler."(96)
2- Muhannes (kadınlığa özenen ahlâksız erkek) sürgün edilir. Onu devlet başkanı, ehâlisinden emin bulunduğu bir şehre sürer, eğer böyle bir yer yoksa hapseder. Çünkü böyle bir kimse ahlâksızlık ve fesad kaynağıdır.(97)
3- Sahâbe aleyhinde atıp-tutan, fenâ söz söyleyen kimseleri devlet başkanı cezalandırır, böylelerini affedemez, vazgeçmesini teklif eder, vazgeçmedikleri müddetçe de cezaya devam eder.(98)
4- Birbirini cinsî bakımdan tatmin eden kadınlar te'dîb ve tecziye edilirler.(99)
Bütün bu örneklerdeki müşterek vasıf, haklarında husûsî nas bulunmadığı halde hükümlerin mesâlih prensibine bağlı bulunmasıdır.

Netîce:
Sahâbe ve tâbiûn devri müctehidlerinde gördüğümüz gibi mezheb imamları da nasların lâfızları yanında rûh ve maksatlarını da nazar-ı itibâre almış, hüküm ve fetvalarını böyle bir anlayışa istinad ettirerek Şâri'in maksadının tahakkukunu te'mine gayret etmişlerdir.

IV- İCTİHAD ve TAKLİD KARŞISINDA DÖRT İMAM
IV- MEZHEB İMAMLARININ İCTİHAD VE TAKLİD HAKKINDAKİ GÖRÜŞ VE DAVRANIŞLARI:
Bundan önceki bölümlerde ashâb ve tâbiûn neslinin, ictihad ile alâkalı görüş ve davranışlarını tesbit etmiştik.
Müctehid imamlar devrinde, bugünkü mânada amelî mezhebler teşekkül etmediği gibi, müctehidler ve tâbileri, aşılmaz duvarlarla yekdiğeri arasına sed çekmemişlerdi.
Ebû-Hanife ile Mâlik'in sohbet ve tartışmaları, Mâlik ile el-Leys'in yazışmaları, Şâfi'î'nin, Mâlik ve Muhammed'e, Muhammed'in Mâlik'e, İbn Hanbel'in Şâfi'î'ye talebelik etmeleri, "mezheblerden rucû ve intikal" örnekleri gösteriyor ki bir ilim âilesi teşkil eden bu zevât, imkân buldukça yekdiğerinden istifade etmiş, doğruluğuna kanâat getirince rey ve delillerini değiştirmiş, hep beraber hakkın ızhârına, ilmin tekâmülüne gayret sarfetmişlerdir.(100)
Müctehidler, dînin cemiyet hayatındaki te'sir ve bekasının temel şartı bulunan ictihad müessesesinin zâyi olmamasına, Allah ve Rasûlünün (a.s.) yerine müctehidleri, Kitâp ve Sünnet yerine de imamların söylediklerini koymaya varan kör taklidin yerleşmemesine çalışmışlardır. Nitekim Abbâsî halifelerinden Mansûr ve Raşîd, İmam Mâlik'e, "el-Muvatta'"ın nüshalarını çoğaltarak ülkeye dağıtmayı ve bu kitaptaki hükümleri kanunlaştırıp ümmeti mûcibiyle amele icbâr etmeyi teklif ettikleri zaman Mâlik şu cevabı vermiştir: "Âlimlerin ihtilâfı bu ümmet için rahmettir. Herkes kendine göre doğru olana uymuştur, hepsi doğru yoldadır ve Allah'ın rızasını istemektedirler."(101)
'Abdullah b. Muqaffa' (v. 142/795), halîfe Mansûr'a sunduğu bir arîzada, muhtelif yerlerdeki kadıların, aynı mevzûda verdikleri birbirine zıt hükümlerden bahsederek bundan şikâyet etmiş, bütün sünnet ve reylerin bir kitapta toplanmasını ve bunlardan halîfenin tasdîkına ıktirân edenlerin kanun hâlinde bütün kadılar tarafından tatbik edilmesini istemişti.(102) Müctehid imamların bahis mevzûu tutum ve davranışlarından olmalıdır ki bu taleb de gerçekleşmemiştir.
Müctehid imamlar da ilk iki nesilden üstadları gibi, naslara müstenid hükümler ile ictihad ve kıyas mahsûlü hükümleri birbirinden titizlikle ayırmış, ikinci nevi hükümleri Allah ve Rasulü'ne (s.a.) isnâd etmedikleri gibi bunlar için helâl ve haram tabirlerini de kullanmamışlardır. Umûmiyetle harama benzeyenler için "Leyse fihi hayr, lâ yenbağî, mekrûh", helâle benzeyenler için de "nerâ hâzâ hasenen, ahabbu ileyye, fîhi hayr" gibi yumuşak tabirler kullanmayı tercih etmişlerdir.(103)
Dört mezheb imâmının, sırayla arzedeceğimiz davranış ve sözleri daima ictihadı teşvîk ve taklîdi önleme hedefine yönelmiştir.

A- EBÛ HANİFE:
İctihadlarını, yetişkin talebesiyle istişare ederek yürüten Ebû-Hanîfe bazı kere onlarla, bir mesele üzerinde günlerce münakaşa eder, bütün şûrâ üyelerinin fikir ve reylerini aldıktan sonra hükmün bir tarafa kaydedilmesini isterdi.(104)
Şu sözler onun ictihada verdiği önem ile taklîd karşısındaki menfî tavrını açıkça ifade etmektedir: "Nereden söylediğimizi (hükmümüzün delil ve kaynağını) tetkîk edip bilmeden bizim reyimizle fetvâ vermek hiçbir kimse için helâl değildir."(105)
"Be benim reyimdir ve elde edebildiğim reylerin en iyisidir. Bundan daha iyisini bulan olursa onu kabul ederiz."(106)

B- İMAM MÂLİK
Şu ifade, diğer bazı âlimler yanında bilhassa İmam Mâlik'ten nakledilmiştir: "Rasûlullah (s.a.) müstesnâ herkesin sözü kabul ve reddedilebilir."(107)
Şu sözler de onundur: "Kendi imâmını taklîd yüzünden sahâbe kavlini terkeden kimseye tevbe teklif edilir."(108)
"Ben bir beşerim; hata da ederim isabet de. Re'y ve ictihadımı inceleyin; kitâb ve sünnete uyan her sözümü alın, onlara uymayan bütün sözlerimi de terkedin."(109)

C- İMAM ŞÂFİ'Î:
İctihadında istişâreye, devamlı delil ve bilhassa hadîs talebine önem veren müctehidlerden biri de İmam Şâfiî'dir. Bu zâtın, zikri geçen iki medresenin ilmî mahsûlünü elde etmek için hem Mâlik, hem de Muhammed b. Hasen'e talebelik ettiğini biliyoruz. O da, Ebû-Hanîfe gibi, talebesi arasında yetişkin veya belli bir branşta mütehassıs olanların rey ve bilgilerini sorar, onlardan faydalanmaya çalışırdı. Ahmed b. Hanbel'e: "Siz hadîs ve râvilerini daha iyi biliyorsunuz; sahih bir hadîse raslayınca, Kûfe menşeli olsun, Şam'lı olsun bana bildirin ki ona göre re'yimi tashîh edeyim." demesi O'nun ilim anlayışını ve insâfını göstermektedir.(110)
Iraklılar ile yaptığı bir ilmî münakaşadan sonra talebesi İbn Hanbel'e: "Bugün Iraklılar ile filân mes'eleyi münakaşa ettik; bu mevzûda bildiğim bir hadîs olsaydı..." demiş, İmam Ahmed bu mevzûda ona üç hadîs rivayet edince: "Allah seni hayırla mükâfatlandırsın!" diye duâ etmiştir.(111)
İctihad-taklîd mevzûundaki sözleri:
"Delilsiz ve hüccetsiz olarak bilgi toplayan kimse gece karanlığında odun toplayana benzer; topladığı bir arkalık odunu yüklenirken bunun içinde kendisini sokacak bir yılanın bulunduğunu bilmez."(112)
Kıblenin hangi yönde olduğunu kestiren bir kimsenin bir başkasını taklîd etmesi nasıl uygun olmazsa, mükellefin dîninde, muâsırı olan bir kimseyi taklîd etmesi de öyle uygun değildir.113)
Onun yetiştirdiği müctehidlerden Müzenî (v. 264/877), "Muhtasar"ına şu satırlarla başlamaktadır: "Bu kitabı Şâfiî'nin ilminden özetledim. Maksadım öğrenmek isteyenlere kolaylık temin etmektir. Ancak şunu haber vereyim ki Şâfiî, herkesin kendi din hayâtının bizzat şûuruna varması ve tehlikeden korunması için, gerek kendini ve gerekse diğer müctehidleri taklîd etmeyi yasaklamıştır."(114)
"Sahîh hadîs bulununca benim mezhebim odur."(115)
Diğerleri gibi bilhassa bu son sözüyle Şâfiî müslümanlara devamlı olarak ictihadın ve ilmî araştırmanın yollarını açmakta, mezheb taassubu nâmına Kitâb ve sünnete sırt çevirmeyi menetmektedir.

D- AHMED B. HANBEL:
"Evzâî'nin re'yi, Mâlik'in re'yi, Ebû-Hanîfe'nin re'yi... bunların hepsi re'ydir ve bana göre farksızdır. Hüccet ve delîl olma sıfatı yalnız "âsâr"a aittir."(116) ifadesinin sahibi olan bu müctehide göre, delîlini incelemeden hiçbir müctehidin söz ve re'yine uyulmaz. Eğer delîli sahih ve sağlam ise buna müstenid fetvâ ve hükmü kabul edilir ki buna taklîd değil, "ittibâ" denir.(117)
O, bu sözlerini, bir başka ifadesiyle şöyle takviye etmektedir: "Ne beni, ne Mâlik'i, ne Sevrî'yi ve ne de Evzâî'yi takdîd et; hüküm ve bilgiyi onların aldığı kaynaklardan al."(118)
"Dînini hiçbir müctehide ısmarlama, Hz. Peygamber ve ashâbından geleni al, sonra tâbiûn gelir ki kişi bunlarda muhayyerdir."(119)
Buraya kadar nakleddiğimiz davranış ve sözlerde görülen umûmî manzara şudur: İslâmî ilimleri talim ve teallüm için muayyen müctehidlerin etrafındaki kümeleşmeler, bazı âlimlerin şöhreti ve devlet ricâlinin bunlara gösterdiği alâka gibi âmillerin tesiriyle taklîd ve mezheb taassubunun doğacağını sezen müctehid imamlar, gerek davranış ve gerekse sözleriyle bunları önlemeye çalışmış; tefekkür, ana kaynaklar ile devamlı temas, cemiyetin günlük dert ve problemlerini tatmin imkânının tek yolu olan ictihad faaliyetlerinin duraklamadan devam etmesini temine çalışmışlardır.

 



96. İbnu'l-Cevzî, Menâkıb, s. 65.
97. İbn Kayyim, age., C. IV, s. 377.
98. age, C. IV, s. 378.
99. age, a.y.
100. Füllânî, İkazu'l-himem, s. 140-142; Şâh Veliyyullah, Huccetullah, C. I, s. 308.
101. Süyûtî, Cezîlu'l-mevâhib, vr. 48 b-51 a; A. Emin, Duha'l-İslâm, C. II, s. 174.
102. Kürd Ali, age., 126; A. Zeki Safvet, Cemhera, C. III, s. 37.
103. Muhammed b. el-Hasen, el-Hucec, vr. 104 b; ay. mlf., el-Âsâr, s. 132; Şâfi'î, el-Umm, C. VII, s. 321; Taberî, İhtilâfu'l-fukahâ, s. 71, 72, 120, 122; İbn Abdilberr, age., C. II, s. 146; İbnu Kayyim, age., C. I, s. 40-43.
104. Kevserî, Nasbu'r-râye (Takdime), C. I, s. 38. ay. mlf., Te'nîb, s. 152; ay. mlf., Husnü't-tekâdî, s. 12-13; el-Mekkî, Menâkıb, C. II, s. 133.
105. Füllânî, age., s. 72.
106. Ebu'l-Me'âlî, Gâyetu'l-emânî, C. I, s. 55.
107. Şâh Veliyyullah, el-İnsâf, s. 49. ('Ikdu'l-cîd).
108. İbn Kayyim, age., C. II, s. 182; Ebu'l-Me'âlî, age., C. I, s. 55.
109. Füllânî, age., s. 102.
110. Ebû-Ya'lâ, age., C. II, s. 6.
111. age, a.t.
112. İbn Kayyim, İ'lâm, C. II, s. 181.
113. Şâfi'î, er-Risâle, s. 489; ay. mlf., el-Umm, C. VII, s. 85. Burada "muâsırı olan" kaydı anladığıma göre sahâbe ve tâbiûnu istisnâ için konmuştur. Çünkü Şâfi'î bu iki nesilden sonra gelmişti, sahâbe ve tâbiûn O'nun muâsırları olmadığına göre bunların taklidi câiz olmaktadır. Ancak onlar da şahsî görüşlerinden dolayı değil, Rasûlullah (s.a.) dan nâkıl olmaları itibâriyle taklid olunurlar.
114. Müzenî, Muhtasar (Giriş); İbn Kayyim, age., C. II, s. 181.
115. Füllânî, age., s. 147.
116. İbn Abdilber, age., C. II, s. 149.
117. İbn Kayyim, age., C. II, s. 178, 182.
118. age, C. II, s. 182; Füllânî, age., s. 155.
119. İbn Kayyim, age., C. II, s. 181.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

V- TALEBE VE ESERLERİ:
A- EBÛ-HANİFE:
1- Talebesi:
a) Ebû-Yûsuf:
Ya'qûb b. İbrâhîm el-Ensârî; Irak bölgesinin fakîhi,(120) 113/731 yılında Kûfe'de doğdu, önce hadîs okudu ve "hadîs hâfızı" oldu, sonra Ebû-Hanîfe'nin talebeleri arasına katıldı, onun usûlünü benimseyerek "mutlak müctehid" pâyesine ulaştı ve Harun Raşîd'in baş kadısı (gadı'l-qudât) oldu,(121) (182/798) de vefat etti. (Eserleri ayrıca zikredilecektir.)

b) Muhammed:
Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî (v. 189/805); Kûfe'de yetişti, sonra Bağdad'a geçti, Rakka kadısı oldu, Harun Raşîd ile berâber gittiği Rey'de vefat etti. Aynı gün Kisâî de vefat etmişti; Halîfe: "Bugün Rey'de Arapça ve fıkıh defnedildi" diyerek kaybın büyüklüğünü ifade etti. Ebû-Hanîfe'nin vefatında 18 yaşlarında olan Muhammed daha çok Ebû-Yûsuf'tan okumuş ve daha hocası hayatta iken kendisi de üstad olmuştur.(122) İmam Şâfi'î "kendisinden çok istifade ettiğini ve ondan aldığı bilgi ile bir deve yükü kitap yazdığını" ifade etmiştir.(123)
İmam Muhammed de İmam Mâlik'ten üç yıl kadar okuyarak istifade etmiştir.

c) Züfer:
Züfer b. el-Hüzeyl (v. 158/775); Kûfelidir, o da önce hadîsçi iken Ebû-Hanîfe'ye talebe olduktan sonra reyci olmuş, hatta talebenin bu konuda en başarılısı sayılmıştır.
Kendini ilim ve ibâdete vermiş, dünyalık ile meşgul olmamıştır.(124)

d) İbn Ziyâd:
el-Hasen b. Ziyâd el-Lu'luî (v. 204/819). Önce Ebû-Hanîfe, sonra da iki büyük talebesinden ders görmüştür; ancak üstadlarının derecesine gelememiştir.(125)

 



120. ez-Zehebî, Tezkiratu'l-huffâz, Haydarâbad, 1957, C. I, s. 292.
121. İslâm tarihinde bu lâkap ve rütbe ile anılan ilk fakih Ebû Yûsüf'tür. İbn el-İmâd, Şezerâtu'z-zeheb, C. I, s. 298, 300.
122. İbnu'l-İmâd, age., s. 321.
123. İbn en-Nedîm, el-Fihrist, s. 295.
124. Taşköprülüzâde, Mevzûâtu'l-ulûm, İst. 1313, C. I, s. 708-710.
125. Geniş bilgi ve diğer talebeleri için bak. el-Kerderî el-Bezzâz, Menâkıb, C. II, s. 117-224.

2- Kitaplar:
Ebû-Hanîfe'nin akaid ve kelâm ile alâkalı kitapları bize kadar intikal etmiş ise de fıkıh mevzûunda bilinen bir eseri yoktur.
Kendisine nisbet edilen Müsnedler talebe ve tâbîleri tarafından tedvîn edilmiştir.(126)
İbnu'n-Nedîm Ebû-Yûsuf'e ait birçok kitap ismi veriyorsa da bugün elimizde onun ancak iki kitabı vardır:

a) el-Harâc:
Harun Raşîd için yazılmıştır. Siyâset, idâre, mâliye gibi amme hukuku konularını işlemektedir. Bir çok dillere çevrilmiş ve neşredilmiştir.

b) İhtilâfu-Ebî-Hanîfe ve-bni-Ebî-Leylâ:
(148/765) tarihinde vefat eden, Ebû-Hanîfe'nin muâsırı ve hemşehrisi İbn Ebî-Leylâ ile İmam arasındaki ihtilâflı noktaları bahis mevzuu ettiği bu kitapta Ebû-Yûsuf kendi re'yini de ifade etmiştir. Bu eseri Şâfiî, el-Umm'de nakletmiş, ayrıca da neşredilmiştir.(127)
İmam Muhammed hem daha velûddur, hem de zamanımıza kitaplarından çoğu intikal etmiştir. Bu sebeple kendisi "hanefî mezhebinin nâkili" olarak da şöhret kazanmıştır.

Başlıca eserleri:
a) el-Asl yahut el-Mebsût: Kendisinden birçok talebesi nakletmiştir. Muhammed, el-Asl'da, Ebû-Hanîfe ve Ebû-Yûsuf'ün fürû'a dair reylerini naklettikten sonra kendi görüşünü de ilâve ediyor; her meselede delil vermiyor.
Kitap yazma olarak kütüphânelerde bulunmaktadır.(128)
b) el-Câmi'u's-Sağîr:
Bu eserde bin beşyüz iki mesele vardır; bunlardan yüz yetmiş meselede ihtilâfa yer verilmiş, sadece iki meselede kıyas ve istihsan zikredilmiştir. Başkaları tarafından tertîbe konan bu kitap matbûdur.
c) el-Câmi'u'l-kebir:
Açıklama ve tahlillere yer verdiği için bu kitap üslûb bakımından el-Asl'dan farklıdır, birçok âlim tarafından şerhedilmiştir ve matbûdur.
d) es-Siyeru's-sağîr ve es-Siyeru'l-kebîr:
Devletler umûmî hukuku ile alâkalı bulunan bu eserlerden ikincisi es-Serahsî tarafından şerhedilmiş ve Hindistan'da dört cilt, Kâhire'de beş cilt halinde basılmıştır. Türkçe ve Fransızca tercümesi de matbûdur.
e) ez-Ziyâdât ve Ziyâdetü'z-ziyâdât:
el-Câmi'u'l-kebir'de eksik olan meseleleri ihtiva eder.
Buraya kadar zikredilen eserlere "zâhiru'r-rivâye" denir; çünkü bunlar İmam Muhammed'den tevâtür veya şöhret yoluyla nakil ve rivayet edilmiştir. Zâhiru'r-rivâye kitapları el-Hâkim eş-Şehîd Muhammed b. Muhammed el-Merzevî (v. 334/945) tarafından kısaltılarak bir araya getirilmiş (el-Kâfî) ve es-Serahsî tarafından otuz cilt halinde şerhedilmiştir (el-Mebsût). Metin ve şerh matbûdur.
İmam Muhammed'in rivayet yolu bu kadar sağlam olmayan kitaplarına da "nâdiru'r-rivâye" denir: er-Rakkıyyât (Rakka kadısı iken kendisine gelen mesâil), el-Keysâniyyât (el-Keysânî rivayeti), el-Curcâniyyât, el-Hârûniyyât, el-Hıyel ve'l-mehâric bunlar arasındadır.
Daha çok hadîs rivayetine yer verdiği iki eseri el-Muvatta' ile el-Âsâr'dır. Her ikisi de matbûdur. Muvatta'ı İmam Mâlik'ten rivâyet eden Muhammed, kendi ictihadlarını da verdiği için fıkıh bakımından faydalı bir eser vücûda getirmiştir.
İmam'ın bunlardan başka eserleri de vardır.(129) Hanefî mezhebinin ilk kaynak kitapları arasında şunları da zikredebiliriz:
a) Ahmed b. Ömer el-Hassâf eş-Şeybânî (v. 261/875), Ahkâmu'l-vakf, Edebu'l-qâdî, el-Hiyel, en-Nafakât (üçü de matbû).
b) Ebû-Ca'fer Ahmed b. Muhammed et-Tahâvî (v. 229/844) Şerhu-Me'ânî'l-âsâr, eş-Şurûtu'l-kebîr ve's-Sağîr ve'l-evsat.(130) el-Muhtesar (matbû'), Müşkilu'l-âsâr.
Üçüncü asırdan sonraki fukahâ ve eserleri daha sonra zikredilecektir.

 



126. A. Hasan Abdulkadir, age., s. 228 vd.
127. el-Efgânî neşri, Mısır, 1357. Aynı nâşir, yine el-Umm'ün naklinden faydalanarak Ebû Yûsüf'ün el-Evzâî Siyer'ine reddiyesini de neşretmiştir.
128. Bu ve emsâli kitapların dünya kütüphânelerindeki bilinen nüshaları için Brockelmann'ın GAL'ına ve Fuad Sezgin'in GAS'ına bakınız. (Arap Edebiyatı Tarihi, Almanca neşredilmiş ve kısmen arapçaya çevrilmiştir.)
129. İbn en-Nedim, age., s. 287-288.
130. Dr. Rûhî Özcan tarafından "el-Hâvî fî Şurutı't-Tahâvî" adıyle bir master çalışmasına konu olmuştur.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

B- ŞAFİ'Î:
1- Talebesi:
İmam Şâfi'î
çok seyahat etmiş, gittiği yerlerdeki bilginlerden faydalanmış, kendisinden de oradakiler istifade etmişlerdir. Uzun zaman Irak ve Mısır'da kaldığı için bu iki bölgede daha çok talebesi olmuştur. Talebesinin bir kısmı zamanla "müstakil mutlak müctehid" olmuş, bir kısmı ise ona bağlılığını devam ettirmiştir (mutlak müntesib müctehid).

Iraklı talebeleri:
a) Ebû-Sevr:
İbrâhîm b. Hâlid (v. 246/860); İmam Şâfi'î'den istifade etmiş fakat zamanla müstakil müctehid olmuştur. Şâfi'î'ye veya cumhûra muhâlif ictihadları vardır: Ölünün borcundan önce vasıyeti yerine getirilir; kusurdan dolayı iâde muhayyerliği apaçık rızâ bulunmadıkça daima mümkündür; kıble konusunda ihtilâf eden iki kimsenin namazda birbirine uyması câizdir...

b) Dâvûd b. 'Alî:
Zâhirîlerin imamıdır; kendisinden ayrıca bahsedilecektir.

c) Ahmed b. Hanbel:
Hanbelî mezhebinin imamı olduğu için kendisinden daha önce bahsedilmiştir.
d) ez-Ze'ferânî:
el-Hasen b. Muhammed (v. 260/874); Şâfi'î'nin (H. 200)'de Mısır'a gidinceye kadarki mezhebine "kadîm", ondan sonrakine "cedîd" dendiğini biliyoruz. İşte mezheb-i kadîmin en sağlam râvîsi bu zattır. Ayrıca Buhârî'nin kendisinden hadîs rivâyet edeceği kadar da mevsuktur.

e) İbn Süreyc:
Ebu'l-Abbâs Ahmed b. 'Omer (v. 306/918); Şâfi'î'nin talebesi arasında birinci gelir, 400 kadar eseri olduğu rivâyet edilmiştir. Dâvûd b. 'Alî ve bunun oğlu Muhammed ile münazaraları meşhurdur.

f) et-Taberî:
Ebu'l-Abbâs Ahmed b. Ebî-Ahmed (v. 335/946); İbn Sürayc'in talebesi, et-Telhîs, el-Miftâh, Edebu'l-qâdî, Usûlu'l-fıqh gibi eserlerin müellifi.

g) İbn Cerîr et-Taberî:
Kendisinden ayrıca bahsedilecektir.

Mısırlı talebeleri:
a) el-Buveytî:
Yûsüf b. Yahyâ (v. 231/845); Mısır'lı talebenin en büyüğüdür, Şâfi'î ona güvenir ve fetvâ havale ederdi, vefat ederken de talebesini ona bıraktı. Halk-ı Kur'an meselesi yüzünden Bağdad'da mahbûs iken, vefat etmiştir.

b) el-Müzenî:
Ebû-İbrâhîm İsmâil b. Yahyâ (v. 264/877); Şâfi'î bu talebesi için "mezhebimin dayanağı, yardımcısı" demiştir. Şâm, Irak ve Horasan'ın birçok ulemâsı onun talebesidir. Şâfi'î'ye muhâlif ictihadları vardır.

c) er-Rabî':
er-Rabî' b. Süleyman el-Murâdî (v. 270/883); Şâfiî'nin kitaplarının en sağlam râvîsi sayılmıştır.

d) Harmele b. Yahyâ (v. 243/857);
Yûnüs b. 'Abdi'l-A'lâ (v. 264/877);
Muhammed b. Ahmed el-Haddâd (v. 345/956)
Yukarıda zikredilen isimler de Şâfi'î'nin önemli talebe ve tabileridir.(131)
 


131. Şafi'î fuqahası için bak. İbn es-Sübkî, Tabaqâtu'ş-şafiiyyeti'l-kübrâ, I-VI; Şafi'î fukahâsının farklı görüşleri için bak. el-Abbâdî, Tabaqât, Leiden, 1964.

2- Kitaplar:
a) er-Risâle:
Şâfi'î'nin
Mısır'da iken yazdığı bu fıkıh usûlü kitâbı bize kadar ulaşan ilk "usûl" kitâbıdır. Çok açık (fasîh) bir arapça ile yazılan bu eserde -daha önce bir listesini verdiğimiz- konular tedvîn edilmiş ve müdellel bir şekilde işlenmiştir. Kitâb matbûdur.(132)

b) el-Umm:
O devirde eşi yazılmamış bir fıkıh kitabıdır. Şâfi'î bu eserinde sadece mesâili ve ictihadlarını sıralayıp geçmez; muhâliflerin ictihad ve delillerini de geniş bir şekilde verir ve uzun münakaşalar açarak kendi ictihadını müdâfaa eder.
el-Umm, Şâfi'î'nin kaleminden çıkmamıştır. er-Rabî, el-Buveytî ve İbn Ebi'l-Cârûd'un rivâyet ve nakilleriyle intikal etmiştir ve "imlâ" yoluyla tesbit edildiği anlaşılmaktadır.
el-Umm'un matbû' nüshası yedi cilt olup er-Rabî'in rivâyetine ve el-Bulgînî'nin hattına dayanmaktadır. Yedinci cildinde Şâfi'î'nin el-Umm dışındaki bazı eserleri de tab'edilmiştir: el-İstihsan (7/265); İhtilâfu-Mâlik ve'ş-Şâfi'î (7/177); İhtilâfu'l-Irakıyyîn (7/87); el-İhtilâf maa-Muhammed b. el-Hasen (7/277); İhtilâfu'Alî ve İbn Mes'ûd (7/151); Siyaru'l-Evzâî (7/303).
Yine el-Umm yedinci cildinin kenarında Şâfi'î'nin İhtilâfu'l-hadîsi, altıncı cildinin kenarında ise el-Müsned'i tab'edilmiştir.
İhtilâfu'l-hadîs sünnetin ve bilhassa haber-i vâhidin müdâfaası için yazılmıştır; çok değerli münakaşaları muhtevîdir.
c) Şâfi'î mezhebinin ilk temel kitabları arasında el-Buveytî'nin el-Muhtesar'ı, el-Ferâiz'i; Müzenî'nin el-Muhtesar'ı (el-Umm kenarında tab'edilmiştir), el-Câmiu'l-kebîr ve's-Sağîr'inin zikri gerekir.
Ebû-İshâk el-Mervezî, Müzenî'nin el-Muhtasar'ını iki kere şerhetmiştir. Şârihin usûl konusunda el-Fusûl, noterlik mevzûunda eş-Şurût ve'l-vesâik... isimli kitapları da vardır.
İbn Sürayc'in er-Raddü alâ İsâ b. Ebân, et-Taqrîb beyne'l-Müzenî ve'ş-Şâfiî ve el-Ferâiz'i de önemli şâfiî kitapları arasındadır.
Şirâzî'nin el-Mühezzeb'i ile Nevevî'nin şerhi ve el-Minhâc'ı gibi kaynak eserleri kendi devirlerinde anacağız.
 


132. A. Muh. Şakir tarafından yapılan tenkidli ve notlu neşir büyük bir emek mahsûlüdür; Mısır, 1357.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

C- MÂLİK:
1- Talebesi: C- MÂLİK
Medîne İmamı'nın Mısır, Kuzey Afrika ve Endülüs'ten pek çok fakih talebesi vardır.

Mısırlılar:
a) İbnu'l-Qâsim:
Abdurrahman b. el-Qâsim el-Uteqî (v. 191/807); İmam Mâlik'in müctehid talebelerinden biridir. Bir çok âlim meyânında yirmi yıl, İmam Mâlik'ten ders almıştır.

b) İbn Vehb:
Abdullah b. Vehb b. Müslim (v. 199/814); hocası ona "Mısır fakihi ve müftü" diyerek iltifât etmiştir. Mısır kadılığını "kadılar sultanlarla, âlimler ise peygamberler ile haşrolunacak" diyerek kabul etmemiştir.

c) Eşheb:
Eşheb b. Abdilazîz el-Qaysî (v. 204/819); İbnu'l-Qâsim'den sonra Mısır'da fıkıh riyâseti ona intikal etmiştir. İmam Şâfiî de onun için "daha fakihini görmedim" demiştir.

d) Abdullah b. Abdilhakemi'l-Mısrî (v. 214/829):
Eşheb'den sonra üstadlık bu zata geçmiştir. İmam Mâlik'in Muvatta'ını semâ yoluyla rivâyet etmiş, İmam Şâfiî de kendisinden çok faydalanmıştır.

e) Asbağ:
Asbağ b. el-Ferac (v. 226/841); başta zikredilen üç üstaddan mâlikî fıkhını öğrenmiş ve mezhebde ictihad mertebesine yükselmiştir.

f) Muhammed b. Abdillah b. Abdilhakem
(v. 268/881):
Babasından ve Mâlik'in diğer talebelerinden okumuş, mezhebde müctehid olmuştur. Zamanında Mısır'da üstadlık ve fetvâ kendisine ait idi. Kıymetli eserleri vardır.

g) İbn el-Mevvaz:
Muhammed b. İbrâhîm (v. 269/882); müctehid mâlikîlerden olup eserinden ileride bahsedilecektir.

Şimâlî Afrika, Endülüs ve Sicilyalı Talebe ve Tâbileri:
a) İbn Ziyâd:
Ali b. Ziyâd (v. 183/799); Mâlik ve el-Leys'ten okudu, Tunuslu, zamanında Kuzey Doğu Afrika'da tek adamdır.

b) Esed b. el-Fürât (v. 213/828):
Aslı Nisaburlu, Tunus'ta doğdu, Mâlik'ten Muvatta'ı semâ yoluyla öğrendi, Irak'a gitti, hanefîlerden Irak fıkhını aldı ve Ebû-Yûsuf'e Muvatta'ı rivâyet etti, Sicilya fethinde askere kumanda ederken şehîd oldu.

c) Yahya b. Yahyâ el-Leysî (v. 234/848):
Endülüs'te mâlikî mezhebi onun sayesinde yayıldı.

d) Sehnûn:
Sehnûn b. Abdilselâm b. Saîd (v. 240/854); önce Tunus'un Kayvaran şehrinde okudu, sonra Medîne ve Mısır'a giderek ilerledi; büyük eseri el-Müdevvene'den ileride bahsedilecektir.

Hicaz ve Iraklılar:
a) İbn el-Mâcesûn:
Abdulmelik b. Ebî-Seleme (v. 212/827); zamanında Medîne müftüsü idi.

b) Ahmed b. el-Muazzel:
İbn Mâceşûn'un muâsırı, zamanında Irak'ta ondan büyük mâlikî fakih yok idi.(133)

 



133. Mâlikî fukahası hakkında geniş bilgi için bak. İbn Ferhun, ed-Dibâcu'l-muzehheb, Mısır, 1351; ve Zeyli: Neylü'l-ibtihâc bi-tatrîzi'd-Dibâc.

2- Kitaplar:
a) Muvatta':
İmam Mâlik'in
bu meşhur eseri fıkıh mevzularıyla ilgili bir kısım hadis ile Medîne tatbikatı, ashâb ve tâbiûn fetvaları ve İmam Mâlik'in ictihadlarını muhtevîdir. Muvatta'ın zamanımıza kadar uzanan iki meşhur rivayeti vardır: İmam Muhammed rivayeti ve Yahya b. Yahyâ rivayeti.
Bunlardan birincisi Hindistan, ikincisi ise Mısır'da tabedilmiştir.
Muvatta'ın nefîs ve ilmî bir neşrini ilim dünyasına kazandıran M. F. Abdulbâqî, yukarıdaki iki nüsha dışında 12 nüshayı daha târif ve tavsîf etmiştir.(134)
b) el-Esediyye:
Esed b. Fürât, Ebû-Hanîfe'nin talebesinden Irak fıkhını öğrendikten sonra Mısır'a gelmiş ve İbn el-Qâsim'den Mâlik'in fıkhını -rivayet yoluyla- alıp zaptetmiştir; işte bu eserine "el-Esediyye" denir.

c) el-Müdevvene:
Sehnûn, Kayravan'da el-Esediyye'yi müellifinden okumuş, sonra Mısır'a gelerek bunu İbnu'l-Qâsim'e arzetmiştir. İbnu'l-Qâsim ile yaptıkları tashîh ve ilâveleri Esed kabul etmemiş, bu ikinci eser el-Esediyye'nin yerini alarak "el-Müdevvene" ismiyle anılmıştır. El-Müdevvene fıkıh konularına göre tertiplenmiş olup kırk bin mesele, dört bin hadîs, otuz altı bin eseri (sahabe, tâbiûn kavli) muhtevîdir ve matbûdur.(135)

d) el-Vâdıha ve el-Utbiyye:
Endülüs'ten Mısır'a gelen Abdulmelik b. Habîb (v. 238/852), İbnu'l-Qâsim'den mâlikî fıkhını öğrenerek el-Vâdıha'yı, bunun talebesi Kurtubalı el-Utbî (v. 255/869) de el-Utbiyye'yi te'lif ettiler. Endülüs'te bu iki eser el-Müdevve'nin Kayravan'daki itibarını hâiz olmuştur.

e) el-Muhtesar ve Tezhîb:
İbn Ebî-Zeyd (v. 386/996), el-Muhtesar adıyla, Ebû-Saîd el-Beradi'î (v. 372/982) de Tehzîbu-Mesaili'l-Müdevvene ismiyle Müdevvene'yi ihtisar etmiştir. Kuzey Batı Afrika'da bu ikinci esere büyük değer verilmiştir.

f) el-Mevvâziyye:
İbn el-Mevvâz'ın bu ismi taşıyan kitâbı, İbn Ferhûn'un ifadesine göre mâlikî mezhebinde tedvîn edilmiş en büyük, dolgun ve mevsuk eserdir.(136)
Diğer mâlikî müelliflerin bazı eserleri daha sonra -hayatlarıyle birlikte- zikredilecektir.

 



134. Mısır, 1951, C. I, s. t-hy.
135. Mısır, es-Saâde matbaası, 1323.
136. İbn Ferhûn, ed-Dibâc, s. 233.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

D- AHMED B. HANBEL:
1- Talebe ve Tâbileri: AHMED B. HANBEL
a) el-Esrem:
Ahmed b. Muhammed (v. 273/886); Horasanlı ve Bağdadlı, muhaddis ve fakihtir.
b) el-Mesrûzî:
Ahmed b. Muhammed (v. 275/888); fıkıh ve hadiste mutebahhir, bir çok eser sahibidir.

c) Ebû-İshak:
İbrâhîm el-Harbî (v. 285/898); Meşhur bir Hanbelî fakihidir.

d) el-Hıraqî (v. 334/945):
Bu fakihten daha sonra bahsedilecektir.(137)


137. Fukahâ için bak. eş-Şirâzî, Tabakatu'l-fukahâ, nşr. İ. Abbâs, Beyrut, 1972; İbn Ebî-Ya'lâ, Tabakâtu'l-hanâbile, I-II, Mısır, 1952; İbn Raceb, Zeylu Tabakât, I-II, Mısır, 1952.

2- Kitaplar: HANBEL:
a) el-Müsned:
Kırk bin kadar hadis ihtiva eden bu eser Ahmed b. Hanbel'indir. Orijinal tertibiyle tab'edildiği gibi, mevzûlara göre tertibinin büyük bir kısmı matbûdur.(138)

b) Muhtesaru'l-Hıraqî:
Bu eser ile şerhi el-Muğnî hakkında ileride bilgi verilecektir.

c) el-Muqnî':
el-Muğnî müellifi İbn Kudâme'nin daha muhtesar bir fürû' kitabı olup üç cilt halinde basılmıştır.

d) el-Fetâvâ, İ'lâmu'l-muvaqiîn
İğasetu'l-Lehfân, Zadu'l-meâd
İbn Teymiyye'nin el-Fetâvâ vb. eserleriyle İbn Kayyim'in İ'lâmu'l-muvaqiîn, İğasetu'l-Lehfân, Zadu'l-meâd... gibi eserleri de hanbelî mezhebinin muteber kaynakları arasındadır. İbn Teymiyye'nin Kûlliyât'ı 37 cilt olarak Riyad'da neşredilmiştir.
--------------------------------------------------------------------------------

138. A. Abdurrahman el-Bennâ, el-Fethu'r-Rabbânî..., I-XXII, Kahire, 1354-1377. Bu eser, müellifinden sonra tamamlamış ve tamamı 24 cilt olmuştur.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İkinci Alt Bölüm
(Yaşamayan Mezhepler)

Bu mezhepler, gurup halinde bağlıları bulunmadığı için "yaşamayan mezhepler"dir. Bir kısmının âlimleri tarafından yazılan kitaplarında, diğerlerinin ise genel/mukayeseli fıkıh kitaplarında ictihadları kayıtlı olduğu için "ilmî bakımdan" yaşamakta, hem teorik araştırmalarda, hem de pratik çözümlerde bunlara da başvurulmaktadır.

I- el-HASENU'L-BASRÎ MEZHEBİ
el-Hasen b. Yesâr (v. 110/728); Medîne'de, Hz. Ömer'in hilâfetinin son yıllarında doğdu, annesi, Ummu-Seleme'nin (Hz. Peygamber'in eşinin) hizmetinde idi, birgün çocuk ağladığı için Ummu-Seleme ona göksünü emdirmiş ve oyalamıştı, Hz. Alî'nin himayesinde çocukluğunu geçirdi, yüz yirmi kadar sahâbeden hadîs öğrendi, büyük bir âlim, fakih, zâhid oldu, Muâviye zamanında Horasan vâlisi olan er-Rabî b. Ziyâd'a bir müddet hususi kâtiplik yaptıktan sonra Basra'ya yerleşti, özü ve sözü doğru olduğu için herkesin itimat ve saygısını kazandı, yöneticilerin huzuruna çıkar, zulümlerini yüzlerine vurur ve onları adâlete dâvet ederdi; meşhur zâlim Haccac karşısında dahi bu vazifeyi yerine getirmiş, fakat Haccac ona dokunamamıştır. Aynı zamanda müfessir ve sûfî olan el-Hasen, özellikle fıkıhta İmamdır. Kadı Iyâd, onu müstakil ve müdevven (esasları yazıya geçirilmiş) mezheb imamlarından biri olarak kaydetmiştir. İbn Kayyim de onun fetvâlarının toplandığını ve yedi defter tuttuğunu ifade etmiştir.(1)

II- EVZÂÎ MEZHEBİ:
A- EVZÂÎ:
Ebû-Amr Abdurrahman b. Muhammed (v. 157/774); Dimaşk'ta doğdu. Atâ b. Ebî-Rabah ve Zührî gibi muhaddislerden hadîs öğrendi, kendisinden de birçok hadîs bilgini rivayette bulundu. Hayatının sonuna doğru Beyrut'a geldi ve burada vefat etti. Aman vermiş olmalarına rağmen Seffah'ın amcası Abdullah'ın Şam'daki Emevîleri katletmesi üzerine gösterdiği celâdet meşhurdur.(2)

B- MEZHEBİ:
Evzâî ehl-i hadîs sınıfına dahildir, kıyası sevmez ve sünnete -Kur'an dışında- hiçbir şeyi tercih etmez.
Suriye halkı 220 yıl kadar bir müddet onun mezhebini tatbik etmişler sonra yerini Şâfiî mezhebi almıştır.
Endülüs'te de Hişâm b. Abdurrahman zamanına kadar (788-796) Evzâî mezhebi yaşamış, sonra yerini mâlikî mezhebine terketmiştir.
Evzâî mezhebi müstakil olarak tedvîn edilmemiştir. Taberî'nin İhtilâfu'l-fukahâ'sı, Şâfiî'nin el-Umm'u, İbn Kudâme'nin el-Muğnî'si ve bazı hilâf kitaplarında onun ictihadlarına da yer verilmiştir.

 



1. Hacevî, age., C. I, s. 299; Şirâzî, Tabakât, s. 87; Zirikli, A'lâm, C. II, s. 242.
2. Zehebî, Tezkira, s. 178.

 

 

 

 

III- SEVRÎ MEZHEBİ:
Ebû-Abdillah Süfyân b. Saîd es-Sevrî (v. 161/778):
Kûfelidir, büyük ve müstakil bir müctehiddir, ancak mezhebi uzun müddet yaşamamıştır. İctihadları hilâf kitaplarında, Ahkâmu'l-Kur'an, Sünen şerhlerinde zikredilmektedir. Kadılık vazifesini kabul etmediği için halîfenin gadabına uğramış ve kalan ömrünü gizlenerek geçirmiştir. Kûfe'de konularına göre sıralanmış ilk hadis kitabını o yazmıştır. Hadisçiler okuluna mensuptur.(3)


IV- EL-LEYS B. SA'D MEZHEBİ
Ebu'l-Hâris el-Leys b. Sa'd (v. 175/791); Mısırlıdır, İmam Mâlik kendisinden çok istifâde etmiştir, hattâ "Âlimlerden hoşnut olduğum birisi bana haber verdi" dedikçe onu kastetmektedir. Fazîletli ve hayır sever bir zât olduğu söylenmiştir. Yıllık geliri binlerce altın olduğu halde -çok dağıttığı için- zekât ile mükellef olmamıştır.
İmam Mâlik ile yazışmaları ve münâzaraları olmuş, onun "Medînelilerin tatbikatlarına karşı bazı hadîsleri terketmesini" tenkîd etmiştir.(4)
İmam Şâfiî'nin şehâdetine göre el-Leys, Mâlik'ten daha güçlü bir fakihtir. Fakat tâbileri onun mezhebini yaşatamamışlardır.(5)

 



3. İbn Ferhûn, age., s. 13; Sezgin, III, 247.
4. İbn Kayyim, İ'lâmu'l-muvakkı'în'de bu mektuplardan birini nakletmiştir, C. III, s. 72 vd.
5. İbn Hallikân, Vefeyâtu'l-a'yân, Beyrut, 1972, C. IV, s. 127.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

V- TABERÎ MEZHEBİ:
Ebû-Ca'fer Muhammed b. Cerîr et-Taberî (v. 310/922) Taberistan'ın Âmül şehrinde doğdu. İlmî seyahatleri esnâsında Ahmed b. Hanbel'den hadîs almak için Bağdad'a geldi; Mısır'a, Rey'e ve Suriye'ye gitti. Şâfiî fıkhını er-Râbî'den, Mâlik ve Iraklıların fıkhını başkalarından öğrendi ve sonunda müstakil müctehid derecesine vasıl oldu. Aynı zamanda büyük bir müfessir ve tarihçidir. Mezhebi kendisinden sonra da bazı talebe ve tâbileri tarafından temsîl edilmiş(6) sonra tâbii kalmamıştır.
Tarih ve tefsîrinden başka bize kadar gelen kitapları vardır: İhtilâfu'l-fukahâ,(7) Şerhu's-sünne (yazma), Beşârâtu'l-Mustafâ (17 cilt; yedi cildi Necef, gerisi Tahran'da, yazma).
İhtilâfu'l-fukahâ mevzulu eserine -fakih değil, hadîsçidir diye- Ahmed b. Hanbel'i almadığı için hanbeliler, aleyhine kıyam etmişler ve Bağdad'da vefat ettiği zaman gece evine defnedilmek mecbûriyeti hâsıl olmuştur.

VI- ZÂHİRİYYE MEZHEBİ:
A- İMAMI:
Ebû-Süleyman Dâvud b. Alî (v. 270/883); aslı İsfehan'a bağlı Kazan'dan olup Kûfe'de doğmuştur. Babası hanefî'dir. Kendisi Bağdad'da okumuştur. Üstadları arasında Ebû-Sevr, Süleyman b. Harb, Amr b. Merzûq, el-Ka'nebî, Müsedded, İshak b. Râhaveyh... gibi fıkıh ve hadîs bilginleri vardır.
Son üstâdı Nisâbur'da idi. Dâvûd onunla temas ettikten sonra şâfiîlerin ehl-i hadîs kolunu iltizâm etti, mutaassıp bir şâfiî oldu, hattâ Şâfiî'nin menâkıbını yazan ilk âlim Dâvûd olmuştur. İmam Şâfiî'nin sünnet karşısında re'y ve istihsana hücumlarının tesiri altında daha da ileri giderek Kitap ve Sünnet'in zâhirine dayanan mezhebini ortaya koydu.
İtikadla ilgili hususî görüş ve anlayışları da muhtevî bulunmakla beraber bilhassa fıkıh mezhebleri arasında bahis mevzûu olan zâhiriyye mezhebi, dayandığı temel fikre göre isimlendirilmiş tek mezhebdir. Diğer fıkıh mezhebleri, kurucusu veya imâmı sayılan kimselerin isim ve lakaplarıyla anılırken (hanefî, şâfiî, mâlikî vb.) nasların hakîki ve mecâzî lugat (zâhir) mânalarını esas alan Dâvud b. Ali b. Halef ile Ali b. Saîd b. Hazm (v. 456/1046) ve tâbilerinin mezhebleri bu isimle anılmaktadır.
Zâhirî düşünce metodunu, İslâm'ın birinci asrında hâricîlerde ve ikinci asrında mûtezilede görülen lafızcı tutuma dayandıranlar olmuştur.(8) Ancak zâhiriyye mezhebinin havâric ve mûtezileden farklı husûsiyetleri gözönüne alınırsa doğuşunda şu iki âmile öncelik vermek gerekir: 1. Sahâbe devrinden itibâren, hadiscilerin öncüsü sayılan bazı zevâtın kıyas ve re'ye karşı tutumları(9) 2. Abbâsîlerin re'y ve kıyas taraftarlarını desteklemeleri, bu cümleden olarak Raşîd'in, Ebû-Yûsuf'u kadı'l-kudâtlığa getirmesi ve bunun da kadıları re'yci ve kıyascılar arasından tayin etmesi... Bu gelişmeler re'ycilere karşı hadiscileri tahrik etmiş ve bu sırada Bağdad'da zâhirîlerin imâmı Dâvud zuhûr ederek karşı ucu teşkil eden mezhebini yaymaya başlamıştır.
Zâhiriyye mezhebini doğuda önce Dâvud, ondan sonra da oğlu Muhammed yaymaya çalışmışlardır (İbn Haldun, Mukaddime, Beyrut 1870, s. 390). İbn Nedîm el-Fihrist'te Dâvud ve oğlu Muhammed'in eserlerinin zengin bir listesini vermiş (Kahire 1348, s. 303-305) ise de bunlardan hiçbiri günümüze kadar gelememiştir. Buna göre mezhebin birinci imâmı Dâvud'un fikirlerini kendi eserlerinden öğrenmek mümkün olamıyacaktır. Bazı kitapların isimleriyle bu kitaplardan, daha sonraki fıkıh bilginlerinin yaptıkları nakiller ona ulaşabilecek iki yol olarak kalıyor. Buna mukâbil mezhebin ikinci imâmı İbn Hazm'ın, dinler ve Mezhebler tarihine (al-Fasl), fıkhın fürû ve usûlüne (el-Muhallâ, el-İhkâm) ait eserleri günümüze kadar ulaşabilmiş çok zengin ve sağlam bilgi kaynaklarıdır. Bunlara dayanarak mezhebin îtikâd, fıkıh usûlü (İslâm hukuku metodolojisi) ve fürûa (amelî ve hukukî hükümlere) taalluk eden esaslarını şöylece hulasâ etmek mümkündür:
İtikad: Umumî olarak taklîdi reddeden, dinî bilgi ve hüküm kaynağı olarak yalnızca Kitab ve Sünnet naslarının lafzî mânalarını kabul eden İbn Hazm itikâdî meselelerde, meşhur üç sünnî mezhebden (eş'ariyye, mâtürîdiyye, selefiyye) hiçbirine bağlı kalmamış, ancak daha ziyâde -sonraları İbn Teymiyye tarafından da teslim edilen- selefiyyeye yakın bir yol takib etmiştir (Abu Zehra, ayn. esr. s. 221). Allah'ın varlık ve birliğini, peygamberlik ve mûcizelerin peygamberliğe delâletini, Kur'ân'ın, Hz. Peygamber'in doğruluğuna ve kendi muhtevâsıyla Sünnet'in doğruluğuna delâletini akıl ile isbat yoluna gitmiş, bu neticeyi elde ettikten sonra da bütün itikâdî mevzûlarda nasların lafzî mânalarını yegâne delil kabul etmiştir. Allah alîm, semî, kadîr, basîr ve hakîmdir; bütün bunlar Allah'ın isimleridir; bunlara sıfat diyen mûtezile, eş'ariyye ve benzerleriyle sıfatı zâtdan gayrı veya sıfat ile zâtı aynı şey telakkî edenler yanlış yoldadırlar (İbn Hazm, al-Fasl, el-Edebiyye, 1317-21, II, 120 vd.). Çünkü Kitâb ve Sünnet'te bu telakkîlerin delili yoktur. Naslarda geçen ve Allah'a izâfe edilen "vech, yed, ayn, kadem, istivâ" gibi kelimeleri ne selef gibi tevil ve tefsirsiz kabul etmeli, ne kelâmcılar gibi tevil etmeli ve ne de haşviyye-müşebbihe gibi benzetme yoluna gitmelidir. Bu kelimeler mecâzî mânalarıyla alınır ve bunlardan maksat "Allah'ın zâtı'dır, "istiva" da intihâ (bir yere kadar ulaşmak, son işi olmak) mânalarında kullanılmıştır (el-Fasl. 125, 166, 167). Bilâhare Gazzâlî de bir eserinde aynı telâkkîyi benimseyecektir. (İlcâmu'l-Avâmm, Mısır 1309 s. 3 vd.) Kur'ân'ın yaratılmış olup olmaması (halk al-Kur'an) meselesinde Dâvud ile İbn Hazm farklı düşünmüşlerdir. Dâvud'un, insanların ellerine alıp okudukları, ezberledikleri Kur'ân için "yaratılmıştır" dediği nakledilmiştir.(10) İbn Hazm ise kesin olarak Kur'ân'ın Allah'ın ilmi olduğunu ve "yaratılmamış" bulunduğunu ifâde etmiştir (el-Muhallâ, I, 32).
Fıkıh Usûlü: Kitâb (Kur'ân) ve Sünnet naslarının zâhiriyle hükmedilir, zâhirden maksat kelimelerin lûğat mânalarıdır, meşhur olan mecâzî mânalar da zâhirdir, zâhiri bırakıp tevile ve kıyâsa gitmek bâtıldır ve haramdır. Zâhir mânanın kastedilmediği ancak bir başka zâhir âyet veya hadis ile anlaşılabilir.(11) Bütün şer'î delillerin aslı Kur'ân'dır. Sünnet de Kur'ân gibi Allah'ın vahyidir; lâfız ve nakil bakımlarından aralarında farklılıklar bulunmakla beraber, dinî kaynak olmaları bakımından ikisi arasında fark yoktur. Üçüncü delil (kaynak) de icmâ'dır; "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin ve Peygamber'e itaat edin ve sizden buyruk sahibi olanlara da..." (Nisâ: 4/59) âyeti bu üç delilin temelidir; anlaşmazlık halinde bu iki kaynağa başvurmayı emreden aynı âyet, re'y, kıyas vb. yolları kapamaktadır (el-İhkâm, s. 85, 88 vd.; el-Muhallâ, I, 56). Kavlî sünnet kesin hüküm ifâde eder; fiilî sünnet teşvik, takrîrî sünnet ise serbestliğe delâlet eder (al-İhkâm, s. 422 vd.; al-Muhallâ, I, 65; Ebû-Zehra, ayn. esr. s. 299). Bir iki râvînin rivâyetiyle gelen hadis (haberu'l-vâhid) hem bilgi, hem de amel bakımından delil ve kaynaktır (el-İhkâm, s. 106 vd.). Âyetler ve hadislerin kendi aralarında nesih cereyan ettiği gibi, âyetin sünneti, sünnetin âyeti neshetmesi de câizdir (ayn. esr. s. 477 vd.). Mâna ve şumûlü umumî olan sözler (amm) ile hususî olan sözler (hass) birbirine tesir ettirilmeden aynen uygulanır. Umumî hükümden istisnâ ancak nas ile anlaşılır. (ayn. esr. s. 362 vd.). İbn Hazm diğer bazı zâhirîlerden ayrılarak müştereki (eşsesli kelimeleri) de âmm içinde mütâlaa etmiştir (ayn. esr. s. 363). Naslardaki emirler fevren vücûba (derhal ve kesin fiil talebine) nehiyler ise fevren hurmete (derhal ve kesin terk talebine) delâlet eder; aksini ifâde eden bir has bulunmadıkça bunları başka mânalara çekmek câiz değildir (ayn. esr. s. 264, 294). İcma' üçüncü kaynaktır ve mûteber olan yâlnız sahâbe icma'ıdır. İcma' mutlaka bir nassa dayanacaktır (ayn. esr. s. 494 vd.; el-Muhallâ, I, 54). Kıyas ve re'y ictihâdını dar sınırlar içinde kullanan ve bu sebeple istishâb delilinin sâhasını genişleten Ahmed ve Şâfiî'ye (Ebû-Zehra, ayn. esr. s. 273) nisbetle zâhirîler istishâbı daha da geniş bir sâhada uygulamış ve bunu hususî bir mânada kullandıkları "delil" mefhumu içinde mütâlaa etmişlerdir. Değişen ve yürüyen hayatın her gün yenileri eklenen çeşitli ihtiyaçlarını yalnız nasların zâhiriyle karşılamakta güçlüğe düşmeleri sebebiyle zarûrî olarak başvurdukları delili, zâhirîler şöyle açıklamışlardır: Delil nas ve icma'dan alınmıştır ve icmâdan alınan dört kısma ayrılır:
1. İstishâb, 2. Söylenenin asgarisini almak, 3. Herhangi bir görüşün terki üzerine meydana gelen icma'. 4. Müslümanların hükümlerinin (kaynak ve değer bakımlarından) eşit olduğu hakkındaki icma'. Nasdan alınan delil de yedi kısma ayrılır: 1. "Her sarhoşluk veren şey harmdır ve her hamr haramdır" cümlelerinden çıkan (her sarhoşluk veren şey haramdır) neticesinde olduğu gibi istidlâl şekli, 2. Her bulunduğu yerde kendisine bağlı bulunan hüküm de vâcib olan bir sıfata merbut şart ile istidlâl, 3. "Filan cömerttir" denilince cimri olmadığının anlaşılması gibi, lafızdan başka mânalar çıkarma yoluyla istidlâl, 4. İhtimallerin kısmen veya tamamen ortadan kalkması neticesinde geride kalanların sübûtuna istidlâl, 5. Sıralamaya bakılarak yapılan istidlâl: Ebû Bekir Ömer'den üstündür, Ömer Osman'dan üstündür" ifâdesinden kesin olarak "Ebû Bekir Osman'dan üstündür" neticesi çıkar, 6. "Her insan canlıdır" cümlesinden "Canlıların bir nev'inin de insan olduğu" neticesine varma şeklindeki istidlâl, 7. Telâzüm mefhumuna dayanan istidlâl: "Ahmet yazıyor" denildiği zaman onun diri, yazı için gerekli uzuvlara ve malzemeye sahip olduğu anlaşılır. Bütün bunlar nassın içindedir, ondan başka bir şey değildir.(12) Dinin vahye, kıyas ve re'yin ise akla dayandığını, akla dayanan ve üzerinde birleşme mümkün olmayan, ihtilâf kaynağı re'y ve kıyasın dinî bir delil olduğuna dair Kitâb ve Sünnet'de delil bulunmadığını ileri süren zâhirîler "kıyası, istihsânı, mesâlilh-i mürseleyi ve sedd-i zerîayı" şiddetle reddediyor, taraftarların re'y ve kıyas lehine ileri sürdükleri naklî delilleri cerhediyorlar (el-İhkâm, s. 759, 765, 851, 977; Mulahhasu-İbtâli'l-Kıyas... s. 47 v.dd.; el-Muhallâ, I, 56 vd.). Her mükellef dini bizzat Kitâb ve Sünnet'den öğrenecek, hükmü bu iki kaynaktan alacaktır; sağ veya ölü herhangi bir kimseyi taklîd etmek; deliline değil anlayış ve ictihâdına tâbi olmak câiz değildir; bilmeyenler bilenlere re'ylerini değil, meseleyle ilgili nasları soracaklardır (Mulahhasu-İbtâli'l-Kıyas... s. 52-54; el-İhkâm, s. 793-836; el-Muhallâ, I, 66 vd.).
Fürû'dan (amelî ve hukukî hükümlerden) örnekler: Zâhirîlerin usûl ve metodoloji sâhasında önemli tesirler vücûda getiren ve akisler yapan görüşleri tabiî olarak, kaynağını teşkil ettikleri fürûa da tesir etmiş, dört mezhebe uymayan bir çok farklı hükümler getirmiştir. İbn Hazm'ınkinin yanında Dâvud'un da görüşlerini muhtevî bulunan el-Muhallâ'dan bazı örnekler: Evlenmeye gücü yeten her erkeğin ya evlenmesi veya odalık (cariye) edinmesi, eğer gücü yetmiyorsa sık sık oruç tutması farzdır (IX, 440). Bazı sıhhî ârızalar, geçimsizlik, kayıplık ve benzeri sebeplerle hâkimin evlileri ayrıması (tafrîk) câiz değildir; hâkim ancak çiftin evlilik hayatı yaşamalarını haram kılan süt kardeşliği, hısımlık gibi sebeplerle karı, kocayı ayırabilir (IX, 134). Hükümleri, bağlı bulundukları illet ve sebebe göre teşmil etmeyi (ta'lîl, kıyas) ve sedd-i zerîa prensibini reddeden zâhirîlere göre kişinin sağlıklı ve ölümcül hasta iken yaptığı tasarruflar arasında fark yoktur (IX, 348). İlgili nasların âmir hükümleri gereğince kişilerin bir miktar mal vasiyetinde bulunmaları ve hısım akraba arasında, miras mânîleri veya hacb sebebiyle vâris olamayanlar varsa, hassaten onlara mal vasiyet etmeleri farzdır; etmemiş olurlarsa devlet bunu cebrî olarak icrâ eder (IX, 313-316). Hac, zekât, keffâret kabîlinden -Allah hakkı sayılan- borcu bulunan ölünün terikesinden herşeyden önce bu borçlarının karşılığı çıkarılır, sonra sıra kul borçlarına, kefene... gelir (IX, 338, 352). Ana bulunmadığı takdirde nine (cedde) ana gibi vâris olur (X, 272). Miras taksîmi sırasında hazır bulunan, fakat vâris olamayan yakınlara, gönüllerini alacak miktarda mal vermek mecbûridir (IX, 310). Alım-satım akdinde iki namuslu şahit bulundurmak ve satış vâdeli ise yazılı vesikaya bağlamak -imkân dahilinde ise- farz ve şarttır (VIII, 334). Ziraata mahsus arâzînin kiraya verilmesi caiz değildir; arâzî sahibi bizzat ekmediği halde istifade etmek istiyorsa ortakçıya verecektir (VIII, 211-214). Bu sonuncu örnekte İbn Hazm, dört mezhebden başka, zâhiriyye mezhebinin birinci imamı Dâvûd'a da muhâlefet etmiştir. Ribâ ancak hadiste sayılan altı madde (altın, gümüş, buğday, arpa, hurma, tuz) arasında gerçekleşir; diğer maddeler bunlara kıyas edilemez (VIII, 467 v.dd.).
İbn es-Sübkî Tabakat'ında, Dâvûd'un hal tercemesini verirken bir fasıl açarak zâhirîlerin farklı görüşlerinin sünnî fıkıh açısından değerini, fukaha nezdinde mûteber olup olmadığını münâkaşa etmiş, bu mevzûdaki müsbet ve menfî görüşleri naklettikten sonra "icmâa aykırı olmayan" farklı görüşlerinin nazar-ı itibara alınması gerektiği neticesine varmıştır. Ebû-Mansûr el-Bağdadi ile İbn al-Salah da kayıtsız şartsız, zâhiriyye mezhebinin mûteber bir fıkıh sayılacağı görüşündedirler (Kahire, 1964, II, 289-291).
Zâhiriyye mezhebi Dâvûd, oğlu Muhammed ve diğer talebe ve tâbileri tarafından Doğu'da yayılmış, dördüncü asırda İran'da zâhirîler hâkimiyet kurmuşlardır. Sultan Alauddevle zâhirî olduğu için, önemli memuriyetler ve kazâ selahiyeti zâhirîlerin eline geçmiştir. al-Makdisî (v. 507/1113) kendi zamanında dördüncü mezheb olarak, hanbelîlerin yerine zâhirîleri zikretmiştir. (Ebu-Zehra, ayn. esr. s. 267). İbn Farhûn (v. 799/1397), yaşadığı çağda, İran, Kuzey Afrika ve Endülüs'te yayılmış bulunan zâhiriyye mezhebinin zayıflamış olmakla beraber hâlâ devam etmekte olduğunu kaydetmiştir (al-Dîbâcu'l-Muzehheb, Mısır 1351, s. 13). İbn Haldun ise kendi zamanında (v. 808/1405) artık bu mezhebin tâbileri bulunmadığını, tatbikattan kalkıp kitaplara intikal ettiğini zikrediyor (ayn. esr. s. 390) Doğu'da, hanbelî mezhebinin güçlü âlimi İbn Ebî-Ya'lâ (v. 458/1066) zâriyye mezhebine -zamanla yerine hanbelî mezhebini geçirecek olan hücumlarını yaparken Batı'daki muâsırı İbn Hazm, Endülüs ve çevresinde, her güçlüğe göğüs gererek mezhebi yayıyor, müdâfaa ediyor, muhâliflerine sert hücumlarda bulunuyor ve mezhebini ölümsüzleştiren eserlerini kaleme alıyordu. İbn Hazm'in zâhirîliğine müessir hocası Mes'ud b. Süleyman'a (v. 426/1035) kadar Bakıyy b. Mahled (v. 276), İbn Vaddâh (v. 386), Kasim b. Asbağ (v. 340), Münzir b. Sa'îd (v. 355) gibi hadîsçiler Endülüs'e sünneti ve tek mezhebe bağlılık konusunda müsâmahayı sokarak muhiti zâhirî görüşe hazırlamışlardı. (Ebû-Zehra, ayn. esr., s. 268/273).
İbn Hazm'ın hayatı içinde ve ölümünden sonra mezhebi, herhangi bir yerde, bir cemaatin mezhebi olmamış, bu mânada tatbik sâhası bulamamıştır. Ancak günümüze kadar mezhebin şahıslar ve müesseseler üzerindeki tesiri ve bazı büyük âlimler tarafından temsili de inkâr edilemez. Bu cümleden olarak İbn Hazm'in talebelerinden tarih ve hadîs bilgini al-Humaydî, hocasının ölümünden sonra Doğu'ya geçerek onun fikirlerini yaymış, bunun talebesi Muhammed b. Tâhir el-Makdisî de aynı yolu devam ettirmiştir.
Endülüs'ten Horasan'a kadar ilim alış-verişi yaparak seyahat eden ve 633'te Kahire'de ölen Ebu'l-Hattâb b. Dihye, büyük mutasavvıf Muyhiddin b. Arabî zâhirî idiler. Kuzey Afrika'da Muvahhidlerin kurucusu olan İbn Tûmert (v. 534/1130) küçük farklarla zâhiriyye mezhebini temsil etmiştir. Muvahhidî hükümdarı Ebû-Ya'kub Yûsüf (558-580/1163-1184) aynı görüşleri icra safhasına koyarak mâlikî mezhebinin kitaplarını yaktırmış, zâhirî görüşü tatbik ve temsil edebilecek bir nesil yetiştirmek üzere tedbirler almıştır.(13) Mısır (mad. 76-79) ve Suriye (mad. 257) ahvâl-i şahsiyye kanunlarının miras sâhasında, dede yetimi konusuna, zâhiriyye mezhebinin -fürû örnekleri arasında zikredilen- cebrî vasıyet müessesesini kanunlaştırarak çare bulmuş olmaları, ikinci meşrutiyet devrinin çok yönlü kişilerinden Hüseyin Kâzım Kadri'nin (v. 1934), Şeyh Muhsin-i Fânî ez-Zâhirî imzasiyle kaleme aldığı, 260 sayfalık, "Yirminci Asırda İslâmiyet" isimli kitabında, zâhirıyye görüşlerini benimseyerek temsil etmesi, mezhebin günümüze kadar uzanan tesir ve hayatiyetini isbat etmektedir.

 



6. el-Hudârî, age., s. 271.
7. Alman müsteşrik F. Kern tarafından Mısır'da, 1902 yılında kısmen neşredilmiştir.
8. J. Schacht, An Introduction to Islamic Law, trc. M. Dağ, A. Şener, İslâm Hukukuna Giriş, Ankara 1977, s. 74; M. Ebu Zehra, İbn Hazm, Kahire: s. 126.
9. Mulahhasu İbtâli'l-kıyâs ve'r-ra'y ve'l-istihsân ve't-taklîd ve't-ta'lîl, nşr. Sa'îd el-Afgânî, Dimaşk 1960, s.6, 55-68; İbn Hazm, el-Muhallâ, Mısır 1347, I, 60.
10. İbn es-Sübkî, Tabakâtu'ş-Şâfi'iyye, Mısır 1964; II, 286; Târihu Bağdâd, VIII, 370.
11. İbn Hazm, el-İhkâm, nşr. A. Şakir, Kahire ts., 272, 291, 413; Ebû Zehra, İbn Hazm, s. 295.
12. İbn Hazm, el-İhkâm, s. 676, 677; H. Karaman, İslâm Hukukunda İctihâd, Ankara 1975, s. 115-117.
13. Ebû Zehra, age, s. 518 vd. Schacht, age, s. 74; Ali Hasen Abdulkadir, Nazrah 'Ammeh fî Târihi'l-Fıkhı'l-İslâmî, Kahire 1965 s. 299 vd.; Ahmed Emin, Zuhru'l-İslâm, Kahire 1959, III, 53-68; A. Metz, Die Renaissance des İslams, trc. Ebu Rîdah, el-Hadâratü'l-İslâmiyye, Beyrut 1967, I, 330; İ. A. "İbn Hazm", "Dâvud" ve "Zâhiriyye" maddeleri.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

VII- SÜFYAN b. UYEYNE MEZHEBİ:
Süfyân b. Uyeyne b. Meynûn (v. 198/814); Kûfe'de doğdu, sonradan Mekke'ye yerleşti, buranın İmamı olarak şöhret buldu ve burada vefat etti. Çoğu İmam Mâlik'in de üstadları arasında bulunan yetmiş kadar tâbiûndan hadîs öğrenmiştir. Kendisinden hadîs ve fıkıh okuyanlar arasında İbnu'l-Mubârek, Sevrî, Evzâ'î, Şâfi'î, Ahmed b. Hanbel, İbn Ma'în gibi zevat vardır. Şâfiî onun için şöyle demiştir: "Eğer Mâlik ile Süfyân olmasalardı Hicaz ilmi kaybolup giderdi."(14)


VIII- İBN RAHÛYE MEZHEBİ:
İshak b. İbrâhîm (v. 238/853); Merv şehrinden, zamanında Horasan'ın mutlak âlimi ve imamı olarak tanınmıştır, ilim yolunda seyahatler etmiş, zamanının belli başlı âlimlerinden ders almış, kendisinden Ahmed b. Hanbel, -İbn Mâce hariç- meşhur altı hadîs kitabının yazarları hadîs rivayet etmişlerdir. Ahmed b. Hanbel onun için: "İshâk'ın bir benzerini bilmiyorum, bize göre o, müslümanların imamlarından biridir, o mü'minlerin emîri sana bir hadîs rivayet ederse ona sarıl, gerisine bakma." İbn Hacer de onun için: "Fıkıh ve hadîste mü'minlerin emîri (imamı)dır, Şâfiî ile bazı meselelerin münâkaşasını yapmıştır." diyor, Nisâbur'a yerleşmiş ve orada vefat etmiştir.(15)




--------------------------------------------------------------------------------

14. Hacevî, age., C. I, s. 393; Zirikli, age., C. III, s. 159.
15. Hacevî, age., c. II, s. 16; Zirikli age., C. I, s. 284.

 

 

 

 

 

 

 

IX- EBÛ-SEVR MEZHEBİ:
Ebû-Sevr İbrâhîm b. Hâlid (v. 240/854); Bağdatlı, hadîste ve fıkıhta imam, kendisinden Müslim, Ebû-Dâvûd gibi muhaddisler hadîs almışlardır. Önceleri re'y metodu ile ictihad ederken, Şâfiî'nin Bağdâd'a gelmesinden sonra ondan istifade etmiş ve hadîs metoduna yönelmiştir. İmam Mâlik ile Şâfi'î'nin ihtilâf ettikleri meselelere tahsis ettiği bir eserinde daha çok Şâfi'î'nin ictihadını tercih etmiş, bu arada kendi görüşlerine de yer vermiştir. İbnu's-Sübkî onu şâfiî müctehidlerinden sayıyorsa da doğrusu müstakil müctehid olduğudur; Şâfi'î'den istifade etmiş olması, onu taklit etmesini gerektirmemiştir. Kadı Iyad vb. onu müstakil mezheb İmamlarından saymışlar, mezhebinin üçüncü asırdan sonra devam etmediğini kaydetmişlerdir.(16)


X- İbn EYYUB el-ABBÂDÂNÎ MEZHEBİ:
Ebû-Bekr Ahmed b. Süleyman (v. 347/958); Dimaşk'ta doğdu, yetiştikten sonra oraya kadı oldu, Bağdad ve Sâmerrâ'ya gittikten sonra tekrar Dimaşk'a dönmüş ve orada vefat etmiştir. Suriye'de Evzâî mezhebini okutanların sonuncusudur.(17)


IX- İbn EBÎ-LEYLÂ MEZHEBİ:
Muhammed b. Abdurrahmân (v. 148/765); Kûfeli, müstakil müctehid, Emevî ve Abbâsîler zamanında otuz üç yıl Kûfe kadılığı yaptı, hadîste zayıf olduğu söylenmiştir, fakat fıkıhta imam olduğu kesindir. İctihadında re'y metodu hâkimdir. Mezhebi uzun boylu yaşamış, genel ihtilâf kitaplarında zikredilmiştir.

XII- YÛNUS el-EYLÎ MEZHEBİ:
Ebû-Yezîd (v. 159/775); Zührî'nin talebesi ve râvîsi olmuştur, kendisinden el-Leys, Evzâî, İbnu'l-Mubârek, İbn Vehb gibi muhaddisler hadîs almışlardır, kendisi fıkıhtan ziyade hadîs sâhasında tanınmıştır, muhtemelen Mısır'da vefat etmiştir.

 



16. Hacevî, age., S. II, s. 18; Zirikli, age., C. I, s. 30.
17. Buradan itibaren bahsin sonuna kadar sıralanacak olan mezheb sahiplerinin hayat ve eserleri için bak. Prof. Fuat Sezgin, GAS, C. I/3, s. 245-258.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

XIII- İBN YESAR MEZHEBİ:
Muâviye b. Ubeydullah b. Yesâr (v. 170/786); soyu Taberistan'dan, Halîfe Mehdî'nin önce kâtibi, sonra veziri olmuştur, hadîs ve edebiyatta da söz sahibidir. Harâc konusunda eseri vardır.


XIV- YAHYA b. ÂDEM MEZHEBİ:
Yâhya b. Âdem b. Süleyman (v. 203/818); Kûfe'de okudu, Süfyân es-Sevrî ve Şerîk'ten ders aldı, fıkıh, hadîs ve kırâat ilimlerinde ilerledi, Vâsıt'ta vefat etti. el-Harâc konusundaki kitabı ilim ve ictihadını göstermektedir.


XV- ŞURAYH MEZHEBİ:
Ebu'l-Hâris Şurayh b. Yûnus, aslı Merv'den, fakih, müfessir ve muhaddistir, Bağdad'da yaşamıştır, Müslim ve Ebû-Hâtim er-Râzî kendisinden ders almışlardır, 230/849'da vefat eden Şurayh'ın Kazâ konusunda bir eseri mevcuttur.


XVI- NEBÎL MEZHEBİ:
Ebû-Bekr Ahmed b. Amr (v. 287/900); önceleri Basra'da oturmuş, sonra Isfahan'a geçmiş, burada 269-282 yılları arasında kadılık vazifesinde bulunmuştur; zâhirî metodla ictihad eden İmam Nebîl'in fıkıh yanında hadîs ilminde de ileri bir seviyede olduğu tesbit edilmiştir. Birçok kitap yazmış, fakat bunların çoğu, Basra'da, Zenc ihtilâlinde yanmıştır.


XVII- AHMED b. KÂMİL MEZHEBİ:
Ebû-Bekr Ahmed b. Kâmil (v. 350/961); Bağdadlı, önce İbn Cerîr el-Taberî'ye tâbi iken sonradan kendine mahsus bir mezheb sahibi olmuştur, bir müddet Kûfe'de kadılık etmiş olan İbn Kâmil, tefsir ve tarih konularında da önemli bir seviyeyi temsil etmiştir.
Nehrevan'da 390/1000 yılında vefat eden el-Mu'âfâ b. Zekeriyya da zâhiriyye mezhebi yolunda mutlak müctehid olarak zikredilmiştir.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Üçüncü Alt Bölüm
(Sünnî Olmayan Fıkıh Mezhepleri)

Sünnî ve gayr-ı sünnî (bid'at) mezhebler taksimi daha çok itikad ve iman mevzûunda kullanılmaktadır; itikâdî mezhebler tarihine ait kitaplarda bunların -inanç ve dayanaklarına göre- bir çok kısımlara ayrıldığını görüyoruz.
İşte bu gayr-ı sünnî mezheblerden bazılarının fıkıh ve amel sahâsında da değişik prensipleri, usul ve ictihadları vardır. Burada Havâric, Zeydiyye ve İmâmiyye başlıkları altında mezkür mezhebleri kısaca tetkik edeceğiz.

I- HAVÂRİC:
Sıffîn savaşında ortaya çıkan hakem olayı üzerine -bunu kabul ettiği için- Hz. Ali'ye karşı çıkan, anlaşmayı bozarak tekrar savaşmasını isteyen ve kabul ettiremeyince de ondan ayrılarak "Hüküm Allah'ındır, ondan başkası hakem olup hüküm veremez" diyerek Harûrâ'ya çekilen gruba "Havâric" ve "Harûrîyye" denmiştir.
Siyâsî sâhada halîfenin seçimle iş başına gelebileceğini, burada soy, verâset vb. hususların rolü olamayacağını, halîfe kıl ucu kadar Kur'an yolundan ayrılırsa derhal azledileceği ve mürted sayılacağını, şerîate aykırı hususlarla -zaman, imkân gözetmeden- mücadele edilmesi gerektiğini savunan hâricîlerin fıkıh sâhasındaki görüşleri şöylece hulâsa edilebilir:
1- Umûmiyetle takvâyı esas alırlar ve kendi tellâkkilerine göre buna aykırı davranışları fıkıh sâhasında da değerlendirirler: Meselâ taharetin tamam olabilmesi için lisanın da yalandan ve bâtıl sözlerden arınması gerekir. Söz taşımak, kin ve düşmanlık, çirkin (fâhiş) söz de -diğer maddî hususlar gibi- abdesti bozar.
2- Bazılarına göre hükümlerin kaynağı sadece Kur'an-ı Kerîm'dir.
3- İbâdiyye denilen ve uzun zaman Tırablus, Zengibar, Umman gibi yerlerde bulunan bir grup, müslümanların icmâ ettikleri bazı hususları reddetmiş ve bunlara mûhâlif kalmışlardır. Bunun için kendilerine "beşinci mezheb" denmiştir.(1)
4- İbn Kuıeybe'nin naklettiğine göre:
a) Hâricîlerin bir kısmı recim cezasını kabul etmiyor ve câriyeler hakkındaki "bir fuhuş irtikab ederlerse onlara, evli hür kadınlara verdiğiniz cezanın yarısını verin"(2) âyeti ile istidlâl ediyorlar; recim öldürmektir, ölüm ise bölünemez; şu halde recim yoktur...
b) Vârise vasiyet yapılabileceğini ileri sürüyor ve "ana-babaya, akrabaya vasıyet..."(3) âyetini delil olarak gösteriyorlar.
c) Süt ana ve kızkardeşten başka süt hısımları ile evlenmenin memnu olmadığına inanıyorlar.
Bütün bu farklı hüküm ve ictihadları, sünneti kabul etmedikleri ve Kur'an'ın zâhirine dayandıkları için benimsemişlerdir(4).

 



1. Dr. A. Hasen, age., s. 174; s. 174; A. Emin, Duha'l-İslâm, C. III, s. 334 vd.; Fecru'l-İslâm, s. 256 vd.
2. en-Nisâ: 4/25.
3. el-Bakara: 2/180.
4. Te'vilu'-muhtelifi'l-hadis, Mısır, 1326, s. 240 vd.; Krş. el-Makdisî, el-Bed'ü ve't-târih, C. V, s. 121 vd.

 

 

 

 

 

II- ZEYDİYYE:
A- İMAMI:
Zeyd b. Alî Zeynelâbidin b. el-Huseyn b. Alî (v. 122/740); önce babasından, sonra kardeşi Muhammed el-Bâkır ve başkalarından okuyarak yetişti. Bütün İslâm uleması onun ilmi, yüce şahsiyeti ve takvâsı üzerinde ittifak etmişlerdir.

B- TÂBİLERİ ve KİTAPLARI:
Zeydiyye mezhebi iki koldan tedvîn ve neşredilmiştir:
1- İmam Zeyd'in kitapları yoluyla: İmam'ın birçok kitap yazdığı ve talebesine imlâ ettirdiği nakledilmiştir. Bize kadar ulaşan fıkıh ve hadîs mevzuundaki eseri "el-Mecmû"dur. Bu eserin İmam Zeyd'e ait olduğunu kabul edenler olduğu gibi etmiyenler de vardır.(5) el-Mecmû fıkıh bablarına göre tertiplenmiştir. Râvîsi Amr b. Hâlid el-Vâsıtîdir. Kitap bazı zeydî âlimlerince şerhedilmiştir. San'âlı Şerefüddîn el-Haymî'nin (v. 1221/1806) er-Ravdu'n-nâdir ismini verdiği şerhi mutbûdur (Mısır, 1348).
2- Talebesi ve onların talebeleri yoluyla: Pek çok talebesi meyanında dört oğlu "İsâ, Muhammed, Huseyn ve Yahyâ" da vardır.
Zeydiyye mezhebi fukahası arasında şu zevatın da önemli yerleri vardır:
1- el-Hasen b. Alî en-Nâsıru'l-Kebîr (v. 304/916).
2- el-Qâsim b. İbrâhîm er-Rassî (v. 242/856).
3- Qâsim'in torunu el-Hâdî b. Yahyâ b. el-Huseyn: Bu imam hicri 245 yılında Medîne'de doğmuş, 288'de Yemen'e gelmiş, halkın bey'atıyle orada Zeydiyye devletini oluşturmuştur. Kendisi mutlak müctehiddir ve ictihadlarıyle Zeydiyye'nin "Hâdeviyye" kolunu kurmuştur. Hadîs ve fıkhı câmi el-Ahkâm isimli bir eseri vardır. Karâmita ile savaşırken aldığı bir yara neticesinde (298/910)'de şehid olmuştur.
4- el-Bahru'z-zahhâr isimli mukayeseli fıkıh kitabının müellifi Ahmed b. Yahyâ b. el-Murtezâ (v. 840/1436)'da büyük bir zeydî fakihtir. Eseri Mısır'da tab'edilmiştir.

C- MEZHEBİN ESASLARI:
Bu mezhebin usûlünü İmam Zeyd tedvîn etmemiş olmakla beraber tâbileri onun ictihadlarına bakarak tesbit etmişlerdir. Delilleri Kitâb, Sünnet, İcmâ', Kıyas, İstihsan ve Akıl'dır. Akıldan maksatları: Şer'î delillerde hükmü bulunmayan bir meselenin akıl yoluyla -iyi veya kötü, faydalı yahut da zararlı olduğuna hükmedilerek- çözüme bağlanmasıdır.(6)
Bu mezhebde ictihada büyük önem verilmiş, ictihad kapısının kapanması tecviz edilmemiş, birçok müctehid yetişmiş, başka -sünnî- mezheblerden de istifade etmişlerdir. Esasen fürû'da hanefî mezhebi ile birleşen tarafları pek çoktur.

Ayrıldıkları bazı hükümler:
1- Mest üzerine mesih câiz değildir.
2- Gayr-ı müslim'in kestiği yenmez.
3- Ehl-i kitâb kadınlar ile evlenmek câiz değildir.
4- Cenaze namazında beş tekbir alınır.
5- Ezanda "hayye alâ hayri'l-amel" sözü ilâve edilir...(7)
6- Vade farkı ile satım akdi caizdir.
7- Şüf'a hakkı toprakta ve akarda, ortak ve komşu içindir.
8- Karşılıksız bağıştan rucû caizdir.

 



5. Dr. A. Hasen, age., s. 181 vd.
6. M. Ebû-Zehra, el-İmam Zeyd, s. 349-vd., 547.
7. Dr. A. Hasen, Nazratun Âmme..., s. 186; Ebû-Zehra, age, 286 vd.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

III- İMÂMİYYE:
A- İMAMI:
Caferu's-Sâdık b. Muhammed el-Bâkır: Hicrî 80 yılında Medîne'de doğdu ve gerekli ilimleri oradaki âlimlerden tahsil ederek mutlak müctehid mertebesine vâsıl oldu. Aralarında Ebû-Hanife'nin de bulunduğu birçok kimse ondan istifade etmiştir. 68 yaşında iken Medîne'de Hakk'ın rahmetine kavuştu.

B- MEZHEBİN TEDVİNİ:
İmamın günahsız olması ve tayin şekli meselesine verdikleri büyük önemden dolayı "İmâmiyye", İmam Ca'fer'e mensûbiyetlerinden dolayı "Ca'feriyye" ve sonuncusu Muhammed Mehdî olan on iki adet imama bağlı bulunduklarından "İsnâ aşeriyye" denilen bu mezheb sâliklerinin ilk kitabı İmam Mûsâ Kâzım'a aittir (183'te hapishânede vefat etmiştir). Kendisine gönderilen bazı sualleri cevaplandırmak üzere yazdığı bu kitâbın adı "el-Halâl ve'l-haram"dır.
Sonra oğlu Ali er-Rıdâ, "Fıkhu'r-Rıdâ isimli eserini yazmıştır (Tahran'da 1274'te basılmıştır.)
İran'da bu mezhebin kurucusu Ebû-Ca'fer Muhammed, b. el-Hasen el-Kummî'dir (v. 290/903). "Beşâiru'd-derecât fî ulûm-i Âli-Muhammed..." isimli kitâbı 1285'te tab'edilmiştir.
Bundan sonra Muhammed b. Ya'kub el-Küleynî (v. 328/940) gelir. Şîa'nın dördüncü kitâbı sayılan "el-Kâfî fî ilmi'd-dîn"i (16.099) hadîs ihtivâ etmektedir ki hepsi ehl-i beyt kanalından rivâyet edilmiş hadîslerdir.(8)

C- MEZHEBİN HUSÛSİYETLERİ:
Kitâb ve ehl-i beyt yoluyla rivâyet edilmiş sünnetten sonra ictihada baş vuran İmâmiyye, Zeydiyye'nin aksine kıyas ve icmâ'ı kabul etmezler.(9) İctihad kapısını da daima açık tutarlar.
Bu kaidelerin dayanağı şudur:
Allah'ın, ibâdet olsun muâmelât olsun her hadise için bir hükmü vardır. Bunu vahiy yoluyla Hz. Peygamber'e bildirmiştir. Hz. Peygamber hayatında gerekli olanları açıklamış, geri kalanını da "vâsî"lerine bildirmiştir. Ma'sûm imamlar bunlardır; şu halde kıyasa, re'y ictihadına... gerek yoktur. Ca'feriyye'nin "ahbârîler"i böyle derken "usûlîler"i fıkıhta ictihada geniş yer vermişlerdir.
Usûldeki bu derin farka rağmen İmâmiyye'nin, 17 kadar esas meselede sünnî fıkıh mezheblerine muhâlif oldukları ifade edilmiştir.(10) Başlıcaları:
1- Nikâh devamlı olabileceği gibi muvakkat da olabilir (müt'a nikâhı).
2- Boşamada iki âdil şâhid şarttır (et-Talâq: 65/2)
3- Ehl-i kitâb kadınlar ile evlenmek câiz değildir (el-Mümtahine: 60/10).
4- Mirasta öz amca çocuğu, babadan hısım olan amcaya tercih edilir. (Siyâsî kanâatin fıkha te'siri).
5- Hastanın boşaması mu'teber değildir.
6- Sünnî olmayan boşama mu'teber değildir.(11)
7- Bir mecliste (yerde) birden fazla boşamak bir boşama sayılır.(12)

 



8. M. Yûsüf Mûsâ, el-Emvâl...,s. 99. Diğer Ca'ferî fıkıh kitapları için bak A. Zeydân, age., s. 177.
9. Bazı usûlcüleri icmâ ve kıyası kabul etmişlerdir. A. Zeydan, el-Medhal, s. 176.
10. Dr. A. Hasen, age., s. 189.
11. H. K. Mukayeseli İslâm Hukuku, s. 305 vd.
12. Bak. M. H. Alü Kâşif el-ğıtâ, Aslu'ş-şîa ve usûlühâ, Kahire, 1944; A. Emin, Duha'l-İslâm, C. III, s. 254 vd.; H. Karaman, İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, C. II, s. 722 vd.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Dördüncü Alt Bölüm
(Mezheplerin Yayılması)

I- MEZHEPLERİN YAYILMASININ ÂMİLLERİ:
Mezheblerin İslâm dünyasında tutunması, yerleşmesi ve yayılmasının siyasî, ictimâî, iktisadî, medenî âmilleri vardır:
1- Mezheb imamlarının devlet büyükleriyle ilgisi: Meselâ Abbâsîler'den Harûn Raşîd zamanında hanefî Ebû-Yûsuf'un kadı'l-kudât tayin edilmiş olması mezkûr mezhebin yayılmasında âmil olmuştur. İbn Haldûn buna işaretle şöyle diyor: "Irak, Hind, Çin, Mâverâunnehir ve bütün Acem diyarı müslümanları hanefîdir; çünkü Ebû-Hanîfe'nin talebesi Abbâsî halifelerinin dostu olmuş, mezhebi hilâfet merkezinde kabul edilmiştir."(1)
Yahyâ b. Yahyâ, Endülüs'te el-Hakem'in itimadına mazhar olduğu için orada da mâlikî mezhebi yayılmıştır.
2- Hac yolu üzerinde bulunmaları: Kuzey Afrika kıyılarında oturan müslümanlar hac maksadıyle sefer ettiklerinde yolları Medîne'ye uğramış, Mâlik ve tâbileriyle temasa gelerek bu mezhebi benimsemişlerdir.
3- Medeniyet ve kültür seviyesine uygunlukları: Yine İbn Haldûn'un ifadesine göre Mağrib ve Endülüs müslümanlarının medenî seviyeleri Irak'a nisbetle daha sâde ve ibtidâî olduğu için Hicazlıların mezhebi bünyelerine uygun gelmiştir.(2)
4- Güçlü ve itibarlı âlimler tarafından benimsenmesi vb. başka âmiller de vardır.

 



1. Mukaddime, Beyrut, 1879, s. 392.
2. Age., s. 392.

 

 

 

II- MEZHEBLERİN YAYILMASI:
1- Hanefî Mezhebi:
Hanefî mezhebi önce Irak'ta yayıldı. Horasan, Sicistan, Mâverâünnehir gibi Şark memleketlerine hâkim oldu. Kısmen de olsa Taberistan, umumiyetle Azerbaycan, Kafkasya, Tebriz, Rey, Ehvâz (Huzistân) ve İran'da yayıldı. Sind (bugünkü Pakistan)'da hanefîler vardı. Sicistan halkı ile Bengal emirleri de hanefî idiler. Bu mezheb Selçuklu ve Osmanlılar ile, Anadolu ve Balkanlara girdi.
Mısır, hicrî 164 tarihinde Mehdî tarafından oraya kadı tayin edilen İsmâil b. el-Yesa'a kadar bu mezhebi tanımadı. Vakıflar konusundaki hanefî hükümleri Mısırlılara uygun düşmediği için mezkûr kadı azledildi. Sonra da kazâ hanefî, mâlikî, ve şafiî mezhebiyle zaman zaman el değiştirdi.
Kuzey Afrika'nın doğusunda hicrî dördüncü asra kadar hâkim durumda iken yerini mâlikîlere bırakmış, Fas ve Endülüs'te ise tâbileri az olmuştur.
Makdisî'nin haber verdiğine göre Sicilya müslümanlarının da çoğu hanefî idi. Ayrıca Yemen'de de çok sayıda tâbirleri vardı.(3)

2- Mâlikî Mezhebi:
Kadı Iyad (v. 544/1149) Tertîbu'l-medârik isimli eserinde, mâlikî mezhebinin intişârı hakkında oldukça teferruatlı bilgi vermiştir. Buna göre:
Mâlikî mezhebinin beşiği Medîne'dir; bütün Medîneliler bu mezhebe mensub idiler, Hicaz ve Yemen'in bazı mıntıkalarına da buradan yayıldı.
Basra'da İbn Mehdî ve el-Ka'nebî ile tâbileri vasıtasiyle hâkim olan mâlikî mezhebi bilâhare şâfiî mezhebiyle bölgeyi paylaşmıştır.
Bağdad'da Âlü-Hammâd b. Zeyd'in kadılığı esnasında mâlikî mezhebi hâkim hale gelmiş, sonra yerini başkalarına bırakmıştır.
Doğu'da Horasan, Kazvin, Fâris bölgelerinde Yahyâ b. Yahyâ et-Temîmî, Abdullah b. Mübarek gibi zevat vâsıtasıyla yayılan mâlikî mezhebi zamanla bu bölgeleri hanefî, şâfiî ve zâhirî-Dâvûdî (Fâris'te) mezheblerine bırakmıştır.
Suriye'de: Medîne'den sonra mâlikî mezhebi buraya da girmiş, sonra Evzâî mezhebi hâkim olmuş, nihayet diğer mezhebler de yayılmıştır.
Mısır'da: Medîne'den sonra mâlikî mezhebinin ilk bölgesi Mısır olmuş, sonra Şâfiî buraya gelince yerini onun mezhebine terketmiştir.
Kuzey Afrika'nın Doğu ve Batısında önceleri hanefî ve kısmen şâfiî mezhebi yaygın iken Ali b. Ziyâd, İbn el-Eşras, Esed b. el-Fürât, Sehnûn gibi mâlikî fukahâsının gayretleriyle bu mezheb hâkim olmuştur.
Endülüs'te: Fetihten itibaren Evzâî mezhebi benimsenmiş idi. Ziyâd b. Abdurrahman, el-Gâzî b. Kays ve benzerleri İmam Mâlik'e gelip okudu, sonra memleketlerine avdet ederek onu ve mezhebini tanıtmaya başladılar. Melik Hişâm b. Abdurrahman mâlikî mezhebini kabul edip, fetvâ ve kazâyı bu mezhebe bağlayınca artık diğer mezhebler yayılma imkânı bulamadılar. Hatta rasladıkları şâfiî veya hânefîyi memleketten nefyettiklerini Makdisî rivayet etmektedir.

3- Şâfiî Mezhebi:
İmam Şâfiî Mısır'a gelip mâlikîlerden de ayrılınca mezhebi ilk defa burada yayıldı. Selâhaddîn el-Eyyûbî Mısır baş kadılığına şâfiî mezhebinden Abdulmelik b. Devyâs'ı tayin edince şâfiî mezhebi hâkim hale geldi.
Suriye'de Evzâî mezhebi hâkim iken Suriyeli Ebû-Zür'a Muhammed b. Osman Mısır kadısı olunca şâfiî mezhebini Suriye'ye de soktu. Makdisî kendi zamanında (4. asır) Suriye'de daha çok şâfiî fukahâsının bulunduğunu, mâlikî ve davûdîlere raslanmadığını zikretmiştir.
Mâverâünnehir'de şâfiî mezhebi Ebû-Bekir eş-Şâşî el-Kaffal vasıtasiyle yayılmıştır. Doğu'da Taşkent (Şâş), Îlâq, Tûs, Nesâ, Buhârâ, İsferâyîn, Danıkan'da hâkimiyet şâfiîlerindi.
Herat, Sicistân, Nîşâbur ve Serahs taraflarında şâfiîler ve hanefîler, daha çok birincilerin sebebiyet verdiği dâimî bir mücadele ve kavga içinde olmuşlar, kanlar dökülmüş ve zaman zaman devletin müdahalesi zarûrî olmuştur.(4)
Dördüncü asırda İran'da zâhirîler hâkimiyet kurdular. Suntan Adududdevle zâhirî olduğu için birçok memuriyetler ve kadılık bu mezheb sâliklerinin elinde bulunuyordu.
Makdisî kendi zamanında dördüncü mezheb olarak -hanbelîlerin yerine- zâhiriyye mezhebini zikretmiştir. İbn Ferhûn ise kendi zamanında (8. asır) tatbik edilen mezheblerin beşincisi olarak zâhirîleri saymıştır. İbn Haldûn (v. 808/1405) yaşadığı asırda artık zâhirîlerin kalmadığını ifade etmektedir.
Endülüs'te de bir zamanlar zâhiriyye mezhebi hâkim olmuş, hatta "Ya'kub b. Yûsüf b. Abdülmü'min idareyi ele alınca -zâhiriyye mezhebi taassubu ile- bazı mâlikî kitaplarını yaktırmıştır.
5- Hanbelî Mezhebi:
Bu mezheb Bağdad'da doğmuş ve başka yerlerde fazla yayılamamıştır. Bağdad'da şîa ve diğer mezheblerle mücadele ve kavgaları zaman zaman hükümetler için problem olmuştur.
Makdisî'nin nakline göre dördüncü asırda Basra ve Huzistan'da da hanbelîler bulunmuştur.

6- Diğer Mezhebler:
Evzâî mezhebi ikinci asırdan sonra tarihe karışmıştır.
Süfyan es-Sevrî mezhebi İsfehan, Dinever, Bağdad gibi yerlerde birkaç asır yaşamış, beşinci asrın başlarında tâbii kalmamıştır.
Ebû-Sevr mezhebi üçüncü asırda tarihe intikal etmiştir.
İbn Cerîr et-Taberî'ye mensûb "cerîriyye" mezhebi de ancak dördüncü asrın sonlarına kadar yaşamıştır.
Bunlara benzer diğer sünnî fıkıh mezhebleri de zamanla sâlikleri kalmadığı için tatbikattan çekilmiş, ve dördüncü asırdan sonra dört büyük mezheb İslâm dünyasına hâkim olmuştur.(5)

 



3. Dr. A. Hasen, age., s. 295.
4. H. Karaman, İslâm Hukukunda Mezhebler, s. 16 vd.; "İslâm Tarihinde Mezheb Kavgaları), Diyanet Dergisi, C. XIV, s. 1, s. 47-51.
5. İyi bir hulâsa için bak: Dr. A. H. Abdulkadîr, age., s. 292-300.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

III- GÜNÜMÜZDE FIKIH MEZHEBLERİNİN BÖLGELERİ:
Mezheblerin ortaya çıkış ve yayılışlarından günümüze kadar İslâm dünyasının ictimâî ve siyâsî hayatında büyük değişiklikler olmuş, yeni yeni ülkeler doğmuş, büyük göçler olmuş, bu arada mezheblerin bölgeleri de kısmen değişmiştir. Buna göre günümüzde mezheblerin yayılma bölgeleri şöyle bir tablo arzetmektedir:

A- HANEFÎ MEZHEBİ:
Türkiye, Balkanlar, Arnavutluk, Bosna-Hersek, Lehistan, Ukrayna, Kırım, Azerbaycan, Dağıstan, Kafkasya (çerkezlerin mühim bir kısmı), Kazan, Ofa, Ural, Sibirya ve Türkistan Türkleri, Çin, Mançurya, Japonya müslümanları, Afganistan, Horasan, Bülûcistan, Siyâm, Hind, Keşmiş, Pakistan ekseriyetle hanefîdir. Yemen, Aden, Hicaz, Mısır ve Filistin'de az, Suriye ve Irak'ta oldukça çok hanefî vardır. Cezayir ve Tunus'ta da hanefîler mevcuttur.

B- ŞÂFİÎ MEZHEBİ:
Mısır, Suriye, Hicaz ve Filistin'de şâfiîler çoktur. Filipin, Cava, Sumatra ve Siyam müslümanları ekseriyetle şâfiîdir. Dağıstan, Ortaasya'nın kuzeyi ve Doğu Afrika'da bu mezheb yaygındır. Yemen, Aden, Irak, Hind ve Doğu Anadolu'da da şâfiîler vardır.

C- MÂLİKÎ MEZHEBİ:
Libya, Trablus, Tunus, Cezayir, Fas, Merakeş, Sudan, Afrika sahilleri ekseriyetle mâlikîdir. Irak, Suriye, Hicaz ve yukarı Mısır'da da mâlikîler bulunmaktadır.

D- HANBELÎ MEZHEBİ:
Başta Hicaz olmak üzere Irak, Suriye, Filistin ve Mısır'da hanbelîler bulunmaktadır.

E- DİĞER MEZHEBLER:
Şîî-ca'ferîler: İran'da resmî mezheb. Irak, Suriye, Azerbaycan'da oldukça çok, Hatay ve Kars'ta az miktarda şîî-ca'ferî vardır.
Zeydîler: Yemen'in resmî mezhebi zeydîliktir.
İsmâiliyye: Ganj vâdisinde çoğunluktadırlar. Bedehşan, Hozistan, İran, Irak, Suriye, Mısır, Yemen, Pencab, Gücerât, Keşmir, Fas ve Zangibar'da da bağlıları vardır.(6)

 



6. O. Keskinoğlu, İslâm Dünyası, Ank. 1964, s. 28-40.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Beşinci Bölüm
MOĞOL İSTİLÂSINDAN MECELLE'YE KADAR
(Fıkhın Gerileme Çağı)

A- SİYÂSÎ DURUM:
Bağdad'ın Mogollar eline düşmesinden Mecelle'nin tedvîni tarihine kadar (1258/1869) geçen zaman içinde hâkimiyet bakımından İslâm ülkesinin durumuna göz attığımız zaman şöyle bir tablo ile karşılaşırız:
Doğu'dan Harzemşahlar'ı ve Selçuklular'ı silip süpürerek; katliâm, yağma ve tahribin en korkuncunu icrâ ederek ilerleyen Mogollar'dan Cengiz'in oğlu Hulâgû, İran'da Deylem bölgesinde hüküm süren İsmâîlîler'i ve Bağdad Abbâsî Hilâfetini ortadan kaldırmış, Kösedağ muhârebesinden sonra (1243) Anadolu Selçuklu Devletini de kendi nüfuzu altına almıştır (1256). Böylece İran, Irak, Azerbeycan ve kısmen Anadolu İlhanlıların (Batı Mogolları'nın) eline düşmüştür.
Anadolu'da Selçuklular zayıflayıp Mogollar hâkim mevkie gelince XV. asrın ortalarına kadar Anadolu Beylikleri (Türkmen aşîretleri) yer yer müstakil hale gelmişlerdir: Karaman, Germiyan, Eşref, Hâmid, Menteşe, Candar... oğulları.
Anadolu Selçuklu devletinin Batı uçlarında 1299'dan itibaren gelişen Osmanlı Beyliği de bunlardan birisidir. Bu Beylik -zamanla- çığ gibi büyüyerek İran'dan Balkanlar'a, Kırım'dan Kuzey Afrika kıyılarına; Mısır, Suriye, Irak ve Yemen'e kadar hâkimiyetini yayan büyük bir devlet olmuştur.
Doğu'da bir zamanlar Osmanlıların en önemli rakibi olan Timur (1336-1405) Horasan, Kabul, Batı Hindistan, İran, Suriye ve Anadolu'yu fethetmiş, katil ve tahrîb bakımlarından Cengiz ve Hulâgu'ya yaklaşmıştır.
Timur'dan sonra İran çevresinde arka arkaya Karakoyunlu, Akkoyunlu ve Safevîler (1502-1736) hâkim olmuşlardır.
Eyyûbîler'den sonra Mısır, Suriye, Cezîre ve bir kısım Arabistan'a sahib olan Memlûkler, 1250'de Eyyûbî hükümdâr Salih Necmeddin'in, Türklerden tedarik ederek yetiştirdiği kölelerden Aybek tarafından kurulmuş ve 1382 senesine kadar devam etmiştir.
1382'den 1517'ye kadar devam eden Burç Memlûkleri ise Türk Memlûkleri'nin Kahire kışlalarında yetiştirdikleri çerkez ve lâz köleler tarafından kurulmuştur.
1258'de Hulâgû'nun Bağdad'ı tahrib ederek son Abbâsî halîfe Müsta'sım Billâh'ı öldürdüğünü yukarıda kaydetmiştik. Memûk Sultanı Baybars saltanatını güçlendirmek için (659/1261)'de, Suriye'ye kaçmış olan Zâhir bi-emrillah'ın oğlu ve son Bağdad halifesinin amcası Müstansır Billâh'ı halîfe ilân etmiş, böylece Yavuz Selim'in Mısır fethine (1517) kadar devam eden Mısır Abbâsîleri devri başlamıştır.
Beşinci hicrî asrın ortalarında Sicilya Normanların eline geçti, Kayravan Bedevîler tarafından harab edildi. Yine beşinci asırdan başlamak üzere İspanya parça parça müslümanların elinden çıkmaya başladı, nihâyet 1492 mîlâdî yılında tamamen mutaassıp haçlıların eline geçti, Endülüs'te, cebren veya isteyerek hristiyan olanlardan -hatta katolik olanlardan- başka kimse kalmadı, vaktiyle müslümanlardan müsâmaha gören, din ve vicdan hürriyeti elde eden mutaassıp hristiyanlar hâkim olunca kimseye acımadılar, hayat hakkı tanımadılar, büyük katliamlar yaptılar. Avrupa'yı nura kavuşturan bir medeniyeti yok ettiler, müslümanların büyük emeklerle ortaya koydukları kitapları, yarım asır durmadan yaktılar. Böylece diğer merkezlerden sonra veya bir kısmı ile beraber Kuzey Afrika ve Endülüs ilim hayatı da çökmüş oldu.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

B- BU DEVİRDE İCTİHAD ve FIKIH:
Hukukî hayatın ve dolayısıyle hukuk ilminin inkişâfında hâkimiyetin ve siyasî istiklâlin rolü büyüktür. Abbâsî ve Selçuklu hâkimiyetini yıkan Mogollar, İlhanlı hükümdarı Gazan Han'a (1271-1304) kadar devleti Cengiz yasasına göre idare etmişler, şahsî-dinî işlerinde halkı serbest bırakmışlardır. Müslüman halk ise çeşitli fıkıh mezheblerini benimsemiş, -devrin fıkıh bilginleriyle beraber- bunlara taassupla sarılmışlardır.
Bundan önceki devrede gördüğümüz tercîh ve tahrîc selâhiyetine mâlik fıkıh bilginlerinden sonra gelen bu devir fıkıhçılarında takdîd rûhu tam mânasıyle kök salmıştır. Yeniden müstakil veya müntesib içtihâd bir yana, bir mezhebe bağlı müslümanın diğer sünnî-İslâm fıkıh mezhebinden istifadesi, çeşitli mezheb sâliklerinin birbiri ardında namaz kılmalarının cevazı... bile tartışılmıştır.
Mısır Abbâsîleri ve Memlûkler devrinde Mısır, Suriye, Yemen gibi bölgelerde ictihad hareketi yeniden canlanmaya başlamış, ancak bu hareket, teşvik yerine sert reaksiyon görmüş, taassup ve siyasî baskıyı yenememiştir.(1)
Hicrî altınca asrın ortalarından itibaren Kuzey Afrika'da ve özellikle Fas çevresinde yeni bir ictihad hareketi başlatıldı ise de uzun ömürlü olmadı. Hicrî 550 yıllarında bu bölgeye hâkim olan Muvahhid hükümdarı Abdulmümin b. Alî'nin tasarladığı, oğlu ve özellikle torunu Ebû-Yûsüf Ya'kub el-Mensûr (v. 595/1199)'un yürüttüğü bu hareketin seyri şöyle olmuştur: Anılan Muvahhidî yöneticiler, ulemânın ve halkın asıl kaynaklarla alâkalarını kestiklerini ve tamamen -mâlikî müctehidler tarafından yazılmış, fürû (fıkıh) kitaplarına dayandıklarını, bunların dışına çıkmadıklarını görünce halka, bu kitapları okumayı yasaklamışlar, ele geçen bütün fürû kitaplarını yaktırmışlardır. Bunların yerine, on hadîs kitabını (Buhârî, Müslim, Ebû-Dâvûd, Nesâî, Tirmizî, Muvatta', Beyhakî'nin ve Dârekutnî'nin Sünen'leri, Bezzâr ve İbn Ebî-Şeybe'nin Müsnedleri) ele almış, bunlardaki hadîsleri taratmış, konulara göre yazdırmış ve gerek âlimlerin ve gerekse halkın bunları öğrenmelerini, bunlara göre amel etmelerini istemişler, iyi öğrenip uygulayanlara mükâfatlar vermişlerdir. Müellifler, bu hareketin serbest bir ictihad hareketi mi, yoksa kökü siyâsî olan bir "zâhiriyye mezhebine dâvet" hareketi mi olduğu konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Faslı İslâm Hukuk Tarihçisi Hacevî'ye göre bu hareketin başarılı olamamasının sebepleri vardır: a) Cebre dayanmaktadır, zorlamadır. b) Bu harekette, ictihad görünümü içinde bir zâhirî donukluğu vardır. c) Hareketi destekleyen Muvahhidîler dağılmış ve Tunus'ta onların yerine geçenler, geçmişin izlerini silerken bu harekete de karşı çıkmış, kökünü kazımak istemişlerdir.(2)
Bu devirde İslâm ülkesinde yetişen fıkıh bilginlerinin yekdiğeriyle irtibatı kesilmiş, müctehid yetiştiren kitaplar okunmamış ve yazılmamıştır. Son cümleyi biraz daha genişletmek, devrin hususiyetlerini aydınlatması bakımından faydalı olacaktır:

1- Fıkıhçılar Arasındaki İrtibatsızlık:
Önceki devirlerde Horasan'dan Mısır'a, Bağdad'dan Nisâbur'a ve daha uzak yerlere kadar yorulmadan, usanmadan seyahat eden bilginler ve talebeler ilim alış-verişinde bulunuyor, hem kendilerini yetiştiriyor hem de ilmin inkişâfını sağlıyorlardı. Halbuki içinde bulunduğumuz devrin bilhassa sonlarına doğru bu irtibat kesilmiş, ne hac ve ne de başka münasebetlerle temas kurulmamış, böyle bir ihtiyaç hissedilmemiştir.
2- Selef'in Kitaplarına Karşı İlgisizlik:
Gerçek mânasıyla fıkıh bilgini ve müctehid yetiştiren, okuyana ictihad rûhu aşılayan kitaplar; Müctehid imamların (Şâfiî, Mâlik...) ve onların talebelerinin (Muhammed, Ebû-Yûsuf...) ve onları tâkip edenlerin eserleri okunmamış, bunlarla ilgilenen olmamıştır. Himmetler zayıflamış, hedefler küçülmüş, kısa yoldan hazır bilgilerin ezberlenmesi tercih edilmiştir.

3- Müctehid Yetiştirecek Eserlerin Yazılmaması:
Daha önceki devrelerde de geniş eserlerin kısaltıldığı, özetlendiği (ihtisâr) görülmüştür. Fakat bu devirde ihtisar bir mârifet kabul edilmiş, bir kelime ile anlatılacak hükmün iki kelime ile anlatılması kusur sayılmıştır. Bu telakkî, bilmece şeklini almış metinlerin doğmasına sebep olmuş, anlaşılmayan metinlere şerh yazılmış, bunları da hâşiye ve ta'lîkler tâkip etmiştir. Bu metod talebenin ruh ve mânadan lâfza, şekle yönelmesine sebep olmuştur.

4- Hîle ve Te'vîl:
Yürüyen hayata donmuş hükümlerin intibakını sağlamak için ictihad yerine te'vîl ve hîle kapısı kullanılmıştır. Mezheblerin zuhûru devrinde tetkik ettiğimiz "el-hiyel, el-mehâric" yoluyla mezheblerin katı hükümleri yumuşatılmak istenmiş, fakat, çok defâ İslâm'ın rûhundan uzaklaşılmıştır. Ribâ ve tâlâq konusundaki hileleri burada örnek olarak hatırlatabiliriz.(3)

 



1. Bu devir fıkıh bilginlerini ayrıca inceleyeceğimiz yerde, mezkûr teşebbüs ve reaksiyonlardan da örnekler sunmuş olacağız.
2. el-Fikru's-sâmî, C. II, s. 173.
3. el-Hudarî, age., s. 363-369; A. Emin, Zuhrul-İslâm, C. IV, s. 212 vd.

 

 

C- ADLÎ TEŞKİLÂT ve KAZA:
Gazan Han'dan önceki Mogol hâkimiyeti dışında İslâm ülkesinin hâkimiyet bölgelerinde İslâm hukuku (şerîat) tatbik edilmiştir. Tatbikâtın kazâ sâhasındaki(4) teşkilât ve tezâhürü şöyledir:

1- Anadolu Beyliklerinde:
Vilâyet mıntıkalarında adlî işlerle meşgul olmak üzere kadılar bulunurdu. Devlet merkezinde de bütün kadıların mercii olarak büyük bir kadı vardı. Karaman Beyliğinde, aynı zamanda bütün arâzî işlerine bakan kadı-asker de vardı.




--------------------------------------------------------------------------------

4. Corci Zeydan, Medeniyet-i İslâmiye Târihi, trc. Zeki Meğâmiz, İst. Dr. H. İ. Hasen ve A. İ. Hasen, age; İ.A. "Mahkeme" mad.; Prof. İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal, Ank. 1970; Osmanlı Tarihi I, II; Abdurrahman Şeref, Târih-i Osmâniye, İst. 1309; Ahmet Lütfî, Mir'ât-ı Adâlet, İst. 1304.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

2- İlhanlılarda:
Hulagû Han zamanında bütün İslâm teb'anın şer'î ve hukûkî işlerine, müderris ve kadıların tayînine bakmak üzere kadılkudat Şemsüddîn Muhammed Kazvînî vardı. Irak'ın da bir kadı'l-kudatı mevcut idi. Kadılkudat divanı (Dîvân-ı kudât-ı memâlik) hem tedrîs, hem de kazâ sâhalarıyle meşgul olurdu. Kazâî vazîfeleri arasında da iki hasmın mürafaasını yapmak, mahkeme sicil veya zabıtlarını tutmak, hüccet vermek, ukud, münâkehât, kısmet, mîras, zekât ve yetim mallarını muhâfaza etmek gibi şer'î işler vardı. Merkezde ve taşrada kadılkudatın yeteri kadar nâibleri de bulunurdu.
Mogollar müslüman olduktan sonra, İslâm hukuku ile örf ve âdetlere vakıf "hakemî-i memâlik" ismiyle ulemâdan bir vazîfe sahibi de görülmektedir. Bu memur -isterse asker ile sivil arasında olsun- bütün dâvaları şerîate göre karara bağlar ve buna kimse itiraz edemezdi.

3- Karakoyunlu ve Akkoyunlularda:
Devletin adlî ve dînî işlerine kadılar bakardı. Sadr, Sadâret veya Kadıaskerlik diye anılan en yüksek makamın "Dîvan-ı Sadâret" isimli bir meclisi vardı. Ayrıca Kadî-i muasker orduya ait dâvâ ve diğer işlere bakardı.
Vilâyetlerde adlî işlere bakan kadılar ve dînî işlere bakan müftüler vardı. Medreselerin teftişi de dîvan-ı sadârete ait idi.
Akkoyunlular zamanında ulemâ başlarına beyaz sarık sararlardı. Hatta meşhûr âlim Celâleddîn Devvânî (v. 1502) Yakup Han'ın zulme sapması sebebiyle başındaki sarığı çıkarmış ve Han'ın ölümüne kadar sarmamıştır.

4- Memlûklerde:
Eyyûbîlerden beri kadılkudatlık en yüksek dînî makam olup vazîfesi şer'î ve hukukî işlere bakmak ve infaz etmekti. Melik Zâhir Baybars zamanına kadar "kadî-i dâru'l-adl" şâfiî idi. Baybars zamanında 663/1264 tarihinde dört mezheb için dört kadı tâyin edildi. Bunların rütbece en üstünü şâfiî idi ve kadılkudatlar dîvana katılırlardı.
Eyâletlerde de dört mezhebden kadılkudatlar bulunur, her biri kendi mezhebinden kadıları tâyin ederlerdi.
Mısır ve Suriye'de Selahaddîn Eyyûbî'den beri askerin adlî işlerine bakmak üzere kadı-askerler de tâyin edilegelmişlerdi.

5- Osmanlılarda:
Sancak ve daha küçük yerlerin idârî ve adlî işleri kadılara bırakılmış idi.(5) En büyük ilmiye makamı Bursa kadılığı idi. I. Murad zamanında kadı-askerlik makamı ihdas edilince üstünlük bu makama intikal etmiştir. Fâtih zamanının sonlarına doğru işler çoğaldığı için kadı-askerlik Rumeli ve Anadolu olmak üzere ikiye çıkarılmıştır.
Önceleri kadılar fetvâ işleriyle de meşgul olurken Yavuz Selîm zamanında Şeyhülislamlık (meşâhat-i İslâmiyye, müfti'l-enâmlık) ihdâs edilmiş ve bu makam zamanla sadr-ı a'zamlık mertebesiyle bir tutulmuştur. Şeyhulislâm ilmiyyenin reisi ve şer'î mahkemelerin nâzırıdır.

 



5. Karacahisar fethedilince nâmına hutbe okunan I. Osman Dursun Fakih'i kadı tâyin etmiştir. Bu zâtın, Türk asıllı ilk kadı olduğu zikredilmektedir. A. Râsim, Osmanlı Tarihi, 2. B. İst. 1328/1330, C. I, s. 16 vd.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

D- HÜKÜM KAYNAKLARI:
Hüküm kaynaklarından maksadımız hukukun bütün sâhalarında (âmme, husûsî) başvurulan kaynaklar, bağlayıcı kaide ve kanunlardır.
Bu devirde de umûmî olarak, âmme hukûku sahâsında İslâmî esaslar yanında örf-ü âdet ve kânunnâmelerin, husûsî hukuk sahâsında ise fıkıh ve fetvâ kitaplarının kanun mesâbesinde olduğunu söylemek mümkündür.

1- Kanunnâmeler:
İdârî, mâlî, cezâî, muhtelif hukuk sahâlarına ait olmak üzere, vaktiyle padişahların emir ve fermanları ile vâzedilmiş kanun ve nizamları aynen veya hülâsa olarak bir araya toplamak suretiyle tertip edilen mecmûalara "kânunnâme" veya "yasaknâme" denmiştir.
Akkoyunlular, Beylikler ve Memlûkler'den intikal etmiş kanunlar bulunmakla berâber(6) derlenmiş, tipik, en eski kanunnâmelerden bize intikal etmiş olanlar Osmanlılara aittir. Bunların da ilki Fâtih devrinde tertip edilmiştir (1451-1481). Bundan sonra sırayla Kânûnî (1520-1566), Selim II (1566-1574), Ahmed I (1603-1617); Murad IV (1623-1640) devirlerinde tertip edilmiş bulunan kânunnâmeler gelmektedir.
Ayrıca Fâtih, Kânûnî, Mehmed IV ve Abdulmecid zamanlarında çıkarılmış ceza kanunları da bize kadar intikal etmiştir. Her iki kategoride zikredilen kanunnâmelerin çoğu neşredilmiştir.(7)
Padişah kanunlarının meşrûiyet ve muteberliği devrin hâkimiyet telakkisi ile dînin idârecilere verdiği selâhiyetten doğmaktadır. Bilindiği üzere Kur'an-ı Kerîm ülü'l-emre itâati gerekli kılmış(8) ancak bu itâatin Allah ve Resûlüne itâatle çatışmasına izin vermemiş; "Hâlika ısyan ederek mahlûka itâat edilemez"(9) prensibini getirmiştir. İşte bu esaslar dâiresinde hulefâ-i râşidîn devrinden itibâren idâreciler ictihad ve istişâre ile nasların temas etmediği boşlukları doldurmuşlardır. Bu ictihad ve tatbîkat İslâm amme hukukunu inkişâf ettirmiş, kaideler tarih, fıkıh, ahkâm-ı sultâniyye siyaset-i şer'iyye vb. kaynaklarda tesbit edilmiştir. Osmanlı kânunnâmeleri de bunların bir devâmı mâhiyetindedir; farklı tarafları bazı şahsî tutumlar, örf-ü âdet, siyâsî bünye ve zaman farkından neş'et etmiştir. Bu kanunnâmelerin "lâik, şerîate karşı, fıkıh ve fetvâ ile ilgisi bulunmayan" örfî kanunlar olduğu(10) iddiâsına katılmamız mümkün değildir. Selçuklular devrini tetkik ederken de kaydettiğimiz gibi fıkhın veya nasların temas etmediği sâhalarda onlara aykırı olmayan, hattâ onların ışığı altında hazırlanmış bulunan kâidelere ve buna bağlı tatbîkata "şerîate karşı, lâik..." demek mümkün değildir. Çünkü bu kanunlar, J. Schacht'ın da dediği gibi, "hükümlerine karşı gelmemek ve mer'iyete halel vermemek şartıyle dînî hukukun noksanlarını doldurmaya çalışan formel kânunladır."(11) Bunları buyururken padişahlar dîvan üyeleriyle istişâre etmişlerdir; bunlar arasında dâimâ ulemâdan kişiler bulunmuştur. Zaman zaman fetvâya başvurduklarına, fetvâ aldıktan sonra buyurduklarına ait pek çok örnekler mevcuttur.(12)
Bu kanunlara göre hüküm veren ve hükmü icrâ edenler de kadılardır. Fıkıh ve Fetvâ kitapları her devrin ta'zir cezaları ile toprak siyâsetine temas etmediği ve edemiyeceği için kadıların başvuracağı bu nevi kanunlara ihtiyaç duyulmuş, sonra da bunlar tertiplenerek kanunnâmeler vücûda gelmiştir.
Teşrîfat vb. sâhalara ait olan maddeler ise umûmiyetle zaten fıkıh ve fetvâ mevzûu değildir. İsrâf, alkollü içki kullanmak, zulüm gibi bir yasak çiğnenmediği müddetçe serbest (mubâh) sâhaya girmektedir.

 



6. Prof. Barkan, İ. A., "Kânun-nâme" mad. s. 194.
7. Birinci Kategoride yer alan kanunnâmelerin neşri ve muhtevâsı hakkında bilgi için bak. Prof. Barkan, age., "Bibliyoğrafya kısmı"; Prof. A. Akgündüz, Kanunnâmeler; Ceza kanunları için bak. H. Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, s. 162-168.
8. En-Nisâ: 4/59.
9. Buhârî, K. el-Ahkâm, bab; 4; Müslim, K. el-İmâre, nu. 39.
10. Köprülü (İ. A. "Fıkıh" mad.); Barkan, (İ. A. "Kanunnâme" mad.); İnalcık (İ. A. "Mahkeme" mad; Osmanlı Hukukuna Giriş..., SBF Dergisi, C. 13, nu. 2, 1958, s. 102/-126) bu görüştedirler.
11. İ. A. "Mahkeme" mad. Burada "noksanlarını" tâbiri yerine "boşluklarını" demek daha doğrudur; çünkü din bunları âmme menfaati (mesâlih) nâmına kasten açık bırakmış, ihtiyaca göre müslümanlar tarafından doldurulmasını istemiştir. Bu hususu ifâde eden naslar mevcuttur.
12. Bazı örnekler için bak. T. O. E. M. 1332/1916, cüz 38, s. 74 vd.; Prof. M. Tayyib Gökbilgin, İ. A. "Süleyman I." mad., s. 150, 152 vd.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

2- Fıkıh ve Fetvâ Kitapları:
Kadıların hüküm için kanun yerine başvurdukları kaynaklar arasında fıkıh ve fetvâ kitaplarının önemli yerleri vardır. Her bölgede kadıların müracaat edeceği kitapların mezhebi muayyendir. Hattâ bazan kitaplar da tâyin ve tahdit edilmiştir. Müftü ve kadılar için rehber mâhiyetinde yazılan eserlerde (Uqûdü-resmi'l-müftî, Edebu'l-qâdî...) bu nevî tayin ve tahditler üzerinde titizlikle durulmuştur. Umumiyetle hanefî mezhebinin tatbik edildiği Osmanlı ülkesinde kadılar öncelikle "zâhiru'r-rivâye" kitaplarına bakarlar, daha önce tercih edilmiş, kabul edilmiş (müftâ bih, muhtâr), görüşlerin en doğrusu denmiş (esahh-ı akvâl) görüşleri alırlar, böyle olmayan görüş ve ictihadları tercih edemezler.(13) Ancak ülü'l-emr herhangi bir meselede başka bir mezhebin re'yinin alınmasına izin verirse onunla hükmederler.
Fıkıh kitaplarında, kendi sistematiği içinde hukuki meseleler tetkik edilmiştir. Şer'î, hukukî bir mesele ortaya çıkınca bunun hükmünü -muayyen şartlar içinde- mezkür kitaplardan çıkarmakta bazen güçlük vardır. Bu sebeple daha önceden verilmiş cevaplar (fetvâlar) verenler veya başkaları tarafından toplanarak fetva kitapları (kütübü'l-Fetâvâ) meydana getirilmiştir.
Daha önceki devirlerde de tertip edilmiş fetvâ mecmûaları mevcuttur. Osmanlılar devrinde tertip ve tedvin edilmiş olanlarından (89) adedini Bursa'lı Tâhir Bey tesbit etmiştir.(14) Bunlara Zembilli Ali Efendi, İbn Kemâl ve Ebu's-Suûd fetvâlarını da katarsak sayı (92) olur. Mezkûr mecmûalardan (26) adedi Şeyhülislâmlara, birisi de Şeyhzâde Korkut b. Bâyezîd'e (v. 918/1512) aittir. Sultan Muhammed Evrengzîb Bahâdır Âlemgir (v. 1118/1706) zamanında Hindistan'da bir heyet tarafından, hanefî mezhebine göre tertip edilen Fetvâ mecmûası (Âlemgîrriyye, Hindiyye) de çok kullanılmış, meşhûr bir mecmûadır ve altı cilt olarak matbûdur.

E- BAŞLICA FIKIH BİLGİNLERİ VE ESERLERİ:
Sayıları binleri bulan bu devir fıkıhçılarının da ancak önemli ve eser sahibi olanlarını tanıtmağa çalışacak, bu arada hangi derecede olursa olsun ictihad ehliyetine sahip olanlara bilhassa işaret edeceğiz:

1- İbn el-Hâcib:
Cemâlüddin Osman b. Ömer (v. 646/1249), Mısırlı, mâlikî fukahâsından, kürd asıllı, dil ve fıkıh bilginidir.
Eserleri: el-Kâfiye, eş-Şâfiye, Muhtarası'l-fıqh (altmış kitabın hulâsası), Münteha's-sûl ve bunun muhtasarı, Câmi'u'l-ümmehât...

2- İbn Abdisselâm:
Abdulaziz b. Abdisselâm (v. 660/1262); sultânu'l-ulemâ diye anılır, bütün İslâmî ilimler ve hasseten fıkıh, usûl ve arapçada mütebahhir olup mutlak müctehiddir. İbnu'l-Hâcib, onun Gazzâlî'den daha büyük bir fakih olduğunu söylemiştir. Aynı zamanda tasavvufa sülûk etmiş, takvâsı ile meşhur olmuştur. Şam'da doğmuş, Mısır'da vefat etmiştir.
Eserleri: el-Fetâvâ, Muhtesaru'n-nihâye, el-Kavâ'ıd, Şeceretü'l-me'ârif...(15)

3- Ebû-Şâme:
Ebu'l-Qâsim Abdurrahman b. İsmâil (v. 665/1267); Suriyeli, tarih, fıkıh ve hadîs bilgini, el-Eşrefiyye Dâru'l-hadîs'inde hocalık etmiş, "Muhtesaru'l-müemmel..." isimli eserinde bid'atlere ve mezheb taassubuna cephe almıştır.
Eserleri: Kitâbu'r-ravdateyn (Eyyûbîler tarihi), Muhtesaru-Târihi-İbn Asâkir, el-Bâ'is (bid'atlere karşı), Muhtesaru'l-müemmel...(16)

4- el-Karâfî:
Ebu'l-Abbâs Ahmed b. İdrîs (v. 684/1285); İbn Abdisselâm'ın talebelerinden olup Mısırlıdır, mâlikî mezhebinde yetişmiş ve ictihad mertebesine ulaşmıştır.
Eserleri: Envâru'l-büruk fî envâ'i'l-fürûq, el-İhkâm fî temyizi'l-fetâvâ ani'l-ahkâm (fetvâ, kazâ, hilâfet vb. mevzûlarında önemli bir eserdir) ez-Zehîra (mâlikî fıkhı), Şerhu-Tenqîhi'l-füsûl, Şerhu'l-Mahsûl li'r-Râzî, (bu ikisi fıkıh usûlü)...(17)

 



13. Ebu's-Suûd'un Ma'rûzat'ının "Kitabu-Edebi'l-Kâdî" bölümünde kadıların kendi mezheblerindeki "tercih edilmemiş ictihad" ile hükmedemiyecekleri, kezâ dâvalının mezhebinden başkasıyle de hüküm veremiyecekleri tasrîh edilmiştir: "Kudât, Memâlik-i mahmiyyede müddeâ aleyh mezhebine muhâlif hükümden memnunlardır; imzâ ve tenfîz lağvdir."
14. Osmanlı Müellifleri, C. II, İst. 1338, s. 61-64.
15. Süyûtî, Hüsnü'l-muhâdara, C. I, s. 142.
16. İbn el-İmâd, Şezerât, C. V, s. 301; el-Kütübî, Fevâtü'l-vefeyât, C. I, s. 594.
17. Süyûtî, Hüsnü'l-muhâdara, C. I, s. 142.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

5- İbn Dakîkı'l-Iyd:
Muhammed b. Alî b. Vehb (v. 701/1302); Mısırlı, başta İbn Abdisselâm olmak üzere asrının meşhur bilginlerinden ders aldı, önce mâlikî sonra şâfiî mezheblerine intisab ederek bu mezhebleri tetkik eyledi ve ictihad mertebesine ulaştı. İlim ile takvâyı birlikte yürütenlerdendir. Kırk yıl sabah namazından önce uyumamış, ilim, zikir ve teheccüd ile sabahı bulmuştur.
Eserleri: el-İlmâm fî ehâdîsi'l-ahkâm (iki cildde hadislerin bir kısmını şerhetmiş, bu şerh el-Askalânî'nin takdîrini celbetmiştir), "Kitâbu'l-İmam (yirmi cilt olup çoğu kayıptır), el-Iktirâh (hadîs usûlü) Şerhu-Muhtesar-ı İbn el-Hâcib...(18)




--------------------------------------------------------------------------------

18. eş-Şevkânî, el-Bedru't-tâli', C. II, s. 229; es-Süyûtî, age., C. I, s. 143.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

6- Ebu'l-Berekât en-Nesefî:
Abdullah b. Ahmed (v. 710/1310); Mâverâu'n-nehr bölgesinden Sağd'lu, el-Kerderî, Hâherzâde gibi üstadlardan ders aldı, fıkıh, usûl ve hadîste üstad, hanefî, mezhebde müctehid.
Eserleri: el-Vâfî ve şerhi, el-Kâfî (fıkıh), Kenzü'd-deqâık (fıkıh), el-Müstasfâ (fıkıh), el-Menâr (usûl), el-İ'timad (Umde şerhi), el-Medârik (tefsir).(19)

7- İbn er-Rif'a:
Ahmed b. Muhammed (v. 710/1310); Mısırlı, İbn Daqîq gibi üstadlardan ders aldı. Râfiî ve Nevevî gibi şâfiî mezhebinde ehl-i tercih selâhiyetini elde etti. İbn Teymiyye ile münazaraya memur edilmiş, sonunda İbn Teymiyye onun için "Sakalından Şâfiî fıkhı damlayan bir hoca" demiştir.(20)
Eserleri: el-Kifâye fî şerhi't-Tenbih (20 cilt, fıkıh), Şerhu'l-Vesit (Gazzâli'nin bu eserini kısmen şerhetmiştir.) el-Matlab...(21)

8- Necmüddîn et-Tûfî:
Süleyman b. Abdu'l-Kaviy (v. 716/1316); Bağdad'ın Tûf kasabasında doğdu, Suriye ve Mısır'da yetişti, hanbelî mezhebine mensub olmakla beraber kendine mahsus görüşleri vardır. Bir büyük kütüphâne dolusu kitap okumuştur. Mesâlihin nas ve icmâ'a tercih edilmesi gerektiği hakkındaki görüşü tartışmalara sebeb olmuştur. Bir zaman şiâ mezhebinin bazı inançlarını benimsediği için teşhir ve hapsedilmiştir.(22) Fıkıh Usûlü dalındaki eseri üç büyük cilt halinde basılmıştır.

 



19. Luknevî, el-Fevâid, s. 101.
20. Şevkânî İbn er-Rifâa'nın İbn Teymiyye ile yalnızca Şâfiî fıkhında münazara edebileceğini, başka konularda ona denk olmadığını ifade etmiştir. el-Bedr, C. I, s. 115.
21. Süyûtî, age., C. I, s. 145.
22. İbn el-İmâd, Şezerât, C. VI, s. 39; İbn Hacer, ed-Dürar, C. III, s. 249; S. R. el-Bûtî, Davâbitu'l-maslaha, s. 202 vd.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

9- İbn Ruşeyd:
Muhammed b. Ömer (v. 721/1321); Sebte'de doğdu, Fâs, Mısır ve Suriye'ye giderek aralarında İbn Daqîq'in de bulunduğu birçok üstaddan ders aldı ve mezhebde müctehid mertebesine yükseldi.
Eserleri: İzâhu'l-mezâhib... Tercümanu't-terâcim alâ ebvâbi'l-Buhârî, er-Rihle...(23)

10- İbn-ez-Zemelkânî:
Muhammed b. Alî (v. 727/1327); Suriyeli, şâfiî mezhebinde yetişmiş ve ictihad derecesine yücelmiştir.
İbn Teymiyye'nin talâk ve kabir ziyareti ile alâkalı görüşlerine birer reddiyesi ile Minhac üzerine notları (talîq) vardır.(24)

11- İbn Teymiyye:
Takıyuddîn Ahmed b. Abdulhalîm (v. 728/1327); Suriyeli, yirmi yaşına varmadan sayılı âlimlerden olmuş, ders okutmaya ve fetvâ vermeye başlamıştır. Hanbelî mezhebinde yetişmiş sonra mutlak müctehid olarak taklîdi terk etmiştir. Geniş bilgisi, güzel konuşması, hârikulâde hafızası, cesareti ve çok yazmış olması ile meşhurdur. Bazı mutasavvıfların aleyhinde bulunması, Hz. Peygamber vâsıta kılınarak dua edilemiyeceği, bir defada îka edilen (veya araya rucû girmeyen) üç talâkın bir sayılacağı, üç mescidden başka yerlerin ibadet maksadıyle ziyaret edilemiyeceği konularındaki fetvâları sebebiyle işkence görmüş ve uzun zaman hücrelerde, hapishanelerde kalmıştır. Leh ve aleyhinde çok mübâlâğa edilmiş olmakla beraber bilgili ve insaflı İslâm ülemâsına göre İbn Teymiyye büyük bir İslâm âlimi ve mücâhiddir.
Her insan gibi onun da ictihadî hataları olabilir ve vardır; ancak eserlerinden müntağnî kalınamaz. Şeyhulislâm diye anılan İbn Teymiyye doğrudan doğruya veya eserleriyle birçok İslâm büyüğüne hocalık etmiştir.
Binlerce sayfa ve üçyüz kadar cilt tutan eserlerinin bazıları şunlardır: el-Fetâvâ, İbtâlu'l-hiyel, Minhâcü's-sünne (râfizîlere karşı), Muvâfakatü-sarîhi'l-ma'kul li-sahîhi'l-menkul, et-Tevhîd, el-Kader, es-Seyfü'l-meslûl, Iktızâu's-sırâtı'l-mustakîm, es-Siyasetu'ş-şer'iyye.(25)

 



23. Şevkânî, age., C. II, s. 234.
24. Şevkânî, age., C. II, s. 212; Süyûtî, age., C. I, s. 145.
25. İbn Hacer el-Askalânî, ed-Dürar, C. I, s. 155-170; İbn Kesîr, el-Bidaye ve'n-nihâye, C. XIV, s. 132-141; Şevkânî age., C. I, s. 63-71; M. Ebû Zehra, İbn Teymiyye (müstakil biyografya); İbn el-Âlûsî, Cilâu'l-ayneyn; H. Karaman, İslam Hukukunda Mezhebler, s. 23-33; DİA, İbn Teymiyye maddesi. İbn Teymiyye'nin birçok eseri (külliyâtı) Riyad'da 37 cild halinde tabedilmiştir

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

12- İbn Seyyidi'n-nâs:
Ebu'l-Feth Muhammed b. Muhammed (v. 734/1333); İşbileyeli asil bir âileye mennuptur, babası Mısır'a gelmiş, oğlunu küçük yaşından itibâren büyük âlimlere takdîm ve teslim ederek okutmuştur. Aralarında İbn Daqîq'ın da bulunduğu bin kadar üstaddan feyz alan ve şâfiî mezhebine tâbi bulunan İbn Seyyidi'n-nâs hadîs hâfızı, allâme ve müctehidlik derecelerini elde etmiştir.
Eserleri arasında es-Sîratu'n-nebeviyye'si meşhurdur. Tirmizî şerhini tamamlayamamıştır.(26)

13- İbn Kudâme:
Şemsüddîn Muhammed b. Ahmed (v. 744/1343); İbn Teymiyye ve Zehebî gibi zevattan ders almış, genç yaşında (40 yaşında) vefat etmiş olmasına rağmen büyük bilginler arasına girmiş, hanbelî mezhebinin ileri gelen fakihi olmuştur. Zehebî, İbn Kesîr, Mizzî ondan istifade ettiklerini söylemişlerdir.
Eserleri: Kitâbu'l-ahkâm (8 cild), er-Raddu al'es-Sübkî (Sübkî'nin İbn Teymiyye'ye karşı yazdığı reddiyenin reddi), el-Muharrar (İbn Daqîq'ın el-İlmâm'ının muhtesarı, hadîs), el-İlel...(27)
(620/1223)'te vefat eden Abdullah b. Ahmed (İbn Kudâme) de hanbelî müctehid büyük bir bilgindir. el-Muğnî isimli eseri (on cild) meşhurdur. Kendisinden, daha önceki devrede bahsedilmiştir.

14- Ebû Hayyân el-Endelüsî:
Esîruddîn Muhammed b. Yûsuf (v. 745/1344); lügât, gramer ve tefsîr ilimlerinde imamdır. Endülüs, Kuzey Afrika, İskenderiye ve Mısır'da sayısız üstaddan ders almış, kendisinden de çok istifâde edilmiştir. Zâhirî mezhebinde yetişmiş, Şark'a geldiği zaman şâfiî mezhebine intisâb eylemiştir.
Bazı eserleri: el-Bahru'l-muhît (tefsîr), el-Vehhâc Muhtesaru'l-Minhâc, el-Emru'l-ahlâ fi'htisari'l-muhallâ, el-İdrâk li-lisâni'l-etrâk...(28)

15- Sadru'ş-şerî'a:
Ubeydullah b. Mes'ûd (v. 747/1346); geniş bir ilim âilesinden gelmektedir; hikmet, tabîat, din, usûl-i fıkh ve fıkıh sahâlarında tahkîk mahsûlü eserleri vardır. Hânefîdir ve Buhâra'da medfûndur.
Eserleri: Ta'dîlü'l-ulûm, et-Tenqîh ve şerhi et-Tavdîh, Şerhu'l-Viqâye...(29)

 



26. Şevkânî, age., C. II, s. 250; İrşâdu'l-Fühûl, s. 254.
27. Şevkânî, el-Bedr, C. II, s. 108.
28. age, c. II, s. 288.
29. el-Lüknevî, el-Fevâid, s. 109.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

16- el-Udfuvî:
Ca'fer b. Sa'leb (v. 748/1347); Ebû-Hayyân ve İbn Daqîq gibi zevattan istifade ederek yetişmiş, muhakkık bir şâfiî fakihidir. Aynı zamanda şâir ve mûsikîşinastır.
Eserleri: et-İttibâ fî ahkâmi's-semâ', et-Tâliu's-seîd fî târîhi's-Sa'îd...(30)

17- ez-Zehebî:
Muhammed b. Ahmed b. Osman b. Kaymaz (v. 748/1347); aslen Türk olan Zehebî Suriye'de yetişti, İbn Asâkir ve emsalinden ders aldı. Bilhassa hadîs ve târih dallarında âbide eserler verdi. Fıkıh sahasında taklîdi terkedip nassa göre tercil yapanlardandır.
Bazı eserleri: Târihu'l-İslâm, Tabaqâtü'l-huffâz, Tabakatü'l-qurrâ, el-Mizân fî nakdi'r-ricâl...(31)

18- İbn Kayyim:
Şemsüddîn Muhammed b. Ebî-Bekr b. Eyyûb (v. 751/1350); Suriyeli, devrinin ulemasından okumuş sonra İbn Teymiyye'ye intisâb ederek üstadının vefatına kadar (16 yıl) ondan ayrılmamış, beraber hapse girmişler, kırbaçlanarak deve üzerinde teşhir edilmişlerdir. Kendisi hanbelî mezhebinde yetişmiş sonra mutlak müctehid olarak ilmî istiklâl kazanmıştır. İbn Kesîr, İbn Hacer, Şevkânî gibi zevatın onun hakkında takdirkâr sözleri vardır. İlim ile ibâdeti beraber götürenlerdendir. Her sabah namazından sonra güneş yükselinceye kadar Allah'ı zikir ve tefekkür ile meşgul olur "bu benim kahvaltımdır; o olmazsa kuvvetten düşerim" derdi. Eserlerinde çok fasîh ve vâzıh bir lisan kullanmış, ihtilâf ve delillere yer vermiş, kendi tercihlerini açıklamıştır. Kitapları İslâmî ilimlerin temel kaynakları arasındadır.
Bazı eserleri: "Zâdu'l-meâd fî hedyi-Hayri'l-ibâd (siyer ve fıkıh), İ'lâmu'l-muvakkı'în (usûl), İğâsetü'l-Lehfân (bazı dînî ve fıkhî mesâil), Şifâu'l-alîl (kaza-kader), Şerhu-menâzili's-sâirîn (tasavvuf)...(32)

 



30. Şevkânî, age., C. I, s. 182.
31. age, C. II, s. 110.
32. age, C. II, s. 143; İbn Hacer, ed-Dürar, C. IV, s. 21; Ebû-Zehra, İbn Teymiyye, s. 526 vd.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

19- Dâvûd-i Kaysarî:
Şerefüddîn Dâvûd b. Mahmûd (v. 751/1350); İlk Osmanlı ulemasından olup Kayseri'lidir. Memleketinde okuduktan sonra Mısır'a gitmiş, aklî ve naklî ilimleri kâmilen okumuş, Sadruddin Konevî'nin halifelerinden Kemâlüddîn Kaşânî'den de tasavvufa sülûk eylemiştir. Tekrar memleketine dönen Dâvûd, Orhan Gazî tarafından İznik'te yaptırdığı medreseye hoca tayin edilmiş ve hayatını burada tedrîs ve te'lîf ile geçirmiştir.
Fıkha dâir bir eserini görmedim. Hadîs usûlü, tasavvuf ve edebiyat dallarında bir kısmı matbû eserleri vardır.(33)

20- es-Sübkî:
Takıyuddîn Alî b. Abdulkâfî (v. 756/1355); Mısırlı, şâfiî mezhebinde yetişmiş, devrinin ileri gelen ulemâsından okuyarak hemen bütün İslâmî ilimlerde üstâd, fıkıhta ise mutlak müctehid derecesine ulaşmıştır. Tâcüddîn Atâullah el-İskenderânî'den de tasavvufa sülûk eylemiştir. Bazılarına göre Gazzâlî'den üstün olup Süfyân es-Sevrî mertebesindedir. Muhtesaru'l-Kifâye sâhibi İbn en-Naqîb anlatıyor: Mekke'de bazı âlimlerle oturarak aramızda şöyle konuştuk: "Dört mezheb imamından sonra Allah Teâlâ zamanımızda öyle bir müctehid gönderse ki bu zat onların mezheblerini bilse, meselelerini teker teker elden geçirip delillerini inceleyerek kendisine mahsus bir mezheb vücuda getirse günümüz onunla şeref kazanır ve herkes ona boyun eğerdi..." Bu sözleri söyledikten sonra hepimiz mezkür vasfın es-Sübkî'den başkasında bulunmadığında birleştik.
Eserleri: Pek çok ve değerli eserlerinden bazıları: ed-Dürru'n-nazîm (tefsîr), Tekmiletü-Şerhi'l-Mühezzeb li'n-Nevevî, el-İbtihâc fî şerhi'l-Minhâc (eksik), et-Tahqîq fi mes'eleti't-ta'lîq, Raf'u'ş-şiqâq fî mes'eleti't-talâq, el-Fetâvâ (oğlu üç ciltte toplamıştır)...(34)

21- el-İtkaanî:
Emîr Kâtib b. Emir Ömer (v. 758/1357); Fârâb'ın kasabalarından birisi olan İtkanlıdır. Türk ve hanefî fukahâsından olan İtkaanî Mısır ve Bağdad'a gelmiş, burada kadılık etmiş, sonra Suriye'ye geçerek Zehebî'den sonra ez-Zâhiriyye Dâru'l-hadîs'inde müderris olmuştur. Rukû'a varırken ve kalkınca ellerini kaldırarak tekbir alan imama "Ebû-Hanîfe mezhebine göre namazın bâtıldır" demiş ve buna muttali' olan Sübkî de bir reddiye kaleme almıştır. Bundan sonra Suriye'de tutunamayan İtkânî Mısır'a geçmiş ve burada tedrîs ile meşgul olmuştur. Hanefî mezhebine şiddetli bir taassupla bağlı, şâfiîlere düşman, kibirli bir kimse idi.
Hidâye üzerine mufassal bir şerh yazmıştır: Gâyetu'l-beyân. Daha başka kitapları da vardır.(35)

 



33. Taşköprülüzâde, eş-Şekâıku'n-nu'mâniyye fi'l-ulemâi'l-Osmâniyye, yazma nüshamız, vr. 4/a; Bursalı Tâhir, Osmanlı Müellifleri, C. I, s. 67.
34. es-Süyûtî, Hüsnü'l-muhâdara, C. I, s. 145-150.
35. el-Lüknevî, age., s. 50-52; eş-Şevkânî, age., C. I, s. 158.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

22- İbn es-Sübkî:
Tâcüddîn Abdülvehhâb b. Alî b. Abdülkâfî (v. 771/1369); hayat hikâyesi yukarda geçen es-Sübkî'nin oğlu ve ilimde vârisidir. Mısır'da doğmuş, babası, el-Mizzî, ez-Zehebî gibi zevattan ders alıp genç yaşta tedrîs ve te'lîfe başlamıştır. Şam'da müderris ve kadı olan babasına niyâbet ederken kadı olmuş, çok işkenceler görmesine rağmen dürüstlükten ayrılmamıştır. Şâfiî kadısı iken Şâm nâibine yazdığı bir mektupta "Ben bugün İslâm dünyasının müctehidiyim, buna kimse itiraz edemez" demiştir. Çok kıymetli eserleri vardır.
Bazı eserleri: Cem'u'l-cevâmi' (usûl-i fıkh), Şerhu-Muhtesari-İbn-el-Hâcib, Ş. Minhâci'l-Beydâvî, et-Tabaqâtü'ş-şâfiiyyeti'l-kübrâ...)(36)

23- Cemâlüddîn Abdurrahîm b. el-Hasen (v. 772/1370); Mısırlı, hadîs, fıkıh ve usülde mâhir, iyi ahlâk sâhibi bir şâfiî fakihidir.
Eserleri: el-Hidâye ilâ evhâmi'l-kifâye, el-Mühimmât, Zevâidu'l-usûl, Telhisu'r-Râfiî el-Kebîr, Şerhu'l-Minhâc li'n-Nevevî ve'l-Beydâvî...(37)

24- Cemâlüddîn Askarâyî:
Muhammed b. Muhammed (v. 775/1373); Hüdâvendigâr Gazi zamanı Osmanlı ulemasındandır. Soyu meşhur Fahruddîn Râzi'ye ulaşır. Sıhâh-ı Cevherî'yi ezbere bilmeyenlerin hoca olamadığı Karaman Zincirli medresesinde hocalık etmiştir. Ayakta (meşşâiyyûn), revakta (revakıyyûn) ve medresenin içinde okuttuğu üç nevi talebesi olmuştur. Molla Fenârî onun revak talebesindendir. Bursalı Tahir Bey'e göre vefatı hicrî (791) tarihindedir.
Eserleri: Hâşiye ale'l-Keşşâf, Risâle fî cevâzi'd-devr ve's-semâ', Şerhu'l-izâh ve't-Telhîs (maânî), Şerhu-Mecma'i'l-bahrayn ve'l-Mülteqâ (fıkıh), Ahlâk-ı Cemâlî Şerh-i müşkilât-ı Kur'ân ve ehâdis.(38)

 



36. es-Süyûtî, age., C. I, s. 150; eş-Şevkânî, age., C. I, s. 140.
37. eş-Şevkânî, age, C. I, s. 352.
38. el-Lüknevî, age., s. 191; Bursalı Tâhir, age., C. I, s. 265; Taşköprülüzâde, age., vr. 8/b.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

25- el-Bâbertî:
Muhammed b. Muhammed Ekmelüddîn (v. 786/1384); aslen Bayburtlu'dur, Halep ve Kahire'de okumuş, lisan ilimleri ile hadîs ve fıkıhta büyük bilginler sırasına girmiştir. Seyyid Şerîf ve Molla Fenârî'nin hocaları arasındadır. Mezhebi hanefîdir.
Eserleri: Hâşiye ale'l-Keşşâf, Şerhu's-Sirâciyye (ferâiz), el-İnâye fî şerhi'l-Hidâye (matbû, fıkıh), et-Takrîr (Pezdevî'nin usûlü üzerine), Şerhu'l-Menâr, Ş. Muhtasarı-İbn el-Hâcib (ikisi de usûl)...(39)

26- et-Teftâzânî:
Sa'duddîn Mes'ûd b. Ömer (v. 793/1390); Arapça, belâğat, mantık, kelâm ve usûl âlimidir. Horasan şehirlerinden Teftâzân'da doğmuş, Serahs'e yerleşmiş; Timur tarafından neyfedildiği Semerkand'de vefât etmiştir. Mezhebi şâfiîdir. Seyyid Şerîf ile münazaraları meşhurdur.(40) Onaltı yaşında te'lîf hayatına başlamış, birçok eser vermiştir.
Eserleri: Şerhu'l-Aqâid en-Nesefiyye, et-Telvîh (usûl), Şerhu-Meqâsıdı't-tâlibîn...(41)

27- Alâuddîn el-Esved:
Alâuddîn Kara Hoca (v. 800/1397-98); Murad Hüdâvendigâr devri ulemâsından olup Afyonkarahisar'lıdır. İran'da okumuş bu arada Cemâleddîn Aksarâyî'den de istifade etmiştir. Mezhebi hanefîdir.
Eserleri: Şerhu'l-Muğnî (usûl), Şerhu'l-Viqâye (fıkıh)...(42)

28- İbn Arafe:
Muhammed b. Muhammed el-Vergammî (v. 803/1400); mâlikî mezhebinde müctehid (fi'l-mezheb) Mağrib diyârının fakihidir.
Eserleri: el-Mebsût (fıkıh), Muhtesaru'l-Cûfî (feraiz)...(43)

29- el-Bülkînî:
Sirâcüddîn Ömer b. Raslân (v. 805/1403); Mısırlı, hâfızasının kuvveti ve ilminin genişliği ile meşhurdur. Şâfiî mezhebinde yetişmiş, Sübkî, Kazvînî, İbn Cemâ'a gibi zevattan ders almış, ictihad ehliyetini elde etmiştir. Nevevî'nin tercihlerine muhâlif tercihleri olduğu gibi şâfiî mezhebinde bulunmayan tercih ve ictihadları da vardır: Zekât olarak paranın (fülûs) verilebileceğine fetvâ vermiştir. Dört mezheb fukahâsına hadîs okutmuş, çok defa bir hadîs üzerinde yarım gün konuştuğu olmuştur. Sekizinci asrın müceddidi sayılmıştır.
Bazı eserleri: Şerhu'l-Buhârî, Şerhu't-Tirmizî, Hâşiye ale'l-Keşşâf...(44)

 



39. el-Lüknevî, age., s. 195.
40. İntikam iradesi mi gadaba (Teftâzânî) yoksa gadap mı intikam iradesine (Seyyid Şerîf) sebeptir? mes'elesi ile "Allah onların kalblerini ve kulaklarını mühürledi..." âyeti üzerinde münazara etmişler, hasmının galebesine hükmedilmiş, buna çok üzülen Teztâzânî vefat etmiştir.
41. eş-Şevkânî, age., C. II, s. 302.
42. Bursalı Tâhir, age., C. I, s. 351.
43. eş-Şevkânî, age., C. II, s. 255.
44. eş-Şevkânî, age., C. I, s. 506; es-Süyûtî, age., C. I, s. 150.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

30- Zeynüddîn el-Irâkî:
Abdurrahîm b. el-Hüseyn (v. 806/1403); Mısırlı, kürt asıllı, büyük bir hadîs bilginidir (hâfız), Medîne'de üç yıl kadı ve hatîb olarak vazife yapmış, Zâhiriyye ve Kâmiliyye Dâru'l-hadîslerinde hocalık etmiştir. Oğlu Veliyyu'l-Irâqî, arkadaşı Hâfız el-Heysemî ve talebelerinden Hâfız İbn Hacer el-Asqalânî de büyük hadîs bilginleri arasında yer almışlardır.
Bazı eserleri: el-Elfiyye ve Şerhuhâ (hadîs), Tahrîcu-ahâdîsi'l-İhyâ, Tekmiletü-Şerhi't-Tirmizî li'bni Seyyid, Tekmiletü-Şerhi'l-Mühezzeb li'n-Nevevî, Nazmu'l-iktirâh li'bni Daqîq...(45)

31- İbn Berhân:
Ahmed b. Muhammed b. İsmâîl (v. 808/1405); Mısırlı, önce şâfiî iken sonra İbn Teymiyye ve İbn Hazm'ı okumuş, zâhiriyye mezhebine meyletmiştir. Zâhir Berkuk zamanında Kureyş kabilesinden bir halîfenin başa geçmesi isteğiyle baş kaldırdığı için darp ve hapsedilmiştir. Hapiste iken ezberden yazdırdığı bazı risâleleri vardır.(46)

32- Seyyid Şerîf el-Cürcânî:
Alî b. Muhammed (v. 816/1413); Esterâbad'ın Taku nâhiyesinde doğmuş, memleketinde ve Mısır'da okumuştur. Üstadları arasında Mübârekşâh, el-Bâbertî, ders arkadaşları arasında Şeyh Bedruddîn ve Fenârî vardır. Tasavvuf terbiye ve ilmini Şâh Nakşbend'in hâlifesi Alâuddîn el-Attâr el-Buhârî'den almıştır. Timur nezdinde Teftâzânî ile münazaralar yapmış ve üstün gelmiştir. Semerkand'dan sonra tekrar yerleştiği Şiraz'da vefat etmiştir. Mezhebi hanefîdir. Aklî ve naklî ilimlerde üstaddır. Eserleri asırlarca İslâm dünyasının medreselerinde okunmuştur. Arapça Gramer, Mantık, Felsefe, Kelâm ihtisas sahâsıdır.
Bazı eserleri: Metâli', Tevâli', Keşşâf, Mutavvel, Şemsiye, Mevâkıf üzerine hâşiyeler; Şerhu's-Sirâciyye (feraiz), et-Ta'rîfât ve risâleler...(47)

 



45. age, C. I, s. 354.
46. age, C. I, s. 99.
47. el-Lüknevî, age., s. 130-137.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

35- Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddîn:
Mahmud b. İsrâîl (v. 823/1420); Hanefî, kadı ve mutasavvıf, Kütahya civarında Simav'da doğmuş, Konya ve Mısır'da okumuş, tasavvufa intisab ile mürşid olmuş, Tebriz'de Timur'un ikramına mazhar olduktan sonra ebeveyninin bulunduğu Edirne'ye gelerek kadı-asker nasbedilmiştir. Bir jurnal sebebiyle hapsedilmiş, firar ederek Zağra'ya gitmiş, saltanat dâvasında olmakla ittihâm edilerek yakalanmış ve Serez'de idâm edilmiştir.
Eserleri: Letâifu'l-işârât. (İznik'te mahbûs iken te'lîf ve "Teshîl" ismiyle şerhetmiştir, hanefî fıkhına aittir), Câmîu'l-füsûleyn (müâmelâta ait olup el-İmâdî ve el-Üsrûşenî'nin Fusûl isimli eserlerini câmidir), el-Vâridâtu'l-gaybiyye...(51)

36- Molla Fenârî:
Muhammed b. Hamze (veya b. Muhammed) el-Fenârî (v. 834/1431); Kara Alâuddîn, Aksârâyî gibi Türk âlimlerinden okuduktan sonra Mısır'a gitmiş, Bâbertî ve benzerlerinden tahsîlini ikmâl eylemiş, memleketine dönerek Yıldırım zamanında Bursa kadısı olmuş ve onun vezîri mesabesinde bulunmuştur. Bir dâvâda "Sen cemâate devam etmiyorsun" diyerek Yıldırım'ın şâhidliğini kabul etmediği için Sultân, sarayının yakınına bir câmi inşâ ettirerek cemâate devam eder olmuştur. Molla Fenârî ikinci Murat devrinde (1414'te) müftî-i enâm tayin edilmiş ve böylece ilk Osmanlı Şeyhülislâmı olmuştur.
Eserleri: Füsûlü'l-bedâyi' (el-Menâr, el-Bezdevî, el-Mahsûl, Muhtesaru-İbn el-Hâcib gibi eserleri câmi bir usûl kitabıdır ve otuz yılda yazılmıştır), Tefsîru'l-Fâtiha, Nümûzecü'l-ulûm (yüz fenne ait önemli meseleleri muhtevîdir), Şerhu's-Sirâciyye, Hâşiye ale'l-mevâkıf...(52)

 



51. el-Lüknevî, Fevâid, s. 127; Bursalı Tahir, age., C. I, s. 39.
Şeyh Bedreddin'in doğum yeri olarak kaynaklarda iki yer ismi daha zikredilmiştir: 1. Karaağaç ile Dimetoka arasındaki "Samona Kalesi". 2. Bugün Irak sınırları içinde bulunan "Semave".
52. Şevkânî, age., C. II, s. 266; İ. Hâmi Dânişmend, Osmanlı Tarihi Kronolojisi, C. I, s. 141, 433.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

37- İbn Nâcî:
Qâsim b. İsâ b. Nâ
cî (v. 837/1433); mâlikî fukahasından olup Kayrevan'lıdır. Muhtelif yerlerde kadılık etmiştir. Mezhebler arasında tercihler yapacak derecede fakihtir.
Eserleri: Şerhu'l-Müdevvene, Şerhu-Risâleti-İbn Ebî Zeyd, Meşâriku-envâri'l-kulûb...(53)

38- İbn el-Vezîr:
Muhammed b. İbrâhîm (v. 840/1436); Hz. Hasen (r.a.) soyundan gelen Yemenli bir müctehid ve allâmedir. Zamanındaki Yemen ulemasından okuduktan sonra Hicaz'a gelmiş ve Mekke, Medîne bilginlerinden ders alarak yetişmiş, sonunda hem taklidi, hem de zeydîliği terkederek sünnîliği tercih etmiş, usûl ve fürû'da mutlak müctehid olmuştur. Tefsir ve usûl hocası Alî b. Muhammed'in(54) zeydîlik taassubuyla hücumuna karşı yazdığı el-Avâsım mine'l-kavasım isimli eşsiz eseriyle ehl-i sünnet prensiplerini müdafâa etmiştir. Hayatının sonunu uzlet ve ibadetle geçirmiştir.
el-Avâsım'dan başka önemli eserleri şunlardır: er-Ravdu'l-bâsim (el-Avâsım'ın özeti), Îsârul'-hak ale'l-halk, el-Bürhânu'l-Kâtı' fî ma'rifeti's-Sâni', Tercihu-esâlîbil-Kur'an alâ esâlîbi'l-Yunân, et-Tenqîh (şerhiyye beraber iki cilt halinde matbû' hadîs usûlü)...(55)

39- et-Tarablûsî:
İbrâhîm b. Muhammed b. Halîl (v. 841/1437); aslı Trabluslu olup kendisi Suriye'de (Cellûm'da) doğmuştur. Küçük yaşta babası vefat ettiği için anası onu Dimaşk'a getirmiş, kısmen Kur'an-ı Kerîm-i hıfzettirmiş, sonra Haleb'e götürüp yetimler mektebine vermiş, hıfzını ikmal ettirmiştir. Tahsiline devam eden İbrâhîm, fıkhı İbn el-Acemî, Bulqînî, İbn el-Mülakkın; hadîsi bu son iki hocası ile Zeynuddîn el-Irâkî gibi zevattan okumuş, ilim alışverişi için Mısır, iskenderiye, Kudüs, Gazze, Remle, Nablüs, Hama, Trablus, Bâlebek gibi yerleri dolaşmıştır. Kendisi iki yüz kadar üstaddan hadîs, otuz kadar hocadan da diğer ilimleri okuduğunu söylemiştir. Bilhassa hadîs üzerinde çok durmuş, Buhârî'yi altmış, Müslim'i yirmi kere okumuştur. İlim ile takvâyı cem edenlerdendir. Kendisine Haleb'de şâfiî kadılığı teklif edilmiş ve istemediği için ısrar ile kabul ettirilmiştir. Meşhur İbn Hacer onun talebesi arasındadır.
İbn Teymiyye ve benzerlerine düşmanlığı ile tanınan Takıyuddîn Ebû-Bekir b. Muhammed el-Hısnî (v. 829/1426) Haleb'e gelince İbrâhîm b. Muhammed onu ziyarete gitmiş, sohbet esnasında el-Hısnî'ye üstadlarını sormuş; isimlerini aldıktan sonra şöyle demiştir: "İsimlerini saydığın üstadların, İbn Teymiyye'nin veya onun talebesinin köleleridir; sen niçin onun aleyhinde söz ediyorsun?" el-Hısnî cevap vermeden pabuçlarını alıp gitmiştir.
Eserleri: et-Telqîh li-fehmi Qârii's-Sahîh (Buhârî şerhi), Ta'lîk alâ Sünen-i İbn Mâce, el-Muktezâ fî şerhi-elfâzı'ş-Şifâ, et-Teysîr alâ elfiyeti'l-Irâqî, Nihâyetü's-Sü'l fî ruvâti's-sitteti'l-usûl, et-Tebyîn liesmâi'l-müddelisîn...(56)

 



53. el-Ziriklî, el-A'lâm; Fâdıl b. Aşûr, "el-İctihad mâdîh ve hâdıruh" Mecmau'l-bühûs, Kahire, 1964, s. 61.
54. Tecrîdu'l-Keşşâf yazarı olup hicrî 837'de vefât etmiştir.
55. eş-Şevkânî, age., c. III, s. 81-93. Bu tercüme-i hal münasebetiyle Şevkânî'nin yazdığı ictihad hakkındaki makalenin okunmasını tavsiye ederiz.
56. eş-Şevkânî, age., C. I, s. 28-31.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

40- İbn Merzuk:
Muhammed b. Ahmed (v. 842/1438); el-Hâfîd diye anılır. Tilemsanlı mâlikî fukâhasındandır. Hicaz'da ve Doğu'da okuduktan sonra mezhepler arasında tercih ehliyetini hâiz olmuştur.
Pek çok eser vermiştir. Buhârî'yi şerhetmiş, ayrıca Buhârî'nin mükerrerleri üzerine bir eser yazmıştır.(57)

41- el-Bürzülî:
Ebu'l-Qâsım b. Ahmed (v. 844/1440); Kayravanlı mâlikî fukahâsından olup fıkhî derecesi İbn Merzuk gibidir. Tunus'ta fetvâ mercii olmuştur.
Eserleri: Camiu-mesâili'l-ahkâm (fetâvâ), ed-Dîvânu'l-kebîr (fıkıh)...(58)

42- İbn Hacer el-Askalânî:
Ahmed b. Alî (v. 852/1447); Mıs
ır'da doğdu, yetim olarak büyüdü, dokuz yaşında hâfız oldu, devrinin en büyük ulemasından okudu: Kıraati Tenûhî'den, hadîsi el-Irâqî'den, lüğatı Fîrûzâbâdî'den, diğer ulûmu el-İzz b. Cemâ'a, el-Bülqînî ve İbn el-Mülakkın'den okudu. Sonra kendini tamamen hadîs branşına verdi ve bu dalda en büyük ilim mertebesi olan hâkimliğe ulaştı. Eserleri ve bilhassa Buhârî şerhi çok tutulmuş, Timur'un oğlu Şahruh, Sultan Eşref Barsbay vasıtasıyle onun nüshalarını istetmiştir. Pek çok eseri içinde Buhârî şerhi Fethu'l-Bârî, hadîs ricâli konusunda Tehzîbu't-tehzîb ve Lisânu'l-mizân ile el-Müştebih'i beğenir -en çok- bunları yazdıktan sonra tashih etmek imkânı bulduğunu söylerdi.
Sürekli ısrar üzerine kabul ettiği kadılıktan pişman olmuş, yirmi bir sene adâletle ifa ettikten sonra istifâ etmiştir. Mezhebi şâfiîdir.(59)
İbn Hacer çok velûd bir müelliftir. Yukarda isimleri geçen dört büyük eserden başka da önemli kitapları vardır: ed-Düraru'l-kâmine (sekizinci asır ricâli, beş cilt, ayrıca buna zeyil de yazmıştır.), el-İsâbe (sahâbenin hayatı, dört büyük cilt), el-İhkâm li-beyâni-ma fi'l-Kitabi mine'l-ahkâm, Elqâbu'r-ruvât, Takrîbu't-tehzîb, Ta'cilü'l-menfaa (zevâidu'l-erba'a), Bülûğu'l-merâm (ahkâm hadîsleri), Nuhbetü'l-fiker (hadîs usûlü), el-Kavlü'l-müsedded (müsned üzerine), Raf'u'l-ısr an kudâti-Mısr, el-Metâlibu'l-âliye (zevâid)...(60)

 



57. eş-Şevkânî, age., C. II, s. 119; Fâdıl b. Âşûr, age., s. 61.
58. ez-Ziriklî, C. VI, s. 6.
59. eş-Şevkânî, C. I, s. 87.
60. ed-Dürar takdimesi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

43- Aynî:
Bedrüdd'n Mahmûd b. Ahmed (v. 855/1451); hanefî mezhebinde fakih, müverrih ve muhaddis bir allâmedir. Aslı Halebli olmakla beraber kendisi Ayntâb'da doğmuş ve Kahire'de yerleşmiştir. Hükümdarlar nezdinde büyük itibar kazanmış, Kahire'de uzun zaman muhtesib, hanefî kadısı ve habsâneler nâzırı olarak vazife görmüş, sonunda kendini tedrîs, tasnîf ve hadîs tetkiklerine vermiştir.
Eserleri: Umdedu'l-Qârî fî şerhi'l-Buhârî (onbir cilt, matbû'), Meğâni'l-ahyâr fî ricâli-me'âni'l-âsâr (iki cilt), el-Alemu'l-heyyib fî şerhi'l-kelimi't-tayyib (metin İbn Teymiyye'nindir.), Iqdu'l-cumân fî târîh-i ehli'-zemân, Târîhu'l-Bedr, Mebânî'l-ahbâr (Tahâvî'nin meâni'l-âsâr'ının şerhi), Nühabu'l-efkâr (Mebânî'nin tenkîhi, 8 cilt), el-Binâye fî şerhi'l-Hidâye (altı cilt), Ramzü'l-haqâık (kenz şerhi), Şerhu-Sünen-i Ebî-Dâvûd (iki cilt), el-Mesâilü'l-Bedriyye (fıkıh), Târîhu'l-ekâsire (türkçedir)...(61)

 



61. eş-Şevkânî, age., C. II, s. 294; el-Kuraşî, el-Cevâhir, C. II, s. 165; İbn el-İmâd, Şezerât. C. III, s. 286.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

44- İbn el-Hümâm:
el-Kemâl Muhammed b. Abdulvâhid (v. 861/1457); aslen Sivaslıdır, küçük yaşta Kahire'ye gelmiş, bir ara memleketine dönerek orada okumuş, sonra yine Kahire'ye gelmiş İzüddîn b. Abdisselâm, el-Bisâtî, el-Veliyyu'l-Irâqî, el-İzz b. Cemâa, İbn Hacer gibi zevattan okumuş, usûl, tefsîr, fıkıh, ferâiz, hesap, tasavvuf, dil ve debiyat, mantık, cedel, musikî dallarında üstad olmuş ve fıkıhta ictihad ehliyetini elde etmiştir. Sultan Eşref onu Barsbay medresesine müderris tayin etmiş, bunun hoş görülmediğini anlayınca bir dersinden sonra Sultanın giydirdiği hil'ati çıkararak istifâ etmiş ve ısrara rağmen kabul etmemiş, köşesine çekilmiş, emr bi'l-ma'rûf ve nehiy ani'l-münker vazifesine hür olarak devam eylemiştir.
Mezhebi hanefîdir. Fethu'l-Kadîr'de umûmiyetle mezheb taassubundan uzak kalmıştır. Birçok kerameti nakledilmiştir.(62)
Eserleri: Fethu'l-Kadîr (Hidâye'nin en büyük şerhlerinden biridir, ikmâl edemeden vefât etmiş, Kadızâde Şemsüddîn Ahmed (v. 988/1580) tarafından Netâicu'l-efkâr tekmilesi ile tamamlanmıştır), el-Müsâyera (kelâm), et-Tahrîr (fıkıh usülû)...(63)

45- Hızır Bey:
Hızır Beğ b. Celâleddîn (v. 863/1458); babası Seferhisar kadısı olduğundan ilk tahsilini orada yaptı, sonra Molla Fenârî'nin talebesi Molla Yegân'a mülâkî olarak aklî ve naklî ilimlerde kemâle erdi ve müderris oldu. Fâtih zamanında Acemistan'dan gelip Osmanlı ulemâsını âciz bırakan bir âlim ile Sultan huzurunda münazara yaptı ve on altı fenden sorduğu süallere cevap alamıyarak münâzırını mağlûb etti. Mükâfat olarak Fâtih tarafından Bursa'daki dedesinin medresesine müderris tayin edildi. İstanbul fethedilince taht kadısı oldu. Hocazâde ve Hatipzâde gibi talebeleri yetiştirdi. Keşşâf üzerine hâşiyesi ile akaid ve arûz konulu manzum eserleri vardır.(64)

46- Celâlüddîn el-Mahallî:
Muhammed b. Ahmed (v. 864/1459); Kahire'de doğmuş ve burada vefat etmiş, müfessir ve usûlcü bir şâfiî âlimidir. Kendisine "Arapların Teftazânîsi" denmiştir. Hocaları arasında İbn Hacer, el-Bülqînî, el-Veliyyu'l-Irâqî gibi zevat vardır. Hakkı söyler, kimseden çekinmez, vakur ve heybetli, çok zeki bir zat idi. Baş kadılığı defalarca teklif ettilerse de reddetti.
Eserleri: Tefsîru'l-Celâleyn (Süyûtî tamamlamıştır), Kenzü'r-râğibîn (Minhac şerhi), el-Betru't-tâlî' (Cem'u'l-cevâmi' şerhi), Şerhu'l-veraqât (usûl)...(65)

 



62. el-Lüknevî, Fevâid, s. 180.
63. eş-Şevkânî, age., C. II, s. 201.
64. age., s. 70; Taşköprülüzâde, Şekâık, vr. 35/b.
65. İbn el-İmâd, age., C. VII, s. 303; Süyûtî, Hüsnü'l-muhâdara, C. I, s. 252; Şevkânî, age., C. II, s. 115.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

47- İbn Kutlubuğâ:
Zeynüddîn Qâsim b. Kutlubuğâ (v. 879/1474); hanefî fakih, müverrih ve münazaracı. Kahire'de doğdu. Birçok âlim meyanında bilhassa İbn el-Hümâm'dan okudu ve hanefî mezhebinde mütebahhir, münakaşacı bir bilgin oldu. Küçüklüğünden itibaren iftâ tedrîs ve te'lîf ile iştiğal etti.
Eserleri: Hâşiyetü-şerhi'l-Elfiye li'l-Irâqî, Hâşiyetü-şerhi'n-nuhbe, Tertîbu-mesânîd-i Ebî Hanîfe, Şerhu'l-Kudûrî ve'l-Menâr ve'n-niqâye ve Durari'l-bihâr, Tahrîcü-ehâdîsi'l-Hidâye ve'l-Bezdevî, ve'ş-Şifâ..., Tâcü't-terâcim (hanefî fukahâsı), Telhîsu-Devleti't-Türk, Garîbu'l-Kur'ân...(66)

48- Molla Hüsrev:
Muhammed b. Ferâmûz (v. 885/1480) meşhur türk fakîhi ve şeyhulislâm, bir müddet, ümerâdan olan eniştesi Hüsrev'in yanında kaldığı için zamanla "Molla Hüsrev" diye anılır oldu. Sultan Murad zamanında kadıasker, Fâtih devrinde Ayasofya müderrisi ve taht kadısı oldu. Talebesi her sabah bir alay halinde hocalarını evinden câmiye götürür, akşam getirirlerdi. Fâtih, "Zamanın Ebû-Hanîfesidir" diyerek onunla iftihâr ederdi.
Eserleri: el-Gurer ve şerhuhu ed-Dürar, Mirqâtü'l-usûl ve şerhuhu el-Mir'ât, Hâşiye ale'l-Qâdî...(67)

49- Sinan Paşa:
Sinânüddîn Yûsüf b. Hızır Beğ (v. 891/1486); Bursa'da doğru, babası Hızır Beg'den sonra tedrîs ile meşgul oldu. Padişâh'ın emri mucîbince -talebesi Mevlânâ Lutfî vasıtasıyle- Ali Kuşcu'dan riyaziye okudu. Medâris-i semân ve Dâru'l-hadîs müderrisi, Fâtih'in veziri ve hocası oldu, bir ara azil ve hapsedildi, Bâyezid zamanında tekrar ıkbale erdi. Osmanlı edebiyetanın ilk müessislerinden sayılır. Kendine mahsus, güzel bir nesri vardır.
Şakaık'ın nakline göre Sinan Paşa, Şeyh İbn el-Vefâ'ya bağlı idi. İbn el-Vefâ hanefî olduğu halde namazda besmeleyi açıktan okurdu. Müfti'l-enâm Molla Gûrânî İstanbul ulemâsını câmiye topladı, maksadı İbn el-Vefâ'yı mezhebe muhâlif amelden menetmek idi. Meclise Sinan Paşa da geldi ve toplantının sebebini öğrendikten sonra, Molla Gûrânî ile aralarında şu konuşma geçti:
- Beklediğiniz zat gelince "Ben ictihad ettim ve ictihadım besmeleyi açıktan okumamı gerektirdi" derse ne cevap vereceksiniz?
- O müctehid midir?
- Evet! Kur'ân-ı Kerîm'in tefsirini bütün incelikleriyle bilir, kütüb-i sitte ezberindedir, ictihâdın şartlarını ve usul kaidelerini de bilmektedir...
- Sen buna şehâdet eder misin?
- Evet!
- Kalkın arkadaşlar, böyle şâhidi olana itirâz edilemez.
Eserleri: Tazarrûnâme, Tezkîretü'l-evliyâ, Hâşiye ale'l-Kadî, Risâle fi't-tahâre...(68)

 



66. eş-Şevkânî, age., C. II, s. 45; el-Lüknevî, age., s. 99.
67. age, vr. 45/b; el-Lüknevî, age., s. 184.
Molla Hüsrev'in, sonradan ihtidâ eden bir frenk veya rûm âileden geldiğine dair iki rivayet daha vardır. Bak: İslâm Ansiklopedisi.
68. Tapköprülüzâde, age., vr. 73/b.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

50- Hocazâde:
Mustafâ b. Yûsüf (v. 893/1487); Bursa'da doğdu, babası büyük bir tâcir idi, oğlunun ilim ile iştigaline razı olmadığı için diğer çocukları refah içinde iken onu yüzüstü, kitap parası bulamayacak kadar fakir bıraktı. Bu sırada âileyi ziyâret eden bir velî (Şemsüddîn) genç Mustafâ'ya şanlı istikbalini müjdeledi ve kardeşlerinin bir gün kendisine hizmet edeceklerini söyledi, onu ilme teşvik etti. Memleketinin ulemâsından ve bilhassa Hızır Beğ'den okudu, iyi yetişti ve hocasının himmetiyle Sultan Murad ona bir medrese müderrisliği verdi, yevmiye on dirhem alıyordu, yine fakirdi. Bu arada Mevâkıf şerhini ezberledi. Hızır Beg ilmî bir müşkil karşısında Hocazâde'yi kasdederek "akl-ı selîme soralım" derdi. Fâtih tahta geçince ulemâ onun çevresinde toplandı. Hocazâde de gitmek istiyordu, fakat yol parası yoktu. Hâdiminden aldığı ödünç para ile at alarak İstanbul'a geldi ve Vezîr Mahmud Paşa tarafından Sultan'a takdîm olundu, Sultan Edirne'ye gidiyordu, bir yanında Molla Zeyrek ve Seydî Alî, bir yanında da Hocazâde vardı. At üzerinde mübahase yaptırdı, Hocazâde diğerlerini ifhâm etti ve Fâtih'in dikkatini çekti, önce Sultan hocası sonra da kadıasker oldu. Babası oğlunun ikbalini haber alınca diğer çocuklarıyla ziyaretine geldi. Hocazâde onları şehir dışında büyük bir kalabalık ile karşıladı, ziyâfette kardeşleri hizmet etti ve böylece velî Şemsüddîni'n keşfi zâhir oldu.
Hocazâde istemediği halde Mahmud Paşa'nın hasedi yüzünden kadıasker olmuş ve iftâ ile de meşgul olmuşlar. Aynı mesele birkaç kere sorulsa dahi her defasında kitaplara bakar ve şöyle derdi: "Bazen aradığımı kitaplarda bulamıyor, re'yimle fetvâ veriyorum, bu arada birkaç hal şekli düşünüyor, bunlardan birini tercih ediyorum; sonra tekrar kitaplara baktığımda düşündüğüm şekillerden her birini bir imamın benimsemiş olduğunu, tercih ettiğim görüş için de "sahih olan budur, fetvâ buna göre verilir" dendiğini gördüğüm oluyor."
Sultânın muallimi Hâce Hayruddîn ile Efdaluddîn'in bulunduğu bir mecliste Seyyid Şerîf'ten söz açılmış ve onlar Seyyid'e asla itiraz edilemiyeceğinde ittifak etmişlerdi. Hocazâde Seyyid'in de beşer olduğunu, az olmakla beraber hatalarının bulunduğunu söyledi ve itirazları üzerine ezberinden sahîfe ve satır söyleyerek isbat etti.
Eserleri: et-Tehâfüt (Fâtih'in emriyle meşhur Tehâfüt üzerine yazılmıştır), Şerhu'-hidâyeti'l-hikme, Şerhu't-Tavâlî', Hâşiye ale't-Tenqîh...(69)

 



69. Taşköprülüzâde, age., vr. 50-57; eş-Şevkânî, age., C. II, s. 306.

 

 

 

 

 

 

 

 

51- Molla Gûrânî:
Şerefüddîn Ahmed b. İsmâîl (v. 893/1488); aslı Tebrizli(70) arapça meânî ve mantık, tefsîr, usûl gibi ulûmu memleketinde okuduktan sonra Hısnıkeyfâ'ya geldi, Celâl el-Halvânî'den arapça okudu, Bağdad ve Diyâr-i Bekir'den sonra Dımaşk'a gelerek el-Alâu'l-Buhârî'den istifade etti, Beyt-i Makdîs'e uğradı ve Kahire'ye geldi, burada İbn Hacer'den Buhârî'yi ve Irâqî'nin Elfiye şerhini, İbn ez-Zerkeşî'den Müslim'i... okudu. Sultan Cakmak'ın ihtiramına nâil oldu, huzur derslerinde bulundu, zengin oldu. Kendisi şâfiî idi. Ebû-Hanîfe soyundan gelen Hamiduddîn Nu'mânî ile münakaşa etti, sert sözler söyledi ve ecdadına dil uzattı diye sultana şikâyet edildi, muhâkeme sonunda, Sultan huzurunda seksen sopaya mahkûm oldu ve nefyedildi. Molla Yegân tarafından Türkiye'ye getirilen Gûrânî'yi Fâtih'in babası, Hüdâvendigâr medresesine müderris tayin etti. Bu sırada istikbalin Fâtihi şehzâde idi ve gönderilen hocaları kabul etmediğinden Kur'ân-ı Kerîm'i bile hatmetmemişti. Murad, eli sopalı Molla Gûrânî'yi oğluna hoca tayin etti ve sopa ile başlayan ders hatim ile bitti. Fâtih tahta geçince hocasına vezirlik teklif etti ise de kabul ettiremedi ve kadıasker tayin etti.
Molla Gûrânî kadıasker olunca tedrîs ve kazâ mensıblarını -Padişaha arzetmeden- ehli olanlara verdi. Padişah buna ses çıkaramadı, fakat hocasını Bursa evkafını yoluna koydurmak bahanesiyle oraya kadı ve evkaf nazırı olarak gönderdi. Bir müddet sonra Sultan'ın bir hâdimi, bir emirnâme ile Gûrânî'ye geldi. Gürânî emirnâmenin şerîate muhâlif olduğunu görünce yırtıp hâdimin suratına fırlattı. Padişah bunu işitince gazaba geldi ve hocasını Bursa kadılığından azletti. Gûrânî Mısır'a gitti, Sultan Kayıtbay'dan fevkalâde ikram ve ihtiram gördü. Bir müddet sonra pişman olan Fâtih'in davet ve ricası üzerine tekrar Bursa kadılığına, oradan da Şeyhülislâmlık makamına getirildi; yevmiye 200, ayrıca ayda 20 bin, yılda 50 bin dirhem maaşı vardı.
Hiç kimseden çekinmez, hakkı söyler, sultan ve vezirlere isimleriyle hitab eder, ellerini öpmez, huzurlarında eğilmezdi. Fâtih'e sık sık "Yediğin, giydiğin haram, ihtiyatı elden bırakma!" derdi.
Eserleri: Gâyetü'l-emânî fî tefsîri's-seb'i'l-mesânî (Zamahşerî ve Kadî'ye itirazları vardır), ed-Düraru'l-Levâmi' fî şerhi-cem'i'l-cevâmi' li's-Sübkî, el-Kevseru'l-cârî (Buhârî şerhidir, İbn Hacer ve Kirmânî şerhlerini tenkîd etmiştir), Şerhu'l-Kâfiye...(71)

 



70. ez-Ziriklî'nin kaydettiğine göre aslı Şehrîzurludur, kürd neslinden olup lâkabı Şihâbüddîndir, nisbeti de Kevrânî olarak zaptedilmiştir.
71. Taşköprülüzâde, age., vr. 32 vd; eş-Şevkânî, age., C. I, s. 39.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

52- Şeyh İbn el-Vefâ:
Muslihiddîn Mustafâ b. Ahmed (v. 896/1491); ulûm-ı şer'iyyede ictihad mertebesine varmış bir sôfîdir. Fâtih ve Bâyezîd arzularına rağmen kendisiyle görüşememişlerdir. Cuma günleri belîğ hutbeler îrad eder, sonra uzleti ihtiyâr eylerdi. Cehrî namazlarda besmeleyi açıktan okuduğu ve namazda istirâhat kasdiyle oturduğu için ulemânın itirazını Sinan Paşa "ictihadıyle yapmaktadır" diyerek karşılamıştır.(72)

53- Molla Lütfî:
Lutfullah et-Tûqâdî (v. 900/1495); Ulûm-i şer'iyyeyi Sinan Paşa'dan, riyâziyeyi Ali Kuşçu'dan okudu, Sinan Paşa vezir olunca Molla Lutfî'yi saray kütüphânesine tayin etti, bu vazîfe onun geniş bilgi ve mütalâasına vesîle oldu. Sultan Bâyezîd tarafından Bursa Sultan Murad medresesine, sonra Edirne Dâru'l-hadîsine ve medâris-i semâna müderris tayin edildi. Gerek akranını ve gerekse geçiş ulemâyı serbestçe tenkîd ettiğinden çevresinin hasedine uğradı ve kendisini yakından takîbe koyuldular. Devamlı ağlayarak yaptığı Buhârî dersinde "Hz. Alî'nin bir savaşta vücuduna ok saplandığını, acısını hissetmesin diye namaza duruncaya kadar beklediklerini ve namaz kılarken oku çıkardıkları halde hissetmediğini" anlattıktan sonra: İşte hakiki namaz budur, bizimki ise faydasız eğilip doğrulmaktır" dedi... Derste bulunan hasetçiler "Namaz önemsiz bir egilip doğrulmadan ibarettir" dedi diye aleyhinde şâhidlik ettiler. Efdalzâde hükümden istinkâf etti ise Hâtibzâde(73) küfrüne hükmederek idamına karar verdi ve 900 hicrîde idam olundu.
Şerh-i Metâlî', Şerh-i Miftâh üzerine hâşiyeleri, es-Seb'u'ş-şidâd isimli bir risâlesi ile yüz ilimden bâhis bir başka risâlesi vardır.(74)

 



72. Taşköprülüzâde, vr. 97/b. Sinan Paşa'nın hal tercümesine de bakınız.
73. Ali Tûsî ve Hızır Beg'in talebesi, Fâtih devri ulemasından, kibirli ve hasetçi bir kimse idi, 901'de vefat etti.
74. Taşköprülüzâde, age., vr. 111 vd.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

54- Süyûtî:
Abdurrahman b. Ebî-Bekr b. Muhammed (v. 911/1505); şâfiî, müctehid, müverrih, müfessir, hâfız ve edîb. Mısır'da (Esyût'ta) doğdu, aslı Şarktan gelme, beş yaşında yetim kaldı ve Kahire'de yetişti, hocaları arasında Alemuddîn el-Bulqînî, Şerefüddîn el-Münâvî, Takıyüddîn eş-Şiblî, Muhyiddîn el-Kâfiyeci vardır. Şam, Hicaz, Yemen, Hind ve Mağrib ülkelerini dolaştı, birçok ulemâdan icâzet aldı. Bizzat kendisi tefsir, hadîs, fıkıh, nahiv, meânî, beyan ve medî sahalarında mütehassıs ve imam olduğunu söyler, diğer ilimlerden de nasîbi olduğunu ilâve eder. Süyûtî: "Bugün -Allah'a hamdolsun ki- ictihad ilimlerinin hepsini ikmal ettim, bunu ilâhî nimeti anmak için söylüyorum..." diyerek mutlak müctehid olduğunu ilân etmiş(75) ve bu yüzden hasetçi akranının itirazlarına, hakaret ve dedikodularına hedef olmuştur. Kırk yaşında insanlarla ihtilâtı terkederek nil kıyısındaki evine kapanan Süyûtî hayatının sonuna kadar burada kalmış, kitaplarını yazmış, sultanları ve hediyelerini dahi kabul etmemiştir.
Eserleri: İlmin hemen her şubesinde, altı yüz civarındaki eserlerinden bazıları: el-İtqân fî ulûmi'l-Kur'ân, el-Eşbâh ve'n-nezâir (bu isimde iki kitabı vardır; biri arapça, diğeri fıkıh mevzûundadır), Buğyetü'l-vuât (luğat ve nahiv bilginleri), Târîhu'l-hulefâ, Tedrîbu'r-râvî, Tefsîru'l-celâleyn, ed-Durru'lmensûr fi't-tefsîri bi'l-me'sûr, Tenvîru'l-havalik (Muvatta' şerhi), el-Câmiu's-sağîr, el-Câmiu'l-kebîr (hadis), el-Leâli'l-masnûa (mevzu hadisler), Hüsnü'l-muhâdara (Mısır tarihi), yüzlerce risâle ve eserler.(76)

55- Zenbilli Ali Cemâlî Efendi:
Alâuddîn Alî b. Ahmed (v. 923/1526); Şeyhulislâm, aklî ve naklî ilimlerde mütebahhir, müctehid bir zat idi, ilk tahsilini Hamze el-Karamânî'den yaptı. Kudûrî'nin Muhtesarını ezberledikten sonra İstanbul'a geldi, Molla Hüsrev ve Hüsamzâde Muslihiddîn efendilerden okudu, ikincisinin damadı ve muîdi (doçent) oldu, Fâtih kendisine bir medrese vermişti, Vezîr Karamanlı Mehmet Paşa -Sinan Paşa ile alâkasından dolayı- Alî Efendi'yi başka bir medreseye verdi ve maâşını düşürdü, o da tedrîsi terkederek şeyh İbn el-Vefâ dergâhına intisab eyledi. Bâyezîd tahta çıkınca zorla Amasya müftülüğü, Bursa'da müderrislik, sonra medâris-i seman müderrisliği verdi ve şeyhülislâm vefat edince de onu şeyhülislâm nasbetti. Alî Cemâlî Efendi İkinci Bâyezîd devrinin son yılları ile Yavuz devrinde ve Kanûnî'nin ilk yıllarında fâsılasız 22-23 sene bu vazîfede kaldı. Yavuz kendisine kadı-askerlik teklif etti ise "Allah'a söz verdim, ağzımdan "hükmettim" sözü çıkmayacak" diyerek reddetti. Evinin penceresinden bir zenbil sarkıtır, fetvâ sormaya gelen istiftâ kâğıdını zenbîle kor ipini çekerdi, Ali Efendi de derhal zenbili yukarı çeker, fetvâyı yazıp içine koyarak tekrar aşağıya sarkıtır, böylece müsteftînin işini bekletmeden görürdü; bu sebeple kendisine "Zenbilli" denmiştir.
Devamlı Kur'an okur, namaz kılar, ders okutur, cemâati kaçırmazdı. Emr bi'l-ma'rûf nehiy ani'l-münkeri vazîfe bilmişti. Yavuz gibi hiddetli ve şiddetli bir padişahın dahi defalarca karşısına dikilmiş, gayr-i meşru kararlarının icrasına mâni olmuş, "Emr-i saltanata karışma" sözüne "Bu emr-i âhirettir, sultanın uhrevî hayatını gözetmek müftünün vazîfesidir" diye mukabelede bulunmuştur.
İhtiyâr ettiği meseleleri bir cildde toplamış ve adına "el-Muhtâr" demiştir.(77)

 



75. Süyûtî, er-Raddü alâ men ahlede ile'l-ard..., Nusratü'l-müctehidîn, Cezîlü'l-mevâhib gibi risalelerinde ictihad kapısının kapanmıyacağını, her asırda müctehid bulunduğunu isbat etmiş, bu mevzuda birçok muteber âlimden nakiller vermiştir. Bak: Fıkıh usûlü, s. 41; İslâm'da Birlik ve Fıkıh Mezhebleri, s. 171 vd.
76. Hüsnü'l-muhâdara, C. I, s. 155-161; eş-Şevkânî, age., C. I, s. 328 vd.
77. Taşköprîzâde, vr. 112/b; Lüknevî, age., s. 117; eş-Şevkânî, age., C. I, s. 340 vd.

 

 

 

 

56- İbn-i Kemâl:
Ahmed b. Süleyman b. Kemâl (v. 940/1534); müfti's-sekaleyn lâkabıyle anılan büyük âlim ve şeyhülislâm; dedesi umerâdan olduğu için ve ona nisbetle Kemalpaşazâde veya İbn-i Kemâl diye anılır. Önceleri askerliğe heveslendi, Molla Lutfî'nin, vezirlerin üst tarafında oturduğunu ve onlardan fazla ihtirama mazhar olduğunu görünce askerliği terkederek tekrar ilme avdet etti ve Molla Lutfî, Muslihiddin Kastalânî gibi devrinin meşâhîrinden okudu. Önce Edirne'de müderris ve kadı oldu, dâru'l-hadîs ve medâris-i seman müderrisliğinden sonra Yavuz Selîm onu kadı-asker tayin etti. Mısır seferinde beraber bulundu, orada ulemâ ile mübâheseler yaptı ve takdirlerini kazandı. Avdette, atının ayağından sıçrayan çamur padişahın kaftanını kirletmesi üzerine Yavuz'un, kaftanını çıkararak "öldüğü zaman sandukasına örtülmesini" vasiyet ettiği meşhurdur. Alî Cemâlî Efendi vefat edince şeyhülislâm tayin edilmiş, vefatına kadar sekiz yıl bu vazîfede kalmıştır.
Tefsîr, hadîs, fıkıh, tarih, edebiyat gibi konularda 300 kadar küçük büyük eseri vardır. Bu bakımdan muâsırı Süyûtî ile mukayese edilmiş; aklî ilimler ve inceliklere nüfuz bakımından İbn Kemâl, naklî ilimler ve hassaten hadîs sâhasında Süyûtî üstün görülmüştür.
Bazı meserleri: el-Islâh ve'l-îzâh (fıkıh), Tağyîru't-tenqîh (usûl-i fıkıh), Tecvîdu't-tecrîd (kelâm), Hâşiye ale'l-Hidâye ve Tehafüt-i Hâcezâde, Tevârîh-i Âl-i Osman, Yûsüf ve Züleyhâ (onbin beyitlik manzûm roman)...(78)

57- Sa'dî Çelebi:
Sa'dullah Sa'dî b. İsâ (v. 945/1538); aslı Dadaylıdır, çeşitli müderrisliklerde ve İstanbul kadılığında bulunmuş, İbn-i Kemâl'in vefatı üzerine Kanûnî devrinin üçüncü şeyhülislâmı olmuştur. Fetâvâsı ve Kazi üzerine hâşiyesi meşhurdur.(79)

58- Şeyhzâde:
Muhyiddîn Muhammed b. eş-Şeyh Muslihiddîn (v. 951/1544); İzmili, asrının ulemâsından okudu, müderris oldu, sonra evine çekilerek ibâdet, te'lîf ve camide tefsîr rivâyeti ile meşgul oldu. Kazî'nin tefsîri üzerine yazdığı meşhur ve matbû hâşiyesini kaleme alırken müşkilâta maruz kalınca Allah Teâlâ'ya teveccüh ettiğini ve sadrının genişlediğini, peyda olan bir nurdan levh-i mahfûza muttalî olduğunu ve âyetin mânasını oradan aldığını Taşköprizâde kaydetmektedir.
Fıkıhtan Viqâye ve ferâizden Sîrâciyye üzerine şerhleri ve daha başka âsârı vardır.(80)

59- İbrâhîm el-Halebî:
İbrâhîm b. Muhammed (v. 956/1549); aslen Halebli, Haleb'de ve Kahire'de okudu ve bazı meşâyih ile musâbih oldu, bilâhere İstanbul'a geldi, Sa'dî Çelebi'nin bina ettiği Dâr-i kurrâ medresesinde müderris oldu. Tefsîr, hadîs, fıkıh ve kıraatte ihtisası vardır.
Eserleri: Mülteka'l-ebhur, Büğyetü'l-mütehallî fî şerh-i münyeti'l-musallî (halebî-i sağîir diye meşhurdur), Muhtesaru-Fethi'l-Kadîr, Muhtesaru-Tabaqâti'l-hanâbile, Telhîsu'l-Kamûsi'l-muhît, Telhîsu'l-Fetâvâ et-Tâtârhaniyye...(81)




--------------------------------------------------------------------------------

79. Taşköprîzâde, vr. 158/b.
80. Taşköprîzâde, vr. 149/b.
81. Keşfu'z-zünûn, C. II, s. 1814; Ahmed Hilmi, Ziyârât-i evliyâ, İst. 1325, s. 42-46.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

60- İbn Nüceym:
Zeynüddîn b. İbrâhîm (v. 970/1563); Mısırlı, hanefî fakih. Şeref el-Bulqînî, Şihâb eş-Şelebî gibi üstadlardan okudu, iftâ ve tedrîs icazetleri aldı, tasavvufa da sülûk eyledi; Şa'rânî onun ilim ve ahlâkını övmektedir. Ehl-i tahkik bir fakihdir.
Eserleri: el-Bahru'r-râık (Kenz şerhi), Şerhu'l-Menâr (usûl), el-Eşbâh ve'n-nezâir (usûl, kavâid, fürû', füruk, lüğaz vb.), Resâil (43 risâlesi bir arada matbûdur)...(82)

61- Ebu's-Suûd:
Muhammed b. Muhammed b. Muhyiddîn el-İmâdî (v. 982/1574); büyük âlim, şeyhülislâm, müctehid ve müfessirdir. Babası ulemâdan olup İskiliplidir. Kendisi İstanbul'un Müderris köyünde doğdu, önce babasından okudu sonra Müeyyedzâde'nin talebesi oldu, tahsilini ilkmalden sonra 17 yıl çeşitli medreselerde müderrislik yaptı, 1532'de Bursa, 1534'te İstanbul kadısı ve 1537'de Rumeli kadı-askerliğine getirildi. 8 sene 2 ay bu büyük vazîfeyi ifâ ettikten sonra şeyhülislâm ve müfti'l-enâm oldu; 21 sene Kanûnî, 7 sene 11 ay da İkinci Selim devirlerinde bu yüce makamda kaldı ve 23 Ağustos 1574 yılında âhirete intikal eyledi. Ebu's-Suûd İslâm dünyasının en büyük ulemâsı ve Osmanlı devletinin en şanlı şeyhülislâmları arasındadır. Tefsîr ve fıkıhta üstün bir ilmî kudret sahibidir. Tercîh, tahrîc ve mesâilde ictihadlar yapmıştır. Osmanlı kanunnâmelerinin şer'i-şerife intikabında onun payı büyüktür.
Eserleri: İrşâdü'l-aklı's-selîm ilâ mezâyâ el-Kitâbi'l-Kerîm (en muteber dirâyet tefsirlerinden biridir), Fâtâvâ, Risâle Fi'l-mesh, Risâle fî mesâili'l-vuqûf, Kıssatü-Hârût ve Mârût, Ma'rûzât...(83)

62- Konyalı Hâmid Mahmûd Efendi:
Hâmid Mahmûd b. Muhammed (v. 985/1577); Konya'da doğdu, babası Yeni Şehir kadısı idi, ilk tahsilini ondan yaptı, sonra İstanbul'a gelerek devrin meşhur ulemâsından okudu, şeyhülislâm Çivizâde'nin (1539-1542) dâmâdı oldu. Manisa müftiliği, müderrislik, Şam kadılığı, Mısır kadılığı, Ayasofya müderrisliği, Bursa ve İstanbul kadılığı vazîfelerinde bulundu, sonra Rumeli kadı-askerliğine tayin edildi. 9 sene 3 ay bu vazîfeyi ehliyetle deruhte ettikten sonra içki yasağı yüzünden azledildi. Kanûnî hayatının sonuna doğru içki yasağı koymuştu. Oğlu sarhoş Selim -tahta çıkınca- Zigetvar dönüşünde at üstünde Anadolu ve Rumeli Kadı-askerleriyle sohbet ediyordu, her iki kadı-asker: "Şarabı babanız merhum kaldırmışlar idi, bolayki sizun zaman-ı şerîfinizde dahî memnû' olaydı!" demeleri üzerine Semendere konağında İkinci Selim tarafından azledildiler. 7 yıl 9 ay 22 gün menkûbiyetten sonra Ebu's-Suûd'un vefatı üzerine bu büyük boşluğu Sultan ancak Hâmid Efendiyle doldurabildi ve Şeyhülislâm olan Hâmid Efendi 4 ay İkinci Selim, 2 sene 9 ay 24 gün de Üçüncü Murad devirlerinde bu vazîfeyi yürüttü.
Meşhur eseri, fetâvâsını muhtevî bulunan "Fetâvâ-yı Hâmidiyye"dir.(84)

 



82. Lüknevî, age, s. 134. Ömer b. İbrâhîm b. Nüceym (v. 1005/1596) İbrâhîm'in kardeşi olup bu da hanefî fukahâsındandır; en-Nehru'l-Fâık'ta hocası ve kardeşi İbrâhîm'in eserini tenkid etmiştir.
83. İbn el-İmâd, Şezerât, C. VIII, s. 398; Lüknevî, age., s. 81; İ. Hâmî, age., C. II, s. 417, 433.
84. İ. Hâmî, age., C. II, s. 434.

 

 

 

 

 

63- Hoca Sa'düddîn Efendi:
Sa'düddîn b. Hasen Can (1008/1599); Üçüncü Mehmed devri şeyhülislâmlarından, âlim, müverrih ve edîb bir zat olup Yavuz Sultan Selîm'in nedîmi Hasan Can'ın oğludur. İstanbul'da doğmuş, devrinin ünlü âlimlerinden okuduktan sonra Mağnisa'da vâlî bulunan Şeyhzâde Üçüncü Murad'ın hocalığına tayin edilmiş, "hâce-i sultânî" ve "reîsü'l-ulemâ" olmuştur.(85) Üçüncü Mehmed tahta geçince onun da hocası olmuştur. Eğri seferindeki Haçova meydan muharebesinde, ümitsizliğe düşerek kaçmağa hazırlanan Üçüncü Mehmed'e: "Pâdişahum lâzım olan yerinüzde sâbit ve ber-karar olmakdur; cengün hali budur; ecdâd-ı ızâmunuz zamanında olan tabur muharebeleri ekser böyle vaki olmuştur, mu'cizât-ı Muhammed aleyhisselâm ile inşâallahu teâlâ fırsat-ı nusrât ehl-i İslâm'undur! Hâtır-ı şerifünüz hoş tutun!" diyerek firarını önleyen ve harbin gidişini mağlûbiyetten galibiyete çeviren mücahid de Hoca Sa'düddîn Efendidir.(86)
Eserleri: Tâcü't-terâvîh, Selîm-nâme, Lârî Tercemesi, Risâle-i Kuşeyriye ve bazı hâşiyeler.(87)

 



85. O devirde bu makam meşîhate muâdil olup, azil ve nasba selâhiyeti vardır.
86. İ. Hâmî, age., C. III, s. 175 vd.
87. Bursalı Tâhir, age., C. III, s. 66; İ. Hâmî, age., C. II, s. 526.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

64- Aliyyu'l-Kaarî:
Alî b. Muhammed Sultân (v. 1014/1606); onuncu asır sonunun müceddidlerinden ve hanefî fukahâsının büyüklerindendir. Herat'ta doğdu, Mekke'ye geldi, İbn Hacer el-Mekkî, es-Sindî, Ebu'l-Hasen el-Bekrî gibi zevattan okudu. Her yıl bir mushaf yazdığı, kenarına kıraât ve tefsîre ait notlar koyduğu, bunu satarak geçindiği nakledilmiştir. Pek çok ve faydalı eseri vardır. Şâfiî, Mâlik gibi imamlara itiraz ettiği için tenkid edilmiştir.
Bazı eserler: el-Mirqât fî şerhi'l-mişkât (beş cilt), Tefsîru'l-Kur'an (üç cilt), el-Esmâru'l-ceniyye (hanefîler), Şerhu'l-Muvatta' li-Muhammed; Şerhu'ş-Şifâ, Şerhu'ş-Şemâil, en-Nâmûs (Kamus muhtesarı), el-Erbeûn (çeşitli mevzularda kırk hadîsler), Şerhu'l-fıkhıl-ekber, Ş. el-Emâlî, Ş. Ayni'l-ilm (İhyâ muhtesarı), Fethu-bâbi'l-İnâye (Nikaye şerhi)...(88)

65- İmam İbn er-Raşîd:
el-Qâsim b. Muhammed (v. 1029/1620); Yemen Kasimiyye devletinin müessisi, müctehid ve mücahid bir zattır. Bazı Osmanlı ümerâsının zulmü üzerine baş kaldırmış, uzun zaman güç şartlar altında çete muharebesi yapmış, sonunda elinde bulunan dağlık bölge kendisinde kalmak üzere sulh yapılmış, vefatından sonra evlâdı bütün Yemen'i ele geçirerek Kasimiyye hânedanının iktidarını temin etmişlerdir.
Siyasetle ilmi birleştiren İmam el-Qâsim'in ehl-i beyt hadisleri ile muteber hadis mecmûlarının muhtevâlarını câmi, ictihadına göre izahlı "el-İ'tisâm" isimli eseri meşhurdur. Vefatından sonra Ahmed b. Yûsüf (v. 1252/1868) tarafından tamamlanmıştır. Ayrıca akaide dair el-Esas'ı ile el-İrşâd isimli bir risâlesi mevcuttur.(89)

66- Hayruddîn er-Ramlî:
Hayruddîn b. Ahmed (v. 1081/1671); Filistin'in Remle bölgesinde doğdu, 1008'de Mısır'a gelerek el-Ezher'de altı yıl kaldı, sonra memleketine avdet etti, iftâ ve tedrîs ile meşgul oldu. Fıkıh'ta derecesi Ebu's-Suûd gibidir. Önce şâfiî iken ağabeyinin isteği üzerine hanefî olmuştur. Şâfiîliği terketmeden önce İmam Şâfiî'nin kabri üzerine bir kâğıt bırakarak izin istediği ve rüyâsında İmam'ın: "Hepimiz doğru yol üzerindeyiz" dediği nakledilmiştir.
Eserleri: el-Kenz, el-Eşbâh ve'n-nezâir, Mazharu'l-haqâık (Bah-i râık şerhi), el-Fetâvâ'l-Hayriyye...(90)

 



88. Lüknevî, age., s. 8; eş-Şevkânî, age., C. I, s. 445.
89. eş-Şevkânî, age., s. 47-50.
90. el-Muhibbî, Hülâsatü'l-eser, C. II, s. 134-140.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

67- Bolevî Mustafa Efendi:
Mustafa b. Ahmed (v. 1086/1675); Dördüncü Mehmed devri şeyhülislâmlarından olan Mustafa Efendi Bolu'lu tüccardan Ahmed Efendi'nin oğludur. İlmi yanında üstün ahlâkı, sağlam seciyesi ve cesaretiyle meşhurdur. Köprülü Mehmed paşa rekabet yüzünden Girid'in şanlı serdârı Deli Hüseyin Paşa'yı idam ettirmek için Mustafa Efendi'den Fetvâ istemiş fakat alamamış(91) ve bu yüzden ona kin bağlamıştır. Mehmed Paşa'nın çeşitli iftiralarla Hüseyin Paşa'yı idam ettirmesi üzerine Mustafa Efendi padişah'a yazdığı acı arîzasında: "Sadr-ı a'zamın muradı dîn ü devlete hizmet olmayup, şahsî menfaatinden başka bir şey düşünmediğini..." söyleyerek idamın haksız olduğunu bildirmiş, hatta o sırada Bursa gezintisine çıkmak isteyen Padişahı bile tenkid ederek "Bursa'ya gezintiye değil, Venedik'e sefere çıkması" gerektiğini ifade etmiştir. Bu yüzden azledilerek Mısır'a nefyedilen şeyhülislâm orada hakkın rahmetine kavuşmuştur.
Kenzü'd-deqaik üzerine bir şerhi ile çeşitli hâşiyeleri vardır.(92)

68- İbrâhîm el-Kürdî:
İbrâhîm b. Hasen el-Kevrânî (v. 1101/1690); Kürdistan'da Şehrân beldesinde doğdu, memleketinde arapça, meânî, mantık, matematik ve hey'et gibi ilimler ile usûl, fıkıh, tefsîr okudu, sonra Şâm, Mısır, Hicaz ve Haremeyn'e seyahat ederek bilhassa hadîs okudu ve istimâ eyledi. Medîne'de yerleşti, Mescidü'n-nebî'de arapça, farsça ve türkçe çeşitli ilimleri tedrîs eyledi. Şâfiî mezhebinde yetişmiş, sonra ictihad ehliyetini elde ederek müctehid olmuştur. Aynı zamanda nakşî bir sôfîdir. Seksen kadar eseri vardır.
Eserleri: İthâfu'l-halef bî-tahqîkı-mezhebi's-selef, Tahqîku't-tevfîq beyne-kelâmey-ehli'l-kelâm ve ehli't-tarîq. Mesâlikü'l-ebsar (hadîs), el-Ümem li-îqâzı'l-himem...(93)

69- Çatalcalı Alî Efendi:
Alî b. Muhammed (v. 1103/1692); Babası Alâiyeli Şeyh Mehmed Efendidir, kendisi Çatalca'da dünyaya gelmiş, şeyhülislâm Mınkarîzâde (1662-1674)'nin en güzîde talebesi arasına girmiş, icazetten sonra müderrislikten Rumeli kadı-askerliğine kadar çeşitli vazîfelerde bulunmuş ve hocasının azli üzerine onun yerine geçmiştir. Makamının haysiyyet ve istiklâlini titizlik ve cesaretle koruduğu için devşirme vezirler tarafından sevilmemiştir.
Matbû ve meşhur "Fetâvâ-yı Alî Efendi(94) bu zata aittir.(95)

 



91. Fakat Mustafa Efendi'nin halefi Esîrî Mehmed Efendi, Köprülüden korktuğu için bol miktarda katil fetvâsı verdiğini itiraf etmiştir. Bak. İ. Hâmî, age., C. III, s. 536.
92. Bursalı Tâhir, age., C. II, s. 23; İ. Hâmî, age., C. III, s. 535.
93. el-Murâdî, Silkü'd-dürar, C. I, s. 5 vd.; eş-Şevkânî, el-Bedr, C. I, s. 12.
94. Kefevî Sâlih Efendi tarafından cemedilmiştir.
95. İ. Hâmî, age., C. III, s. 537; Bursalı Tâhir, age., C. II, s. 61.

 

 

 

 

 

70- el-Makbilî:
Sâlih b. Mehdî b. Alî (v. 1108/1696); Yemen'de, Kevkebân bölgesindeki Makbil'de doğdu, memleketinin ulemâsından okuyarak yetişti ve San'a'ya geldi. Zeydî bir muhitte bu mezhebe bağlı olarak yetişmesine rağmen ictihad ehliyetini elde edince taklîdi terk etti; akaid ve fıkıh konularında kendi anlayış ve ictihadına tâbi oldu, bu yüzden San'â ulemâsı ile birçok münazaraları, münakaşaları oldu, sonunda ailesiyle Mekke'ye göçtü. Mekke'de -yukarda zikri geçen- Şeyh İbrâhîm el-Kürdî'den de istifade etti. Medîne ulemâsından el-Berzencî (v. 1103/1691) Makbilî'nin el-Alemü'ş-Şâmih isimli eserini görerek bazı itirazlar yazdı, Makbilî de el-Ervâh ve'n-nevâfih isimli bir eser ile onu reddetti. Bu yüzden Mekke ulemâsı onu küfür ve zındıklıkla ittiham ettiler ve durumu Osmanlı Padişahına ilettiler. Padişah bir hocasını göndererek Makbilî'yi imtihan ettirdi ve ittihamı isbat eden bir husus görülmedi. Mekke'ye gelen bazı Dağistanlı'lar ondan istifade ederek ilim ve ismini memleketlerine götürdüler. Talebesi arasında Selâ kadısı Abdulkadir b. Alî el-Bedrî (v. 1160/1747) gibi ictihad mertebesine yükselmiş zevat vardır.
Makbilî sôfilerin keşfini kabul etmezdi. Bir gün kızı Zeyneb hastalandı, evi Harem-i şerîfe bitişik idi, kız duvarın arkasında olanları haber vermeye başladı, babası kapıyı sımsıkı kapatıyor dışarı çıkıyor, kızının haber verdiklerini aynen müşahede ediyordu.
Eserleri: Bu müctehid fıkıh bilgininin önemli eserleri vardır: el-Menâr (İmam Mehdî'nin el-Bahru'z-zehhâr'ına hâşiyedir, insaflı tenkidleri vardır), el-Alemu'ş-şâmih (kelâmcı ve mutasavvıflara itirazlarını hâvîdir), Necâhü't-Tâlib (İbn el-Hâcib'in Muhtasarı üzerine), el-İthâf li-talebeti'l-Keşşâf (Zemahşerî'yi tenkid etmiştir)...(96)

71- Şâh Veliyyullah ed-Dehlevî:
Ahmed b. Abdirrahîm (v. 1176/1762); Hindistan'ın Dehlî şehrinde doğdu, babası Fetâvây-ı Hindiyye'nin tertip ve tahsîhinde vazîfe alan ulemâdandır, önce babasından okudu ve onun medresesinde müderris oldu, 1143-1145 arasında Hicaz'da bulundu, Harameyn ulemâsından ve bilhassa yukarda zikri geçen İbrâhîmu-l-Kürdî'nin oğlu Muhammed'den hadîs tahsil ettikten sonra memleketine avdet ederek "dâru'l-ulûm" da tedrîs, iftâ, irşâd ve te'lîf ile meşgûl oldu.
Şâh Veliyyullah müfessir, müverrih, muhaddis, müceddid ve müctehid büyük bir İslâm âlimidir. Kendisi ve çocukları ile kızdan torunları sayesinde Hindistan'da Sünnet-i seniyye yayılmış, tesirleri zamanımıza kadar devam etmiştir. Veliyullah tecdîd ve ıslâhatında iki hedefe yönelmiştir:
a) Taklîd yerine tahkik ve ictihadın ihyâsı.
b) İstibdâd yerine hulefâ-i râşidîn idâresinin ikamesi.
Yazdığı eserlerinin çoğu hâlâ eşsizliğini muhâfaza etmekte, İslâm'ı özünden öğrenip yaşamak isteyenlere ışık tutmaktadır.
Bazı eserleri: el-Fevzü'l-kebîr (usûl-i tefsîr), Huccetullahi'l-bâliğa (İslâm'ın felsefi izâhı ve hadislerin hikmet-i teşrîi), İzâletü'l-hafâ (hilâfet ve halifeler konusunda, fârisî), İkdu'l-cîd ve el-İnsâf (ictihad, taklîd, ihtilâf konularında), Fethu'r-Rahmân (Kur'ân-ı Kerîm'in fârisî'ye tercemesi), el-Musaffâ ve el-Müsevvâ (ikisi de Muvatta' Şerhi), el-Büdûru'l-bâziğa, et-Tefâhîmu'l-ilâhiyye,...(97)

 



96. eş-Şevkânî, age., C. I, s. 288-292.
97. Geniş bilgi için bak. H. K., İslâm Hukukunda Mezhebler, s. 115-126.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

72- el-Emîru's-San'ânî:
Muhammed b. İsmâîl (v. 1182/1768); Hz. Alî soyundan, mutlak müctehid bir imamdır. Kehlân'da doğdu, babasıyle beraber San'â'ya geldi. Devrin büyük ulemâsından okudu, sonra Mekke'ye ve Medîne'ye gelerek hadîs tahsil etti ve San'â'ya döndü. Zamanında Yemen'de ondan daha âlimi yoktu; mücehid olduğunu açıkladı, ictihadıyle amel ederek taklîdi reddetti. Namazda rukû'a giderken ve kalkınca elini kaldırmak, cum'a hutbesinde bazı imamların isimlerini anmamak gibi davranışlarını bahane eden zeydî ulemâ halkı aleyhine teşvik ettiler, def'alarca ölüm tehlikesi atlattı ve bir müddet hapiste yattı; bunlara rağmen hak bildiği yolda yürümeye devam etti. Talebesi arasında da birçok müctehid yetişmiştir. Yüz kadar değerli eseri vardır.
Eserleri: Sübülü's-selâm (Bülûğu'l-merâm şerhi), Tevdîhu'l-efkâr (iki cild, hadîs usûlü), el-Udde fî şerhi'l-umde li'bni Daqîq. Şerhu'l-Câmi'i's-sağîr (dört cild, hadîs), el-Mesâilu'l-merdıyye (ehl-i sünneti le zeydiyyenin ittifak ettikleri konular), İrşâdu'n-nuqqâd ilâ teysîri'l-ictihâd...(98)




--------------------------------------------------------------------------------

98. eş-Şevkânî, age., C. II, s. 133-139.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

73- Seyyid Abdulkadir el-Kevkebânî:
Abdulkadir b. Ahmed (v. 1207/1792); soyu Hz. Peygamber'in torunu Hz. Hasen'e ulaşan Yemen İmamlarından Ahmed b. Yahyâ'nın(99) neslinden, el-Emîru's-San'ânî'nin talebesi ve müctehid Şevkânî'nin hocası, mutlak müctehid, tabîb ve edîb bir zattır. Kevkebân'da doğdu, orada, sonra San'â'dan başlayarak Yemen'in çeşitli şehirlerinde, Mekke ve Medîne'de okudu. Hocası el-Emîr vefat edince onun yerini Yemen'de yalnız Seyyid Abdulkadir doldurabildi. Kevkebân emîri ile araları açıldığı için San'â'ya gelip yerleşti. Kendisinden çok istifade eden, talebeleri arasında mümtaz bir yeri bulunan Şevkânî, hocası hakkında şunları kaydetmiştir: "Kendisinden vefatına kadar istifade ettim, aramızda büyük bir sevgi vardı, neyi istemiş isem okutmuş, muhtaç olduğum kitapları kütüphanesinden çıkarıp vermiştir. Şu anda hatırladığıma göre kendisinden okuduğum kitaplar arasında: Sahîh-i Müslim ve kısmen Nevevî şerhi, Buhârî sahîhi ile Fethu'l-Bârî şerhinin bir kısmı, İbn el-Esîr'in Câmiu'l-usûlü'nün bir kısmı, Tirmizî'nin tamamı, İbn-i Mâce Süneni, Mâlik'in Muvatta'ı ve Mecduddîn İbn Teymiyye'nin el-Munteqâ'sı ve Şifâ'nın birer kısmı, hadîs usûlünden Irâqî'nin manzûmesi, Fıkıhtan Dav'u'n-nehâr ve el-Bahru'z-zehhâr'ın birer kısmı, kelâmdan bir miktar Mevâkıf ve Seyyid Şerhi ve Kalâid, usûl-i fıkıhtan Cem'u'l-cevâmi' ve Mahallî şerhî, lüğatten bir miktar Sıhâh ve Kamus ile kendi eseri olan Felekü'l-Qâmûs... Ders okutuşu başkalarınınkine benzemezdi. Bahisleri sadece okutup geçmez, üzerinde ictihadıyle mülâhazalar serdeder, bize risâleler yazdırır, bazı yerlerine itiraz eder, tekrar yazarız... böylece bir mesele üzerinde yedi risâle yazdığımız olurdu. Beni Neylü'l-evtâr'ı yazmıya o teşvik etti. İlk yazdığım formaları gösterdim, böyle giderse yirmi cild olacağını, halbuki uzun kitapların okunmadığını söyledi; kısalttım ve dört cildde tamamladım, fakat o zaman üstadımız vefat edeli üç yıl olmuştu..."
Daha çok tedrîs ile meşgul olmuş, fazla eser yazmamıştır. Birçok risâlesi yanında Felekü'l-Qâmûs ile Dav'u'n-nehâr üzerine hâşiyesi vardır.(100)

74- el-Hasenü'l-mağribî es-San'ânî:
el-Hasen b. İsmâîl (v. 1208/1793); Sübülü's-selâm yazarı San'ânî'nin torunu ve Şevkânî'nin hocasıdır. Dedesi gibi o da San'â'da yetişti, son derece mütevâzi idi, bütün işlerini kendisi görür ve çok basit giyinirdi. Talebesi arasında en az on müctehid bulunduğu halde kendisi fetvâ vermez, talebesine havale eder, müşkilâtını talebesinden sormaya çekinmezdi. Şevkânî bu üstadından okuduğu eserleri de şöyle sıralamıştır.(101) Mutavvel ve hâşiyeleri, Adud ve hâşiyeleri, Keşşâf ve bazı hâşiyeleri, Şemsiyye ve el-Kutb şerhi ile Seyyid hâşiyesi, Tenqîhu'l-enzâr (ulûm-i hadîs), Sünen-i Ebî-Dâvûd ve Münzirî muhtasarı ile Hattâbî ve İbn Raslân şerhleri, bir miktar Müslim ve Nevevî şerhi, Sübülü's-selâm...(102)

 



99. Hicrî 840'ta vefat etmiştir. Fıkıhtan el-Ezhâr ve şerhi, el-Bahruz'z-zehhâr gibi eserleri vardır; bir ara Yemen İmamı olmuştur.
100. eş-Şevkânî, age., C. I, s. 360-366.
101. 73 numaralı hal tercemesine de bakınız.
102. eş-Şevkânî, age., C. I, s. 195 vd.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

75- eş-Şevkânî:
Muhammed b. Alî (v. 1250/1834); usûl ve fürû'da mutlak müctehid San'â kadısı, müceddid İslâm âlimi. Yemen'in Havlân bölgesinde Hecratu-Şevkân denilen kasabada doğdu. Babası San'â kadısı, âbid ve zâhid bir âlim idi. Anası aslen Horasanlı muhaddis bir âileden geliyordu. Önce babasından, sonra da Yemen'in büyük ulemâsından okudu.(103) Daha ilk tahsilini yaparken on üç kitabı ezberlemişti. Sonra hocalarından bir kütüphane dolusu küçük-büyük kitap okudu. Yirmi yaşında fetvâ vermeye başladı, otuz yaşında taklîdi terketti ve ictihadıyle amel etti, kırk yaşına geldiği zaman yüz civarında eseri vardı. Elli altı yaşında San'â kadısı oldu ve vefatına kadar bu vazîfede kaldı. Kendisi okurken bir taraftan da talebe okuturdu; bazı zamanlarda, günde on ayrı ilmi tedrîs ettiği olmuştur.
Bu büyük âlim ve müctehidin 114 kadar büyüklü küçüklü eseri vardır. Ve bu eserler, gerçek ilim yolcularının müstağnî kalamayacağı kadar önemlidir.
Şu sözler, onun ictihad konusundaki görüşünü canlı bir şekilde ortaya koymaktadır:
"Belli gruplara mensup âlimler, Zeydiyye hakkında, işin içyüzünü bilmeyenleri taklit yoluyla temelsiz ve yanlış bilgiler taşıdıkları için Yemen ulemâsına önem vermemişlerdir. Halbuki Zeydîlerin memleketinde sayılmayacak kadar çok Kitâb ve Sünnet imamı vardır; bunlar kendilerini ana kaynaklardaki naslara bağlı sayar, Rasûlullah'ın sünnetini ihtiva eden temel hadîs kitapları ile bunlara katılan eserlerde gördükleri sahih hadîslere dayanırlar, taklidin tarafına dönüp bakmazlar, mezheb saliklerinin hemen hiçbirinin kendisini kurtaramadığı bid'atleri dinlerine bulaştırmazlar. Allah'ın Kitabının gösterdiği, Rasûlullah'ın sahih sünnetinin ortaya koyduğu hükümlerle amel etme bakımından selef-i sâlih yolundadırlar. Kitap ve Sünnet'i anlamaya vasıta ve âlet olan Sarf (gramer), Beyan (nazarî edebiyat), Usûl ve Lûğat gibi ilim dallarıyle durmadan meşgul olur, bunların dışında kalan aklî ilimlerle kalb ve kaflarını bozmazlar...
Şüphe yok ki, Mısır, Şâm gibi ülke ve memleketlerde, bizimkilerden çoğunun ulaşamadığı derecelere gelmiş âlimler vardır, fakat bunlar, Allah ve Rasûlüne ait hüccetleri bilmeyen, anlamayan kimselerin âdeti olan taklitten ayrılmamaktadırlar; taklidi terketmeyenin ise ilminin önemli bir faydası yoktur. Bunlar arasında delillerle amel eden, taklide güvenmeyi terkeden İbn Teymiyye ve emsâli şahıslar varsa da, bu gibiler oldukça azdır. Ben, dördüncü asırdan sonra gelen âlimlerin çoğuna şaşıyorum; bildikleri lisan ilminin bir kısmı bile Kitap ve Sünneti anlamak için yeterli iken nasıl bunu bırakıyorlar da bir âlimi taklidi bunlara tercih ediyorlar!?...
Allah için söyleyin, bir âlimin sonu başlangıcı gibi, işinin sonu başı gibi olacaksa ilim tahsili yolunda bunca zamanı boşa harcamanın faydası nedir? Onun taklit ettiği imamın söylediklerini, tahsil ettiği ilimleri tahsil etmeyen şahıslar da anlamakta idi...
Benim, kulluğuma temel kıldığım din anlayışım şudur: Allah'ın Kitabını anlayacak kadar arapça bilen, bunu yeterince sarf ve nahiv bilgisiyle düzene koyan, bir miktar usul öğrenen, bu bilgisine Buhâri ve Müslim gibi, yazarlarının yalnızca salih hadîsleri aldıklarını beyan ettikleri -yahut başkaları gibi, zayıfları alsalarda, hadîsin sıhhat veya za'fına işaret ettikleri, bu sebeple öteden beri âlimlerin kullandıkları- mutahhar sünnet kitaplarından haberdar olmayı ekleyen kimse için Allah'ın kitabından anladıkları ile amel etmeyi terke ruhsat yoktur. Anılan vasıftaki hadislerle amel etmesi de gereklidir. Sahibi ferd olsun, cemâat olsun, cumhur olsun hiçbir kimsenin reyine karşı bunları terkedemez, reyi bunlara tercih edemez. Bu nurlu şeriatte, Kitap ve Sünnet ile çelişmeyen rey ile amelin caiz olduğuna bile delil yoktur; nerde kaldı ki, çelişen reyler ile amel edilsin!
Orta kabiliyet ve zekâda olan bir kimsenin ictihad ehliyetini elde edebilmesi için aşağıdaki kitaplar derecesinde bilgi yeterlidir: Nahivden İbnu'l-Hâcib'in Kâfiye'si, Elfiye gibi bir kitab ile bunların kısa şerhlerinden biri. Sarf'tan Şâfiye ve kısa şerhlerinden biri -bunda ihtiyaçtan fazlası da vardır-, usûlü'l-fıkıh'tan Cem'u'l-cevâmi', İbn Sadri'ş-şerî'a'nın Tavzih'i, Nesefî'nin Menâr'ı, İbnu'l-Hâcib'in Muhtesaru'l-müntehâsı yahut Gâyetü's-sûl gibi kitaplardan biri ile şerhlerinden biri. Bunların da çoğunda, özellikle şerhlerinde ihtiyaçtan fazla bilgi ve incelemeler vardır. Bu fazlalıkların Kitâb ve Sünnet ilmi ile bir alâkaları yoktur. Sonrakilerden, şer'î ilimler dışındaki bazı ilimlerle meşgul olanlar bu ilimleri şer'î ilimlerde de kullanmış, daha sonra gelenler ise bunları da şer'î ilimlerden sanmıştır. Bu sebeple ilim yolcusu için mesafe uzaklaşmış, yol uzamış; yolcu çoğu kez menzil-i maksuda ulaşamamış, ulaşanlar ise bütün gücünü mukaddimeler uğrunda harcadığı için yorgun bir zihin ve tükenmiş bir beyin ile ulaşmıştır. Talebenin çoğu bütün ömrünü âlet ilimlerini tahsil ile geçirmekte, bir tefsir ve hadîs kitabı okumaya dahi fırsat bulamamaktadır. Böyleleri yazı yazmak için kalem, kâğıt, mürekkep, temin eden, bunları yazmaya hazır hale getiren fakat bir harf bile yazmayan kimseye benzerler...
Şunu da ifade etmeliyim ki ictihad için gerekli ilimleri elde edemiyen şahıslar da dini hayatı ile ilgili ibâdet, muâmele ve hadiseler hakkındaki nasları mutemet kişilerden sormalı, "Amel etmem için bu konudaki en sahih delili bana bildir" demeli, (bildirilen ile amel etmelidirler.) Bunun taklitle alâkası yoktur; çünkü âlimin reyini değil, rivayetini istemektedirler...(104)
Şevkânî bizzat kaleme aldığı hal tercemesini şu satırlarla bitiriyor: "Bu satırların yazarı; Arş-ı Azîm'in Rabbi, Halîm ve Kerîm, kendisinden başka ma'bud olmayan Allah'ından, sonunu güzel eylemesini, iki cihanda hayırlı muradına erdirmesini, söz ve davranışlarında kendisini doğru kılmasını, kalbinden dünya sevgisini söküp atmasını ve böylece gerçeğe nazar ederek yolun inceliklerine nâil olmayı lütfeylemesini niyaz eder. Allahım! gururunun sarhoşu olan kimselerin aklını başına getiren cezbenle bu kulunu da Cenâb-ı Kerîm'ine çek, cezbet!... Senin muhabbet denizinde yüzmeden, sana yakınlık sularıyla kalbinin kirlerini yıkayıp arıtmadan onu bu dünyadan çıkarma! Sen dilersen mürîdi murâd yaparsın da o murâdına erer!.."(105)
Bazı eserleri: Fethu'l-Kadîr (Dirâyet ve rivâyet metodlarını câmi, güzel ve faydalı bir tefsirdir, 5 cild, matbû), Neylü'l-evtâr (ahkâm hadîslerini câmi el-Munteqâ'nın müctehidâne şerhi, 8 cüz, matbû), el-Bedru't-tâli' (yedinci asırdan sonra yaşamış İslâm büyükleri, 2 cild, matbû), el-Fevâidu'l-mecmûa (mezû hadîsler, matbû), ed-Duraru'l-behiyye (fıkıh, Sıddık H. Han'ın şerhiyle matbû), İrşâdu'l-fühûl (fıkıh usûlü, matbû), et-Tühaf fî mezhebi's-selef, Dürru's-sehâbe fî fedâili'l-karâbe ve's-sehâbe, el-Fethu'r-Rabbânî (fetâvâ), Şerhu's-sudûr fî tahrîmi'l-kubûr...

 



103. Bundan önceki iki terceme-i halde iki hocası ile okuduklarından bazıları zikredilmiştir.
104. el-Bedr, C. II, s. 83 vd.
105. age., C. II, s. 214-225.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

76- İbn Âbidîn:
Muhammed b. Emîn b. Ömer b. Abdulâzîz Âbidîn (v. 1252/1836); asrında hanefîlerin reîsi, en mütebahhir âlimi idi. Doğumu ve vefatı Dımaşk'te vukubulmuştur. Ehl-i taklîd ulemâ arasında olmakla beraber tahkîk mahsûlü risâle ve ifadeleri vardır.
Eserleri: Raddu'l-muhtâr ale'd-Durri'l-muhtâr (Alâuddîn el-Haskefî'nin fürû-i hanefiyyeye dâir eserinin beş cild halinde şerhidir, matbûdur, İbn Âbidîn adıyle anılır), el-Uqudu'd-durriyye fî tenqihi'l-Fetâvâ el-Hâmdiyye (matbû, iki cild), Nesemâtü'l-eshâr (Menar şerhi, usûl), Mecmûâtü'r-resâil (32 risâle, iki cüz, matbû)(106)

 



106. ez-Ziriklî, el-A'lâm.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Altıncı Bölüm
MECELLE'DEN ZAMANIMIZA KADAR
(Uyanış Çağı)

A- İSLÂM DÜNYASI:
Osmanlı İmparatorluğu Üçüncü Murad zamanında (1574-1595) Kafkasya ve İran'ı da fethetmiş, bir yandan Lehistan kırallığını, diğer yandan da Fars-Arap İmparatorluğunu himayesinde alarak sınırlarını Baltık'a ve Atlas Okyanusu'na kadar genişletmiş, hâkimiyet sahâsını 20 milyon km2'ye çıkarmıştır. Ancak bundan sonra duraklama ve gerileme devirlerine giren İmparatorluk 1699 Karlofça antlaşmasından itibâren toprak kaybetmeye başlamış, bu durum birinci cihan harbi sonuna kadar devam etmiştir.
İlerleyen Avrupa karşısında müslüman devletler yıkılıyordu; Kuzey, Batı ve Orta Afrika Fransızlarla İngilizlerin eline düşmüştü. Hindistan ve Afganistan'da İngilizler hâkim olmuşlardı. İran'ın kuzeyi Rus baskısı altında, güneyi ise İngiliz kontrolünde idi. Endonezya iki yüz yıldan beri (20. yüzyıl başlarına göre) Danimarka'ya bağlanmıştı.
Birinci cihan harbinden önce başlayan muhtariyet ve istiklâl mücadeleleri harpten sonra da hızlanarak devam etti, zamanla Türkiye, İran, Afganistan, Hindistan gibi İslâm ülkeleri istiklâllerini elde ettiler. İkinci dünya harbinden sonra da Pakistan, Mısır, Endonezya, Kuzey Arabistan, Irak, Suriye, Ürdün ve Lübnan gibi müstakil İslâm devletleri kuruldu. Müstevlî ve müstemlekeci Batılılara ve Bloklara karşı İslâm dünyasının mücadelesi devam etmekte, özellikle Sovyet/Varşova blokunun dağılmasından sonra bağımsız İslâm devletlerinin sayısı artış göstermiştir.

B- İCTİHAD VE FIKIH:
İctihad:
Ondokuzuncu asırda İslâm milletlerini uyarmak, onlara kaybettikleri değerleri hatırlatmak, hürriyet ve istiklâl mücadelelerini teşvik etmek için harekete geçen liderlerin başında Cemâleddîn Efgânî zikredilir. Afganistan, İran, Hindistan, Türkiye, Mısır gibi en önemli İslâm ülkelerini dolaşan Efgânî buralardaki İslâm münevverlerine ve siyaset adamlarına tesir etmiş, kurtuluş ve kalkınma hareketlerinin başlaması veya hızlanmasında âmil olmuştur. Abduh, Sa'd Zağlûl, İkbâl, M. Reşîd Rizâ, Şiblî Nu'mân, Âkif, İzmirli, Aksekili gibi zevât onun ya doğrudan veya dolaylı talebesi arasında yer alır. Daha sonra, aynı çığırda A. Hallâf, Merâğî, Alî el-Hafîf, M. Ebû-Zehra, Şeltût, Sâyis, Sibâî... nesli gelir. Bunların programları içinde ictihadın da önemli bir yeri vardır. Yeni bir İslâm dünyası kurulurken ihtiyaç duyulan mevzûat, bir yandan çeşitli fıkıh mezhebleri arasında tercihler yapılarak, diğer yandan da -gerektiğinde- ictihad edilerek ortaya konacaktır.
Bu cereyan bizde Mecelle'nin tedvîni sırasında tutmamış, Mecelle hanefî mezhebinden ayrılmamıştır. Ancak daha sonra gerek Mecelle'nin tadîli çalışmalarında ve gerekse ahvâl-i şahsiyye kanunlarının vaz'ında(1) tesirini göstermiş, başka mezheblerden de hükümler alınır olmuştur. Mevzûat sahâsında durum böyle olmakla beraber nazarî sâhada ictihad hareketi tutunmuş, bazı Dâru'l-fünûn hocaları ile(2) Sırât-ı müstakim ve Sebîlu'r-reşâd mecmûaları ictihadı desteklemişlerdir.(3)
Mısır'da, Abdüh'ün talebesi Reşîd Rizâ el-Hüseynî'nin çıkardığı el-Menâr mecmûası ictihadın en hareketli müdâfii olmuştur.(4) Abduh ve Reşîd Rizâ'nın bu mecmûadaki fetvâları tek mezheb ile mukayyed olmayıp ictihad ve tercîhe istinad etmektedir.(5)
Mısır, Suriye, Hindistan, Irak gibi İslâm ülkelerindeki tahsil müesseseleri tedrîsatında ictihad ve tercih fikri benimsenmiştir. Ayrıca bu ülkelerde vazedilen kanunlarda bilhassa çeşitli mezheblerden, tercih yoluyla seçerek hüküm alma usûlünün geniş tatbikatına şâhid olmaktayız.

Fıkıh:
İncelediğimiz devrin fıkıh çalışmalarını şu maddelerde hulâsa etmek mümkündür:
1- Kanunlaştırma hareketleri başlamıştır. Devre ismini veren Mecelle bu hareketin ilk adımını teşkil etmiş, arkasından bütün İslâm dünyasında hızlı bir kanunlaştırma faaliyetine girişilmiştir. Önemine binâen bu konu ayrı bir başlık altında ele alınacaktır.
2- İctihad ruhunu besleyen, okuyanlarda bu melekeyi geliştiren bazı eski kitaplar tahkîk ve neşredilmiştir. Şah Veliyyullah, Şevkânî, İbn Teymiyye, İbn Kayyim, İbn Hazm, Şâtıbî gibi ulemâ ile mezheb imamları ve talebelerinin kitapları bu nevi neşriyatın belli başlı örnekleridir.
3- Çeşitli mezheblerin hükümlerini delilleri ile veya delilsiz olarak bir kitapta toplama, istenilen mevzûu kolayca bulmak için gerekli metodları kullanma şeklinde tezahür eden çalışmalar yapılmıştır. Dört mezheb üzerine yazılmış fıkıh kitapları ile Kamus ve Ansiklopediler bu nevi çalışma mahsulleridir.
4- Usûl ve fıkhın önemli mevzûları üzerinde ictihad ve tahkika dayanan tez mahiyetinde çalışmalar yapılmıştır.
5- Asrımıza hakim olan Batı menşeli hukuklara karşı İslâm hukukunun arzı, müdâfaa ve mukayesesi maksadına yönelmiş eserler verilmiştir.(6)
6- Batılıların bazı fıkıh kitaplarını terceme ile başlayan iştirâk ve alâkaları zamanla telîfe doğru inkişâf etmiş, önemli eserler neşredilmiştir.
7- Doğuda ve Batıda, İslâm hukuku mevzularını da içine alan ilmî kongre ve konferanslar tertip edilmiştir.
8- Bazı Batı üniversitelerinde İslâm hukuku kürsüleri kurulmuş, bu hukukun ölü olmadığına karar verilmiş ve mukayeselerde bu hukuk bir taraf ve tez olarak kabul edilmiştir.

 



1. Mecelle'nin tadîlî çalışmaları ilerde ele alınacaktır. Aile Hukuku için bak. H. K., Mukayeseli İslâm Hukuku, s. 224 vd.
2. Seyyid Bey, İzmirli İsmâil Hakkı Bey ve benzerleri.
3. Daha muhafazakâr bir tutumla çıkan Beyânu'l-hak mecmûası, ictihad mevzûunda daha ihtiyatlıdır. Bu iki dergide mevzu uzun boylu münakaşa edilmiştir. Beyânu'l-hak, C. II, s. 1026, 1087; C. IV, s. 1860...; Sırat-ı Müstakim, C. I, s. 43, 142, 209, 236, 299; c. II, s. 17, 33, 50, 132, 268, 65, 81, 97, 105, 132; C. III, s. 87, 97...; C. IV, s. 50; Sebîl, C. X, s. 193; c. XII, s. 94, 129, 134...
4. Bu dergi hakkında daha geniş bilgi için bak. H. Karaman, Gerçek İslâmda Birlik, İst. 1998, s. 127.
5. R. Rizâ'nın fetvâları Dr. S. Müneccid tarafından altı cild halinde neşredilmiştir; Beyrut, 1972.
6. Bu devrin fukahâsının kısa hal tercemeleri verilirken eserleri de zikredilecektir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

C- ADLİYE TEŞKİLÂTI ve KANUNLAŞTIRMA:
1- Mahkemeler:
Osmanlıların yükselme devri sonuna kadar kazâ ve adliye teşkilâtının durumunu bundan önceki devrede hulâsa etmiştik. Umûmiyetle dâvâlara kadılar tarafından evlerinde bakılıyordu ve kadılar Anadolu, Rumeli Kadı-askerlerine bağlı bulunuyordu. Kadıların selâhiyet hududu oldukça geniş idi: Medenî, ticârî, cinâî dâvalara bakar, bir nevi noterlik ve savcılık yapar, bazı idârî ve mâlî vazifeleri dahi îfâ ederlerdi.(7)
1253/1838'de yapılan bir değişiklik ile kadılar meşîhate bağlandı. II. Mahmud devrinde mahkemeler kurularak kadıların dâvalara evlerinde bakmalarına son verildi. Tanzîmat devrinde de selâhiyetleri tedrîcen daraltılarak yalnız şer'î mahkemelere bakmaya inhisar ettirildi.(8)
Kurulan mahkemelere gelince:
1253/1838'de
Sultan II. Mahmud tarafından kurulan "Meclis-i Ahkâm-ı Adliyye" hem yüksek bir mahkeme, hem de kanun ve nizâmât hazırlayan bir nevi teşrî meclisidir. Bilâhare Sultan Abdulâzîz zamanında 1285/1868 tarihinde bu meclis kaldırılarak yerine "Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliyye" ile "Şûrây-ı Devlet" kurulmuştur. Bunlardan birincisi, nizâmiye mahkemelerinin üstünde yüksek bir adlî kazâ ve temyîz müessesesidir ve daha sonra adliye nezaretine inkılâb etmiştir. Şûray-ı Devlet ise hem bir yüksek idârî müessesesidir, hem de kabataslak bir teşrî meclisi mahiyetindedir. Bu kuruluşlar ile kısmen icrâ ile kazâ birbirinden ayrılmış olmaktadır.(9)
Ayrıca Sultan Abdülmecid (1839-1861) devrinde Fransız modelinde Ticaret mahkemeleri (1840), Muhtelit mahkemeler (1847), Meclis-i Tahkikat adı altında ceza mahkemeleri (1270/1853) kurulmuştur.
Sultan Abdulaziz (1861-1876) devrinde İstanbul'da Deniz Ticareti Mahkemesi kurulmuş, taşrada kara ticaretine bakan mahkemelerin deniz ticaret dâvâlarına da bakmaları uygun görülmüştür.
1281/1864 tarihinde Tuna vilâyeti teşkil edilince Nizamiye Mahkemeleri'nin de temeli atılmıştır. Nizamiye mahkemeleri şer'î mahkemeler ile Ticaret mahkemeleri yanında üçüncü nevi bir mahkeme mahiyetindedir. Mezkür iki mahkemenin bakamadıkları hukuk ve cinayet dâvâlarına bakmak üzere kurulmuştur. İlk kuruluşunda bu mahkemelerin livâlarda vazîfe yapanları "Meclis-i Temyiz-i Hukuk ve Cinayet", kazalarda "Meclis-i De'âvî" adını almıştır. Vilâyetlerde önce "Meclis-i Temyîz-i Hukuk-u Cinayet-i Vilâyet" adını alan sonra ismi "Dîvan-ı Temyîz" diye değiştirilen bölümü ise istînâf mahiyetindedir.(10)
1292/1875 tarihli ferman ile bütün ticaret mahkemeleri, Ticaret Nezaretinden alınarak Adliye Nezaretine bağlanmıştır.
Hem bulundukları merkezin kazâ, hem de bir alt merkezin temyîz mercii olan Nizamiye Mahkemelerinin kuruluşu 1869, 1871 tarihli kanunlarla tamamlanmış, 1879 tarihli bir kanun ile de kesin olarak teşkilâtlandırılmıştır. Aynı kanun(11) ile ilk defa olarak müddeî-i umûmîlik (savcılık) da te'sis olunmuştur.
22 Rabî'u'l-âhir 1298/1879 tarihli bir ferman ile Meclis-i De'âvî'nin adı "Kazâ Bidâyet Mahkemesi", Meclis-i Temyîz'in adı "Merkez Bidâyet Mahkemesi", Divân-ı Temyîz'in adı da "Mahkeme-i Temyîz olarak değiştirilmiş, aynı yıl Kazâ Bidayet, Merkez Bidâyet ve İstînaf Mahkemeleri kurulmuştur.(12)
Bu mahkemelerin kuruluşunda iki âmilin rolü önemlidir.
a) Azınlıkları himaye etmek maksadıyle Devlete baskı yapan yabancılar (Bilhassa Nizamiye Mahkemeleri).
b) Gelişen iktisâdî, ticarî ve ictimâî hayat münasebetleri. (Bu gelişmeler karşısında Devlet, selâhiyetleri farklı yeni mahkemeler kurmak mecburiyetini hissetmiştir.)
c) Şer'î mahkemelerin Avrupa'dan alınan kanunlarla hüküm vermemesi (Nizamiye mahkemeleri bunlarla hüküm vermek üzere kurulmuştur.)

 



7. Prof. İnalcık, İ. A. "Mahkeme" maddesi.
8. İ. A. "Tanzimat" mad.
9. Prof. Okandan, Âmme Hukukumuzun Ana Hatları, İst. 1959, s. 61, 80, 95; İ. A. "Tanzimat" maddesi.
10. A. Lütfî, Mir'ât, s. 178.
11. Teşkilât-ı Mehâkim Kanunu, Düstur, IV, 235 vd.
12. Bak. Düstur, IV, s. 703 vd.; Mahkemeler için bak. Prof. Taner, Ceza Mahk. Usûlü, İst. 1945, s. 17 vd.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

2- Kanunlaştırma ve Kanunlar:
Bu devrin en mümeyyiz vasfı kanunlaştırma hareketidir diyebiliriz. İlk İslâm medenî kanunu Mecelle'nin bu devre ismini nakşetmiş olması da bu hususun bir işareti mahiyetindedir.
Daha önceki devirlerde Fıkıh ve Fetvâ kitapları yanında Sultan emir ve kanunnâmelerinin yer ve rolüne işaret etmiştik. Fakat bunlar, bugün anlaşılan mânada birer kanun olmaktan uzak bulunuyordu. Mecelle bahsinde zikredeceğimiz sebepler, hukukun çeşitli kaynaklarından istifâde ederek yeni kanunlar vaz'ını zarûrî kılıyordu. Bu zarûret karşısında harekete geçen İslâm Devletleri bir çok kanunlar vazettiler. Aşağıda iki başlık altında (Türkiye'de ve diğer İslâm Ülkelerinde) bu hareketin mahsüllerini arzedeceğiz.

a) Türkiye'de:
Anayasa:
Gülhane Hattı ve Islâhat Fermanı ile temelleri atılmış olan anayasa hareketi yeni Osmanlı ve Jön Türkler'in gayretleriyle gelişmiş nihayet Fransa ve Belçika Esas Teşkilât Kanunları'ndan mülhem olarak bir komisyonca hazırlanan Kanun-i Esâsî, 23 Aralık 1876 (7 Zilhicce 1293) tarihinde ilân olunmuştur. Devletin dînî bünyesini teyîd eden (mad. 7, 11, 27, 64, 87), Padişaha geniş selâhiyetler bahşeden bu anayasa 12 fasıl, 119 maddedir. Bilâhare ta'dîllere uğramış ve Saltanatın ilgâsından sonra da istîmalden sâkıt olmuş, yerini 1921 ve 1924 tarihli Teşkilât-ı Esâsiyye Kanunlarına terketmiştir.(13)

Cezâ:
Daha önce Fâtih, Kanûnî ve Dördüncü Mehmed devirleri cezâ kanunnâmelerini zikretmiştik. Bu devrede Sultan Abdülmecid zamanında üç cezâ kanunu çıkarıldı. Bunların ikisi (1256/1840, 1267/1851 tarihli olanlar) umûmiyetle İslâmî ve yerli köke bağlı kanunlardır. 1274/1857 tarihli son kanun ise 1810 tarihli Fransız cezâ kanunundan nakil ve terceme edilmiş, bazı ta'diller ile kabul olunmuştur. Kabulünden sonra da çeşitli tarihlerde ta'dillere uğrayan bu kanun, İtalya ceza kanunundan istifade edilerek meydana getirilen ve 1 Temmuz 1926 tarihinde yürürlüğe giren Türk Cezâ Kanunu ile lağvedilmiştir.(14)

Usûl:
Şer'î mahkemelerde ceza ve hukuk dâvalarına bakan kadıların elinde müstakil usûl kanunları bulunmamakla beraber fıkıh kitaplarının ilgili bölümleri ile ayrıca yazılmış kazâ ve muhâkeme usûlüne ait eserlerden istifade ediliyordu (Kitâbu-Edebi'l-Qâdî, Muînu'l-hukkâm vb.). Abdülmecid devrinde kadılar ve mahkemeler ile alâkalı iki nizamnâme çıkarıldı.(15)
Tuna vilâyeti nizamnâmesinin mahkemelere ait maddeleri de ilk usûl nizamnâmeleri arasında yer alır. (Mir'ât-ı Adâlet, s. 183 vd.) İleride bahsedeceğimiz Mecelle de usûle ait bölümler ihtiva etmektedir.
Abdulaziz devrinde 1278/1861 tarihinde Fransız kanunlarından alınarak kabul edilen Usûl-i Muhâkeme-i Ticâret, yine Fransızlardan alınan 1297/1880 tarihli Usûl-i Muhâkeme-i Hukukıyye kanununun kabulüne kadar aynı zamanda bidâyet, istinâf ve temyîz mahkemelerinde de kullanılmıştır. Hukuk usûlü kanunu ise 1911 tarihli zeyli ile beraber 1340/1924 tarihine kadar yürürlükte kalmış, mezkür tarihte şer'iye mahkemeleriyle beraber ilgâ edilmiştir.
Nizamnâmeler istisnâ edilirse ilk ceza usul kanunu 1296/1879 tarihli Usûl-i Muhâkeme-i Cezâiyye Kanunu olup 1808 tarihli Fransız usul kanununun ta'dil edilmiş bir tercemesidir. Bu kanun da çeşitli ta'dîllerden sonra 20 Nisan 1929 tarihli Ceza Muhâkemeleri Usûlü Kanunu ile yürürlükten kaldırılmıştır. Son kanunun kökü ve kaynağı Alman Ceza Usûl Kanunudur. 1927 tarihli Hukuk Usûlü Muhâkemeleri Kanunu da Fransız, İsviçre ve Alman menşeli kanunlardan istifade edilerek hazırlanmıştır.

Ticaret:
1850 tarihli ticaret kanunu Fransa Ticaret Kanunu'nun tercemesidir. 1864 tarihli Kanunnâme-i Ticaret-i Bahriyye ise Fransa kanunu esas olmak üzere diğer denizci milletlerin kanunlarından da istifâde edilmek suretiyle hazırlanmıştır.

Arâzî:
1831-1839 arasında timar sistemi kaldırılmış fakat toprak hukukunu tanzim eden bir kanun çıkarılmamış idi. 1274/1858 tarihinde çıkarılan Arâzî Kanunnâmesi bu boşluğu doldurmuştur. Mezkür kanunnâme bir mukaddime, üç bab ve bir hatimede 132 madde olup, yerli, İslâmî köke dayanmaktadır.(16)

Medenî Hukuk:
Mecelle:
İslâm dünyasının ilk medenî kanunu Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye 1869-1876 yılları arasında peyderpey hazırlanarak kabul edilmiştir. Bu kanun tamamen hanefî fıkhına müstenid olup şahsın hukuku, borçlar, aynî haklar ve usûle ait kısımları muhtevîdir. Mecelle'yi ehemmiyetine binâen ayrı bir bahiste tetkik edeceğiz.

Aile Hukuku:
Mecelle aile kanununa yer vermediği için duyulan ihtiyaç 1917 tarihinde bir kararnâme ile karşılanmıştır: "Hukuk-ı Âile Kararnâmesi". Hanefî mezhebi yanında diğer fıkıh mezheblerinin de hüküm ve ictihadlarından istifade edilerek hazırlanan bu yerli ve İslâmî kanun 157 maddedir. Müslümanlar yanında musevî ve hristiyanların da âile hukukunu tanzîm etmektedir. Hem diğer mezheblere yer vermesi, hem de ihtivâ ettiği yeni hükümler bakımından ileri bir adım teşkil eden mezkür kanun 1919 tarihinde yürürlükten kaldırılmıştır.(17)

 



13. Geniş bilgi için bak. Prof. Başgil, Esas Teşkilât Hukuku, s. 83 vd.; Prof. Okandan, age., s. 141 vd.
14. Geniş bilgi için bak. Prof. Taner, Ceza Hukuku, s. 150 vd.; Prof. S. Dönmezer ve Prof. S. Erman, Ceza Hukuku (İst. 1959), C. I, s. 113-125; H. Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, s. 159-168.
15. 1271, 1274 tarihli bu nizamnâmeler için bak. Düstur, C. I, s. 300, 310, 321.
16. Buraya kadar zikri geçen kanunlar hakkında geniş bilgi için bak. A. Lütfî, Mir'ât-ı Adâlet, s. 122 vd.; el-Mahmesânî, Felsefetu't-teşrî', s. 62 vd.; Prof. Taner, Ceza Usûlü, s. 15 vd.; Prof. Belgesay, Hukuk Usûlü Muhâkemeleri K. Şerhi, s. 47 vd.; İ. A. "Tanzîmat" mad., s. 721, 733; Osmanlı Devleti ve Medeniyeti, İst. 1994, I, 429 vd.
17. Geniş bilgi için bak. H. K., Mukayeseli İslâm Hukuku, s. 225-228.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

b) Diğer İslâm Ülkelerinde Kanunlaştırma:
Umûmiyetle İslâm ülkelerinde -Osmanlı ülkesi dahil- kanunlaştırma yapılırken anayasa, ceza, usûl ve ticaret sahâlarında İslâm hukuku (şerîat) esaslarıyla mukayyed kalınmamış, yabancı kanunlardan aynen veya ta'dîller ile iktibas yoluna gidilmiştir.
1861 tarihli ve Batı modelini esas alan Tunus Anayasasından günümüz İslâm ülkesi anayasalarına kadar hemen hepsi çeşitli Batı ülkeleri anayasalarının kopyeleridir veya onlardan mülhem olmuşlardır.(18)
Suûdî Arabistan Teâmülî Anayasası ile 23 Şubat 1933 tarihli Afganistan Anayasası İslâmî ve şer'î anayasalardır.(19) Pakistan'da 1948'den beri, İslâmî bir anayasaya vaz'ı için gösterilen çabalar, Ziyâulhak zamanında İslâmî bir anayasanın kabulü ile noktalanmıştır.(20) Devrimden sonra İran'da kabul edilen Anayasa şîî-islâmî bir anayasadır. Libya sosyalizme meyilli İslâmî bir anayasa tesîsi iddiâ ve çabası içindedir. Cezâ kanununda şerîate uygun bazı ta'dîller yapmış ve şer'î hadleri kanunlaştırmıştır. Sudan'da çağdaş bir İslâmî Anayasanın kabul ve ilanı için çaba gösterilmektedir.
Husûsî-medenî hukuk sâhasında ise diğerlerinin aksine İslâmî ve şer'î esaslardan sapılmamış, fıkıh ahkâmı kanunlaştırılmıştır. Bu kanunlaştırma hareketinin seyrini bellibaşlı ülkelerde takip edelim:

Mısır:
Mısır'da Mehmed Ali Paşa zamanından bu yana bütün hukûkî münasebetlerde hanefî mezhebi tatbik edilmekte idi. Sonra bu ülkede de Nizamî Mahkemeler kuruldu ve şer'î mahkemelerin selâhiyeti daraltıldı. Mısır, Hidiv İsmâîl Paşa zamanında (1291'de) kazâî istiklâline kavuştu. 1875 yılında Muhtelit Medenî Kanun, 1988 yılında da el-Kanunu'l-Medenî el-Ehlî çıkarıldı. Bunlar şer'î mahkemelerin dışındaki mahkemelerde tatbik ediliyordu.
Hidiv İsmâîl, Fransız müsteşarlarının tesiriyle ve istiklâli bahane ederek Mecelle'yi tatbik etmedi. Şeyh Mahlûf el-Minâvî'ye Fransız Code Civil'ini mâlikî mezhebiyle karşılaştıran ve ahkâmını ihtivâ eden bir eser hazırlamasını emretti. Şeyh bu eseri hazırladı; fakat itirazlar vaki olduğu için kabul edilmedi. Yabancı hâkimlerin hüküm verirken İslâmî ahkâmı bilmeğe ihtiyaçları bulunduğu için Adliye Vezîri M. Kadri Paşa Mecelle yerine kaim olmak üzere şu eserleri te'lîf etti:
a) Mürşidu'l-hayrân: Muâmelâta ait olup 641 maddedir ve Mısır hükümetince 1890 yılında neşredilmiştir.
b) Kitabu'l-adli ve'l-insâf fî halli-müşkilâti'l-evqâf: Vakıflar konusunda, 646 madde, 1893'te neşredilmiştir.
c) Kânûnu'l-ahvâli'ş-şahsiyye: Aile, hibe, vasiyet, hacr ve mîras konularını muhtevî, 647 madde.
Bu eserler Fransızcaya da terceme edilmiş, resmiyet kazanmamakla beraber mahkemelerde kaynak olarak kullanılmıştır.
1915 yılında Mısır hükümeti büyük hukuk ve fıkıh bilginlerinden bir komisyon kurarak asrın ihtiyaçlarına cevap vermek üzere muayyen bir mezhebe bağlanmaksızın kanunlar hazırlanmasını istedi. Komisyon önce âile hukukuna ait bir tasarı hazırladı; 1917 senesinde neşredilen bu tasarı büyük aksülâmel gördü ve yüzüstü kaldı. Bundan sonra 1920, 1923 ve 1929 tarihli kanunlar çıktı. Ahvâl-i Şahsiyyeyi tanzim eden bu kanunların hususiyeti tek fıkıh mezhebine bağlı olmamalarıdır. Arkadan, aynı hususiyeti taşıyan diğer kanunlar geldi: 1943 tarihli mîras, 1946 tarihli vakıflar ve 1946 tarihli vasıyet kanunları... Vakıflar kanununun 1952 tarihli ta'dîli vakf-ı ehlîyi ibtal etmiş, vasiyet kanunu da bazı durumlarda vârise vasiyet ve dede yetimine cebrî vasıyet hükümlerini getirmiştir.
1940'ta Prof. Dr. Abdurrezzak Senhûrî başkanlığında teşekkül eden komisyonun hazırladığı ve 1948 senesinde kabul edilen Medenî Kanun 1149 madde olup üç kaynaktan istifade edilerek hazırlamıştır: a) Şer'î ahkâm, b) Mısır mahkeme ictihadları, c) Batı kanunları.(21)

 



18. Belli başlı İslâm Ülkeleri Anayasaları hakkında geniş bilgi için bak. Doç. Dr. Salih Tuğ, İslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, İst. 1969.
19. Bu iki anayasanın tahlili için bak. İ. A. "Kanûn-i Esâsî" mad.
20. İlk çalışmalar hakkında bilgi için bak. Mes'ûd en-Nedvî, Târihu'd-da'veti'l-İslâmiyye fi'l-Hind, s. 300 vd.
21. Mısır'da kanunlaştırma için bak. Ebû-Zehra, el-Ahvâlü'ş-şahsıyye, s. 10 vd.; el-Mevsûa, s. 100 vd.; el-Mehmasânî, age., s. 74 vd.; Dr. M. S. Medkûr, Medhal, s. 62 vd.; Dr. M. es-Sibâî, Ş. K. el-Ahvâli'ş-şahsıyye, C. I, s. 10 vd.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Suriye:
Suriye'de ahvâl-i şahsiyye sâhasında Osmanlı Hukuk-ı Âile Kanunu, Muâmelât sâhasında da Mecelle tatbik edilmekte iken 1949'da kabul edilen Medenî Kanun, Mecelle'yi ilgâ etti. Bu kanun başta Mısır olmak üzere Irak ve Lübnan Medenî kanunlarından mülhem olup yabancı menşelidir ve kabulünde komünistler âmil olmuşlardır.(22)
Aile hukuku için çalışmalara 23-10-1945 tarihinde Kadı ve Üstaz Alî et-Tantâvî'ye bir kanun tasarısı hazırlama vazîfesi verilmekle başlanmış oldu. Uzun komisyon çalışmalarından sonra hazırlanan tasarı 17-9-1953'te kabul edildi. Bu kanun "evlenme, ehliyet, vasiyyet ve mîras" bölümlerinde aile hukukunun bütün konularını muhtevîdir.(23)

 



22. M. Ahmed ez-Zerqâ, el-Fıkhu'l-İslâmî, C. I, s. 204; el-Mehmesânî, age., s. 74-75.
23. Tasarıyı hazırlayan komisyonda çalışmış bulunan Prof. Dr. Mustafa Ahmed ez-Zerkâ kanununun hazırlanışı ve vasıfları hakkında şu bilgiyi vermektedir: "...kanunun hükümlerini bütün ictihad ve mezhebleriyle beraber İslâm hukukundan aldık. Osmanlı Aile Hukuku'nun kabul ettiği, islâha yönelmiş bütün maddeleri ile çeşitli tarihlerde çıkan ve aile hukukunun muhtelif meselelerine temas eden maddeleri iktibas ettik. Bu maddelerin "mefkudun eşi, bir hususa bağlanmış talâk, üç talâk, hamilelik müddeti, dede ile beraber kardeşlerin mîrası ve müşterek mesele, zevi'l-erhâmın mîrası, dede yetimi" gibi bazılarına daha önce işaret etmiştik. Dînin sınırları içinde kalarak getirdiği ıslâhat ve attığı ileri adımlar yanında bütün ahvâl-i şahsiyye hükümlerini kanunlaştırmış bulunması ile bu kanun, İslâm dünyasında vazedilmiş -kendi nevinde- ilk tam kanun olmuştur. Mezkür kanun aynı zamanda kendi mevzûunda, bütün mezheb ve prensipleriyle ele alındığı takdirde İslâm hukukunun, zamanımızın çeşitli teşrî ihtiyaçlarına cevap verecek kabiliyet ve kifâyete sahip bulunduğunun amelî ve güzel bir belgesi, delîli olmuştur..." el-Fıkhu'l-İslâmî, C. I, s. 189. Mezkür kanunun çeşitli maddeleri için bak. H. K., Mukayeseli İslâm Hukuku, "Aile Bölümü".

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Irak:
Irak'ta Mecelle 1951 yılına kadar yürürlükte kalmış, mezkür tarihte kabul edilen 40 numaralı Medenî Kanun ile lağvedilmiştir.
Ahvâl-i şahsiyye sâhasında Adâlet Bakanlığı 1925'te bir kanun tasarısı sevketmiştir. Kabul edilen bu tasarı bütün ahvâl-i şahsıyye ahkâmını câmi değildir; hanefî mezhebi esas alınmıştır, Ca'ferî şer'î mahkemelerinde kadıların tatbik edebilmeleri için bu mezhebin hükümlerini de ihtivâ etmiştir. 1959'da kabul edilen 188 numaralı kanun ve ta'dîli ile aynı sâhadaki taknîn hareketi devam etmiştir.(24)

Ürdün:
Mecelle'nin ta'dillerle hâlen yürürlükte bulunduğu Ürdün'de ahvâl-i şahsıyye dalında "Kanûnu-hukukı'l-âile" adıyle 1951'de çıkarılan kanun "nikâh, mehr, nafaka, talâk, iddet vb." mevzûları ihtivâ etmektedir.(25)
1976 yılında çıkarılan Medenî Kanun, Borçlar ve Aynî Hakları, İslâm Hukukuna göre tanzîm etmiş, belli bir mezhebe bağlı kalmamıştır. Kanunun 1448. maddesinin birinci fıkrası "Mecelle'nin, bu kanuna aykırı olan maddeleri yürürlükten kaldırılmıştır" diyerek Mecelle'nin yerine kaim olduğunu ifade etmektedir.

Lübnan:
Burada da Mecelle yürürlükte idi. "el-Mücibât ve'l-uqûd" adıyla 1934'te kabul edilen kanun Mecelle'nin büyük bir kısmını lağvetmiştir. Şer'î mahkemelerin tanzîmine dâir bulunan 1942 tarihli kanun ile bunun 1946 tarihli ta'dîli şer'î mahkemeleri tanzîm etmiş, sünnî mahkemelerde Osmanlı Hukuk-ı Âile Kanunu, şîî mahkemelerde de Ca'ferî mezhebinin tatbiki esasını getirmiştir. Yıllardan beri bütün dînî gruplara hitap eden müşterek bir âile kanunu hazırlamak için yapılan çalışmalar bazı İslâm âlimleri ile hristiyan din adamlarının reaksiyonu yüzünden netice verememiştir.(26)

 



24. Prof. Zeydan, el-Medhal, s. 153; Prof. Sibâî, age., C. I, s. 12.
25. el-Mehmesânî, age., s. 62; Zeydan, age., a. y.
26. Aynı kaynaklar.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Fas ve Tunus:
Fas'ta, âile hukukunu tanzîm eden "Müdevvenetü'l-ahvâli'ş-şahsıyye 1958'de yürürlüğe girmiştir.
Tunus'ta, 13-7-1958 tarihli emirnâme ile "Mecelletü'l-ahvâli'ş-şahsıyye" adı altında çıkarılan bir seri kanun âile ve mîras konularını içine almaktadır.(27)

Hindistan ve Pâkistan:
Hindistan'da eskiden beri hanefî mezhebi hâkimdir. 1772 tarihinde Britanya idaresinin çıkardığı kanun "müslümanlara mahsus âile, mîras ve benzeri konularda Kur'ân ahkâmının tatbik edileceği" hususunu tasrih etmiştir. Burada -tatbikatta- en çok başvurulan kitaplar Hidâye, Hindiyye, Sirâciyye ve Ca'ferî fıkhına ait Şerâiu'l-İslâm'dır. Durum ondokuzuncu asrın ortalarına kadar böyle devam etmiş, 1843-1937 yılları arasında kanunlaştırma hareketine başlanarak devam edilmiş ve ceza, usûl, evkaf, ahvâl-i şahsıyye gibi konularda çeşitli kanunlar çıkarılmıştır. Bu kanunların ahvâl-i şahsıyye dışında kalan kısmı yabancı kanunlara dayanır, onlardan iktibas edilmişlerdir.
1947 tarihinde kurulan Pâkistan -yukarıda işaret edildiği üzere- ilk olarak bir anayasa hazırlığına girişmiş 1949'da neşredilen ve anayasanın hedeflerini tesbit eden kararnâme "İslâm esaslarına uygun olarak demokrasi, hürriyet, eşitlik, müsâmaha ve ictimâî adâlet" prensiplerini benimsemiştir. Sonradan kabul edilen anayasa yabancı kaynaklı idi. Merhum Ziyâu'l-hak yönetiminde yürürlüğe konan Anayasa ise İslâm'a uygun bulunmaktadır.
Diğer sâhalarda da kanunlaştırma hareketi -Mısır ve benzerlerindeki gibi- devam etmektedir.

Endonezya:
1945'te istiklâlini ilân eden -Lâhey konferansının 1949'da bu ilânı benimsediği- Endonezya'da ekseriyet şâfiîdir. Birçok yerli örf ü-âdet yanında -bilhassa ahvâl-i şahsıyye sahâsında- şer'î hükümler tatbik edilmektedir.(28)

 



27. Zeydan, s. 153.
28. el-Mahmesânî, age., s. 71-75.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

c) Kanunlaştırma Hareketinin Sebepleri:
Bu devrede kanunlaştırma (taknîn, codification) hareketinin hızlanması ictimâî, iktisâdî, siyâsî sebeplere dayanır:
aa) Millî ve milletlerarası iktisâdî münâsebetlerin gelişmesi ve bazı yeni münasebetlerin ortaya çıkması: Kanunî şirketler, komisyon, sigorta, anlaşmalar vb.
bb) Hanefî ictihadı ile diğer bazı ictihadların kabul etmediği akdî şartların kabulüne zarûret hasıl olması.
cc) Mâlî, hukukî ve siyâsî sebeplerle(29) hükûmetlerin akarlara ve gayr-i menkullere ait tasarrufları bir şekle ve esasa bağlamak istemiş olmaları; tapu kadastro kanunları bu sebebe bağlıdır.
dd) Dâvâ, muhâkeme ve icrâ gibi konularda usûl, şekil ve merasimin tesbitine ihtiyaç hasıl olması. Usûl, icrâ, iflâs, noterlik vb. kanunları bu ihtiyaçtan doğmuştur.
ee) Müceddid ve ehl-i tahrîc fukahânın da arkası kesilmesi üzerine eskilerin ezber ve nakline inhisar eden fıkhın, gelişen ictimâî ve iktisâdî şartlara cevap veremez hale gelmesi.(30)
ff) Mecelle'nin yalnız hanefî mezhebine bağlı bulunması. Bir mezheb ne kadar geniş ve gelişmiş olursa olsun yine de her ihtiyaca cevap veremez. Bu kabiliyet ancak İslâm hukukunun kaynaklarında, esas ve prensiplerinde mevcuttur; bunu da bir mezheb değil, mezheblerin mecmûu ile yeni ictihadlar temsîl ve ihâta edebilir.

d) Kanunların Umûmî Vasıfları:
İncelediğimiz devrede çıkan kanunların umûmî vasıflarına gelince önce bunları iki gruba ayırmak gerekir: Yabancı kanunlardan iktibas edilenler; yerli İslâmî köke dayanır.
Birinci gruptaki kanunlar için yukarda birçok örnek zikredilmişti. Bunlardan usûle tealluk edenler umûmiyetle İslâm hukukuna da uygundur veya yakındır. Esasa ve ahkâma tealluk edenler ise temelde ve teferruâtta büyük farklar, aykırılıklar taşır. Bunlar Batı insan, âile, cemiyet, iktisâd ve siyâset anlayışının birer aynası durumundadır.
Yerli, İslâmî köke bağlı kanunlar ise şekil itibâriyle Batı'daki kanunlara benzemekle beraber muhtevâ, millî örf ve âdetler ile İslâm hukukuna bağlıdır. Mecelle gibi bazıları müstesnâ çoğu bütün İslâm mezheblerinden istifade edilmek suretiyle yapılmıştır. Tunus kanunundaki "birden fazla evlenmenin kaldırılması", son ta'dîlinden önce Irak kanunundaki bazı mîras hükümleri gibi hiçbir mezhebe uymayanları da vardır; fakat bunlar azdır.(31)
 


29. Vergiler mâlî hedef, akar satışlarında sû-i istimâli önlemek hukukî hedef, yabancıların mülk edinmelerini tahdit siyâsî hedef için birer örnek olabilir.
30. Fıkhın her asrın ihtiyacına cevap verebilmesinin şartları için bak. H. Karaman, Muâsır Problemler Karşısında İslâm Hukuku, s. 34 vd., 43 vd.
31. M. A. ez-Zerkâ, age., C. I, s. 178-179; Zeydan, age., s. 154.
Kanunlaştırma konusu için son bahse de bakınız.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

D- MECELLE:
Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye(32) ismiyle Osmanlı Ülkesinde 57 sene tatbik edilen, bütün İslâm ülkelerinin taknîn hareketi üzerinde derin tesirler icrâ eden ilk İslâm medenî kanununu ehemmiyetine binâen ayrı bir bahiste tetkîk edeceğimizi zikretmiştik. Aşağıdaki satırlarda Mecelle'yi doğuran sebeplerden başlayarak ilğâsına kadar geçen hâdisatı ve Mecelle'nin sistematiği, muhtevası, değeri gibi hususları azretmeğe çalışacağız(33):

1- Mecelle Vaz'ının Âmilleri:
a) Dış âmiller:
aa) İngiltere, Avusturya, Fransa, Rusya gibi siyâsî ve iktisâdî münasebetlerimiz bulunan devletlerin, azınlıkları da bahâne ederek devleti yeni mahkemeler kurmak ve kanunlar yapmak için zorlamaları.
bb) Bilhassa Fransız büyük elçisinin gayreti ve bazı devlet adamlarının da desteği ile Fransız Medenî Kanunu'nun (code civile) terceme edilerek kabulü fikrinin kuvvet kazanması.

b) İç âmiller:
Mecelle'nin mazbatası iç âmiller mevzûuna yer yer temas etmiştir; buna göre:
aa) Temyîz, Ticaret, Nizamiye mahkemeleri Avrupa'dan iktibas edilen kanunları tatbik etmekle beraber zaman zaman şer'î ahkâma baş vurmak mecburiyetinde kalıyorlardı.
bb) Fıkıh kitapları şer'î ahkâmı muhtevî olmakla beraber bilhassa hanefî mezhebine ait olanlar "munakkah" değil idi. Hanefî imamlar arasında ihtilâflı mesâil, fetvâya esas olacak ve olmayacak çözümler yanyana ve karışık olarak tedvîn edilmiş idi.
cc) "...bunca asırlardan berû sâdât-ı hanefiyye tarafından verilmiş olan fetâvânın cemi ve ihâtası ne kadar düşvâr olduğu..." için fetvâ kitapları da maksada kâfi değildi.
dd) Bu kitaplardan gerekli ahkâmı bulup çıkaracak, anlayıp tatbik edecek hâkimleri diğer mahkemelere vermek bir yana şer'î mahkemeler için bile bulmak mümkün olmuyordu.
ee) Asrın değişmesiyle örf ve âdete dayalı bulunan fıkhî hükümlerin de değişmeleri tabiî olduğundan bu nevi hükümlerin beyanına ihtiyaç duyuluyordu.
ff) İşte bütün bu âmiller dolayısıyla "İhtilâfâttan ârî ve yalnız akvâl-i muhtâreyi (tercîh edilmiş görüşleri) hâvî olmak üzere muâmelât-ı fıkha dâir sehlu'l-me'hâz (kolay anlaşılan) bir kitap yapılsa herkes kolaylıkla mütalâa ederek muâmelâtını ona tatbik eder... ve hem mehâkim-i şer'iyyede mûteber ve mer'î ve hem de mecâlis-i nizâmiyyede hukuk dâvâları için kanun vaz'ından müstağnî olur mütalâasına mebnî..." Mecelle hazırlanmış ve yürürlüğe konmuştur.

 



32. Adlî-hukukî hükümler mecmûası demektir.
33. Bu konuda geniş bilgi için bak. Ord. Prof. Ebu'l-Ulâ Mardin, Medenî Hukuk Cephesinden A. Cevdet Paşa, İst. 1946; Dr. Osman Öztürk, Mecelle, İst. 1973.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

2- Medenî Kanun Çevresinde Yapılan Mücadele ve Münakaşalar:
Yukarıda arzedilen âmiller bir medenî kanun vaz'ını zarûrî kılıyordu, bunda ittifak vardı; fakat kanunun nasıl olacağı konusunda fikir ayrılıkları mevcut idi. Bu fikir ayrılıkları zaman zaman sert münakaşalara, gizli açık hazırlıklara kadar varıyordu. Âli, Fuâd, Kabûlî Paşalar Fransız Medenî Kanunu'nun terceme ve iktibas edilmesi için çalışırlarken, Şirvânîzâde Rüşdü ve Cevdet Paşalar da yerli, İslâmî kökten, ahkâm-ı fıkhiyyeden alınarak bir kanun yapılmasını müdafâa ediyorlardı. Bu safhayı bizzat Cevdet Paşa'nın kaleminden takib edelim:
"...efkâr-ı vükelâ bu babta ikiye münkasim olmuştu. Bir kısmı ilm-i fıkhın muâmelât kısmından icâbât-ı zemâneye muvâfık olan mesâil-i şer'iyye cemolunarak ehl-i İslâm'a göre ahkâm-ı şer'iyye olup ve tebaa-i gayr-i müslimeye göre dahi kanun itibar olunmak üzere bir kitap te'lîf olunmak reyinde idiler. Hatta bâlada arzolunduğu üzere "Metn-i metîn" nâmıyle ilm-i fıkıhtan bir kitap te'lîfine başlanmış iken fi'le gelememiştir. Bu kere gene bu arzu tazelendi. Bu kulları ve hayli müddet Mâliye Nezaretinde ve bir müddet de Dâhiliye Nezaretinde bulunan Şirvânîzâde Rüşdü Paşa bu reyde idi. Diğer kısmı dahi Fransa Kanunnâmesini terceme ile mehâkim-i nizâmiyede düstûr-u'l-amel tutulması fikrinde idi.(34) O zaman elçilerin Der-i saâdetçe en nüfuzlusu Fransa elçisi Mösyö Bourée olduğundan Fransa kanunlarının mehâkim-i Devlet-i Aliyye'de ma'mûlün bir olması emelinde bulunmakla Fransız politikasına hâdim olanlar hep bu fikr-i sakîmde idiler. Ticaret Nâzırı Kabûlî Paşa ise bu fikirde musır olup hattâ mukaddemce Fransız Code Civil'ini türçeye terceme ettirerek Meclis-i Vükelâya tasdik ettirmeye çalışıyordu.(35) Lâkin bizim muhâlefetimize mebnî icrây-ı garaze za feryâb olamıyordu. Bu hususun müzakeresi için havâss-ı vükelâdan mürekkeb akdolunan encümen-i mahsusta Fuad Paşa'nın îrâd eylediği nutuklar ve Şirvânîzâde ile taraf-ı çâkerîden dermiyan olunan deliller karin-i hayyiz-i kabul olarak kütüb-i fıkhıyyeden muâmelâta dâir icâbât-ı zemâneye muvâfık olan meseleleri cem ile "Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye" namıyla bir kitap yapılmak üzere riyâset-i âcizânem tahtında olarak fühûl-i fukahâdan mürekkep bir cemiyet-i ilmiyye teşkiline karar verildi.(36)

 



34. Âlî Paşa Girit'ten gönderdiği meşhur ıslâhat lâyîhasında şöyle diyordu: "...Bir de başlıca şikâyet bizim mahkemeler olduğundan ol bapta dahi bir yol aramak ve Mısır'da yapılmakta olduğu gibi bizde dahi Code Civile dedikleri kanunnâme tercüme ettirilip deâavî-i muhtelita mehâkim-i muhtelitada o kanunnâmeye tatbikan rüyet ettirilmek emr-i zarûrî görünür. Bunun dahi ahkâm-ı celîle-i şeri şerife kat'â dokunmayarak sair nizamî mehâkim missilû tanzimi kabil olur zannolunur. Elhasıl bilcümle tebaanın dîn-u mezhebden başka mevadda yekdiğerine mezc-ü tahlîtı ve beyinlerde olan muhâsede ve rekabetin külliyen ilgâsı meydanda olan mehâliki imhâya ve biavnîhî teâlâ esas-ı devleti tahkîme ilâc-ı münferid add-ü şümâr olunur. Ol babta emir ve ferman... 3-Şaban-1284". Prof. Mardin, age., s. 173.
35. Sadrazam Saîd Paşa hâtıratında bu tercüme işini şöyle anlatıyor: Âlî Paşa Sultan Abdulazîz hazretlerine takdîm eylediği lâyiha-i mufassala-i meşhuresinde tebaa-i hristiyâniyenin müsâvâten hukuk ve menâfi-i memleketten müstefîd olmaları lüzûmunu ve Code Civile'in mehâkim-i Devlet-i aliyyede tatbikini tavsıye etmiş ve Fransa Code Civile'inin arabî tercümesi ıslâhât-ı adliyeyi tamamıyle hâvî olduğu için bunun nüsha-i arabiyesinden tercümesi dahî bana havâle olunmuştur..." Prof. Mardin, age., s. 174.
36. Prof. Mardin, age., s. 63-64.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

3- Mecelle Cemiyeti:
1285-1306/1868-1889 yılları arasında faaliyet gösteren Mecelle cemiyeti Cevdet Paşa'nın başkanlığında -yukarıda anlatılan şekilde- teşekkül etmiş, 1306 yılına kadar çalışmalar yapmış,(37) bu tarihte Sultan Abdulhamîd tarafından lağvedilmiştir.(38) Cemiyette vazîfe alan ulemânın isimleri şöyledir:

Ahmed Cevdet Paşa (v. 1312/1895)
Ahmed Hilmi Efendi (v. 1305/1888)
Seyfeddîn İsmâil Efendi (v. 1299/1882)
Filibeli Halil Efendi (1302/1885)
Şirvânîzâde Ahmed Hulûsi Efendi (v. 1306/1889)
Kara Halil Efendi (v. 1299/1882)
İbn Âbidînzâde Alâuddîn Efendi (v. 1306/1889(39)
Ömer Hilmi Efendi (v. 1307/1889)
Bağdatlı Muhammed Emin Efendi (v. 1309/1891)
Ömer Hulûsi Efendi (v. 1292/1875)
Yûnus Vehbi Efendi (v. 1322/1904)
Kırımlı Abdüssettâr Efendi (v. 1304/1887)
Abdüllâtîf Şükrü Efendi (v.?)
İsâ Rûhî Efendi (v. 1297/1880)

Bu zevatın Mecelle'nin tedvînine iştirak nisbetleri farklı olup yukardaki sıralama bu esasa göre yapılmıştır.(40)
Mecelle'nin tedvînine iştirak etmemekle beraber cemiyette daha sonra vazîfe alan başka zevat da vardır. Cemiyet önceleri Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliyye Dairesinde çalışırken sonra Bâb-ı Fetvâ'da çalışmağa başlamıştır. 1303 tarihinde Cevdet Paşa beşinci defa Adliye Nazırı olup cemiyet işleriyle tekrar meşgul olmağa vakit bulduğu zaman eski arkadaşlarından yalnız Ömer Hilmi Efendi kalmış, yeni üye olarak Fetvâ Emîni Muhammed Nurî Efendi, Meclis-i Maârif reisi Ali Haydar Efendi, Meclis-i tahkikat azâsından el-Hacc Muhammed Efendi, Sadreyn Müsteşarı Abdullah Şâkir Efendi tayin edilmişlerdir.(41)

 



37. Kasâme ve senedât-ı şer'iyyenin tanzîmi meseleleri ile 301 maddelik Usûl-i Muhâkeme-i Hukukiyye kanun lâyihası bu çalışmalar arasındadır. Ayrıca Ömer Hilmi Efendi'ye Diyât ve Evkaf, Ali Haydar Efendi'ye el-İstihkak gibi bölüm ve kitapları hazırlama vazifesi verilmiş, Cemiyetin lağvı üzerine bunlar müzakere edilememiştir.
38. Prof. Mardin'in tetkikine göre verilen bir jurnal Padişahı şüpheye düşürmüş ve bu güzel müessesenin lağvına sebep olmuştur. Bak. age., s. 152-155.
39. Meşhur İbn Âbidîn'in oğludur. Babasının kitabına "Kurratü uyûni'l-ahyâr" adıyle tekmile yazmıştır.
40. Hayatları hakkında geniş bilgi için bak. Prof. Mardin, age., s. 160-166; Dr. Öztürk, age., s. 20-21.
41. Prof. Mardin, age., s. 150-151.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

4- Mecelle'nin Muhtevâ, Sistem ve Metodu:
Şahıs, âile, mîras münasebetlerine ve aynî haklara ait birçok mühim hususları fıkıh ve fetvâ kitaplarına bırakarak bilhassa "muâmelât"ı (kısmen borçlar, aynî haklar, şahsın hukuku ve usûl) tanzîm eden Mecelle'nin sistematiği şöyledir:
Bu sistematik ve muhtevâ hakkında Mecelle mazbatası şu satırları ihtivâ ediyor (sadeleştirerek alıyoruz):
"Mütâlâa edince yüksek malûmleri olacağı üzere Mukaddimenin ikinci makalesi, İbn Nuceym ile onun yolunu takib eden fukahânın topladığı fıkıh kaideleri olup, şerîat hâkimleri açık bir nakil bulmadıkça yalnız bununla hükmedemez. Fakat fıkıh meselelerinin zaptedilmesine umûmiyetle faydaları olacak, okuyanlar meseleleri delilleriyle beraber kavramış olacaklardır... Bu sebepe Kitâb veya bâb adıyle yazılmayıp Mukaddimeye konmuştur. Fıkıh kitaplarında ekseriya küllî kaideler (prensipler) ile meseleler karışık olarak zikredilmiş ise de bu Mecellede her kitap ile alâkalı ıstılâhlar (terimler) o kitabın mukaddimesi olarak zikrolunmuş, meseleler sadece tertip üzere yazılmış, fakat bu asıl meseleleri açıklamak için misâl olarak, Fetvâ kitaplarından birçok mesele yazılıp ilâve olunmuştur."
Bugünkü kanunlar umûmiyetle meseleleri ayrı ayrı ve teferruatlı bir şekilde tanzîm etmek yerine birçok mesele ve hukukî münasebete şâmil hukuk kaide ve esaslarını tanzîm yoluna gitmişlerdir (mücerred metod). Mecelle ise -hem mezkür usûl o zamana göre yeni olduğu, hem de kaynakları meseleler ve teferruât üzerinden yürüdüğü için- meseleci (kazuistik) bir metod takip etmiş, meselâ bir cins veya nevi akit ve kaide içinde toplanması mümkün olan fiil ve muâmeleleri parçalayarak, meseleleri tasvir ederek tanzîm eylemiştir.

 



42. Bâbların muhtevâsı hakkında mufassal bilgi için bak. Dr. Oztürk, age., s. 40-82

 

 

 

 

 

5- İstinad Ettiği Kaynak ve İctihadlar:
Fukahâ hukukî meselelere çözüm ve hüküm ararken dört yoldan yürümüşlerdir:
a) Kitâb, sünnet, icmâ, kıyas, örf-ü âdet, istihsan, mesâlih gibi kaynak ve metodlardan istifade etmek suretiyle bizzat ictihad etmek; yani hükmü bunlardan çıkarmak.
b) Daha önce yapılmış ictihadlar (mezhebler) arasında tercihler yapmak.
c) Yalnız bir mezhebe bağlı kalarak -mezheb içinde- tahrîc, tercîh, temyîz gibi usuller kullanmak.
d) Tek mezheb içinde daha önce yapılmış tercihlere ve verilmiş fetvâlara -usûlüne göre- tâbi olmak. Bu tahrîc, tercîh ve temyîzi de yapamıyan sırf mukallid fukahâ için bahis mevzûudur.
Mecelle'nin mazbatasında gerektiği zaman başka mezheblerden de hüküm alınabileceğine ve çeşitli ictihadlardan istifade edilebileceğine, ülü'l-emrin kabûlü ile bunların kesinlik kazanacağına işaret edilmiş olmasına rağmen(43) tedvinde dördüncü yoldan (d şıkkı) yürünmüştür. İlgili eserlerde açıklandığı üzere bu yoldan şöyle yürünecektir: Hanefî imamlar bir meselede ihtilâf etmişlerse ve bir tarafta Ebû-Hanîfe, diğer tarafta Ebû-Yûsüf ve Muhammed (İmameyn) varsa bakılır: İhtilâf zaman değişmesinden olmuş ise İmameynin kavli tercih edilir, zaman ile alâkası yok ise ikisinden birisi alınablir; bundan sonra sırayla Ebû-Yûsüf'ün, Muhammed'in ve Züfer'in... sonra ehl-i tahrîcin kavilleri tercih olunur. İstihsan kıyasa takdîm edilir. İhtiyaç bulunursa tercih edilmemesi gereken kavil (kavl-i mercûh) da alınabilir.(44)
Mazbata'nın: "Elhâsıl bu Mecelle'de mezheb-i hanefî'nin hâricine çıkılmayıp mevâdd-i mündericesinin ekseri el-hâletü hâzihî Fetvâhânede muteber ve ma'mûlün bih olduğu cihetle..." diye başlayan kısmı okunduğu zaman görülecektir ki tedvinde yukarıda zikredilen usûl -umumiyetle- aynen tatbik edilmiştir.

6- Mecelle'nin Tenkîdi:
İçte ve dışta geniş akisler uyandıran Mecelle hakkında yüzlerce makale yazılmış, müsbet menfî değerlendirmeler yapılmıştır.(45) Tenkidlerin bir kısmı sistemle alâkalıdır. Burada:
a) Kitabların sırasında, bazen bab ve fasıl taksîmatında mantıkî bir sistemin gözetilmemiş olması,
b) Medenî kanunun âile, mirâs gibi diğer dallarını ihtivâ etmemiş bulunması,
c) Lüzumsuz tafsilât ve tekrarların yapılmış olması,
d) Tek mezhebe bağlanması yüzünden ihtiyaca cevap veren bazı ictihadları ihtivâ edememesi,(46)
e) Güç anlaşılması,
g) Meseleci bir metod takip etmiş bulunması... hususları göze çarpmaktadır.
Bütün bunlara rağmen Mecelle'nin Türk Medenî Hukukunu tedvîn sâhasında ileri bir adım olduğu, lisanının -gününe göre- eşsizliği, yerli ve millî bir kanun olduğu; bu bakımdan da -şeklen daha mükemmel de olsalar- yabancı kanunlara mureccah bulunduğu, yapılan her ilk teşebbüste eksiklerin olacağı ve bunların zamanla ikmal edileceği... mülâhazalarına da yer verilmiştir.
Muhtevâ bakımından yapılan tenkitlere gelince: M. A. Mandelstam'ın tenkidleri arasında:
a) Müşteri kable'l-kabz mebîi akar ise âhare satabilir, menkul ise satamaz (mad. 253),
b) Mebî' kable'l-kabz bâyi'in yedinde telef olsa müşteri hakkında bir şey terettüb etmeyip zararı bâyie ait olur (mad. 293),
c) Bir kimse bir malı görmeden iştirâ etse görünceyedek muhayyerdir... (mad. 320),
d) Mevcut ve hazır olmayan bir şeyin satışının câiz olup olmadığına dair (197, 200, 205, 237, 238)'nci maddeler.
e) Rehinde aynî hakkın mürtehine karşı kullanılabilmesi,
f) Şirketlerde sermayenin nuqûd kabilinden olması şartı (mad. 1338).
h) Dâvânın def'inde ıkrarın tecezzî ettirilmesi hükmü (mad. 1632), maddeleri göze çarpmaktadır.
Bunlara mukayeseli hukuk açısından gerekli cevapları veren Prof. Mardin(47) sözlerini şöyle bağlamıştır: "Hulâsa M. A. Mandelstam'ın Mecelle maddelerini tasrîh ve tahlil suretiyle yaptığı tenkidler isâbetten ârî görülmektedir. Mecelle'nin asrın ihtiyaçlarına ne bakımdan hakkıyle cevap vermekte kısır kaldığını muârız tarafından yapılan gelişi güzel, sathî incelemelerle meydana çıkarmak güçtür. Bu kifayetsizliği hükümlerin zâtında değil, dışında aramalıdır; daha doğrusu şark ve garb hukukunun dayandıkları umdelerde görülen farkı yani ahlâk ve menfaat duyguları arasındaki mücadeleyi nazara almalıdır."(48)

 



43. "Mesâil-i müctehedun fihâda İmamu'l-müslimîn hazretleri herhangi kavil ile amel olunmak üzere emir iderse mûcebince amel olunmak vâcib olduğundan..." Mazbatanın son bendi. Ayrıca bak. Madde: 1801.
44. İbn Âbidîn, Ukûdu rasmi'l-müftî, s. 44 vd.; Ebû-Zehra, Ebû-Hanîfe, s. 442 vd.
45. Prof. Mardin, Nâmık Kemâl, Fransız diplomat M. Engelhart, Prof. Dr. Hıfzı Veldet, Prof. Dr. Z. F. Fındıkoğlu, Prof. Dr. Ö. L. Barkan, Muallim M. Cevdet, dil uzmanı M. Şakir Ülkütaşır, İst. Rus sefâreti tercümanı Mr. André Mandelstam'ın mütâlâa ve tenkidleri ile başlıca ansiklopedilerin ilgili maddelerini nakletmiştir, age, s. 186-226.
46. Bu madde ile alâkalı olarak Prof. Mardin'in mütalâa ve şikâyetleri haklıdır; bak. age., s. 171-176.
47. Tesbitimize göre Elmalılı M. Hamdi Efendi de, Beyânu'l-Hak mecmûasının III, ve IV. cildlerinde mezkür itirazları cevaplandırmıştır.
48. age, s. 226.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

7- Mecelle'nin Ta'dîli Çalışmaları:
Kanunlar insan yapısıdır ve zaman içinde değişen ictimâî, iktisâdî, siyâsî hayatın muayyen bir kısmına ait münasebetlerin tanzîmini ifade ederler. O münasebetler değiştikçe, elbise ve gölge mahiyetindeki mevzûâtın değişmesi de tabiîdir. Mecelle bir ilk adım olduğundan daha başından bazı eksikleri olması da normaldir. İşte bu eksikleri tamamlamak ve değişen hayat şartlarını karşılamak üzere Mecelle'nin bazı maddelerini kaldırmak, değiştirmek ve tavzîh etmek mânasındaki ta'dîl çalışmaları ile karşılaşıyoruz. Bunları tarih sırasına göre ele alacak olursak:

a- Mecelle Cemiyetinin Çalışmaları:
İlk ikmâl ve ta'dîl çalışmasını Mecelle Cemiyeti yapmıştır. Bunun için üyelerinden Ömer Hilmi Efendi'ye Diyât ve Evkâf kitaplarını,(49) Ali Haydar Efendi'ye el-İstihkak kitabını(50) hazırlatırken bir yandan da bazı maddeleri değiştirme çalışmaları yapmıştır. Bu çalışmalarda göze çarpan önemli bir husus artık tek mezheb üzerinde ısrar edilmemesi, gerektiği zaman başka mezheblerden de -rey ve ictihad alarak- istifade yoluna gidilmesidir. Değiştirilen bazı maddeler:
1. Akd-i beyiden sonra dermiyan olunan şurût-ı müfside asl-ı akde iltihak ve bey'i ifsad etmez.
2. Ba'de'l-akid va'd tarikiyle dermiyan edilen şart sahih ve muteberdir.
Bu iki madde ile hanefî mezhebinde dar olan şart hükümlerine genişlik getirilmiştir.
3. Cizâfen iştirâ olunan mat'ûmât ile bunların gayri bi'l cümle menkulât ve akarın kable'l-kabz ve ba'de'l-kabz âhare bey'i câizdir.
Bu madde mâlikî mezhebine dayanmakta ve 283. maddeyi ta'dîl etmektedir.
4. Hayvânatta dahî selem sahihtir. Fakat cins, sin, nevi ve sıfatın beyanı şarttır.
Bu madde de hanefî mezhebi dışındaki üç mezhebin ictihadına göre yazılmış ve 381-387. maddelerin ilgili hükümlerini ta'dil etmiştir.
5. İcâre ehad-i âkıdeynin yâ ikisinin vefatıyle münfesih olmaz.
Şâfiî mezhebinden alınmıştır.
6. Menâfi, a'yân gibi mütekavvimdir.
Şâfiî mezhebinden alınmıştır.
Bu altı madde kabul edilmiştir.
7. Âriyetin müddeti, hıyâr-ı şartın tecezzîsi ve vârise intikali maddeleri de müzâkere edilmiş fakat ta'dil kabul edilmemiştir.(51)

b) Kanûn-i Medenî ve Hukuk-ı Âile Komisyonu:
İlk toplantısını 9-Mayıs-1916'da yapan bu komisyon şu esaslar dahilinde çalışmayı karar altına aldı:
aa) Fıkıh hükümlerinden olduğu gibi yabancı kanunlardan da istifade etmek.
bb) Maddeleri sade ve açık olarak kaleme almak.
cc) Ekseriyet usûlüne göre karar almak.

c) Mecelle Ta'dîl Komisyonu:
1921'lerde kurulan bu komisyon da Mecelle'de yer alan mevzûlara ait eksikleri, ait oldukları bâb ve fasıllara tekmile tarzında ilâve etmek suretiyle tamamlamak ve ta'dîli icab eden maddeleri asrın ihtiyacına en uygun surette değiştirmekle vazîfeli idi. Çalışma prensiplerini şöyle tesbit etmişlerdi:
aa) Kitâb ve sünnette mevcut hükümlere muhâlif bir şey kabul etmemek.
bb) Çeşitli mezheblerden asrın ihtiyacına en uygun ictihadları almak.
cc) Yeni çıkan ihtiyaçlar için -fıkıh hükümlerine uygun olmak şartıyle- diğer hukuklardan istifade etmek.
dd) Hâkimlere fazla takdîr selâhiyeti vermemek.
Bu komisyonun ilâve ettiği maddeler arasında "İcab ve kabul telefon ve telgrafla dahi olur", kat mülkiyeti hakkında "Hakk-ı teâllînin bey'i câizdir" gibi yeni ihtiyaçlara cevap veren maddeler de vardır.

d) Diğer Komisyonlar:
Bundan sonra ilk toplantısını 3-Mayıs-1923'te yapan ahkâm-ı şahsıyye, aynı yıl kurulan Usûl-i Muhâkemât... Kanun-ı Medenî Uqûd ve Vâcibât komisyonları da ikmal ve ta'dil faaliyetini devam ettirdiler. Mecelle ile daha çok ilgisi bulunan son komisyonun kabul ettiği çalışma esasları da (c) maddesinde mezkür komisyondaki gibidir. Burada Mecelle'nin küllî kaideleri ile her kitabın başındaki mukaddimelerde yer alan tariflerin kaldırılmasına karar verilmiş ve birçok ta'diller yapılmıştır.(52)

 



49. Prof. Mardin, age., s. 178.
50. Ali Haydar, el-Mecmûatu'l-cedîde, İst. 1332, Mukaddime.
51. Ali Haydar, age., s. 136-138.
52. Bu ta'diller hakkında daha geniş bilgi için bak. Prof. Velidedeoğlu, Medenî Hukuk (Umûmî Esasları), s. 68-78; Dr. Öztürk, age., s. 96-105.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

8- Mecelle'nin İlgâsı ve T. Medenî Kanununa Geçiş:
Ta'dil çalışmaları sırasında Âli Paşa zamanından beri sürüp gelmekte olan "Avrupa memleketlerinden birisinin Medenî kanununu iktibas" fikri tekrar kuvvet kazandı ve zamanın Adliye Vekili M. Esad Bozkurt Ahkâm-ı Şahsıyye ve Vâcibât komisyonları önünde yaptığı sert bir konuşma ile komisyonları lağvetti.(53) Bundan sonra İsviçre Medenî Kanun'u bazı ta'dîller ile kül halinde tercüme ettirilerek 17-Şubat-1926'da kabul edildi ve 4-Ekim-1926'da yürürlüğe girdi. M. Kanunu tamamlayan borçlar da yine bir heyet tarafından İsviçre B. Kanunu'ndan tercüme edildi ve 22-Nisan-1926'da kabul edildi.(54) Böylece 57 yıldan beri meriyette bulunan Mecelle, tatbikat Kanununun "Kanunu Medenîye, Borçlar Kanununa ve bu Tatbîkat Kanununa muhâlif olan ahkâm ile Mecelle mülğâdır" diyen 43. maddesiyle meriyetten kaldırılmış oluyordu.

9- Mecelle Üzerinde Yapılan İlmî Çalışmalar:
Mecelle kısmen rumcaya, kül halinde arapçaya çevrilmiş(55) türkçe ve arapça çeşitli şerhler yazılmış(56) küllî kaideleri, indeksi, tarihi üzerinde çalışmalar yapılmıştır. Bunların dördünü tanıtmakta fayda görüyoruz:
a) Düraru'l-hukkâm Şerhu-Mecelleti'l-ahkâm: Hal tercemesini fukahâ bölümünde vereceğimiz Ali Haydar Efendi tarafından yapılmış, Mecelle'nin en geniş şerhidir. Birkaç defa basılmıştır. Elimizdeki üçüncü baskı İstanbul 1330 tarihli olup 1. cild (992), 2. cild (952), 3. cild, (986), 4. cild (831) sahîfedir. Bâb ve fasılların başında ve sonunda yapılan hulâsa cetvelleri kavramada kolaylık sağlamaktadır. Bu şerh arapçaya da çevrilmiş ve tab'edilmiştir.
b) Miftâhu'l-mecelle: Amasya Bidâyet Mahkemesi Zabıt kâtibi Serkiz Orpelyan tarafından hazırlanan bu kitap lüğat kitapları tarzında ıstılâhları sıralayarak her birinin içinde geçtiği maddeleri sırayla tesbit etmiştir. İstanbul, 1299.
c) Mirât-ı Mecelle: Kayseri müftüsü Mes'ûd Efendi (v. 1310/1893) tarafından kaleme alınan bu eser Mecelle maddelerinin, otuz kadar hanefî fıkıh kitaplarından çıkarılmış kaynaklarını, ve asıl ifadelerini arapça olarak muhtevîdir. Mecelle maddeleri aynen alınmış, her maddenin altına mezkûr kaynaklardan alınan ifâdeler yerleştirilmiş, kaynağın adı ve bâbı zikredilmiştir. Eser, Mecelle cemiyetinin de takdîrine mazhar olmuş, 1302'de İstanbul'da bir cild, 750 sayfa halinde tab'edilmiştir.
d) Osmanlı Hukuk Tarihinde Mecelle: İstanbul Y. İslâm Enstitüsü öğretim üyelerinden Dr. Osman Öztürk'ün doktora tezi olan bu eser Türk Hukuk Tarihi içinde Mecelle'nin yerini ve tarihini tetkik eden en yeni çalışmadır ve sonunda Mecelle metni yeni alfabeye çevrilerek aynen verilmiştir. İst. 1973.
Bu son çalışmasının da kaynağı ve öncüsü olan, Prof. Ebu'l-Ulâ Mardin'in, Medenî Hukuk Cephesinden A. Cevdet Paşa isimli kitabı (İst. 1946), Mecelle ve Cevdet Paşa üzerinde faydalı, emek mahsûlü bir eserdir.

 



53. Bu konuşmanın metni için bak. H. Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, s. 227.
54. Prof. Velidedeoğlu, age., s. 79 vd.
55. Prof. Mardin, age., s. 155 vd.
56. Dr. Öztürk, adı geçen eserinde başlıca çalışmaları tanıtmıştır, s. 113-115.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

E- SON DEVİR FUKAHÂSI:
Bu devirde, geniş İslâm dünyası üzerinde pek çok fıkıh bilgini yaşamış ve yaşamaktadır. Bunların hepsini tesbit ve hayatlarını hikâye etmek başlıbaşına bir çalışmayı gerektireceği için biz burada şahsiyet ve eserleriyle iz bırakan, te'sir icrâ eden, çığır açanları zikretmekle iktifâ edeceğiz.

1- El-Leknevî:
Ebu'l-hasenât Abdulhayy b. Abdulhalîm (v. 1304/1886); Hind diyarında İmam Rabbânî ve Şâh Veliyullah'ın açtıkları çığırda yetişen müceddid allâmelerdendir. 1264'te Banda'da doğdu, aslı Hz. Ebû-Eyyûb'a dayanır, Medîne, Herat, Lâhur, Dehlî'den Leknev'e intikal etmişlerdir. Babası ulemâ ve müderrisînden idi, ömrünün sonuna doğru Haydarâbâd adliye nazırı olmuştu. Abdulhayy 10 yaşında Kur'an-ı Kerîm okumağa başladı ve 17 yaşının sonunda "sarf nahiy, beyân, meânî, mantık, hikmet, tıb, fıkıh, usûl, kelâm, hadîs, tefsîr" gibi ilimleri babasından okumuş bulunuyordu. Büyük dayısından da matematik ve kozmoğrafya okudu. Babasından sonra baş kadı olması için ısrar ettilerse de kabul etmedi. Bunu Allah'ın bir lûtfu olarak kaydettikten sonra yine O'nun lûtfu olan hususiyetlerini bizzat kendisi şöyle ifade ediyor: "Allah bana hadîs ve hadîse dayalı fıkıh sevgisi ve meylini nasib etti. Hadîse aykırı olan ictihadı (mezheb hükmünü) terkederim; fakat o mezhebin (reyin) sahibi olan müctehidi de ma'zur hattâ mecûr kabul ederim. Şu da var ki ben bir şey bilmeyen avâmın zihnini karıştıranlardan değilim; onlara anlayacakları lisan ile konuşurum..."
"Allah'a hamdolsun ki beni ifrat ile tefrîtin ortasındaki yola soktu: Şer'î delillere muhâlif bile olsa fukahânın reylerini terk etmeyecek kadar koyu taklîd yolnu seçenlerden de değilim, fukahâya kötü söyleyip kül halinde fıkhı terkedenlerden de değilim..."
Muâsırı bulunan dört mezheb ulemâsının pek çoğundan icazetler alan Leknevî zamanında Hindistan'da fetvâ mercii olmuş, herkes müşkilini sormak üzere onu aramıştır. Umûmiyetle hanefî mezhebine ittibâ etmiştir.

Eserleri:
Merhumun (110) kadar eseri vardır. Bunların (86)'sı arapçadır ve çoğu matbûdur. Bazılarını zikredelim: el-Feâidu'l-behiyye (Hanefî fukahâsına aittir, zeyli de vardır, bu kitabı okurken müellifin "gördüm, okudum" dediği kitaplar insanı hayrete düşürmektedir), en-Nâfi'u'l-kebîr (İmam Muhammed'in Muvatta'ı üzerine yazdığı et-Ta'lîqu'l-mümecced'in mukaddimesi), el-Ecvibetü'l-fâdıla (hadîs ve usûl), er-Raf'u ve't-Tekmîl (cerh ve ta'dîl), es-Siâye li-Şerhi'l-Viqâye (ictihad ve tercih metoduyla yazılmış güzel bir şerhtir), Mecmû'atü'l-Fetâvâ (üç cild, fetvâları), el-Âsâru'l-merfû'a (mevzu hadisler)...(57)

 



57. er-Raf'u ve't-Tekmil'in, A. Ebû-Gudde tarafından yapılan neşrinin baş tarafında geniş hal tercemesi vardır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

2- el-Mercânî:
Şihâbuddîn b. Behâuddîn (v. 1306/1889); aslı Kazan vilâyetinin Mercan kasabasından olup Yabancı köyünde dünyaya geldi. Önce babasından okudu, sonra Buharâ ve Semerkand'e giderek tahsiline devam etti, Türkistan ve Kazan'ın zengin kütüphanelerinden istifade ederek tefsîr, hadîs, usûl, fıkıh ve tarihte üstad ve müctehid mertebesine ulaştı. İctihadını açıkça söyler, gerektiğinde eski müctehidlerin görüşlerini tenkid eder, kimseden çekinmezdi. Bu yüzden Kazan ulu Camii imamlık, hatipliği ile müderrislik görevinden azledildi ise de bilâhare iade edildi. İbn Kemâl'in "Müctehidlerin Tabakatı" hakkındaki risâlesine yazdığı tenkid bu âlimin ilmî kudretine parlak bir delil mahiyetindedir.(58)
Bazı eserleri: Müstefâdü'l-ahbâr fî târîhi-Kazân ve Bulgar, Nâzûratü'l-hak, Şerhu-Akaidi'n-Nesefî...(59)

 



58. M. Zâhidu'l-Kevserî, Hüsnu't-Tekâdî, s. 83-99 (Mercânî'nin şafak ve bazı vakitlerin teşekkül etmediği yerlerde ibâdet ile ilgili Nâzûratü'l-hak... isimli eserinden naklen)
59. ez-Ziriklî, el-A'lâm, C. III, s. 258.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

3- Kadri Paşa:
Muhammed Kadri Paşa (v. 1306/1888); aslı Anadolu'lu, kendisi Mısır'da doğdu, doğduğu yerde (Mellûy) ve Kahire'de okudu, ayrıca yabancı diller okulundan mezun oldu. Hidîv'in velîahdine hoca tayin edildi, sonra sırasıyle Mehâkim-i muhtelita müsteşarı, adliye nâzırı, maârif vezîri ve adliye vezîri oldu. Kadri Paşa da bizdeki Cevdet Paşa gibi yabancı kanunların alınması yerine İslâmî ve yerli kökten kanunlar yapılması için mücadele etmiş, bu mevzuda eserler kaleme almıştır.(60)
Dil konusundaki çeşitli eserlerinden başka hukukî kitapları şunlardır: Mürşidu'l-hayrân (Mecelle gibi), Kanunu'l-adli ve'l-insâf... (evkaf), el-Ahkâmu'ş-şer'iyye fi'l-ahvâli'ş-şahsıyye, Tatbîqu-mâ vucide fi'l-qânûni'l-medenî muvâfıkan li-mezhebi-Ebî-Hanîfe.(61)

4- Sıddık Hasan Han:
Muhammed Sıddık Han b. Hasen b. Alî (v. 1307/1889); aslı Buhârâlı, Hindistan'da, Kınnevc'de doğdu ve yetişti, tahsil maksadıyla Dehlî'ye geldi, burada Şah Veliyyullah'ın oğlunun talebelerinden okudu, Hicaz'a gitti, orada da Şevkânî'nin talebelerinden ders aldı, memleketine avdetten sonra maîşet kazanmak için gittiği Pehupal'de Melike ile evlenerek ona nâib, servet ve mülke nail oldu. Kendisini okumaya ve yazmağa verdi. Sıddık Han ondokuzuncu asır İslâm dünyasının müceddid ve müctehidlerindendir. Arapça, farsça ve hindçe altmış civarında kıymetli eseri vardır.
Bazı eserleri: Husnü'l-üsve (kadın hakkında), Fethu'l-beyân fî meqâsıdi'l-Kur'an (on cild, dirayet ve rivâyet tefsiri), Husûlü'l-me'mûl (fıkıh usûlü), Avnu'l-Bârî (Buhârî şerhi), el-Iklîd, et-Tarîkatü'l-müslâ (ikisi de taklidin reddine ve ictihada dâir), Neylü'l-merâm (ahkâm âyetlerinin tefsiri), Miskü'l-hıtâm (Bülûğu'l-merâm şerhi, farsça)...(62)

5- Ömer Hilmi:
Karinâbatlı Ömer Hilmi Efendi (v. 1307/1889); İstanbul'da doğdu, birçok hocadan okudu ve Kazasker Tikveşli Yûsüf Efendi'den icazet aldı. Müderris, Fetvahâne baş müsevvidi, fetvâ emini, Evkaf-ı Humâyûn müsteşârı, Senedât-ı Hâkanî memuru, Temyiz azası ve reisi olarak vazîfeler îfâ etti. Cevdet Paşa'nın "devrimizin İmam-ı A'zamı" diye iltifat eylediği Ömer Hilmi Efendi Mecelle cemiyetinde çalıştı ve Mekteb-i Hukuk'ta Mecelle okuttu.
Eserleri: Ahkâmu'l-erâzî, Mi'yâru'l-adâleh (ceza hukukuna dâir, Mecelle tarzında), İthâfu'l-ahlâf fî ahkâmi'l-efvaf.(63)

 



60. Mısır'da Kanunlaştırma Hareketi bahsine bakınız.
61. ez-Ziriklî, age., C. VII, s. 231.
62. İbn el-Âlûsî, Cilâu'l-ayneyn, s. 48 vd.; ez-Ziriklî, age., C. VII, s. 36.
63. Prof. Mardin, age., s. 162-163; Dr. Öztürk, age., s. 28-29.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

6- Cevdet Paşa:
Ahmed Cevdet Paşa (v. 1312/1895); bugün Bulgaristan sınırları içinde kalan Lofça'da doğdu. Önce Lofça müftüsü Hâfız Ömer Efendi'den arapça ve fıkıh tahsil etti, sonra İstanbul'a gelerek tahsîlini ikmâl eyledi. Çok cepheli bir İslâm âlim ve edîbi olan Cevdet Paşa'nın birçok vazîfesi arasında müderrislik, Divân-ı Ahkâm-ı Adliye reisliği, vezirlik, nâzırlık (maârif, adliye, dahiliye, ticaret) gibi önemlileri de vardır. Mecelle cemiyetinin kuruluşu, Mecelle'nin tedvîni en başta O'nun gayretleriyle vücud bulmuş, bundan başka birçok nizamnâme ve kanun ıhzârında emeği geçmiştir. Mantıktan, aruzdan, dilden tarihe kadar çeşitli fenlerde faydalı ve büyük eserleri vardır. Fıkha dair -Mecelle dışında- önemli bir eseri mevcut değildir.(64)

7 ve 8- el-Azîmâbâdî:
Bu nisbet ile anılan Hindistanlı iki âlim mevzûmuzla alâkalıdır:
Muhammed Eşref b. Emîr b. Alî b. Haydar es-Sıddîqî (1323/ 1905'te hayatta idi); Şah Veliyullah, Şevkânî ve el-Fullânî'nin(65) talebelerinden istifade etmiş, Hindistan'da sünnetin ihyası hareketinde rol oynamıştır. Avnu'l-Ma'bûd ismiyle Ebû-Dâvûd'un Sünen'ine yazdığı hâşiye tahkîk ve ictihad eseridir.(66)
Ebu't-Tayyib Muhammed Şemsü'l-Hak b. Emîr (Doğumu: 1273/1857); Muhammed Eşref'in kardeşidir, aynı üstadlardan okumuş, zamanın büyük muhaddislerinden icazet almıştır. Gâyetu'l-maksûd adıyle Sünen-i Ebî-Dâvûd'a yazdığı şerh en büyük şerhtir, ictihad ve tahkîk eseridir.(67)

9- Muhammed Abduh:
Muhammed Abduh b. Hasen Hayrullah (v. 1323/1905); aslı türkmen olan Muhammed Abduh Mısır'ın batı bölgesinde, Şinrâ köyünde doğdu, Buhayra'nın Nasr mahallesinde büyüdü, gençliğinde binicilik, atıcılık ve yüzme sporlarıyle meşgul oldu, Tantâ'da el-Ahmedî medresesinde, sonra Kahire'de el-Ezher'de okudu, tasavvuf ve felsefe ile de meşgul oldu, kırk yaşından sonra mükemmel fransızca öğrendi, müderris ve bilhassa el-Veqâ'ı'u'l-Mısriyye gazetesinde muharrir olarak çalıştı. İngilizler Mısır'ı işgal edince onlara cephe aldı ve Irâbî Paşa ihtilâline yardım suretiyle iştirâk etti, tahkikat için üç ay tevkif edildikten sonra 1299/1881'de Suriye'ye (o zaman adı Şam beldesi) sürüldü, oradan Paris'e gitti, üstad ve arkadaşı Cemâleddîn Efgânî ile beraber el-Urvetü'l-vüsqâ gazetesini çıkardı. Beyrut'a dönerek tedrîs ve te'lîf ile meşgul oldu. Mısır'a dönmesi hususunda izin çıkınca 1306/1888'de Mısır'a döndü, önce kadı oldu, sonra İstînâf Mahkemesi müsteşârı ve nihayet Mısır müftüsü olarak tayin edildi. Vefatına kadar bu vazîfede kaldı ve İskenderiye'de ahirete intikal etti.
Muhammed Abduh -istememesine rağmen- üstadı Efgânî'nin ısrarı üzerine siyâsete atılmış, bu yüzden aleyhine bir grup kazanmış, leh ve aleyhindeki telâkkiler, yazışmalar günümüze kadar devam edegelmiştir. Yine üstadının isteğiyle ve dâvâsına hizmet gayesiyle mason cemiyetine de girmiş bilâhire bu cemiyetin dâvâsını gerçekleştirmeye elverişli olmadığını anlayarak çıkmış ve onunla mücadele etmiş olmasına rağmen(68) bu da aleyhine bir puan olarak kaydedilegelmiştir.
Leh ve aleyhindeki mütâlâalar gözden geçirilince şu hususlar sâbit görünmektedir:
a) Muhammed Abduh önemli bir İslâm âlimi, mücahid ve müceddididir.
b) Mahkemelerde, evkaf teşkilâtında, el-Ezher'de giriştiği ıslâhat teşebbüsleri iyi neticeler vermiştir.
c) Müslümanların geri kalmalarında taklîdin ve cehâletin büyük birer âmil olduğuna inanmakta, bunun için İslâm'ın ilk üç nesilde anlaşıldığı ve yaşandığı gibi yaşanmasını, taklîdin terkedilmesini, muâsır ihtiyaçlara bütün fıkıh mezheblerinden -eğer bunlarda da yoksa ictihad yapılarak- çözüm getirilmesini istemektedir.
d) İctimâî ve siyâsî
ıslâhatta tepeden inme, zorlama reformlar yerine kadro yetiştirilmesini, bunlar vasıtasıyle halka inilerek ıslâhat yapılmasını uygun bulmaktadır.
e) Müslümanların uyanık, şuurlu, siyâsî murakabede bilgili ve aktif olmasını, bütün dünya müslümanlarının bir siyâsî birlik kurmalarını (ittihâd-ı İslâm, panislamisme) istemektedir.
f) Gerek Avrupa'yı değerlendirmesi ve gerekse siyâsî teşebbüsleri ile bazı fetvâları kabil-i münâkaşadır.
Ömrünü bu gayelerin gerçekleşmesine hasretmiş, tesiri yüzlerce talebesinde günümüze kadar sürüp gelmiş bulunan Abduh geride önemli yazılı eserler de bırakmıştır.
Bazı eserleri: Tefsîru'l-Kur'ân (kısmen), Risâletü't-tevhîd (yeni bir kelâm kitabı mahiyetindedir), er-Raddû alâ Hanoto (M. Akif tarafından türkçeye çevrilmiştir), Risâletü'l-vârîdât, Hâşiye ale'd-Devvânî (Akaid-i Adudiyye üzerine), Şerhu-Nehci'l-belâğah, Şerhu-Maqâmâti'l-Hemezânî, el-İslâm ve'n-nasrâniyyeh, el-İslâm ve'r-raddü alâ müntekıdîhi (makaleler)...(69)

 



64. Prof. Mardin, age., Dr. Öztürk, age., s. 20-23.
65. Sâlih b. Muhammed el-Füllânî (1218/1803)'de Medîne'de vefat etmiş olup müceddid ve muhaddis ulemâdandır. İkâzu'l-himem (ictihad, taklid konusunda), Katfu's-zemer gibi eserleri meşhurdur.
66. Ö. Rizâ Kehhâle, Mu'cemu'l-muellifîn, C. IX, s. 63.
67. age, C. X, s. 72; Avnu'l-ma'bûd, mukaddime.
68. R. Riza, el-Menâr, C. VIII, Sa. XI, s. 401 vd.
69. Aleyhindeki değerlendirmeler için Yûsüf Nebhânî ve M. Sabri Efendilerin eserlerine bak. (Şevâhidu'l-hak, Mevkıfü'l-akl...) Hayatı hakkında en geniş ve müdellel bilgi için bak. R. Rizâ, el-Menâr, C. VIII, Sa. 10 vd.; Tâhîru'l-Üstâzi'l-İmâm (üç cilt); H. Karaman, Gerçek İslâmda Birlik.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

10- el-Kaasimî:
Cemâluddîn b. Muhammed Saîd b. Qâsim (v. 1332/1914); son asrın müceddid ve müctehid ulemâsından ve Hz. Hüseyn'in (r.a.) torunlarından olan el-Qâsimî 1866'da Şam'da doğdu, iyi bir tahsil gördükten sonra -fıtrî kabiliyetinin de yardımıyla- Şam'ın en büyük âlimi oldu. İtikadda selefî, fıkıhta taklîde karşı idi. Hükûmet kendisini Suriye'de dolaşarak köy ve şehirlerde halkı irşada, umûmî dersler vermeğe memur etti. 1308-1312 yılları arasında bu işle meşgul olduktan sonra Mısır ve Medîne'ye gitti. Döndüğü zaman çekemiyenler kendisini "Mezheb-i Cemâlî" adıyla yeni bir mezheb kurmakla ittiham ettiler, 1313'te hükûmetçe tevkif ettirildi, yapılan sorgusunda ittihamı reddetti ve serbest bırakıldı; hattâ Şam valisi kendisinden özür diledi. el-Qâsimî bundan sonra evine çekilerek husûsî, umûmî dersler verdi, te'lîf ve irşâd ile meşgul oldu. Yetmiş iki civarında değerli eseri vardır.
Bazı eserleri: Mehâsinu't-tevîl (oniki cild tefsir), Delâilü't-tevhîd, el-Fetvâ fi'l-İslâm, Mezâhibu'l-a'râb ve felâsifeti'l-İslâm fi'l-cin, Mev'izatü'l-müminîn (İhyâ muhtasarı), Kavâ'ıdü't-tahdîs (hadîs usûlü), Tenbîhü't-tâlib ilâ ma'rifeti'l-farzı ve'l-vâcib, İslâhu'l-mesâcid ani'l-bida'...(70)

11- el-Hudarî:
Muhammed b. Afîfî el-Bâcûrî (v. 1345/1927); Mısırlıdır, Kahire civarında ez-Zeytûn'da ikamet ederdi, Dâru'l-ulûm medresesinden mezun olduktan sonra Hartûm'a şer'î hâkim tayin edildi, sonra oniki yıl Kahire'de el-Kazâu'ş-şer'î medresesinde (İslâm Hukuk Fakültesi) müderris, el-Mısrıyye Üniversitesinde İslâm Tarihi profesörü, mezkür fakültede vekil (müdür, dekan) ve maârif müfettişi olarak çeşitli vazîfelerde bulundu. Abduh ve talebeleri yolunda, ıslâhat tarafları, kör taklîde karşı, zekî, edib bir İslâm âlimi idi.
Eserleri: Usûlü'l-fıkh, Târîhu't-teşrî'i'l-islâmî, Târîhu'l-umemi'l-islâmiyye (iki cild), İtmâmu'l-vefâ fî sîratil-hulefâ, Nuru'l-yaqîn fî sîrati-Seyyidi'l-mürselin, el-Gazzâlî...(71)

 



70. ez-Ziriklî, el-A'lâm, C. II, s. 131.
71. ez-Ziriklî, age., C. VII, s. 151; Serkis, Mu'cemu'l-matbûât, s. 825.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

12- Ali Haydar Efendi(72):
Ahıshalı Emîn Efendizâde diye meşhurdur (v. 1355/1936); Mahkeme-i Temyîz reisi, Fetvâ Emîni, Medresetü'l-kuzât ve Mekteb-i Hukuk Mecelle vb. müderrisi ve Adliye vekili olarak önemli vazifelerde bulunmuştur.
En meşhur eseri dört büyük cild halinde birkaç kere basılmış ve arapçaya da çevrilmiş bulunan Duraru'l-hukkâm isimli Mecelle şerhidir. Mecelle'ye ek mahiyetinde bazı çalışmaları (el-Mecmû'atü'l-cedîde) ile evkaf, arâzî, mefkud hakkında eserleri vardır.(73)

13- Reşîd Rızâ:
Muhammed Raşîd b. Alî Rizâ (v. 1354/1935); aslı Bağdadlı olup kendisi Trablusşâm'ın yakınındaki Kalemûn sâhil köyünde doğdu, köyünde ve Trablus'ta okudu, Hüseyn el-Cisr'in medresesinden mezun oldu, gençliğinde sofuca bir hayatı vardı, şiirler ve bazı gazetelerde yazılar yazardı. el-Urvetü'l-vüsqâ vâsıtasıyle tanıdığı Şeyh Muhammed Abdüh'ü görmek üzere Mısır'a gitti, Abdüh'e talebe ve dost oldu, üstadıyle -umûmî hatları ortak olan- fikirlerini yaymak, hedefleri olan dîni, ictimâî, siyâsî ıslâhatı(74) gerçekleştirmek için el-Menar dergisini çıkardı. 1326/1908'de ikinci meşrutiyetin ilânından sonra Suriye'ye geldi, Şam'da Emevî camiinde bir hutbe îrâd ederken ıslâhat düşmanlarından birisinin itirazı üzerine karışıklıklar çıktığı için Mısır'a döndü, Dâ'vet ve İrşâd medresesini açtı, Faysal b. Hüseyn zamanında yine Suriye'ye geldi ve Kongre başkanı seçildi, Fransızların işgali üzerine Suriye'den tekrar -ikinci vatanı- Mısır'a geldi. Hindistan, Hicaz ve çeşitli Avrupa memleketlerine seyahatler yaptı, İsveç'ten Kahire'ye dönerken vefat etti ve Kahire'de defnedildi. Asrımızın müceddid ve müctehid âlimlerinden olan R. Rizâ da iman ve mefkûre uğrunda bir ömür harcamış, pek az muhâlifi yanında İslâm dünyasında sevilmiş, itimad edilmiş, fetvâ mercii olmuştur.
Eserleri: el-Menâr (dergi, 34 cild), Tefsîru'l-Kur'âni'l-hakim (12 cild, Sûre-i Yûsüf'e kadar), Târihu'l-Üstâzi'l-İmam (üç cild, Abdüh'ün hayatı), el-Hilâfe ve'l-imâmetü'l-uzmâ, el-Vahyü'l-Muhammedî, Yüsru'l-islâm ve usûlü't-teşrî, et-Fetâvâ (6 cild, el-Menardaki fetvaları Dr. S. Müneccid tarafından toplanmıştır), Muhâverâtü'l-muslih ve'l-mukallid...(75)

 



72. Mekteb-i Hukuk Usûl-i Fıkıh müderrisi olup Büyük Haydar Molla adıyle anılan Ali Haydar Efendi (v. 1321/1903)'de son asır fukahâsındandır.
73. Ö. Nasuhî, Istılâhat-ı Fıkhıyye, C. I, s. 349.
74. Mefkûreleri için M. Abdüh'ün terceme-i hâline bakınız. Şuna hemen işaret edelim ki bu müceddidlerin yapmak istedikleri "dinî ıslâhat ve tecdîd" hristiyanlık için bahis mevzûu reform kabilinden olmayıp, İslâm'ı ilk üç nesil (sahâbe, tabiûn, etbâ) zamanındaki gibi anlamak ve yaşamak, kör taklîdi atıp, tercih ve ictihad kapısını açmak, müslümanları istiklâl ve birliğe kavuşturmaktır.
75. Bu son kitap A. Hamdi Akseki tarafından Mezâhibin Telfikı ve İslâm'ın Bir Noktaya Cem'i adıyla tercüme edilmiş, tarafımızdan notlar eklenerek İslâm'da Birlik ve Fıkıh Mezhebleri adıyle sadeleştirilmiş ve Diyânet tarafından neşredilmiştir. Daha sonra kitap tarafımızdan yeni baştan tercüme edilmiş, müellifin geniş bir hayat hikâyesi yazılmış ve Gerçek İslâmda Birlik adıyla basılmıştır (İst. 1998).

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

14- Elmalılı Hamdi Efendi:
Muhammed Hamdi Yazır (v. 1942); Antalya'nın Elmalı kazasına bağlı Yazır köyünde Nu'man Efendi ile Fatma hanımın izdivacından dünyaya geldi. İbtidâî ve Rüşdiye tahsilini Elmalı'da yaptı, dayısı Mustafa Sarılar Hoca ile İstanbul'a geldi ve Kayserili Mahmud Hamdi Efendi'nin talebesi oldu.(76) Diğer ulemâdan da okuyup icazetler aldıktan sonra 1324 tarihinde Bâyezid Ders-i âmmı oldu. Aynı yıl yapılan seçimlerde Antalya Mebusu seçildi, 1293 Kanûn-i Esâsînin ta'dîlinde mühim çalışmalar yaptı. 1327'de Mülkiye mektebinde ahkâm-ı evkaf ve arâzî, Mekteb-i Kuzat'da fıkıh derslerini okuttu. Daha sonra Dâru'l-hikme azâ ve reisi, birinci dünya harbinden sonra Evkaf Nâzırı ve âyân azâsı oldu. Cumhuriyetin ilânı sırasında Medresetü'l-mütehassısînde mantık müderrisi idi, medreseler lağvedilince evinde izdivaya çekildi ilmî tetkik ve te'lifler ile meşgul oldu. Bu esnada Mısırlı Prens Abbas Halim Paşa'nın teşvikiyle büyük bir fıkıh kamusu yazmaya başladı, birkaç yıl meşgul olduktan sonra Tefsiri yazmaya mecbur oluşu bu önemli eserin yarım kalmasına sebep oldu.
Hamdi Efendi aklî ve naklî ilimlerde geniş bilgi sahibi, üç lisan dışında sonradan Fransızca öğrenmiş, musîkiden anlar, hattat ve edîb bir zat olup fıkıh sâhasında muhafazakâr idi; fakat mezheb taassubu yoktu.(77) Aşağıdaki satırlar onun bu yönünü aydınlatmaktadır: "...İşte biz bugün bu esaslara mâlik olduğumuz cihetle fıkh-ı celîli İslâm'da muteber olan bi'l-cümle mezâhibi elimize alarak zanamımızdaki -maatteessüf kalil olan- mütehassıslardan mürekkep -her nerede olursa olsun- Mecelle cemiyetinden daha vâsi bir hey'et-i ilmiyye teşkil edip bir taraftan milel-i gayr-ı müslime erbab-ı iktidarından bir heyet-i hukukiyye bulundurur ve bil'cümle hâdisât ve muâmelât-ı külliyemizi de tayin eyler ve evvel emirde fıkh-ı hanefîden tetkîk, tatbik, cemi ve te'lîfe başlar ve ihtiyâc-ı nâsa erfak olan mesâili herhangi mezhebden olursa olsun alır ve faraza bunlarda bulunmayacak, halli zarûrî bir hâdiseye tesadüf edersek hallini aynen bulabileceğimiz Avrupa kavânîninden değil, kavâid-i felsefe-i şer'iyemizle hal ve tayin eyler (ictihad), bu suretle öyle bir kanûn-i muhit meydana getiririz ki âlem-i medeniyet parmak ısırır ve Mecellemiz bile onun bir sâhîfe-i muhtesarası gibi kalır..."(78)
Matbû eserleri: İrşâdu'l-ahlâf fî ahkâmi'l-evkaf, Metalib ve Mezâhib (Pol Jane ile Gabriel Seay'ın eserlerinin notlar ilâvesiyle fransızca'dan tercümesi), Hak Dîni Kur'an Dili (8 cild, tefsîr), Makaleleri (Beyanu'l-Hak, Sırat-ı Müstakîm, Sebîlü'r-reşâd gibi dergilerde)
Basılmamış eserleri: Usûl-i Fıkh, Sûrî Mantık, Hukuk Kamusu (yarım), Divan.(79)
Asrımızda yaşamış veya halen yaşamakta olup fıkıh sâhasında eseri olan, kör taklîd zincirini kırarak fıkhın muâsır inkişafı için gayret eden, gerektiğinde ve ehli bulunduğunda mezhebler arasında tercih ve ictihad yapılmasını kabul eden ulemânın uzun hal tercemeleri yerine isimlerini sıralıyarak bazı eser ve görüşlerine işaret etmekle iktifâ ediyoruz:

 



76. Hocası ile karıştırmamak için merhûma "Küçük Hamdi" denirdi.
77. İslâm'da muhâfazakârlık övgüye, taassup ise yergiye lâyık bulunmuştur.
78. Beyânu'l-hak, sayı: 18, s. 403.
79. Tefsirin ikinci tab'ında oğlu M. Yazır'ın kaleme aldığı terceme-i hal; ayrıca bak. Ö. N. Bilmen, Tefsir Tarihi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

A- TÜRKİYE'DE:
15- Şeyhülislâm Hayri Efendi:
Gerektiği zaman başka mezheblerden ahkâm ve yürürlüğe koymak üzere irâde-i seniyyeler almıştır.(80)

16- Seyyid Bey:
Müderris ve bir zaman Adliye Vekili olan Seyyid Bey Usûl-i Fıkha dair nâtamâm, iki cild eserinde telfik, tercih ve ictihadı müdafaa etmiştir.
17- Manastırlı İsmail Hakkı:
Sırat-ı Müstakîm ve Sebîlü'r-reşâd'da yazdığı yazılarda telfîk, ictihad ve tercihi müdafaa etmiştir.(81)

18- İzmirli İsmâîl Hakkı:
Yeni İlm-i Kelâm, Hikmet-i Teşri', İlm-i Hılâf isimli eserleri ile makalelerinde aynı yolu takip etmiştir.

19- Ahmed Hamdi Akseki:

Diyanetçe neşredilen ve tarafımızdan notlar eklenerek sadeleştirilmiş bulunan "İslâm'da Birlik ve Fıkıh Mezhebleri" isimli tercüme eserine yazdığı mukaddimede ve makalelerinde kör taklîd ve taassubu yermiş; şuur, basîret ve ictihadı teşvik etmiştir. Dînî dersler, İslâm gibi eserleri önemlidir.

20- Ömer Nasuhi Bilmen:
Fıkıh branşında, "Başlangıçtan Dördüncü Asra Kadar İslâm Hukukunda İctihad" isimli tezimi hazırlamaya, İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünde kendisiyle başladığım muhterem, merhûm hocamız, zaman icâbı kalemini ihtiyatla kullanmış olmakla beraber, Fıkıh Kamusu'nda beş mezhebe yer vermesi, Tefsir Tarihinde İbn Teymiyye, İbn Kayyim, M. Abduh, R. Rizâ gibi müceddidler hakkında musnif ve takdirkâr ifadeler kullanması onun bu mevzulardaki görüşüne ışık tutmaktadır.

 



80. Prof. Mardin, age., s. 108 vd.
81. Sebîlürreşâd, C. II, s. 34, 66, 82, 98.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

B- DİĞER ÜLKELERDE:
Diğer İslâm Ülkelerinde aynı çığırda yürüyen, değerli eserler vermiş bulunan ulemâ ile önemli eserleri:

21- Abdulvehhâb Hallâh (merhum):
Usûlü'l-fıkh isimli eseri Prof. Dr. H. Atay tarafından türkçeye çevrilmiş ve İlâhiyat Fakültesince neşredilmiştir. es-Siyâsetü'ş-şer'iyye'si de önemlidir.

22- Muhammed Tâhir b. Âşûr:
Zeytûne şeyhi, Tunus müftüsü, Tefsîr ve İslâm Hukuk Felsefesi üzerine orijinal eserleri var, müctehid ve ictihadı teşvik ediyor.

23- Fâdıl b. Aşûr:
M. Tâhir'in oğlu, eski Tunus müftüsü, İctihad ve taklît hakkında önemli bir tebliği vardır.(82)

24- Prof. Harun Han Şirvânî (merhum):
İslâm'da Siyâsî Düşünce isimli değerli eseri merhum K. Kuşçu tarafından türkçeye çevrilmiştir, matbûdur.

25- Prof. Dr. Mustafa es-Sibâî (merhum):
Suriye Külliyetü'şerîası'nın eski dekanı; el-Mer'atü beyne'l-Fıkhi ve'l-kanûn, Şerhu-Kanûni'l-ahvâli'ş-şahsıyye isimli eserleri önemlidir, matbûdur.

26- Abdulkadir Ûdeh (merhum):
el-İslâm ve evdâ'una'l-kanûniyye, el-İslâm ve evdâ'una's-siyâsiyye, et-Teşrî'u'l-cinâî (mukayeseli İslâm ceza hukuku, 2 cild) isimli önemli eserleri matbûdur.

27- Prof. Ebû-Zehra (merhum):
Dört mezheb imamı, İmam Zeyd, Ca'fer es-Sâdık, İbn Teymiyye, İbn Hazm hakkında her biri 500'er sayfa civarında kitapları ile el-Hakku ve'z-zimme, el-Ahvâlü'ş-şahsıyye, Târîhu'l-mezâhib isimli eserleri meşhûr ve matbûdur. Hayat'ının sonuna doğru bir İslâm Fıkıh kamusu hazırlıyordu, iki cildi tabedildi.

28- Prof. Dr. M. Yûsüf Mûsâ:
Pek çok eseri arasında Târîhu'l-Fıkhı'l-İslâmî, el-Emvâl ve nazariyetü'l-akd, el-Ahvâlü'ş-şahsıyye, Nizâmü'l-hükm orijinal tetkîk mahsûlü kitaplarıdır ve matbûdur.

29- Prof. Alî el-Hafîf:
el-Ezher mecmûasında intişâr eden ictihad ve tecdîd hakkındaki seri yazıları yanında(83) diğer eserleri: el-Hakku ve'z-zimmeh, ez-Zevâc fi'l-mezâhibi'l-islâmiyye (Mısır, 1958), eş-Şerîkât...

30- Prof. M. Ahmed Ferac es-Senhûrî:
Telfîk hakkında önemli bir teblîği vardır.(84) Ayrıca: Mecmûâtü'l-kavânini'l-Mısrıyye (Fıkha dayalı kanunlar, Kahire, 1949), Usûl-i muhâkemât ve icrâ notları (Kahire, 1943); Fıkıh Tarihi notları (1957-58 ders yılı)...

31- Prof. Dr. Abdurrezzâk es-Senhûrî:
Mesâdiru'l-hak fi'l-fıkhi'l-islâmî (I-VI, Kahire, 1967-68) borçlar ve aynî haklar üzerine mukayeseli bir eseridir.

32- Prof. Dr. Mustafa Ahmed ez-Zerkaa:
Suriye Medenî Kanununun (1953) hazırlanmasında büyük emeği geçmiştir, şu sıralarda Küveyt'te bir Fıkıh Ansiklopedisi hazırlamak için çalışan heyetin genel sekreteridir. el-Fıkhu'l-islâmî fî sevbihi'l-cedîd isimli kitabı, İslâm hukuk nazariyyâtı, aynî haklar, borçlar ve şahsın hukuku mevzularında mukayeseli bir eserdir (3. B. Dimaşk, 1958).

33- Prof. Dr. M. Sellâm Medkûr:
Mukayeseli İslâm Hukuk nazariyâtına ait eserleri kaynak kitaplar arasındadır: el-Medhal li'l-fıkhı'l-islâmî (Kahire, 1980), el-Vesâyâ, Nazariyyatü'l-muqâssa, el-Vakf (Kahire, 1376), el-İbâha 'inde'l-usûliyyîn...

34- Prof. Dr. Subhî el-Mahmesânî:
ed-Düstûr ve'd-Dimuqrâtiyye (1952); en-Nazariyyâtü'l-âmme li'l-uqûd ve'l-iltizâmât (1948), Felsefetü't-teşrî'i'l-islâmî (2. B. Beyrut, 1952), el-Evdâ'u't-teşrî'iyye fi'd-düveli'l-arabiyye (Beyrut, 1957)...(85)

35- Prof. Dr. M. Hamîdullah:
Makale ve risâleleri dışında İslâm hukuku sahâsında en önemli eseri, "İslâm'da Devlet İdaresi" adıyle türkçeye çevrilip neşredilen İslâm Devletler Hukukudur. İstanbul Edebiyat Fakültesindeki "İslâm Esas Teşkilât Hukuku" dersleri de ilgi çekici ve derin nüfûz mahsûlü idi.

36- Ebü'l-a'lâ el-Mevdûdî:
Pakistan'da el-Cemaatü'l-islâmiyye partisinin de lideri olan merhum Mevdûdî'nin âile, ibâdet nizâmı, Doğu-Batı sentezi ve bilhassa Esas Teşkilât sâhasında eserleri çığır açıcı mâhiyette, tecdîd ve ictihad mahsûlü eserlerdir.(86)

37- Seyyid Ebü'l-Hasen Alî en-Nedvî:
"es-Sırâ' beyne'l-fikreti'l-islâmiyye ve'l-fikreti'l-garbiyye" isimli eserinde(87) tercîh, telfîk ve ictihad yoluyla İslâm hukukunun inkişâf ettirilmesini müdâfaa eden önemli bir bölüm vardır. Kendisi Hindistan'da İslâmî hareketin en önde gelen liderlerinden birisidir.

38- Prof. Dr. Abdulâzîz Amir:
"et-Ta'zîr fi'ş-şerîati'l-islâmiyye" isimli tez çalışması İslâm ceza hukuku dalında yapılmış ilmî ve değerli bir araştırmadır. (Kahire, 1956).

39- Prof. Dr. M. Mustafa Şelebî:
"Ta'lîlü'l-ahkâm" isimli profesörlük tezi ictihad, istihsan, mesâlih, kıyas ve ta'lîl konularında çok önemli incelemeleri muhtevîdir ve matbûdur. (el-Ezher, 1947)

40- Prof. Dr. Şefîk Şahhâte:
"en-Nazariyyetü'l-âmme li'l-İltizâmât fi'ş-şerîati'l-islâmiyye" ve fransızca bazı eserleriyle milletlerarası şöhrete sahiptir.

41- Prof. Dr. Abdulkerîm Zeydân:
"el-Vecîz fî usûli'l-fıkh (Bağdâd, 1967), el-Medhal li-dirâseti'ş-şerîati'l-islâmiyye (Bağdâd, 1969), Ahkâmu'z-zimmîyyîn ve'l-müste'mimîn (Bağdâd, 1963) isimli eserleri mukayeseli tahkîk mahsûlü eserlerdir.(88)

42- Şeyh M. Alî es-Sâyis:
Birçok değerli eserleri yanında bilhassa "Muqârenetü'l-mezâhib fi'l-Fıkh" müctehidâne yazılmış bir hılâf (mukayeseli İslâm Hukuku) kitabıdır. (Kahire, 1953)
43- Şeyh Mahmud Şeltût:
Fetâvâ isimli eserinde ictihadları ve müstakil görüşleri vardır.

44- Seyyid Sâbık:
Fıkhu's-sünne I-III (2. B. Beyrut, 1969) ana kaynaklardan (Kitap, Sünnet...) fıkha varan, mukayeseli bir fıkıh kitabıdır. Tahkîk ve tercihler yapılmıştır.

45- Yûsüf el-Kardâvî:
Kıkhu'z-zekât isimli eseri ile Fetâvâsı onun taklîd zincirini kırdığını, tercih ve ictihad mertebesine geldiğini göstermektedir.
Bu listeyi daha da kabartmak mümkündür.
Bugün birçok ülkede ilmî usûller ve modern bilgilerle İslâm hukukunu çeşitli yönlerden ele alan, inceleyen, yeni mes'elelere çözüm arayan, İslâm hukukunun nazariyâtını araştıran, felsefesini yapan, eski değerli eserleri ilmî metodlarla neşreden yüzlerce Doğulu ve Batılı'nın bulunması, kongre ve konferansların tertip edilmesi hem fıkıh ve İslâm kültürü hem de dünya hukuk literatürünün zenginleşmesi bakımından sevinç verici bir hadisedir. Ayrıca İslâm hukukunun mazîdeki değer ve yerine tekrar kavuşması için bir mübeşşir mahiyetindedir. Son bahiste bu konu biraz daha açılacaktır.

 



82. Mecma'u'l-buhûsi'l-İslâmiyye, el-mü'temaru'l-evvel, Kahire, 1964.
83. Mecelletü'l-Ezher, XI, XII, XIII.
84. Mecmâu'l-bühûs, s. 67-91. Bu teblîğ tarafımızdan tercüme edilmiş ve İslâm Hukukunda Mezhebler kitabı içinde neşredilmiştir, s. 191-242.
85. Önemli bir teblîği tarafımızdan türkçeye çevrilmiş ve neşredilmiştir: Modern Problemler Karşısında İslâm Hukuku, s. 41-69.
86. Nahve'l-hadâreti'l-Garbiyye (Dimaşk, ts.) s. 52-70, 178-194, 287-316.
87. Dimaşk, 1968, s. 191 vd.
88. "İslâm Hukukunda Zarûret Prensibi" konusundaki uzun bir makalesi tarafımızdan tercüme edilmiş ve Diyânet Dergisi'nde neşredilmiştir. Bak. C. XI-XIV. Ayrıca bkz: İ. Işığında G. Meseleleri, C. I, s. 217-277.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

F- TEORİ VE PRATİKTE İSLÂM HUKUKUNUN BUGÜNÜ VE GELECEĞİ:
Bu son bahiste sözü, İslâm Hukukunun, hem yürürlük açısından, hem de ilmî ve teorik çalışmalar ve gelişmeler bakımından bugünü ve geleceğini ele alan, tasvir eden ve tahminlerde bulunan üç yazara bırakıyoruz.

1- Prof. Fuad Köprülü:
"Bugün İslâm dünyasının birçok sâhalarında, tamamiyle değilse bile, kısmen "müsbet hukuk" esaslarından biri olarak yaşayan, yüz milyonlarca insanın hukukî münasebetlerini tanzim hususunda fiilî bir rol oynayan ve birçok müslüman memleketlerinde "teşrî'i" (législatif) faâliyetin başlıca mesnedini teşkil eden fıkhın, istikbalde nasıl bir tekâmüle maruz kalacağı hakkında şimdiden bir şey söylenemez. Dînî esaslara dayanan nazarî ve ideal bir sistem olması itibarı ile, mahiyetinde mündemiç bulunan değişmezlik karakteri, her "müsbet hukuk" hayat zaruretleri karşısında daimi bir tehavvüle maruz kalacağına göre, bilhassa ictihad kapısının artık kapandığını kabul eden sünni mezheblerin aksine, bu kapıyı açık tutan mezheblerin hakim olduğu yerlerde, yeni ictihadlar ile değişerek bugünün ictimâî ve iktisâdî icaplarına uygun yeni bir mecrâ alacak mı; yoksa, diğer İslâm memleketleri de, Türkiye gibi, fıkha dayanan eski hukuki an'aneler ile alâkalarını kesmek gibi radikal bir inkilâp yapmak mecburiyetinde mi kalacaklar? Bu hususta bir şey söylemeğe şimdilik imkân yoktur. Fakat her ne olursa olsun, insanlık tarihinin büyük hukuk sistemlerinden biri olmak itibarı ile, fıkıh tetkikleri, hukuki ehemmiyetlerini daima muhâfaza edeceklerdir. Bundan başka, hukukî hayatları üzerinde asırlarca müessir olması bakımından, bütün müslüman milletlerin hukuk tarihlerini vücuda getirebilmek için de, fıkhın, gerek sistematik ve gerek tarihi bakımdan tetkiki, daima ilmî bir zaruret olarak kalacaktır. Osmanlı İmparatorluğu devrinde tatbik mevkiinde bulunurken, hemen hiçbir objektif ve ilmî tetkike mevzû teşkil edemeyerek, daha ziyade bir takım basit ders kitapları çerçevesi içine sıkışıp, Hanefî mezhebi dışındaki mezheblere ait tetkiklere tamamiyle yabancı kalan fıkıh tetkikleri, Türkiye'de kanunşinaslar değil, fakat hakiki hukuk âlimleri yetiştiği ve şimdiye kadar tamamiyle ihmal edilmiş bulunan Türk hukuk tarihinin tesisi yolunda ciddî gayretler sarfedildiği takdirde memleketimizde de çok zengin bir tetkik sâhası olarak tekrar lâyık olduğu ehemmiyet ve kıymeti kazanacaktır."(89)
Prof. Köprülü, kanun yapma ve uygulamada bir kaynak olarak fıkhın hayatiyetini koruyup koruyamıyacağı konusunda şimdilik bir şey söylememekle beraber bunun, ictihad kapısını açarak, yeni ictimâî ve iktisâdî icaplara cevap vermesine bağlı bulunduğunu îmâ etmektedir. Öte yandan mukayeseli hukuk tetkiklerinde ve millî hukuk tarihinin yazımında fıkhın, daima önemini koruyacağı ve araştırma konusu olacağı gerçeği, Prof. Köprülü tarafından da kuvvetle ifade edilmektedir.

 



89. Prof. Köprülü, İslâm ve Türk Hukuk Tarihi, s. 276-277

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

2. René David:
"...Yukarıda söylenenlerden, İslâm hukukunun artık modası geçmiş bir zamana ait olduğu inancı uyanabilir. Halbuki gerçek hiç de öyle değildir. İslâm hukuku günümüzde de, modern âlemin büyük hukuk sistemlerinden biri olmayı ve beşyüz milyon müslümanın (bugün milyara yaklaşmıştır) ilişkisini düzenlemeyi sürdürmektedir.
"Halkı müslüman olan çok sayıda devlet, kanunlarında ve anayasalarında, İslâmî ilkelere bağlılıklarını dile getirmektedirler. Devletin İslâmî ilkelere bağlılığı, Fas, Tunus, Moritanya, Suriye, Yemen Arap Cumhuriyeti, İran, Afganistan, Pakistan anayasalarında açıklanmaktadır. Mısır (1948), Suriye (1949), Irak (1951) medeni kanunları yargıçları, kanundaki boşlukları, İslâmî esaslarla doldurmaya dâvet etmektedir. İran Anayasası(90) ve Endonezya kanunları, kurumların İslâmî esaslara uygunluğunu sağlayacak bir usûlü öngörmektedir. Bununla beraber bu ülkelerden pek çoğu modernleşmekte ve hızla gelişmektedirler. Yeni tip siyasal rejimlerin kurulması ve özel hukuk alanında da cesur reformlardan oluşan bu gelişmeler, İslâm hukukunun durgun niteliği ile nasıl bağdaştırılacaktır?
"...İslâm hukuku, değişmez niteliğinin yanısıra çok sayıda yeni kaynaklar da içerir. Bu yüzden onun değişmezliği ile bir arada esnekliğini de göz önünde bulundurmak gerekir. Batı ülkelerinde bile hukukun uzun zaman, hatta kutsal olmadığı zamanlarda bile, dokunulmaz bir şey olduğu inancının hüküm sürdüğü çabuk unutulmuştur. Fakat gene de ihtiyaçlar kendisini duyurduğunda, hukukun doğmatiğine zarar vermeksizin gerekli çözümler bulunabilmiştir. Roma'da pretorların, İngiltere'de Şansölyenin müdahaleleri, bu gelişmenin en çarpıcı örnekleridir.
"Durum İslâm hukukunda da farklı değildir. İslâm hukuku da temelde değiştirilmesi mümkün olmayan bir sistemdir. Fakat bu hukuk, örf ve âdete, tarafların rızalarına, hatta iradeye, mümkün olduğunca serbest bir alan bırakarak, kendine zarar gelmeksizin, toplumun modernleşebilmesine imkân sağlayacak çözümlere cevap verebilmiştir.(91)
"İslâm ülkeleri pozitif hukukları, bugün karşımıza çıktıkları biçimleriyle aralarında büyük ayrılıklar taşımaktadırlar. Zira bu ülkelerin sosyal durumları, gelenekleri birbirinden çok farklıdır. Mısır, Malezya, Pakistan, Endonezya birbirlerinden, birçok bakımdan farklıdırlar. İran, başka kavimlerin istilâsı sonucu kabul ettiği İslâmiyet'in, kendi geleneklerini ortadan kaldırmamış olmasından gurur duymaktadır. Bu yüzden, İslâm ülkeleri hukuklarının genel bir tablosunu çizmek pek zordur. Ancak anılan bu ülkeleri farklı gruplar içerisinde toplamak mümkün görülmektedir.
İlk grupta toplayacağımız ülkeler, nüfusun çoğunluğu müslüman olan sosyalist ülkelerdir. Arnavutluk, Orta Sosyalist Cumhuriyetleri (Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Tacikistan, Kırkızistan), Marksis-Leninist öğretinin tarihi maddecilik ilkeleri üzerine kurulmuş olan bu ülkelerde İslâm dini, yerleşmiş otoritenin nazarında, bir aldatmacadan başka bir şey değildir. Modası geçmiş bir sınıfsal yapıyı korumayı amaçlayan ve bir karanlıkçılık (obscurantisme) tezahürü olarak nitelenen İslâm hukukunu korumak bu ülkelerde hiç düşünülmemiştir. Sosyalist Cumhuriyetler Hukuku, İslâm'ınkinden çok farklı ilkeler üzerine oturmuş yeni bir toplum yaratmayı amaçlayan laik bir hukuktur. Bu ülkelerde İslâm hukuku, hiçbir mahkeme tarafından uygulanmaz. Müslüman halk arasında bazen gizli olarak İslâm hukukuna başvurular söz konusu olsa da devletin resmî felsefesi, bu kimseleri de İslâm'dan uzaklaştırma çabasındadır.
"İkinci grupta, ilk gruptakilerin aksine modern akımlardan en az etkilenmiş ülkeler yer alır: Arap Yarımadası (Su'ûdî Arabistan, Yemen Arap Cumhuriyeti, Ummân ve Maskat, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar). Afganistan ve Pakistan bu gurubun en tipik temsilcileridir. (Devrim sonrası İran'ı ve Sudan'ın da bu grup içinde görmek gerekir. H. K.). Tüm bu ülkeler teoride, İslâm hukukuna tabidirler. Fakat pratikte bazen İslâm hukukundan çok farklı da olabilen, İslâm hukukunun üstünlüğünü tanımış bir örf ve âdet hukukunu uygularlar.
"Üçüncü grupta, İslâm hukukunun, öncekilerde olduğu gibi, az çok örf ve âdetle kaynaşmış bulunduğu ve sosyal hayatın yalnızca, şahsî statü ve dînî vakıflar gibi belli kesimlerini düzenlemek için alıkonulduğu ülkeler yer alır. Bu ülkelerde, yeni sosyal ilişkileri düzenlemek üzere modern bir hukuk da kabul edilmiştir.
"Bu grup da kendi içerisinde iki alt gruba ayrılmaktadır. Bu ikinci ayırımın ölçüsü ülkede uygulanmakta olan modern hukukun modelinin Common law (Hindistan, Bengal, Malezya, Kuzey Nijerya), Fransız hukuku (Afrika'nın Fransız dili ülkeleri, -devrim öncesi- İran) ya da Hollanda hukuku (Endonezya) olmasıdır. Sudan, bunlar arasında özel bir durum arzeder. Bu ülkede, 1900 yılında mahkemelere gönderilen bir emirname ile, yasal boşlukların adâlet, hakkaniyet ve yargıçların vicdanî kanaatlerine göre doldurulması emredilmiştir. Sudan, diğer Arapça konuşulan ülkeler çizgisine gelmek arzusu içerisinde 1971, 1972 tarihli Mısır kodları modeli üzerine hazırlanmış bir dizi kanun yayınlayarak bu etkiden kurtulma çabası göstermiştir. Ancak bu reform pek başarılı olamamış, günümüzde yeni bir düzenleme tartışmaları gündeme gelmiştir.
"İslâm ülkeleri içerisinde Türkiye'nin özel bir yeri vardır. Arap olmayan, Batı Avrupa ile sıkı ekonomik ve sosyal bağlar içerisinde bulunan Türkiye, halkı müslüman olan ülkeler arasında özel bir yer işgal eder. Ancak Türkiye'nin, dar anlamda hukuksal bakımdan diğer İslâm ülkelerinden farkı, bundan kırk yıl önce sanılandan çok daha azdır...
"Batılılaşma yolundaki bu ülkelerde, İslâm hukukunun bütün geleneksel izlerinin, hukukun kapsamlı bir biçimde batılılaştırılması sonucu kaybolacağı ve bunun sonucu İslâm hukukunun, dünyadaki büyük hukuk sistemleri arasındaki yerini kaybedeceği düşünülebilir mi? Doğal olarak böyle bir tehlike söz konusu değildir. İslâm ülkelerinde, batılılaşma yolunda kaydedilen gelişmeler ne denli önemli olursa olsun, böyle bir sonuca varmaktan kaçınmak gerekir. Zaten günümüzde, İran ve Pakistan gibi, tekrar İslâm'laşmayı ön plâna getirerek, Kur'ân hükümlerini uygulamayı hedef alan ülkeler bile mevcuttur. İslâm dini konusunda derin bilgi sahibi yazarlar, sürekli İslâm geleneğinin gücünü hatırlatırlar. L. Milliot'a göre, batılı kurumların iktibası konusunda ulaşılacak en son aşama, bu kurumların islâmlaştırılması olacaktır."(92)
Fransız Mukayeseli Hukuk âlimi René David, Prof. Köprülü'den sonraki yılları da yaşadığı için, İslâm Hukuku'nun kısmen veya tamamen uygulandığı ülkeleri görmüş, bütün hukukî hayatını Kur'ân'a (şerî'ate) dayandırma teşebbüsünde bulunan ülkeleri tanımıştır. Bu sebeple onun, İslâm hukukunun pratikteki hayatiyetinin devam edeceği konusunda bir tereddüdü yoktur. Onun, daha sonraki satırlarda ileri sürdüğü kanâtine göre, bir ülkeden İslâm Hukuku'nun izlerini silebilmek için, yalnızca hukuk reformu yapmak, batılı hukukları iktibas etmek yeterli değildir, bunun için İslâm Medeniyetini kendi bütünlüğü içinde terketmek gerekecektir. Bu da ancak uzun yıllar içinde gerçekleşebilir. Bu sebeple David'e göre, beklenebilecek gelişme, Batı ile Doğu arasındaki ilim alış-verişi sebebiyle Batı'dan alınan bazı kategori ve kavramların, İslâm Hukuk mantığı içinde işlenmesi yoluyla elde edilebilecek bir sentezdir. Kanâatimize göre ilmî ictihadlarda Batı hukukunun, İslâm Hukukuna tesiri kadar, İslâm Hukuku'nun Batı Hukuklarına tesiri de ihtimal içinde görülmelidir. Ayrıca İslâm Ülkelerinde, kavramı, kategorisi, felsefesi ve alt yapısı ile tamamen özgün, İslâmî bir hukuk geliştirme çabalarını da hesaba katmak gerekecektir. Nitekim türkçesini aşağıda bulacağınız tebliğ, bu çabalar hakkında önemli bilgiler içermektedir.

 



90. R. Davîd'in İran Anayasası ile ilgili tesbiti devrim öncesine aittir ve uygulamada önemli bir etkisi olmamıştır. Bugün ise İran'da Anayasa ve diğer kanunlar şîî yorumlu İslâm esaslarına dayanmaktadır.
91. Çağdaş Büyük Hukuk Sistemleri, s. 427-428.
92. age, s. 438-441.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

3. Prof. Dr. Hasen Hâmid Hassân(93):
Bu teblîğ, bir giriş ile iki bölümden oluşmaktadır. Girişte şerîatın (İslâm Hukukunun) kanunlaştırılması ve uygulanması kavramları açıklanacak, bunun yapılmamasının İslâm ülkelerinde meydana getireceği problemlere temas edilecektir. Birinci bölümde, İslâm ülkelerinin halihazır hukukî hayatları analiz edilecek ve bunu değiştirmek için ortaya konan çabalar değerlendirilecektir. İkinci bölümde ise şu konular ele alınacaktır: İslâm Hukukunun kanunlaştırılması ve uygulanması, bundan önce veya bununla beraber yapılması gereken şeyler, Dünya İslâm Birliği'nin bu iki konu ile ilgili rolü ve katkıları.

Giriş:
1. Kavramlar:
Şerî'atın kanunlaştırılmasından maksat, bundan ictihad yoluyla elde edilmiş bulunan fıkhın, anlaşılmasını kolaylaştıracak, hâkimlere ve diğer hukuk adamlarına uygulamada yardımcı olacak bir kalıba sokulmasıdır. Bu da önce, hükmü kanunlaştırılmak istenen mesele üzerindeki çeşitli ictihadları derlemek, sonra da kanunlaştırmak üzere bunlardan birini seçmek sûretiyle yapılacaktır. Eğer mesele (hâdise, problem) ile ilgili daha önceden yapılmış bir ictihad yoksa, önce ictihad usûlüne ve hüküm çıkarma metodlarına göre ictihad edilerek meselenin hükmü ortaya konacak, sonra bu hüküm bir kaide veya madde şekline dökülecektir. Daha sonra da bu maddeler veya kaideler, bugünkü kanunlarda olduğu gibi, mevzûlarına göre "aile hukuku, miras ve vasıyet hukuku, ceza hukuku, idare hukuku, devletler hukuku" gibi dallara ayrılacaktır.
İslâm hukukunun uygulanmasından maksat, yukarıdaki şekilde hazırlanan kanun teklif ve tasarılarının, selahiyetli kurum ve makamlarca kanunlaştırılması ve yürürlüğe sokulmasıdır.
"Beşerî kanunların İslâmlaştırılması" terimi de yeni bir terim olup bundan, bir İslâm ülkesinde mevcut ve yürürlükte olan yabancı kanunların, İslâm hukukunun genel maksatları ve özel hükümlerinin ışığı altında incelenmesi, bunlara aykırı bulunan maddelerin -benimsenen ayıklama ölçü ve metoduna göre- ayıklanması kastedilmektedir.

2. Mevzûun önemi ve getirdiği problemler:
İslâm Hukukunu uygulamak demek, hayâtın bütün sâhalarında Allah'ın çizdiği yolu izlemek ve O'nun talimâtına uymak demektir. Aslında Allah'a kul olmak bunu gerekli kılmakta; O'nun yegâne itâat edilecek İlâh olduğuna, O'nun vahyinin gerçeğe açılan tek yol olduğuna, O'nun şerî'atının -ve yalnızca bunun- ihtiyaca cevap verdiğine, faydalı olanı hasıl ettiğine ve adâleti gerçekleştirdiğine, O'nun vahyine ve şerîatine aykırı olan sistemlerde adâlet, hak ve faydanın bulunmayacağına... inanmak bunu (O'nun şerîatine uymayı) kaçınılmaz hale getirmektedir. İslâm'a göre, ilerlemeye ayak uyduramıyor, gelişmeyi takip edemiyor, çağın esprisine uygun düşmüşyor diyerek İslâm hukukunu uygulamak istemeyen ve vahye boyun eğmeyi reddeden kimselerin imanları makbul değildir.
İslâm'a göre toplumun menfaati, insanların yalnız kendi akılları ile ortaya koydukları ilkeler, teoriler, kurumlar ve kanunları bırakıp, bunların yerine, Kitâb (Kur'an) ve Sünnet'te kendini gösteren, Allah'ın vahyi ve kanununu almakla gerçekleşecektir. İslâm Anayasa Hukukunda "meşrû'iyet" veya "hukukun üstünlüğü" şeklinde ifade edilen ilke budur. Bu ilkeye göre devletin işleri, yönetimi, kararları ve tasarrufları İslâm'a uygun olacaktır. Buna aykırı olduğu takdirde hükümsüzdür (butlân ile malûldür), herhangi bir hukukî sonuç doğurmaz. İslâm'a uygun bulunan kısmı dışında bu tasarruflara ve kararlara uymak, mükellefler için gerekli değildir; "Yaratıcıya ısyan pahasına yaratılana itâat edilemez" prensibi bu sonucu doğurmaktadır. Hukuk çerçevesi içinde devletin işlerini, çeşitli makamlarının tasarruflarını, İslâm'a uygunluk bakımından kontrol etmek, aykırı olanların değiştirilmesini yine hukukî yollardan talep etmek -emr-i bi'l-ma'rûf nehiy ani'l-münker vazifesinin bir uzantısı olarak- müslümanların hakkı ve ödevidir. Bu ilke, devleti bütün fonksiyonları ile bağlamakta, "kanun yapma, adâlet tevzîi, icrâ ve infâz" gibi bütün sahâlarda uygulanması gerekli bulunmaktadır.
İslâm Hukukunun üstünlüğü veya meşruiyet ilkesini korumak devletin kuruluş temelini, varlık sebebini teşkil etmekte ve hükûmetlere verilen iktidarların da meşruiyet vasfını belirlemektedir. Bu sebepledir ki İslâm hukuk âlimleri (fukahâ), "Devlet başkanının vazifesinin, dini korumak ve dünyayı buna göre yönetmek" olduğunda birleşmişlerdir. "Dini korumak"tan maksat, meşrûiyet ilkesini korumak ve gerek ferdler ve gerekse devletin organ ve kurumlarınca bunun uygulandığından emin olmaktır, bunu sağlamaktır. "Dünya işlerini buna göre yürütmek"ten maksat da, hayatın her sahâsında şerîatı uygulamaktır.
Devlet ve onun kurumları, "İslâmî meşrûiyet ilkesini" korumak, kendisine tâbi olanların tamamı tarafından İslâm'ın uygulanmasını ve üstünlüğünün tanınmasını sağlamak maksadı ile kurulduğuna, iktidâr sahiplerine bu güç, mezkür fonksiyonu gerçekleştirmeleri için verildiğine göre, her şeyden önce iktidarı elinde tutanların, bu "İslâm hukukunun üstünlüğü" prensibine bağlı kalmaları gerekmekte, aksi halde devlet varlık temelini, iktidar da meşrûiyet dayanağını kaybetmektedir.
Bugün İslâm dünyasının yaşadığı kritik durum kendisini şu tabloda göstermektedir: İslâm ülkelerinin büyük bir kısmı Allah'ın şerîatını tatbîk etmemekte, bunun yerine insanların yaptığı kanunları ve müesseseleri koymakta, buna karşı mezkür devletlerin halkları hükûmetlerinden şerîatın uygulanmasını istemekte, bunun için ellerinde bulunan imkânlarla mücadele etmektedirler. Hükûmetler ise şu gerekçelerden birini ileri sürerek mezkür isteğe şiddetle karşı çıkmaktadırlar: a) Bu şerî'at (İslâm dini ve hukuku) çağın şartlarına uygun düşmemekte, problemlere uygun çözümler getirememekte, bunun sonucu olarak da gelişmelere ayak uyduramamakta, ilerlemenin peşinden gelememektedir. b) Bu şerîat, anlaşılmasını kolaylaştıracak ve hâkimlere uygulamada yardımcı olacak şekilde kanunlaştırılmamıştır. c) Milli toplumun şartları ve milletlerarası durum bakımlarından bu uygulamanın henüz vakti gelmemiştir; şartlar uygun hale gelince hükûmet bu uygulamayı başlatacaktır... İşte bu sebeple, şerîatın uygulanmasını isteyen halklar ile bunların, uygulamaya karşı çıkan hükûmetleri arasında bir mücadele sürüp gitmektedir. Bu mücadelenin menfî sonuçları ise milletin birliğini bozması, çabalarını dağıtması, güvenliğini tehlikeye düşürmesi, devletin Allah yolunu hakem kılmasına karşı çıkanların şiddet ve baskı yoluna başvurmalarına, gönüllere korku salmalarına ve masûm insanların kanlarını akıtmalarına sebep olmasıdır. İslâm ümmetinin yaşadığı problemin boyutları budur. Bu problem iyi niyetli kimselerin bir araya gelerek pratik çözümler aramalarını ve İslâm ümmetinin inanç, ahlâk ve hayat nîzamı bakımlarından İslâm'a tam bir dönüş yapmaları için gerekli plân ve programı hazırlamalarını kaçınılmaz hale getirmektedir.
Burada, açıklığa kavuşturulması gereken çok önemli bir nokta vardır: İslâm dünyasının halkları, Kitâb ve Sünnet'in metinlerinde temsil edilen Allah'ın vahyinden ibâret olan şerîatın uygulanmasını istiyorlar. Çağın problemleri karşısında yetersiz kaldığını iddiâ ederek buna karşı çıkanlar ise bundan, ictihad yoluyla şerîattan (Kitâb ve Sünnet'ten) çıkarılmış olan fıkıh hüküm ve kaidelerini kastediyorlar. Halbuki bu ikisi arasında büyük fark vardır. Şerî'at Allah tarafından vahyolunmuştur, fıkıh ise müctehidin, bu vahiy ile ilgili anlayışıdır. Müctehid hatâ da edebilir isâbet de, onun görüşü alınır da alınmaz da. Bir müctehidin görüş ve ictihadını terkettiğimiz zaman bir başkasınınkini alabiliriz. Yahut, mesele ictihadlık bir mesele olduğu müddetçe ve ictihad ehliyetine sahip kimseler bulundukça biz de ictihad ederek yeni çözümler üretiriz. Elde ettiğimiz ictihâdî görüş ve hüküm, dînî nassın (âyet ve hadîsin) muhtemel mânalarından biri olduğu müddetçe biz şerîat sınırından dışarı çıkmış olmayız ve onu, mûteber bir şekilde uygulamış bulunuruz. Şerîat sınırından çıkmak ancak, nassın; dil kaidelerinin ve dinin gayesinin teyit ettiği "bütün mânalarını ve ihtimallerini" terketmek suretiyle olur, bu yapılmadıkça şerîate aykırı davranılmış olmaz.

Birinci Bölüm:
İslâm ülkelerineki hukukî durumun analizi ve İslâm hukukunun uygulanması için sarfedilen çabaların değerlendirilmesi:
1. Teşebbüsler, çabalar:
İslâm ülkelerinin çoğu halen, İslâm hukukunun genel maksatlarına ve ilkelerine ters düşen ve çoğu kez ictihada dayalı fıkıh hükümlerine de aykırı olan, insanlar tarafından yapılmış kanunları ve düzenlemeleri uygulamaktadırlar. Bu kanunların büyük bir kısmı köklerini, İslâm toplumlarının dışından almakta ve İslâmî ilkeler, değerler ve talimâtın ikliminde yaşayan müslüman milletlerin iman ettiklerine aykırı bulunan felsefelere, kavramlara, değerlere, ilkelere, örf ve âdetlere, tarih ve medeniyete dayanmaktadırlar.
Bazı İslâm ülkeleri, müslüman olmayan toplumlardan aldıkları kanunları tadîl ederek kendi toplumlarının şartlarına uygun, ihtiyaçlarına cevap verir ve hâkim bulunan değer hükümleri ile bağdaşır hale getirme teşebbüsünde bulundular. Bu işi yapmakla görevlendirilen komisyonlar istenen tadilâtı yaparken İslâm hukukunun bazı ilkelerinden ve teorilerinden faydalandılar, bazı konulardaki hükümlerini kanun kalıbına soktular, fakat temel ilke ve felsefesi, dayandığı kavramlar ve tasavvurlar, hattâ düzenlediği hükümler, getirdiği çözümler ve kullandığı bir kısım terimler bakımından bu kanunlar -bütünü ile- yine beşerî (vahiyden bağımsız insan aklı ile yapılmış) kanunlar olmaya devam ettiler. Bunun üzerine yeni bir çağrı başladı: İslâm hukukunun tam ve kâmil mânada uygulanması, bundan çıkan ictihad fıkhının kanun kalıbına konulması ve toplumun bu uygulama için hazırlanması yönünde çaba harcanması... Bu çabaları da şu maddelerde toplamak mümkündür:
a) Şerî'atın yüceliğini, üstünlüğünü; ümmetin menfaatini gerçekleştirme, toplumun ihtiyacını karşılama, İslâm toplumlarının karşılaştığı hukukî problemlere en uygun çözümleri sunma konusundaki gücünü ortaya koymak üzere, diğer sistemler ile İslâm hukuku arasında mukayeseli araştırmalar yapacak özel fakülteler ve İslâm üniversiteleri kurmak. Bu üniversitelerin en yenileri, Afrika'da Uganda ve Nijerya'da kurulan üniversitelerdir. Afgan mücâhidlerinin, Pakistan'ın Peşaver şehrinde kurdukları Dâvet ve Cihad Üniversitesini de bu arada zikretmek gerekir.
b) İslâm ekonomisini mukayeseli olarak incelemek, hayatın önemli sâhalarından biri olan mal ve ekonomi sâhasında da İslâmın yeterliğini teyit etmek, devletin kurumlarında, bankalarda ve yatırım şirketlerinde, mal ve ekonomi konularında İslâm nizamını uygulayacak yeterlikte kişileri yetiştirmek üzere müstakil fakülteler, enstitüler ve bölümler kurmak. Mekke-i Mükerreme'de Ummu'l-Kurâ Üniversitesinde bulunan Ekonomi Bölümü, Riyad'daki İmam Muhammed b. Su'ûd Üniversitesinde kurulan Ekonomi Bölümü ve diğerleri bunlardandır. Pakistan iktisâdî düzenini ve ticârî bankalarını tam olarak İslâm'a uygun hale getirdikten sonra İslâmâbad'daki Milletlerarası İslâm Üniversitesi, İslâm iktisadı araştırmalarının önemini ve halkın, iktisâd ilmine tahsis edilmiş bir fakülteye ihtiyacını idrâk ederek bunu gerçekleştirdi. Mezkür Fakültenin programı, yeni ekonominin bütün dallarını en yüksek seviyede inceleme ve araştırma konusu edinirken bunun yanında İslâm'ın iktisâdî ve mâlî nizâmını, bunun devlet, bankalar, yatırım şirket ve kuruluşları seviyesindeki pratik uygulamalarını etüd etmektedir. Bu fakültenin programları, bu yönte atılmış öncü adımlar sayılmaktadır. Mezkür Fakülte bakalorya, master ve doktora dereceleri vermekte, buradan mezun olanlar devletin çeşitli sektörlerinde, bankalarda ve diğer kuruluşlarda kılavuz olarak görev yapmaktadırlar.
c) İncelediği, fetvâ verdiği ve çözümler sunduğu konularda âlim ve uzman olan kişileri toplayan özel fıkıh akademileri kurmak. el-Ezher bünyesinde kurulmuş bulunan "İslâm Araştırmaları Merkezi", Dünya İslâm Birliği bünyesinde kurulmuş bulunan "İslâm Hukuk Akademisi", Ciddi'de, İslâm Konferansı Teşkîlatı bünyesinde kurulan "İslâm Hukuk Akademisi bunun örnekleridir. İslâmâbâd'daki Milletlerarası İslâm Üniversitesi bünyesinde, Pakistan'da ve diğer İslâm ülkelerinde ihtiyaç duyulan ilmî konularda araştırma yapan bir "İslâm Akademisi" daha vardır; burada yirmiden fazla araştırmacı devamlı olarak çalışmaktadırlar.
d) İslâm ülkelerinde, genellikle fıkıh konusunda, özellikle de fıkhın belli dallarında ve meselelerinde inceleme ve araştırma yapmak üzere çok sayıda araştırma merkezleri, grupları ve fetvâ dâireleri kurmak. Küveyt'teki "Zekât Araştırmaları Meclisi" bu çeşit kuruluşların bir örneğidir. Bu kuruluşlar, çağdaş problemlerle ilgili olup, şerîatın kanunlaştırılmasına ve uygulanmasına yardımcı olacak, bunları kolaylaştıracak birçok değerli araştırma yapmış ve neşretmişlerdir.
e) İslâm'ın bir düzen olarak uygulanması yönünde yaşanan uyanışın en önemli göstergelerinden biri de, özellikle İslâm ekonomisi araştırmaları ile meşgul olan merkezlerin kurulmasıdır. Bu araştırmalar, İslâm ülkelerinde yaygınlaşmaya başlayan İslâm bankaları ve diğer İslâmî-mâlî kurumlar için, ilmî ve pratik olarak yol gösterici, çok değerli servetler mahiyetindedir. Mezkür İslâmî kurum ve kuruluşlar, İslâm milletleri tarafından büyük bir kabul görmekte, bazı hükûmetler tarafından teşvik edilmekte ve desteklenmekte, milletlerarası bankacılık sistemince de takdirle karşılanmaktadır. Bu merkezlerin en önemli iki tanesi Kahire'de, el-Ezher'e bağlı olarak kurulmuş bulunan "Sâlih Kâmil İktisâdî Araştırmalar Merkezi" ile Cidde'de Melik Abdulazîz Üniversitesine bağlı bulunan ve aynı adı taşıyan araştırma merkezidir. Şeyh Sâlih Kâmil, İslâmâbâd'daki Milletlerarası İslâm Üniversitesinde bir üçüncü merkez kurmak istediğini bildirmiştir; adı geçen Üniversite'de hâlen mevcut olan Merkez, kurulacak olanın şûbesi ve çekirdeği olacaktır.
f) Son zamanlarda ilmî konferanslar, seminerler, araştırma gurupları, çalışma komisyonları dikkat çekecek ölçüde çoğaldı; bunların araştırmaları, İslâm Hukukunun önemli konularını çerçevesine aldı, bu çalışmalara ve toplantılara, İslâm din ve hukuk âlimleri yanında, konularında uzman olan birçok kişi katıldı. Bütün bu faaliyetler, hayırlı bir geleceğin müjdesidir, İslâm ümmetinin problemlerini araştırmak, bunlara Kitâb ve Sünnet'ten çözümler üretmek bakımından da rehberlik fonksiyonu îfa eden bir başlangıçtır. Mezkür ilmî toplantılar ve çalışmalar, İslâm'ın hayata uygulanması ile ilgili önemli noktalara temas eden, İslâm hukukunun hükümlerini ve kaidelerini toplayarak kanunlaştırmak isteyenlere yardımcı olan ve bu hukukun uygulanmasına çağıranların işlerini kolaylaştıran büyük bir araştırma serveti/birikimi ortaya çıkarmıştır.
Anılan ilmî çalışma ve toplantılarda, bir takım özel ve detay mahiyetinde meseleleri tartışma, ele alınan problemlerle ilgili olarak pratik ifadeler ve uygulamaya yönelik çözümler üretme temâyülünün hasıl olduğu da görülmektedir.
g) İslâm'ın toplum hayatında uygulanması ile ilgili bulunan ve bu uygulamanın gerçekleşebilmesi için ön şart mahiyetinde olan konularda kitaplar ve akademik çalışmalar üretme temâyülü. İslâm Devletinin siyâsî rejimini, şûrâ prensibini, hükûmetin şeklini, İslâm Anayasa Hukukunda hukukun üstünlüğü ve meşrûiyet nazariyesini, İslâm devletinin kazâî ve mâlî düzenini ele alan, konu edinen lisans üstü çalışmalar ve tezler, kezâ İslâm hukukunun dallarından cezâ hukuku, borçlar hukuku gibi hukukların belli meselelerini, diğer sistemlere nisbetle üstünlüğünü ortaya koymak ve dünyanın maruz kaldığı problemleri âdil bir şekilde çözme kabiliyetini açıklamak üzere mukayeseli metodla inceleme konusu edinen tezler bu nevi çalışmaların başlıca örnekleridir. Bu tezler ve getirdikleri ilmî sonuçlar, İslâm hukukunun ilmî ve işlenmiş esaslar dahilinde kanunlaştırılmasına yardım edecektir.
h) İslâm dünyasının kalkınma ve gelişme hedeflerine hizmet etmek üzere tasarrufları toplamak ve yatırımlara sevketmek konusunda İslâm'ın hüküm ve kaidelerini uygulayan İslâmî bankaların ve mâlî müesseselerin kurulması. Bu bankaların ve kurumların başarıları, insanların gönlünde, İslâm'ın, menfaatleri gerçekleştirme ve en önemli, en kritik bir sâhada, mal ve ekonomi alanında, ihtiyaçlara cevap verme gücü ile ilgili inançlarını pekiştirdi.
ı) İslâm milletlerinde, her sâhada İslâm'ın uygulanmasının ve hayatı yönlendirmesinin gerekliliği şuûrunun artması, minberlerde, toplantılarda, sendikalarda, birliklerde bu uygulama çağrılarının yapılması, hayatın bütün sahâlarında Allah'ın yol ve yöntemini uygulayacak olan bir İslâmî devletin kurulması için isteklerin seslendirilmesi, basının ve diğer bilgi iletme araçlarının bu konudaki rollerinin belirgin hale gelmesi.
i) Bir yandan İslâmî hükûmetler aracılığı ile, diğer taraftan bazı İslâmî araştırma merkezleri ve kurumlarının teşebbüsleri ile İslâm hukukunun kanunlaştırılması ve ictihad fıkhının kanun kalıbına sokulması yönünde yapılan teşebbüsler.
j) Halen uygulanmakta olan yabancı kaynaklı kanunların, İslâm hukukunun genel prensipleri ve umumi nazariyelerinin ışığında gözden geçirilerek tadîl edilmesi için yapılan teşebbüs ve çalışmalar ve bazı konularda bunların tamamından faydalanma vâkıası.
k) Fıkhın kanun kalıbına sokulması ve resmen kanunlaştırılmasından sonra, Pakistan ve Sûdan'da olduğu gibi uygulamaya geçirme teşebbüsleri.

2. Bu uyanış ve çabalar karşısındaki tepkiler:
Gerek İslâm ülkelerinde ve gerekse diğerlerinde, bu uyanışa karşı bir takım tepkiler doğmuş, bu cümleden olarak İslâm hukukunun uygulanacağına inananların imanları artmış, bunlar, İslâm milletlerinin, hayatın her sahâsında Allah'ın yolunda yürüyecekleri konusundaki ümitlerinin gerçekleşeceği günlerin iyice yaklaştığını anlamış ve sevinmişlerdir; buna karşı, mezkûr uygulamayı istemeyenlerin de sertlik ve inatları katmerlenmiştir. Bu karşılıklı hal ve tavır bilhassa kendini şu sâhalarda göstermiştir:
a) Bazı hükûmetler, İslâm hukukunun uygulanmasına taraftar olanlara karşı düşmanca bir tavır almış, İslâm'a dönüş bayrağını taşıyanların niyetleri konusunda zihinlere şüphe sokmuşlar, bazı İslâmî hareketleri, millî birliği, toplumun barış ve güvenliğini tehdit eden, bunlara karşı tehlike oluşturan bir düşman hareket saymışlardır. Bu hareketlere mensup bulunan bazı kimselere isnad edilen şiddet ve terör olayları da yukarıdaki tavıra yardımcı olmuştur.
Çeşitli İslâm ülkelerinde, İslâm hukukunun uygulanmasını isteyenler, uygun durumlarda birçok defa, her türlü terör ve şiddet aracını kesin olarak reddettiklerini açıkça ifade etmişler, İslâm hukukunu uygulamanın (bizzat İslâm hukukunun), İslâm adına teröre ve şiddete başvuranların yollarını kestiğini, buna cevaz vermediğini, müslümanlığın bunlardan beri olduğunu beyan etmişlerdir.
b) "Dinde siyâset, siyâsette din yoktur" sloganını yeniden ele almışlar, "dini devletten ayırma" parolasını canlandırmışlar, İslâm devletini kurmak isteyenleri, dini siyasete âlet etmek ve dini istismar etmekle suçlamışlar, millî meclislerde bunları, halkın pek azını temsil eden bir muhâlefet olarak değerlendirmişlerdir.
c) İslâm ülkelerinde bazı kitle iletişim araçları, İslâm hukukunu uygulama çağrısına şiddetle karşı çıkmışlar, karşı hamleler düzenleyerek İslâm'ın büyük gerçekleri konusunda insanları şüpheye düşürme, ebedî değerlerini küçümseme, çağın rûhuna uymadığı gerekçesine dayanarak İslâm hukukunun uygulanmasına açık veya kapalı bir üslûp ile karşı çıkma yolunu tutmuşlardır. İslâm hukukunu uygulama çağrısı ne zaman güçlense, bazı ülkelerdeki kitle iletişim araçları hemen harekete geçmekte, "basın hürriyeti ve tenkit hakkı adına İslâm'a hücum etsinler, gerçeklerini tersyüz eylesinler" diye kapılarını, İslâm düşmanlarına ve onun hükümlerini bilmeyenlere açmaktadır.
d) Hukuk adamları, İslâm hukukunun uygulanması karşısında -en yumuşak bir vasıflandırma ile- menfî diyebileceğimiz bir tavır içine girmişlerdir. Halbuki İslâm milletleri, İslâm hukukunun, diğerlerine nisbetle üstünlük ve kemâlini, çağın insanlarının problemlerine en âdil çözümleri sunma konusundaki yeterliğini, onların, başkalarından daha iyi bildiklerini, bu hukuku kanunlaştırma, açıklama ve uygulama konusunda başkalarından daha becerikli olduklarını göz önüne alarak, onlardan, bu harekete öncülük etmelerini beklemektedirler.
e) Mevcut hukuk adamları yanlış bir anlayış içine düşmüş, İslâm hukukunun uygulanması işinin; kanunlaştırma, adâlet tevzîi, kitap yazma ve hukuk okutma konularını yalnızca din âlimleri ile fıkıh hocalarının üslenmesi ile gerçekleşeceğini zannetmişlerdir. Bu da -onlara göre- beklenen iyi sonuçları vermeyecektir. Halbuki bu anlayış doğru değlidir. İslâm ülkelerindeki hukuk adamları ve adliye mensupları, eşi bulunmaz bilgi ve deneyim birikimine sahiptirler; İslâm hukukunu kanun kalıbına koyma, bu kanunları açıklama ve kazâ sâhasında uygulama konularında onlardan müstağnî kalmak mümkün değildir. Çünkü yapılacak olan bu kanunlar, İslâmî içerikli olacak ise de hükümleri yeni bir kaynaktan alınan her yeni kanun gibi, çağdaş hukuk dili ile yazılacak ve ifade edilecektir.
f) Daha önce iktisad âlimleri de, İslâm ekonomisi, bankaları ve mâlî müesseseleri karşısında aynı tavrı takınmışlar, hattâ ayrı (müstakıl) bir İslâm ekonomi sisteminin varlığını inkâr etmişler, faizi temel olarak kabul etmeyen bir banka sisteminin kurulamıyacağını kesin olarak söylemişlerdi. Sonra bu zevât, çok geçmeden İslâm iktisadına dönüş hareketinin yöneticileri olmuşlar, araştırmaları ile bu denemeye yol göstermişler ve İslâm bankaları ile mâlî müesseselerinin kuruluşunda rehber rolü oynamışlardır. İslâm iktisadının ilkelerini tesbit etmek üzere yapılan konferans ve seminerler bu zevâtın omuzlarında yürümüştür. İslâmî çözümler bulmak üzere en önemli iktisadî problemleri ele alan ilmî toplantılara ve çalışmalara İslâm âlimleri de katılmışlardır (iktisatçılarla işbirilği yapmışlardır). Borçların, alacakların, ücretlerin ve maaşların fiat artışlarına bağlı hale getirilmesi konusunda, Milletlerarası İslâm Üniversitesi İslâm İktisad Enstitüsü ile İslâm Kalkınma Bankasının, Cidde'de ortaklaşa düzenledikleri seminer, keza müdârebe şirketi senetlerinin mahiyeti ve bu şirketlerde kâr ile sermayenin tazmini (garanti edilmesi) konusunda, İslâm Konferansına Bağlı Fıkıh Akademisi ile yine İslâm Kalkınma Bankası'nın ortaklaşa düzenledikleri seminer ve benzerleri burada örnek olarak zikredilebilir.

İkinci Bölüm
A- İSLÂM HUKUKUNUN KANUNLAŞTIRILMASI
VE UYGULANMASI:
1. Şerîat ve Fıkıh:
Şerîat, Allah Teâlâ'nın Peygamberine indirdiği ve O'na, halka teblîğ etmesini emrettiği vahiydir. Vahiy de iki kısımdır: a) Allah nezdinden, lâfzı ve mânası ile gelen ve insanların benzerini yapmaktan aciz bulundukları Kur'ân-ı Kerîm demek olan "mevlüt vahiy". b) Hz. Peygamber'in, söz, fiil ve tasviplerinden ibâret bulunan Sünnet mânasında "mevlüt olmayan vahiy". Sünnet'in mânası Allah'tan, lâfzı (ifadesi, sözü) Hz. Peygamber'dendir ve Kur'ân-ı Kerîm'i açıklama maksadına yöneliktir. Allah Teâlâ "Kendilerine indirileni insanlara açıklaman için sana zikri (Kur'ân'ı) gönderdik" (Nahil: 16/44) buyurarak O'nun bu vazifesini açıklamıştır. Buna göre, Kitâb ve Sünnet'in metinleri (nin doğrudan getirdiği hükümler) şerîattır; bunlar sâbittir değişmez, devamlıdır yok olmaz, vahyin kesilmesi ve dinin tamâmlanmasından sonra korunmuştur, değiştirilemez ve bozulamaz. "Kur'ân'ı indiren biziz biz, onu koruyacak olan da biziz biz." (Hicr: 15/9)
Fıkıh, müctehidlerin, ictihad kaideleri ve hüküm çıkarma usûlüne dayanarak Kitâb ve Sünnet'ten çıkardıkları hükümler ve kaidelerdir. İctihad usûl ve kaidelerini de, "dini gönderenin maksadını anlamak ve iki kaynağın dili olan arapçayı bilmek" şeklinde özetlemek mümkündür. Buna göre fıkıh, müctehidlerin şerîat konusundaki anlayışları ve onun mânasına yönelik görüşleridir. Kitâb ve Sünnet'in belli bir nassı (metni) üzerine müctehidlerin anlayış ve ictihadları farklı ve birden fazla olabilir. Allah Teâlâ kolaylık olsun diye böyle murad etmiş, naslarda buna uygun bir üslûb kullanmıştır... Müctehide göre şerîatın hükmü, naslardan anladığı ve çıkardığı mânadır. Müctehid olmayana göre (mukallide göre) şerîatın hükmü ise, müctehidlerin anladığı mânalardan biridir. Müctehid ictihadını terkederse şerîattan dışarı çıkmış olur, mukallid ise mesele ile ilgili bütün ictihadları terkederse şerîattan dışarı çıkmış olur; bunlardan herhangi birini uyguladığı müddetçe şerîati uygulamış sayılır...
Şerîat ve fıkhın tariflerinden de anlaşıldığı üzere biz, şerîatın kanun kalıbına sokulmasından bahsederken bundan Kitâb ve Sünnet'in naslarını kastetmiyoruz; usûlüne göre ictihad edilerek bunlardan çıkarılan fıkhı kastediyoruz.

2. Kanunlaştırmanın (taknînin) mânası:
Kanunlaştırmadan maksat, ictihad ile üretilmiş bulunan fıkhı, hâkimlerin kolay anlayıp uygulayabilecekleri bir kalıba sokmaktır. Bu da, onu maddeler veya mücerret kaideler haline getirmek ve beşerî kanunlarda olduğu gibi dallara ayırmak suretiyle yapılacaktır. Bu iş de zarurî olarak, maddenin ihtiva ettiği konuda, varsa belli bir ictihadî görüşü benimsemeyi, yoksa hükmün ictihad yoluyla elde edilmesini gerektirmektedir.

3. Kanunlaştırmanın metodu:
Fıkhı, kanun kalıbına ve şekline sokma mânasındaki kanunlaştırma iki şekilde yapılabilir:
a) Sahâbe, tâbiûn fukahâsı ile -meşhur olmasa bile- mezhebi olan müctehidlerin ictihadları araştırılıp derlenir, sonra bunlardan -her meseleye göre uygun olan- biri seçilir, kanun maddesi haline sokulur. Bu seçimin esasını, seçilen ictihadın delilinin güçlü olması, toplumun menfaatlerini (mesâlihini) gerçekleştirmeye, ihtiyaçlarını karşılamaya, içinde bulunduğu siyâsî, iktisâdî, ictimâî, medenî ve kültürel şartların ışığında problemlerini çözmeye kadir olması teşkil eder. Hükmü kanunlaştırılmak istenen hâdise ictihâd sâhasına girdiği ve ictihadın mûteber bir delili bulunduğu müddetçe, bunun meşhur mezheblerden birinin veya birkaçının imamına ait olup olmaması önemli ve gerekli değildir. Yukarıda söylediğimiz gibi, toplumun içinde bulunduğu şartlara göre ihtiyacına cevap verdiği, menfaatini gerçekleştirdiği ve usûlüne göre yapılmış olduğu takdirde, tercih edilen ictihad, buna karşı olanlara göre zayıf ve şâz(94) da kabul edilmiş olabilir. Şüphesiz bizim burada bir ölçü olarak zikrettiğimiz menfaat (maslahat), dinin mûteber gördüğü bir menfaati koruyan, yahut nasların ifade ettiği kötülükler cinsinden bir kötülüğü ve zararı ortadan kaldıran, bu sonucu doğuran menfaattir... Şâri'in (Allah'ın) dînî hükümlerden maksadının ne olduğu, birçok âyet ve hadîsin ortak ifadesinden anlaşılır. Nasların da -yukarıda zikredildiği üzere- birden fazla mâna ve ihtimali bulunabilmektedir. Bir ictihad, bu mâna ve ihtimallerden birin yakaladığı müddetçe mûteberdir...
Dînî bir nas (âyet veya hadîs metni) tek bir mâna ve hükmü ifade ediyor, başka bir mânaya gelmiyorsa -ki Usûl âlimleri teknik bir terim olarak ancak buna nas derler- bu tek mâna ve hükme uymak, bunu aynen almak gerekir. Eğer metnin birden fazla mânası varsa ve bunlardan hangisinin tercih edileceği konusunda fukahânın ictihadları da farklı ise mukallide göre bu mânalardan herhangi biri dinin hükmüdür. Müctehide göre de, hangisini tercih etmiş ise dinin hükmü odur. Bu mânalardan tamamını ihmal etmek, ve bunların dışına çıkmak, dînî hükmün dışına çıkmak demek olur.
İslâm hukukunu kanunlaştırma tasarılarının büyük bir kısmı bu metodu uygulamışlar, müctehidlerin görüşleri içinde, toplumun şartlarına en uygun olanınını, ihtiyaca en iyi cevap verenini tercih etmişlerdir. Bizim de tercih ettiğimiz, İslâm'ın rûhuna, maksatlarına ve genel prensiplerine uygun bulduğumuz metod budur. Kitap ve Sünnet'in ihtiva ettiği vahiy mânasındaki şerîatı, sahâbe, tâbiûn ve onlardan sonra gelen, mezhebleri -meşhur olsun olmasın- bize nakledilmiş bulunan müctehidlerin görüş ve ictihadlarının bütünü temsil etmektedir. Belli bir okulun, mezhebin, muayyen bir müctehidin ictihadı, yorum ve anlayışı ise bu şerîatın bütününden bir parçayı temsil etmektedir. İşte bu anlayış ve kanunlaştırma metodu güçlüğü ortadan kaldırmakta, şerîatı hayatına uygulayan topluma, menfaati temin ve zararı ortadan kaldırma konusunda kolaylık sağlamaktadır.
b) İkinci metod, belli bir müctehidin veya mezhebin fıkhını (ictihadlarınının bütününü) kanun kalıbına sokmak ve İslâm hukukunun bütün dallarında, yahut belli bir dalında buna bağlı kalmaktır. İmam Mâlik'in, yahut Ebû-Hanîfe'nin, yahut Şâfiî'nin, yahut da Ahmet b. Hanbel'in mezhebini kanunlaştırmak, bu mezhebin sahibinden, öğrencilerinden nakledilen görüşler ile daha sonra gelenlerin bu görüşlere bina ederek çıkardıkları hükümler arasından, ihtiyaca cevap veren ve menfaati gerçekleştirenleri seçmek de bu metodun uygulanışına örnektir. Meselâ Mısır'da miras, vasıyet ve aile hukukları bu metod ile kanunlaştırılmış, genellikle hanefî mezhebi esas alınmış, bazı meselelerde de başka mezheblerin görüşüne başvurulmuştur. Bazı ülkelerde ise İslâm hukukununun rûhundan uzak, fukahânın ictihad metodlarında delili bulunmayan hükümlerin benimsendiği olmuştur.
Halkının, ibâdet hayatlarında benimsedikleri, ictihad usûlüne razı olup görüşlerine bağlandıkları bir mezhebin ictihad ve görüşlerini benimseme ve kanunlaştırma konusunda, herhangi bir ülkeyi engelleyecek bir durum ve delil yoktur. Bütün hukuk dallarında, yahut ceza hukuku, borçlar hukuku gibi belli bir dalda, bu mezhebin ictihadları kanun haline getirilebilir. Ancak bu metodla kanunlaştırmada, şerîatın genel maksatlarının gerektirmediği ve umumî prensiplerinin doğurmadığı bir güçlük ve daraltma vardır. Bazen öyle bir hâdise meydana gelir veya mesele ortaya çıkar ki, belli mezheb sahibinin veya öğrencilerinin bu konuda geçmiş bir ictihadları bulunmaz, mezheb sahibinin (imamının) verdiği fetvâları örnek alarak yeni meselenin hükmünü çıkarmak da zor olabilir. Bazen de bir mesele hakkında mezheb imamının fetvâsı bulunur da, belli şartlarda menfaatin celbi, mefsedetin def'i maksadını temin edemez. Meselâ belli zamanlarda, muayyen bir bölgede kadınlar, kendilerinden, kısas hakkına vâris olan çocuk sahibi oldukları kocalarını, suikast ve tertiplerle öldürmeye başlarlar ve bu suç gittikçe artabilir; çünkü bazı müctehidlere göre çocuğunu öldüren kadın -çocuğu sebebiyle anaya kısas uygulanamaz kaidesince- kısas edilmez; kezâ babasını öldürdüğün için anasına uygulanacak kısas cezasını talep hakkı çocuğa ait olduğundan -ve çocuk, anasına kısasın uygulanmasını talep edemez kaidesince- çocuk kısası isteyemez ve kocasını öldürmüş bulunan kadına bu yüzden kısas cezası uygulanamaz. İmdi bu mefsedeti (kötü durumu, suçu) ortadan kaldırabilmek için, mezkür suçu âdî katil (bilinen öldürme) suçu saymayan, haydutluk (hirâbe) sayan ve bu sebeple cezanın kısas değil, had olduğunu ileri süren müctehidlerin görüşünü almak ve bunu kanunlaştırmak gerekir; bu takdirde benzer olaylarda, "çocuğu öldürme suçundan ana-baba kısas edilemez" hükmü uygulanmaz.

4. İslâm hukuku nasıl kanunlaştırılmalıdır?
a) Kanunlaştırma işini yapanlar (fıkıh hükümlerni kanun kalıbına sokanlar) arasında şu vasıfta kişiler bulunmalıdır:
aa) Fıkıh kitaplarında neyin nerede olduğunu, keza müctehidlerin hüküm çıkarma metodlarını ve ictihad usullerini bilen, geçmiş müctehidlerin, üzerinde ictihad yapmamış oldukları yeni meseleler ve olayların hükümlerini, ictihad ederek çıkarmaya muktedir bulunan İslâm hukuk âlimleri.
ab) Kanunlaştırma usûlünü bilen, hükümleri kanun kalıbına koyma konusunda deneyimleri bulunan, toplumun hukukî meseleleri ve problemleri konusuna eğilmiş bulunan modern (beşeri) hukuk mensupları.
ac) Kanunlaştırma yapılacak sâhada; meselâ ticaret hukukunda, kıymetli evrak hukukunda, ceza, idâre, borçlar gibi dallarda, bankacılık veya deniz hukukunda... en üst seviyede uzman olan kişiler. Böylece, her dalda uzman olan kişileri bu faaliyete çağırmak, onlarla danışma yapmak, bilgi ve deneyimlerinden faydalanmak gereklidir.
b) Hazırlanan kanun tasarısı, İslâm hukuk hükümlerini doğru bir şekilde temsil etmelidir. Bunun için de mezheblere ait fıkıhlar ile mukayeseli fıkhın kaynaklarını, Kitap ve Sünnet'in fıkhını, tefsir kitafları ile hadîs şerhlerini, hükmü kanunlaştırılmak istenen mesele üzerinde yapılmış bütün ictihadları tesbit etmek üzere, büyük bir dikkatle taramak ve incelemek gerekir. Sonra usûlüne göre yapılmış olmak şartıyle bu ictihadlardan, belli şartlarda toplumun ihtiyacına en iyi cevap vereni ve toplum menfaatini en iyi bir şekilde gerçekleştireni seçmek üzere bir araya getirmeli ve yazmalıdır. Nihayet kanunun açıklamalı gerekçesinde, tercih edilen ictihad, bunun sahibi ve kaynağı titizlikle kaydedilmelidir.
c) Hukukun âile, borçlar, şirketler, ceza gibi dallarından birini kanunlaştıran ilgililer, şerîatın genel kaidelerini ve maksatlarını göz önüne almalı, parça ile bütün arasında ilişki ve denge kurmalıdırlar. Çünkü bir hukuk dalını, diğer dallar ile ilişkisine, şerîatın genel maksat ve kaideleri karşısındaki durumuna bakmadan kanunlaştırmak, beraberinde birçok çelişkiler, hatalar ve tutarsızlıklar getirecektir.
Belli bir mezhebe bağlı kalmaksızın, İslâm fıkıh mezheblerinin tamamından seçme yoluyla belli bir hukuk dalını kanunlaştıran hükümler ile aynı şekilde bir başka hukuk dalını kanunlaştıran hükümler arasında da çelişki bulunmayacak, düzen ve denge bulunacaktır. Bu konuda geniş bilgileri olan şerîat ulemâsının kanunlaştırma faaliyetine katılmaları, bu maksadı temine yöneliktir ve bunu tekeffül etmektedir.

5. Kanunlaştırma zarûreti
ve buna karşı olanlar:
Bazı çağdaş âlimler, İslâm hukukunun kanunlaştırılması konusuna şüpheler sokmuş, bunun taraftarlarının niyetleri hakkında suizan yolunu açmış ve onlara karşı çekingen bir tavır içine girmişlerdir. Bazıları, buna ek olarak, İslâm hukukunun kanunlaştırılmasına ihtiyaç ve zaruret bulunmadığını ileri sürmüşler ve bu iddiâlarına delil olmak üzere şu düşüncelerini şöyle ifade etmişlerdir:
a) Allah Teâlâ bizi, şerîatına uymak ve hükmünü uygulamak ile yükümlü kılmıştır. Onun şerîatı Kitap ve Sünnettir. Kanunlaştırma, belli bir ictihadı alıp insanları buna bağlı kılmak ve ona aykırı davranmayı yasaklamak mânasına gelir ki, bu caiz değildir.
b) Râsulullah (s.a.) ile O'ndan sonra gelen halîfeler, vâlîler (ülü'l-emr) şerîatı; yâni Kitap ve Sünneti uyguladılar; ancak tayin ettikleri hâkimleri, belli bir mezhebe bağlı kılmadılar, insanları, hem kazâda hem de hukukî hayatlarında cebren uygulayacakları bir "belli mezhebi veya ictihadları kanunlaştırma" hareketine çağırmadılar. Hatta bazı halîfelerin tekliflerine rağmen müctehid imamlar, halkın, mezheblerini uygulamaya cebredilmesi fikrine karşı çıktılar ve bu davranışlarının sebeplerini açıkladılar.
c) İslâm dünyasında, Suûdî Arabistan gibi, İslâm hukukunu uygulayan ülkeler var, fakat bu ülkelerde şerîat kanun haline getirilmemiştir, buna rağmen hâkimler ve halk, bu konuda bir problemle karşılaşmamış, güçlüğe maruz kalmamışlardır; şu halde, şerîatı uygulamak için onun hükümlerini kanun kalıbına sokmaya gerek yoktur.
d) İslâm dünyasında, Pakistan'da olduğu gibi, daha başka denemeler de vardır; Pakistan'da hâlâ birçok sâhada beşerî kanunlar uygulanmaktadır, bunun yanında, kanun yapmaksızın, kazâ (mahkemeler) yoluyla İslâm hukuku uygulanmaktadır. Pakistan'da son günlerde yapılan bir anayasa değişikliğine göre yüksek mahkeme üyeleri, kendiliklerinden, şerîat hükümlerine aykırı olan kanunları ele alıp butlânına hükmetmek (bunları iptal etmek) ve hükûmete, bunları şerîat hükümlerine uygun hale getirmesi için belli bir müddet tanımak hakkına sahip olmuşlardır. Bu müddet içinde mezkür kanunlar değiştirilmez ise hükümsüz hale gelmekte, hukukî bir sonuca kaynak olamamakta ve vatandaşları bağlama vasfını kaybetmektedir.
e) Aynı anayasa değişikliği, vatandaşlara da, yüksek mahkeme nezdinde amme dâvası açma, belli bir kanunun veya maddenin, İslâm hukukuna yakırı olduğu için iptalini isteme hakkını getirmiştir. Bu durumda mahkeme, ilgili maddenin gerçekten şerîata aykırı olup olmadığı konusunda uzmanların görüşlerini aldıktan sonra, butlânına karar verme ve gerekli değişikliği yapması için ilgililere belli bir müddet tanıma hakkına sahiptir. İlgili cihet ağırdan alır, yahut ihmal eder de müddet dolarsa kanun hükümsüz hale gelmekte, hukukî etkisi ortadan kalkmaktadır.
f) İslâm hukukunun (ictihadların) yukarıda zikredildiği gibi kanun kalıbına sokulması, kanunlaştırılması ve hâkimlerin bunlarla hükmetmelerinin mecburi hale getirilmesi bazı menfî sonuçlar da doğurmaktadır. Meselâ bir kanun, başta yapılırken nazarî olarak uygun görüldüğü halde, hâkim, bazı özel durum ve şartlarda, kanunlaştırılan ictihadın adâleti gerçekleştirmediğini, toplumun değerlerini koruyamadığını ve bazı kötülükleri ortadan kaldıramadığını tesbit edebilir. Halbuki bu durumda hâkim, bizzat ictihad edebiliyorsa kendi ictihadının, buna ehil değilse kanunlaştırmada tercih edilmeyen diğer ictihadlardan birinin (ve böylece şerîatın) uygulanmasının ve hükmün buna göre verilmesinin maksada daha uygun olduğunu görebilir. İşte bu takdirde hâkimi serbest bırakmak şerîatın maksadına daha uygun düşecek, onun menfaati celbetme ve zararı ortadan kaldırma prensibini daha iyi bir şekilde gerçekleştirecektir.

Cevap:
Bu şüphelerin temelsiz ve hükümsüz olduğu apaçık ortada olan bir gerçektir. Şerîatı kanunlaştırmaktan korkma ve korkutmanın hiçbir meşru dayanağı yoktur. Şerîatı uygulama alanına sokabilmek için kanunlaştırmak kaçınılmaz bir zaruret haline gelmiştir. Şöyle ki, Allah Teâlâ Peygamberine, insanlar arasında adâlet ve hak ile hükmetmesini, hükmünü, Allah'ın indirdiği vahye göre vermesini, kendisine getirilen dâvaları çözerken Allah'ın emir ve tavsıyesinin dışına çıkmamasını emretmiştir. Rasûlullah (s.a.) insanların içinde vahyi en iyi bilendir, O'nun yine vahiy mahsûlü olan Sünneti de Kitâb'ın şerhi ve açıklaması mahiyetindedir. Belli bir ictihadı tercih etmek, bunu kanun kalıbına sokmak ve insanları bununla bağlı kılmak Peygamberimizin çağında bir vâkıa ve mesele olarak ortaya çıkmamıştır. Bundan sonra Halîfeler ile diğer hâkim ve idarecilerin çağı geldi, bu çağda hâkimler, kendilerine gelen dâvaların hükmünü çıkarmak ve taraflar arasında uygulamak için şerîatın ana metinlerine (naslara) bakma ve bunlar üzerinde ictihad etme kudretine mâlik idiler. Usûlde kesin olarak kabul edilen bir kaideye göre müctehidler, kendi ictihadları ile hükmederler, onların, başkalarına ait ictihad ile amel etmeleri caiz değildir. Şu halde, o çağlarda, hükümleri kanun kalıbına sokmak suretiyle kanunlaştırma yoluna gitmenin ve hâkimleri de bunlarla bağlı kılmanın gereği ve yeri yoktu; çünkü müctehidin, başkasına ait ictihad ile amel etmesi caiz değildi. Ayrıca başkasının ictihadı, müctehidin kendi ictihadından daha üstün değildi, onu başka ictihadlara bağlı kılmanın şer'î bir dayanağı da yoktu.
Asırlar geçip taklit devirleri gelince (müctehidler yok denecek kadar azalınca), âlimler ictihad yolunu terkedip geçmiş imamların mezheblerini öğrenme, öğretme ve yazma yoluna girince, bütün gayretleri mezheb içindeki farklı rivayet ve görüşlerin tercihine, mezheb imamının fetvâsını esas alarak -buna benzetme yoluyla- hüküm çıkarmaya yönelince hâkimin de hüküm verirken bir imamın mezhebine, yahut belli bir müctehidin görüşüne tâbi olması gerekli hale geldi. Bu, zaruretin, çaresizliğin getirdiği bir sonuçtur; çünkü müctehid olmayan bir hâkimin, dâva konusunda ictihad etmesi mümkün değildir, bir başkasının ictihadı ile hükmetmek mecburiyetindedir. Bunun içindir ki, İslâm memleketlerinde kadılar, insanlar arasında, belli bir mezhebe göre hükmetmek üzere tayin edilirlerdi. Bu da çok kere kadının ve tayin edildiği bölgenin tabi olduğu mezheb olurdu. Hâkimler genellikle şâfiî, mâlikî, hanefî ve hanbelî olur, kendilerine gelen dâvaların hükümlerini, mezheblerinde mûteber olan kitaplardan, fetvâya esas kabul edilen görüşe uyarak tesbit eder ve açıklarlardı. Böylece fıkıh kitapları, ilmî bir metodla, mezheb imamının ve onun öğrencilerinin görüşlerinin, kanun gibi tedvin edildiği kaynaklardan başka bir şey olmamaktadır. Hatta hâkimler, belli mezhebin bazı kitaplarına, mezhebi veya mezhebde tercih edilen görüşü temsil ediyor diye -kitabı böyle değerlendirerek- güveniyor ve dayanıyorlardı. İslâm ülkelerinden bazıları yakın bir geçmişe kadar, hatta bazıları halihazırda şerîatı, belli bir mezheb imamının veya özel bir fıkıh okulunun rey ve ictihadını esas alarak uygulamaktadırlar. Hâkimler, mezhebin güvenilir ve özel olarak düzenlenmiş kitaplarından hükümleri çıkarmakta ve kendilerine gelen dâvalara bunları uygulamaktadırlar. Yakın geçmişe kadar, hanefî mezhebinin uygulandığı yerlerde hâkimin (kadının) hanefî, hanbelî mezhebinin uygulandığı yerde hanbelî olması şart koşulurdu. Bunlar da daima, mezhebde tercih edilen görüşleri ihtiva eden fıkıh kitaplarına dayanarak uygulama yaparlardı.
Yukarıda işaret edilen mânada kanunlaştırma, taklid devri ile başlamış olmaktadır. Bu kanunlaştırmanın, bugünki mânada kanunlaştırmaya göre farkı ve özelliği şudur: Geçmiş asırlarda kanunlaştırma, mezhebin bağlıları tarafından güenilir sayılan fıkıh kitapları şeklinde oluyor, bu kitaplar, mezheb imamı ile onun öğrencilerinin ictihadlarının, bütün incelikleri ile söz kalıbına (bir mânada kanun kalıbına) konmuş kaynakları olarak kabul ediliyordu. Hâkimler, bu kitapları -yukarıda söylendiği gibi- mezheb imamının ve öğrencilerinin tercih edilen ictihadlarının kanun kalıbına sokulmuş mecmuaları sayarak hükümlerini bunlara bağlı kılıyorlardı.
Bu, günümüzde de mümkün, hatta vakidir. Şerîatı (İslâm Hukukunu) bütün dallarında veya bazı dallarında, hakimlerin bağlı kalacakları belli bir mezhebi belirleyerek uygulamak, bu mezhebin imamının görüşlerini veya mezhebinde tercih edilen ictihadları bulabilmesi için belli iktapları göstermek mümkündür. Bununla beraber, mezhebin tercih edilmiş ictihadlarını bir kitapta veya mecmûada toplamak -ki, kanunlaştırmadan biz bunu kastediyoruz- bunu anlaşılır bir ifade ve düzenli bir usûl ile yapmak, hâkimlere uygulayacakları hükümleri kolayca bulmak ve bilmekte; halka, hukukî ilişkilerine hâkim olan hükümleri, bu ilişkileri henüz kesinleştirmeden öğrenmekte yardımcı olacak, tazir sâhasına giren suç ve cezaları, bunlar gerçekleşmeden belirleyecektir. Buna göre kanunlaştırma işi, mevcut bir kitabı veya kitapları, ifadesi daha açık, daha belirgin ve daha düzenli bir kitap ile değiştirmekten ibârettir.
Pakistan'da şerîatın kazâ (yüksek mahkeme) yoluyla uygulandığı konusuna gelince, bu aslında, bizim kastettiğimiz mânada şerîatin uygulanması demek değildir; bu, belli bir kanun veya kanun maddesi ile İslâm hukuku (şeriat) arasındaki zıtlık ve çelişkiyi ortadan kaldırma teşebbüsünden ibarettir. Gerçi bu da teşvike değer bir iştir ve şerîatın uygulanmasına doğru atılmış bir adımdır; ancak bu durumda, yabancılardan alınmış bulunan kanun, felsefesini, değerlerini, ilke ve prensiplerini, İslâm'a ve müslümanlara yabancı olan bir beşerî düşünceden almış olarak kalır. Ayrıca Pakistan'da, yüksek mahkeme hakimlerinin yükleri fazla olduğu ve bu konudaki bilgileri de yetersiz bulunduğu için bu ayıklama işinin yıllarımızı alacak kadar yavaş yürümesi yanında, bu iş tamamlansa dahi mezkür kanunlar İslâmî sayılamıyacaktır. Böyle sayılabilmeleri için maddelerin, Kitaba, Sünnete, bunlardan müctehidlerin çıkardıkları hükümlere dayanması gerekir; ancak bu takdirde onları uygulamak, Allah'a itâat ve onlara karşı çıkmak, Allah'a ısyan sayılabilir.
Durum ne olursa olsun bu denemenin sonuçları, şu ana kadar -burada açıklanmasına vaktimizin elvermediği sebepler yüzünden- cesaret verici olmamıştır.
Hâkimin, ister belli bir mezhebe ait olsun, işter çeşitli mezheblerden seçilmiş bulunsun, tek ictihadın seçilip kanunlaştırılması ile meydana gelen kanunları uygulama mecburiyetinde olmasının, bazı hallerde, olay ve problemlerde onu sıkıntıya sokacağı, çünkü onun, başka bir ictihadı, belli şartlar içinde, adâletin ve menfaatin gerçekleşmesine, toplum değerlerinin korunmasına daha uygun bulabileceği iddiâsına gelince, bu da, kanunlaştırmanın caiz olmadığına delil kılınamıyacağı gibi, onun zarûrîliğini de ortadan kaldıramaz ve önemini azaltamaz. Çünkü hâkim, müctehid değil ise bir başka müctehidi taklit etmek mecburiyetindedir. Devletin şûra meclisi (ehlü'l-halli ve'l-akd) ve sorumlusu, onun uygulayacağı ictihadı belirlemişlerdir. Ulemânın kabul ettikleri bir kaideye göre bu makamların kararı, ilgili konudaki ictihad ihtilâflarını ortadan kaldırmaktadır (bu konuda uygulanabilecek ictihadları teke indirmektedir.) Bu kaidenin temeli ve gerekçesi, hâkimin seçip uygulayacağı görüş konusunda duygularına ve zaaflarına uyma yolunu kapatmak, gerek mahkemelerde ve gerekse halkın hukukî ilişkilerinde uygulanan hükümlerde birlik ve istikrarı sağlamaktır.

6. İslâm ülkelerindeki
kanunlaştırma teşebbüsleri:
İslâm dünyasının tamamında görülen İslâmî uyanıştan ve bu uyanış neticesinde tam olarak İslâm'a dönme, devletini kurma ve hayatın bütün bölümlerinde onun şerîatını hakem kılma çağrıları yapıldıktan sonradır ki, kanunlaştırma hareketleri de canlılık kazandı.
Kanunlaştırma hareketinde, İslâmî kanunların tasarılarını hazırlayanlar iki farklı yoldan yürüdüler:
a) Bazı konularda diğer mezheblerden de bir takım ictihadları almakla beraber prensip olarak belli bir mezhebi kanun kalıbına sokmak, yahut kanunlaştırma işinde mezheb fıkhını temel almak. el-Ezher Üniversitesi'ne bağlı bulunan İslâm Araştırmaları Enstitüsünde kurulan komisyon, dört mezhebin fıkhını, her biri ayrı bir kanun mecmûasında olmak üzere kanun kalıbına sokarken bu yoldan yürümüştür. Aynı şekilde Pakistan İslâm Cumhuriyeti Hükûmeti, ceza, zekât, öşür kısas ve diyet kanunlarını çıkarırken hanefî mezhebini esas almak suretiyle bu yolu izlemiştir. Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye ile Mürşidu'l-hayrân isimli kanun mecmûaları da böyledir. Bu iki mecmûada, hanefî fıkhı kolay anlaşılır bir ifade, düzen ve titizlik içinde kanun şekline konulmuştur. Mecelle ve Mürşidü'l-hayrân üzerine birçok açıklama, yorum ve notlar yazılmış, bunlar, uzun müddet, fıkıhla meşgul olanlar arasında tutulmuş ve kullanılmıştır.
Hanbelî mezhebinden Kadı Ahmed b. Abdullah el-Karî, 1359 hicrî yılında değerli bir kanun taslağı mecmûası hazırlamış ve buna "Mecelletu'l-ahkâmi'ş-şer'iyye" adını vermiştir. Müellif bu eseri hazırlarken hanbelî mezhebinin bütün önemli kaynaklarını gözden geçirmiş ve her hükmün kaynağını göstermiştir. Bu mecmûa, mezheb hükümlerinin naklinde güvenilirlik ve kanun şekline koyma hususunda fevkalâde titizlik özellikleri taşımaktadır.
b) İslâm hukukunu, bütün mezheblerini bir bütün kabul ederek; yani belli bir mezhebe bağlı kalmaksızın fıkıh mezheblerinden seçmeler yaparak kanunlaştırmak Mısır, Güney Yemen ve Sûdân'da kanunlaştırma bu yoldan gerçekleştirilmiştir. Bu kanunların tasarılarını hazırlayanlar, kendi toplumlarında hâkim bulunan özel şartları göz önüne alarak, en faydalıyı gerçekleştirmek üzere, çeşitli mezheblerden seçmeler yapmışlardır.
1905 yılında Tunus'ta, Zeytûniyye Üniversite'nden bir ulemâ heyeti ile şer'iye mahkemesinden belli sayıda hâkim, mâlikî mezhebine göre bir borçlar kanunu hazırlama işine giriştiler. Bu kanun daha öncesinden hazırlanmıştı, bu komisyon ise, mâlikî fıkhı ile kanun arasındaki çelişkileri ortadan kaldırdılar ve kanuna bu mânada yeni bir şekil verdiler. Mezkür kanun 1906 yılından itibaren yürürlüğe kondu.
Bu teşebbüslerin tamamı, eskisi yenisi, bir mezhebe bağlı kalanı, bütün mezheblerden seçme yapanı, bu yönde iyi bir ilmî çalışmayı ve kılavuzluk fonksiyonunu temsil etmektedirler. Bununla beraber mezkür kanunlara yöneltilebilecek tenkit şudur: Acele ile hazırlanmışlardır, daha önce yapılması gereken derin ve ilmî araştırmalar yapılmamıştır, bazı mevzûlarda gereken yazım tekniği uygulanamamıştır. Kaplayıcı bir bakışla İslâm hukukunun bütün dallarını içine almamıştır. Bu sebepledir ki yürürlüğe konduktan kısa bir müddet sonra, Sûdan'da olduğu gibi, yeniden ele almak gerekmiş, yahut Pakistan'da, ceza hukuku konusunda olduğu gibi, yeniden gözden geçirme talebi gündeme gelmiştir.

B- İSLÂM HUKUKUNUN KANUNLAŞTIRILMASI
VE UYGULANMASI İÇİN TOPLUMUN
HAZIRLANMASI VE EĞİTİLMESİ:
Şerîatın hayata sokulması yönünde en önemli adımı teşkil eden fıkhın kanunlaştırılması, bu hedefe ulaşmak üzere toplumun hazırlanmasını ve eğitilmesini zarurî kılmaktadır; bu yapılmadığı takdirde mezkür uygulamaya geçmek de geç ve güç olacaktır. Hazırlama ve eğitme için alınabilecek tedbirleri ve yapılabilecek işleri şöyle sıralamak mümkündür:
1. İslâm hukukunun çeşitli dallarını öğretim ve araştırma konusu edinen fakülte, enstitü ve bölümleri ihtiva eden üniversitelerin kurulmasında daha cömert davranmak. Bu kurumların programları hem pratik uygulamaya, hem de modern problemlere, günün meselelerine çözümler üretmeye yönelik olmalıdır; bu çözümler ister fıkıh kitaplarında mevcut bulunsun, ister ictihad metodlarına göre yeniden mesâî sarfı ile çıkarılacak olsun! Bu programlar hazırlanırken, bugün birçok İslâm üniversitelerinde yapıldığı gibi, yalnızca nazarî ve felsefî sâhada kalınmamalı, pratiğe ve uygulamaya da yer verilmelidir.
2. İslâm hukukunun çeşitli branşlarının öğretilip araştırılmasına, bunun çağın gerçeğine uygulanmasına ağırlık veren metod ve programlar çerçevesinde, İslâm ülkelerindeki Üniversitelerin hukuk fakülteleri arasında birlik sağlamak. Bu üniversitelerde, İslâm hukukunun yanında beşerî hukuklar (diğer hukuk sistemleri), bunların nazariye ve ilkeleri de okutulmalı, İslâm hukuku ile mukayeseler yapılarak bu hukukun maksada uygunluğu, adâleti gerçekleştirme kabiliyeti ortaya konmalı, İslâm ülkelerinde uygulanmış bulunan diğer sistemlerin, İslâm toplumlarına getirdiği zarar ve kötülükler, bu toplumun değerleri ile çelişmeler ve faziletleri ile çatışmalar dile getirilmelidir. Şerîatın uygulanmasında adım adım gitme yolunu seçen devletler için adı geçen başka sistemleri okutmak zarûrî olabilir; böylece fakültelerden mezun olanlar, İslâmî kanunlaştırma yapılmış sâhalarda bunu, henüz böyle kanunların çıkarılmadığı sâhalarda da yabancı kökenli kanunları uygulamak üzere yetiştirilmiş olacaklardır.
3. Hâkimleri, avukatları ve hukuk ile uğraşan diğer meslek sahiplerini eğitmek üzere enstitülür kurmak. Hukuk fakültelerinin programlarını tadîl edip birleştirdikten sonra da bu fakülteler, İslâm hukukunun uygulanması için yeterli sayıda mezun veremiyecektir; özellikle İslâm hukuku bir bütün olarak, yahut hukuk sâhasının büyük bir kısmında uygulandığında bu böyle olacaktır. İslâmâbâd'daki İslâm Üniversitesi, hâkimleri ve diğer hukuk mesleği mensuplarını eğitmek, Pakistan'da çıkarılan İslâmî kanunları anlayıp uygulamalarını sağlamak; onlara, şerîatın kanunlaştırılması ve uygulanmasına katkıda bulunabilecek formasyonu kazandırmak üzere akademiler kurmaktadır. Bu tecrübe başarılı olmuş ve bugüne kadar, ülkenin çeşitli yerlerinden altı yüz hâkim ve avukat gerekli ders ve kursları alarak eğitilmişlerdir. Bu hâkimler, avukatlar ve diğer hukuk adamlarının -geniş tecrübeleri ve üretici güçleri sebebiyle- yeni İslâmî kanunların uygulanmasına katkıda bulunmaları gerekli ve faydalıdır.
4. Ekonomi, plânlama, genel maliye, bankalar ve yatırım müesseselerinde çalışanları, bu kurum ve kuruluşlarda İslâm ekonomi ve maliye sistemini uygulamak üzere eğitmek için, özellikle bu konlara yönelik enstitüler ve araştırma merkezleri kurmak. İslâmâbad'daki Milletlerarası İslâm Üniversitesi'nde kurulan "İslâm İktisad Enstitüsü" bunların tipik bir örneğidir. Bu enstitü, Devletin bakanlıklarında, bankalarda ve şirketlerde, ekonomi ve maliye sâhasında çalışanları eğitmek üzere bir merkez kurmuştur. Yapılan deneme, bu programın başarılı olduğunu göstermiştir. Bu sebepledir ki Üniversite'ye, diğer İslâm ülkelerinden mürâcaatta bulunulmuş ve tertip edeceği özel kurslara, bu ülkelerden gelecekleri kabul etmesi istenmiştir.
5. İlmî seminerler, araştırma ve çalışma gurupları tertip ederek bunların belli konularda çalışmalarını, ele aldıkları problemler üzerinde açık seçik İslâmî çözümlere ulaşmalarını sağlamak. Son zamanlarda İslâm ülkelerinde bu nevî seminerler ve çalışmalar yapılmaktadır. Suûdî Arabistan, Mısır, Küveyt, Pakistan, Maleyziya, Cezair, Türkiye ve diğerlerinde yapılan konferans, seminer ve çalışmalar bunlara örnektir. Bunların son örnekleri, Milletlerarası İslâm Üniversitesi ile İslâm Kalkınma Bankası'nın ortaklaşa düzenledikleri ve "borçların, alacakların, ücretlerin ve nafakaların, artak fiatlarla bağımlı hale getirilmesi" konusunu ele alan toplantı, ile yine İslâm Kalkınma Bankası ve Fıkıh Akademisi'nin ortaklaşa düzenledikleri "mudârebe şirketlerine ait senetlerin, kâr ve sermayenin garanti altına alınması" konulu seminerdir. Bu seminerler ve araştırma gurupları mutâd olarak toplantı sonunda ele aldıkları konularla ilgili olarak çözüm tavsıyeleri getirmektedirler. İslâm Kalkınma Bankası'nın isteği üzerine yapılan, konunun uzmanları ile İslâm âlimlerinin katıldıkları böyle bir toplantıda, "İslâm kıymetli evrakının çıkarılması ve tedâvüle sokulması konusunda" ayrıntılı bir plân hazırlanmış ve bu plân uygulamaya konulmuştur.
6. Yöneticilerini ve meclis üyelerini seçme fırsatını elde etmiş bulunan İslâm milletlerini, kendi hedeflerine inanmış bulunan ve hayatın her sâhasında Allah'ın yolunu uygulamaya çalışan kişileri seçmeleri konusunda şuurlandırılmak. Çünkü bu kişilerin seçilmesi, şerîatın hayata uygulanmasından ibâret olan hedefin gerçekleşmesine yardım edecek ve Allah'ın dinini hakem kılma hasreti ile yanıp tutuşan halklar ile buna karşı duran yöneticiler ve parlemento üyeleri arasındaki mücadeleye canlılık getirecektir.
7. Mevcut İslâmî basını desteklemek ve ek basın kuruluşları meydana getirmek ve bunların, şu konular üzerinde ısrarla durmalarını, kamu oyu oluşturmalarını sağlamak: İslâm'ın hayata uygulanması, bu uygulamanın İslâm ümmetinin oluşmasında, ümmetin yenilme, aşağılanma, korku ve açlığa galip gelmesinde büyük tesiri olacağı; şerîatın uygulanabilir, ümmetin çağdaş ihtiyaçlarını karşılayabilir, menfaatlerini koruyabilir, gelişmesini sağlayabilir olması. Bu konularda şüphe yaratmak üzere haksız hücumlarda bulunan karşı basının bu faaliyetine karşı çıkmak. Bu şerîatın (İslâm'ın), müslüman olmayan kişilerin de hak ve hürriyetlerini koruyacağını, onlara düşünce, inanç ve ibâdet hürriyeti vereceğini, kendi dinlerini koruyarak İslâm topraklarında kalmak isteyenlere, İslâm'ın adâlet şemsiyesi altında insana lâyık bir hayat seviyesi sağlayacağını açıklayarak gayr-i müslimlerin, İslâm'ın uygulanması ihtimali karşısındaki korku ve şüphelerini ortadan kaldırmak...
8. Kamu oyunda mevcut olan ve İslâm'ın gerçeklerini saptırmaktan, onu baskı ve şiddet (terör) dini olarak göstermekten kaynaklanan korkuyu gidermek, bu konularda insanları huzur ve güvene kavuşturmak, bu dinin güven ve barışı korumak, bütün dünyada hak ve hürriyetleri teminat altına almak, insanlığın iyilik ve mutluluğu için yardımlaşmak, dünya yüzünden haksızlığı, korkuyu, açlığı ve cehaleti kaldırmak üzere geldiğini açıklamak; bunları sağlayabilmek için elden geleni geri koymamak.
9. Nerede bulunurlarsa bulunsunlar âlimlerin, yöneten ve yönetilenleri, Allah'ın yolunu hayatlarında izlemeye çağırmak üzere harekete geçmeleri, bunun için faaliyetler düzenlemeleri, programlar yapmaları. Âlimler bu faaliyetlerini yürütürken şu noktalardan hareket etmelidirler: Bu uygulama imanın gereğidir. Hakkı ayakta tutacak, adâleti gerçekleştirecek, ihtiyaçlara cevap verecek, hak ve hürriyetleri koruyacak, İslâm ümmetini güçlendirecek, onu maruz kaldığı yenilgi, haksızlık, cehâlet, korku ve açlıktan kurtaracak olan yol bu yoldur.
10. Dünya İslâm Birliği, yeri, durumu, yapısı, İslâm hükûmetleri nezdindeki saygınlığı sebebiyle bu yolda çok önemli roller îfa etmektedir.
11. İslâm ülkelerinde yeni "İslâm Hukuk Akademileri" kurmak, bunların kuruluşu, üyelik şartları ve çalışma plânını yeniden ele almak.
Kuruluş açısından bu akademilere üyelik için iki nevi âlim çağırılmalıdır: a) İctihad ile elde edilmiş dini hükümleri bilen, ictihada ihtiyaç gösteren konularda bunu yapabilen, bu hükümleri, ortaya çıkan hâdise ve meselelere uygulayabilenler. b) Hayatın gerçeklerini, çağın ihtiyaçlarını; siyâsî, iktisâdî, sosyal ve kültürel problemlerini bilenler; uzmanlıkları gereği plânlama, ekonomi, tıp, eğitim, askerlik, yönetim gibi konularda elde ettikleri bilgilere dayanarak hayatın gerçeklerini açık ve ilmî bir metodla ortaya koyup değerlendirebilenler.
Bu âlimler, adı geçen akademilere ilim, tecrübe ve şahitlik (müşahitlik) ehliyeti ile -bu sıfatları ile- katılırlar. Bu sebeple kendilerinde, şahitlerde aranan dürüstlük (adâlet) aranır. Şahit için gerekli olan inceden inceye araştırma, doğru sonuçlar çıkarma, tartışılmaz ilmî metodları izleme hususları bu âlimler için de gereklidir, bunları "güvenilir araştırma ve bunun usûlüne, kaidelerine bağlı kalma" cümlesi içinde toplamak mümkündür.
Bu akademilerin üyelerinin, yalnızca akademideki işleri ile meşgul olmaları, devamlı görevlerinin bundan ibaret olması şarttır. Denemeler göstermiştir ki, bu fıkıh akademileri, yahut fıkıh araştırmaları merkezleri, yahut da çağın problemleri ve günün meselelerine İslâmî çözümler getirmekle yükümlü kılınmış komisyonlar başarılı olamamış, kuruluş maksatlarını gerçekleştirememişlerdir. Hatta bazı ülkelerde İslâm hukukunun uygulanması yönünde siyâsî irade ve halkın isteği mevcut olduğu halde bu ülkeler, hükûmet ve halkın üzerinde birleştikleri bu hedefe ulaşamamışlardır; çünkü yukarıda zikredilen kuruluşlar, üyeleri yalnızca buralarda çalışmak üzere kurulmamışlardır. (Üyeler, ikinci, üçüncü görev olarak bu akademi ve araştırma merkezlerinde çalışmaktadırlar.)
Bu çalışma guruplarının, uygun zamanda, eksiksiz bir taslak ortaya koyamamalarının, yalnızca bu işle meşgul olmama sebebi yanında bir başka sebebi de ilmî yeterlik, uygulamaya dayalı birikim yokluğu ile toplumun mesele ve problemleri sâhasında uzmanlaşmış kişilerin yokluk veya azlığıdır. Şüphe yok ki, belli bir hukuk dalında İslâm hukukunun kanunlaştırılması ve önceki müctehidlerin hükmünü çıkarmadıkları yeni meseleler üzerinde ictihad ile hüküm çıkarılması çok sayıda zorlukları bulunan bir iştir ve yüksek seviyede deneyim ve bilgi istemektedir.
Adı geçen araştırma merkezlerinde çalışacak olan âlim ve uzmanların başka bir işle meşgul olmamaları şartı, onların yeterli bir gelire kavuşturulmalarını zarurî kılmaktadır. İslâm'ın bu konuda kaideleşen hükmü şudur: Başka yoldan geçimini kazanamıyacak şekilde amme menfaatini ilgilendiren (başka bir ifade ile farz-ı kifâî olan) bir işle meşgul olan kişilerin ve bunların aile fertlerinin geçimleri beytülmaldan sağlanır. Alacakları maaşın miktarı normal ölçülerde geçinecekleri kadar olacak, bu da dînî sâik ve umulan Allah rızâsı ile birlikte onları tatmîn edecektir; çünkü bu unsurlar âlimleri, Allah'ın yolunu hakem kılma ve O'nun dinini uygulama hareketine katılmaya itecektir, ümmet de onlardan bunu -yüklendikleri dâvet ve tebliğ vazifesini yerine getirme anlayışı içinde- beklemektedirler.
Yukarıda söylediğimiz gibi bu çalışma, ehliyeti, gücü ve birikimi olanlara farz-ı kifâyedir. Farz toplumu bağlasın (kifâî olsun) ferdi bağlasın (aynî olsun) bunu yerine getirenler, karşılığında da ücreti hak edemezler, bunu Allah rızâsı için yapmaları gerekir, bizim de tercih ve teşvik ettiğimiz davranış budur. Tecrübeler, ancak böyle kişilerin çalışmalarının semereli olduğunu ve bilgilerinden faydalar sağlandığını göstermektedir. Ancak bu gibi çalışmaları bedelsiz, Allah rızası için yapanlar bulunamazsa, diğerlerinin bununla yükümlü kılınmaları ve geçimlerinin sağlanması gerekir. Bununla beraber, mezkür hizmeti, geçimlik ücret karşılığı yapan da bulunmaz, daha fazlası istenirse bunu da karşılamak, istediklerini vermek ve hizmeti aksatmamak gerekli olur; manevî sorumluluk onlara aittir. Son asırlarda yetişen fıkıh bilginleri, amme hizmetlerine giren ibâdetler karşılığında bile ücret alıp vermenin caiz olduğuna fetvâ vermişlerdir. Bu farz-ı kifâye ibâdetler, yöneticilerin tayini ile belli kimselerin omuzuna yüklendikten sonra da aynı vasıflarını muhâfaza ederler; imamlık, dînî ilimler öğreticiliği, hattâ Kur'ân öğreticiliği, cihad (askerlik), müezzinlik, hâkimlik... bu nevi vazifelerin örnekleridir. Bir kişi bu amme hizmetlerine tayin ile getirildiğinde bunlar, onu bağlayan ibâdet haline geldiği ve hizmeti îfa edenin Allah rızâsından başka bir şey talep etmemesi gerektiği halde -anılan fetvâ ile- bu hizmetler de ücretle yapılır olmuştur. Aslında yeteri kadar geçimliğini temin caiz olanlar, bu hizmetler karşısında daha fazlasını da talep etmiş ve bunu almalarına fetvâ verilmiştir. Daha garip olanı şudur ki günümüzde, farz-ı ayn veya farz-ı kifâye cinsinden olan bu gibi hizmetlere tayin edilen kişiler, geçimliklerinden daha fazla ücretleri almışlar, fakat yüklendikleri hizmetleri yerine getirmemişlerdir. Bu sebeple seçimi iyi yapmak son derece önemli olmaktadır. Bu gibi durumlarda, nazarî ve pratik olarak yeterli bilgi ve tecrübeye sahip olmadıkları halde dindar ve güvenilir olan kişileri ele alıp yetiştirmek, hem ilmî, hem de dînî yeterliği kendisinde toplamış bulunan uzmanlara kavuşmayı sağlayacağından bir kat daha önem kazanmaktadır.
Bu akademi ve merkezler, geçmiş müctehidlerin ictihad etmedikleri yeni meseleler ve hâdiselere açık çözümler getirmek üzere toplu ictihad (el-ictihâdu'l-cemâ'î) yapacaklar, yahut da, geçmiş müctehidlerin çözümler getirdikleri konularda -ictihadın deliline, amme menfaatini temin ve ihtiyaçlara cevap verme kabiliyetine bakarak- seçim yapacaklardır. İctihadlar ve çözümler arasında seçim yaparken çağın özelliğini, toplumun siyasî, ictimâî, iktisâdî ve kültürel şartlarını, medenî seviyesini ve toplumun dine bağlılık derecesini göz önüne alackalardır.
Bu kuruluşların ictihadları bağlayıcıdır; çünkü bu ictihadlar, daha önceki müctehidlerin belli hükümlere bağlamadıkları yeni hâdise ve meselelerle ilgilidir. Bu hukukçular bütün ümmeti temsil ettikleri için ictihadları da, elde bulunan tek dini hüküm mahiyetindedir. Evet bu hukukçular bütün ümmeti temsil etmektedirler; çünkü Allah Teâlâ "Bilmiyorsanız bilenlere sorun" (Enbiyâ: 21/7) buyurmuştur. Sormanın amacı ve faydası verilen cevabı uygulamak ve ondan istifade etmektir. Yine Allah Teâlâ: "Kendilerine güvenilecek veya korkulacak bir bilgi ulaştığında onu hemen yayıyorlar, halbuki onu, Rasûle veya kendilerinden olan selâhiyet sahiplerine (ülül'l-emre) götürselerdi, onlar arasında sözü inceleyip hüküm çıkaranlar, mânasını bilecek ve anlayacaklardı." (Nisâ: 4/83); "Ey iman edenler, Allah'a itâat edin, Rasûle ve selahiyet sahiplerine de itâat edin." (Nisâ: 4/59) buyurmuştur.
12. İslâm ülkelerinde, İslâm hukukunun hüküm ve kaidelerini kanun kalıbına sokma ve bu hukuku bir bütün halinde kanunlaştırma konusu üzerinde -özellikle bu konuda- çalışan ilmî merkezler kurmak. Bu merkezler, hukuk hükümlerini çıkarma ve ortaya koyma konusunda ilmî güvenilirlik ile şekillendirme konusunda gerekli tekniği birlikte temsil etmelidirler. İslâmâbâd'da bulunan Milletlerarası İslâm Üniversitesi, İslâm hukukunun kanunlaştırılması ve uygulanması araştırmalarını yapacak olan ilk merkezi kurarak ilk adımı atmıştır. Bu merkez bir yandan İslâm ülkelerinde, İslâm hukukunun uygulanması ile ilgili olarak yapılmış araştırmaları, incelemeleri, kanunları ve kazâî uygulamaları derlemekte ve kolayca kullanılabilecek şekilde tasnif etmekte, diğer taraftan biriken malzemeyi neşrederek aynı konu üzerine eğilmiş bulunan diğer merkezlere ulaştırmakta, konulara göre indeksler hazırlamaktadır.

* * *

Prof. Dr. Hasen Hâmid Hassân'ın uzunca tebliği, teori ve pratik açısından İslâm Hukukunun bugünü ve geleceği konusuna ışık tutmaktadır. Prof. Hassân, aynı konuda düşünce ve tesbitlerini naklettiğimiz diğer iki yazardan farklı özellikler taşımaktadır. Onlar meseleye tarafsız bir müşahit (gözlemci) olarak yaklaştıkları halde Prof. Hassân, İslâm hukukunun uygulanmasına gönül vermiş, ümit bağlamış, katkıda bulunmuş, bir ölçüde bayraktarlığını yapmakta olan bir kişi olarak karşımıza çıkmaktadır. Ona göre insanlığın huzur ve güveni, mutluluğu, gerçek adâletin tecellisi İslâm hukukunun uygulanmasına bağlıdır. İslâm hukuku, çağın bu konudaki ihtiyaçlarına cevap verme kabiliyetini taşımaktadır. Aynı özelliklere sahip bulunan İslâm ekonomisi de, İslâm hukuku ile birlikte ele alınmalı, işlenmeli ve uygulanmalıdır. Bunun için siyasi irade, halkın isteği, gerekli olmakla beraber yeterli değildir; buna âlimlerin, hâkimlerin ve diğer hukuk adamlarının katkıları şarttır. Bu katkılar hem akademik araştırmalar, hem de ilmî ve teknik çalışmalar ile gerçekleşecektir. Prof. Hassân'ın tesbitlerine göre başta Pakistan olmak üzere İslâm ülkelerinde, kısmen veya bir bütün halinde İslâm hukukunu kanunlaştırma ve hayata uygulama faaliyetleri devam etmektedir. Bu konuda tutulan yollar vardır: Mevcut kanunların, İslâm'a aykırı olan taraflarının ayıklanması, kazâ yoluyla aykırı ve yabancı maddelerin, hükümlerin iptali bunlar arasındadır. Fakat İslâm hukukundan beklenen sonucun elde edilebilmesi için onun öz kaynaklarına inmek, İslâmî düşünce, ahlâk, değerler ve ilkelerden hareketle yeni kanunlar vücude getirmek şarttır. Günümüzde, İslâm dünyasında bazı hükûmetler, halklar, pek çok ilmî kuruluş bu yönde önemli adımlar atmışlardır ve faaliyetlerini sürdürmektedirler.
İslâm hukukunun uygulanması halinde farklı inancı taşıyanların din ve düşünce özgürlükleri ile diğer insan hakları korunacaktır. Esasen İslâm'ın genel amacı "bütün dünyada, insanların tamamı için huzur, güven ve barışı korumak, hak ve hürriyetleri teminat altına almak, insanların iyilik ve mutluluğu için yardımlaşmak, yüzünden haksızlığı, korkuyu, açlığı ve cehaleti kaldırmaktır".

 



93. Pakistan, İslâmâbâd Milletlerarası İslâm Üniversitesi rektörü. Bu yazı, rektörün, üçüncü genel İslâm konferansına sunduğu bir tebliğdir. Ahbâru'l-Âlemi'l-İslâmî, C. XXII, s. 1048, 1049.
94. Şâz, çoğunluğun ictihadına aykırı olan, tek kalan, daha önce uygulanmamış bulunan görüş ve ictihaddır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KAYNAKLAR

El-Abbâdî: Ebû-Âsım Muhammed b. Ahmed (v. 458/1066),
Tabaqâtü'l-fukahâi'-ş-şâfi'iyye, Leiden, 1964.
Abdurrahman Şeref (v. 1925),
Târîh-i Devlet-i Osmâniyye, İst. 1309.
el-Aclûnî: İsmâîl b. Muhammed (v. 1162/1759),
Keşfü'l-hafâ ve müzîlü'l-ilbâs..., Mısır, 1351.
Adam Metz,
el-Hadâratü'l-islâmiyye fi'l-karni'r-râbi'i'l-hicrî, trc. Ebû-Rîde, 4. B. Beyrut, 1967.
A. Emin: Ahmed Emîn (v. 1954),
Duha'l-islâm, 6. B., Kahire, 1960.
Fecru'l-islâm, 6. B., Kahire, 1964.
Zuhru'l-islâm, Kahire, 1968.
A. Hilmi: Ahmed Hilmî,
Ziyârât-ı Evliyâ, İst. 1325.
A. Lutfî: Ahmed Lutfî,
Mir'ât-ı adâlet, İst. 1304.
A. Râsim: Ahmed Râsim (v. 1932),
Osmanlı Tarihi, 2. B., İst. 1328/1330.
A. Zeki: Ahmed Zeki Safvet,
Cemheratü-resâili'l-arab, Mısır, 1937.
A. Hasen: Dr. Ali Hasen Abdulkadir,
Nazratun âmmeh fî târîhi'l-fıkhı'l-islâmî, 3. B., Mısır 1960.
A. Haydar: Ali Haydar (v. 1355/1936),
el-Mecmûatü'l-cedîde, İst. 1332.
Âlu-Kâşifi'l-ğıtâ: Muhammed Huseyn,
Aslu'ş-şiah ve usûlühâ, Kahire, 1944.
Âmidî: Alî b. Ebî-Alî el-Âmidî (v. 631/1234),
el-İhkâm fî usûli'l-ahkâm, Kahire, 1968.
Arsal: Prof. Dr. S. Maksûd Arsal,
Türk Tarihi ve Hukuk, İst. 1947.
Bâcî: Ebu'l-Velîd Süleyman b. Halef el-Bâcî (v. 474/1081),
el-Münteqâ şerhu'l-Muvatta', Mısır, 1331.
Barkan: Prof. Dr. Ömer Lütfi Barkan,
İslâm Ansiklopedisi "Kanunnâme" ve "Timar" maddeleri.
Başgil: Prof. Dr. Ali Fuad Başgil,
Esas Teşkilât Hukuku, İst. 1960.
Belgesay: Ord. Prof. M. R. Belgesay,
Hukuk Usûlü Mahkemeleri Kanunu Şerhi, İst. 1947.
Bilmen: Ömer Nasûhî Bilmen,
Hukuk-ı İslâm ve Istılâhât-i fıkhıyye Kamusu, İst. 1. B.
Buhârî: Muhammed b. İsmâîl el-Buhârî (v. 256/870),
el-Câmi'u's-sahîh, İst. 1325.
Brockelmann,
GAL (Arap Edebiyatı Tarihi ve zeyli).
Bursalı Tahir: Mehmed Tâhir Bey (v. 1926),
Osmanlı Müellifleri, İst. 1333.
el-Bûtî: Dr. Sa'îd Ramâzan el-Bûtî,
Davâbitu'l-maslaha fi'ş-şerîati'l-islâmiyye, Dimaşk, 1967.
el-Cessâs: Ebû-Bekir Ahmed b. Alî er-Râzî (v. 379/980),
Ahkâmu'l-Kur'ân, İst. 1338.
C. Zeydan: Corcî Zeydan,
Medeniyyet-i İslâmiyye Târihi, terc. Zeki Meğâmiz, İst. 1328-1330.
İ. H. Dânişmend: İsmâîl Hâmî Dânişmend,
Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İst. 1947-1961.
Dârakutnî: Ali b. Ömer ed-Dârakutnî (v. 385/995),
es-Sünen, Kahire, 1966.
Dârimî: Abdullah b. Abdirrahmân (v. 255/868),
es-Sünen, Dimaşk, 1349.
Dergiler:
el-Ba'sü'l-islâmî, Hindistan, C. XVIII, sa. 5.
Belleten, sa. 2.
Beyânu'l-hak, C. II, IV.
Diyânet Dergisi, C. XIV.
el-Ezher, C. XI, XII, XIII.
el-Menâr, C. VIII,
Sırât-ı Müstekıym, C. I, II, III, IV, X, XII.
Tarih Dergisi, Mart, 1965.
Dönmezer, Erman: Prof. Dr. Sulhi Dönmezer, Prof. Dr. Sâhir Erman,
Ceza Hukuku, İst, 1959.
Düstûr:
I, II, III, IV. tertip düsturlar.
Ebû-Dâvûd: Süleyman b. el-Eş'as (v. 275/888),
Sünen (Hind tab'ı Avnu'l-Ma'bûd şerhi ile).
Ebu'l-Huseyn el-Basrî: Muhammed b. Alî (v. 436/1044),
el-Mu'temed fî usûli'l-fıkh nşr. M. Hamîdullah, Dimaşk, 1965.
Ebü'l-meâlî: Mahmûd Şükrî el-Âlûsî (v. 1923),
Ğâyetü'l-emânî fi'r-raddi ale'n-Nebhânî, Mısır, 1327.
Ebû-Nu'aym: Ahmed b. Abdillah el-Isbehânî (v. 430/1038),
Hilyetü'l-evliyâ ve Tabakatü'l-asfiyâ, Mısır, 1932-1938.
Ebü's-suûd: Muhammed el-İmâdî (v. 982/1577),
Ma'rûzât (Kütüphanemizdeki yazma nüsha, istinsah tr. 1084).
Ebû-Şâme: Abdurrahman b. İsmâîl (v. 665/1267),
K. Muhtesari'l-muemmel..., Mısır, 1328.
Ebû-Ya'lâ: Muhammed b. Muhammed (v. 526/1131),
Tabaqâtü'l-hanâbile, Mısır, 1952.
Ebû-Yûsüf: Ya'qûb b. İbrâhîm (v. 182/798),
K. el-Harâc, 2. B., Mısır, 1352.
er-Raddü alâ siyeri'l-Evzâ'î.
İhtilâfu-Ebî-Hanîfe maa-İbn Ebî-Leylâ, nşr. el-Efgânî, Mısır, 1357.
Ebû-Zehra: Prof. Muhammed Ebû-Zehra,
Ebû-Hanîfe, Mâlik, Şâfiî, İbn Hanbel, İbn Hazm.
Târihu'l-fıkhi'l-islâmî,
el-Ahvâlü'ş-şahsıyye, Kahire, 1957.
Mevsû'atü'l-fıkh, Mısır, 1961.
Eren: A. Cevat Eren,
İslâm Ans., "Tanzîmât" maddesi.
Fâdıl: Fâdıl b. Âşûr,
"el-İctihad mâdîh ve hâdıruh", Mecma'u'l-bühûs li'l-mü'temer, Kahire, 1964.
Füllânî: Sâlih b. Muhammed el-Füllânî (v. 1218/1803),
Îqâzu-himem-i uli'l-ebsâr, Hind, 1298.
Gazzâlî: Muhammed b. Muhammed (v. 505/1111),
İhyâ-u ulûmi'l-dîn, Kahire, 1944.
Gökbilgin: Prof. Dr. Tayyib Gökbilgin,
İslâm Ans. "Süleyman I" maddesi.
el-Hacevî: Muhammed b. el-Hasen,
el-Fikru's-sâmî... I.II, Medîne, 1396.
H. İ. Hasen: Prof. Dr. Hasen İbrâhîm Hasen,
en-Nuzumu'l-islâmiyye, Kahire, 1962.
el-Haymî: Şerafuddîn el-Huseyn (v. 1221/1806),
er-Ravdu'n-nadîr, Kahire, 1348-49.
Honig: Prof. Dr. Richard Honig.
Roma Hukuku, trc. Dr. Şemseddin Tâlib, İst. 1938.
Hudarî: Prof. Muhammed el-Hudarî,
Târihu't-teşrî'i'l-islâmî, Kahire, 1960.
İbn Abdilberr: Ebû-Ömer Yûsüf (v. 463/1071),
Câmi'u-beyâni'l-ilm, Mısır, 1346.
el-Istî'âb, I-IV, Kahire, 1939.
İbn Âbidîn: Muhammed Emîn (v. 1258/1836),
Raddü'l-muhtâr, Kahire, 1307.
Uqûdü-rasmi'l-müftî, İst. 1325 (Mecmûa içinde).
İbn el-Âlûsî: Nu'mân Hayruddîn b. Mahmûd (v. 1317/1899),
Cilâu'l-ayneyn fî muhâkemeti'l-Ahmedeyn, Kahire, 1961.
İbn el-Cevzî: Abdurrahman b. Alî (v. 597/1201),
Menâqıbu'l-İmam Ahmed b. Hanbel.
İbn el-Esîr: Alî b. Muhammed (v. 630/1322),
el-Kâmil fi't-târih, Bulak, 1274; Beyrut, 1965-67.
İbn Ferhûn: Ebu'l-Vefâ İbrâhîm (v. 799/1397),
ed-Dîbâcu'lmüzehheb fî ma'rifeti-a'yâni-ulemai'l-mezheb. Kahire, 1351 (zeyli el-İbtihâc ile).
Tebsiratü'l-hukkâm..., Kahire, 1302.
İbn Hacer: Şihâbuddîn Ahmed (v. 852/1447),
ed-Duraru'l-kâmine..., Kahire, 1966.
el-İsâbe, I-IV, Kahire, 1939.
İbn Haldûn: Abdurrahman (v. 808/1405),
Mukaddime, Beyrut, 1879. Vâfî neşri, I-III, Kahire, ts.
İbn Hallekân: Ahmed b. Muhammed (v. 681/1282),
Vefeyâtü'l-a'yân..., Beyrût, 1968-72.
İbn Hanbel: Ahmed (v. 241/855),
Müsned, Mısır, 1313; nşr. A. M. Şâkir, Kahire, 1375-77.
İbn Hazm: Ebû-Muhammed Alî b. Hazm (v. 456/1063),
İbtâlü'l-kıyâs..., Dimaşk, 1377.
el-İhkâm fî usûli'l-ahkâm, Mısır, ts.
İbn el-İmâd: Abdü'l-Hayy (v. 1089/1678),
Şezerâtü'z-zeheb..., Beyrut (ofset tab'ı).
İbn Kayyim el-Cevziyye: Muhammed b. Ebî-Bekir (v. 751/1350),
İ'lâmu'l-muvakkı'în..., Mısır, 1955.
İbn Kuteybe: Abdullah b. Müslim (v. 276/889),
el-Mâ'ârif, Mısır, 1934.
Te'vîlü-muhtelifi'l-hadîs, Mısır, 1326.
İbn Mâce: Ebû-Abdillah Muhammed b. Yezîd (v. 275/888),
es-Sünen maa'hâşiyeti's-Sindî, Kahire, 1349.
İbn en-Nedîm: Muhammed b. İshak (438/1047) el-Fihrist, Kahire, 1348.
İbn Receb: Abdurrahman (v. 795/1393),
Zeylü'l-Tabaqâti'l-hanâbile, Mısır, 1952.
İbn Sa'd: Muhammed (v. 230/844),
Tabaqât, Beyrut, 1957.
İbn Sellâm: Ebû-Ubeyd Qâsim b. Sellâm (v. 224/839).
el-Emvâl, Mısır, 1968.
İbn es-Sübkî: Abdu'l-Vehhâb b. Âlî (v. 771/1369),
Tabaqatü'ş-şâfi'iyyeti'l-kübrâ, Mısır, 1964.
İbn Teymiyye: Ahmed b. Abdi'l-Halîm (v. 728/1328),
Raf'u'l-melâm..., Mısır, 1340.
Sıhhatü-usûli-mezhebi-ehli'l-Medîne, Mısır, ts.
İnalcık: Prof. Dr. Halil İnalcık,
İslâm Ans. "Mahkeme" maddesi.
"Osmanlı Hukukuna Giriş", S.B.F. Dergisi, XII/2, s. 102-126.
İsmâîl Paşa: el-Bağdâdî (v. 1339/1920),
Hediyyetü'l-ârifîn..., İst. 1951-55.
İzmirli: İsmâil Hakkı (v. 1944),
İlm-i hılâf, İst. 1330.
Kadı Iyâd: Iyâd b. Mûsâ (v. 544/1149),
Tertîbu'l-medârik..., Rabat, 1965.
Kafesoğlu: Prof. Dr. İbrâhim Kafesoğlu,
İslâm Anst. "Selçuklular" maddesi.
Karâfî: Şihâbuddîn Ahmed b. İdrîs (v. 684/1285),
Şerhu-Tenqîhi'l-füsûl, Mısır, 1306.
Karaman: Hayreddin,
Fıkıh Usûlü, 5. B., İst. 1971.
Hadîs Usûlü, 4. B., İst. 1973.
İslâm Hukukunda Mezhebler, İst. 1971. (Dört Risâle)
Modern Problemler Karşısında İslâm Hukuku, İst. 1972.
Mukayeseli İslâm Hukuku, I-III, İst. 1987.
İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, I-II, İst. 1987.
İslâm Hukukunda İctihad, Ankara, 1975.
Gerçek İslâmda Birlik, İst. 1988.
el-Kâsânî: Alâuddîn Ebû-Bekir b. Mes'ûd (v. 587/1191),
Bedâyi'u's-sanâyi'..., Mısır, 1327-28.
Kâtip Çelebi: Mustafa b. Abdillah (v. 1067/1656),
Keşfüz-zunûn, İst. 1941-43.
Kehhâle: Ömer Rızâ,
Mu'cemu'l-müellifîn, Dimaşk, 1957-61.
Kerderî: Muhammed el-Bezzâz el-Kerderî (v. 827/1424),
Menâkıbu'l-İmam el-A'zam, Haydarâbâd, 1321.
Kerhî: Ubeydullah b. el-Huseyn (v. 340/951).
er-Risâle, İst. ts.
Keskioğlu: Osman Keskioğlu,
İslâm Dünyası, Ankara, 1964.
Kevserî: Muhammed Zâhid b. el-Hasen (v. 1371/1951),
Bülûğu'l-emânî fî sîrati'l-İmam Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî, Mısır, 1355.
en-Nüketü't-tarîfe, Kahire, 1365.
Te'nîbu'l-Hatîb, Mısır.
Hüsnü't-teqâdî fî sîrati'l-İmam Ebî-Yûsüf el-Qâdî, Mısır.
Kitâb-ı Mukaddes.
Köprülü: Prof. M. Fuad,
İslâm ve Türk Hukuk Tarihi..., İst. 1983.
el-Kuraşî: Abdu'l-Qâdir b. Muhammed (v. 775/1373),
el-Cevârihu'l-mudiyye fî tabaqâti'l-hanefiyye, Haydarâbâd, 1332.
el-Kütübî: Muhammed b. Şâkir (v. 764/1363),
Fevâtü'l-Vefeyât, Kahire, 1951.
Kürd Alî,
Resâilü'l-büleğâ, 3. B., Kahire, 1946.
Leknevî: Muhammed Abdu'l-Hayy (v. 1304/1886),
el-Fevâidu'l-behiyye fî terâcimi'l-hanefiyye, Mısır, 1324.
er-Raf'u ve't-tekmîl..., nşr. Ebû-Gudde, Haleb, ts.
el-Mahmesânî: Prof. Dr. Subhî el-Mahmesânî,
Felsefetü't-teşrî'i'l-islâmî, 2. B., Beyrut, 1952.
M. Es'ad: Mahmud Es'ad Seydî-şehrî (v. 1917),
Târîh-i ilm-i hukuk, İst. 1331.
el-Makdisî: Muhammed b. Tâhir (v. 507/1113),
el-Bed'u ve't-târîh, Bağdâd (el-Müsennâ, ofset baskısı).
Mâlik: Mâlik b. Enes (v. 179/795),
el-Muvatta', nşr. M. Fuâd Abdü'l-Bâqî, Mısır, 1951.
Mardin: Ord. Prof. Ebu'l-Ulâ Mardin (v. 1957),
Medenî Hukuk Cephesinden Ahmed Cevdet Paşa, İst. 1946.
Medkûr: Muhammed Sellâm,
el-Medhal..., Kahire, 1964.
el-Mekkî: el-Muvaffak b. Ahmed (v. 568/1172),
Menâkıbu'l-İmam Ebî-Hanîfe, Haydarâbâd, 1321.
Mes'ûd en-Nedvî
Târîhu'd-da'veti'l-islâmiyye fi'l-Hind, Dimaşk, ts.
Mevdûdî: Ebu'l-A'lâ,
Nehve'l-hadârati'l-garbiyye, Dimaşk, ts.
M. F. Abdulbâqî: Muhammed Fuâd,
el-Mu'cemu'l-müfehres li-elfâzı'l-Kur'ân.
Muhammed (İmam): Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî (v. 189/805),
el-Hucec, Topkapu Sarayı ktp., M., nr. 352.
el-Âsâr, Hind, ts.
M. Y. Mûsâ: Prof. Dr. Muhammed Yûsüf Mûsâ,
el-Emvâl ve nazariyyetü'l-aqd fi'l-fıkhi'l-islâmî, Kahire, 1952.
Muhibbî: Muhammed b. Fadlullah (v. 1111/1699),
Hulâsatü'l-eser fî a'yâni'l-karni'l-hâdiye aşer, Mısır, 1284.
Murâdî: Muhammed Halîl (v. 1206/1791),
Silkü'd-dürar fî a'yâni'l-karni'l-sâniye aşer, Bulak, 1301.
Müslim: Müslim, b. el-Haccâc (v. 216/831),
Suhîhu-Müslim, nşr. M. F. Abdulbâqî, Mısır, 1374.
Müzenî: İsmâîl b. Yahyâ (v. 264/877),
el-Muhtesar (el-Umm ile beraber), Kahire, 1321-26.
Nedvî: Ebu'l-Hasen Alî,
es-Sırâ' beyne'l-fikreti'l-garbiyye ve'l-fikreti'l-islâmiyye, Dimaşk, 1968.
Nesâî: Ahmed b. Şu'ayb (v. 279/892),
es-Sünen ma'a-şerhi's-Süyûtî ve hâşiyeti's-Sindî, Mısır, ts.
Nevevî: Ebû-Zekeriyye Yahyâ b. Şeref (v. 676/1277),
el-Erba'ûn, Kahire, ts.
Okandan: Ord. Prof. Dr. Recâî Gâlip Okandan,
Amme Hukukumuzun Ana Hatları, İst. 1959.
Öztürk: Dr. Osman Öztürk,
Osmanlı Hukuk Tarihinde Mecelle, İst. 1973.
Pezdevî: Ebu'l-Hasen Fahdurrîn Ali b. Muhammed (v. 482/1086),
Kenzü'l-vüsûl fi'l-usûl, İst. 1308.
David: René D.,
Çağdaş Büyük Hukuk Sistemleri, Çev. Argun Köteli, İst. 1985.
Reşîd Rizâ: M. Reşîd Rizâ (v. 1935),
Muhâverâtü'l-muslih ve'l-mukallid, Mısır, 1324.
es-San'ânî: Muhammed b. İsmâ'îl (v. 1182/1768),
Sübülü's-selâm şerhu-Bülûği'l-merâm, Kahire, ts.
Schacht: Prof. J.
İslâm Hukukuna Giriş, trc. M. Dağ, A. Şener, Ank. 1977.
Schıwarz: Prof. Dr. Andreas,
Roma Hukuku, trc. Dr. Türkân Rado, İst. 1945.
Serahsî: Muhammed b. Ahmed (v. 490/1097),
el-Mebsût, Mısır, 1324-1331.
Serkis,
Mu'cemu'l-matbû'ât..., Mısır, 1928.
Sezgin: Prof. Dr. Fuad,
GAS., Hicâzî tercümesi, I-IX, Riyad, 1983.
Sîbâ'î: Prof. Dr. Mustafâ es-Sibâ'î,
Şerhu-Kanûni'l-ahvâli'ş-şahsıyye, Dımaşk, 1958.
Süyûtî: Celâüddîn Abdurrahman b. Ebî-Bekir (v. 911/1505),
Cezîlü'l-mevâhib fi'htilâfi'l-mezâhib, Sül. ktp. nr. 1030.
Husnü'l-muhâdara..., Mısır, 1321.
Târîhu'l-hulefâ, Kahire, 1952.
Şâfi'î: Muhammed b. İdrîs (v. 204/819),
İhtilâfu'l-hadîs (el-Umm ile).
er-Risâle, nşr. M. A. Şâkir, Kahire, 1940.
el-Umm, Kahire, 1329.
Şâh Veliyyullah: Ahmed b. Abdirrahman (v. 1176/1762),
Huccettullahi'l-bâliğa, nşr. S. Sâbık, Mısır, 1966.
el-İnsâf fî beyâni sebebi'l-ihtilâf, Mısır, 1372.
Iqdu'l-cîd..., (el-İnsâf ile beraber.)
Şâtıbî: İbrâhîm b. Mûsâ (v. 790/1388),
el-İ'tisâm, nşr. M. Reşîd Rizâ, Mısır, ts.
el-Muvâfeqât fî usûli'ş-şerî'a, Mısır, ts.
Şehristânî: Muhammed b. Abdilkerîm (v. 548/1153),
el-Milel ve'n-nihal, Kahire, 1948.
Şelebî: Prof. Muhammed Mustafâ,
Ta'lîlü'l-ahkâm, Mısır, el-Ezher, 1947.
Şevkânî: Muhammed b. Alî (v. 1250/1832),
el-Bedru't-tâli..., Kahire, 1348.
Neylü'l-evtâr..., 2. B., Mısır, 1952.
eş-Şîrâzî: Ebû-İshâk İbrâhîm b. Alî (v. 476/1083),
el-Lüma' fî usûli'l-fıkh, Mısır, 1326.
Tabaqâtü'l-fukahâ, 2. B., nşr. İ. Abbâs, Beyrut, 1970.
Taberî: Muhammed b. Cerîr (v. 310/922),
İhtilâfu'l-fukahâ, nşr. Dr. F. Kirn, Mısır, 1902.
Tahâvî: Ebû-Ca'fer Ahmed b. Muhammed (v. 321/933),
Şerhu-ma'âni'l-âsâr, Hind, 1301.
Taner: Prof. Tâhir Taner,
Ceza Hukuku, İst. 1949.
Ceza Mahkemeleri Usûlü, İst. 1945.
Taşköprülüzâde: Ahmed Isâmüddîn (v. 960/1553),
Mevzûâtü'l-ulûm, İst. 1313.
eş-Şaqâiku'n-nu'mâniyye..., (Kütüphanemizdeki yazma nüsha).
Tehânevî: Muhammed Alî (v. 1158/1745),
Keşşâfu-ıstılâhâti'l-fünûn, Kalküta ve İstanbul (1. Cild) tabıları.
Tirmizî: Muhammed b. İsâ (v. 279/892),
Sahîhu't-Tirmizî bi-şerhi-İbn el-Arabî, Kahire, 1931-34.
Tuğ: Doc. Dr. Sâlih Tuğ,
İslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, İst. 1969.
Turan: Prof. Dr. Osman Turan,
Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, 2. B., İst. 1969.
Selçuklular ve İslâmiyet, İst. 1971.
Uzunçarşılı: Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı,
Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal, Ank. T. Tarih Kurumu.
Osmanlı Tarihi, I, II, Ank. T. Tarih Kurumu.
Anadolu Beylikleri, Ank. T. Tarih Kurumu.
Velidedeoğlu: Prof. Hıfzı Veldet,
Türk Medeni Hukuku (Umûmî Esaslar), İst. 1951.
Wensinck: A. J. W.,
Concordance..., Brill, 1936-69.
Zebîdî: Muhammed Murtezâ el-Huseynî (v. 1203/1788),
Uqûdü'l-cevâhiri'l-münîfe... İst. 1309.
Zehebî: Muhammed b. Ahmed (v. 748/1347),
Menâkıbu'l-İmam Ebî-Hanîfe ve sâhibeyhi..., nşr. el-Kevserî ve'l-Efğânî, Mısır, ts.
Tezkiratü'l-huffâz, Haydarâbâd, 1957.
ez-Zerqâ: Prof. Dr. Mustafâ Ahmed ez-Zerqâ,
el-Fıkhu'l-islâmî fî sevbihi'l-cedîd, 6. B., Dimaşk, 1959.
Zeydân: Prof. Dr. Abdulkerîm Zeydân,
el-Medhal li-diraseti'ş-şerî'ati'l-islâmiyye, Bağdâd, 1969.
Zeyla'î: Abdullah b. Yûsüf (v. 762/1361),
Nasbu'r-râye li-ehâdîsi'l-Hidâye, Kahire, 1938.
Zirikli: Hayruddîn ez-Ziriklî,
el-A'lâm, Kahire, 1954-59.

 


 

Dördüncü Bölüm
SELÇUKLULAR DEVRİNDE FIKIH
(Fıkhın Duraklama Çağı)

A- SİYASÎ DURUM:
Abbâsîlerin ilk yüz yılının sonlarına doğru bazı bölünmelerin vukûbulduğunu ve birkaç beyliğin (emirlik) teessüs ettiğini zikretmiştik. Ancak Endülüs ve Mağrib müstesnâ olmak üzere bu bölünmeler merkezî otoriteden çıkma mâna ve mâhiyetinde değildir. İslâm memleketi bir uçtan diğerine altı ayda katedilen geniş ve birleşik bir kitledir ve Bağdad'dati halifeye bağlıdır. Vâlileri o tayin eder, vergi ona toplanır, idâre, kazâ, ordu ona bağlıdır; önemli problemlerin hallinde ona baş vurulur, minberlerde ona duâ edilir ve para onun nâmına basılır.
Fakat zamanla merkezî otorite zayıflamış; bölünme ve müstakil devletler ortaya çıkmaya başlamış, halifeye bağlılık şekil ve surette kalmıştır.
Hicrî 324 yıllarında görünüşte Abbâsî hilâfeti altındaki İslâm ülkelerinde şu devletler vardır: İran, İsfehan, ve Cebel'de Büveyhîler; Musul, Diyarbekir ve Diyâr-ı Rabîa'da Hamdanoğulları; Mısır ve Şam'da İhşidler; Afrika'nın kuzey kıyılarında Fâtımîler; Endülüs'te Emevîler (Abdurrahman en-Nâsır); Horasan'da Sâmânoğulları; Ehvâz, Vâsıt ve Basra'da Berîdîler; Yemâme ve Bahreyn'de Karmatîler (Ebû-Tâhir), Taberistan ve Cürcan'da Deylem... Koca ülkede Abbâsî halifesine kalan yer sadece Bağdad'dır.(1)
Artık bu küçük devletlerin (tavâifu'l-mülûk) karşısında tek düşman yoktur. Her biri -meselâ ehl-i salîb kadar- birbirinden de çekinmekte, zaman zaman vuruşmaktadırlar.
Nihayet 426/1035 tarihinde siyasî istiklâllerine kavuşan Selçuklular Doğu'dan Batı'ya doğru birçok Türk ve Fürs devletlerini tarih sahnesinden kaldırarak ilerlemiş, büyük bir sünnî-İslâm devleti kurmuşlardır. Bu arada Bağdad'ı da Büveyhîler'in nüfûzundan kurtarmış (477/1055), Abbâsî halifesi el-Kaim bi-emrillah'a itibarını iâde eylemişlerdir. Selçukluların en muhteşem çağlarında devletin sınırı Kaşgar'dan Boğaziçi'ne, Akdeniz'e, Kafkaslar'dan ve Aral gölünden Hind Deniz'i ve Yemen'e kadar uzanıyordu.
Sultan Melikşah'ın vefatından (485/1092) sonra Büyük Selçuklu İmparatorluğu parçalanmış ve dörde bölünmüştür:
1- Irak ve Horasan Selçukluları (1194'e kadar),
2- Kirman Selçukluları (1092/1187),
3- Suriye Selçukluları (1092/1308),
4- Anadolu Selçukluları (1092/1308).
Selçuklu İmparatorluğu parçalanırken Doğu'da Harzemşahlar, Suriye ve Mısır'da ise önce Atabeyler, sonra da Eyyûbîler hüküm sürmüşlerdir.(2)

 



1. A. Emin, Zuhru'l-İslâm, C. I, s. 90 vd.; A. Metz, el-Hadâratu'l-İslâmiyye, terc: Ebû Rîde, Beyrut, 1967, C. I, s. 19 vd.
2. el-Hudarî, age., s. 320 vd; İ. A. "Selçuklular" maddesi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

B- FIKIH TARİHİ BAKIMINDAN DEVRİN HUSUSİYETLERİ:
Merkezî otoritenin sarsılması ve çeşitli İslâm devletlerinin kurulması, aralarında barışıp savaşmaları, hak-batıl birçok fikir cereyanının İslâm dünyasında dal budak salmasına rağmen bu devrede fikrî hayat inkişaf etmiş, ilimler ilerlemiş, kültür zenginleşmiştir. Ancak fıkıh sâhasında durum böyle değildir; inkişaf çizgisinde duraklama ve sapma vardır. Artık büyük müctehidler devrinin hür ve mutlak ictihadı, doğrudan doğruya Kitâb ve Sünnet kaynağından hukukî hayata çözümler ve aydınlık getiren çalışmalar durmuş, onun yerini "takdîdçilik rûhu" almağa başlamıştır.
Bu devrin Fıkıh ilmi ve hukukî hayat bakımından hususiyetlerine daha yakından bakılınca şu noktaları seçmek mümkündür:

1- Taklîd Ruhu:
Sahâbe, tabiûn ve büyük müctehidler devirlerinde de bütün müslümanlar müctehid değil idi. Dinî hüküm ve bilgileri, muayyen metodlarla Kitab ve Sünnetten çıkaran, bunun için gerekli ilmî kudrete sahip bulunan müctehidler olduğu gibi bu güçten mahrum halk da vardı. Ancak kendisinde ictihad kudretini bulamayan müslüman, muayyen bir müctehide bağlanmıyor, onun her sözünü nas gibi kabul etmiyor, rasgele İslâm âlimlerine başvuruyor, -mezhebin hükmünü değil- İslâm'ın hükmünü öğrenmeye çalışıyordu. Halbuki tetkik ettiğimiz devirde gerek halk ve gerekse âlimler "muayyen bir müctehide (mezhebe) bağlanmışlardı; dinî hükümleri yalnız ondan alıyor, onun sözlerini -Kitâb ve Sünnetin nasları gibi- telâkki ediyor, onlara bağlanmak mecburiyetinde olduklarına inanıyorlardı." İşte "taklîd rûhu tabirinden maksadımız bu şuur, anlayış ve davranıştır.
Bu devrede yaşamış büyük fukahadan Ubeydullah el-Kerhî'nin (v. 340/951) şu sözü bu rûhu tam olarak aksettirmektedir: "Mezhebimizin hükümlerine uymayan her âyet ya te'vil edilmiştir yahut da mensûhtur; her hadîs de böyledir: ya te'vîl edilmiş, zâhirî mânasıyle alınmamıştır, yahut da hadîs mensûhtur; başka bir hadis ile yürürlükten kaldırılmıştır."(3)
Kerhî'nin demek istediği şudur: Nas ile mezheb çalıştığı zaman biz mezheb hükmünü alır, onu uygularız.
İbn es-Sübkî'nin naklettiğine göre İmamu'l-Haremeyn'in (v. 478/1085) babası Abdullah b. Yûsuf el-Cüveynî (v. 438/1046), "el-Muhît" isimli bir fıkıh kitabı yazmak, bunu yazarken sahih hadislere tâbi olmak, mezhebe (şâfiî) bağlı kalmamak ve mezheb taassubundan uzak durmak istemiştir. Kitabın ilk üç parçası el-Beyhaqî'nin (v. 458/1066) eline geçmiş, okuduktan sonra meüllifi Cüveynî'ye uzun bir mektup yazmıştır.(4) Bu mektubunda Beyhakî, müellifin bazı zâhullerine işaret ederek "İmam Şâfiî'nin terkettiği; yani âmel etmediği, delil olarak kullanmadığı hadîslerin gizli kusurları olduğunu, hadîsler ile amel etmenin ona mahsus bulunduğunu" kaydetmiştir. Bu mektup üzerine el-Cüveynî kitabını yazmaktan vazgeçmiştir.
Halbuki İmam Şâfiî "Sahih hadîsi bulunca benim sözümü atın, benim mezhebim -sizin bulduğunuz- sahih hadîstir." demiş, bizzat kendisi Ahmed b. Hanbel gibi mutemed hadîs bilginlerinden faydalanmış, sahih hadîse tesadüf ettiklerinde kendisine bildirmelerini istemiştir.(5)
Bu iki söz ve davranış birbiriyle karşılaştırıldığı zaman ictihad hürriyeti veya taklîd rûhu bakımından iki devir arasındaki fark açıkça görülmektedir. Bu farkı doğuran; ictihadın durmasını, taklîdin yayılmasını intâc eden âmillere gelince:

a) Yetişkin talebe:
Talebenin hocasına bağlılığı tabîîdir. Kendisinden ilim ve feyiz alınan kişi sevilir, sayılır, onun söz ve görüşlerinin tesbitine itinâ edilir. Öte yandan halk dînî problemlerini halletmek için âlimlere başvurmak mecburiyetindedir.
Bu âlimler hocalarını sayıp, onların reylerine dayanınca dolayısiyle halk ve idareciler de hocaların hocasına bağlanır. İşte mezheb sahibi müctehidlerin çoğunun bu neviden iyi yetişmiş talebesi olmuştur. Bunlardan bir kısmının devlet idarecileri yanında nüfuzları, kadıların tayininde muayyen mezheb salîklerinin tercihine -daha açık bir deyişle- onların tavsiye ettiklerinin kadı tayin edilmesine âmil olmuştur. İşte bu müctehid ve onun mezhebi rûhlarda bu ölçüde büyüyünce birisinin ortaya çıkarak "mutlak müctehidim, benim de mezhebim var" demesi veya böyle davranması mesele olmaktadır. Buna cesaret edemiyenler ictihadlarına, bir mezhebe bağlanarak; yani bir müctehidin metodunu benimseyerek devam etmişlerdir ki, bu nevi ictihad (ictihad fi'l-mezheb) tetkik ettiğimiz devirde de mevcuttur.

b) Siyâset, kaza müessesesi ve medrese vakıfları:
Mezheplerin yerleşmesinden önce kadılar, müctehid âlimler arasından seçiliyor, Kitâb, Sünnet ve bunlarda bulamazlarsa rey ictihadıyla hükmetmeleri; çevrelerindeki âlimlerle de istişare etmeleri isteniyordu.(6) Bu devrelerde halkın kadılarına büyük itimadı vardı.
Zamanla bazı kadıların menfî davranışları veya hatâlarının ortaya çıkışı itimadın sarsılmasına sebeb oldu. Ayrıca hukukî emniyet, hükmedilecek esasların daha önceden tesbitini ve ma'lûm olmasını gerekli kılıyordu. Bu ihtiyaç baş gösterince hangi müctehidin mezhebi tedvîn edilmiş ise kadının o mezhebden tayini veya hükmün o mezhebe göre verilmesi istenir oldu.
Ayrıca bazı devlet başkanları ve ileri gelenlerinin herhangi bir mezhebi benimsemiş olması da bu mevzûda önemli rol oynuyor; o memlekette kadılar, benimsenen mezheb ulemasından seçiliyordu. Bu cümleden olarak Selçuklular daha çok hanefî mezhebini tervic etmişlerdir. Ebû Yûsuf'tan beri Abbâsîlerin aynı mezhebe meyilleri ile Selçuklu devletinin siyasetine ve bünyesine uygunluğu bu tercih ve rağbette rol oynamıştır. Tuğrul Bey'in vezîri el-Kundurî'nin eş'arî ve şâfiîleri takip ve tazîb siyasetine son vererek şâfiî âlimlerin memlekete avdetlerini temin eden vezîr Nizamü'l-Mülk'ün bu davranışı şâfiî mezhebine de Selçuklu devleti sınırları içinde hayat hakkı tanımıştır.(7) Doğu'da Gazneli Mahmud b. Sebüktekin, Batı'da (Mısır) Selâhaddin el-Eyyûbî de şafiî mezhebi için aynı imkânı sağlamışlardır.
Sultan veya eşraftan birisi bir medrese yaptırıp ona muayyen vakıfları da bağladıktan sonra tedrîsin muayyen bir mezhebe tahsisi âdet haline gelmiş, mezheblerin ve taklîdin yerleşmesine bu da kuvvetli bir âmil olmuştur.(8)

c) Tedvin:
Yukarıda da temas edildiği üzere bazı mezheblerin ahkâmı, müctehid imam veya talebesi tarafından derlenip toplanarak yazılmış; müftü ve kadılar için kolayca istifade edilecek hale getirilmişti. Halbuki diğer bazı mezhebler bundan mahrûm kalmış, bu mahrûmiyet onların zamanla unutulmasına ve terkedilmesine sebep olmuştur. Nitekim İmam Şâfiî buna işaret ederek şöyle demiştir: "el-Leys b. Sa'd, Mâlik'ten daha kuvvetli bir fıkıh bilginidir; fakat onun talebe ve tâbileri mezhebine -mâlikîlerin İmam Mâlik'e yaptığı- hizmeti yapamamışlardır."(9)

 



3. el-Kerhî, er-Risâle, (İst., ts.) s. 84.
4. Mektubun metni için bak. İbn es-Sübkî, Tabakâtü'ş-Şâfiîyeti'l-kübrâ, Mısır, 1967, C. V, s. 77-90.
5. H. Karaman, İslâm Hukukunda Mezhebler, s. 161 vd.; İctihad, "İctihad Ehliyeti" bahsi.
6. Hz. Ömer'in Ebu Mûsâ ve Şurayh'a yazdığı mektuplarda bu prensibi aksettiren kuvvetli satırlar vardır.
7. İ. A. "Selçuklular" maddesi, s. 403; İbn es-Sübkî, age., C. III, s. 393 vd.; İbn el-Esîr, el-Kâmil, C. X, s. 31, 209.
8. Ebû Şame, Muhtasaru Kitâbi'l-Müemmel, Mısır, 1328 (mecmûa), s. 26; eş-Şâ'rânî, el-Mîzân, Mısır, 1318, C. I, s. 32.
9. el-Hudarî, age., s. 329.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

2- Münazara ve Münakaşalar:
Bu devrin hususiyetlerinden biri de çok yaygın hale gelen ilmî münakaşa ve münazaralardır.
Danışma İslâm'ın emridir. Bu bazan fikirlerin ve görüşlerin çatışmasına, çarpışmasına da sebep olur. Ancak maksat hakikatın aydınlığa kavuşturulması olunca bu da meşrûdur, faydalıdır. Müctehid imamlar devrinde onların veya talebelerinin arasında da ilmî tartışmalar olmuştur. Fakat onlar mezhebe değil, ilme ve gerçeğe bağlı oldukları için buldukları yerde gerçeğe tâbi olmuşlardır. Ayrıca münazaralar fazla yaygın da değildir.
Halbuki tetkik ettiğimiz devirde mezheblere mensup âlimler arasındaki münazaraların hem gayesi değişmiş hem de çok yaygın hale gelmiştir.
a) Gayesi değişmiştir: O devri yaşamış, münazaralara katılmış sonra da onu terketmiş bulunan Gazzâlî'nin açıklamasına göre yapılan münazaraların gayesi nüfuz kazanmak, bilgili görünmek, mezhebin propagandasını yapmak, idarecilerin arzularını tatmin etmek gibi hususlardır.(10)
b) Aşırı derecede yayılmıştır: Başta Irak ve Horasan olmak üzere hiç bir büyük merkez yoktur ki orada iki büyük âlim arasında münazara yapılmamış bulunsun.(11)
Bu münazaraların bir düzen içinde yürümesi için yeni bir bilgi dalı daha doğmuş (ilmu-âdâbi'l-bahs, ilmu'l-cedel) ve bu mevzûa ait kitaplar yazılmıştır.

 



10. İhyâ, C. II, s. 49 vd.
11. el-Muktedî bi-emrillah (467/1075-487/1094), devrinin büyük şâfiî âlimi Ebû-İshak eş-Şirâzî'yi Selçuklu Hükümdarı Melikşah'a -bazı işler için- gönderdiğinde Nisâbur'da İmamu'l-Haremeyn ile yaptığı münazaraları İbn es-Sübkî bize tafsilâtıyle aktarmıştır; C. V, s. 209-218. Ayrıca bak. İbn el-Esîr, el-Kâmil, Beyrut, 1966, C. X, s. 125 vd. Yine bu devirde şâfiî Ebu't Tayyib et-Taberî ile hanefî Ebu'l-Hasen et-Tâlkânî arasında (Bağdad'da) ve aynı şâfiî âlim ile hanefî Ebu'l-Hasen el-Kudûrî arasında geçen uzun münazaralar için bak. İbn es-Sübkî, age., c. V, s. 12-50.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

3- Mezheb Taassubu:
Devrin bir hususiyeti de mezheb taassubunun kuvvetlenmesi ve mezhebler arasındaki müsamaha rûhunun sönmesidir. Önceki devirlerde çeşitli müctehidler, bazı zamanlarda bunların mezhebleri ve tâbileri bulunmasına rağmen taassup ve düşmanlık yoktu. Müctehidler birbiriyle temas ediyor, faydalanıyor, ilmî ölçüler içinde yekdiğerini tenkîd veya takdîr ediyorlardı.
Üçüncü hicrî asırdan itibaren başlayan mezheb taassubu(12) zamanla kuvvetlenmiş, düşmanlığa dönüşmüştür. Taassubun çeşitli sâhalardaki tezahürleri şöyle olmuştur:

a) Tefrika, fitne, mukatele ve tahrîb:
Mutaassıp ve mukallid bazı mezheb sâlikleri, başka mezhebe müntesip bir imama uyarak namaz kılmanın sahih olmayacağına, çeşitli mezheblere sâlik bir erkekle bir kadının nikâhlarının sıhhatinde şüphe bulunduğuna... hükmederek İslâm camiasının birliğini zedelemişlerdir. İş bununla da kalmamış, Bağdad'da şâfiîlerle hanbelîler, Merv, Isfahan ve Rey bölgelerinde şâfiîlerle hanefîler def'alarca vuruşmuş, yekdiğerlerinin mahalle ve meskenlerini tahrîb etmiş, gâlib gelenler mağlub olanları günlerce sokağa çıkarmamışlardır. İmam Taberî, Ahmed b. Hanbel'in farklı görüşlerini, bu mevzûdaki eserine almadığı için hanbelîler tarafından evi taşlanmış, vefat ettiği zaman da ancak gece evine defnedilebilmiştir.
b) Gerçekle karşılaşılmasına
rağmen hatada ısrar:
Mukallid, sözüne uyduğu imamın görüşlerini incelemediği, bu uyuşu bir tercîhe istinad etmediği, ilim ve akıldan çok his ve telkine bağlı bulunduğu için, Kitab ve Sünnetten kuvvetli bir delîle istinad eden, fakat mezhebine uymayan bir hükümle karşılaştığı zaman "eğer bu dediğiniz gibi olsaydı benim imamım onu bilir ve benimserdi..." gibi delilsiz iddiâlarla gerçeğe sırt çevirir. Halbuki sahâbe de dahil olmak üzere her nesilden büyük müctehidlerin bilemediği nice delil ve hükümler olmuştur.

c) Mezheb imamlarına, ictihad yoluyla
muhalefet edenlere cephe almak:
Kendi imamlarından başkalarının ne imâmetine, ne de fazîletine râzı olan müteassıblar, ictihad ehliyetini elde ettiği için, imamlarına bağlanmadan dinî mesâil üzerinde fikir yürüten bir kimseye raslayınca -hadleri olmadığı halde- onun ehliyetini inkâr etmiş, insafsız tenkidlerini yöneltmiş ve ellerinde delil bulunmadığı halde böyle kimseleri doğru yoldan ve cemâattan ayrılmakla suçlamışlardır.

d) İctihada karşı çıkmak:
Taklîd ve taassubun en büyük zararı ictihad faaliyetini durdurmuş olmasıdır diyebiliriz. Dördüncü asırdan önce hem farz, hem de çok şerefli bir ilim pâyesi telâkki edilen ictihad, nazarî bakımdan olmasa bile tatbikatta -dördüncü asırdan sonra- garîb ve münker bir iş gibi karşılanmış, dinî gayret ve medenî cesaret sahibi bazı müctehidler, bu sıfatlarıyla ortaya çıktıkları zaman kendilerine cephe alınmış ve hakaretlere maruz kalmışlardır. İbn Teymiyye, Süyûtî, Behâeddin Merânî, Şevkânî gibi âlimleri burada örnek olarak hatırlayabiliriz.
İctihad hukukun hayatı demektir. İctihadsız bir hukuk sisteminin ve bilhassa İslâm hukukunun gelişmesi ve yaşaması mümkün değildir. Bizim "bir hukuk sisteminin yaşamasından" maksadımız onun cemiyet hayatına girmesi, yaşanması, tatbik edilmesi demektir. Taklîdde ısrar, ictihada karşı aksülamel zamanla hukukun donmasına, yürüyen hayata ayak uyduramamasına sebep olmuş, İslâm âleminin birçok yerlerinde şer'î hükümlerin ya toptan veya kısmen terkine, bunların yerine yabancı menşe'li sistemlerin kabul edilmesine yol açmıştır.(13)

 



12. Taklîd: Delil ve kaynağını bilmeden bir âlimin görüşünü (mezhebini) benimsemek, onu uygulamaktır.
Mezheb taassubu: Bir mezhebe sımsıkı sarılmak, daha doğru ve uygun bir hükmün başka bir mezhebde olduğu ortaya çıksa bile bağlandığı mezhebi terketmeyecek bir rûh haleti içinde bulunmaktır.
13. H. K., İslâm Huk. Mezhebler, s. 17-19. (Bu kitapta diğer kaynaklara işaret edilmiştir.)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

4- İctihad Kapısının Kapanması:
Bazı kaynaklara göre ictihad kapısı dördüncü hicrî asırda kapatılmış veya kapanmıştır. Kapatılmıştır (mesdûd) diyenler fetvâ ve karar ile kapatılmıştır demek istiyorlar, fakat böyle bir fetvâ ve karar gösteremiyorlar. Kapanmıştır (münsedd) diyenler ise müctehid kalmadığı için ictihad kendiliğinden sona ermiştir demek istiyorlar.
Hemen işaret edelim ki burada kapanıp kapanmadığı tartışılan ictihad "mutlak müstakil ictihad"dır ve bundan maksad, usûl ve fürû'da başkasına tâbi olmayan müctehidin müstakil ictihadıdır. Usûlde umumiyetle bir müctehide bağlı kalıp fürû'da yani ictihad yoluyla varılan hükümlerde müstakil olan ictihadın (mutlak müntesib ictihad) daha uzun zaman devam ettiği târihî bir gerçektir.(14)
Nazarî olarak "bir asrın müctehidsiz kalmasının (hulüvvü'l-asr ani'l-müctehid) caiz olup olmadığı, tatbikatta da böyle bir durumun vuku bulup bulmadığı hakkındaki uzun münakaşalara burada girecek değiliz.(15)
Bizim tesbitimize göre hiçbir asır müctehidsiz kalmamıştır. Fakat yukarıdan beri arzedilen siyasî, ictimâî, ilmî ve ahlâkî değişmelerin bir neticesi olarak dördüncü asırdan itibaren "mutlak ictihad" azalmış, ehliyet sahibleri horlanmış, ihtiyaca rağmen imkânlar daralmıştır.

C- TEDVİN HAREKETİ:
Mezheb imamlarının müctehid talebelerinden sonra başlayan bu devirde tedvîn hareketini gayesine ve yöneldiği hedefe göre birkaç sınıfa ayırmak gerekir:

I- Mezheb Hükümlerinin Usûl ve Mesnedini
Tesbit İçin Yazılan Kitaplar:
Mezheb imamının ictihadını açıklayabilmek, boşlukları onun ictihad usûlüne göre doldurabilmek için imamın usûlünü, hükümlerin illetini (mesned, dayanak) bilmek gerekmiştir. İllete "menât" bunu bulup ortaya koymaya "tahrîcu'l-menât"(16) bu ehliyeti taşıyan âlimlere "ehl-i tahrîc" yahut da "el-muharricûn" denir. Bilhassa hanefîler -imamlarından kendilerine yazılmış bir usûl kitabı intikal etmediği için- tahrîc işiyle meşgul olmuşlar; imamların hüküm, ictihad ve mütalâalarından faydalanarak onların usûlünü, hükümlerinin illetini tesbite çalışmışlardır.(17)
Ebu'l-Hasen el-Kerhî (v. 340/951), ed-Debûsî (439/1047)'nin risaleleri ile Ebû-Bekir er-Râzî el-Cessâs (v. 370/980), Ali b. Muhammed el-Bezdevî (v. 438/1046) ve Şemsu'l-eimmeti's-Serahsî'nin (483/1090) usûlu'l-fıkh'a ait kitapları bu maksatla yazılmış eserlerdir.
İmam Şafiî usulünü bizzat yazdığı için mezhepte furû'dan usûle değil, usûlden furû'a bir metod gelişmiştir. Aynı devirde bu metoda (Şâfi'î veya kelâmcılar metoduna) göre de eserler yazılmıştır: Ebu'l-Hüseyn Muhammed b. Alî el-Basrî (v. 413/1022), el-Mu'temed; İmamu'l-Haremeyn el-Cuveynî (v. 478/1085), el-Bürhân; el-Gazzâlî (v. 505/1111), el-Müstesfâ...

 



14. Muhammed Ebû-Zehra'nın tesbitine göre "mutlak müntesib müctehidler" beşinci asra kadar azalarak bulunmuş, beşinci asırda onların yerini "ehl-i tahric" almıştır. Bunların da ilk sırasında "müctehid fi'l-mezheb" denilen fıkıh bilginleri vardır. Bunlar usûl ve fürûda bir imama bağlı kalıp, onun usûlüne göre boşlukları dolduran müctehidlerdir. Mevsû'atü'l-fıkh, s. 58 vd.
15. Bak. İctihad, s. 184 vd.
16. Nassa dayanan hükümlerde illet belli değil ise -kıyas yapabilmek için- illeti bulup ortaya koymak gerekir ve buna da "tahrîcu'l-menât" denir. Burada illet naslarda, yukarıdaki tahric işleminde ise ictihad ile sabit hükümlerde aranmaktadır.
17. Şah Veliyullah, el-İnsâf, Mısır, 1327, s. 29 vd.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

2- Tercih Gayesine Yönelmiş Kitaplar:
Bir mezheb içinde, aynı konuda birbirini tutmayan görüşler ve hükümler arasından birini tercih için yapılan çalışmalar da iki gruba ayrılır:

a) Rivayete dayanan tercih:
Mezheb imamlarının ictihad ve reylerini yazılı veya şifâhî olarak nakledenler birden fazla olunca ve çelişen hükümler de nakledilince "rivâyet bakımından tercîh" bahis mevzûu olmaktadır.
Meselâ Ebû-Hanife'nin görüşlerini İmam Muhammed, Ebû-Yûsuf ve diğer bazı talebesi -ya doğrudan doğruya yahut da yekdiğerinden alarak- nakletmişlerdir.
İmam Şâfiî'nin mezhebini er-Râbî b. Süleyman, el-Müzenî, Harmele, el-Buveytî gibi talebesi nakletmişlerdir.
İmam Mâlik'in mezhebini İbn el-Kâsim, İbn Vehb, İbn el-Mâceşûn, Esed b. el-Fürât...(18) rivayet etmişlerdir.
Nakledilen iki görüşün çelişmesi ya talebenin yanlış anlaması yahut da İmam'ın önce bir reyi benimsemiş iken sonra bunu terkedip zıddına kani olmasından neş'et etmektedir.
İşte bu durumda daha sonra gelen mezheb âlimlerine, rivâyetleri karşılaştırarak en kuvvetli olanı tercih etmek vazifesi düşmektedir.
Bu cümleden olarak hanefîler İmam Muhammed'in kitaplarından mevsuk olarak nakledilenleri tercih etmişlerdir. Ebû-Hafs el-Kebîr, el-Cevzecânî gibi hanefîlerin rivayetine dayanan kitaplar bu kabildendir ve "zâhiru'r-rivâye" adını alırlar.
Şâfiîler er-Râbi'in rivâyetini, el-Müzenî ve diğerlerininkine tercih etmişlerdir.
Mâlikîler de İbnu'l-Qâsim'in naklini daha sağlam bulmuşlardır.

b) Usûle ve delile dayanan tercih:
İmamdan nakledildiği kesin olarak bilinen iki zıt görüşü veya biri imamdan diğeri de onun talebe ve tâbilerinden nakledilen iki görüşü, usûl kaidelerine, Kitap, Sünnet gibi delillere bakarak karşılaştırmak ve birisini tercih etmek işi de bu devirde başlamış, her mezhebden buna ehil birçok fıkıh bilgini bu konu ile meşgul olmuşlardır.
Bu kısma giren eserler daha ziyâde fürû kitaplarıdır.
İmam Muhammed'in mevsuk altı kitabını el-Hâkimu'ş-şehîd Muhammed b. Ahmed el-mervezî (v. 334/945) el-Kâfî isimli eserinde hulâsa etmiş; es-Serahsî de mezkûr eseri el-Mebsût ismiyle onbeş ciltte şerhetmiştir (Bkz. Mebsut'un girişi)
İmam Mâlik'in mezhebini câmi olan el-Müdevvene'yi İbn Ebî-Zeyd el-Kayravânî (v. 386/996) ve Ebû-Saîd el-Berâdi'î (v. 372/982) ihtisar etmişlerdir.
Şâfiî mezhebinde eş-Şirâzî'nin el-Mühezzeb'i devrin aynı mahiyetteki kitaplarından birisidir ve en-Nevevî (v. 676/1277) tarafından bu esere büyük bir şerh yazılmıştır.
Gazzâlî'nin el-Basît, el-Vesît ve el-Vecîz'i de bu kabil eserler arasındadır.

 



18. İsmi geçen fıkıh bilginleri hakkında, bundan sonra gelen "Devrin Fukahâsı" bölümünde kısa bilgi verilecektir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

3- Mezheb Müdâfaasını Hedef Alan Çalışmalar:
İlmî münazara ve münakaşalar meclislerde sözlü olarak yapılmakla kalmamış kitaplarda da yürütülmüştür. Bu maksatla yazılan kitaplar "el-Hilâf" ilmini taşımaktadır ve mezheblerin mukayesesini mevzû olarak almışlardır.
Hilâf veya mezheblerin mukayesesi konusunda yazılan kitapları da iki kısma ayırmak gerekiyor:
a) Mutlaka mezhebinin üstünlüğünü isbat maksadıyla yazılanlar: Hemen her büyük mezhebin âlimleri bu maksadla kitaplar yazmışlardır. Yukarıda adı geçen el-Mebsût ve el-Mühezzeb'de hilâfa da yer verilmiştir. Hanefî ed-Debûsî'nin bu mevzûdaki eseri, "ilk hilâf kitabı" olarak kabul edilmektedir.(19)
b) Muayyen bir mezhebin galebesini temin maksadıyla değil, gerçeğin, en uygun hükmün -Kitab, Sünnet, kıyas gibi delillere göre- tesbitini ve te'yidini te'min için yazılan kitaplar, İbn Cerîr et-Taberî (v. 310/922)'nin İhtilâfu'l-Fukahâ'sı böyledir. İbn Rüşd'ün (v. 595/1198) Bidâyetü'l-müctehid ve Nihâyetü'l-muktesıd'ı; İbn Kudâme'nin (v. 620/1223) el-Muğnî'si; İbn Hazm'ın (v. 456/1063) el-Muhallâ'sı... umûmî hatlarıyla burada yer alabilir.

 



19. İzmirli İsmail Hakkı, İlm-i Hilâf, s. 8 vd.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

D- ADLİYE TEŞKİLÂTI VE KANUN:
Hz. Peygamber (s.a.) devrinde riyâset, risâlet gibi vazifeler yanında kadılığı da bizzat kendisinin icrâ ettiğini; Hz. Ömer zamanında adlî hâdiseler çoğaldığı ve memleket genişlediği için ayrı kadılar tayin edildiğini, Emevîler devrinde de kadıların müctehid ve müstakil bulunduklarını yerinde kaydetmiştik.
Bu devrelerde kadılar dâvalara önceleri evlerinde bakarken sonra mescidlerde bakmağa başladılar
Mahkemede kâtib ve hükümlerin kaydedildiği sicil yoktu. Hüküm verilince derhal infaz ve icrâ edilir, infazı da yine kadı deruhte ederdi.
Hz. Alî muayyen bir gün tayin etmemekle beraber şikâyet vukuunda adlî haksızlıklar ile meşgul olur, adâletin gerçekleşmesini sağlardı.
Emevîlerden Halîfe Abdulmelik (685/705) haftada bir gününü bu işe tahsis etmiş, baş kadısından da istifade ederek önemli dâvâlara bizzat bakmıştır. Zamanla inkişâf ederek -bugünkü tabirler ile- Yüce Divan, danıştay ve temyîzin de vazîfelerini ifâ eden bu müesseseye "Dîvânu'l-mezâlim" adı verilmiştir. Aynı zamanda büyük devlet ricâlini de muhâkeme eden bu mahkemede ya halîfe veya onun vekili (kadı'l-mezâlim, sâhibu'l-mezâlim) ile muhâfızlar, hâkimler, fukahâ, kâtip ve şâhidler bulunurdu.
Abbâsîlerin birinci devrinde (H. 232-334) ictihad rûhu zâyıflamış, mezhebler teessüs etmiş ve kadılar hükümlerini bu mezheblerden birine göre vermeye mecbur kılınmışlardır: Irak'ta hanefî, Şam ve Mağrib'de mâlikî, Mısır'da şâfiî...
Mahkemeye kadının mezhebi dışından birisi başvurursa kadı o mezhebden bir âlimi nâib kılmaktadır.
Yine bu devirde siyâset kazâya tesir etmiş, Abbâsî halifeler tasarruflarına meşrûiyet vermek için kadılardan faydalanmışlar ve bu yüzden Ebû-Hanîfe gibi bazı âlimler mezkûr vazîfeyi kabul etmemişlerdir.
Kadıların vazîfe ve selâhiyeti de genişlemiş, daha önce medenî ve cezâî dâvalara bakan kadılar artık vakıflar ve vasîler; emniyet ve belediye işleri, darphâne, beytü'l-mal gibi müesseselerle de meşgul olmuşlardır.
Hârun Reşid devrinde kadı'l-kudâtlık makamı ihdas edilmiştir. Bu makam günümüzdeki adliye vekâletine benzer ve geniş selâhiyetleri vardır.
Abbâsîlerin ikinci devrinde (H. 334-656) ve bilhassa şîî Büveyhîlerin Bağdâd'a hâkim bulundukları zamanda kadılık makamında oturabilmek için her yıl önemli bir meblâğ ödemek gerekmiştir.
Kadı'l-kudât'ın büyük bir dairesi; kâtib, muhâfız, mübâşir, sicil muhâfızı gibi memurları vardır. Şâhidlerin tezkiyesi gerekmektedir.
Kadılar -Abbâsîlerin şiârı olan- siyah cübbe giyerler, uzun bir kavuk üzerine siyah sarık sararlardı.(20)
Selçuklular'ın hâkimiyet bölgesinde kazâ umûmî hatlarıyle Abbâsîler'in ilk devrinde olduğu gibidir. Hanefî ve kısmen Şâfiî mezhebine göre hüküm verilirdi. Şer'î mahkemelerin yanında inzibatsızlık, itâatsızlık, siyâsî mâhiyetteki suçlar vb. ile meşgul olan "örfî mahkemeler" de vardı. Ayrıca orduya mensup kimseler ile alâkalı şer'î davâlara bakan kadı-askerler mevcuttu.(21)
Daha önce de işaret edildiği üzere Osmanlılar devrine kadar, hükme esas olmak üzere vazedilmiş "kanunlar" yoktur. Fıkıh ve fetvâ kitabları ile mesâlih, örf-ü âdet gibi kaynaklar kanun mesabesindedir.
Bazı müelliflere göre Selçuklular, "Uygurlar ve Hazarlar'da mevcut din ve dünya işlerini birbirinden ayıran" bir devlet telâkkisini İslâm âleminde ilk defa tatbik etmişler; "dinî İslâm hukukunun, nüfuzu altında bulundurduğu devlete serbest faâliyet imkânları tanımayan, mahdut ve çok kere tatbikî değerden mahrum nazariyelerine karşılık, âmme menfaatlerini korumakla vazifeli devlet sultasının her şeyden üstün olduğu düşüncesine" hayatiyet vermişlerdir.(22)
Bu iddiâya delil olarak halîfelerin dünya işlerine karıştırılmaması, şerîata aykırı vergiler ve cezalar, bazı Türk örf-ü âdetlerinin tatbiki, toprak üzerindeki tasarruflar (askerî ıktâ usûlü)... gösterilmiştir.
Kanâatimize göre bu iddiâ ileri sürülürken İslâm'ın ülü'l-emre tanıdığı selâhiyet sâhası nazar-ı itibara alınmamıştır. Selçuklu idaresine "lâik" diyebilmemiz için âciz, zayıf "sözde halifelerin", siyasî maksadlarla dünya işlerine karıştırılmamış olması vâkıası kâfî değildir. Diğer İslâm devletlerinde olduğu gibi Selçuklularda da şerîatın yani Kitab ve Sünnet'in, bunlardan çıkarılan hükümlerin temas ettiği din ve dünya işlerinde şerîat aynen tatbik edilmiştir.
Verilen örneklerde şerîatın terki veya ona aykırı davranış değil, bizzat şerîatın verdiği salâhiyete dayanan tasarruflar vardır. "Amme menfaatini korumak" İslâm'ın "mesâlih prensibi" içinde yer alır ve daha hulefâ-i raşidin devrinde zarûret ve maslahat dolayısıyle bazı nasların -geçici olarak- tatbik edilmediği görülmüştür.(23) Buna izin veren de yine şerîattır; Kitap ve Sünnet'tir.
Bir tasarrufun İslâm esaslarına göre meşrûiyetini müdâfaa ve îzah etmek mümkün oldukça o şer'îdir, İslâmîdir yani dînîdir. Kitab ve Sünnet'e aykırı olmayan millî örf ve âdetlerin yaşatılması şerîate aykırı değildir ve bunu -araplar dahil olmak üzere- başka müslüman milletler de yapmışlardır.
Iktâ usûlü Hz. Ömer zamanında başlamıştır. Nizâmü'l-mülk"ten itibâren yapılan değişiklik bunun sadece bir nev'i olan "askerî ıktâdır.(24) Bu da "mesâlih" prensibi ile İslâm'ın idarecilere verdiği selâhiyet çerçevesi içinde yapılmıştır.
Hudûd sâhasına girmeyen ceza (ta'zîr) mevzûunda İslâm'ın idarecilere tanıdığı geniş selâhiyeti bilmeyen yok gibidir.(25)
Yönetim ve kazâda şerîate bağlılığın, zâhiren de olsa tasarrufların şerîate uydurulması vâkıasının örnekleri ileride de görülecektir.

 



20. Dr. H. İ. Hasen ve Dr. A. İ. Hasen, en-Nuzumu'l-İslâmiyye, Kahire, 1962, 273-290, 294.
21. İ. A. "Selçuklular" maddesi, s. 400; Prof. İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal, s. 21, 132.
22. İ. A. Selçuklular ve Kanunnâme maddeleri; Tarih Dergisi, Mart 1965, s. 178, 182-183; Prof. F. Köprülü, "Orta Zaman Türk Hukuk Müesseseleri", Belleten, II, s. 39 vd.
23. Bak. Sahabe devri.
24. Selçuklular'da toprak meselesi için bak. Prof. Osman Turan, Selçuklular ve İslâmiyet, İst. 1971, s. 69-91.
25. Bak. H. Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, s. 141 vd.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

E- BAŞLICA FIKIH BİLGİNLERİ:
Hicrî dördüncü asrın başlangıcından sekizinci asrın başlarına kadar devam eden bu uzun devre içerisinde çeşitli mezheblere mensûb sayısız fıkıh bilgini gelip geçmiştir.(26) Bunlar arasında bir ölçüde ictihad derecesine varmış veya önemli eserler vermiş olanlardan bazılarını kısaca tanıtmak devre bir başka yönden ışık tutmuş olacaktır.(27)

Hanefîlerden:
1- Ebû-Ca'fer Ahmed b. Muhammed et-Tahâvî (v. 321/933); Mısırlı, şâfiî iken sonradan hanefî olmuştur, mezhebde müctehid derecesindedir.
Eserleri: el-Muhtesar, Şerhu-ma'âni'l-âsâr, Ahkâmu'l-Kur'ân.
2- Ebu'l-Hasen Ubeydullah b. el-Hüseyn el-Kerhî (v. 340/952) zamanında Bağdad hanefî fukahâsının başı, "mezhebde müctehid" derecesinde.
Eserleri: el-Muhtesar, İmam Muhammed'in el-Câmiu's-Sağir ve el-Câmi'u'l-kebîr'inin şerhleri, er-Risâle.(28)
3- Ebû-Bekr Ahmed b. Alî el-Cessâs (v. 370/980); el-Kerhî'nin talebesi, mezhebde müctehid.
Eserleri: Hocasının el-Muhtesar'ının şerhi, et-Tahâvî'nin Muhtesâr'ı, İmâm Muhammed'in el- Câmi'inin şerhleri, Usûlu'l-fıqh, Edebu'l-kudât.
4- Ebu'l-Leys Nasr b. Muhammed es-Semerqandî (v. 373/983); büyük hanefî fıkh bilgini ve mutasavvıf.
Eserleri: Hizânetü'l-fıqh, Uyûnü'l-mesâil, en-Nevâzil, el-Fetâvâ, İmam Muhammed'in el-Câmi'u's-sağîr'inin şerhi.
5- Ebû-Abdillah Yûsüf b. Muhammed el-Cürcânî (v. 398/1007); el-Kerhî'nin talebesi; Hızânetü'l-Ekmel isimli altı büyük ciltlik eserinde şu kitapları cemetmiştir: el-Kâfî li'l-Hâkim; el-Câmi'ayn li-Muhammed, ez-Ziyâdât, el-Mücerred, el-Münteqâ, Muhtesâru'l-Kerhî, Şerhu't-Tahâvî, Uyûnu'l-mesâil.
6- Ebu'l-Hasen Ahmed b. Muhammed el-Qudûrî (v. 428/1037); Bağdadlı, mezhebde müctehid.
Eserleri: Kendi adıyla anılan el-Muhesar, Şerhu-Muhtesari'l-Kerhî, et-Tecrîd; bu eser Ebû-Hanîfe ile Şâfiî arasındaki ihtilâflı müsâili muhtevî olup mesailin delilleri verilmemiştir.
7- Ebû-Zeyd Ubeydullah (veya Abdullah) b. Ömer ed-Debûsî (v. 430/1039); Semerkanlı, ilm-i hilâfın vâzı'ı, kadı ve münazaracı.
Eserleri: el-Esrâr, el-Fetâvâ, Te'sîsu'n-nazar, Taqvîmu'l-edille.
8- Ebû-Bekr Hâherzâde Muhammed b. el-Hüseyn el-Buhârî (v. 433/1041); Mâverâu'n-nehr bölgesinin büyük bilginlerindendir.
Eserleri: el-Muhtesar, et-Tecnîs, el-Mebsût.
9- Şemsü'l-eimme Abdulaziz b. Ahmed el-Halvânî (v. 448/1056); Buhâralı mezhebde müctehid.
Eserleri: el-Mebsût.
10- Şemsü'l-eimme Muhammed b. Ahmed es-Serahsî (v. 483/1090); el-Halvânî'nin talebesi, Horasanlı, mezhebde müctehid, mücahid, münazaracı.
Eserleri: Hücre hapsinde iken talebesine -yarısını kitaba bakmadan- imlâ ettirdiği otuz cüzlük el-Mebsût, Usûlu'l-fıqh, Şerhu'l-Câmi' li-Muhammed, Şerhu's-Siyeri'l-kebîr lehu, Şerhu-muhtesari't-Tahâvî.
11- Ali b. Muhammed el-Pezdevî (483/1090); Semerkandlı, mezhebde müctehid.
Eserleri: el-Mebsût (onbir cilt), Şerhu'l-Câmi'ayn li-Muhammed, Usûlü'l-fıqh (Usûlü'l-Bezdevî diye meşhurdur), Gınâu'l-fukaha.
12- Sadru'ş-Şehîd Hüsâmüddîn Ömer b. Abdulazîz (v. 536/1141); Horasanlı Buhâra'da medfûn.
Eserleri: el-Fetâvâ, Şerhu-Edebi'l-qâdî li'l-Hassâf, Şerhu'l-Câmi'is-sağîr.
13- Tâhir b. Ahmed el-Buhârî (v. 542/1147), devrinde Mâverâu'n-nehr hanefilenin üstadı, mezhebde müctehid.
Eserleri: Hulâsatü'l-fetâvâ, Hızânetü'l-vâkı'ât.
14- Ebû-Bekr b. Mes'ûd b. Ahmed el-Kâsânî (v. 587/1191); melikü'l-ulemâ lâkabıyle anılan büyük hanefî fıkıh bilgini.
Eserleri: Alâuddîn Muhammed b. Ahmed es-Semerkandî'nin Tuhfetü'l-Fuqahâ'sı üzerine yazdığı şerh "el-Bedâyi'u's-sanâyi" güzel tertipli, delil ve münakaşalı bir fıkıh kitabıdır.
15- Fahruddîn Hasen b. Mansûr el-Özcendî (v. 592/1196);
Ferganalı, Kadıhân diye meşhur, mezhebde müctehid.
Eserleri: el-Fetâvâ, el-Vâqı'ât, el-Emâlî, Şerhu'z-Ziyâdât, Şerhu-Edebi'l-Qâdî li'l-Hassâf.
16- Ali b. Ebî-Bekr el-Merginânî (v. 593/1197); Ferganalı, mezhebde müctehid.
Eserleri: el-Hidâye, el-Münteqâ, Muhtârâtü'n-nevâzil, et-Tecnîs, el-Ferâiz, Menâsikü'l-hacc.
17- Muhammed b. es-Sadri's-sa'îd Bürhânüddîn (v. 616/1219); Horasanlı, Sadr-ı şehîd'in talebesi, mesâilde müctehid.
Eserleri: el-Muhîtu'l-burhânî (Kırk cilt olduğu söylenen bu eser İmam Muhammed'in eserleri ile sonraki fetâvâyı câmi'dir) ez-Zehîra, et-Tecrîd.

 



26. Mezheblere âit "tabakâtu'l-fukahâ" kitapları asır asır takip edilince bu devrede binlerce fakîhin biyografisine rastlanmaktadır.
27. Müctehid imamlar ve talebeleri "Fıkıh Mezhebleri" bölümünde verilmiştir.
28. Fukahânın, fıkıh sâhasındaki önemli eserleri kaydedilecektir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Mâlikîlerden:
1- Muhammed b. Yahyâ b. Lubâbe (v. 336/947); Endülüsten, mezhebde müctehid.
Eserleri: el-Müntehabe, Şerhun alâ mesâili'l-Müdevvene.
2- Bekr b. el-Alâ el-Kuşeyrî (v. 344/955) aslen Basralı, sonra Mısır'a geçmiş ve orada kadı İsmâil'in talebelerinden ders almıştır.
Eserleri: el-Ahkâm, er-Raddü ale'l-Müzenî, Usûlü'l-fıqh, el-Kıyâs.
3- Ebû-İshâk Muhammed b. el-Qâsim (v. 355/966); zamanında Mısır mâlikîlerinin üstadı.
Eserleri: ez-Zâhi'ş-Şa'bânî.
4- Muhammed b. Hâris b. Esed el-Huşenî (v. 361/972); Kayrevan'da okudu sonra Endülüs'e geçti ve Kurtuba'ya yerleşti, fetvâ ve mesâil üzerine kıyas yapmakta üstad idi.
Eserleri: el-İhtilâf fî mezhebi-Mâlik, el-Fütyâ.
5- Ebû-Bekr Muhammed b. Abdillah el-Mu'aytî (v. 367/977); Endülüslü, mâlikî mezhebini en iyi bilenlerdendir. Emîru'l-mu'minîn el-Hâkem'in isteği üzerine, İşbiliyeli Ebû-Ömer ile beraber el-İstî'âb'ı tamamlamıştır. Bu eser sadece Mâlik'in ictihadlarını toplamak maksadıyla yazılmağa başlanmış, müellifi altı cildini yazınca vefat etmişti. el-İstiâb tamamlanınca yüz cilt olmuştur.
6- Yûsüf b. Ömer b. Abdi'l-Berr (v. 380/990); Endülüslü büyük muhaddis ve ictihad derecesinde fıqıh bilginidir.
Eserleri: el-İstizkâr bi-mezâhibi-ulemâi'l-emsâr (Muvatta' şerhi), el-Kâfî fi'l-fıkh...
7- Ebû-Muhammed Abdullah b. Ebî-Zeyd el-Kayrâvanî (v. 386/996); mezhebde müctehid, Mâlik'in mezhebini tedvîn ve şerhetmiş ve kendisine küçük Mâlik denmiştir.
Eserleri: en-Nevâdir ve'z-ziyâdât ale'n-nevâdir, Muhtesaru'l-müdevvene, er-Risâle.
8- Ebû-Bekr Muhammed b. Abdillah el-Ebherî (v. 395/1005); Irak'ta altmış yıl mâlikî mezhebini okutmuş, savunmuş ve fetvâ vermiştir.
Eserleri: Şerhu'l-muhtesar, er-Raddü ale'l-Müzeni, Usûlü'l-fıqh, İcmâ'u-ehli'l-Medîne.
9- Ebû-Abdillah b. Muhammed b. Abdillah "İbn Ebî-Zemenin" (v. 399/1008); Gırnatalı, Kurtuba'da yetişti, mezhebde müctehid ve hadîs bilgini.
Eserleri: "l-Muğrîb fi'l-Müdevvene, el-Müntehab fi'l-ahkâm, el-Mühezzeb.
10- el-Qâdî Abdu'l-Vehhâb b. Nasr (v. 422/1031); Bağdadlı, Mısır'a da gelmiş ve saygı görmüştür, mezhebde müctehiddir.
Eserleri: el-Edille fî mesâili'l-hilâf, Şerhu-Risâleti-İbn Ebî-Zeyd, Şerhu'l-Müdevvene.
11- Ebu'l-Qâsim Abdurrahman b. Muhammed el-Hadramî (v. 440/1048); Kuzey-Batı Afrika'dan, İbn Ebi-Zeyd'in talebesi, el-Müdevvene mesâilini ve onun dışında kalan rivâyetleri, fetâvâyı câmi 200 cüz'e yakın bir fıkıh kitabının müellifidir.
12- Ebu'l-Velîd Süleyman b. Halef el-Bâci (v. 474/1081); Endülüslü, İbn Hazm'ın muâsırı olup onunla münazaralar yapmıştır. Mezhebde müctehiddir.
Eserleri: el-Münteqâ fî şerhi'l-muvatta', Mesâilu'l-hilâf, el-Muhezzeb fi'htisâri'l-Müdevvene, İhkâmu'l-füsûl fi ahkâmi'l-usûl.
13- Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd (v. 520/1126); Kurtubalı, zamanında Endülüs ve Mağrib'de mâlikîlerin üstadı.
Eserleri: el-Beyân ve't-Tahsîl, el-Muqaddimât (Müdevveneye giriş).
14- Ebû-Abdillah Muhammed b. Ali el-Mâzerî (v. 536/1141); Kuzey Afrika'nın imamı, mezheble müctehid.
Eserleri: Şerhu-Müslim, Şerhu't-Telqin li'l-Qâdî Abdi'l-Vehhâb, Şerhu'l-Burhân li-İmâmi'l-Haremeyn.
15- Ebû-Bekr Muhammed b. Abdillah "İbn el-Arabî" (v. 543/1148); İşbiliyeli, mezhebde müctehid.
Eserleri: Ahkâmu'l-Kur'an, el-Mahsûl fi usûli'l-fıqh, el-Mesâlik (Muvatta şerhi).
16- el-Qâdî Ebu'l-Fadl Iyâd b. Mûsâ (v. 541/1146); Aslen Endülüslü, Gırnata'da kadılık etti ve Merakeşte öldü.
Eserleri: eş-Şifâ bi-ta'rifi-hukukı'l-Mustafâ, İkmalu'l-mu'lim fî şerhi-sahîhi-Müslim, Tertîbu'l-medârik (Tabakat).
17- Muhammed b. Ahmed... b. Rüşd el-Hafîd (c. 595/1199); Endülüs'te onun gibisi yetişmemiştir, aklî ilimlerde daha güçlüdür, mezhebde müctehid derecesinde fakihdir.
Eserleri: Bidâyetü'l-müctehid ve nihâyetü'l-muktesıd, Muhtesaru'l-Müstasfâ...

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Şâfiîlerden:
1- Ebû-Bekr Muhammed b. Ali b. İsmâil el-Qaffâl eş-Şâşî (v. 336/947); İbn Surayc'in talebesi, mutlak müntesib müctehid, Mâverâu'n-nehir'de şâfiî fıkhını neşreden fakıhtir.
Eserleri: Usûlu'l-fıkh, Şerhu'r-risâle.
2- Ebû-İshâk İbrâhim b. Ahmed el-Mervezî (v. 340/951); İbn Sürayc'den sonra Irak'ta şâfiî'lerin üstadı olmuştur, müctehid fi'l-mezhebidir, Mısır'da vefât etmiştir.
Eserleri: Şerhu'l-Müzenî.
3- Ebu-s-Sâib Utbe b. Ubeydillah (v. 350/961); şâfiî'lerden Bağdad'da ilk kadı'l-kudât.
5- Ebû-Hâmid Ahmed b. Bişr el-Merzevî (v. 362/973); bu da Ebû-İshak'ın talebesidir.
Eserleri: el-İfsâh fi'l-mezheb, el-Kifâye, el-Kıyâs ve'l-ılel, Edebu'l-müftî.
7- Ebû-Ali el-Huseyn b. Şuayb (v. 403/1012); Horasan'ın büyük âlimi, Irak ile Horasan yöntemlerini (tarîk) ilk defa kendisinde cemeden fakıh, el-Kaffâl ve Ebû-Hamîd'in talebesi.
Eserleri: Şerhu'l-Muhtesar, Şerhu-Fürû' l-İbni'l-Haddâd.
8- Ebû-Hamîd Ahmed b. Muhammed el-İsferâyînî (408/1017); Irak tarîkının üstadı, ictihad derecesinde fıkıh bilgini.
Eserleri: Te'âlîq fî şerhi'l-Müzenî.
9- Abdullah b. Ahmed el-Oaffâlu's-Sağir (v. 417/1026); Horasan'ın meşhur fakihlerindendir.
10- Ebû-İshâq İbrâhîm b. Muhammed el-İsferâyînî (v. 418/1027); Irak ve Nisâbur'da kendisini kabul ettirmiş, mezhebde müctehid bir fıkıh bilginidir.
Eserleri: Ta'liqa fî usûli'l-fıqh.
11- Ebu't-Tayyib Tâhir b. Abdillah et-Taberî (v. 450/1058); Iraklı, mezhebde müctehid, münazaracı ve Kerh kadısı.
Eserleri: Şerhu'l-Müzenî, el-Hılâf.
12- Ebu'l-Hasen Ali b. Muhammed el-Mâverdî (v. 450/1058); eserleriyle asırlarca tesirini devam ettirmiş, büyük bir bilgin ve mezhebde müctehid fakih.
Eserleri: el-Hâvî, el-Ahkâmu's-sultâniyye, el-İknâ, Qânûnu'l-vizâre ve siyâsetü'l-mülk.
13- Ebû-Âsım Muhammed b. Ahmed el-Herevî (v. 458/1066); Heratlı, ibâresinin güç anlaşıldığı söylenir.
Eserleri: ez-Ziyâdât, el-Mebsût, el-Hâdî, Edebu'l-kadâ, Tabaqâtü'l-fuqahâ.
14- Ebû-Abdillah el-Qâdî el-Hüseyn el-Merverrûzî (v. 462/1070); el-Qaffâl'in talebesi ve İmâmu'l-Harameyn'in üstadı, mezhebde müctehid.
Eserleri: et-Ta'lîka.
15- Ebû-İshâq İbrâhîm b. Alî eş-Şirâzî (v. 476/1083); mezhebde müctehid, münazarada güçlü, velûd bir fıkıh bilginidir.
Eserleri: et-Tenbîh, el-Muhezzeb, en-Nüket (hilâf), el-Luma', et-Tebsıra (usûl), el-Mülahhas (cedel), Tabaqâtu'l-fuqahâ.
16- Ebû-Nasr Abdu's-Seyyid b. Muhammed "İbn es-Sabbâğ (v. 477/1084); mutlak ictihad derecesinde bir fakihtir. Bağdad Nizâmiye'sinde ilk ders veren bilgindir.
Eserleri: eş-Şâmil, el-Kâmil, Kifâyetü's-sâil, el-Fetâvâ.
17- Ebu'l-Me'âlî Abdu'l-Melik b. Abdillah el-Cüveynî, İmâmu'l-Harameyn" (v. 478/1085); mezhebde müctehid, Nisâbur'un hatta Şark'ın imamı kabul edilmiştir. Mekke'de dört yıl mücâvir kaldığı için "İmamu'l-Harameyn" lâkabiyle anılır. Nizâmiye medresesi onun için yaptırılmıştır.
Eserleri: en-Nihâye, el-Burhân (usûl), et-Telhîs (et-Taqrîb ve'l-irşâd'ın muhtasarı, usûl), el-Veraqât (usûl), Muğîsu'l-halk (Şâfiî mezhebinin tercîhi mevzûunda).
18- Abdu'l-Vâhid b. İsmâil er-Rûyânî (v. 502/1108); mezhebde müctehid, Taberistan ve Rûyân kadısı.
Eserleri: el-Bahr (el-Mâverdî'nin el-Hâvî'sini -bazı eklerle- muhtevîdir.
19- Ebû-Hâmid Muhammed b. Muhammed el-Gazzâlî (v. 505/1111); mezhebde müctehid, müceddid İslâm bilgini, Nizâmiye hocalarından.
Eserleri: el-Veciz, el-Vesît, el-Besît (fürû), el-Müstasfâ, el-Menhûl (usûl), Şifâu'l-alîl, Bidâyetü'l-hidâye, el-Meâhiz (hilâf).
20- Ebû-Sa'd Abdullah b. Muhammed b. Hibetullah "İbn Ebî asrûn" (v. 573/1177); Dimaşk'ta yerleşti ve kadı'l-kudât oldu, birçok eseri vardır.
Eserleri: Safvetü'l-mezheb (7 cilt), el-İrşâd fî nusrati'l-mezheb, et-Teysîr (hilâf).
21- Ebu'l-Qâsim Abdu'l-Kerim b. Muhammed er-Râfi'î (v. 623/1226); Kazvinli, ictihad derecesine varmış bir fıkıh bilgini.
Eserleri: el-Azîz fî şerhi'l-Veciz, el-Muharrar.
22- Muhyiddin Yahyâ b. Şeref en-Nevevî (v. 676/1277); Tercîh ehliyetini hâiz büyük fıkıh ve hadis bilginidir.
Eserleri: er-Ravda (Râfiî'nin el-Vecîz şerhinin hülâsası), el-Mecmû fî şerhi'l-Mühezzeb.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Diğer mezheblerden:
1- Ebû-Bekr Ahmed b. Muhammed el-Hallâl (v. 311/923); Ahmed b. Hanbel'in mezhebini cemeden, bunun için bir ömür harcayan fıkıh bilginidir. "el-Câmi'"i Hanbelî fıkhına âittir.
2- Ebu'l-Qasım Ömer b. el-Huseyn el-Hıraqî (v. 334/945); Selef'in aleyhine davranışların çoğaldığı sırada Bağdad'ı terkederek Dimaşk'a gelmiş ve orada vefat etmiştir, hanbelîdir.
Eserleri: el-Muhtesar.
3- Ebû-Alî Muhammed b. Ahmed el-Hâşimî (v. 428/1037); Ebû-İshak eş-Şîrâzî bu hanbelî fakîhî övmüş, ondan çok istifâde ettiğini ifâde etmiştir.
4- Ebû-Muhammed Abdullah b. Ahmed "İbn Kudâme" (v. 620/1223); Filistin'de doğdu, Dimaşk, Bağdat ve Mekke'de yetişti, yine Dimaşk'ta vefat etti, büyük bir hanbelî âlimidir.
Fıkhî eserleri: el-Muğnî (el-Hıraqî'nin Muhtasar'ı üzerine 10 ciltlik bir şerhtir), el-Kâfî (dört cilt), el-Muqni', Muhtasaru'l-hidâye, el-Umde...
5- Ebu'l-Hasen Abdullah b. Ahmed "İbn el-Muğallas" (v. 324/936); zâhirî mezhebinde müctehid, el-Muvaddah isimli önemli bir eseri vardır, zâhiriyye mezhebini yayanlardandır.
6- Ebu'l-Hasen Abdu'l-Azîz b. Ahmed el-Harazî (v. 391/1001); zâhirî, müctehid, Adudu'd-devle'nin isteği üzerine Ebû-Bekir el-Bâkillânî ile Şîraz'dan Bağdad'a gelmiş ve orada zâhirî mezhebini neşre çalışmıştır.
7- Ali b. Ahmed b. Saîd "İbn Hazm" (v. 456/1062); Kurtuba doğumlu, vezirlikten ayrılarak kendisini ilme vermiş ve zâhirî mezhebinin yayılmasını temin etmiştir.
Eserleri: el-İhkâm fî usûli'l-ahkâm (usûl), el-Muhallâ (fürû, 10 cilt); İbtâtu'l-Kıyas.(29)

 



29. Fukahâ hakkında daha geniş bilgi için tabakat kitaplarına ve bilhassa şâfiî İbn es-Sübkî, hanefî Kureyşî ve Lüknevî, hanbelî Ebû-Ya'lâ ve İbn Receb, mâlikî İbn Ferhun'un kitaplarına; eserler için Keşfu'z-zunûn ve zeyillerine, Brockelmann'ın kitabına; müellifler hakkında kısa bilgi için ez-Ziriklînin el-A'lam'ı ve Ö. R. Kehhâle'nin Mu'cem'ine; zâhirîler için M. Ebû Zehra'nın İbn Hazm isimli eserine bakınız.