İSLÂM HUKUK TARİHİ
(İz yayıncılık, İstanbul, 1.htm999)
Önsöz
Cemiyet halinde yaşayan insanların bir kısım münasebetlerini tanzim eden hukuk
en eski ictimâî müesseseler arasında yer alır. Bununla beraber gerek bütün
insanlığın hukukî gelişmesinden bahseden Umûmî Hukuk Tarihi ve gerekse muayyen
bir milletin, türlü devirlerdeki hukukî durum ve kurumlarından bahseden Millî
Hukuk Tarihi sâhasındaki çalışmalar oldukça yenidir.
Batıda eski ve orta zamanlarda hukuk tarihi yazılmamış ve tedris edilmemiştir.
Orta zamanlarda Avrupa'da okutulan hukuk Roma Hukuku (bilhassa Jüstinyen'in
hukuk mecmûasındaki hükümlerin tefsir ve izâhı) ile Katolik kilisesi hukukçuları
tarafından icad edilen "Kanonik Hukuk"tur.
Onaltıncı asırda rasyonalizm cereyanı içinde doğan tabiî hukuk mektebi
karşısında yine aynı cereyanın mahsulü olan tarihçi mektep, "hukuku anlamak için
Roma Hukuku hükümlerini okuyup anlamak ve açıklamanın yetmiyeceğini, hukukun
içinde doğduğu cemiyet ve milletin tarihini; o devre mahsus ictimâî, iktisâdî ve
siyâsî şartları bilmek, hukuku bu bilgiler içinde değerlendirmek gerektiğini..."
ileri sürüyordu. Tarihçi mektebin tesiriyle önce Roma Hukuk Tarihi doğdu.
Onyedinci asırda Alman hukuk âlimlerinin aynı yoldaki çalışmalarıyle Cermen
Hukuk Tarihi yazıldı. Yine aynı asırda Alman filozofu Leibniz'in (1646-1716),
"Hukuku Öğrenme ve Öğretme İçin Yeni Usul" isimli eseriyle, hukuk tarihi
çalışmalarında ikinci önemli safha başlamış oldu. Leibniz hukuk fakültelerinde
hukuk tarihi kürsülerinin kurulmasını istiyor ve hukukun iki tarihi olduğunu
ileri sürüyordu: 1- Dâhilî tarih: Mevzû kanunların tarihi. 2- Haricî tarih:
Hukukun gelişme ve değişmesini sağlıyan ictimâî, siyâsî, iktisâdî ve rûhî
âmilleri tesbit ve izah eden tarih. Diğer Avrupa milletlerinin milli hukuk
tarihleri onsekizinci asırdan itibaren -yukarda mezkür safhaları takiben-
yazılmıştır.(1)
Din birliği potasında eriyen birçok milletin meydana getirdiği "İslâm Ümmeti"
câmiasının hukuku olan "Fıkh"ın dahilî ve haricî mânada tarihini yazmak için
yapılan çalışmalar daha da yenidir. İbn Nedîm'in Fihrist'i, İbn Haldûn'un
Mukaddime'si, Keşfü'z-zunûn, Mevzûâtü'l-ulûm gibi tarih ve bibliyografya
kitaplarında diğer ilimlerin tarihçeleri meyanında verilen fıkıh tarihi şüphesiz
yeterli değildir. Bunlar ve benzerleri ile Brockelmann ve Sezgin'in Arap
Edebiyatı Tarihi isimli eserlerinin ilgili bölümleri gerçek mânada bir İslâm
hukuk tarihinin ancak bir kısım malzemesi mahiyetindedir. Dâru'l-fünûn, el-Ezher
ve diğer İslâm hukuku tedris eden fakülte hocalarının yazmış bulundukları birçok
fıkıh tarihleri de ya devirler yahut da muhteva ve metod bakımından yetersizdir.
Mükemmel bir İslâm Hukuk Tarihi'nin yazılabilmesi için çeşitli sâhalarda
yapılacak birçok hazırlık çalışmalarının tamamlanmasını beklemek gerekecektir.
Fıkıh (İslâm Hukuku) dînî ve ictimâî bir müessesedir. Din, semâvî dinlerin bir
devamı olarak ortak unsurlar taşıdığı gibi, umûmiyetle ictimâî müesseseler
tesir, teessür ve tedricen tekâmül kanunlarına tâbidir. Bu kanun gereğince fıkıh
da kâmil olarak birden doğmamış, aksine doğduktan sonra tedricen gelişmiştir.
Doğuş ve inkişâf devrelerinde Suriye'de Roma, Irak'ta İran ve Yesrib'te İsrâil
Hukuku hakim idi. Ayrıca câhiliye devri araplarının uyguladıkları bir hukukları
vardı. İslâm'ın ruh ve esaslarına aykırı olmayan örf ve âdet fıkıh ve fukahâ
tarafından benimsendiği için -cüz'i de olsa- fıkhın gelişmesinde komşu
sistemlerin tesiri olduğu gibi fıkhın da diğer hukuklara tesiri bahis mevzûudur.
Bu sebeple giriş kısmında mezkûr hukukların ana hatlarını vermeyi uygun bulduk.
Fıkhın tarihçesini, doğup gelişmesinin devrelerini inceleyen hukukçu ve
tarihçiler iki ayrı noktadan hareket etmişlerdir. Bazıları doğrudan doğruya
müesseseyi göz önüne almış, onu canlı bir uzviyete benzeterek doğuş, gençlik,
olgunluk ve ihtiyarlık devrelerine ayırmış ve tetkik etmişlerdir.(2) Bazıları da
fıkhın gelişmesine tesir eden faktörleri göz önüne alarak ya nesiller yahut da
siyâsî hakimiyet bakımından devrelere ayırmış; Hz. Peygamber, sahabe ve Emevîler,
Abbâsîler, Mogol istîlâsı, Mecelle ve muâsır uyanış devirlerinden
bahsetmişlerdir.(3)
Biz her iki hareket noktasını da göz önünde tutarak fıkhın tarihini Hz.
Peygamber, Sahâbe ve Emevîler, Abbâsîler, Selçuklular (Mogol istîlâsına kadar),
Osmanlılar ve muâsır hareketler (Mogol istîlâsından Mecelle ve sonrasına kadar)
devirleri içinde vermeye çalışacağız.
Malzemeyi biraz daha zenginleştirmek, İslâm hukuk tarihinin devirler bakımından
tam bir kronolojisini vermek ve pratik faydalar temin etmek maksadıyle
hazırlayıp sunduğumuz bu kitap büyük iddiâlardan uzak bir başlangıç
mahiyetindedir. Çalışmamızı faydalı kılması ve daha mükemmellerine imkân
lütfeylemesini Cenâb-ı Mevlâ'dan niyaz ediyoruz.
Kasım, 1974 İzmir
Hayreddin Karaman
Bu Baskı İçin Önsöz
Kitabın ilk baskısının çıktığı yıllardan bugüne dünyada İslâm araştırmaları
devam etti, bu arada İslâm hukuk tarihi ile ilgili bilgilerimiz de gelişti,
zenginleşti. Bunlardan bizim elde edebildiklerimizi, kısmen de olsa kitabın bu
baskısına aksettirmeye çalıştık.
Daha önceki baskılarda İslâm hukuk ilmi ve müesseselerinin tarihini vermiştik.
Bu defa fıkhın kaynakları ve fürû'u (fıkıh çerçevesine giren ibâdetler ile hukuk
kaideleri) tarihine de bir bölüm ayırdık.
İslâm hukukunun kuruluş ve inkişâfında sahâbe devri büyük bir önem taşımaktadır;
çünkü İslâm nesillerinin en değerlisi olan sahâbe neslinin görüş ve
uygulamaları, diğer nesiller için en azından örnek olmakta, icmâları ise
bağlayıcı bulunmaktadır. Bu sebeple, önceki baskılarda isimlerini zikretmekle
yetindiğimiz dört halîfe ve diğer sahâbe müctehidlerinin ileri gelenlerini, bu
baskıda biraz daha yakından tanıtmayı, fıkha katkılarını örneklerle vermeyi
faydalı bulduk.
Bazılarını zikrettiğimiz ekler ve yeniliklerle sunulan bu baskının ilgi
gösterenlere faydalar getirmesini, bize de eksiklerimizi tamamlama fırsatı
vermesini Cenâb-ı Mevlâ'dan niyaz ediyoruz.
Hayreddin KARAMAN
Kadıköy, 1989
GİRİŞ
Fıkıh, Hukuk ve Fıkhın Doğuşunda Yaşayan Sistemler
I- HUKUK:
A- KELİME MÂNÂSI:
Hukuk Türkçe'ye Arapça'dan geçmiş olup "hak" kelimesinin cemidir. Çeşitli
mânâları vardır:
1- Hak, bir mânâda kaide demektir. Hak olan bir söz, iş veya hareket doğru,
uygun, yerinde ve yaraşır bir söz... demektir. Bir iş veya davranışa mezkûr
vasıfları izafe ederken sanki zihnimizde bir terâzi vardır; bunun bir kefesinde
iş, fiil, hareket; öbür kefesinde ise bunları tartıp değerlendirdiğimiz ölçü,
kaide; işte bu haktır. Bu mânâda "kaide-hukuk"tan bahsedilir.
Şu halde hak fikrinde bir kaide ve bu kaideye vücut veren, onun manevî ve
mantıkî temelini teşkil eden bir duygu, bir ideal vardır. Bu mânâda da "ideal
hukuk" ve "tabiî hukuk"tan bahsedilir. Kaide ve ideal hukuk "objektif hukuk"tur.
2- Hakkın bir başka mânâsı salâhiyet ve iktidardır. Mülk hakkı, alacak hakkı,
babalık, velâyet ve vesâyet hakkı gibi tabirlerde hak bu mânâdadır. Bu mânâdaki
haklara da "sübjektif hak" ve "selâhiyet hak" denir.(1)
3- Bir mânâsıyla da hukuk ictimâî ilimler zümresine giren bir ilmi ifade eder.
Hukuk Fakültesi, kitabı, hocası dediğimiz zaman bu mana kastedilir.
B- MEFHUMU:
Hukuk, ictimâî münasebetlerin bir kısmını düzenlediğine göre önce bu mefhumlar
üzerinde durmak gerekecektir:
1- İctimâî Kaideler:
İnsanlar tek başına hayatlarını idame ettiremeyecek bir yaratılıştadır. Bu
durum, onların bir araya gelmelerini, mal ve emeklerini birleştirip karşılıklı
fedâkârlıklarda bulunmalarını zaruri kılmıştır.
İnsanlar tabiî veya irâdî olarak bir araya gelip, küçük veya büyük çapta bir
cemiyet kurulunca fiil ve hareketlerin, münasebet ve muâmelelerin muayyen bir
nizama bağlanması ve bir teşkilâta dayanması lâzım gelmektedir. Nizamsız
(düzensiz) ve teşkilâtsız cemiyet devam edemez.(2)
Cemiyet nizamını teşkil eden şey gaye kanunları (lois finale) yahut daha uygun
bir tabirle ictimâî kaideler (régles sociales)dir.
Sofra âdâbından kanunlara kadar varan ictimâî kaidelerin muayyen vasıfları
vardır:
a) İctimâî kaideler objektiftir; ferdi aşar, onun dışında mevcuttur, müşterek
hayattan doğmuştur.
b) Bu kaideler mecbûrîdir. Hepimiz kendimizi bu kaidelere riayete mecbur
sayarız. Ya ayıplanmaktan çekiniriz, veya vicdanımızın elem duymasından bıkarız,
yahut da bir üst kuvvetin tazyikinden, bize maddî veya mânevî bir acı
çektirmesinden çekiniriz.
c) İctimâî kaideler ortak ihtiyaçlar, müşterek tarih, akıl ve mâneviyattan
doğar.
2- İctimâî Kaidelerin Tasnifi:
a) Muhtevâ bakımından:
İctimâî kaidelerin bir kısmı fi'lin sübjektif dayanağı ile ilgilenmez; yâni
fâilin niyyet ve maksadının iyi veya kötü olduğuna bakmaz; sırf fi'lin dış
manzarasına bakar. Bunlar -âdet, görenek, moda ve muâşeret kaideleridir.
Buna mukabil bazı ictimâî kaideler ilk nazarda fâilin niyet ve maksadına bakar;
bunlar da din ve ahlâktır.
Üçüncü sınıf bir ictimâî kâideler manzumesi daha vardır ki, bunlar fâilin hem
niyet ve maksadına, hem de fi'lin şekline bakar. Bir kazâ eseri birisini öldüren
kimse ahlâken kötülük işlememiştir, fakat bir hukuk kaidesini ihlâl etmiştir.
Ancak kötü niyetinin olmaması cezasını hafifletir.
b) Şekil bakımından:
İctimâî kaidelerden bir kısmı çok kere muayyen bir şekil ve ifadeye bürünmüştür.
Bunlar kanun ve nizamnamelerde, her kelime ve cümlesi düşünülerek madde madde
yazılmıştır. Bu sayede mezkûr kaideler açıklık ve kesinlik kazanmıştır.
Hukuk dışındaki kaidelerin çoğu ise şekle ve yazıya bağlanmamıştır.
c) Müeyyide bakımından:
Bazı ictimâî kaidelerin müeyyidesi, yâni bu kaidelere aykırı hareket halinde
ortaya çıkan reaksiyon sırf mânevîdir. Bunlar âdet, muâşeret, ahlâk ve kısmen
din kaideleridir. Ayıplanmak, vicdan azâbı çekmek, günahkâr olmak hep mânevî
müeyyidelerdir.
Kaidelerin bir kısmının müeyyidesi maddî ve malî zarardır. İktisat kaidelerine
riâyet etmeyen malî zararla karşılaşır. Nihayet ictimâî kaidelerin bir kısmının
müeyyidesi de teşkilâtlanmış bir otorite; yani devlet tarafından tatbik olunan
maddî cebirdir. Bunlar da hukuk kaideleridir.
3- Hukuk'un Tarifi:
Hukuk mefhumunu vücuda getiren unsurları tesbit ettikten sonra pozitif; yani
belli bir zamanda ve yerde -kanunlar gibi- işlerliği olan hukukun tarifini
verebiliriz:
"Hukuk, cemiyette nizam tesis eden ve müeyyidesini amme vicdanının reaksiyonunda
ve bu reaksiyona tercüman olan devletin maddî icbar kuvvetinde bulan kaideler
manzûmesidir."(3)
1. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil, Esas Teşkilât Hukuku, (İst. 1960), C. I, s. 7 vd.
2. Nizam, bir bütünü meydana getiren parça ve unsurların metodlu bir şekilde
birbiriyle örgülenip bağlanması, ahenkli bir tarzda hareket etmesi halidir.
3. Geniş bilgi için bak: Başgil, age., C. I, s. 1-20; Prof. Hıfzı Veldet
Velidedeoğlu, Türk Medenî Hukukunun Umûmî Esasları, İst. 1951, s. 3-24.
II- FIKIH:
A- MÂNASI:
Faqîh, mütefaqqıh gibi kelimelerin de aslı olan "fıqh"ın lûgat mânası anlamak,
kavramak, idrak etmektir. Aynı mânayı ifade eden kelimelerden fıkh'ın farkı,
buradaki anlayışın sathî değil, derinliğine olması ve söyleyenin maksadını da
içine almasıdır.(4)
B- MEFHÛM VE ŞÛMÛLÜ:
Fıkıh kelimesi islâmın ilk devirlerinden zamanımıza kadar birkaç defa mefhum
değiştirmiş, buna bağlı olarak da fıkıh için çeşitli tarifler verilmiştir. Hz.
Peygamber ve Sahâbe devrinde fıkıh, tedvin edilmiş ayrı bir ilmin adı değildir.
İtikad, amel ve ahlâk konularında, kitap ve sünnetten anlaşılan, elde edilen
bilgiler fıkıhtır. "İlm" kelimesi de -bu devrede- aynı mânaya gelmektedir.
Ebû Hanîfe fıkıh'ı: "Kişinin, leh ve aleyhindeki şeyleri bilmesidir." diye tarif
ederken kelimenin şümûlü aynıdır. Ancak itikad, ahlâk... ilimlerinin mevzûları
zenginleşip husûsîleşince fıkıh kelimesi itikad ve ahlâk bilgileri dışında kalan
amel ve muamele ile alâlakı bilgilere, kaidelere tahsis edilmiş ve tarife
"...amel cihetinden..." ifadesi eklenmiştir.
İmam Şâfiî de fıkhı: "Dinin ameli hükümlerini, muayyen delil ve kaynaklarından
alarak elde edilen bilgidir" diye târif etmiştir.(5)
Bu tariflerde fıkhın içine "ibâdât, muâmelât, uqûbât" girmektedir.
Yani hem ibâdet bahisleri, hem de bu günkü mânada hukuk mevzûları fıkhın şümûlü
içindedir. Bu şümul son asra kadar devam etmiş, yazılan kitaplar bütün bu
mevzûları ihtiva etmiştir.
Umûmiyetle fıkıh bu şümul içinde ele alınmakla beraber bazı mevzûlar ve dalların
ayrı teklifler ve çalışmalara konu teşkil ettiği de olmuştur. Amme hukuku
dalında "el-Ahkâmu's-sultâniyye, es-Siyâsetü's-şer'iyye, Siyâsetnâme" isimli
kitaplar; devletler hukuku branşında "es-Siyer" kitapları, vergiler ve mâlî
konularda Ebû Ubeyd'in (v. 224/839) el-Emvâl'i, Ebû Yûsüf'un (v. 182/798) el-Harâc'ı
gibi kitaplar, miras hukukuna ait "Ferâiz" kitapları, hukuk nazariyyâtı ve
mücerred hukuk ilmi dalında Usûl el-fıqh kitapları... bu cümledendir.
Son asırda biraz ihtiyacın sevki ve biraz da batının tesiriyle fıkhın bazı
dalları müstakil isimler altında ayrılmıştır: Aile hukuku: "Münâkehât, müfâreqât"
âile ve şahsın hukuku "el-Ahvâlü'ş-şahsıyye, eşya ve borçlar: "el-Uqûd, el-iltizâmât",
ceza hukuku: el-Cinâyât et-Teşrîu'lcinâî", anayasa: "ed-Düstûr, Nizâmu'l-hukm...".
Eskiden fıkıh içinde mütâlâa edilen el-Âdâb, ahlâka, ibâdetler ise daha ziyade
bu mevzu için yazılmış kitaplara (meselâ ilmihallere) intikal etmiştir.
C- MÜSLÜMANLARIN HAYATINDA
FIKHIN YERİ VE ÖNEMİ:
İbâdeti, hukuku, ahlâkı, iktisâdî ve ictimâî ilişkileri içine alan Fıkıh,
çeşitli milletlerden oluşan islâm ümmetini birbirine bağlayan, birleştiren,
ümmetin bir özelliğini teşkil eden müessesedir. Bir mânada ümmetin hayatıdır.
Fıkıh'sız ümmet hayatını devam ettiremez. Kaynak olarak vahiy ve ictihada
dayanan Fıkıh, düzenlediği ilişkilerin çeşitlilik ve şümulü, hitab ettiği
insanların genişliği bakımından tektir, benzeri ne başka bir millette, ne de bir
başka peygamberin getirdiği dinde vardır. Fıkh'ın ihtiva ettiği konulara ve
düzenlediği ilişkilere bir göz atılırsa oldukça geniş ve benzersiz bir tablo ile
karşılaşılır: Fıkıh Allah ile kul arasındaki şahsî ilişkiyi düzenlemekle işe
başlar. Namazı, orucu, zekâtı, haccı, görünen ve görünmeyen (abdestsizlik,
cünüblük gibi) pisliklerden temizlenmeyi, sünneti, tıraşı, kılık kıyafeti
öğretir. Böyle bir müessese daha önce görülmediği ve bilinmediği için müşrikler
tarafından yadırganmış ve içlerinden birisi şöyle demişti: "Adamınız (Hz.
Peygamber) size her şeyi, hatta nasıl tuvalete çıkacağınızı öğretiyor? Bu
itiraza muhatap olan Selmân (r.a.) şu cevabı vermişti: "Evet, O bir kimsenin sağ
eliyle arkasını temizlemesini, abdest bozarken kıbleye dönmesini, kuru tezek ve
kemik kullanmasını yasaklamış, 'kimse üç taştan daha azıyla arkasını
temizlemesin' buyurmuştur."(6) Fıkıh bayram ve cuma gibi günlerde güzel
giyinmeyi, güzel kokmayı, yenecek ve yenmeyecek şeyleri, yeme içme âdâbını
öğretmiştir. Fıkıh toplum ahlâk ve düzenine el atmış, onu iyileştirmek için
gerekli tedbirleri almış, düzenlemeleri yapmıştır. Bu cümleden olarak hukukî ve
iktisâdî işlemlerde doğruluğu, akit ve sözün yerine getirilmesini emretmiş,
zina, içki, gıybet, söz taşıma, iftira, yalan şahitlik, jurnalcilik, hukuka
aykırı davranış vb.ni yasaklamış, bunları engelleyen müeyyideler getirilmiştir.
Fıkıh sosyal adâleti temin için zekât, keffaret, fitre, kurban şeklinde,
zenginlerin mallarında fakirler için hak tesis etmiştir. Müslümanların bir araya
gelmeleri, problemlerini görüşüp çözümler aramaları, bilgi, beceri ve kültür
alış-verişinde bulunmaları, aralarındaki kardeşlik bağlarını güçlendirmeleri
için hac, bayram, cuma gibi mecburi toplantılar tertip etmiştir.
Aile hayatını düzenlemiş, evlilik sayılan ve sayılmayan akitleri detaylarına
kadar açıklamış, maksada uygun aileyi koruyucu tedbirler getirmiş, uygunsuz aile
bağlarını sona erdirmeyi caiz kılmış, aile fertlerinin hak ve yükümlülüklerini
düzenlemiştir.
İctimâî bir varlık olan insanın ihtiyaçlarını göz önüne alan Fıkıh satım, kira,
rehin, kredi, şirket gibi mal-şahıs arası akitleri düzenlemiş, hukuk ve
ekonomide hileyi, aldatmayı, rızaya aykırı kazanmayı, güçlünün zayıfı ezmesini
yasaklamış, bunları önleyen hukuki müeyyideler getirmiş, bu cümleden olarak
toplumların âfeti olan faizi haram kılmıştır.
Toplum düzenini sağlamak üzere gerekli kurum, kuruluş ve bunların
sorumlulularını ele almış, bu cümleden olarak devlet başkanının nasıl
seçileceğini, toplumu nasıl yöneteceğini, haklarını ve sorumluluklarını, kazâ,
hisbe gibi diğer devlet kuruluşlarını, bunların vazife ve sorumluluklarını,
devletler arası ilişkileri, savaş ve barışta tutulacak yolu, düzeni bozanlara
karşı uygulanacak tedbirleri ve cezaları açıklamıştır. Denebilir ki Fıkıh,
ferdin doğumundan ergenlik ve rüşd çağına, evlenmesine, çocukları ile
ilişkisine, mesleğine, vefatına, vefatından sonra vasiyet ve mirasına, geride
bıraktıklarının korunmasına kadar hayatının bütün safhalarına el atmış, her
adımında onunla beraber olmuş, yol göstermiştir. Aynı husus toplum ve
toplumlararası ilişkiler için de söz konusudur.
Fıkıh toplumun yalnızca dünya hayatına ait bir kısım ilişkilerini düzenlemekle
yetinmemiş, dünya ve âhiret hayatını birlikte göz önüne almış, menfaatleri buna
göre dengelemiş, özellikle hukuki işlemlerde örf, âdet ve maslahata (amme
menfaatine) yer vermiş, devlet başkanını toplumun dini hayatında da başkan
(imam) olarak takdim etmiştir.
Tarihte İslâm ümmetinin adâletini dillere destan eden işte bu Fıkıh'tır. Bu
sebepledir ki Avrupa ülkelerinde ilk kanunlaştırma hareketleri başladığında
Birinci Napolyon gibi bazı devlet başkanları İslâm hukukundan yararlanmış,
iktibaslarda bulunmuşlardır.(7)
Bütün bu özelliklerine ek olarak Fıkıh, Hz. Peygamber'in Medine'ye hicretinden
vefatına kadar geçen on yıl gibi çok kısa bir süre içinde tamamlanmış,
kaynakları, esasları ve prensipleri bakımından eksiksiz olarak ümmete teslim
edilmiş, ictihad yoluyla geliştirilmesi ve değişen hayata intibakının sağlanması
onlardan istenmiştir. Buna mukabil Roma Hukuku, bu millet tarih sahnesinde on üç
asır kaldıktan sonra ancak Jüstinyen devrinde olgunluk çağına ulaşabilmiş ve
sistemleştirilip tedvin edilmesi için de 57 yıl gerekmiştir.
4. İbn Kayyim, İ'lâmu'l-Muvakkı'în, Kahire, 1955, C. I, s. 179.
5. Tehânevi, Keşşâfu-Istılâhâti'l-Fünûn, mukaddime.
6. Taş ile taharet suyun bulunmadığı, yahut az olduğu yerlerde söz konusudur.
Hadis için bak., Müslim, Tahâret, 57, 58.
7. El-Hacevî, el-Fikru's-sâmî, C. I, s. 14.
III-
İSLÂM'IN DOĞUŞU SIRALARINDA YAŞAYAN HUKUK SİSTEMLERİ:
İlk vahiy, Hz. Peygamber'e (s.a.) M. 610 yılında gelmiştir. Şu halde İslâm'ın
doğuşu, 7. asrın başlarına rastlamaktadır. Bu asırda İslâm'ın çevresinde, iki
büyük ve hâkim devlet birbiriyle mücadele halindedir: Roma (Bizans) ve İran (Sâsânîler.)
Bir de Hicaz'da yaşayan, bilhassa Yebrib'de ictimâî ve siyâsî hayata müessir
bulunan Yahûdiler vardır. Burada mezkûr iki devletin ve İsrailoğulları'nın hukuk
sistemleri üzerinde kısaca duracağız.
A- İRAN HUKUKU:
İslâm'dan önceki İran Hukuku'na dair elimizde müdevven bir kanun veya hukuk
kitabı mevcut değildir. Ancak eski İran dinlerine(8) ait an'aneler, mukaddes
kitaplar, destanlar ve tarihi kaynaklarda, mevkür hukuka ait kaideler ve
maddeler bulunmaktadır.
1- Dinî Kitaplarına Göre Eski İran Hukuku:
Bütün şark memleketlerinde olduğu gibi İran'da da medenî hukuk ile cezâ hukuku
dine bağlıdır.
Borçlu olmak büyük bir kusurdur.
Akitler sözlü, yeminli ve kıymetine göre değişen rehinli olarak kısım ve
derecelere ayrılmıştır. Akdin gereğini yerine getirmeyen kimse bir üst dereceden
akdin kıymetini ödemeye mecburdur.
İmkânı olduğu halde borcunu ödemeyen hırsız sayılır.
Bir kimsenin diğerine fi'lî tecâvüzü kırbaçla cezalandırılır. Tecavüz silâh
çekmekten, ağır yaralama ve duyu organını iptale kadar yedi derecede olup
bunların cezası beşten doksana kadar kırbaçtır. Kırbaç, tazminat ödenerek satın
alınabilir.
Gerçeğin ve suçlunun anlaşılabilmesi için bir müddet suya batırma, kaynar sudan
altın yüzüğü çıkarma ve ateş ile "manevî tecrübe" esası kabul edilmiştir.
Avesta'da evlilikten çok az bahsedilmiştir. Taaddüd-i zevcât ve kardeşlerin
birbiriyle evlenmeleri tecviz edilmiştir.
Avesta şahsî intikam hakkını da tanımıştır.
2- Diğer Kaynaklara Göre İran Hukuku:
a) İdare şekli:
İran'da istibdad ve zâdegânlık, bir nevi derebeylik hâkim idi. Sâsâniler
zamanında derebeyliklerin hükümdara bağlılığı sıkı ve kuvvetli idi.
Ahâli, dört sınıfa ayrılmıştı: Kâhinler (mûbed), asiller (zâdegân), çiftçiler ve
zanâatkârlar. Rivâyetler bu taksimi Zerdüşt'e kadar çıkarır. Ancak burada
sınıflar Hindistan'daki kastlar gibi değildir; birinden diğerine geçmek
mümkündür.
"Dihkan" denilen ve kendi topraklarında oturan zâdegân, milletin asıl kuvvetini
teşkil eder, onların emrinde çiftçiler bir nevi köle gibi yaşarlardı. Dihkanlar
gerekli askeri temine mecbur idiler. Ayrıca esaret, borç ve vergi kaynaklarından
da köle elde edilirdi. Borcunu ödemeyen, vergisini veremiyen köle olarak satılır
ve "köle azad edilmez" idi.
Mûbedler arasından seçilen hâkimler gezgin idi, dolaştıkları yerlerde mahkeme
kurar, çok nadir dâvaları hükümdara havâle ederlerdi.
b) Âile:
Millet kabîlelere, kabileler -dedelere göre- kısımlara ve hânelere bölünmüştü.
Hâne reisinin çocuklar, hatta evden ayrılmamış kardeşler üzerinde -öldürmeye
kadar varan- mutlak bir hâkimiyeti vardı.
Kadın hâne içinde hürmet görür ve birden fazla kadınla evlenmek caiz olmasına
rağmen evde meşru olarak yalnız bir kadın bulunurdu.
İran âile hukukunu diğer "Hindî-Avrupâî" milletlerin hukuklarından ayıran husus,
kardeşler, ebeveyn ve çocukları arasında fuhşu menetmesi bir yana teşvik eylemiş
olmasıdır.
Evlenirken kız ailesinden satın alınır, tayin edilen bir çeyizi de baba veya
akrabasından alarak koca evine götürürdü.
Koca, zifaf gecesinin sonunda bin ilâ ikibin gümüş ve iki altınlık bir "sabah
bahşişi" verirdi.
Alınan zevcenin kız veya dul oluşuna, velinin rızası bulunup bulunmayışına ve
ortaya sürülen şartlara göre beş nevi evlilik tesbit edilmiştir.
c) Evlâtlık ve kardeşlik edinme:
Bir askerî merasim veya senetle evlât edinme muâmelesi câri idi.
Çok defa savaşçılar arasında kardeşlik akdi de yapılırdı.
d) Mülkiyet hakkı:
İranlılar ticaret ve zanâatla meşgul olmazlardı. Bunları kendi arzularıyla
Yunanlı veya Yahudilere bırakmışlardı. Onlar ziraatle meşgul olurlardı. Sulama
usûlü çok ileri gitmişti.
Bazan devlet su kanalları açar, çok defa bunu halka bırakır ve arâziyi suya
kavuşturana, mükâfat olmak üzere, beş batın süresince istifâde hakkı tanırdı.
Son Sâsânî hükümdarlarından birisi tarafından tesis edilmiş bir "Ziraat
Bankası"ndan bile bahsedilmektedir.
Nehrin iki yakasında arâzisi olanların nehirdeki tasarruf hakları bir atın
bacağı görünmeyecek noktaya kadar uzanırdı.
Taşınmaz (gayr-i menkul) malların intikali ancak yazılı olur; ayrıca kırk yıllık
mürûr-i zamanla da mülkiyet sabit olurdu.
Bulunan eşya hükümdara ait idi.
e) Vergi:
Arâzi vergiye tâbi idi. Önceleri mahsûlün üçte veya dertte biri aynen alınırdı.
Sonra -500 milâdî yılına doğru- arâzi yazılarak bir ıslâhât yapıldı ve aynı
zamanda nakdi vergi esası getirildi.
Umûmiyetle vergi ve toplama usulü ağır ve amansız idi.
f) Miras:
Vasiyet yoksa terike ö
lünün erkek ve evlenmemiş kız çocukları ve eşleri arasında eşit olarak taksim
edilirdi. Evli kızların daha önce babalarından aldıkları çeyiz onların miras
hissesi sayılmıştır. Hayatta malın hepsini hibe etmek caizdir. Fakat vasiyyet
ancak varislerin hepsine şâmil ise geçerlidir.
g) Mallarda ortaklık:
Bir ara Mezdek isimli bir sahte peygamber ortaya çıkarak mal ve kadınlarda
ortaklık fikrini ortaya attı. Mezhebi süratle yayıldı. Zamanın hükümdarı Kubâd
onunla müzakereye oturmak mecburiyetinde kaldı. Fakat çok geçmeden reaksiyon baş
gösterdi. Kubâd'ın oğlu Kisrâ Nûşirevân, mûbedlerin yardımıyle Mezdek'in
sahtekârlığına ikna edildi, mezhebi ortadan kaldırıldı. Aileler yeniden teşkil
edildi ve mallar da sahiplerine iade edildi. (M. 528 senesine doğru).
h) Yazılı vesika:
Menkul olmayan mallar yazılı senetlerle alınır satılırdı. Akitler için de
bükülmüş, üzeri üç şahit tarafından imzalanmış senetler kullanılırdı.
Menkullerin satışında akit malın değil, bedelin teslimi ile kesinleşirdi.
i) Kefâlet:
Veresiye alış-veriş ve akitlerde kefil istenirdi. Alacaklı önce kefile baş
vururdu. Kefil de borçludan rehin alırdı. Kefilsiz borçlar vecibe doğurmazdı.
ı) Ceza:
Ceza intikam esasına dayanır, ağırdır ve şahsî değildir.
Birisi diğerini öldürünce maktûlün yakınları büyük bir gürültü ve ağıt ile
hâkime baş vururlar. Hâkim onları diyet (tazminat) alarak katili affetmeleri
için ikna etmeye çalışır. Kabul etmezlerse katili teslim eder, onu öldürür hatta
bazen kanını dahi içerlerdi.
İran şahlarından Perviz'in: "Babasını öldüreni öldürmeyen piçtir" dediği
meşhurdur.
Devlete hiyanet eden kimse, âile efradıyla beraber öldürülürdü.
Askerden kaçmak veya askere gitmemek, dinden çıkmak da idamı gerektirirdi.
Devlet aleyhinde işlenen ağır suçlar gözlerin çıkarılması, el veya ayakların
kesilmesi gibi cezalarla karşılanır. Ancak bu cezaların paraya çevrilmesi de
mümkündür.
j) Muhâkeme usûlü:
Suçu isbat için şahid aranır, erkek, tek şahidin -akraba da olsa- şahitliği kâfi
gelirdi.
Şahid yoksa işkence ve manevî tecrübeye baş vurulurdu.
Suçlunun geçmişi göz önüne alınır, iyi halleri hafifletici sebeb olurdu.
İran hâkimleri ilâmlarına gerekçe yazmazlardı.(9)
8. İran Hukuku üzerinde iki dinin önemli tesirleri olmuştur: Mazdeizm ve
Maniheizm.
Mazdeizm (Zerdüşt Dini): Zerdüşt -rivâyete göre- MÖ 7. asırda İran'da yaşamış
bir din kurucusudur.
Zerdüşt'e göre iki ilâh vardır: Ahura-Mazda (hayır ilâhı), Ahriman (şer, kötülük
ilâhı); birincisi bütün hayır ve iyiliklerin, ikincisi ise her nevi kötülüğün
yaratıcısıdır. Bu ikisi devamlı mücadele halindedir. İnananların vazifesi hayır
ilâhının zaferine yardım etmektir. Ve bu ilâh mutlaka Ahriman'a galip
gelecektir.
Bugün İran'da "Gebr" denilen Mazdeistler oldukça azdır. İslâmın zuhurunda İran'ı
terkederek Hindistan'a yerleşen Mazdeistlere burada "Parsî" denmektedir.
Mazdeizm'in mukaddes kitabı "Zend-Avesta"dır. Birçok ahlâkî hükümleri ihtiva
eder. Avesta'nın birinci bölümünde (vendidad) medenî ve mezhebî kanunlar yer
almaktadır. Bu dinde ziraat ibadet telâkkî edilmiştir.
Maniheizm: Hıristiyanlık ile Zerdüşt dinin birleştirilmesiyle meydana getirilmiş
olan bu dinin kurucusu Manikhe ve Manes (M. 215-276. ismiyle bilinen bir
İranlıdır. Manes, Zerdüşt dininden nur ile zulmet, hayır ile şer inancını
almıştır. Ancak bunlar ebedîdir. Birincisini Allah yaratmıştır. Şer ve zulmetin
mümessili ise şeytandır. Bu ikilik insanlarda da mevuttur. İnsanın iki ruhu
vardır: Hayır ruhundan iyilikler ve iyi vasıflar, şer ruhundan ise bunların
zıtları doğar.
Manes, hıristiyanlıktan da İsâ'nın ulûhiyeti inancını almıştır. O, insanlardaki
nur ve ziyâyı inkişâf ettirmek için gelmiştir; insanlığın kurtuluşu İsâ
sayesinde olacaktır.
Manes, İsâ dinini ikmâli için geldiğini ve İsâ'nın çarmıha gerilmediğini iddia
eder. O'na göre ölümden sonra cismânî dirilme yoktur.
Manes zahitliği, dünyadan vazgeçmeyi tavsiye eder. Katil , zina, cimrilik, yalan
gibi fiil ve duyguların terkini ister.
Meşhur Saint Augustin (354-430) hıristiyan olmadan önce maniheist idi. Bu din
üçüncü asrın sonu ve 4. asrın başlarında Irak, Mısır, Şimâlî, Afrika, İran ve
Çin Türkistanı'nda hayli yayılmış idi. Araplar bu dinin saliklerine "zındık"
derler.
Prof. S. Maksûdî Arsal, age., s. 58-62.
9. el-Makdisî, el-Bed'u ve't-târîh, C. IV, s. 21, 26 vd.; Mahmud Es'ad, Târih-i
İlm-i Hukuk, İstanbul, 1331, s. 169-183.
1. Prof. Dr. S. Maksûdî Arsal, Türk Tarihi ve Hukuk, İst. 1947, s. 7-17.
2. M. Yûsüf Mûsâ, el-Emvâl ve Nazariyetü'l-akd..., Kahire, 1952, s. 19; Târihu'l-fıkhı'l-İslâmî,
Kahire, 1958, s. 14 vd.; Muhammed b. el-Hasen el-Hacevî, el-Fikru's-sâmî...,
Medîne 1396, C. I, s. 3 vd.
3. Dr. Ali Hasen Abdulkadir. M. el-Hudarî, M. Ahmed ez-Zerkâ... bu yolu takip
etmişlerdir.
B- ROMA HUKUKU:
1- Devirleri:
Roma hukuku, başlangıcı Roma tarihinin ilk devirlerine kadar uzanan ve milâdî
altıncı asırda Jüstinyen'in (Justinianus) kanunlarıyle nihayet bulan uzun bir
gelişmenin mahsulüdür. Yani bu intişafın takriben bin yıldan fazla sürmüş bir
tarihi vardır. Bu uzun gelişme çağlarında mezkür hukuk âni değil, tedricî
inkılâp ve değişmelere uğramış, mütemâdiyen şeklini değiştirmiştir. Öyle ki
meselâ cumhuriyet ve prenslik devirlerinin hukuku, Jüstinyen hukukundan derin
bir şekilde ayrılmaktadır. Doğrudan doğruya Roma hukukundan ve bu hukukun modern
hukuklar üzerindeki tesirinden bahsedildiği zaman daha çok son safhası (Jüstinyen
hukuku) kastolunmaktadır.
Umûmiyetle Roma hukukunu kavrayabilmek için şu beş devreyi göz önünde
bulundurmak gerekir:
a) Roma'nın başlangıcından (M.Ö. 754), milâttan önce dördüncü asra kadar süren
"eski hukuk devri". Bazı müellifler bu devre "krallık devresi" demişlerdir.
b) İkinci Pön harbinden (M.Ö. 200) Prensliğin kuruluşuna kadar devam eden devre.
Bazılarına göre bu devre M.Ö. 509 yılında kralların kovulmasıyla başlar ve adına
"cumhuriyet devri" denir.
c) Prenslik devrinden milâdî üçüncü asrın ortalarına kadar devam eden "klasik
hukuk devri".
Bazı Roma hukukçularına göre bu devre M.Ö. 27 yılında Augustus ile başlayıp M.
284 yılında Diocletianus ile son bulan "pirenslik" devridir.
d) Klâsik hukuk edebiyatının birden sona ermesiyle başlayan ve Jüstinyen
kanunlarıyla sona eren "Bizans" devri.
Daha çok amme hukukunu nazar-ı itibare alanlara göre bu devre M. 284-565 yılları
arasında geçer ve "aşağı imparatorluk devri" adını alır.
e) 565'ten 1453 yılına kadar devam eden "Bizans İmparatorluğu" devresi.
2- Devirlerin Hususiyetleri:
a) Birinci devre:
Bu devre hukukunda cezâî hükümler çoktur. Hukukî münasebetlerin çoğu, muhtemelen
menşeleri rahiplerin dinî hukuklarında bulunan cezâî hükümlerin ve kanunların
himâyesine alınmıştır. Ancak cumhuriyet devrinden önce yazılı bir hukuk mevcut
olmayıp teâmülî hukuk hakimdir. Bu sebeple de mevkür devreye ait bilgiler kat'i
değildir.
b) İkinci devre:
Bu devrede hukukî münasebetleri tanzim eden üç nevi kanun ve hukuk kaynağı ile
karşılaşıyoruz: Oniki levha kanunu, halk meclisleri kanunları ve pretor
beyannâmeleri.
aa- Oniki levha kanunu:
M.Ö. 452 yılında yazılı olmayan hukuku tedvin için halk tarafından seçilen on
kişi iki yıl çalışarak oniki levhaya, hukukun bütün sâhalarına ait maddeleri
yazmışlar ve bunlar halk meclislerince kabul edilerek kanunlaşmıştır.
Bronz veya tahta yahut da fildişinden olduğu söylenen levhalar Roma'nın en büyük
meydanına (Forum Romanum) asıldı ise de 60 yıl sonra Galler'in Roma'yı
yağmalamaları sırasında imha edilmiştir.
Tarihçi ve hukukçuların naklettiği kısımlardan anlaşıldığına göre 12 Levha
Kanunları iki gaye güdüyordu:
Siyasi gayesi: Asillerle halk arasında mümkün olduğu kadar eşitlik sağlamak ve
vatandaşları, idarecilerin keyfi davranışlarına karşı korumak. ancak kanunlar
bunu tam mânasıyla gerçekleştirememiştir; o devirde asiller ile halk arasındaki
evlenme yasağı devam etmektedir.
Hukuki gayesi: Eski teâmül hukukunu toplayıp tesbit etmek.
Oniki Levha Kanunu ibtidâî bir hukuk seviyesini temsil etmektedir. Ayrıca
umûmiyetle Roma hukukuna hâkim olan "şekilcilik" karakteri burada da kendini
göstermektedir. Bazı örnek hükümler:
Bir kimse, kendisine borçlu olan vatandaşı hâkim (majistra) önüne götürür,
borçlu borcunu ödeyemezse muayyen şekillere riâyet ederek ona el kor, evine
götürür ve zincire vurur. Muayyen zaman içinde yine ödeyemezse öldürebilir. Veya
köle olarak satar. Alacaklı birden fazla ise borçlu, alacaklar nisbetinde
parçalara ayrılır...(10)
Devlete ve ammeye karşı işlenen suçların çoğuna ölüm cezası verilir: Vatana
ihanet, ana veya babayı öldürme, kundakçılık (suçlu kırbaçlanır, zincire
vurulur, ateşle öldürülür), yalancı şahitlik (suçlu uçuruma atılır), hâkimin
rüşvet alması, üfürükçülük bu suçlar arasındadır.
Bazı suçlar ilâhların mukaddes haklarına tecavüz şeklinde anlaşılır, suçlu
cemiyet dışı ve her türlü haklardan mahrum bırakılır. Herkes tarafından
öldürülebilir.
Hususî menfaatlere ve şahıslara yönelik suçlarda şahsî intikam usûlü câridir.
Diyeti kabul etmezse suçlu, zarar görene teslim edilir; o da göze göz, dişe diş
şeklinde öcünü alır.
Hırsızlık gece olur, suçu işlerken yakalanırsa hırsız öldürülebilir. Daha hafif
durumlarda hırsız yaptığı zararı iki misli ile öder.
Aile reisi babadır. Riyaseti altındakilerin hayat ve ölümlerine şâmil bir baba
hâkimiyeti vardır. Bazı malların mülkiyetinin devren iktisabı için malın,
tarafların, beş şâhidin (bâliğ Roma vatandaşı) ve bir terazicinin hazır
bulunması şarttır. Ve bir seri şeklî muâmele cereyan eder..."(11)
ab- Halk meclisleri:
Majistra'nın teklifi, çeşitli halk meclislerince kabul edilmekle kanun hükmünü
alırdı. Oniki Levha Kanunları böyle kabul edilmiş ve daha sonra da bu şekilde
bir çok kanun çıkarılmıştır.
ac- Pretor beyannâmeleri:
Pretor bir nevi hâkimdir. M.Ö. 367 yılına kadar kazâî kuvvet, cumhuriyet
devletinin en yüksek makamları olan Konsüller'in elinde idi. 367'de şehir
dahilindeki vatandaşların dâvaları ile meşgul olmak üzere pretorluk makamı ihdâs
edildi.
Pretor sadece bir hâkim ve adliye memuru değildi. Konsülün halefi olduğu için
kazâ sâhasında Roma devletinin isteğini temsil ederdi. Bu sebeple hukuku inkişaf
ettirmek vazifesi de ona aitti.
Önceleri Oniki Levha Kanunu'na göre dâvacının iddiâları jüri tarafından
dinlenir, haklı görüldüğü takdirde pretora düşen kanunu tatbik etmek, dâvalıyı
mahkûm eylemekten ibaret olurdu.
Fakat devletin ve iktisadî şartların terakkisi neticesinde eski kanunlar hukukî
hayatın tanzimi için kâfi olmaktan çıkmış; hüsnüniyete dayanan şekilsiz
muâmeleler çoğalmıştı. Bunun üzerine "formül usûlü" kabul edildi. Bu usûle göre
taraflar, anlaşmazlık halinde hakimin kararına tâbi olmaya kendilerini icbar
eden bir anlaşma akdediyorlardı. Hakimi bağlayan bu anlaşma kısa bir formül
şeklinde yazılıyordu. Pretor da her yıl riâyet edeceği prensipleri beyaz bir
levhaya yazarak ilân ediyordu ki buna beyanname mânasında "edictum" deniyordu.
Beyannamelerde yazılı prensip ile kaideler sonra gelen pretorlar tarafından da
tatbik edilebilirdi. Bu şekilde, kanunlar ve teâmüllerin yanında bir de pretor
hukuku inkişâf etti. Bu hukuk, amme menfaati uğrunda medenî hukuku düzeltmek,
ona yardım etmek, onun yerini tutmak üzere pretorlar tarafından konmuş
hukuktur.(12)
Umûmiyetle pretorlar Roma hukukunu inkişaf ettirmiş, eski dar, şekilci, bazen
zâlim kaideler yerine daha ileri, insanî prensipler vazetmişlerdir.(13)
c) Üçüncü devre:
Prenslik devrinde daha önceki hukuk kaynakları devam etmekle beraber bazı
değişiklikler olmuş ve bu arada Senatus (âyân meclisi) kararları önemli rol
oynamıştır. Sezar, Senatus ile mücâdele edip onu nüfuzu altına aldığı halde
evlâtlığı Augustus ona hürmet göstermiş ve muhafaza etmiştir. Senatus'un kanun
koyma selâliyeti yoktu, o bir istişâre mercii idi. Fakat halk meclislerinin
kabul ettiği kanunlar çok defa Senatus'dan gelen teklife uygun olurdu.
Augustus ictimâî emellerini gerçekleştirmek için halk meclislerinden istifade
etmiş, Roma cemiyetini bozulmaktan korumak maksadiyle evlenmeyi teşvik, köle
azat etmeyi meneden kanunları buradan çıkarmıştır.
Bu devrede inkişaf eden bir hukuk kaynağı da imparator emirnâmeleridir. Devrin
özelliği icabı pretorun selâhiyeti daralmış, imparatorların iktidar ve
selâhiyeti artmış, emir ve beyanları kanun mahiyetini iktisap etmiştir.
Yine bu devrede imparatorlar tarafından hukuk âlimlerine, hukuki sorulara cevap
verme, açıklama... selâhiyeti verilmiş, zamanla âlimlerin cevap ve açıklamaları
kanun hükmünü hâiz olmuş, büyük hukukçular yetişmiş ve eserler vücuda
getirilmiştir.
d) Dördüncü devre:
Mutlak kırallık devrinde devletin idaresi tamamen hükümdarın eline geçtiği zaman
onun herhangi bir hukukî faaliyeti, şekli ne olursa olsun kanun hükmünü
alıyordu. Hukukî lisanın eski ağır ve dar şekli terkediliyor, vak'aların
münferid olarak halli, hukukun kanunlarla tanzimine tercih ediliyordu. Bunun
sebebi kanunların pek çok ve dağınık oluşu idi. Yine bu sebeble kanunların
toplanması faaliyetine girişildi. Birçok toplamalar ve tedvinler arasında en
önemlisi İstanbul'da İmparator Jüstinyen tarafından yapılanıdır. İmparatorun
emriyle I. ve III. asırda yaşamış olan 39 hukukçunun eserlerini 16 kişilik bir
komisyon derlerdi. Bu mecmûa 30.12.533 tarihinde mer'iyete girdi. Bundan önce ve
sonra da önemli toplama ve derlemeler yapılarak mer'iyete kondu. Jüstinyen
müdevvenatı dört kısımdan mürekkep olup hepsine birden "Corpus juris Civilis"
denir ki "Medenî Hukuk Külliyâtı' mânasını ifade etmektedir.
e) Beşinci devre:
Jüstinyen'in faaliyetiyle Roma hukukunun bin senelik inkişâfı sona ermiştir.
İmparatorluğun yıkılmasından sonra XI. asırdan itibaren kuzey İtalya'daki hukuk
mektepleri mezkür müdevvenâtı ele almış, okutmuş, işlemiş ve modern hukuk
üzerindeki tesirini temin etmişlerdir.(14)
3- Roma Hukukunun Sistemi:
Her ilim kendi mevzûunu rasyonel bir sistem çerçevesi içinde; yâni bazı esaslara
göre tertip edilmiş bir nizam dahilinde arzetmek ister.
Jüstinyen müdevvenâtından Institutions kısmının baş tarafında ve daha başka
kısımlarda hukuk ilmini ikiye ayıran bir metin görülmektedir:
"Bu tahsilin iki kısmı vardır: Amme hukuku ve Hususî hukuk. Amme hukuku Roma
devletine, Hususî hukuk ise fertlerin menfaatlerine tealluk eder; çünkü bazı
menfaatler umûmun menfeatlerindendir. Bazıları ise özel menfeati alâkadar eder."
Bugün yukardaki taksime temel teşkil eden "Umûmî veya husûsî menfeat" mülâhazası
tatminkâr olmamakla beraber âmme-husûsî ikiliği, hukuk taksiminde günümüze kadar
devam etmiştir. Roma hukuku müdevvenâtı içinde âmme hukukuna pek tesadüf edilmez
ve modern hukuka bu bakımdan önemli bir tesir bahis mevzûu değildir. Fakat
husûsî hukuk sâhasında durum aksinedir.
Hususi hukuk Gaius ve Jüstinyen'in eserlerinde şu taksime tâbi tutulmuştur:
"Kullandığımız bütün hukuk ya şahıslara, ya mallara, yahut da dâvalara tealluk
eder."
Zamanla âmme hukuku -Avrupa hukuklarında- esas teşkilât, idare, ceza, devletler
umûmî... kısımlarına ayrıldığı gibi husûsi hukukun bu üçlü taksimi de
değişikliğe uğramıştır:
a- Şahıslara tealluk eden hukuktan "Şahsın Hukuku" ve "Aile Hukuku".
b- Mallara tealluk eden hukuktan "Aynî Haklar" veya "Eşya Hukuku", "Borçlar
Hukuku" ve "Miras Hukuku".
c- Dâvalara ait hukuktan ise "Usûl Hukuku" doğmuştur. Bugün Usûl Hukuku, amme
hukuku kısmında yer almaktadır.(15)
4- Roma Hukukunun Tatbik Sâhası:
Roma Hukuku tatbik sâhası bakımından cumhuriyetin son asırlarında ikiye
ayrılmıştır: Medenî Hukuk, Kavimler Hukuku.
"Medenî Hukuk" asıl Roma Hukuku'dur ve yalnızca romalı vatandaşlara tatbik
edilir. Diğer milletler -Romalılara göre- medenî olmadıklarından onlara bu hukuk
tatbik edilmez; onlar hukuk dışı kabul edilirler ve Roma hukukunun bahşettiği
haklardan faydalanamazlar. Hukukî münasebetleri, kendi örfü-âdetlerine veya özel
hukuklarına göre tanzim edilir ve buna da "Kavimler Hukuku" denir.
5- Roma Hukukunun Dünya Hukukuna Tesiri:
Bugün yürürlükte bulunan hukuk sistemlerinin çoğunun kaynakları arasında Roma
hukuku vardır. Almanya, Fransa, İtalya, İsviçre ve dolayısıyle Türkiye gibi
memleketlerde husûsi hukuk kaidelerinin mühim bir kısmının kaynağını Roma hukuku
teşkil etmektedir. Bu tesirin başlangıcı XII. asırda İtalya'da Bolonya
Üniversitesindeki tedrisat ile olmuştur. Avrupa'nın çeşitli yerlerinden buraya
akın eden talebe, okudukları ve öğrendikleri Roma hukuku mefhumlarını
memleketlerine dönüp hâkim oldukları zaman tatbik etmekten çekinmiyorlardı. Bu
kapitalist hukuk yeni zamanı hazırlayan ictimâî ve iktisadî şartlara uygun
geliyordu. İşte bilhassa İtalya'da tahsil etmiş hukukçular vasıtasıyle Roma
hukukunun Batı memleketlerine sirâyet etmesine ve onlar tarafından kabul
edilmesine "Roma Hukukunun iktibası (reception)" denmektedir.
Orta zamanların sonunda kendilerine "Roma İmparatoru" dedirten Alman
İmparatorları XV ve XVI. asırda Roma hukukunu kül halinde kabul ettiler ve 1
Ocak 1900'de Alman Medenî Kanunu kabul edilinceye kadar mezkür hukuk yürürlükte
kaldı.
Roma Hukuku Yunatistan'da da 1940 yılına kadar câri olmuştur.
Bugün Roma Hukuku hiçbir yerde doğrudan doğruya yürürlükte değildir. XIX. ve XX.
yüzyılda Avrupa ve Avrupa harici devletler, hukukun çeşitli sâhalarında millî
kanunlar yapmışlardır. Ancak buralarda hususî hukukun kanun ve kaideleri
-memleketlere göre az veya çok olarak- Roma hukukundan gelmektedir. Güney ve
Orta Amerika ile Asya ve Afrika'nın birçok devleti kanunlarını, Fransız, Alman
ve İsviçre kanunlarını model alarak yaptıkları için Roma Hukuku mefhumları bu
kanunlarda -dolaylı olarak- yaşamaktadır.
Bu sebeple birçok memleketin Hukuk Fakültelerinde Roma Hukuku kürsüleri vardır
ve bu hukuk tedris edilmektedir.(16)
10. Schwarz, Roma Hukuku, (İst. 1945), s. 91 vd.
11. Bu konuda geniş bilgi için bak. Schwarz, age, s. 87-107.
12. Honig, Roma Hukuku, s. 24.
13. Schwarz, age, s. 125 vd.
14. Geniş bilgi için Honig ve Schwarz'ın eserlerine bakınız.
15. Schwarz, age, s. 23-30; Honig, age, s. 8 vd.
16. Roma Hukukunun umûmî vasıfları ve İslâm hukuku ile mukayesesi için bak. H.
Karaman, Yeni Gelişmeler Karşısında İslâm Hukuku, İst. 1987, s. 76 vd.;
Mukayeseli İslâm Hukuku, İst. 1986. s. 30-35.
C- İSRAİL HUKUKU:
1- İsrail Hukukunun Kaynakları:
Kaynaklar bakımından İsrail Hukuku iki devreye ayrılır:
a) Birinci devre: Kudüs'ün Romalılar tarafından tahribine kadar (M. 70) devam
eder. Bu devrede kaynak Mukaddes Kitabın birkaç bölümü (sifri) ile an'anelerdir.
Muhtevâ ise: Ceza hukukuna ait bazı hükümler, mukavelelerin ihlâline dair bazı
kaideler, evlenmeye mahsus bir takım ihtar ve yasaklar, âilenin teşekkülü ve
idaresine ait bazı esaslardan ibarettir.
b) İkinci devre: Kudüs'ün tahribi, Yahudilerin imhası, kalanların dağılması
İsrail hukukunun da yok olmasına âmil olur sanılmasına rağmen durum aksine
olmuştur.
Bu müthiş olaylardan bir asır sonra Yahuda Hakaduş isimli zengin bir haham
Taberiye mekteblerini ve yahudî rûhânî hükûmetini yeniden kurmuş ve otuz yıl
çalışarak "Mişnâ" isimli bir düstûr tanzim etmiştir.(17)
Yahûdi alimleri ve hahamlarının tefsir ve ictihadları ikinci bir kaynak daha
meydana getirmiştir ki buna da "Talmud" denir.(18)
2- Mukaddes Kitaplara Göre İsrâil Hukuku:
Ceza Hukuku:
a) Şahsî intikam menedilmiş, cemiyet namına kanunen cezalandırma esası
getirilmiş, kısas usulü benimsenmiştir. (Tekvin: 9, Sayılar: 35/16 vd.)
Katilin öldürülmesine karşılık diyet (kan bedeli) kabulü menedilmiştir.
(Sayılar: 35/ 31)
b) Cezanın şahsiliği kabul edilmiştir. Suçlu yakalanamadığı takdirde onun
yakınlarının cezaandırılması ve onlardan intikam alınması yasaklanmıştır. (Tesniye:
24/16)
c) Bazı cezalar:
"Ve adamlar kavga edip bir kadına çarparlar ve onun çocuğu düşerse ve bir zarar
olmazsa kocasının tayin ettiği tazminatı hâkimler vasıtasıyle ödeyecektir. Fakat
zarar olursa o zaman can yerine can, göz yerine göz, dişe diş, ele el, ayağa
ayak, yanığa yanık, yara yerine yara, bere yerine bere vereceksin."
"Ve eğer bir öküz, bir erkeği ve yahut bir kadını süserse ve o ölürse öküz
mutlaka taşlanarak öldürülecek (recm) ve eti yenmeyecektir... Öküzün süstüğü
öteden beri biliniyorsa ve sahibine söylenmiş o da zaptetmemiş ise sahibi de
öldürülecektir. Eğer fidye konursa canının fidyesi olarak verecektir." (Çıkış:
21)
"Eğer bir adam nişanlı olmayan bir kızı aldatır ve onunla yatarsa ağırlığını
vererek onu alacaktır. Eğer kızın babası vermezse o zaman kızlara verilen
ağırlık kadar para verecektir"; (Çıkış: 22)
Hırsızlık yaparken yakalanan kimse öldürülürse diyet ödenmez.
Öküz, koyun gibi hayvanları çalan satar veya boğazlarsa dört beş katını öder.
Ödeyemez ise hırsız satılır ve bedeliyle ödenir; (Çıkış: 22)
d) Öldürme suçunda kullanılan âlet nazar-ı itibâre alınmış, öldürücü âletler
kullanıldığı takdirde "maktûlün yakını katili bulduğu yerde öldürür" denmiştir;
(Sayılar: 35)
e) Katili mechûl cinâyetlerde "kasâme usûlü" kabul edilmiştir. Buna göre
maktûlün bulunduğu arâzî hangi şehre yakın ise oranın ihtiyarları, kâhinlerin
önünde, boğazlanmış -hiç çalıştırılmamış- bir inek üzerinde ellerini yıkayarak
yemin edecek, "öldürmedik, öldüreni görmedik" diyeceklerdir; (Tesniye: 21)
f) İdamı gerektiren diğer suçlar:
Güneş, Ay ve semâvî varlıklara tapınanlar idam edilir; (Tesniye: 17).
Yahova'dan başkasına kurban kesen, Rabbin ismine söven öldürülür; (Çıkış: 22,
Levililir: 24).
Adam çalan öldürülür; (Çıkış: 21)
Evli veya nişanlıların zinası recmi gerektirir. Evlenen kız bâkire çıkmazsa recm
olunur; (Tesniye: 22).
g) Ta'zir cezası:
Muayyen cezalar dışında, kanuna aykırı hareket edenleri hâkim 39 deyneğe kadar
vurdurarak cezalandırabilir; (Tesniye: 25).
h) İsbat ve lânet:
İsbat daima şahidler ile olur. Bazı durumlarda sanık, yemin ile berâat eder.
Zina isnadında şahit bulunmazsa kâhin, yalan söyleyenin karnını şişirecek ve onu
mel'un kılacak... bir suyu kadına içirerek onu manevi denemeye tabi tutar;
(Sayılar: 5).
Medenî Hukuk Sâhası:
a) Aile hukuku:
Tevrat'da evlilik (nikâh) akdi hakkında açık bir ifade yoktur. Ancak bazı
örneklerden evliliğin kadını satın almak şeklinde cereyan ettiği
anlaşılmaktadır. Nitekim Yakub, Laban'ın kızı Rahel'i, mukabilinde yedi yıl
çalışarak almıştır; (Tekvin: 29).
Ayrıca kızı kaçırmak suretiyle evlenmek de tecviz edilmiştir; (Hâkimler: 21).
Evlenen kıza babası tarafından çeyiz verilmesi de âdetdir. Ve bu âdet bir
dereceye kadar kızların mirastan mahrumiyetini telâfi etmektedir.
Birden fazla kadınla evlenmek tecviz edilmiş, kan ve evlilikten doğan
akrabalığın bazı dereceleri evlenmeye mâni sayılmıştır. Bu cümleden olarak:
analar, analıklar, kızkardeşler, torunlar, halalar, teyzeler, amca ve kardeş
karıları, oğlun karısı, karının kızı, kayınvalide, karının torunları ile
evlenmek, iki kız kardeşi birden almak men edilmiştir; (Levililer: 18).
Boşamak erkeğin elindedir. Erkek boşadığı kadının eline bir "boş kâğıdı" verir.
Kadın ikinci bir kocaya varır sonra boşanır veya ikinci koca ölürse ilk
kocasıyla evlenemez; (Tesniye: 24).
Hindistan ve Yunanistan'da olduğu gibi İsrail'de de "Levira" usulü vardır. Buna
göre kocası ölen kadının kayın biraderi varsa onu alır, doğacak oğlan, ölen
kardeşinin ismi ile onun yerine geçer; (Tesniye: 25).
Esirler arasından câriye almak mümkündür. Câriye terkedilirse hür olur; (Tesniye:
21).
Çocuklar üzerinde ana-babanın geniş bir hâkimiyeti vardır. Ebeveynin şikâyeti
üzerine itâatsiz çocuklar idam (recm) edilebilir; (Tesniye: 21).
b) Kölelik:
Köleler İbrânî soyundan olanlar ile olmayanlar diye ikiye ayrılır.
İbrânî köleler borçlarını ödeyemedikleri veya sefalete düştükleri için
kendilerini satanlardır. Bunlar bedellerini ödeyerek hürriyete kavuşabilirler.
İbranî olmayanların köleliği ömür boyudur.
Efendiler köleyi tedip edebilir, fakat öldüremezler. Döverken sakatlanan köle
hür olur; (Levililer: 25, Çıkış: 21).
c) Miras:
Erkek evlâd varsa kızlar vâris olamazlar. Oğul ve kız yok ise terike sırasıyle
kardeşlere, amcalara, yakınlık derecelerine göre diğer akrabaya intikal eder;
(Sayılar: 27). Erkek çocukların büyüğü, diğerlerinkinin iki katı miras alır; (Tesniye:
21).
d) Mülkiyet ve akitler:
Ken'ân'ın fethinden sonra taksim edilmesiyle elde edilen mülkiyet hakkı
daimîdir. Toprak satışla mülkiyetten çıkmaz. Ancak geçici satış vardır, satan
bedeli ödeyinceye tekrar toprağa sahip olur. Elli yılda bir (Yubil) senesi
gelir; bu senede bütün satışlar bozulur ve topraklar sahiplerine avdet eder.
Ancak surlu şehirlerde oturanlar evlerini satarlar ve bir yıl içinde bedelini
iâde etmezlerse satış kesinleşir; (Levililer: 25).
Mülkün aileden çıkmaması için vâris olan kızın, en yakın akrabası ile evlenmesi
emrolunmuştur; (Sayılar: 36).
Tevrat'da zikredilen akitler "vedîa, âriyet, rehin, icâre ve beyi" akitleridir.
İbrânîler arasında faiz yasaklanmıştır (Çıkış: 22). Yabancılardan faiz almak
serbesttir; (Tesniye: 23/19).
Yahûdîler borç senetlerini satmak, faizle para vermek suretiyle çok eski
zamanlarda dünyanın bir numaralı bankerleri olmuşlardır.(19)
e) Zararların tazmini:
Mülkiyetin korunması için mala tecavüz suçlarına tazminat ile hükmedilmiştir:
Gasb, hırsızlık, bulunmuş malın ilân edilmemesi... böyledir. Gasbedilmiş mal
beşte bir fazlasıyla iâde edilir; (Levililer: 6).
Çalınan malın iki misli iâde edilir; (Çıkış: 22).
Yalancı şahid de hırsız gibi ka
bul edilmiştir.
Emânet malın zıyâı, ekine zarar vermek, yakmak, hayvanın ölmesine sebeb olmak,
birisini yaralamak veya yumruklamak... gibi fiillerin doğurduğu zararlar için de
tazminât vardır; (Çıkış: 21-22).
f) Muhâkeme usûlü:
Dâva hâkimlere götürülür. Hâkimler, her şehrin kapısında meclis kuran
ihtiyarlardır.
Hüküm haciz yoluyla icra edilir; (Çıkış: 24).
Un öğütülen el değirmeni ve elbise haczedilemez; (Çıkış: 22).
3- Mişnâ ve Talmud'a Göre İsrâil Hukuku:
Mişnâ, biribirine eşit hacimde altı kısımdır. Bir, iki, beş ve altıncı kısımlar,
Levililer Sifrinin şerhi gibidir. Üç ve dördüncü kısımlar ise ceza ve medenî
hukuk ile alâkalıdır. Birincisi "kadınlar", diğeri "zararlar" başlığını taşır.
a) Kadınlar hakkındaki hükümler:
Kadınların satın alınması âdeti çok geçmeden kalkmıştır. Ancak kadını velîsi
evlendirir. Evliliğin sahih olabilmesi için üç şart vardır.
aa) İki şahid huzurunda erkek kadını kabul edecek, onun eline hiç olmazsa bir
yüzük verip ibrânîce olarak: "Şu yüzük ile sen benim için mukaddes oldun"
diyecektir.
ab) Evlenme akdi yazılarak yerine getirilecektir.
ac) En az on erkek huzurunda bereket duâsı yapılacaktır.
Hz. Mûsa zamanından beri devam eden ve sonunda Mişnâ'ya giren bir usûle göre
koca, yazılı olarak karısına bir meblâğ borçlanır (mehir), ölüm veya boşanma
halinde bu meblağ kadına ödenir ki buna "ketûbe" denir ve kızlar için ikiyüz,
dullar için 100 altındır (zuz).
Kadının baba evinden götürdüğü çeyiz (mal) kocası tarafından idare edilir; nikâh
bozulunca koca bu malı ve ketûbeyi kadına verir. Bunu temin içinde önceden
ipotek yapılır.
b) Zararlara ait hükümler:
Bütün eski hukuklarda, hakka karşı yapılan her tecavüz bir zarar sayılır ve dâva
açmaya sebeb olur.
Mişnâ kadınlara ait hükümlerden sonra bu kısma geçerek bütün medenî hukuku zarar
ve ziyan içinde mütâlâa etmiştir.
Ancak bunlar umumî kaideler halinde ele alınmamış, her mesele ayrı ayrı
incelenmiş (kazuistik metod), hâkimlerin uymaları gerekli hükümler konmuştur.
Eski hukuktaki kısas yerine bir tazminat tarifesi konmuş, tazminata esas olmak
üzere "zarar, acı, tedâvi masrafı, işten mahrumiyet ve mahcubiyet" tesbit
edilmiştir. Suçlu bütün bunlar için tazminat ödeyecektir.
Bu yumuşamada, mahkemelerin selâhiyetinin mahdut ve hükümlerinin ihtiyâri hâle
gelmesinin rolünden bahsedilmektedir.
c) Akitler mevzûunda:
Mişnâ'ya göre alış-verişte mülkiyetin intikali bedelin ödenmesiyle değil,
müşterinin mala el koymasıyle kesinlik kazanmaktadır.
Alış-verişte aldatma veya aldanma bedelin yüzde onunu aşarsa akit
feshedilebilir.
Gayri menkullerin satışında mülkiyet, bedelin ödenmesi, senedin müşteriye
teslimi, üç yıl tasarruf, sınırların gösterilmesi işlemlerinden birisiyle
intikal eder.
Şüf'anın da izlerine rastlanmaktadır.
Faizin her nevine şâmil olan yasaklar Mişnâ'da yalnız alış-verişe bağlanmıştır.
Kira akdi, rehin ve akitler dışında meydana gelen zararların nevileri ve
hükümlerinden sonra Mişnâ, satış senedinin kayıt ve şartlarının tefsirine geçer.
d) Miras konusu:
Tevrat mirasta babanın hissesinden bahsetmemiştir. Mişnâ ve Talmud bu eksiği
tamamlıyor ve "Çocuksuz ölenin terikesi habasına aittir" hükmünü getiriyor.
Anaya mirastan hisse yoktur.
Yine Mişnâ vasiyetten bahsetmiş ve bü
tün mal varlığına şâmil vasiyyeti kabul etmiştir. Talmud ve Mişnâ hukukunda İran
ve Roma hukukunun tesirleri oldukça bârizdir.(20)
17. Mişnâ: İbrânîlerin hukukî kanunları ile hahamların an'anelerinden ibarettir.
Yahûdilere göre Hz. Mûsa Sina'da on emri alırken aynı zamanda Yahova'dan başka
kanunlar da almış; bunlar yazılmamış, hahamlar arasında rivâyet sûretiyle
intikal edegelmiştir. Yahuda işte bu rivâyetleri toplayıp yazmıştır.
18. Disiplin ve terbiye mânasına gelen Talmud iki nevidir: Birincisi Kudüs
Talmud'u olup anlaşılması güçtür ve kullanılmaz. İkincisi ise iki kısımdır:
Birinci kısım yukarda zikredilen Mişnâ'dır. İkinci kısım ise beşinci ve altıncı
asırda tamamlanan Talmud'dur ki bir nevi şerh ve tefsir mahiyetindedir.
Yahûdiler dağınık olmalarına ve içinde yaşadıkları memleket kanunlarına uymakta
da serbest bulunmalarına rağmen hukukları mezkür kaynaklar ile zamanımıza kadar
intikal etmiş ve tabiatiyle yabancı hukukların da tesiri altında kalmıştır.
Bu ikinci devreye "Mişnâ ve Talmud Devri" denir. Mişnâ ve Talmud son zamanlara
kadar rûhânî olmayanların elde edemeyeceği bir kaynak idi. XIX. asırda
fransızcaya tercüme edilerek neşredildi.
19. Geniş bilgi için bak. Muhammed Es'ad, Târih-i İlm-i Hukuk, s. 203 vd.
20. M. Es'ad, age, s. 218 vd.
D- CAHİLİYE DEVRİ
ARAP HUKUKU:
Giriş:
Medenî ve yerleşik milletlere nisbeten farklı, yabanî karakter ve davranışları
olduğu veya gerçek ve bir Allah inancından uzak oldukları, yahut da ilm-u irfan
ile alâkaları bulunmadığı için İslâm'dan önceki araplara "câhiliye devri
arapları" denmiştir. Bu millet iki ana koldan gelmiştir. Kahtâniler ve Adnânîler.
Birincisi Arabistan yarımadasının güneyinde, ikincisi ise kuzeyinde yaşamış ve
bir çok kollara ayrılmıştır.(21)
İslâm ile muhâtap olan câhiliyye devri Araplarının ictimâî durumlarına göz
atılınca bedevîlik, kabilecilik ve gezginciliğin hâkim olduğu görülür. Bu
vasıflar onların büyük millet olmalarını önlemiştir. Bir soya bağlı kabîle diğer
kabîlelere karşı kendini üstün görmüş, dar bir tesânüd içinde kabile ferdleri
yekdiğerine bağlanmış, hakta ve batılda birbirini desteklemişlerdir. Bu, ardı
arkası kesilmez kabîle savaşlarına, baskın ve yağmalara yol açmıştır.
Devamlı savaş ve taşınma, güçlü kuvvetli erkeklere ihtiyaç gösterdiği için kız
evlât horlanmış, yine ictimâî iktisâdî ve coğrâfî şartlar sebebiyle ziraat,
ticaret ve zenaatla meşgul olunmamıştır.
Bedevî arapların bu durumlarına karşılık yerleşik araplar "daha çok
güneydekiler" şehirlere yerleşmiş, ziraat, ticaret ve çeşitli zenaatlerde bir
hayli ilerlemişlerdir.
Câhiliyye devri araplarının ahde vefa, misâfire ikram, izzet-i nefis, yiğitlik
ve yüreklilik, doğruluk, komşuluğa riâyet, af gibi güzel huyları ve davranış
kuralları da vardır.
Hülâsa etmeye çalıştığımız bu ictimâî, iktisadî ve siyâsî durum şüphesiz İslâm
öncesi arapların hukukî hayatlarına da tesir etmiştir.
İnsan için cemiyet, cemiyet için hukuk nizamı, kanun zarûrîdir. Bu zaruret
istisna tanımaz. Ancak hukuk her zaman yazılı, düzenlenmiş kanunlara dayanmaz.
Bazen örf, âdet ve gelenekler kanunların yerini alır. İşte câhiliye devrinde de
durum böyledir.
Arapların umûmî bir hükûmetleri olmadığı gibi teşrî ve kazâ mercii de yoktur.
Aralarında anlaşmazlık çıktığı zaman kabile başkanı veya kâhine baş vurulur.
Bunlar âdet ve an'aneye göre hükmederler. Fakat hükmün icrası için muayyen bir
usûl de mevcut değildir. Hükmü veren veya hak sahibinin manevî nüfuzu burada rol
oynamaktadır.(22)
İslâm câhiliye âdet ve hukukunu ele almış; bunlardan bir kısmını bazı kayıt ve
şartlara bağlayarak bırakmış, bir kısmını da ilgâ etmiş, kaldırmıştır.
Kur'ân-ı Kerim, hadis, edebiyat ve tarih kitaplarının bize kadar naklettiği
bilgilerden faydalanarak câhiliye devri hukukunu şöylece özetlemek mümkündür:
A- AİLE:
1- Evliliğin Çeşitleri:
Câhiliyye devrinde çeşitli evlenme şekillerine rastlanmaktadır:
a) İslâm'ın bazı kayıt ve şartlarla devam ettirdiği evlilik (nikâh). Buna göre
bir erkek, veli veya babasından kızı ister, muayyen bir meblâğ (mehir) verir ve
onunla evlenirdi.(23)
b) Trampa şeklinde evlilik: İki kişi kızlarını veya velisi bulundukları
kadınları veya kızları mehirsiz değişir ve evlenirlerdi. (Nikâh'u şigâr).
İslâm'da hadisle menedilmiştir.(24)
c) Analıkla evlenmek: Ölen kişinin başka kadından olan en büyük oğlu analığını
melirsiz almak, yahut onu mehri mukabilinde başkasına vermek, yahut da ölünceye
kadar evlenmesine mâni olup mirasına konmak hakkına sahip idi. (Nikâhu'l-makt).
İslâm bu çirkin âdeti de kaldırmıştır.(25)
d) İki kız kardeşle birden evlenmek ve sınırsız olarak birden fazla kadınla
evlenmek mümkün idi. İslâm birincisini menetmiş,(26) ikincisini kayıt ve
şartlara bağlayarak, en çok dört ile sınırlamıştır.(27)
2- Evlenme Mânileri:
Yakın akraba ile evlenmek memnû idi. Ezcümle analar, kızlar, hala ve teyzelerle
evlenilmez. Ayrıca evlâtlık da gerçek evlâd gibi telâkki edilirdi. Evlâtlık
hariç diğer hısımlarla evlenmeyi İslâm da menetmiştir.(28)
3- Mehir:
Veli veya babası, evlendi
rdiği kız yahut kadının mehrini kendileri alır, kızlara bir şey vermezlerdi.
İslâm bunu menetmiş, mehrin kadına ait bir hak olduğunu bildirmiştir.(29)
4- Evliliğin Sona Ermesi:
Evliliği sona erdiren, karıyla kocayı ayıran sebebler vardır:
a) Talâk (boşama):
Erkek karısını tatlik eder, boşar ve reddederdi; bunun bir sınırı yoktu. Meselâ
on kere boşamak ve her defasında bundan vazgeçerek evliliğe avdet etmek mümkün
idi. Bunu karısına sormadan koca yapardı.
İslâm boşamayı -buna ihtiyaç ve zarûret bulunmak şartıyle- üçe indirmiştir.(30)
b) Hulü':
Kadın veya velisi, muayyen bir meblâğ vererek kocanın boşamasını temin eder.
Para karşılığında boşama iki tarafın pazarlık ve anlaşmalarına bağlıdır.
İslâm bunu prensip olarak kabul etmiş, fakat kayıt ve şartlara bağlamıştır.(31)
c) İlâ:
İlâ kelimesinin lüğat mânası yemindir. Koca, karısına yaklaşmamak üzere yemin
eder, bir veya iki yıl hitamında -yaklaşmazsa- onu boşamış sayılırdı.
İslâm bekleme süresini dört aya indirmiş, süre sona erince kocanın, bir bâin
veya ric'î tâlâk ile boşamış olacağına hükmetmiştir.(32)
d) Zıhâr:
"Zahr" sırt, "zıhâr" ise sırt üzerine yemindir; karıya karşı: "Sen bana anamın
sırtı gibisin" denmek suretiyle icrâ edilir ve kadın boşanmış sayılırdı.(33)
İslâm zıhârı boşama saymamış, ancak keffâreti gerektiren bir yemin telâkki
etmiş, "bir köle azat etmek, gücü yetmezse iki ay oruç tutmak, bunu da yapamazsa
altmış fakiri doyurmak"tan ibaret olan keffâreti ödemedikçe kadına yaklaşmayı
menetmiştir.(34)
e) İddet:
Boşanan veya kocası ölen kadının rahminin boş olduğunu kesin olarak anlama
sebebine dayanan iddet, kadının bir müddet beklemesi, bu müddet içinde
evlenmemesi demektir. Câhiliyyet devrinde kocası ölen bir kadın bir yıl beklerdi
ve âdeta işkence çekerdi.
İslâm bunu kaldırmış, iddeti makul ölçüler içinde tutmuştur.
5- Vasiyyet ve Miras:
a) Vasiyyet:
Vasiyyet ölüme bağlı bir tasarruftur. Bununla muayyen bir mal bir kimseye temlik
edilir. Câhiliye devrinde araplar -vâris olsun başkaları olsun- herkese,
istenildiği kadar malın vasiyet edilebileceğini kabul etmişlerdi.
İslâm bunu, sadece mirascıların dışındaki kimselere ve terikenin üçte birine
tahsis etti. Üçte birden fazla vasiyyetin ifası vârislerin rızasına bağlıdır.
Vârise vasiyyet yoktur.
b) Mirâs:
Ölünün malının başkalarına intikali iki sebep ve bağa istinad ediyordu:
aa) Kan hısımlığı:
Ölünün büyük erkek çocukları vâris olurdu. Kadınlar, kızlar ve silâh taşıyamıyan
çocuklar vâris olamazdı. Eğer büyük oğul yoksa kardeş, amca gibi diğer erkek kan
hısımlarına intikal ederdi.
ab) Anlaşma ve akid:
Evlâd edinme, kardeş olma veya miras mukavelesi yapmak suretiyle de kişilerin
yekdiğerine vâris olmaları mümkün idi.
İslâm, miras üzerinde büyük değişiklikler getirmiştir.
B- MUÂMELÂT (Borçlar ve Eşya) HUKUKU:
İslâmdan önce araplar şirket, alış-veriş gibi bazı hukukî akit ve muâmele
şekillerini tanımışlardır:
1- Şirket Akdi:
Hz. Peygamber ve sahâbenin hayat hikâyelerinde, İslâm'dan önce ortaklık akdinin
bilindiğini gösteren ifadeler vardır. Hz. Peygamber (a.s.) nübüvvetten önce es-Sâib
b. Ebî's-Sâib ile ortaklık etmiştir. Mekke'nin fethinde ortağı kendisine gelince
Rasûlullah ona şöyle hitab etmiştir: "Benim ortağım idin; hem de ne iyi ortak!
Ne anlaşmazlık çıkarırdın ne de münâkaşa!"(35)
2- Mudârabe veya Kırâz Akdi:
Bir taraftan sermaye, diğer taraftan iş ve ticaretin meydana getirdiği bir nevi
ortaklıktır. Sermaye sahibi kârın bir miktarını alır. Araplar arasında yaygın
olan bu muâmeleyi İslâm ıslâh ederek benimsemiştir.(36)
3- Selem Akdi:
Peşin para ile sonradan teslim edilecek, hali hazırda mevcut olmayan bir malı
satın almaktır.
Hz. Peygamber Medine'ye geldiği zaman, bir iki yıllığına bu akdi yaptıklarını
görmüş "ölçü ve zaman belli olsun" buyurmuşlar,(37) küçük değişiklikler ile
devam ettirmişlerdir.
4- Borçlanma ve Fâiz:
Paraya ihtiyacı olanlar, paralı kimselerden ödünç alır, muayyen zaman sonunda
faiziyle öderlerdi. Ödeme, zaman geldiği halde yapılmazsa alacaklı borçluya "ya
öde, ya artır" derdi. Borçlu "şu kadar zaman sonra şu kadar fazlasıyle ödeyeyim"
der ve böylece faiz katlanarak devam ederdi.(38)
İslâm faizin bütün nevilerini kaldırmıştır.
5- Rehin:
Borcun ödenmesini garanti altına almak maksadıyle alacaklı borçludan rehin
alırdı. Borç ödenmediği takdirde rehin olarak bırakılan mal alacaklının olurdu.
İslâm rehnin bu şekilde maledilmesini menetmiştir.(39)
6- Alış-veriş Şekilleri:
Çeşitli alış-veriş şekilleri vardır. İslâm bunlardan bir kısmını (karşılıklı
rızâya dayanmayan, mechul bir unsur ihtiva edenlerini...) menetmiştir:
a) Münâbeze, mülâmese ve hasât bey'i:
Satılacak şeye elbisesini atmak, eli ile dokunmak veya üzerine çakıl taşı atmak
suretiyle -aldım, sattım sözleri kullanılmadan- alış-veriş yapılırdı.
İslâm bunları mentemiştir.(40)
b) Hileli arttırma (necş):
Alma niyeti olmadığı halde mal arttırılır, müşterinin daha çok para vermesi
temin edilirdi.
Bu da menedilmiştir.(41)
c) Borçlunun satılması:
Roma hukukunda gördüğümüz gibi burada da borcunu ödemiyen kimsenin satılması
âdeti vardı. İslâm bunu da yasaklamıştır.(42)
C- CEZÂ HUKUKU:
1- Kısas:
Araplar "ölümü en iyi ölüm yok eder" derler, bununla kısası kastederlerdi. Ancak
onların anlayış ve tatbikatına göre sadece katil değil, onun bütün yakınları
sorumlu sayılır, intikam için kısasa dahil edilir, kısas şahsî öç alma şeklinde
uygulanırdı.
İslâm, "kimse, kimsenin günahını yüklenmez" prensibini getirmiş,(43) kısasın
hükme bağlanması ve infâzını ilgili hâkimin selâhiyetine dahil etmiştir.
2- Diyet:
Taammüden ve kasten olmayıp hatâ yoluyla meydana gelen katil hadiselerinde diyet
tatbik edilir ve katilin kan hısımları da ödemeye iştirak ederlerdi.
İslâm bunu ibka ettiği gibi, amden (kasten) öldürme olayında da -maktûlün velisi
razı olursa- diyeti getirmiştir.
D- MUHÂKEME USÛLÜ:
1- Kasâme:
Katili mechul cinayetlerde maktûlûn bulunduğu köy veya mahalle ahâlisinden 50
kişinin "Öldürmedik ve öldüreni de görmedik" diye yemin etmelerine "kasâme"
denir. Bunu taleb etmek, maktûl velisinin hakkıdır.
İslâm bu usûlü kabul etmiştir.(44)
2- İsbat:
Dâvacı iddiâsını şahid (beyyine) ile isbata çalışır, bunu yapamadığı takdirde
dâvalıya yemin teklif ederdi.
İslâm da prensip olarak bu usulü benimsemiş,(45) ayrıca muhâkeme usûlünü
adâletin kısa sürede gerçekleşmesini sağlayacak şekilde geliştirmiştir.
21. C. Zeydân, age., C. I, s. 8 vd.
22. age, s. 18 vd.
23. eş-Şevkânî, Neylü'l-evtâr, c. VI, s. 168 (Buharî'den).
24. en-San'ânî, Sübülü's-selâm, c. III, s. 161.
25. en-Nisâ: 4/19, 32.
26. en-Nisâ: 4/23.
27. es-Sân'ânî, age., C. III, s. 175, eş-Şevkânî, age., C. IV, s. 178. en-Nisâ:
4/3.
28. en-Nisâ: 4/23.
29. en-Nisâ: 4/4. el-Hudârî, Târihu't-teşrî, s. 78.
30. el-Bakara: 2/230, 232.
31. Mukayeseli İslâm Hukuku, s. 311 vd.
32. eş-Şevkânî, age., C. VI, s. 271; H. K., age, s. 321 vd.
33. el-Cessâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, C.III, s. 418.
34. el-Mücâdile: 58/2-4.
35. Ebû Dâvûd, el-Edeb, bâb: 17; İbn Mâce, et-Ticârât, bâb: 63; İbn Hanbel,
Müsned, C. III, s. 425.
36. eş-Şevkânî, age., C. V, s. 278 vd.
37. eş-Şevkânî, age., C. V, s. 239 vd.
38. el-Cessâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, C.I, s. 464.
39. el-Cessâs, age., C. I, s. 528.
40. Age, 530; eş-Şevkânî, Neylü'l-evtâr, C. V, s. 159.
41. eş-Şevkânî, age., C. V, s. 175.
42. Dr. Abdulkerim Zeydân, el-Medhal li-dirâseti'ş-şerî'a, s. 36.
43. el-En'âm: 6/164.
44. eş-Şevkânî, age., C. VII, s. 37.
45. Age, s. 42. Bu konuda (Câhiliye Hukuku) için -dipnotlarda geçen kaynaklardan
başka- bak. Ahmed Emin, Fecr'ul-İslâm, s. 225-227; M. Yûsüf Mûsa, el-Emvâl, s.
13-18, Şah Veliyyullah, Huccetüllâhi'l-bâliğa, s. 262-271.
E-
YABANCI HUKUKLARIN İSLÂM HUKUKUNA TESİRİ:
İlerideki bahislerde İslâm hukukunun kaynaklarının teşekkülü ve bu kaynaklara
dayalı olarak mezkûr hukukun doğup gelişmesi, tarihi seyri içinde görülecektir.
İslâm Hukuk Tarihi, araştırmalarının yeterince gelişmediği, bilgilerin eksik
olduğu zamanlarda bazı müsteşrikler, kısa bir zamanda doğup fevkalâde bir
inkişâf gösteren İslâm hukuku için yabancı bir kök, vahiy dışı bir kaynak arama
girişiminde bulunmuş, Roma-Bizans, Yahûdî, Cahiliyye, Sâsânî vb. kaynakları
üzerinde durmuş, İslâm hukukunun bunlardan biri veya birkaçından iktibas edilmiş
olduğunu ileri sürmüşlerdir; fakat bu iddiâlarını ilmî delillere
dayandıramamışlardır. Bu iddiâya karşı çıkan, ilmî vesikalara, tarihi vakıalara
ve İslâm hukukunun karakteristliğine dayanan, bu noktalardan hareket eden yerli
ve yabancı bazı araştırmacılar ise, haklı olarak İslâm hukukunun orijinal, vahiy
kaynaklı, kendi dinamizmi içinde gelişmiş bir hukuk olduğu iddiâsını ileri
sürmüşlerdir. Asırlar boyu dünyanın büyük bir kısmına hükmetmiş, kişiler ve
topluluklar arasındaki ilişkileri düzenlemiş bulunan bir hukukun, karşılıklı
tesirden uzak kalması düşünülemez. İslâm hukuku ve müesseseleri, hükümran olduğu
ülkelerin bazı amme hukuku kaidelerini ve müesseselerini almıştır; çünkü bunlar,
adâlet, amme menfaati ve zaruret gibi prensipler çerçevesinde İslâm hukukuna
uygun bulunmakta ve devleti yönetenlere, bu ölçüde iktibaslar için İslâm'da
imkân tanınmaktadır. İslâm Hukuku da Doğu ve Batı'da birçok ülkenin hukukunu, az
veya çok etkilemiştir. Bütün bunlar doğru olmakla beraber bir başka doğru da,
İslâm hukukunun bütün halinde (özel ve genel hukuk olarak) vahye dayalı, ilâhî
irşâdın ışığında işleyen fukahâ ictihadından (aklından) doğmuş, gelişmiş bir
hukuk olduğudur. Konunun tartışmasını başka kaynaklara(46) havâle ederken burada
birkaç nakil vermeyi faydalı buluyoruz:
J. Schacht:
"...Bununla birlikte İslâm'ın, mülkiyet, akitler ve borçlar hukukunun
anahatlarını, İslâm öncesi Araplarının örfî hukukunun bir parçasının teşkil
ettiği sanılmamalıdır. Böyle bir faraziyenin dayandığı düşünce, İslâm hukuku
tarihine ait yeni araştırmalar neticesinde geçerliliğini kaybetmiştir."(47)
"İslâm fıkhı, mevcut olan bir hukuktan doğmamış, kendi kendisini
yaratmıştır."(48)
Schacht, kitabının başka yerlerinde, tesir konusunda bazı zorlanmalar
görtermişse de sonunda, yukarıda aldığımız hükmü açıklıkla ifade etmek durumunda
kalmıştır.
Prof. Fuat Köprülü:
Köprülü, İslâm amme hukukunun yabancı kaynakları üzerinde -bizim kanâatimize
göre- mübâlağaya düşmüştür. Verdiği örnekler daima "saray teşkilâtı, ordu,
idare, vergi, memuriyet isimleri, örfî mahkemeler, bazı hukukî semboller"den
ibâret olduğu halde "hulâsa hukukî hayatın bütün tezahürlerinde"(49) gibi
ifadeler kullanmış, İslâm amme hukuku için çerçeve hükümler mahiyetinde olan ve
vahye dayalı bulunan "suç ve ceza, şûraya dayalı yönetim, hilâfet telakkisi,
savaş ve barış, zekât vb."lerini görmezlikten gelmiştir. Köprülü bu mütâlâasını,
hukukun nazariye ve pratiğini ayırarak, nazarî sâhada İslâm amme hukukunun
zenginliğini tanımak, pratikte ise saltanat çağından itibaren ayrılma, sapma ve
iktibaslar bulunduğunu tesbit etmek suretiyle yürütmüş bulunsaydı târihî vâkıayı
aksettirmiş olurdu. Ne var ki, işaret ettiğimiz mübâlağalı yaklaşım onu şu
cümleleri sarfedecek noktaya getirmiştir: "... alimlerin (müsteşrikleri
kastediyor) mesâisi sayesinde biliyoruz ki, menşeini Kitap ve Sünnet'ten -yani
iptidâî arap örfü ile Hz. Muhammed'in kanun koyucu şahsiyetinden- almakla
beraber bu hukuk, muhtelif yabancı hukuk sistemlerinden müteessir olmuş... Bu
sistemi vücude getiren unsurlar içinde Kitap ve Sünnet'in hissesi Von Keremer'in
çok zaman evvel söylediği vechile ancak yüzde birdir."(50) Köprülü'nün, Kitap ve
Sünnet'le ilgili olarak yukarıya aldığımız iki tire arasındaki yorumuna din ve
ilim açısından katılmak mümkün değildir. Kur'ân-ı Kerîm, ilkel arap örfünü
kanunlaştırmamış, ebediyete uzanan inkilap hükümleri getirmiş, arap gayr-i arap
dünyanın insanlarını, ferd ve toplum olarak değiştirmiştir. "Yüzde bir"lik
nisbet meselesine gelince, bu noktada da önemli olan kemmiyet değil, tesir ve
şümuldür. Kitap ve Sünnet'te mevcut bulunan ve bazılarınca sayı bakımından
azımsanan amme hukuku kaideleri ve hükümleri, bütünü ile İslâm amme hukukuna
kaynaklık etmiş, bu hukuk, o kaidelerin çerçevesinde oluşmuştur. Hz. Ömer'den
son Osmanlı sultanına kadar bu konuda yapılan bütün düzenlemeler ve ictihadların
bir âyete, hadîse icmâa, sahâbe uygulamasına dayandırıldığı -bu konuda gerekli
makamlarla danışma yapıldığı ve fetvâ alındığı- unutulmamalıdır. Bugün de İslâm
dünyasında, sosyal düzenini İslâm'a göre kurup yürütmek isteyen ülkelere aynı
kaynaklar -çerçeve hüküm ve kaideler- ışık tutmakta, yol göstermekte, modern
dünya karşısında onların ihtiyaçlarını karşılayabilmektedir.
Prof. Köprülü'nün yukarıda tartışma konusu edindiğimiz yaklaşımı, geniş mânada
İslâm hukukunun ve bilhassa İslâm amme hukukunun tarihi seyri içinde yabancı
kaynaklardan etkilenmesinin nisbeti ile ilgilidir. Aynı yazarın, Fıkh'ın (nazarî
İslâm hukukunun) asliyyeti (orijinal oluşu) konusundaki görüşlerine katılmamak
mümkün değildir: "Fıkıh, nazari bir sestem olarak, gerek usûl, gerek türü
bakımlarından, kendi bünyesi ve rûhu içinde, müstakil bir tekâmül geçirmiş ve
orijinal karakterini daima muhâfaza etmiştir. İslâm cemiyetinin siyasî inkişâfı
ve İslâm medeniyetinin tekâmülü ile müterafık olarak, süratle gelişen bu büyük
ve ileri kültür çevresinin müşterek hukuk sistemi mahiyetini alan fıkhı, Greko-Romen
hukuk sisteminin bir taklidi veya istihalesi saymak tamamiyle yanlıştır..."(51)
René David:
"İslâm hukuk bilimi ya da fıkıh... diğer taraftan ise hukukun dallarını (fürû)
yani İslâm hukukunun temelinde yer alan kural ve kategorileri inceler. İslâm
Hukuku, yapısı, içerdiği kategori ve kavramlar itibariyle, buraya kadar
incelediğimiz hukuklara (Roma-Cermen, Sosyalist hukuklar, Common Law) nazaran
büyük bir orijinallik taşır."
"Asıl olan, İslâm hukukunun diğer hukuklar ve özellikle kendisi gibi dini olan
kanonik hukuk nazarında arzettiği fevkalâde orijinal yapısıdır... Böyle bir
kaynağı bulunmayan bütün sistemlere nazaran İslâm Hukukunun vahiy niteliği onun,
en belli başlı karekterini oluşturur."(52)
46. H. Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, C. I, s. 31-35. Bu kaynakta, diğer
kaynaklara işaret edilmiştir.
47. İslâm Hukukuna Giriş, Çev. Prof. Şener, Prof. Dağ, Ankara, 1977, s. 18.
48. Age, s. 118.
49. İslâm ve Türk Hukuk Tarihi, İst., 1983, s. 22-23.
50. Age, s. 18.
51. Age, s. 260.
52. Çağdaş Büyük Hukuk Sistemleri, Çev. Dr. Argun Köteli, İst. 1985, s. 418-424.
BİRİNCİ BÖLÜM
Hz. Peygamber Devri
(Fıkhın Doğuşu)
Giriş:
Hz. Peygamber (s.a.)in devri fıkıh devrelerinin en önemlisidir. Çünkü vahye
dayanan teşrî' faaliyeti bu devre içinde tamamlanmış, sonraki devirlere de temel
teşkil etmiştir.
Hz. Peygamber devrini fârık vasıfları bakımından iki kısma ayırmak gerekir:
Mekke devri ve Medine devri.
A- MEKKE DEVRİ:
Hz. Peygamber M. 610 yılında vahye muhâtap olmuş, vazifesi icâbı dini tebliğe
başlamış ve 622 yılına kadar Mekke'de kalmıştır. Bu müddet içinde (13 yıla
yakın) Kur'ân-ı Kerim'in üçte birinden az eksiği nâzil olmuştur.
Bu devrede Allah Resûlü'nün (s.a.) tebliği daha çok inanç ve ahlâk sahasına
yönelmiştir. Zaten ibadet ve hukukî münasebetler bu iki temel üzerine
oturmaktadır. Mekke'de fıkıh hükümleri hem azdır, hem de umûmî, küllî bir
karakter arzetmektedir.(1)
B- MEDİNE DEVRİ:
Allah Teâlâ Peygamberine izin verince Yesrib'e göç edildi. Burası onu ve Mekkeli
müslümanları bağrına basmaya hazırdı; "Medînetü'n-Nebî" adıyle İslâm dâvet ve
devletinin yeni merkezi oldu. Artık bu genç devletin siyâsetini ve bu çekirdek
İslâm cemiyetinin ictimâî hayatını tanzim edecek kaidelere ihtiyaç vardı. Teşrîi
de bu sâhalara yönelerek ferdî ve ictimâî hayatı tanzime koyuldu. Bir taraftan
ibâdetler, cihâd, âile, miras ile alâkalı, diğer taraftan da anayasa, cezâ,
muhâkeme usûlü, muâmelât ve devletler arası münasebetlerle ilgili kâideler,
esaslar vazedildi.
Bunların ortaya çıkışı, devre uygun özellikler arzediyordu:
1- Fıkıh Kaidelerinin Ortaya Çıkış Şekli:
Ferdî ve ictimâî hayatın, çeşitli münâsebetlerini tanzim eden kâide ve hükümler
iki şekilde ortaya çıkıyordu:
a) Bir hüküm gerektiren hâdiseler oluyor, yahut da sahâbeyi, Hz. Peygambere
başvurup sual sormaya sevkeden problemler doğuyordu. Bu durumlarda ya âyet nâzil
oluyor, veya hüküm ve mâna Hz. Peygambere vahyediliyor; o da kendi üslûbüyle
hüküm açıklıyordu (Sünnet). Bazı durumlarda ise hüküm, ictihadlarına
bırakılıyordu. Âyetlerin nüzûl sebeplerinden (esbâbu'n-nüzûl) bahseden
kitaplarda hüküm gerektiren birçok hâdise nakledilmiştir.
Kur'ân-ı Kerim'de "senden soruyorlar" ifâdesi onbeş defa zikredilmiştir. Ve
bunların sekizi fıkıhla alâkalıdır.(2)
İki defa da "senden fetvâ istiyorlar" sözü geçmiştir.(3)
İctihad konusu aşağıda ayrıca ele alınacaktır.
b) hükmün vaz'ını gerektiren bir sual veya problem bahis mevzûu olmadan da
zamanı geldikçe hüküm ve kaide vazediliyordu. Bu kısımda zamanın geldiğini Şâri'
(kaideyi vazeden) takdir ediyordu. İslâm sadece duyulan ihtiyaçları karşılamak
için değil, yeni bir fert, cemiyet ve devlet yaratmak için gelmiştir. Şûrâ,
zekât nisabları, âile ve ceza hukuku ile alâkalı bazı kâideler bu kısım içinde
yer alır.
2- Bu Devir Fıkhı'nın Özellikleri:
Bu devirde ve dolayısıyla İslâm'da dünya hayatı ile ilgili hüküm ve kaidelerin
(muâmelât) dayanağını, iyi ve faydalı olanı sağlamak, kötü ve zararlı olanı
uzaklaştırmak, kaldırmak (celb-i menâfi', def'i-mefâsid) şeklinde hulâsa etmek
mümkündür. Buna kısaca "maslahata riâyet" de denir. Şimdi sıralayacağımız
hususiyetler bu esasın çeşitli görünüşleridir:
a) Tedric:
Gerek Kur'ân-ı Kerim ve gerekse onun en sağlam tefsiri ve tamamlayıcısı olan
sünnet bir anda indirilmemiş ve buyurulmamıştır. Bu iki kaynağın teşrî (hukukî
düzenleme) faaliyeti 23 yıla yakın bir zamanı kaplamıştır. İslâm'ın binası
böylece basamak basamak, taş taş, tuğla tuğla tamamlanırken insanların onu daha
iyi ve daha kolay anlamaları, öğrenmeleri ve kavramaları sağlanmıştır. Unutmamak
gerekir ki, vahyin ilk muhâtabları okuma ve yazma ile alâkaları az olan, daha
çok hâfızalarına güvenen araplardır.
Bu tedric ve hedefe adım adım gidiş de birkaç şekilde olmuştur:
aa) Zaman içinde tedrîc:
Bundan maksad hükümlerin bir an ve zaman içinde değil, uzun bir zaman içinde
arka arkaya gelmiş olmasıdır.
ab) Hükümler içinde tedrîc:
Mükellefiyetler hep birden gelmediği gibi gelenler de zamanla tekemmül etmiş,
istidat ve intibak kazanıldıkça tamamlanmış ve arttırılmıştır. Meselâ: Namaz
önce sabah ve akşam iki vakit iken sonra beş vakit olmuştur. Zekâtın miktarı
önce sınırlandırılmamış, herkesin istek ve gücüne bırakılmış, sonra miktarlar
sabit ve mecburî hâle getirilmiştir. İçki (şarap) önce yasaklanmamış, sadece
zararlı olduğu bildirilmiş, sonra sarhoş iken namaz kılmak menedilmiş, en
sonunda da kesin olarak yasaklanmıştır.
İslâm'ın ilk yıllarında müslümanlar azlık olduğundan düşmanları ile savaş
emrolunmamış, onların yaptıklarına karşı af ve sabır istenmiştir. Sonra
müslümanlar çoğalınca müdâfaa harbine izin verilmiş(4) daha sonra da din
yüzünden baskı kalkıncaya, din ve vicdan hürriyeti hâkim olancaya kadar
savaşılması farz kılınmıştır.(5)
b) Kolaylık:
Bu devir hükümlerinde göze çarpan bir hususiyet de kolaylıktır. Kur'ân-ı
Kerîm'de Allah Teâlâ'nın kullarına güçlük çıkarmak istemediği, kolaylık ve
hafiflik istediği açıkça ifade edilmiştir.(6)
Resûl-i Ekrem (s.a.) de: "Kolaylaştırın, güçleştirmeyin; sevdirin, nefret
ettirmeyin" buyurmuş, ümmetine güçlük olmasın diye bazı hususları
emretmemiştir.(7)
Yalnız bu devre mahsus olmayan kolaylık hususiyetinin bazı örnekleri:
Hastalık, yolculuk, tazyik, yanılma ve unutma bazı hükümlerin hafiflemesi için
mazeret kabul edilmiştir. "Zarûretler haramı mübah kılar" kaidesi de aynı esasa
dayanır.
Kitâp ve Sünnet çok mükellefiyet getirmemiş, teferruâtla meşgul olmamıştır.
Mükellefiyetler, dinin gayesi olan dünya ve âhiret saâdetini temine yetecek
kadardır; ne eksik ne de fazla. Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Allah bazı
şeyleri farz kılmıştır onları elden kaçırmayın, bazı sınırlar koymuştur onları
çiğnemeyin, bazı şeyleri haram kılmıştır onları işlemeyin, unuttuğu için değil
de size acıdığı için bazı hususlarda sükût etmiştir onları da araştırmayın,
üzerine düşmeyin."(8)
c) Nesih:
Nesih, daha sonra gelen bir hükmün önceki hükmü kaldırması demektir. Sadece bu
devrede bazı âyet ve hadîsler diğerlerinin hükmünü kaldırmıştır. Bunun hikmeti
ilk müslümanları tedrîcen alıştırmak, terbiye etmek, irşadı kolaylaştırmaktır.
Bu konu aşağıda ele alınacaktır.
Giriş çerçevesinde verilen bu genel bilgilerden sonra Hz. Peygamber devrinde
Fıkh'ı daha yakından ve detaylı olarak ele alabiliriz.
1. eş-Şâtıbî, el-Muvâfakât, C. III, s. 46 vd.
2. İnfak (el-Bakara: 2/215); mukaddes aylarda savaş (el-Bakara: 2/217); İçki ve
kumar (el-Bakara: 2/219); İnfak (el-Bakara: 2/219); yetimler (el-Bakara: 2/220);
hayız (el-Bakara: 2/222); helâl kılınan şeyler (el-Mâide; 5/4); gânîmetler (el-Enfâl:
8/1).
3. Kadınlar (en-Nisâ: 4/127); Miras-kelâle (en-Nisâ: 4/176).
4. el-Hacc: 22/39.
5. el-Bakara: 2/190; el-Enfâl: 8/39.
6. el-Bakara: 2/185; Âlü-İmrân: 3/159.
7. Buhârî, K. el-Cum'a, bâb: 8; es-Savm, bâb: 27; Müslim, K. et-Taharah, nu. 42;
ed-Dârimî, C. I, s. 73.
8. Nevevî (el-Erbeûn'da) ve Dârekutnî rivâyet etmişlerdir.
I- HZ. PEYGAMBER
DEVRİNDE FIKIH
Sonraki dönemlerde Fıkh'ın "usûl" ve "fürû" şeklinde iki ana kısma ayrıldığını
biliyoruz. Usûl kısmı, dini hükümlerin kaynakları ile bu kaynaklardan hüküm
çıkarma metodlarını, fürû kısmı ise mezkür kaynaklardan belli metodlarla
çıkarılan, elde edilen hükümleri, dinî-amelî kaide ve talîmatı ihtiva
etmektedir.
Fıkh'ın usûl ve fürû'unun ayrı birer ilim dalı olarak incelenmesi, okunup
okutulması, sonra kitaplara geçirilmesi daha sonraki dönemlerde gerçekleşmiş
olmakla beraber, gerek usûlün ve gerekse fürû'un temelleri, Hz. Peygamber
devrinde atılmış, hattâ esas itibariyle tamamlanmıştır. Bilindiği üzere
inananlara yol gösteren, bağlayıcı hükümler koyan, şeriat (kanun) vazeden
Allah'tır (el-En'âm: 6/57; Yûsuf: 12/40, 67). Allah'ın hükmü bize, ya Kitâb'ı (Kur'ân-ı
Kerîm), ya Peygamberi (Sünnet), ya bunlar üzerinde düşünülerek ictihad etmek
(kıyâs, istidlâl), yahut da bunlardan birine dayalı ittifak (icmâ) yoluyla
intikal etmektedir. Fıkh'ın birinci devrinde bu kaynaklardan ilk ikisi
tamamlanmış, Kur'ân-ı Kerîm baştan sona birçok hâfız tarafından ezberlenmiş ve
ayrıca yazılmış, Sünnet kısmen yazılmış ve hâfızalarda muhâfaza edilmiş, diğer
kaynaklar ise ya kullanılmış, yahut da ileride kullanılabileceği açıklanmıştır.
Fıkh'ın fürû kısmı ile ilgili bu devre ait hüküm ve örnekler ise sayılamıyacak
kadar çoktur.
Aşağıdaki iki bölümde bu dönem örnek ve delilleriyle açıklanacaktır.
A- HZ. PEYGAMBER
DEVRİNDE USÛL:
1- Kur'ân-I Kerîm:
a) Muhtevâsı ve bağlayıcılığı:
Kur'ân-ı Kerîm'in yalnızca bir tavsiye ve öğütler kitabı olmadığı, içindeki
birçok âyetin âmir hüküm mahiyetinde bulunduğu ve müslümanları bağladığı
konusunda ittifak vardır. Birçok âyet ve hadîs müslümanları bu ittifaka
götürmüştür. Tartışılan konu şu veya bu âyetin bağlayıcı olan, bağlayıcı olmayan
kategorilerden hangisine ait olduğu hususudur. Meselâ bütün müslümanlar içkiyi
ve faizi yasaklayan âyetlerin âmir hükümler gurubuna girdiği hususunda ittifak
etmişlerdir. Buna mukabil kurban ile ilgili âyetin (Kevser: 108/2), borcun
yazılması ile ilgili âyetin (el-Bakara: 2/282), boşanmanın şahitler huzurunda
yapılmasını isteyen âyetin (Talâk: 65/2) âmir hüküm mü, yoksa tavsıye ve teşvik
hükmü mü getirdiği hususu tartışma konusu olmuştur.
Kur'ân-ı Kerîm ferd ve toplum halinde insanları ilgilendiren hemen her konuda
âyetler ihtiva etmektedir? Bunlardan bir kısmı genel çerçeveli ve mânalı, bir
kısmı ise özellikle belli konulara âit âyetlerdir. Altı bini aşan âyetin en
fazla üzerinde durduğu konular: Allah'ın varlık ve birliği, bunun delilleri,
sapık, gerçek dışı inançların reddi, vahiy, peygamberlik ve âhiret hayatının
isbatı, cennet, cehennem ve âhirete ait hallerin tasviri, iyi davranışlara
mükâfat vâdi, kötü davranışlara ceza tehdidi, öğüt, geçmiş toplumların ve
milletlerin hayatı ile ilgili bilgiler, Allah'ı hatırlatma, öğme, nimetlerini
dile getirme, O'nun isim ve sıfatları ile ilgili açıklamalar, O'na nasıl ibâdet
edileceği ve nasıl anılacağı... Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan fıkıh ile ilgili
âyetlerin sayısı konusunda farklı rakamlar ileri sürülmüştür; bunun sebebi
"fıkıhla ilgili" kavramı üzerindeki anlayış farkıdır; doğrudan isim vererek
fıkıh meselesini ele alan âyetleri esas alanlar (meselâ İbn Kayyim) bunları yüz
elli olarak tesbit etmişlerdir. Birçok âlim beşyüz rakkamını ileri sürmüş,
istidlâl yoluyla meseleye cevap getiren âyetleri de sayıya dahil etmişlerdir.
Âyetlerin çeşitli delâletleri göz önüne alınırsa, sayıyı daha da arttırmak
mümkündür. Nitekim İbnu'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân isimli eserinde bazı
hocalarından şunu nakletmiştir: Bakara sûresinde bin emir, bin nehiy
(yasaklama), bin fıkıh hükmü ve bin haber vardır. Fıkıh açısından bu sûre büyük
önemi haiz olduğu içindir ki İbn Ömer bu sûreyi tam kavrayabilmek için sekiz
yılını vermiştir."(9) İbnu'l-Arabî fıkıh ile ilgili âyetlerin tefsirini yaptığı
mezkür eserinde yüz beş sûreden 864 âyet üzerinde durmuş, bunlardan fıkıh
hükümleri çıkarmıştır. Bunların çoğu, Kur'ân-ı Kerîm'in baş taraflarında yer
alan ve Medine'de nazil olmuş bulunan otuz civarındaki sûrede bulunmaktadır.(10)
b) Geliş şekli:
Bugün, geldiği gibi elimizde bulunan mushaf altı yüz sayfadır. Çoğu okur-yazar
olmayan ilk müslümanlara Kur'ân-ı Kerîm toptan gelmiş olsa idi bundan iki önemli
mahzur doğardı: a) Ezberlemek, öğrenmek ve olduğu gibi korumakta büyük güçlük
çekerlerdi. b) Lâfzını öğrenip ezberlemeye yönelirler, mâna ve hükmü üzerine
yeterince düşünme, inceleme ve uygulama imkânı bulamazlardı. Halbuki inananlara
Kitâb, sevap kazanmak üzere dirilerine ve ölülerine okusunlar diye değil, onu
hayatlarında rehber edinsinler, onunla yepyeni bir kimlik ve kişilik kazansınlar
diye gönderilmişti. Bu sebeple -yukarıda işaret edildiği gibi- ya hâdise üzerine
sorulan sorulara, yahut da zamanı geldiği için Allah'ın takdirine dayalı olarak
bir, on, bazen daha fazla âyet gurupları halinde Hz. Peygamber'e geliyor, o da
ümmetine, geldiği gibi tebliğ ediyor, gerektikçe açıklıyor ve uyguluyordu.
Kur'ân-ı Kerîm'in niçin toptan değil de parça parça geldiğini -müşriklerin buna
itirazları vesilesiyle- yine Kur'ân'dan öğreniyoruz: "Küfre sapanlar 'Kur'ân bir
gelişte toptan gelseydi ya' dediler; onu kalbine iyice yerleştirmek için böyle
(yaptık) ve onu (sana) ağır ağır okuduk" (el-Furkan: 25/32); "...Onu insanlara
sindire sindire okuyasın diye parça parça gönderdik ve onu ağır ağır indirdik."
(el-İsrâ: 17/106)
"Ondan önce sen (ey peygamber) ne bir kitabı okuyabilir, ne de elinle onu
yazabilirdin. Böyle olsaydı haktan sapmış olanlar şüpheye kapılırlardı."
(en-Nisâ: 4/176) meâlindeki âyet, Kur'ân-ı Kerîm'in, bir insandan okumamış
bulunan "ümmî" Peygamber'e, Allah'tan geldiğini, beşerî bir kaynaktan
alınmadığını ve yine çoğu eğitim öğretim görmemiş bir ümmete tebliğ edildiğini
ifade etmekte, aynı zamanda Kitâb'ın toptan gelmeyişinin bir başka sebebine
dikkat çekmektedir.
c) Kur'ân-ı Kerîm'in
yazılması ve kitaplaştırılması:
Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan fıkıh ile ilgili âyetler ve bu âyetlerin sayısız
fıkıh bilgi ve hükmüne kaynaklık ettiği göz önüne alınırsa, Fıkh'ın ilk
tedvininin (kitapta yazılı hale getirilişinin) de, Kur'ân-ı Kerîm'in yazılması
ile gerçekleştiği söylenebilir. Allah Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'i vahyettiği gibi
koruyacağını da vâdetmişti (el-Hicr: 15/9). Bu vâdini, Peygamberine aldırdığı şu
tedbirlerle gerçekleştirdi: Vahiy gelince Peygamberimiz okuma yazma bilen
sahâbîleri çağırır, yeni gelen âyetleri yazdırır, tashih etmek üzere okutur,
sonra bunu erkeklere ve kadınlara ayrı ayrı okurdu. O zamanda kâğıt mevcut
olmadığı için yazmaya müsait her nesne kullanılmış, bu cümleden olarak kemik,
taş, tabaklanmış deri, hurma dallarının orta damarı, porselen parçalarından
istifade edilmiştir. Hicretten sekiz yıl önce Hz. Ömer'in müslüman olmasında
etkili olan âyetler kızkardeşinin elinde yazılı bulunuyordu. Bu ve benzeri
vesikalar yazmanın hemen ilk yıllarda başladığını göstermektedir. Kur'ân-ı Kerîm
böylece baştan sona çeşitli malzemeler üzerine birden fazla nüsha olarak
yazıldığı gibi, ayrıca parçalar halinde veya bütünü ile ezberlenmiştir. Her
müslüman, günde beş vakit namazda Kur'ân'dan bir miktar okumak durumunda olduğu
için ezberliyordu; ayrıca kabiliyetli kişiler onu baştan sona ezberlemiş
bulunuyorlardı. Sahih rivayetlere göre her yıl ramazan ayında Cebrâil geliyor,
Hz. Peygamber (s.a.) ona Kur'ân-ı Kerîm'in mevcut kısmını baştan sona okuyor, bu
yol ile muhâfaza hususu kontrol edilmiş oluyordu. Peygamberimiz'in vefat edeceği
yıl Cebrâîl iki kere okumasını istemiş, O da Kur'ân'ı baştan sona iki kere
okumuştu. Bu esnada başta Zeyd b. Sâbit olmak üzere bası ashâbı da orada
bulunuyorlardı. Resûl-i Ekrem'in dünya hayatı son bulduğunda Kur'ân-ı Kerîm'in
tamamı hem yazılmış, hem de birçok kişi tarafından ezberlenmiş durumda idi.
Sûrelerin ve âyetlerin yerleri ve sıraları da bizzat Peygamberimiz tarafından
bildirilmiş idi. Ebû-Bekir halîfe olup yalancı peygamberlerle yapılan savaşlarda
birçok hâfız şehid düşünce, Hz. Ömer'in teklifi üzerine, Zeyd b. Sâbit
başkanlığında bir komisyon kurdu ve çeşitli ellerde bulunan Kur'ân parçalarının
bir araya getirilerek yeniden yazılmasını, bir kitap (mushaf) halinde
toplanmasını istedi. Birden fazla nüsha ve hâfızanın kontrolü altında bütün
Kur'ân tek kitap halinde yazıldı ve halifeye teslim edildi. Yazımda Kureyş
lehcesi esas alınmıştı. İslâm dünyasına yayılmış bulunan ashâb ise Kur'ân'ı,
çeşitli lehçelerden okuyorlardı. Bu durum bazı karışıklıklara sebebiyet verdiği
için Hz. Osman'ın halîfeliği zamanında yine Zeyd b. Sâbit'in başkanlığındaki bir
heyet ana nüshayı çoğalttı ve belli merkezlere birer nüsha gönderildi. Yazı ve
lehçe bakımından bu nüshalara uymayan özel nüshalar ortadan kaldırıldı. İşaret
etmek gerekir ki, burada söz konusu olan farklılıklar, aynı mânayı ifade eden ve
çeşitli bölgelere ait bulunan az sayıda kelime farkından ibâret idi ve bu
farklılığa, ümmete kolaylık olsun diye Hz. Peygamber örnek olmuş, izin vermişti.
İslâm bölge farklarını zayıflatıp Kureyş lehçesi yaygın hale gelince, geçici
olarak izin verilen lehçe farkları da ortadan kaldırılmış oldu.(11)
d) Bazı âyetlerin yürürlükten
kaldırılması (nesih):
Semavî dinlerin aynı kaynaktan geldiği, Allah'ın peygamberlere vahyettiği bilgi
ve esaslara dayandığı, bu sebeple inanç, gerçekler ve genel prensiplerle ilgili
bilgi ve hükümlerin değişmediği, bunların bütün semâvî dinlerde aynı mahiyette
bulunduğu bilinmektedir. Fert ve toplum üzerinde dinin hedeflerini
gerçekleştirmek için Allah tarafından konmuş ibâdetler, fert ve toplumun
hayatını düzenleyen hüküm ve kaideler dinden dine değişebilir mi? Bu soruya da
genellikle müsbet cevap verilmiş, mevsuk belgelere dayanılarak yapılan
mukayeseler de bu vâkıayı isbat etmiştir. Allah'ın insan ve tabiata hâkim
kıldığı kanunlar içinde "terakki kanunu" da vardır; buna göre birbirini takip
eden nesiller, bir bayrak yarışında olduğu gibi ilim, sanat ve tekniği
geliştirecek, icat ve keşiflerle zenginleştirecekler, bir vakte kadar medeniyet
ve kültür -fıtrattan sapılmadığı takdirde- tekâmül edecektir. Bu gerçek
karşısında ilahî dinlerin uyumsuz kalması düşünülemez; çünkü bu dinleri gönderen
de terakki kanununu koyan da tek kaynaktır; Allah'tır. İki din arasında uzunca
bir zaman geçtiği için mezkür değişiklikler zarurî ve tabîî olmakla beraber, bir
dinin başlangıç yıllarında, yeni sâlikler bu dine uyum sağlamaya çalışırken,
birbirini değiştiren hükümlerin arka arkaya gelmesi caiz ve vâki midir? Bu
mesele öteden beri İslâm âlimleri arasında tartışılmıştır. Genel bir hükmün
özelleştirilmesi, bazı kayıt ve sınırların getirilmesi (tahsis, takyid) gibi
değişikliklerin cevazı genellikle benimsenmiştir. A ve B gibi birbirine tamamen
zıt iki hükmün bulunması ve ikincisinin birincisini yürürlükten kaldırması (nesh)
ise sünnî çoğunluk tarafından caiz ve vaki görülmüş olmakla beraber bazı âlimler
"nazarî olarak caizdir, fakat uygulamada böyle bir durum yoktur" tezini
savunmuşlardır.(12)
Uygulamada neshin bulunduğunu benimseyen ulemâ, hükmü değiştirilen âyetlerin
sayısı konusunda farklı sonuçlara varmışlardır. Tahsis, takyîd kabilinden olan
değişiklikleri de nesih sayanlar sayıyı oldukça çoğaltmışlardır. Âyetin hükmünü
tamamen ortadan kaldıran değişikliği nesih sayanlardan İbnu'l-Arabî, Süyûtî gibi
araştırıcılar sayıyı yirmiye, Faslı Hacevî onikiye, Hindistanlı Şâh Veliyyullah
beşe indirmişlerdir. Bu beş âyet üzerinde son iki âlimin görüşleri
birleştirilince sayının daha da azaldığı görülmektedir.(13) Şöyle ki:
1- "İçinizden birine ölüm yaklaştığında, eğer geride mal bırakıyorsa
ana-babasına ve akrabasına vasıyet etmesi gereklidir." (Bakara: 2/180)
meâlindeki âyeti, "Allah çocuklarınızın miras haklarını size şöylece bildirip
emrediyor: Erkek, kadının aldığının iki mislini alacaktır..." (Nisâ: 4/11-12)
meâlindeki âyet neshetmiştir. "Vârise vasıyet yoktur; yâni bir kimse ölüye zaten
vâris oluyorsa buna ayrıca vasıyet yoluyla mal verilmez" meâlindeki hadîs ise
nesheden âyete açıklık getirmektedir.
2- Cumhûra göre kocası ölen kadının koca evinde bir yıl oturma hakkı ve
yükümlülüğü (Bakara: 2/240), bekleme müddetinin (iddetin) dört ay on gün
olduğunu bildiren âyet (Bakara: 2/234) ile vasiyet ise miras âyeti ile
kaldırılmıştır. Koca evinde iddet süresince kalma (süknâ) hakkı, böyle bir
hakkın bulunmadığını bildiren hadîs (Buhârî, Tefsîr, 2/41; Talâk 41, 50) ile
neshedilmiştir. Şah Veliyyullah'a göre nesih söz konusu olmadan şöyle bir formül
ileri sürülebilir: Ölen kocanın daha önce böyle bir vasıyette bulunması farz
değil, caiz veya müstehabdır, kadın ise bu vasiyete uyarak koca evinde kalmaya
mecbur değildir, muhayyerdir (s. 24).
3- Diğer müelliflerle beraber Hacevî'ye göre "Ona güç yetirebilenler üzerine
yoksulları doyuracak bir fidye gereklidir" (Bakara: 2/184) meâlindeki âyet,
oruca gücü yetenlerin dilerlerse oruç tutmayıp her oruç için bir fidye (fitre
miktarı bedel) verebileceklerini ifade etmektedir ve bu âyet "İçinizden Ramazan
ayına ulaşan onda oruç tutsun" (Bakara: 2/185) emri ile neshedilmiştir. Şâh
Veliyyullah'a göre "Ona güç yetirenler"den maksat fitre verme gücü bulunanlar"
demektir ve âyet, oruç tutanların bir de fitre (fıtır sadakası) vermelerinin
-imkâna bağlı olarak- gerekli olduğunu bildirmektedir. Burada nesih söz konusu
değildir.
4- Müslümanların ona karşı bir de olsalar cihada devam etmeleri gerektiğini
bildiren âyet, bu yükümlülüğü ikiye karşı bir şeklinde değiştiren âyet ile (Enfâl:
8/65-66) neshedilmiştir.
5- Belli bir sayı ve zamandan itibaren Hz. Peygambere evlenmeyi yasaklayan âyet
(Ahzâb: 33/52) "Sana eşlerini helal kıldık..." (Ahzâb: 33/50) meâlindeki âyet
ile neshedilmiştir. Bu konuda Şâh Veliyyullah farklı bir görüş zikretmediği
halde Hacevî aksine görüşlerin bulunduğunu, bazılarının burada neshi kabul
etmediklerini ileri sürmektedir.
6- Hz. Peygamber ile gizli bir şey konuşmak isteyenlerin önce fukaraya sadaka
vermesini isteyen âyet (Mücâdele: 58/12), bunu takip eden âyet tarafından
neshedilmiştir.
7- Müzemmil sûresinin yirminci âyetinde, önce gece namazı farz kılınmış, sonra
bu hüküm kaldırılmıştır. Hacevî burada da nesihden bahsetmenin uygun olmadığını,
âyetin başında gece namazının, -Hz. Peygambere olduğu gibi- bütün mü'minlere
farz kılındığına dair bir delâletin bulunmadığını ileri sürmektedir.
Bu tahlil ve tartışmalar da göstermektedir ki uygulamada, kelimenin tam
mânasıyle bir nesih olayının bulunduğunu isbat etmek oldukça güç bulunmaktadır.
Geriye kalan bir iki örneği de "önceki yanlış anlamayı düzeltme ve gerekli
açıklamada bulunma" şeklinde yorumlamak mümkündür. Durum ne olursa olsun nesih,
ancak Rasûlullah hayatta iken bahis mevzûu olan bir hadisedir. O'nun
intikalinden sonra vahiy kesildiği için nesih ihtimali de ortadan kalkmıştır;
çünkü Allah ve Rasûlü'nün koyduğu bir hükmü başkasının kaldırması mümkün
değildir.
9. Ahkâmu'l-Kur'ân, Beyrut, ts. C. I, s. 8 (el-Bakara sûresinin tefsirinin
başında).
10. el-Hacevî, age., C. I, s. 26.
11. Kur'an-ı Kerîm'in yazılması ve toplanması konusu hadîs, siyer, tarih
kitapları yanında Süyûtî'nin el-İtkan'ı gibi Kur'ân tarihi ve ilimlerine mahsus
eserlerde bulunmaktadır. Toplu bilgi için bak. Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân, 1-9;
Taberî, Tefsîr, Mısır, 1321, C. I, s. 15-22; Prof. Dr. M. Hamîdullah, Kur'ân-ı
Kerîm Tarihi, çev. S. Mutlu, İst. 1965, s. 42-56.
12. Prof. Hamîdullah, age., s. 56.
13. Hacevî, el-Fikru's-sâmî, C. I, s. 34 vd.; Şâh Veliyyullah, el-Fevzu'l-kebîr,
s. 21 vd.
2- Sünnet:
a) Fıkıh bakımından önemi:
Doğumdan ölüme, ibâdetten hayat nizamına kadar çok geniş bir sâhayı içine alan
ve düzenleyen Fıkh'ın iki ana kaynağından ikincisi Sünnettir. Burada Sünnet'ten
maksat, Rasûlullah'ın (s.a.) ümmet için örnek teşkil eden davranışlarının
bütünüdür. Ancak bunları bize ileten ifadeler çoğu kere ashâba ve diğer râvilere
ait bulunduğu (hadîsi Rasûlullah'ın sözleri ile değil, mânayı ve meali esas
alarak naklettikleri) ve hadîslerin çoğunun ilk nesillerde tek râvi tarafından
nakledildiği (haber-i vâhid olduğu) için Sünnet -Kur'ân-ı Kerîm'e nisbetle-
ikinci kaynak olarak kabul edilmiştir. Bununla beraber hadîs âlimlerinin ortaya
koydukları ince ve sağlam güvenilirlik ölçülerine uygun bulunan hadîslerin,
ister haber-i vâhid olsun, ister meşhur veya mütevatir olsun, bilgi ve hüküm
kaynağı olacağı konusunda sünnî mezheblerin ittifakı vardır. Özellikle Fıkıh'ta
kesin bilgi yerine zan ve kanâat yeterli bulunduğu için, Rasûlullah'a aidiyyeti
ve ifadesi konularında haklı bir şüphe bulunmayan, bu iki bakımdan kişiye kanâat
ve itminan veren hadislerin delil (hüküm kaynağı) olarak kullanılması tabîîdir.
Hadîslerin ve dolayısıyle Sünnet'in kaynak olmasına karşı eski ve yeni
muhalifler tarafından ileri sürülen deliller ve bunlar arasında bulunan:
"Hadislerin Kur'ân-ı Kerîm ile karşılaştırılması ve ona uyanların kullanılması,
uymayanların atılması" mânasını ifade eden uydurma hadîs, Fıkıh usûlü ve Hadîs
usûlü kitaplarında ele alınmış, ilmî tenkit ve tahliller ile çürütülmüştür.
Hadisi sahih kabul edenler ise, "uymayan" kavramına açıklık getirerek meseleyi
klasik usulde bilinen metin tenkidine irca etmişlerdir.
Fıkıh kaynağı olarak Sünnet bir yandan Kur'ân-ı Kerîm'in açıklanmaya (beyâna)
muhtaç bulunan âyetlerini açıklarken diğer yandan boşlukları doldurmakta; yani
müstakil olarak -Kur'ân-ı Kerîm'de bulunmayan- hükümler koymaktadır. "Onlara
indirileni halka açıklaman için sana sözü (Kur'ân'ı) indirdik." (Nahl: 16/44)
meâlindeki âyet Rasûlullah'ın ve dolayısıyle Sünnet'in birinci rolüne; "Rasûl
size neyi getirirse onu alın, kabul edin, size neyi yasaklarsa ondan da uzak
durun" (Haşr: 59/7), "Gerçekten Rasûlullah'ta sizin için güzel bir örneklik
vardır." (Ahzâb: 33/21), "De ki, Allah'a ve Rasûlüne itâat edin..." (Âlü-İmrân:
3/32), "...Rasûl onlara güzel şeyleri helal kılar, pis ve çirkin şeyleri de
haram kılar..." meâlindeki âyetler ile bunları teyit eden hadîsler de Sünnet'in
ikinci rolüne mesnet teşkil etmektedir. Ayrıca Kur'ân-ı Kerîm'de genel
çizgileriyle anlatılan iman ve İslâm konularının, namaz, oruç, hac, zekât gibi
temel ibâdetlerin ve benzeri hükümlerin geniş açıklamaları, Sünnet'in "açıklama"
fonksiyonunun; fıtır sadakası, vitir namazı, evli kişilerin zinalarının cezası,
bir kadının üzerine hala ve teyzesini almanın haram olşu, ehlî eşek etinin haram
olması, ramazan orucunu kasten ve mazeretsiz bozan kimsenin yerine getireceği
keffâret vb. yüzlerce hüküm de "boşlukları doldurma" fonksiyonunun örnekleridir.
Sünnet kaynağının Fıkıh açısından önemini göstermesi bakımından İbn Kayyim'in
verdiği rakkam da ilgi çekicidir; buna göre Sünnet kaynağında, Fıkıh hükümlerine
esas teşkil eden hadîslerin sayısı beşyüz civarındadır; esas ile ilgili bulunan
bu hadîsleri açıklayan, tafsîlât veren, kayıt ve şartları bildiren hadîslerin
sayısı ise dört bine ulaşmaktadır.(14)
b) Sünnette nesih:
İslâm'ın bünyesinde bulunan kolaylık prensibinin gereklerinden birinin de nesih
olduğuna, bu sayede ilk müslümanların önemli ve köklü bir kültür değişmesini,
ârızasız olarak gerçekleştirme imkânı bulduklarına daha önce işaret edilmişti.
Bu cümleden olarak Kur'ân-ı Kerîm âyetleri arasında olduğu gibi hadîsler
arasında, hattâ hadîsler ile âyetler arasında nesih tartışılmış olmakla beraber
bazı hadîslerin birbirini neshetmiş olması vâkıası genellikle kabul edilmiş ve
bu konuda müstakil eserler kaleme alınmıştır.(15) Sünnet'te nesih olayı da
Rasûlullah devri özelliklerinden biri olup, daha sonraki devirlerde Sünnet'in
neshi mümkün değildir.
c) Sünnetin yazılması ve toplanması:
Fıkh'ın kaynakları bakımından ilk tedvîni Kur'ân-ı Kerîm'in yazılıp Mushaf
haline getirilmesidir, ikinci tedvîni ise Sünnet'in yazılıp ayrı kitaplarda ve
farklı tertipler içinde derlenmesidir. Bu son iş yani çeşitli tertipler içinde
Sünnet'in kitaplara geçirilmesi, kitaplaştırılması (tasnif) hicrî ikinci asırda
gerçekleşmiş olmakla beraber tertipsiz olarak yazılması ve büyük küçük
mecmûalarda ve sayfalarda muhâfazası (tedvîn) Rasûlullah (s.a.)'in zamanına
kadar uzanmaktadır. Gerçi Rasûlullah (s.a) başlangıçta, Kur'ân âyetleri ile
karıştırılmasın diye hadîslerin yazılmasını yasaklamıştır. Ancak yine
başlangıçta güvendiği kimselerin yazmalarına izin verdiği gibi, karıştırılma
ihtimali ortadan kalktıktan sonra yasağını geri almış ve genel olarak yazmaya
izin vermiştir.(16) Buhârî'nin Sahîh'i ve Müslim'in Sahîh'inin İlim bölümleri
ile benzeri kaynaklarda, Hz. Peygamber'in hayatının sonlarına doğru yazma izni
verdiğini gösteren açık ve güçlü ifadeler mevcuttur. Süleyman Nedvî, Prof. M.
Hamîdullah, Prof. Fuad Sezgin gibi âlimlerin araştırmaları, hadîsin çok erken
bir zamanda yazılmaya başladığını ve Buhârî, Muvatta gibi önemli hadîs
kaynaklarının sözlü rivayetler yanında yazılı rivayetlere de dayandığını ortaya
koymuştur.
Şüphesiz hadîslerin konularına göre kitaplara geçirilmesi daha sonraki
zamanlarda yapılmıştır ve bu yapılırken daha önce yazılmış bulunan Fıkıh
kitaplarının tertibinden istifade edilmiş, yahut bunların tesiri altında
kalınmıştır. Ancak böyle bir tertiple olmasa bile hadîslerin, Hz. Peygamber
zamanından itibaren hâfızlar yanında, yazılarak da muhâfaza edilmesi ve
müctehidlerin fıkıh hükümlerini çıkarırken bu hadîslerden istifade etmeleri
vâkıası Fıkh'ın oluşması ve tedvîni bakımından büyük önem taşımaktadır.
d) Kitab ve Sünnet'in Fıkıh hükümlerini ifade şekli:
İlmî eserler ve bu arada Fıkıh kitapları belli bir metod ve üslûb ile yazılır;
ifade şekli tekdüzedir, aynı hüküm ve fikirler belli cümle şekilleri ve terimler
ile anlatılır. Kitâb ve Sünnet ise insan eseri değil, Allah'ın vahyi mahsûlüdür.
Bu iki kaynakta insanlara gerekli bulunan bilgiler en güzel ve tesirli ifade
şekilleri ile verilmiş, üslûb usanmadan tekrar tekrar okunacak şekilde
ayarlanmış, hem konular, hem de ifade şekli bakımından çeşitliliğe yer
verilmiştir. Bu sebeple mezkür kaynakların ve özellikle tertibi de ilâhî olan
Kur'ân-ı Kerîm'in belli bir bölümünde, Fıkıh hükümleri, "şu haramdır, şu
helaldir, şu akit şöyle yapılır, şartları şunlardır..." şeklinde verilmemiştir;
bilgi ve hükümler yeri geldikçe değişik kelime ve cümlelerle ifade edilmiş ve
çeşitli sûrelere serpiştirilmiştir. Bu cümleden olarak:
Helâller ve haramlar, "şu helaldir, size haram kılındı size helâl kılındı"
şeklinde; farz kılınan hususlar "farz kıldık, Allah size farz kıldı, Allah
hükmetti (kazâ), üzerinize şöyle yazıldı..." tarzında ifade edilmiştir.
Kimisi kesin, kimisi teşvik mahiyetinde olmak üzere istenen şeyler "Allah
emretti, emreder, Allah şundan hoşnut ve razı olur, şöyle yapmanızda sakınca,
günah ve kınama yoktur (bu üslûb daha ziyade serbest bırakılan davranışlar ve
şeyler için kullanılır), şu işte, bu davranışta iyilik vardır, hayır vardır...
şeklinde ifade edildiği gibi "şöyle yapın, şunu yapın" şeklinde açık emir kipi
de kullanılmıştır.
Kesin veya teşvik mahiyetinde yasaklanan, yapılması istenmeyen hususlar da
yukarıda geçenlerin tersi olan ifadelerle anlatılmıştır: "Allah şunu yapmanızı
sevmez, şundan hoşnut kalmaz, razı olmaz, şu iyilik değildir, şunda hayır
yoktur, şunda günah ve vebal vardır, şunu yapana Allah lânet eder, şu pistir,
şeytan işidir, şunu yapmanın cezası cehennemdir, şunu yapmayın, şundan uzak
durun..."
Bu ifadeler yanında Hz. Peygamber'in fiilleri, özellikle bir iş ve davranışı
devamlı yapması yine hüküm kaynağı olarak değerlendirilmiştir.
Gerek ashâb ve gerekse daha sonra gelen müctehidler Kitâb ve Sünnet üslûbuna
alışmış, maksadını anlamış, karîneleri de değerlendirerek gerektiğinde Fıkıh
hükümlerini çıkarmış ve uygulamışlardır. Bu arada gerekçesi, dayanağı (illeti)
zikredilen hükümlere kıyas yaparak da meselelere çözüm getirmişlerdir. Bununla
beraber müctehidler Kitâb ve Sünnet'in açık ve kesin ifadelerine dayanmayan,
ictihad ve yorum ile elde edilen bilgileri ve hükümleri için kesin ifadeler
kullanmamış, "şu haram, bu helal, şu farz" dememiş, aksine "şunda sakınca
yoktur, bu bana hoş gelmiyor, şu geçmişlerin fiillerine uymuyor, bu bana daha
sevimli geliyor" gibi ifadeler kullanmayı tercih etmişlerdir.
14. İbn Kayyim, İ'lâmu'l-muvakki'în, C. II, s. 257.
15. Bu konuda yapılmış en yeni ilmî çalışma Ali Osman Koçkuzu'nun doktorasıdır;
Hadîste Nâsîh-Mensûh Meselesi, İstanbul, 1985, tartışmalar için 145-165.
sayfalar, örnekler için 175-340. sayfalar.
16. Hadîsin yazılmasını yasaklayan hadîs ile buna izin veren hadîsleri
uzlaştırmak için birçok görüş ileri sürülmüştür: Yasaklanan yazılıp Kur'ân
sayfaları ile beraber Hz. Peygamber'in evinde bırakılmasıdır, yasaklanan Kur'ân
ile aynı sayfaya yazılmasıdır, yasaklama ezber işine sekte vermesin diye bazı
şahıslara mahsustur gibi yorumlar bunlar arasındadır. Ancak uzmanların tercihine
göre doğrusu, karışma tehlikesinin bulunduğu zaman genel olarak yasaklanmış, bu
tehlike ortadan kalkınca da izin verilmiş olmasından ibarettir. İbn Kesîr,
İhtisâru Ulûmi'l-hadîs, A. Şâkir neşri, Mısır, 1951, s. 132 vd.
3- İcmâ:
Herhangi bir asırda yaşayan müctehidlerin tamamının bir fıkıh hükmü üzerinde
ittifak etmeleri mânasına gelen icmâ, müctehidlerin çoğuna göre ancak Kitâb ve
Sünnet'ten bir delile dayanacaktır; yâni bir âyet veya hadisin belli bir hükmü
ifade ettiği, başka bir mânaya gelmediği hususunda asrın müctehidleri fikir ve
görüş birliğine varmış olacaklardır. Bazı fıkıhçılara göre ise icmâ, böyle bir
delile dayanmaksızın, ictihad ve kıyâsların birleşmesi suretiyle de teşekkül
edebilir. Bu ikinci görüş nazari olarak doğru gibi görünse de misal bulma
konusunda zorlanılmıştır.
İcmâın bağlayıcı bir delil olması, ümmetin dinî konularda yanlış üzerinde
ittifak etmiyeceklerini haber veren hadîslere ve "mü'minlerin yolundan ayrılmayı
kınayan" âyete (Nisâ: 4/115) dayanmaktadır.
Hz. Peygamber (s.a.) zamanında herhangi bir ictihad ve yorumun, O'nun
tasvibinden geçmeden devamlı delil (hüküm ve davranış kaynağı, dayanağı) olması
caiz ve mümkün değildir. O'nun yokluğunda sahâbenin yaptığı ictihadlar ise
geçici olarak delil olmakta, huzuruna gelindiği zaman O'na arzedilmekte ve ancak
tasvîbinden sonra delil olabilmekte idi. Bu takdirde ise delil, kıyas ve ictihad
olmaktan çıkıp Sünnet çerçevesine gireceği için "O'nun zamanında sahâbenin
ictihad ve yorumlarının devamlı delil olamıyacağı" sonucu kendiliğinden ortaya
çıkmaktadır. Rasûlullah'ın âhirete intikalinden sonra sahâbenin bir konuda
ittifak etmeleri mümkün ve vakidir; Ahmed b. Hanbel gibi bazı müctehidlere göre
"yalnızca sahâbe devrinde icmâ meydana gelebilir ve mûteber olur." İcmâ'ın
işlediğimiz devri ilgilendiren tarafı, Rasûlullah'ın ümmeti ittifaka teşvik
ederek gerektiğinde icmâ eğitimi vermesi ve "ümmetin ittifakının değerini"
açıklamış bulunmasından ibarettir.
4- Kıyâs:
Kitâb ve Sünnet'te yer alan bir hükmün hangi gerekçeye (vasıf, illet) dayandığı
bilinir veya ayrı bir ictihad ile ortaya çıkarılır (tahrîcu'l-menât ictihadı
yapılır), sonra aynı gerekçeye sahip bulunan, aynı illet ve vasfı taşıyan bir
fiil veya nesneye de aynı hüküm verilirse "kıyâs" ictihadı gerçekleşmiş olur.
Hz. Peygamber (s.a.) ictihada izin verirken, ashâbına ictihad eğitimi
yaptırırken kıyas ictihadına da izin vermiş ve bunun örnekleri o asırda ortaya
çıkmıştır.
5- İstidlâl:
Kur'ân-ı Kerîm'den ve Sünnet'ten, dil bilgisine ve kaidelerine dayanılarak bilgi
ve hüküm elde edildiği gibi bu hükümlerin gerekçesine (illetine) dayanmak
suretiyle kıyas yoluyla da hüküm ve bilgi sahibi olmak mümkündür. Bunların
dışında kalan bilgi ve hüküm elde etme yolları "istidlâl" kelimesi ile ifade
edilmektedir. Hz. Peygamber ve ashâbının istidlâl yolunu kullanıp
kullanmadıklarını araştırmak üzere bunun başlıca çeşitlerini teker teker ele
almak gerekecektir:
a) İki hüküm arasındaki gerektirme bağlantısı (telâzüm):
İnsanlar önce mantık kaidelerine göre düşünmüş, bu kaidelerin adını koymadan
onları düşüncesinde kullanmışlar, sonra da -zamanı gelince- mantık ilmini ve
kaidelerini tesbit etmişler, sistemleştirmiş ve tedris eylemişlerdir. İslâm
dünyasına mantık ilminin, Emevîler devrinden itibaren Yunan felsefesinin
tercümesi yoluyla geçtiği bilinmektedir. Ancak gerek Peygamberimizin ve gerekse
ashâbının birçok akıl yürütme işleminde -adını koymadan- mantıkçıların
kıyaslarını kullandıkları anlaşılmaktadır. Yukarıda "telâzüm" kelimesiyle ifade
edilen akıl yürütme şekli tamamen mantıkçıların kıyaslarından ibârettir. Meselâ
Sa'd b. Muâz'ın hakem olduğu hâdisede şöyle bir kıyas yaptığı anlaşılmaktadır:
"Benî-Kurayza müslümanlara karşı savaşmışlardır. Müslümanlara karşı her
savaşanın eli silah tutanı öldürülür, kadın ve çocukları esir edilir. Sonuç:
Benî-Kurayza'nın eli silah tutanı öldürülür, kadın ve çocukları esir edilir."
Burada birinci ve ikinci cümleler (mukaddimeler) birer hüküm ifade etmekte, bu
iki hüküm arasında mezkür sonucu gerektiren bir bağlantı bulunmaktadır.
b) İstishâb:
Sonraki devirlerde hanbelîler ve zâhirîler tarafından çokça kullanılan istishâb
"varlığı sabit olan bir hüküm ve durumun geçmişte veya halihazırda da var
sayılması" esasına dayanmaktadır ve çeşitleri vardır. Rasûlullah (s.a.)
zamanında mevcut olan istishâb üç çeşittir:
aa) Akıl veya hukukun (şer'in) varlık (sübût) ve devamına delâlet ettikleri
şeyin var sayılması, var kabul edilmesidir. Meselâ mülkiyetin sübutunu
gerektiren sözün sarfedilmesi üzerine bu hakkın sübutu, borçlanma veya itlâf
vaki olunca zimmette borcun sübutu, nikâh akdi yapıldıktan sonra karı koca
arasındaki "helal olma" hükmünün devamı bu nevi istishâba dayanmaktadır.
ab) Aklın delaleti ile bilinen asıl yokluğun (el-ademu'l-aslî) hukukî hükümlerde
de yok sayılması (istishâbı): "Şer'î (dînî-hukukî) bir delil bulunmadıkça, böyle
bir delile dayalı bir değişiklik vukubulmadıkça yükümlülük de yoktur" hükmü
böyle bir istishâba dayanmaktadır. Meselâ Kitâb ve Sünnet'ten bir delil
bulunmadıkça müslümanın, altıncı bir namaz ile mükellef olması düşünülemez.
ac) Bazı nasların özelleştirilmiş, kayıtlanmış olması, bazılarının da -Rasûlullah
zamanında- neshedilmiş bulunmaları ihtimaline rağmen -bu ihtimallerin vukuu
bilinmedikçe- mezkür naslarla amel edilmesi de bir nevi istishâba dayanmakta, bu
naslar anlaşıldıkları ve oldukları gibi yürürlükte kabul edilmektedir. Bu üç
nevi istishâb (hükme varma yolu) Rasûlullah zamanında da kullanılmıştır; ancak
bunlardan üçüncüsü daha ziyade ashâb için söz konusudur.
c) Önceki semâvî dinlere ait hükümler:
Bir önceki din çeşitli sebeplerle devrini tamamlayıp yeni bir peygambere ve
kitaba ihtiyaç hasıl olunca Allah Teâlâ yeni peygamberi göndermekte, baştan beri
devam eden değişmez din prensipleri yanında değişen hüküm ve kaideler
koymaktadır. Buna göre prensip olarak her yeni din bir öncekini yürürlükten
kaldırmaktadır. Önceki dinlerde mevcut hüküm ve kaidelerin İslâm dini ve
müslümanlar bakımından da geçerli olabilmesi için mevsuk ve mûteber bir kaynakta
(Kur'ân-ı Kerîm, sahih hadîsler) zikredilmesi ve ayrıca peygamberimiz tarafından
yürürlükten kaldırılmamış bulunması şarttır. Hz. Peygamber (s.a.) Medîne'ye
hicret edince buradaki yahûdîlerin âşûrâ günü oruç tuttuklarını görerek niçin
tuttuklarını sordu. "Bugün Allah Mûsâ'yı kurtarmıştı" dediler, "Biz Mûsâ'ya
onlardan daha yakınız" buyurarak kendisi de o gün oruç tuttu.(17) Bu ve benzeri
vakıalar önceki dinlere ait bazı hükümlerin İslâm'da da yürürlükte kaldığına
örnek olarak gösterilmiştir.
d) İstihsân:
Mezhep müctehidlerinin yaşadığı devri incelerken ele alınacak olan istihsân
metodu, "karşılaşan iki delilden daha kuvvetli olanı tercih" esasına
dayanmaktadır. Bu metodu gerek Rasûlullah hayatta iken ve gerekse intikalinden
sonra ashâbın kullandıkları anlaşılmaktadır. İleride daha çoğunu göreceğimiz
örneklerden biri Hz. Ali'nin kur'a formülüdür. Yemen'de üç erkek, iki hayız
arasındaki bir temizlik içinde bir kadınla (câriye) birleşmişler ve kadın da
bundan hamile kalmıştı. Çocuğun kime ait olacağı konusunda ihtilâfa düşen
erkekler Hz. Ali'ye başvurdular, o da şöyle hükmetti: "Aranızda kur'a çekin,
kur'a kime çıkarsa çocuğu o alır ve diğer şahsa, bir tam diyetin (kan bedeli,
tazminat) üçte ikisini öder." Bilâhare bu hükmü Hz. Peygambere iletmişler, O da
tasvip buyurmuştur.(18) Bu meselede kıyâs (umumi kaide) çocuğun nesepsiz
kalmasını, anasının çocuğu olmasını gerektirirken, Hz. Ali, çocuğun maslahatını
(menfaatini) göz önüne alarak yukarıdaki hükme varmış ve faydayı kıyasa tercih
ederek istihsân metodunu kullanmıştır.
e) Istıslâh:
"el-Mesâlihu'l-mursele" terimi ile de ifade edilen istıslâh metodu kıyâsa bir
cihetten oldukça yakınlığı bulunan bir metoddur. Kıyâs yapabilmek için illetin
bilinmesine ihtiyaç vardır, illeti tesbitin yollarından biri de münâsebettir,
münâsebet illetin (nassa dayalı hükmün gerekçesinin) hikmet ve maslahata uygun
bulunmasıdır. Meselâ şarabın içilmesinin haram kılınmasının illeti "sarhoşluk
verme vasfıdır" denildiği zaman bu vasfı taşıyan bütün yiyecek ve içecekler
yasaklanır, yasaklanınca da dinin "aklı ve hayatı koruma" hikmeti gerçekleşmiş
bulunur; şu halde "sarhoşluk verme" gerekçesi, dinin, aklı ve hayatı koruma
hikmetine (maksadına) münasib düşmektedir. Böyle bir vasfın, dînî-hukukî hükümde
gerekçe kılındığına nas, dar veya geniş çerçevede delâlet ederse kıyas yoluna
gidilir. Muayyen naslardan böyle bir mâna elde edilemiyor da birçok nassın
ortaya koyduğu, "dinin genel maksatlarına" bakılıyor ve "buna uygun bulunma",
"birçok konu ve hükümde ortaklaşa bulunan fayda ve maksat çerçevesine girme"
esasına göre hükme varılıyorsa istislâh metodu kullanılmış olur. Kur'ân-ı
Kerîm'in bir mushafta toplanması, hadîslerin resmen toplattırılıp yazdırılması,
minarelerin yapılması, halkı cumaya çağırmak için bir ezan daha (ilk ezan)
okutturulması... bu metoda dayalı hükümlere örnektir.
Gerek istıslâh metodu ve gerekse "harama giden yolu tıkama" mahiyetinde olan
seddi-zerîa metodu, Hz. Peygamber'in irşad ve eğitimi ile yetişen ashâb
tarafından O'nun yokluğunda kullanılmış, sonra da diğer müctehidlere intikal
etmiştir. Yeri geldikçe bu metodların gelişmelerine temas edilecektir.
6- Hz. Peygamber ve Ashâbının İctihadı:
Fıkıh Usûlü kitaplarında Rasûlullah'ın ictihad ederek hükme varmasının caiz olup
olmadığı tartışılmıştır. Tartışmanın bir tarafına göre O'nun din konusunda her
söylediği vahye dayanır (Necm: 53/4), bilgi ve hüküm kaynağı olarak vahiy
bulununca da ictihada ihtiyaç yoktur. Diğer tarafa göre ise O'nun
söylediklerinin vahye dayalı olması, Kur'ân âyetleri ile ilgilidir, Kur'ân-ı
Kerîm'de ne varsa hem mânası ve hem de sözleri ile Allah'a aittir. Allah
tarafından Rasûlüne vahyedilmiştir. Sünnete gelince bunun büyük bir kısmının
mânası yine Allah tarafından vahyedilmiştir, sözleri ise Allah Rasûlüne aittir
ve bunların da önemli bir kısmı O'nun sözleri ile değil, ashâbın anlayış ve
kavrayışlarına göre kendi sözleri ile rivayet edilmiştir. Sünnetin bir kısmının
ise hem mânası ve hem de sözleri Rasûlullah'a aittir. Şüphesiz Rasûlullah'ın
ictihadı, Allah'ın kontrolü altındadır, ashâbın ictihadı da Allah Rasûlü'ne
arzedildikten ve O'nun tasvibini aldıktan sonra Sünnet hükmüne geçmektedir.
Ancak bu gerçek, onların ictihad etmediklerine, ictihad yolunu kullanmadıklarına
delil olmaz. Bizim de katıldığımız bu ikinci görüşü, geçen ve gelecek örneklere
ek olarak şu misaller de teyit etmektedir:
Hz. Peygamber'in ictihadından örnekler:
a) Bedir savaşında alınan esirlere yapılacak muâmele hakkında bir vahiy
gelmemişti. Hz. Peygamber meseleyi ashabiyle istişâre etti. Hz. Ömer
öldürülmeleri, Hz. Ebû-Bekir fidye karşılığında salınmaları fikrini ileri
sürdüler. Resûl-i Ekrem de ikinci fikre katıldı. Bu istişârî ictihad üzerine
gelen âyet şöyle diyordu: "Yeryüzünde savaşırken düşmanı yere sermeden esir
almak hiç bir peygambere yaraşmaz. Gerçi dünya malını istiyorsunuz, oysa Allah
âhireti kazanmanızı ister; Allah aziz ve hakîmdir. Daha önceden Allah'tan bir
hüküm gelmiş olmasaydı aldıklarınızdan ötürü size büyük bir azap gelirdi."(19)
Bu vahiy üzerine Rasûl-i Ekrem ağlıyarak şöyle demiştir: "Fidye aldıkları için
ashâbıma azâb şu ağaç kadar yaklaşmıştı... Eğer azap gelseydi Ömer'den başkası
kurtulamazdı."(20)
Allah Teâlâ, ictihadında hatâ edenlere azâb etmiyeceğini beyan ettiği için azap
bahis mevzûu olmamış, fakat hatâyı açıklamıştır.
b) Bazı münafıklar Tebük Seferine katılmamak için mazeretler uydurmuş ve Hz.
Peygamber'den izin almışlardı. Allah Teâlâ bunun üzerine Rasûlüne şüple hitap
etti: "Allah seni affetsin! Doğrular sana belli olup yalancıları da bilmeden
önce niçin onlara izin verdin?"(21)
c) Hanımlarından birine Rasûl-i Ekrem şöyle demiştir: "Eğer kavmin küfürden yeni
ayrılmış olmasalardı Kâbe'yi Hz. İbrahîm'in temelleri üzerine yeniden
yapardım."(22)
d) Misvâk hakkında: "Ümmetime güçlük çıkarmış olmasam her namaz için misvâk
kullanmalarını isterdim."(23)
Bunlar Hz. Peygamber'in, mesâlih ve mefâsidi, fayda ve zararı göz önüne alıp
mukayese ederek de hüküm ve karara vardığını göstermektedir.
e) Peygamberimiz (s.a.) eşlerinden Zeyneb b. Cahş'ın odasında onun sunduğu bal
şerbetini içmiş ve bu sebeple orada biraz fazlaca kalmıştı. Bu durum diğer iki
eşinin kıskançlığını tahrik ettiği için aralarında sözleşerek ağzından kötü bir
kokununun geldiğini söylediler. O da bir daha bal şerbeti içmemek üzere yemin
etti. Bu hükmü ve davranışı vahiy mahsûlü olmadığı, kendi ictihad ve takdirine
dayandığı içindir ki, hâdise üzerine gelen âyet (vahiy) şöyle diyordu: "Ey
peygamber! Eşlerinin rızâsını gözeterek Allah'ın sana helal kıldığı şeyi niçin
kendine haram ediyorsun? Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir." (Tahrîm: 66/1)
f) Bedir savaşında Rasûlullah (s.a.) askeri kuyuların başladığı yere
yerleştirmişti. Sahâbeden el-Habbâb "Bunu, vahiy ile mi yoksa şahsî görüş ve
takdirinize göre mi yaptınız" diye sordu, vahiy ile olmadığı cevabını alınca
"Uygun olanı kuyuları arkamıza almamız ve düşmanı sussuz bırakmamızdır" dedi.
Hz. Peygamber bu reyi uygun bularak yeri değiştirdi. Muhtemeldir ki,
Peygamberimiz düşmanı insan dışı canlılara benzeterek "onlar nasıl sudan mahrum
edilemez ise bunlar da edilemez" kıyasını yapmıştı. el-Habbâb ise savaş durumunu
ve düşmanın hayat hakkının bulunmadığını göz önüne alarak bir başka kıyâs veya
istidlâl ile zikredilen görüşünü ileri sürdü.
g) "Annem vefat etti, adayıp da tutamadığı orucu var, onun namına ben tutsam
olur mu?" diye soran kadına "Annenin bir borcu olsaydı da sen onu ödeseydin
borcu ödenmiş olmaz mıydı" buyurdu, kadın "Evet ödenmiş olurdu" deyince "Allah'a
olan borç ödenmeye daha lâyıktır" dedi.(24)
h) Oruçlu iken eşini öpünce orucunun bozulduğunu zanneden Ömer'e "Su ile ağzını
çalkalasan orucun bozulur mu idi?" cevabını verdiler.(25)
ı) Şu örnekler Allah Teâlâ'nın O'na doğrudan hüküm verme ve kaide koyma
selâhiyeti verdiğini, "şu konularda dilediğin hükmü ver ve koy" dediğini
göstermektedir:
"Hâmile kadınların çocuklarını emzirmelerini yasaklamak istedim, sonra Bizans ve
İran kadınlarının bunu yaptıkları halde çocuklarına zarar vermediğini
hatırlayarak yasaklamaktan vazgeçtim."(26)
"Ümmetime güçlük verecek olmasaydım her namazdan önce dişlerini misvak ile
temizlemelerini emrederdim."(27)
Rasûlullah (s.a.) müslümanlara hac ibâdetinin farz olduğunu bildirirken birisi
"Her yıl bir kere yapmak farz mı" diye sormuştu, Peygamberimiz şöyle buyurdular:
"Evet deseydim her yıl haccetmeniz farz olurdu, buna da güç yetiremezdiniz. Size
bir şeyi buyurmadığım müddetçe siz de beni kendi halime bırakın, sizden
öncekilerin mahvolması ancak peygamberlerine durmadan gelip gidip soru sormaları
yüzünden olmuştur."(28)
"Mekke'nin ağacı kesilmez, otu yolunmaz" buyurdukları zaman Abbâs "Mekke ayrığı
(izhir) müstesnâ" demiş, Peygamberimiz de bunu tasvib ederek
tekrarlamışlardır.(29) Yasaklama teferruâtına kadar vahiy mahsûlü olsaydı bir
sahâbînin sözü üzerine mezkür istisna yapılmazdı.
Hayber'in fethinde akşam olunca askerler ocakları yakmış ve kazanları üzerine
koymuşlardı. Hz. Peygamber ne pişireceklerini sorunca "Ehlî eşek eti" cevabını
verdiler. Bunun üzerine "Kazanları dökün ve kırın" buyurdu. İçlerinden birisi
"İçindekini döküp yıkasak olmaz mı" diye sorunca "Bu da olur" cevabını
verdiler.(30)
Sahâbenin ictihadından örnekler:
a) Hz. Peygamber Muâz'ı kadı olarak Yemen'e gönderirken ne ile hükmedeceğini
sormuş, Muâz da -Kitap ve sünnetten sonra- "Reyimle ictihad ederim" demişti. Bu
cevap Rasûlullah tarafından tasvip edilmiştir.(31)
b) Hendek savaşının sonunda Hz. Peygamber: "Hiç biriniz Benû-Kurayza'ya varmadan
ikindiyi kılmasın!" buyurmuştu. Hedefe varmadan ikindinin vakti daralınca sahâbe
ikiye ayrıldı; bir grup "Bundan maksat bir an önce oraya yetişin demektir"
diyerek ikindiyi yolda kıldılar. Diğer grup ise hadisin lafzına bakarak yola
devam ettiler. Hz. Peygamber duruma muttali olunca her iki tarafın da ictihadını
hoş karşılamış, hiçbirini kınamamıştır.(32)
c) Yolculukta su bulamayan iki sahâbî teyemmüm ederek namazlarını kıldılar;
biraz gidince su buldular, birisi abdest alıp namazı yeniden kıldı. Diğeri
yeniden kılmadı. Sonradan durumu Resûlullah'a bildirince şöyle buyurdu: "Sen iki
defa sevap aldın; senin de yaptığın sünnete uygundur ve kıldığın (tek) namaz
sana kâfidir."(33)
d) Benî-Kurayza Ahzâb savaşında müslümanlara hıyanet etmiş ve anlaşmayı
bozmuşlardı. Savaştan sonra müslümanlar duruma hâkim oldular. Benî-Kurayza
kendilerine yapılacak muâmele konsunda Sa'd b. Muâz'ı hakem kıldılar, Sa'd, "eli
silah tutan erkeklerinin katledilmesine, kadın ve çocuklarının ise esir
edilmelerine" hükmetti, bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) "Onlar hakkında Allah'ın
hükmü ile hüküm verdin" buyurdu.(34) Sa'd bu hükmünde kıyâs ictihadını
kullanmış, hıyanet eden ve antlaşmayı bozanların fiilini, devlete başkaldıran
âsîlere, yahut savaş esirlerine kıyas etmiştir.
e) Bir seferde Ammâr b. Yâsir ihtilâm olmuş ve uyanınca bütün vücudunu toprak
üzerinden geçirmek suretiyle teyemmüm etmiş ve namazını kılmıştı. Beraberinde
bulunan Ömer ise bu şekilde teyemmüm etmemiş ve namazını da kılamamıştı.
Seferden dönünce durumu Rasûlullah'a anlattılar. Peygamberimiz dirseklere kadar
ellerin ve kolların, çene altına kadar yüzün toprakla meshedilmesi şeklinde
yapılan teyemmümün yeterli olduğunu, toprakta yuvarlanmaya gerek bulunmadığını
ifade buyurdular.(35) Bu ictihadda Ammâr, teyümmümü su ile yıkanmaya benzetmiş
(kıyas etmiş) ve bütün vücudu kaplaması gerektiğine hükmetmişti. Ömer (r.a.) ise
"kadınlara dokunmuş ve su bulamamış iseniz temiz toprakla teyümmüm edin"
meâlindeki âyeti (Mâide: 5/) cinsî birleşme durumuna varmayan okşama olarak
anlamış ve cünüb olan için teyemmümün yeterli olmayacağına, yıkanmanın gerekli
bulunduğuna hükmetmişti.
f) Bir seferde Amr b. Âs ihtilâm olduğu için teyemmüm etmiş ve komutan sıfatıyle
cemâate imam olarak namaz kıldırmıştı. Seferden dönünce hadiseyi Hz. Peygambere
aktardılar, teyemmümünü uygun buldu, fakat imam olmasını hoş karşılamadı. Bu
ictihadda Amr, tek başına olanın halini imamın hali ile bir tutmuş, Hz.
Peygamber ise bu kıyâsın uygun olmadığına işaret buyurmuşlardır.(36)
g) Sahâbeden Ebû-Sa'îd el-Hudrî bir görev yolculuğunda, akrep sokmuş bir müşriki
Fâtiha sûresini okuyup üfleyerek tedâvî etmiş ve karşılığında birkaç koyun
almıştı. Yol arkadaşlarından bir kısmı bunun caiz olup olmadığı konusunda
tereddüt geçirmişler ve dönünce Rasûlullah'a sormuşlardı; "Peygamberimiz bunu
tasvib ettiler.(37)
17. Buhârî, Menâkıb, 26; Müslim, Savm, 111 vd. 49.
18. Ahmed, Müsned, C. IV, s. 374.
19. el-Enfâl: 8/67-68.
20. Ahmed b. Hanbel, Müsned (A. M. Şâkir neşri, Kâhire, 1948), C. I, s. 244.
21. et-Tevbe: 9/43.
22. Buhârî, K. el-Hacc, bâb: 42, el-Enbiyâ: 10; Müslim, K. el-Hacc, nu. 399.
23. Müslim, K. et-Tahârah, nu. 42.
24. Buhârî, Vesâyâ, 19; Müslim, Nezr, 1.
25. İbn Mâce, Sıyâm, 19; Muvatta, Sıyâm, 13.
26. Müslim, Nikâh, 140 vd.
27. Müslim, Tahâret, 42; Ebû-Dâvûd, Tahâret, 25.
28. Tirmizî, Hac, 5; Nesâî, Menâsik, 1.
29. Buhârî, Cenâiz, 76; İlim, 39; Müslim, Hac, 445, 447.
30. Buhârî, Cihad, 130; Müslim, Sayd, 34.
31. Ebû Dâvud, K. el-Akdiye, bâb: 11, Tirmizî, K. el-Ahkâm, bâb: 3, Zeylâ'i,
Nasbu'r-râye, C. I, s. 23.
32. Buhârî, Sahih (el-Âmira tab'ı), C. V, s. 50; el-Megâzî, bâb: 33, Hadisin
açıklaması için bak. Aynî, C. III, s. 348-352; İbn Kayyim, İ'lâmü'l-Muvakkı'în,
C. I, s. 204.
33. İbnü Kayyim, age, C. I, s. 204. Bu devrede ictihad hareketi ve örnekler için
bak. H. Karaman, Başlangıçtan Dördüncü Asra Kadar İslâm Hukukunda İctihad (Tez.
Birinci Bölüm).
34. Buhârî, Cihad, 168, Megâzî, 38; Müslim, Cihad.
35. Buhârî Teyemmüm, 8.
36. Buhârî, Teyemmüm, 7; Ebû-Dâvûd, Tahâret, 124.
37. Buhârî, Tıb, 33, 39.
B- Hz. PEYGAMBER
DEVRİNDE FÜRÛ
(İbâdet ve Hukuk):
Mekke Dönemi:
Rasûlullah'ın yaşadığı Fıkıh Devresi, Mekke ve Medîne dönemlerine ayrılır.
Birinci dönemde inanç, düşünce ve ahlâk prensiplerine daha çok önem verilmiş,
gelen âyetlerin çoğu bu konularla ilgili olmuştur. Fıkh'ın gerek ibâdet ve
gerekse hukuk kısımlarını konu alan âyetler ise daha azdır. Hicretten önce olup
Mekke dönemine ait bulunan, fakat hangi yılda konduğu belli olmayan başlıca
hükümler şunlardır:
1. Daha önce araplar arasında yaygın bulunan "kız çocuklarını öldürme" âdetinin
kesin olarak yasaklanması (Tekvîr: 31/8).
2. Allah adına hüküm uydurarak kendilerine yasak ettikleri temiz yiyeceklerin
helal kılınması (Mâide: 5/103).
3. Şu âyetlerin ihtivâ ettiği hükümler:
a) "De ki: Bana vahyolunanda (Kur'ân'da), onu yiyecek kimse için leş veya
akıtılmış kan, yahut domuz eti -ki pisliğin kendisidir- ya da Allah'tan başkası
adına kesilmiş bir hayvandan başka haram edilmiş bir şey bulamıyorum. Ama kim
çaresiz kalırsa hakka tecavüz etmemek ve sınırını aşmamak üzere (bunlardan
yiyebilir); çünkü Rabbin bağışlayan ve esirgeyendir." (En'âm: 6/145).
b) "De ki: Geliniz, Rabbinizin size neyi haram kıldığını okuyayım: O'na hiçbir
şeyi ortak koşmayın, ana-babaya iyilik edin, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı
öldürmeyin; sizin de onların da rızkını biz veririz. Kötülüklerin açığına da
gizlisine de yaklaşmayın ve haksız yere Allah'ın yasakladığı cana kıymayın. İşte
şu size anlatılanları Allah (emir ve) tavsıye etti. Umulur ki düşünüp
anlarsınız. Ergenlik çağına erişinceye kadar yetimin malına, sadece en güzel bir
maksatla yaklaşın; ölçü ve tartıyı düzgün yapın. Biz herkese ancak gücünün
yettiği kadarını yükleriz. Söz söylediğiniz zaman, yakınlarınız dahi olsa
adâleti gözetin; Allah'a verdiğiniz sözü tutun. İşte Allah size, iyice
düşünesiniz diye bunları emretti." (En'âm: 6/151-152).
c) Üzerine Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvanlardan yemeyin; çünkü onu yemek
günahdır..." (En'âm: 6/121).
Mekke dönemine ait olup tarihi bilinen hükümler de vardır:
1. Namaz:
Beş vakit namaz farz kılınmadan önce Peygamberimiz (s.a.), peygamberlik geldiği
günlerden itibaren sabah ve akşam olmak üzere günde iki vakit namaz kılmıştır.
Bu arada kendisine gece namazı da farz kılınmış, sonra bu namaz gecenin üçte
biri kadar bir müddete indirilmiştir. Garânîk hadisesi bazılarınca yanlış
anlaşılmış ve nakledilmiş olmakla beraber, Kur'ân-ı Kerîm'in bazı âyetleri
okununca secde etmenin, hicretten önce gerekli kılındığını göstermektedir. Hz.
Âişe'den nakledilen "Farz namazlar önce ikişer rek'at şeklinde farz kılındı,
sonra yolcunun namazında bu sayı değiştirilmedi, yolcu olmayanın namazında ise
-ikişer rek'at- arttırıldı."(38) şeklindeki rivâyet de namazın hicretten önce,
azdan çoğa doğru arttırılarak farz kılındığına delalet etmektedir.
--------------------------------------------------------------------------------
38. Buhârî, Salât 1, Taksîr, 5; Müslim, Salâtu'l-müsâfirîn, 1, 3.
2. Beş vakit namaz:
Beş vakit namazın mirac hadisesi ile birlikte farz kılındığında ittifak vardır.
Mirac da hicretten bir yıl önce vaki olduğuna göre bütün müslümanların kılmakla
yükümlü bulundukları beş vakit namazın hicretten bir yıl önce farz kılındığı
ortaya çıkmaktadır. Mirac gecesini takip eden günlerde Cebrâil gelip Hz.
Peygamber ile birlikte bir gün beş vakit namazı ilk vakitlerinde, ikinci gün ise
son vakitlerinde kılmış ve böylece namazların vakitlerinin başlangıç ve sonunu
açıklamıştır.(39)
3. temizlik Gusül, abdest ve necasetten tahâret:
Araplarda, İslâm'dan önce de cünüplükten dolayı yıkanma adeti vardı. Mekke
döneminde farz namaz kılınınca cünüb olanların yıkanmadıkça namaz
kılamıyacakları bildirildi ve Peygamberimizin fiili ile guslün şekli öğrenildi.
"İyice temizlenmiş olmayanlar ona (Kur'ân'a) dokunamaz." (Vâkıa: 56/79)
meâlindeki âyet de Mekke'de nazil olmuştur ve burada geçen "iyice temizlenmekten
maksat" gusüldür. Hz. Ömer'in müslüman olması olayında kızkardeşi, gusül
etmedikçe Kur'ân sayfasına dokunmasına izin vermemişti; bu olay da guslün Mekke
dönemine ait olduğunu göstermektedir.
Abdestin hangi dönemde farz kılındığı konusunda iki görüş vardır. İbn
Abdilberr'e göre Peygamberimiz hiçbir zaman abdestsiz namaz kılmamıştır; şu
halde namaz gibi abdest de Mekke döneminde gerekli kılınmıştır. İbn Hazm'e göre
abdest Medine'de farz kılınmıştır; çünkü abdesti ve teyümmümü anlatan âyetin
Medîne'de nazil olduğu kesin olarak bilinmektedir. Buna karşı bazı hadîslerde,
daha Mekke döneminde iken abdestten bahsedildiği ileri sürülmüş(40) bazıları da
abdestin Mekke döneminde teşvik edildiğini (mendub olduğunu) Medîne'de ise farz
kılındığını ileri sürerek bu iki görüşü uzlaştırma yoluna gitmişlerdir. İleride
gelişinden bahsedilecek olan abdest ve teyemmüm âyetinin meâli şöyledir: "Ey
iman edenler! Namaz kılmaya kalktığınız zaman yüzlerinizi, dirseklerinize kadar
ellerinizi ve başlarınıza meshedip, topuklara kadar ayaklarınızı yıkayın. Eğer
cünüb oldunuz ise boy abdesti alın. Hasta, yahut yolculuk halinde bulunursanız,
yahut biriniz tuvaletten gelirse, yahut da kadınlara dokunmuşsanız (cinsî temas
yapmışsanız) ve bu hallerde su bulamamışsanız temiz toprak ile teyemmüm edin de
yüzünüzü ve (dirseklere kadar) ellerinizi onunla meshedin..." (Mâide: 5/6). Bu
âyet Medîne'de nazil olmuştur; ancak bu vâkıa, abdet ve gusülün de Medîne'de
farz kılındığını göstermez. Yukarıda geçen deliller bu iki ibâdet hazırlığının
Mekke döneminde de mevcudiyetini gösterdiğine göre burada zikr edilmelerinin
sebebi, bilinen abdest ve gusülün sebeplerini toplu olarak bildirmek ve
Medîne'de bu âyet ile bildirilen teyemmümün -sebebi ne olursa olsun- hem abdest,
hem de gusül yerine geçtiğini anlatmaktır.
"Giysilerini temiz tut" (Müddessir: 74/4) meâlindeki âyet namaz kılabilmek için
elbiselerin necaset sayılan şeylerden temizlenmiş bulunması gerektiğini ifade
etmektedir ve Mekke'de nazil olmuştur. Yine Mekke döneminde Hz. Peygamber Kâbe
Mescidinde namaz kılarken müşrikler tarafından üzerine hayvan işkembesinin
pisliği atılmış, sonra Hz. Fâtıma gelip bunu temizlemişti. Şu halde necasetten
taharet Mekke döneminde farz kılınmış bir ibâdet hazırlığıdır.
39. Müslim, Mesâcid, 176, 179.
40. İbn Hacer, Feth, C. I, s. 233 (Selefiyye tab'ı)
4. Cuma namazı:
Müslümanlar Medîne'ye hicret etmeye başlayınca Hz. Peygamber (s.a.), Ensâra
İslâm'ı öğretmesi için Mus'ab b. Umeyr'i görevlendirmiş, Mus'ab'ın talebi
üzerine de cuma namazını kıldırması için izin vermişti. Kendileri henüz
Medîne'ye hicret etmeden burada cuma namazı kılındığı için bu ibâdetin
başlangıcı da Mekke dönemine rastlamaktadır.
MEDÎNE DÖNEMİ
Birinci yıl:
1. Hutbe:
Hz. Peygamber Medîne'ye hicret edince ilk hutbesini Kubâ Mescidinde (bir
rivayete göre de Medîne'deki Peygamber Mescidinde irad buyurmuş ve bundan sonra
hutbe, cuma vb. namazların bir parçası haline gelmiştir.
2. Ezân:
Medîne'de hicretten hemen sonra müslümanları beş vakit namaza dâvet etmek için
bir çare aranmış, Rasûlullah (s.a.) ashâbı ile bu konuyu istişare etmiştir.
Hristiyanlar gibi çan çalınması, yahudiler gibi boru öttürülmesi, ateş yakılması
vb. vasıtalar teklif edilmiş ise de Peygamberimiz bunları beğenmemiş ve meclis
dağılmıştır. Hazrec kabilesinden Abdullah b. Zeyd isimli zat rüyasında bir
kişinin ezan okuyarak namaza dâvet ettiğini ve kamet getirerek de cemâate
çağırdığını görmüş, uyanınca rüyasını Rasûlullah'a anlatmıştır. Rasûlullah "Bu
ilâhî bir rüyadır" buyurduktan sonra sesi müsait olan Bilâl'e emretmiş, Bilâl'in
Peygamber Mescidine yakın yüksekçe bir evin üstünde başlattığı ezan-ı Muhammedî,
kıyâmete kadar, dalga dalga dünyaya yayılmak üzere güzel bir sünnet ve şiâr
olmuştur. İlk ezanı duyunca koşarak gelen Hz. Ömer de aynı rüyayı gördüğünü
ifade etmiştir.(41)
41. Buhârî, Ezan, 1; Tirmizî, Mevâkît, 27; Müslim, Nikâh, 79 vd.
3. Nikâh:
Câhiliye devrinden bahsederken yaptıkları evlenme akdi çeşitlerine de temas
etmiştik. İslâm dini bunlar içinden bugün bildiğimiz evlenme akdi şeklini ibka
etmiş ve gerekli ıslâhatı yapmıştır. Hicretin birinci yılında Abdurrahman b. Avf
evlendiği zaman Peygamberimiz kendisine "Eşine mehir olarak ne verdin" diye
sormuş, o da "Bir çekirdek altın" demiştir (bir gramdan biraz fazladır).
Peygamberimiz bu cevabı aldıktan sonra "Bir koyun keserek bile olsa bir de
ziyafet ver" buyurmuştur.(42)
Mehir, düğün ve ziyafet gibi unsurlar ile başlayan aile müessesesinin kuruluşu
ve ıslâhı, çeşitli zamanlarda gelen "eş sayısının sınırlandırılması, karşılıklı
hakların tesbiti, anlaşmazlıkların çözümü" gibi hükümlerle tamamlanarak devam
etmiştir.
4. Cihad:
Müslümanlar önce Habeşistan'a, sonra da Medîne'ye hicret ettikleri halde Mekkeli
müşriklerin zulmünden kurtulamamışlar, bilhassa Mekke'de kalan kadın, çocuk ve
yaşlılar, çeşitli baskı ve işkencelere maruz kalmışlardı. Müşrikler bununla da
yetinmiyor, İslâm'ın yayılmasını önlemek için ellerinden geleni geri
koymuyorlardı. Böylece zulmü ortadan kaldırmak, din ve vicdan hürriyetini
sağlamak için düşmanın saldırısına karşı koymak kaçınılmaz hale gelmiş, ashab da
bunu ısrarla taleb eder olmuştu. Allah Teâlâ: "Kendilerine karşı savaş
açılanlara, zulme uğramış olmaları sebebiyle -mukabele etme konusunda- izin
verildi. Şüphe yok ki Allah onlara yardım etmeye hakkıyle kadirdir." (Hac:
22/39) buyurarak müslümanların savaşmalarına izin verdi. Daha sonra gelen
âyetler savaşın amacına da ışık tutuyordu: "Fitne tamamen yok oluncaya ve din de
yalnızca Allah için (benimsenir) oluncaya kadar onlarla savaşın. Fitne
çıkarmadan vazgeçerlerse, zalimler ve aşırı gidenler hariç, saldırma ve
düşmanlık yoktur. Haram aya karşılık haram aydır. İşlenen suçlara karşılık da
kısas vardır. Kim size saldırırsa siz de ona misilleme ölçüsünde saldırın.
Allah'tan korkun; biliniz ki Allah, sakınanlarla beraberdir." (Bakara:
2/193-194).
"Size ne oldu da Allah yolunda ve 'Rabbimiz! Bizi, halkı zalim olan bu
şehirlerden çıkar; bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı
yolla' diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?"
(Nisâ: 4/75).
Bu izinle başlayan cihad, gerekçesi bulundukça kıyamete kadar sürmek üzere meşru
kılınmış, Peygamberimiz on yıllık Medîne hayatında yirmi beş civarında büyük,
küçük gazâ yapmıştır.
42. Buhârî, Nikâh, 7, 54, 56...
5. Belediye nizamı:
"İnsanlardan alırken ölçüp tarttıklarında tam, onlara vermek için ölçüp
tarttıklarında ise noksan yapan hilekârlara yazıklar olsun!" (Mutafifîn: 83/1,
2, 3) meâlindeki âyetler çoğunluğa göre Mekke'de, bazılarına göre ise Medîne'de
nazil olmuştur ve bu âyetleri ihtiva eden sûre, Medîne'de gelen ilk sûredir. Bu
rivayete göre belediye nizamının temeli de Medîne'de ilk yıldan itibaren atılmış
olmaktadır.
İkinci yıl:
1. Oruç:
Daha önceki ümmetlere de farz kılındığı Kur'ân-ı Kerîm'de bildirilmiş olan
Ramazan orucu, muhtemelen Hz. İsmâîl ve babası İbrâhîm şerîatinden kalmış bir
gelenek olarak araplarca tanınır, bazı kimseler bu ayda oruç tutarlardı.
Peygamberimiz de bu ayda Hira dağına çekilir, burada ibâdet ve tefekkür ile
meşgul olurdu. Nitekim böyle bir ramazan ayında kendisine ilk vahiy gelmiş ve
Kur'ân-ı Kerîm'in nüzûlü başlamıştı. Medîne'ye hicret edince, burada yahûdîlerin
Âşûrâ orucu tuttuklarını gören Rasûlullah, "Biz bunu tutmaya onlardan daha
lâyıkız" buyurarak mezkür orucu vacib kılmıştı. Sonra aşağıdaki âyetler geldi,
Ramazan orucunu müslümanlara farz kıldı ve âşûrâ orucu mecburiyetini kaldırdı:
"Ey iman edenler! Sizden öncekilere yazıldığı gibi oruç size de yazıldı (farz
kılındı); umulur ki korunursunuz. Oruç size sayılı günler olarak yazıldı. Sizden
her kim hasta, yahut yolcu olursa, tutamadığı günler kadar diğer günlerde oruç
tutar... Ramazan ayı, insanlara yol gösterici ve doğruyu eğriden ayırmanın açık
delilleri olarak Kur'ân kendisinde indirilen aydır. Sizden her kim hilâli
görürse oruç tutsun..." (Bakara: 2/183-185)
2. Bayram namazları:
Medîne'de halkın eğlenip neşelendiği iki günleri vardı. Peygamberimiz burayı
teşrif ettikten sonra "Allah bunların yerine size daha iyi ikisini verdi; fıtır
bayramı ve kurban bayramı" buyurarak bu iki bayramı koydu ve halka bayram
namazlarını kıldırdı.(43)
43. Nesâî, Iydeyn, I., Ahmed, C. III, s. 103.
3. Fıtır sadakası:
Ramazan ve bayramda fakirleri sevindirmek ve geçimlerine katkıda bulunmak üzere
-ülkemizde fitre diye bilinen- fıtır sadakası yine aynı yılda Peygamberimiz
tarafından konmuştur.
4. Kurban:
Peygamberimiz namazgâhta, halka kurban bayramı namazını kıldırdıktan sonra
hazırladığı iki boynuzlu koçun birisini kendisi ve ailesi için, diğerini de
ümmeti için kurban etti, sonra da "Allah'ım bu sendendir ve sanadır" dedi.(44)
Hz. İbrâhîm'in geçirdiği büyük imtihandan sonra Allah'ın lütfettiği koç
kurbanını da hatırlatan bu ibâdet böylece İslâm'da devam etmiş oluyordu.
5. Zekât:
İbnu'l-Esîr, zekâtın hicrî dokuzuncu yılda farz kılındığını kesin olarak ifade
etmiştir. Ancak daha hicrî beşinci yılda Peygamberimize gelen Dımâm b. Sa'lebe
"(Bu sadakayı) zenginlerimizden alıp fakirlerimize dağıtmanı sana Allah mı
emretti?" sorusu ile zekâttan bahsettiğine göre(45) bu ibâdetin daha önce farz
kılındığı anlaşılmaktadır. İbnu'l-Esîr'in bahsettiği olay, muhtemelen memurlar
tayin edilerek zekâtın devlet tarafından toplanmaya ve dağılmaya başlanmasıdır.
Kays b. Sa'd "Rasûlullah bize, zekât âyeti inmeden önce fıtır sadakasını
emretti" demiştir.(46) Kastedilen âyet ise "Mallarından, onları temizleyeceğin
ve ruhlarını yücelteceğin bir sadaka (zekât) al" meâlindedir. (Tevbe: 9/103).
6. Kıblenin değiştirilmesi:
Müslümanlar Mekke döneminde namaz kılarken Kudüs'teki Beyt-i Makdis'e yöneliyor,
Kâbe'yi de önlerine aldıkları için aynı zamanda hem Kâbe'ye, hem de Beyt-i
Makdis'e dönerek namaz kılmış oluyorlardı. Medîne'ye hicret edince bu imkân
ortadan kalktı ve yalnızca Beyt-i Makdis'e yönelerek namazlarını kıldılar.
Araplar yıllardan beri Kâbe'yi mukaddes biliyor, oraya hürmet ediyorlardı,
namazda da oraya yönelmek isterlerdi. Ancak ilk kıbleye yönelerek namaz kılmanın
da hikmetleri vardı; bir yandan içi henüz putlarla dolu olan Kâbe'ye, ibâdette
yönelmemek suretiyle tevhid korunuyor, müşrik araplara muhalefet edilmiş oluyor,
diğer yandan yahûdîlerin gönlü İslâm'a ısındırılıyordu. Bu geçici hikmetlerin
müddeti dolunca müslümanlar alıştırılarak Kâbe'ye yöneltildiler; önce "Doğu da
Batı da Allah'ındır. Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (zâtı) oradadır..."
(Bakara: 2/115) buyurularak şuraya veya buraya yönelmenin bir sembol olduğu,
gönüllerin yöneldiği varlığın bir tek olup asla değişmediği anlatılmış oldu,
sonra da "Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu görüyoruz. Hemen
seni, hoşnut kalacağın bir kıbleye doğru döndürüyoruz; yüzünü artık Mescid-i
Haram tarafına çevir. (Ey müslümanlar) siz de nerede olursanız olun, yüzlerinizi
o tarafa çevirin..." buyurularak müslümanların ebedî kıbleleri belirlenmiş oldu.
Bu olay hicrî ikinci yılın Receb ayında vukubulmuştur.
44. Şevkânî, Neyl, C. V, s. 117 vd.
45. Buhârî, Adâhî, 4, 7, 12; Müslim, Adâhî, 10; İman, 10.
46. Nesâî, Zekât, 31, 33; İbn Mâce, Zekât, 21.
7. Ganîmetler ve taksîmi:
İslâm'dan önce araplar savaşta ve talanda elde ettiklerini güç ve soy esasına
göre dağıtırlar, aslan payını da kabile reisleri alırdı. İslâm savaşın
sebeplerini makul ve zaruri boyutlara indirdiği gibi savaş ganimetlerini de âdil
bir şekilde paylaşma esasını getirdi. Hicretin birinci yılında sınır boylarına
gönderilen ilk akıncı gurubu, Abdullah b. Cahş'ın gurubu idi. Akıncılar bu
hareket esnasında ganimet elde etmişler ve komutan Abdullah ganimeti beşe
ayırmış, beşte birini Resûlullah'a getirmiş, geri kalan kısmını gazilere eşit
olarak paylaştırmıştı. İkinci yıl Bedir savaşında gelen âyet, Abdullah'ın bu
ictihadını tasvib ediyor ve ilk düzenlemeyi yapıyordu: "Eğer Allah'a ve hak ile
batılın ayrıldığı gün, iki ordunun birbiri ile karşılaştığı (Bedir) günü
kulumuza gönderdiğimiz şeye iman ediyorsanız, bilin ki, ganîmet olarak aldığınız
herhangi bir şeyin beşte biri Allah'a, Rasûlüne, O'nun akrabasına, yetimlere,
yoksullara ve (yolda kalmış) yolculara aittir. Allah her şeye hakkıyle
kadirdir." (Enfâl: 8/41)
Enfâl sûresinin başında "Allah ve Resûlüne ait" olduğu bildirilen "enfâli" de
müfessirlerin çoğu, ganîmet mânasına almışlardır. Şu halde önce her şey gibi
ganîmetin de Allah ve Rasûlüne ait olduğu bildirilmiş, sonra da yine Allah'ın
iradesi ve Rasûlünün rızâsı ile bunun nasıl dağıtılacağı açıklanmış olmaktadır.
Buna göre ganîmetin beşte dördü gazilere dağıtılmakta, beşte biri de yine beş
kısma ayrılarak âyette sayılan sınıflara verilmektedir. Allah ve Rasûlüne ait
olan kısım Rasûlullah tarafından alınır ve pek azı ailesine, çoğu ise muhtaç
müslümanların ihtiyaçlarına sarfedilirdi. Rasûlullah'ın akrabasına ayrılan hisse
(beşte birin beşte biri) mahrum edildikleri zekâtın bedeli idi. Bilindiği üzere
O'nun yakınlarının -muhtaç olsalar dahi- zekât almaları caiz değildir.
Hicrî ikinci yılda vukubulan Bedir savaşı ile başlayan savaş hükümleri Uhud ve
onu takip eden diğer savaşlarda tamamlanarak devam etmiş ve bu hükümler mükemmel
bir Devletler Hukuku'na temel teşkil etmiştir.
Üçüncü yıl:
1. Miras hükümleri:
İslâm'dan önce araplar kız çocuklarına mirastan hisse vermezlerdi, miras erkek
çocuklara kalırdı, bunun dışında mal bırakılmak istenen kimseler için vasıyet
edilirdi. Buhârî'nin İbn Abbâs'tan şu rivayeti miras hukukunun tarihine de ışık
tutmaktadır: "Mal erkek çocuğa ait idi, ana-babaya vasıyet yoluyla mal
bırakılırdı, Allah Teâlâ bu uygulamadan dilediği kısmı neshederek kaldırdı,
erkeğe iki kadın hissesi kadar verdi, ana-babadan her birine altıda bir ve -bazı
durumlarda- anaya üçte bir verdi, karıya sekizde veya dörtte bir, kocaya ise
yarı veya dörtte bir verdi."(47) Buhârî'nin bahsettiği değişiklik şöyle
gerçekleşti: Hicrî üçüncü yılda, Uhud savaşından sonra, ensârdan Sa'd b. er-Rabî'in
eşi Peygamberimize gelerek "Ya Rasûlullah şu iki kız, Uhud'da sizin maiyetinizde
şehit olan Sa'd'in kızlarıdır, amcaları bu ikisinin malını ellerinden aldı?"
dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Bu konuda Allah hükmünü verecektir." buyurdu. Bunun
üzerine "Allah çocuklarınız -ın mirası- hakkında size şunu emir ve tavsıye
eder..." (Nisâ: 11-12) meâlindeki uzun miras âyetleri geldi. Peygamberimiz
çocukların amcalarına birini gönderip çağırttı ve kendisine şöyle buyurdu: "Sa'd'in
iki kızına mirasın üçte ikisini ver, analarına sekizde bir ver, geri kalan mal
da senin hakkındır."(48)
Miras hukukunun büyük bölümü bu âyetlere dayanmaktadır. Geri kalan hükümleri de,
daha sonra gelen birkaç âyet ile hadîsler ve ictihad tamamlamıştır.
2. Boşanma:
Bu yıl içinde boşama hükümleri konmuş ve "Talâk" ismini taşıyan sûre inmiştir:
"Ey Peygamber! Kadınları boşamak istediğiniz zaman onları iddetleri içinde (iddetlerini
gözeterek) boşayın ve iddeti iyi hesap edin. Rabbiniz Allah'tan korkun. Apaçık
bir hayasızlık yapmadıkça onları evlerinden çıkarmayın, onlar da çıkmasınlar..."
(65/1) Hz. Peygamber (s.a.)'in eşi Hafsa'yı boşaması, sonra da Cebrâil'in
bırakmamasını tavsıye etmesi üzerine geri dönmesi (rec'at) bu sûrenin nüzul
sebebi olarak gösterilmiştir.(49) Daha sonra diğer sûrelerde ve hadîslerde
boşama ile ilgili birçok hüküm gelmiş, Allah'ın sevmediği, fakat zaruret halinde
başvurulması gereken bu tasarruf detaylarıyle anlatılmıştır.
47. Buhârî, Vasâyâ, 6.
48. Tirmizî, Ferâiz, 3; Ahmed, C. III, s. 352.
49. Kurtubî, Tefsîr, C. XVIII, s. 148. Hadîs için bak. İbn Mâce, Talâk, 1.
Dördüncü yıl:
1.
Yolculukta namazın kısaltılması ve korkulu durumlarda namaz:
Nisâ sûresinin 101-103 âyetleri, yolculukta ve savaş vb. hallerde namazla ilgili
kolaylıklar getirmektedir: "Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, kâfirlerin size
kötülük etmelerinden çekinirseniz, namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur.
Şüphesiz kâfirler sizin apaçık düşmanınızdır./Sen de içlerinde bulunup
(tehlikeli durumlarda) onlara namaz kıldırdığın zaman, onlardan bir kısmı
seninle beraber namaza dursunlar, silahlarını (yanlarına) alsınlar, böylece
(namazı kılıp) secde ettiklerinde, (diğerleri) arkanızda olsunlar. Sonra henüz
namazlarını kılmamış olan (bu) diğer gurup gelip seninle beraber namazlarını
kılsınlar ve onlar da ihtiyat tedbirlerini ve silahlarını alsınlar. O kâfirler
arzu ederler ki, siz silahlarınızdan ve eşyanızdan gafil olsanız da üstünüze
birden çullansalar (baskın yapsalar). Eğer size yağmurdan bir eziyet olur, yahut
hastalanırsanız silahlarınızı bırakmanızda size günah yoktur. Yine de
tedbirinizi alın. Şüphesiz Allah, kâfirler için alçaltıcı bir azâb
hazırlamıştır./Namazı bitirince de ayakta, otururken ve yanınız üzerine yatarken
Allah'ı anın, Huzura kavuşunca da namazı dosdoğru kılın, çünkü namaz, mü'minler
üzerine, vakitleri belli bir farzdır."
Hadîsler ve uygulama, yolculuk vb. durumlarda namazın, dört rek'atlı farzlarının
ikiye indirilerek kılınması ruhsatının, korku ve tehlikeli durumlara bağlı
olmadığını, normal yolculuklarda da bu kolaylığın söz konusu olduğunu ortaya
koymuştur. Namazların yolculuk vb. hallerde kısaltılması ruhsatının, hicrî
ikinci yılda vukubulduğunu ileri sürenler bulunduğu gibi, bu tarihe kadar dört
rek'atlıların iki olduğunu, bu tarihten itibaren, hazarda ve normal hallerde
dörde çıktığını, sefer vb. durumlarda ise iki olarak devam ettiğini kabul
edenler de olmuştur.
2. Recm cezası
Yahûdî bir erkek, yine yahûdî bir kadınla zina ederken yakalanmış ve Hz.
Peygamber'e getirilmişlerdi. Peygamberimiz suçlulara, kendi dinlerine göre
cezalarının ne olduğunu sormuş, onların yalan söylemeleri üzerine Abdullah b.
Selâm'ın yardımı ile Tevrat'ta mevcut recm hükmünü bulmuş ve suçlulara
uygulamıştı. Aynı hüküm, sünnete dayalı icmâ ile İslâm'a da intikal etmiş ve bu
suçu işleyen evli şahıslara -az da olsa- uygulanmıştır.(50)
50. Buhârî, Hudûd, 24 vd.
3. Arâzî ıktâ'ı:
Hz. Peygamber (s.a.) hicretin ilk yılında muhâcirlere, Medîne evlerini ıktâ
eylemiş; yani başkanlık sıfatına dayanarak bedelsiz tahsis eylemişti; fakat bu
iktâ, evin mülkiyetini değil, intifâ hakkını vermekten ibaret idi. Dördüncü
yılda ez-Zübeyr b. el-Avvâm'a vererek başlattığı toprak ıktâı ise mülkiyeti
intikal ettiren bir iktâdır. Nitekim Hz. Esmâ'nın, Buhârî'de yer alan "Zübeyr'in
arâzîsinden -ki bunu ona Rasûlullah iktâ eylemişti- hayvan yemi hurma çekirdeği
taşırdım..."(51) şeklindeki ifadesi de arâzînin ona intikal ettiğini
göstermektedir.
4. Teyemmüm ile ilgili tamamlayıcı hükümler ve
ay tutulması sebebiyle namaz:
Bunlar da dördüncü yılda meşrû kılınan ahkâm arasındadır.
5. İffete iftira cezası (haddu'l-kazf):
Kadınların namuslarına dil uzatılmasını engellemek maksadına yönelik "iftira
cezası" yine bu yıl, Hz. Âişe'ye yöneltilen bir iftirâ sebebiyle
vazedilmiştir.(52) Bu cezayı getiren âyetin meâli şöyledir: "Namuslu kadınlara
zina isnadında bulunup, sonra (isbat için) dört şahit getiremiyenlere seksener
sopa vurun ve artık onların şahitliğini hiçbir zaman kabul etmeyin..." (Nur:
24/4).
6. Örtünme ve İstizân
Örtünme ve evlere izin alarak girme hükümleri:
Enes b. Mâlik, Hz. Peygamber'e on yıl hizmet etme saâdetine ermiş bir sahâbî
olarak "örtü ve perde arkasında bulunma âyetinin gelmesini ve buna sebep olan
hâdiseyi en iyi ben bilirim" diye başladığı bir hadîste olayı detaylarıyle
anlatmıştır: Hz. Peygamber (s.a.) Zeyneb b. Cahş ile evlendiklerinde davetli
ashâb, zifaf yapılacak odada, uzun boylu kalmışlar, Peygamberimiz de bundan
rahatsız olmuş, hatta birkaç kere çıkıp girerek oradakilerin artık gitmelerini
îma etmişti. Daha önce de Hz. Ömer'in, örtünme konusu ile ilgili teklifleri
olmuştu.(53) Buna son olay da eklenince -ilâhî plândaki zaman gelmiş olduğu
için- şu mealdeki âyet nazil oldu: "Ey iman edenler! Siz zamanını
gözetlemeksizin, bir yemeğe dâvet edilmedikçe, Peygamberin evlerine girmeyin.
Ancak dâvet edildiğiniz vakit girin. Yemeği yediğinizde hemen dağılın, konuşmaya
dalmayın. Çünkü bu davranışınız Peygamberi üzüyor, fakat o (bunu size
söylemekten) utanıyordu. Ama Allah, gerçeği söylemekten çekinmez. Peygamberin
hanımlarından bir şey istediğiniz zaman perde (hicâb) arkasından isteyin. Bu,
hem sizin kalbleriniz, hem de onların kalbleri için daha temiz bir davranıştır.
Sizin, Allah'ın Rasûlünü üzmeniz ve kendisinden sonra onun hanımları ile
evlenmeniz asla caiz olamaz; çünkü bu, Allah katında büyük bir günahtır. (Ahzâb:
33/53).
Âyette iki önemli hüküm vardır: 1. Başkalarının evine dâvetsiz ve izinsiz
girmemek, 2. Hz. Peygamber'in hanımları ile perde arkasından görüşmek. Bunlardan
birincisi "isti'zân", ikincisi de "hicâb" terimleri ile meşhur olmuştur.
Rasûlullah (s.a.)'in eşleri, mü'minlerin anneleridir. (Ahzâb: 33/6). Soy ve
doğum bağına dayanmasa bile anne annedir; anne ile evlâdı arasında
düşünülebilecek kötü (şehevî) duygu, yabancılar arasında olandan daha ağır ve
çirkin olduğu için Allah Teâlâ, hem O'nun eşlerini, hem de mü'minleri korumak
için -Hz. Peygamber'in hanımlarına mahsus olmak üzere- hicâb emrini göndermiş,
gerektiğinde konuşmanın perde arkasından olmasını istemiştir. Sefer sırasında da
onlar için, develer üzerine küçük evcikler (mahfeler) yapılır, böylece perde
emrine uyulurdu. Aynı yıl, diğer mü'min kadınlar için de örtünme emri gelmiştir
(Nûr: 240/30-31). Buna göre mü'min kadınlar, ihtiyaç gereği açılan el, yüz ve
ayakları dışında kalan yerlerini, uygun giysilerle örteceklerdir.
İstîzan emri de yalnızca Hz. Peygamber'in hanelerine mahsus olarak kalmamış,
bütün evlere teşmil edilmiştir: "Ey iman edenler! Kendi evlerinizden başka
evlere geldiğinizi farkettirip (izin alıp) ev halkına selâm vermedikçe girmeyin.
Bu sizin için daha iyidir; herhalde düşünüp anlarsınız./Orada kimseyi
bulamadınızsa size izin verilinceye kadar oraya girmeyin. Eğer size "geri dönün"
denilirse (girmenize izin verilmezse) hemen dönün; çünkü bu, sizin için daha
temiz bir davranıştır. Allah yaptığınızı bilir." (Nûr: 24/27-28)
51. Buhârî, Nikâh, 107; Humus, 19.
52. Buhârî, Teyemmüm, 1; Tevbe, 56...
53. Buhârî, İstîzân, 10; Nikâh, 67.
7. Hac ve umre:
Hac ve umre ibâdetleri, İslâm'dan önce de bilinen ve araplarca yapılan bir
ibâdet idi. Bu ibâdetin Hz. İbrâhîm zamanına kadar uzandığını gösteren âyetler
vardır: "Bir zamanlar İbrâhîm'e evin (Kâbe'nin) yerini hazırlamış ve ona (şöyle
demiştik): Bana hiçbir şeyi eş tutma; tavaf edenler, ayakta ibâdet edenler, rukû
ve secdeye varanlar için evimi temiz tut./İnsanlar için haccı ilân et ki, gerek
yaya olarak ve gerekse, nice uzak yoldan gelen yorgun argın develer üzerinde,
kendilerine ait bir takım faydaları yakinen görmeleri, Allah'ın kendilerine
rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah'ın ismini
anmaları (kurban kesmeleri) için sana (Kâbe'ye) gelsinler. Artık ondan hem
kendiniz yeyin, hem de yoksula, fakire yedirin./Sonra kirlerini gidersinler;
adaklarını yerine getirsinler ve o eski evi tavâf etsinler." (Hac: 22/26-29).
Araplar, Hz. İbrâhîm'in öğrettiği hac ibâdetini kısmen değiştirmişler; Arafe
vakfesini, Safa ile Merve arasında sa'yi terketmişler, hac aylarını da işlerine
geldiği gibi ayarlamışlardı. Hicretin dördüncü yılında hac farz kılınmış
olmasına rağmen Hz. Peygamber ancak onuncu yılda meşhur vedâ haccını îfa
buyurmuşlardır. Bundan önce altıncı yılda yapmak istedikleri umre, Mekkeli
müşrikler tarafından engellenmiş, yapılan anlaşma gereğince ertesi yıl
yapılmıştır. Haccın dördüncü yılda farz kılınmış olduğunu ortaya koyan
delillerin en güçlüsü Dımâm b. Sa'lebe hadîsidir. Kabîlesini temsilen Hz.
Peygamber'e (s.a.) gelen bu zat, oldukça sert, açık ve samimi sorular sormuş,
sonunda müslüman olmuştu. Bu sorular arasında, diğerleri yanında hac ibâdeti de
geçmektedir.(54) Dımâm b. Sa'lebe'nin Medîne'ye ne zaman geldiği konusunda iki
rivâyet vardır. Bunlardan birisi "onuncu yıl"dır. İbn Hacer, el-İsâbe'de, İbn
Sa'd'e dayanarak bunu tercih etmektedir.(55) Halbuki İbn Sa'd, Tabakat'ında, İbn
Abbâs'a dayanan bir senetle bu hadiseyi nakletmiş ve Dımam'ın "hicri beşinci
yılın Receb ayında geldiğini" açıkça ifade eylemiştir.(56) Bunu Vakıdî de teyit
etmektedir. Beşinci yılda, Dımâm ile Hz. Peygamber arasında geçen bir görüşmede
hac ibâdeti zikredildiğine göre bunun daha önce farz kılınmış olması
gerekmektedir ve dördüncü yılda farz kılındığı tesbiti güç kazanmaktadır. Daha
sonra gelen âyetler ile (Bakara: 2/196-199; Tevbe: 9/37) ve özellikle
Rasûlullah'ın (s.a.) "Hac ibâdetini benden öğrenin" diyerek îfâ buyurdukları hac
ile bu ibâdetin kaide ve hükümleri tamamlanmış, bozulan tarafları ıslâh
edilmiştir.
54. Müslim, İmân, 10.
55. Mısır, 1939, C. II, s. 202.
56. Beyrut, 1960, C. I, s. 299; İbn Kayyim 9 veya 10. yılda farz olduğunu
savunuyor; Zâdu'l-me'âd, C. II, s. 101 vd.; Umre, s. 90 vd.
Beşinci yıl:
1. Yağmur duâsı namazı:
Bu yıl içinde Hz. Peygamber, ashâbı ile birlikte yağmur duâsı edip namaz kılmış,
bunun üzerine Allah Teâlâ bol miktarda yağmur vermiştir.(57)
--------------------------------------------------------------------------------
57. Nesâî, İstisqâ, 3, 4, 13.
2. Îlâ:
Îlâ, kocanın karısına yaklaşmamak, onunla cinsî temasta bulunmamak üzere yemin
etmesidir. Cahiliye devrinde araplar böyle yaparak kadınlara tahakküm eder,
sonunda onları terkederlerdi; yani bu yemin de evlilik bağını çözen sebeplerden
biri idi. "Kadınlara yaklaşmamaya yemin edenler dört ay beklerler; eğer (bu
müddet içinde kadınlarına dönerlerse şüphesiz Allah çokça bağışlayan ve
esirgeyendir./Eğer boşamaya karar verirlerse Allah (her şeyi) işitir ve bilir."
(Bakara: 2/226, 227) buyurularak, önce bu yeminin doğrudan boşama meydana
getirmediği, istenirse tekrar normal ilişkiye dönülüp keffâret verilebileceği
ifade buyurulmuş, sonra da -bu yoldan kadına zulmedilmesin diye- dört ay
yaklaşılmaması halinde evlilik bağının sona ereceği kaidesi getirilmiştir.
Altıncı yıl:
1. Anlaşma kaideleri:
Rasûl-i Ekrem (s.a.) ashâbı ile beraber, hicrî altıncı yılda umre ibâdeti yapmak
üzere Mekke'ye hareket etmişti. Mekke yakınlarındaki Hudeybiye mevkiinde Kureyş
müşrikleri yolunu keserek Mekke'ye sokmayacaklarını söylemişlerdi. Arada elçiler
gidip geldi, bir ara savaş ihtimali belirdiği için ashâb Rasûlullah'a bağlılık
sözü verdiler (bey'atu'r-rıdvân yapıldı), sonra, ilk bakışta müslümanların
aleyhine gibi gözüken, fakat sonraki gelişmelerin, isâbetini ortaya koyduğu
şartlar dahilinde bir anlaşmaya varıldı ve o yıl Medîne'ye geri dönüldü. Bu
hâdise çerçevesinde, milletlerarası ilişkiler, harb ve sulh, müzâkere usûlü vb.
ile ilgili önemli kaideler konmuş, örnekler verilmiş oldu.
2. Hac ve umre yolunda engellenme:
Yine Hudeybiye olayı sebebiyle niyet ettikleri halde umreyi yapamadıkları için
şu âyet nazil oluyor ve bu duruma düşenlerin ne yapmaları gerektiğini
açıklıyordu: "Haccı ve umreyi Allah için tamam yapın. Eğer bunlardan
alıkonursanız kolayınıza gelen kurbanı gönderin. Kurban yerine varıncaya kadar
başlarınızı tıraş etmeyin..." (Bakara: 2/196).(58)
3. Alkollü
içkilerin ve şans oyunlarının yasaklanması:
Alkollü içkilerin yasaklanması birden olmamış, bu köklü alışkanlığı ârızasız
olarak ortadan kaldırmak için "yasaklamayı zaman içine yayma ve sindirme" metodu
takip edilmiştir. İlk âyette hurma ve üzümün faydalarından bahsedilirken
bunların sarhoş olmak için de kullanıldığı zikredilmiş (Nahl: 16/96), ikinci
âyette içki ve kumarın faydaları da bulunmakla beraber zararlarının daha büyük
olduğu anlatılmış (Bakara: 2/219), üçüncü âyette sarhoşların namaz kılmaları
yasaklanmış (Nisâ: 4/43), konu ile ilgili son âyette ise alkollü içkiler ve şans
oyunları kesin olarak yasaklanmıştır: "Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili
taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir, bunlardan uzak
durun ki, kurtuluşa eresiniz." (Mâide: 5/90).
Bu yasaklamanın tarihi konusunda çeşitli rivayetler ve tesbitler vardır.
Bunlardan birisi ve kuvvetli olanı da yasaklamanın Hudeybiye yılında
olduğudur.(59)
58. Tafsîlat için bak. İbn Kayyim, Zâdu'l-Me'âd, C. III, s. 378.
59. İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, C. XII, s. 127.
4. Zıhâr:
Cahiliye döneminde bir arap, karısına "senin sırtın bana, anamın sırtı gibi
olsun" deyince kadın ona haram ve boş olurdu. İslâm'dan sonra, hicrî altıncı
yılda Evs b. es-Sâmit, eşi Havle için bu tabiri kullanmış, Havle de Hz.
Peygamber'e başvurmuştu. Rasûlullah (s.a.) önce, muhtemelen Hz. İbrâhîm'den
kalan bir uygulamayı onlar için de geçerli saymış, arkasından şu mealdeki âyet
gelince taraflara yeni hükmü tebliğ etmiştir:(60) "Kocası hakkında seninle
tartışan ve Allah'a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir. Allah
sizin konuşmanızı işitir; çünkü Allah işitendir, bilendir./İçinizden zıhar
yapanların kadınları, onların anaları değildir, onların anaları, ancak
kendilerini doğuran kadınlardır. Şüphesiz onlar çirkin bir söz ve yalan
söylüyorlar ve şüphesiz Allah affedici, bağışlayıcıdır." (Mücâdele: 58/1-2).
Müteakıp âyetlerde zıhâr yapanların, tekrar normal evlilik hayatına dönmek
istediklerinde "bir köle azâd etmeleri, bunu yapamayanların iki ay aralıksız
oruç tutmaları, bunu da yapamayanların altmış fakiri doyurmaları" keffâret
olarak istenmiştir.
5. Vakıf:
Hayber'den elde edilen ganîmet dağıtılınca Hz. Ömer, kendi hissesini, Allah
rızâsı için vakfetmek üzere Rasûlullah ile istişâre etti, O'nun "istersen aslını
bırakır, menfaatini tasadduk edersin" buyurması üzerine Hz. Ömer, "satılmamak,
hibe edilmemek, mirasçılara kalmamak üzere; fakirler, akraba, köleler,
müsafirler ve yolcular için" bu değerli toprağı vakfetti. Rivayetlerden birine
göre İslâm'da ilk vakıf uygulaması bu olmuştur.(61)
60. Nesâî, Talâk, 33.
61. Şevkânî, Neylu'l-evtâr, C. VI, s. 22-35.
6. Isyân ve
haydutluğun cezâsı:
Hicrî altıncı yıl ile yedinci yıl arasında Hz. Peygamber'e etraf kabilelerden
bazı kimseler, müslüman olduk diyerek sığınmışlardı, zayıf oldukları için Medîne
sıtmasına yakalandılar, Hz. Peygamber de onları hem tedâvî olsunlar, hem de
beslensinler diye Medîne haricinde, zekât develerinin bulunduğu yere gönderdi.
Bu şahıslar orada iyileşip güç kazanınca irtidat ettiler, deve çobanlarını
tüyler ürperten işkencelerle öldürdüler, develeri de alıp gittiler. Rasûlullah
bunların peşinden takipçi birlik gönderdi, yakalanıp getirildiler, cezaları
hakkında şu âyetler nazil oldu: "Allah ve Rasûlüne karşı savaşanların ve
yeryüzünde düzeni bozmaya çalışanların cezası, ancak, ya acımadan öldürülmeleri,
ya asılmaları, yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut da
bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu onların dünyadaki rüsvaylığıdır. Onlar
için âhirette de büyük azâb vardır." (Mâide: 5/33).
Hz. Peygamber bu iğrenç nankörlüğü -âyetin öngördüğü şekilde- cezalandırmış, bu
arada suçluların, çobanlara yaptıklarını da onlara uygulatmıştı. Bilâhare
misilleme yoluyla da olsa işkence yasaklandığı için yalnızca belli cezalar
kalmıştır. Buhârî'nin bu olayı nakleden hadîsinin râvisi Katâde, bu hususu şöyle
açıklamaktadır: "Bu olaydan sonra Rasûlullah (s.a.)'ın, devamlı olarak, fukaraya
yardımı teşvik ettiği ve işkenceyi de yasakladığı haberi bize
ulaştırılmıştır."(62)
Yedinci yıl:
1. Bazı yiyeceklerin yasaklanması:
Hayber savaşında ehlî eşeklerin azalması üzerine durumu Rasûlullah'a (s.a.)
iletmişlerdi, O da ehlî eşek etinin yenmesini kesin olarak yasakladı.(63)
Cahiliye devri arapları hemen bütün hayvanları yerlerdi. Bunlardan bir kısmını
Kur'ân-ı Kerîm, bir kısmını da (köpek dişi ile parçalayan etoburlar ile
pençesiyle avlayan kuşlar vb.) sünnet yasaklamıştır.
2. Zirâî ortaklık:
Câhiliye devrinde toprağı üç sıfatla işlemek ve ekmek mümkün oluyordu: sahibi
olmak, menfaati bağışlanmış olmak, nakit karşılığında kiralamak. İslâm bunlardan
ilk ikisini ibka eyledi, üçüncü şekil üzerinde yasaklayıcı hadisler bulunduğu
için görüş ayrılıkları vardır. Rasûlullah'ın (s.a.), Hayber fethinden sonra
getirdiği yeni şekil "ortaklık"tır. Bu yeni uygulama gereği Hayber toprakları
sahiplerinin ellerinde bırakılmış ve mahsûlün yarısı kendilerine ait olmak üzere
ortak ekip biçmeleri istenmiştir.(64)
62. Buhârî, Meğâzî, 36.
63. Buhârî, Zebâih, 24 vd.; İbn Kayyim haram kılınış sebebinin "pis, rics"
olmasını tercih ediyor; Zâdu'l-me'âd, Beyrut, 1987; C. III, s. 342.
64. İbn Mâce, Ruhûn, 14; Müslim, Buyû', 85-100, İbn Kayyim, age., C. III, s.
144, 345.
Sekizinci yıl:
1. Mekke'nin kutsîliği ve
dokunulmazlığı:
Mekke ve Medîne mukaddes, mübârek ve müstesna birer şehirdir. Bu iki şehre saygı
gösterilmesi, bu şehirlere mahsus bazı dokunulmazlıklara riâyet edilmesi, Allah
ve Rasûlü tarafından istenmiştir. Mekke'nin bu özelliğinin hem tarihini hem de
mânasını Buhârî'nin bir rivayetinde açıkça görmek mümkündür: Muâviye ve oğlu
Yezîd zamanlarında Mekke vâlîliği yapan Amr b. Sa'îd (v. 70/690), Mekke'de
düzeni sağlamak için birlikler gönderip dururken Ebû-Şurayh birgün ona şunları
söylemişti: Ey vâlî! Bana izin ver de sana, Rasûlullah'ın Mekke fethinin ertesi
günü yaptığı, gözlerimle gördüğüm ve kulaklarımla işittiğim hitabeyi nakledeyim.
Allah Rasûlü Rabbine hamdü senadan sonra şöyle buyurdu: "Şüphesiz Allah Mekke'yi
dokunulmaz kıldı, fakat insanlar buna riâyet etmediler. Allah'a ve âhiret gününe
iman eden bir kimseye orada kan dökmek, oranın ağacını kesmek helal değildir.
Eğer birisi çıkar da orada Allah Rasûlü'nün savaştığını öne sürerek kendisine
destek ararsa ona şöyle deyin: Allah, Rasûlüne izin vermiştir, fakat size izin
vermiyor, Allah orada bana, gündüzün kısa bir bölümünde izin verdi, bugün ise
oranın dokunulmazlığı, dün olduğu gibidir, bunu burada olanlar, olmayanlara
ulaştırsın." Râvi Ebû-Şurayh'ın anlattığına göre vâlî Amr, kendisine şu
mukabelede bulunmuş: "Ben bu hususu senden daha iyi biliyorum; (Harem-i şerîfin
dokunulmazlığı vardır) fakat orası devlete isyan edene, kan dökene, fesat
çıkarana sığınak olamaz."(65)
Sonradan müctehidler bu hadîs ve anlayışlar üzerine yorumlar yapacaklar,
bazıları ne sebeple olursa olsun Harem bölgesinde çatışma olamıyacağı, kısas
cezası bile uygulanamıyacağı; buranın, iç ihtilâflar bakımından tarafsız ve
askerden arındırılmış bir bölge olacağı görüşünü savunurken, bazıları başka çare
bulunmaması halinde, buraya sığınan bazı suçluların cezalandırılmasının caiz
olduğunu ileri süreceklerdir.(66)
2. Kısâs:
Kısâs ile ilgili âyetler (Bakara: 2/178, 179; Mâide: 5/45; İsrâ: 17/33) gereği
Mekke'de Rasûlullah (s.a.), Hüzeyl kabilesinden bir şahsı, Süleym kabilesinden
birisi öldürdüğü için kısas ile cezalandırmıştır. Fetih'ten sonra îrad
buyurdukları hutbede de şu ifâdeye yer vermişlerdir: "Bir yakını öldürülen
kişinin önünde iki seçenek vardır; ya kendisine tazminat ödenir, yahut da -bunu
kabul etmezse- katil kısas olunur..."(67)
65. Buhârî, Meğâzî, 51.
66. İbn Kayyim, age., C. III, s. 434-458.
67. Buhârî, Diyât, 8.
3. Alkollü
içki satışının yasaklanması:
Rasûl-i Ekrem (s.a.), alkollü içkilerin içilmesinin yasaklanmasından bir müddet
önce şöyle buyurmuştu: "Ey insanlar! Allah, şarapla ilgili işaretlerde
bulunuyor, umarım bu konuda âyetler gönderecektir, kimin yanında bundan bir
miktar varsa hemen satsın ve bedelinden faydalansın." Râvî Ebû-Sa'îd el-Hudrî
ekliyor: Aradan çok uzun zaman geçmeden Rasûlullah şöyle buyurdu: "Allah şarabı
(alkollü içkileri) kesin olarak yasakladı, bu âyeti duyan ve yanında bunlardan
bulunan kimse ne içsin, ne de satsın."
Alkollü içkilerin satımının yasaklanmasının tarihi konusunda iki hadîs bilgi
vermektedir. Bunlardan birincisi Câbir b. Abdullah'ın rivâyet ettiği hadîstir.
Burada Câbir, Rasûlullah'ın, fetih yılı Mekke'de, şöyle buyurduğunu işittim
diyor: "Allah ve Rasûlü, şarap, murdar et, domuz ve put satışını kesin olarak
yasaklamışlardır."
İkinci hadîs, Hz. Âişe tarafından rivayet edilmektedir. Burada da Hz. Âişe,
Bakara sûresinin sonlarındaki ribâ ile ilgili âyetler gelince Rasûlullah'ın
Mescid'e çıktığını ve şarap ticaretini yasakladığını naklediyor.(68)
Bu hadîsleri birlikte göz önüne alırsak, şarap ticaretinin yasaklanmasının fetih
yılında olduğunu söylemememiz gerekecektir; Ebû-Sa'îd el-Hudrî hadisinden, içme
yasağı ile satış yasağının arka arkaya olduğunu anlamak da mümkündür; ancak
diğer iki hadîs tarih konusunda açık olduğu için, Ebû-Sa'îd hadîsini de bu
çerçevede değerlendirmek gerekecektir. Buna göre Ebû-Sa'îd birkaç yıl içinde
gelen iki hükmü arka arkaya anlatmış olmaktadır.
4. Müddetli evlenmenin
yasaklanması:
İslâm'da evlenme akdi, geçici bir zaman için, müddetli olarak değil, devamlı
olmak üzere yapılır. İkinci bir tasarruf ile evlenme bağı çözülmedikçe akit
taraflardan birinin ölümüne kadar devam eder.
Hayber savaşına kadar, savaş hali zaruri kıldığı için müslümanların, belli bir
müddet için akit yaparak evlenmelerine de izin verilmişti. Müt'a nikâhı denilen
bu nevi evlenme, nihâî hükme müslümanların intibaklarını kolaylaştırmak üzere,
önce Hayber savaşında yasaklandı. Sonra bir müddet daha serbest bırakıldı ve
sünnilerin çoğunluğuna göre Mekke'nin fethi seferinde kesin ve devamlı olmak
üzere kaldırıldı.(69)
68. Müslim, Müsâkât, 67-72.
69. Müslim, Nikâh, 22; İbn Kayyim, Zâdu'l-me'âd, C. III, s. 342 vd.
5. Hukuk
karşısında eşitliğin ilânı:
Mekke fethi seferinde Mahzûm kabilesinden bir kadın hırsızlık yapmış, kadına
hırsızlık cezasının uygulanma ihtimali Kureyş mensuplarının zoruna gitmiş ve
çare aramaya koyulmuşlardı. Hz. Peygamber'in çok sevdiğini bildikleri Üsâme b.
Zeyd'i aracı kıldılar. Üsâme, Rasûlullah'tan, cezayı uygulamamasını isteyince,
Allah Rasûlünün yüzü sararmış ve Üsâme'ye "Allah'ın koyduğu bir cezayı
uygulamayayım diye aracılık mı ediyorsun" diyerek serzenişte bulunmuş ve akşam
üzeri insanları toplayarak onlara şu hitabede bulunmuştur: "Sizden öncekilerin
helâk olup gitmelerine sebep ancak şudur ki, içlerinden asâlet sahibi birisi
hırsızlık ederse ona dokunmaz, serbest bırakırlardı, zayıf birisi hırsızlık
ederse onu cezalandırırlardı. Allah'a yemin ederim ki eğer Muhammed'in kızı
Fâtıma hırsızlık etseydi, onu da aynı şekilde cezalandırırdım." Bu hitabeden
sonra emretmiş, kadına ceza uygulanmıştır. Hz. Âişe'nin nakline göre kadın
sonradan samîmi olarak tevbe etmiş, ıslâh-ı nefseylemiş ve Hâne-i sa'âdete gelip
gidenler arasına girmişti.(70)
Bu olay, hırsızlık cezasının, muhtemelen ilk uygulamasının, Mekke fethi
sırasında yapıldığına delâlet etmesi yanında, ondan da önemli olarak, gerek
kanunda ve gerekse uygulamada insanların "hukuk önünde eşit oldukları"
prensibini getirmekte, bunu canlı bir şekilde ortaya koymaktadır.
6. Kabir ziyaretine izin
verilmesi:
İslâm'ın getirdiği tevhîd inancı yerleşme döneminde iken, Allah'tan başka bir
varlığa tapınmanın izlerinin silinmesi, bu konuda en küçük bir tavîze yer
verilmemesi gerekiyordu. Bu sebeple, faydalı tarafları bulunmasına rağmen kabir
ziyaretleri de yasaklanmıştı. Rasûlullah (s.a.) Mekke'yi fethedince annesinin
kabrini ziyaret etmeyi arzulamış ve bunun için Rabbinden izin istemişti.
Allah'ın izin vermesi üzerine şöyle buyurdular: "Kabirleri ziyaret edin; çünkü
kabirler âhireti hatırlatır." Bir başka hadîslerinde de "Sizi, kabirleri
ziyaretten menetmiştim; artık ziyaret edin; çünkü bunlar size âhireti
hatırlatır."(71)
70. Buhârî, Hudûd, 12; Müslim, Hudûd, 8-11.
71. Müslim, Cenâiz, 105, 108.
Dokuzuncu yıl:
1. Çıplak tavâfın yasaklanması:
Araplar, İslâm'dan önce genellikle Kâbe'yi çıplak tavâf ederler, içinde günah
işledikleri elbise ile tavâfı caiz görmezlerdi. Bundan ancak Kureyş mensupları
ile, bunların tavâf için elbise verdiği diğer kabile mensupları müstesna idi.
Vedâ haccından bir yıl önceki hac mevsiminde, Rasûlullah (s.a.), Hz. Ebû-Bekir'i
hac emîri tayin etmiişlerdi. Emîr, aldığı talîmat gereği, bayram günü halka şunu
ilân etmişti: "Duyduk duymadık demeyin! Bu yıldan sonra hiçbir müşrik
haccedemiyecek ve hiçbir çıplak da Kâbe'yi tavâf edemiyecektir."(72) Hz.
Peygamber'in açıklama ve uygulamalarından anlaşıldığı üzere erkek ve kadınların
avret (kapanması gereken) yerlerini açmaları haramdır ve bunları açan kişi,
kısmen giyimli de olsa çıplak sayılır. Kâbe'yi tavâf eden kadınların el, yüz ve
ayakları dışında kalan yerleri, erkeklerin ise diz kapakları ile göbekleri
arasındaki kısımları örtülmüş olacaktır.
2. Mulâ'ane:
Mulâ'ane, karşılıklı lânetleşme, birbirine lânet okuma demektir. Aslında
müslümanların birbirine lânet okumaları yasaktır. Ancak karısına zina isnad edip
de bunu isbat edemiyen kişi ile karısı arasında, hâkimin huzurunda başvurulan
mulâ'ane caiz görülmüştür. Bu usûlün başlangıcı da hicrî dokuzuncu yılda,
Rasûlullah'ın Tebûk seferinden dönmelerini takip eden günlerde olmuştur.
Sefer'den dönenler arasında bulunan Uveymir el-Aclânî hanımının hamile olduğunu
görünce çocuğun kendinden olduğunu inkâr etmiş ve Rasûlullah'a başvurmuştur. Bir
müddet sonra hâdise ile alâkalı vahiy geldiği için Peygamberimiz çifti çağırtmış
ve mulâaneyi icra etmiştir.(73) İlgili âyet şöyledir: "Eşlerine zina isnadında
bulunup da kendilerinden başka şahitleri olmayanlara gelince, onların her
birinin şahitliği, kendisinin doğru söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah
adına yemin ederek şahitlik etmesi, beşinci defa da, eğer yalan söyleyenlerden
ise Allah'ın lânetinin kendi üzerine olmasını dilemesidir..." (Nûr: 24/6-9).
Koca bunu yapmakla iftira cezasından kurtulmakta ve hâkim, mulâane sonunda çifti
ayırmaktadır. Mülâane usûlü yahudilerde de vardır; ancak yemin kadına ettirilir,
ayrıca lanetli su vb. kullanılır (Sayılar: 5/16 vd.).
Onuncu yıl:
1. İnsan haklarının ilânı:
Vedâ haccına kadar, çeşitli vesilelerle, âyetler ve hadîsler, insanların temel
hak ve hürriyetlerini açıklamış, İslâm toplumundan bunlara riâyet edilmesini
istemiş, hatta dünyada hak ve adâletin gerçekleşmesi, zulmün ortadan kalkması
için mücadeleyi (cihadı) onlar için mukaddes görev haline getirmişti. Bu
cümleden olarak Râsulullah (s.a.) daha hicretin ilk yılında Medîne'deki
yahûdîler ile andlaşma yapmış, hazırladığı anayasaya onların da hak ve
hürriyetlerini dercetmiş; kendilerine din ve vicdan hürriyeti yanında adlî
muhtariyet de bahşetmişti. Daha sonra Necran hristiyanlarıyle yaptığı sulh
andlaşmasında aynı hakları -daha da fazlasıyle- onlara da tanımış, bunların
süresiz olarak korunmasını istemişti. Kur'ân-ı Kerîm: "Yeryüzünden fitne (baskı
ve zulüm) kalkıncaya ve din tamamen Allah için oluncaya (korkuya ve baskıya
dayalı dindarlık ortadan kalkıncaya) kadar onlarla (baskı ve zulüm yapanlara
karşı) savaşın" (Bakara: 2/193) ve "Dinde zorlama yoktur, doğru eğriden
ayrılmış, ortaya çıkmıştır" (Bakara: 2/256) diyerek din ve vicdan hürriyetini,
daha önce naklettiğimiz naslarla da, kanun ve kazâ önünde eşitlik, mesken
dokunulmazlığı, fırsat eşitliği vb. hakları ilân etmişti. Rasûl-i Ekrem (s.a.)
vedâ haccında toplanan büyük kalabalığı fırsat bilerek bu hak ve hürriyetleri,
yeni bazı hükümlerle beraber ilân etmek istemiş, bunun için Arefe günü tarihi
bir hitâbede bulunmuştu. Hitâbenin üslûbu, Hucurât sûresinde, İslâm'ın insanlık
ve toplum anlayışını ortaya koyan âyetin (49/13) üslûbuna benziyordu. Âyet, "Ey
insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle
tanışmanız için küçük büyük guruplara ayırdık. Şüphe yok ki Allah katında en
değerli ve üstün olanınız en müttaki olanınızdır (Allah'ın haklarına en fazla
saygı gösterenlerinizdir); şüphesiz Allah bilendir, haberdar olandır." diyordu.
Rasûlullah da hutbesine "Ey insanlar!" diye başlamış, Hucurât sûresindeki
eştilik ve fazilet (üstünlük) prensibine işaret etmiş ve sonra da -özetle-
şunları söylemişti: "Şu mukaddes şehrinizde, mukaddes ayınızda, mukaddes gününüz
ne kadar mukaddes ve doknulmaz ise kanlarınız (hayatlarınız) , mallarınız, namus
ve şerefleriniz de o kadar birbirinize haramdır, dokunulmazdır. Herkes duysun,
cahiliye devrinden kalan her şey ayaklarımın altındadır. Cahiliye devrinden
kalan kan dâvaları kaldırılmıştır... Cahiliye devrinden kalan faiz borçları
kaldırılmıştır... (Bu iki konuda ilk uygulamayı da kendi yakınlarından
başlatmıştır). Kadın hakları konusunda Allah'tan korkun. Onları Allah'ın emâneti
olarak aldınız, Allah'ın kanunu gereği onlarla karı-koca oldunuz... Size,
sarıldığınız müddetçe doğru yoldan sapmayacağınız bir şey bıraktım: Allah'ın
Kitâbı!.. Benden sonra, birbirinizin boynunu vuran kâfirler olmayın." Rasûlullah
hutbesinden sonra "vazifemi yerine getirdim mi, aldığım talimâtı tebliğ ettim
mi?" diye sormuş, halkı ve Allah'ı buna şahit tutmuştur.(74)
(Allah Rasûlü bir başka hadîslerinde, hutbede geçen dokunulmazlık ve dayanışma
prensiplerini şöyle açıklamışlardır: "Çekemezlik etmeyin, haksız rekabette
bulunmayın, birbirinize darılmayın, sırt çevirmeyin, birbirinizin satım
akitlerini bozmayın ve Allah'ın kulu kardeşler olun. Müslüman müslümanın
kardeşidir; ona haksızlık etmez, yüzüstü bırakmaz, onu küçümsemez. (Üç kere
kalbini işaret ederek) takvâ şuradadır! (İyi davranışlar gönülden gelmelidir,
Allah rızâsına dayanmalıdır.) Bir müslümana kötülük olarak, müslüman kardeşini
küçük görmesi yeter! Müslüman bütünüyle, diğer müslümana haramdır; kanı, malı,
namus ve şerefi."(75)
Hicrî onuncu yılda ikmâl ve ilân edilen hak ve hürriyetleri bütünü ile ele alıp
değerlendirdiğimiz zaman karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır: İslâmın
öngördüğü toplum yapısında insanlar; aynı ana-babadan gelme kardeşler,
müslümanlar ise buna ek olarak, aynı imanı ve değer hükümlerini paylaşan
kardeşlerdir, insanların büyük küçük guruplara ayrılması (kabile, kavim, millet,
ümmet oluşları), "iradeye bağlı olmayan özelliklere" dayanarak üstünlük taslamak
ve başkalarına hor bakmak için değil, tanışmak ve bütünleşmek içindir, insan
ilişkilerinde merhamet, fazilet, eşitlik, dayanışma ve adâlet hâkim olacaktır.
Bunlar, toplum yapısının temel taşlarıdır. Devlet, hak için halka hizmet
maksadıyle var olan bir hukuk devletidir; ferd, toplum ve devletin bağlı
bulunduğu, yazılı bir mukaddes metin vardır: Allah'ın Kitâbı. Bu metinde, daha
çok çerçeve hükümler vardır, bunların zaman ve zemine göre uygulanmasını sünnet,
sahâbe tatbikatı ve ictihad sağlayacaktır; anayasadan yönetmeliklere kadar bütün
mevzûat bu kaynaklara dayanacaktır; nitekim Rasûlullah'ın Medîne Site devleti
anayasası, Ana Kitaba dayalı ilk ana-kanun örneği olmuştur, insanların temel hak
ve hürriyetleri, Kitabullah'a dayanmakta ve Allah'ın himayesi altında
bulunmaktadır, Allah'ın himayesini yeryüzünde O'nun kullarının oluşturduğu
toplum (ümmet) temsil etmektedir ve ümmet bunun için teşkilatlanacak, bunlar
uğruna mücadele verecektir.
72. Buhârî, Hac, 67.
73. Dârekutnî, Sünen, Medîne, 1966, C. III, s. 277.
74. Müslim, Hac, 147; Buhârî, Hac, 132.
75. Müslim, Birr, 32.
2. Vasıyet,
neseb, nafaka ve borçla ilgili hükümler:
Bundan önceki bahiste gördüğümüz meşhur vedâ hutbesi daha ziyade amme hukuku ile
ilgili prensipleri ihtiva etmektedir. Rasûlullah bu hutbede, hususi hukuk
sâhasına giren hükümler ve kaideler de tebliğ etmiştir; hutbe uzunca ve önemli
hükümleri muhtevi olduğu için bir râvi tamamını nakledememiş, çeşitli râviler
tarafından parça parça rivayet edilmiştir. Tirmizî'de, Ebû-Umâme'den gelen bir
rivayet şöyledir: Vedâ Haccı'nda Rasûlullah'ın, hutbesinde şöyle dediğini
işittim: "Şüphesiz Allah Teâlâ, hak sahibi her mirasçıya hakkını vermiştir,
artık vârise vasıyet (ile mal vermek) yoktur, doğan çocuk yatağa (yatak sahibi
nikâhlı kocaya) aittir, zina edene ise mahrumiyet (ve ceza) vardır, bunların
hesaba çekilmeleri Allah'a aittir (ayrıca âhirette Allah'a karşı sorumlulukları
vardır), babasından başkasını baba bilen, sahiplerinden başkasını sahip bilen
kişi üzerine, kıyamete kadar sürecek Allah'ın lâneti vardır (her çocuk, gerçek
babasının soy adını taşıyacak ve ailenin soyunu devam ettirecektir, evlat
edinmek yoktur), kocasının izni olmadan hiçbir kadın, kocasının malvarlığından
bir şeyi sadaka olarak vermesin -"Yiyecek de vermesin mi Yâ Rasûlullah" diye
soruldu, "o, mallarımızın en kıymetlisidir" cevabını verdi.- İyreti alınan şey
sahibine geri verilecek, ürününden istifade edilsin diye verilen nesne -zamanı
gelince sahibine- iade edilecektir, borç ödenecektir, bir borca kefil olan
-borçlu ödemede bulunmazsa borcu- ödeyecektir."(76)
Cahiliye devrinde kadınlara, kızlara mirastan pay verilmez, ayrıca vasıyet
yoluyla, mirasçı olsun olmasın herkese istenildiği kadar mal bırakılırdı. İslâm
kızlar ve kadınlar da dahil olmak üzere bütün akrabaya, mirastan âdil ölçüde
paylar ayırmış, bunun dışında vasıyet yoluyla mirasçıya mal bırakılmasını
yasaklamıştır. Cahiliye döneminde âdet haline gelen evlat edinme de yasaklanmış;
yetim, kimsesiz çocukların, aileleriyle soy ilişkileri ve hukuk bağları
kesilmeksizin, alınıp himaye edilmesi, bakılıp beslenmesi, cemiyete
kazandırılması teşvik edilmiştir. Sadaka iyreti verme, borç verme gibi dayanışma
örneklerinde bunların kötüye kullanılmaması, hak ve emanetlere riayet edilmesi
istenmiştir.
3. Cezanın şahsîliği prensibi:
Vedâ haccında, Arafat'da îrad edilen hutbe, Amr b. el-Ahvas rivayetinde şu
ilâveyi de ihtiva etmektedir: "... Hiçbir suçlu, kendisinden başkası aleyhine
(başkasını suçlu kılan) bir suç işleyemez; suçlu, çocuğu aleyhine; çocuk, babası
aleyhine suç işleyemez (kişinin işlediği suç kendisini bağlar ve sorumlu kılar).
Şunu bilin ki, şeytan, sizin şu ülkenizde kendisine tapınılmaktan ümidini
kesmiştir; fakat küçümsediğiniz işlerinizde ona itâatınız olacak, bu da onu
hoşnut kılacaktır!"(77)
Kur'ân-ı Kerîm "Suç işleyip ceza çeken, başkasının cezasını çekmez." (En'âm:
6/164) âyetiyle cezanın şahsîliği prensibini açık olarak getirmiş, Rasûlullah da
hutbelerinde bu prensibi açıklayarak ilân etmişlerdir. Birçok eski hukukta,
suçun cezasını yalnızca suçlu çekmez, onun yakınları da cezadan paylarını
alırlardı. "Cezâyı yalnızca suçu işleyenlerin ve ona yardım edenlerin çekmesi
gerektiği, diğer masum kişilerin, suçlu ile yakınlıkları olsa dahi ceza
çekmelerinin adâlete aykırı olduğu" şeklinde ifade edebileceğimiz "cezanın
şahsîliği" ancak Fransız İhtilâlinden sonra, Batı Hukuklarına, bir prensip
olarak girmiştir. İslâm Hukuku ise başından beri bu prensibi ilân etmiş ve
titizlikle uygulamıştır.
76. Tirmizî, Vasâyâ, 6; Avnu'l-Ma'bûd, C. VI, s. 309.
77. Tirmizî, Fiten, 2.
4.
Vasıyetin üçte birle sınırlandırılması:
Vârise vasıyet yasaklandığı gibi, yabancılara vasıyet yoluyla mal bırakma da,
terikenin üçte biri ile sınırlandırılmış, geri kalan mal, verese için mahfuz hak
olarak bırakılmıştır. Sa'd b. Ebî-Vakkâs hasta olmuş, Rasûlullah'ın (s.a.)
kendisini ziyareti sırasında malını, hayır ve hasenat için vasıyet edeceğini
söylemişti. Rasûlullah, "Vârislerini varlıklı bırakman, insanlara el açan
yoksullar olarak bırakmandan daha iyidir" buyurmuş, vasıyetini, malının üçte
biri ile sınırlandırmasını istemiştir.(78)
5. Faizin
yasaklanması ve akitlerin serbest bırakılması:
Onuncu yılda nâzil olan Mâide sûresi "Ey iman edenler! Akitleri îfa ediniz."
âyeti ile başlıyordu. Burada akitler, kayıtsız ve sınırsız olarak zikrediliyor,
yasaklananlar dışında kalan akitlerin mûteber olacağı anlatılıyor, bu sebeple
onların îfa edilmesi, gereğinin yerine getirilmesi isteniyordu. Şüphesiz
İslâmdan önce de Arabistan'da ve özellikle Hicaz bölgesinde bilinen birçok akit
çeşidi vardı. İslâm bunların ahlâka ve adâlet prensiplerine aykırı olanlarını
yasakladı, geri kalanlarını ya aynen, yahut da gerekli ıslâhatı yaparak kabul
etti, gerektikçe her birinin kuruluş, şart ve hükümlerini açıkladı. Bu âyette
ise bilinen (isimli) akitler yanında, o gün bilinmeyen, fakat kıyâmete kadar
insanların ihtiyaç duyup icad edecekleri akitlerin genel hükmünü beyan etti:
"Akitler bir takım borçlar doğurur, bu borçları yerine getiriniz." Cahiliye
devrinde akitler, ancak bir takım şekil şartları ile gerçekleşiyor ve borç
doğuruyordu. İslâm bunların da çoğunu -amme menfaati ve nizamının gerekli
kıldığı şartlar dışında kalanları- kaldırdı ve akdin kuruluşunu karşılıklı
rızâya bağladı: "Ey iman edenler! Sizin karşılıklı rızânıza dayanan ticaret
olmadıkça mallarınızı, aranızda, bâtıl yollar ile (elde edip) yemeyin." (Nisâ:
4/29).
Bu batıl yollardan biri de faiz geliri idi. İslâmdan önce araplar arasında çok
yaygın olan faizciliği İslâm, zaman içine yayarak (tedrîcen) yasakladı, önce
faizin en zalimi olan "katlı faizi" yasakladı: "Ey iman edenler! Üstüste
katlanmış olarak faizi yemeyin, Allah'tan korkun ki kurtuluşa eresiniz; kâfirler
için hazırlanmış bulunan ateşten sakının." (Âlü-İmrân: 3/130). Sonra faiz
mahiyetinde olan bazı muâmeleleri yasakladı. Rasûlullah (s.a.) vedâ hutbesinde
eskiden kalma faiz borçlarını iptal etti ve bunun ilk uygulamasını da kendi
yakınlarından faiz alacaklısı olanlar üzerinde yaptı. Bütün bunlardan sonra
faizin bütün çeşitlerini, sınırsız ve kayıtsız olarak yasaklayan şu âyetler
geldi: "Faiz yiyenler, şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi
kalkarlar. Bu hal onların, "alım-satım tıpkı faiz gibidir" demeleri yüzündendir.
Halbuki Allah, alım-satımı helal, faizi haram kılmıştır. Bundan sonra kime
Rabbinden bir öğüt gelir de (Rabbin öğüdünü dinler de) faizden vazgeçerse,
geçmişte olan kendisinindir, artık onun işi Allah'a aittir. Kim de tekrar faize
dönerse, işte onlar cehennemliktir, orada devamlı kalırlar./Allah faizi tüketir,
(faiz önce servetleri, sonra kendini yer bitirir), sadakaları ise
bereketlendirir. Allah küfürde ve günahta ısrar eden hiçbir kimseyi sevmez.../Ey
iman edenler! Allah'tan korkun; eğer gerçekten iman ediyorsanız, halen mevcut
faiz alacaklarınızı terkedin./Şayet bunu yapmazsanız, Allah ve Rasûlü tarafından
size açılan savaştan haberiniz olsun. Eğer tevbe edip vazgeçerseniz, sermayeniz
sizindir; ne haksızlık etmiş, ne de haksızlığa uğramış olursunuz." (Bakara:
2/275, 276, 278, 279).
Yirmi üç yıl içinde Rasûlullah'a gelen vahiy (Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnet)
prensipler, ana kaideler, çerçeveler bakımından dini tamamlamıştı. Bundan sonra
kıyamet gününe kadar ortaya çıkacak olan mesele ve problemler, bu kaynaklara,
genel ve çerçeve hükümlere bakılarak, ictihad yoluyla çözülecek, dinin hayatta
intibakı sağlanacaktı. İşte bu sebepledir ki yine vedâ haccında Allah Teâlâ
şanlı Rasûlüne şu âyeti vahyetmişti: "Bugün size dininizi tamamladım, size olan
nimetimi ikmâl ettim ve sizin için din olarak İslâm'a razı oldum (sizin için
razı olduğum din İslâm'dır.") (Mâide: 5/3).
78. Buhârî, Vasâya, 2, 3; Müslim, Vasıyyet, 5, 7, 8, 10.
II.
RASÛLULLAH'IN DEVRİNDE KAZÂ VE NOTERLİK:
A- KAZÂ:
Rasûlullah (s.a.) hayatı boyunca, diğer vazifeleri yanında kazâ vazifesini de
yürütmüş, kendisine intikal eden dâvaları kimi zaman açık vahiy ile, kimi zaman
da ictihadı ile hükme bağlamış, adâleti en güzel bir şekilde tevzî eylemiştir.
Hükme varırken O'nun, objektif delillere dayandığını göstermesi bakımından şu
açıklamaları önem arzetmektedir: "Ben ancak bir beşerim, siz de bana
dâvalarınızı getiriyorsunuz, olur ki taraflardan biri delilini daha ikna edici
bir şekilde sunar, ben de bu sebeple onun lehine hükmederim; imdi kime,
kardeşine (diğer bir müslümana ait, karşı tarafa ait) hakı hükmeder, verirsem
sakın onu almasın, ona bir parça ateş vermiş olurum."(79) Hz. Peygamber fiilen
hâkimlik etmekle beraber muhâkeme usûlü ve âdabı ile ilgili kaideler koymak ve
açıklamalar yapmak suretiyle de İslâm kazâ müessesesinin temelini atmıştır.
İbn Ömer'in verdiği bilgiden anlaşıldığına göre Hz. Ömer'in hilâfetine kadar
kazâ vazifesi bütünüyle hâkimlere devredilmemiş, devlet başkanları (Rasûlullah
ve ilk halîfe) bu görevi bizzat yürütmüşlerdir. Ancak bu genel durum, bazı
konularda ve yerlerde, bazı kişilere hâkimlik (kazâ) görevinin verilmediğni
ifade etmemektedir. Nitekim Rasûlullah (s.a.) hayatlarının sonlarına doğru bir
sahâbî'ye "Kazâda, bazı işlerde (küçük dâvalarda) benim yerimi al, benim yerime
sen muhâkeme ve hükmeyle" buyurmuştur."(80) Medîne'de bazı dâvalar için Medîne
dışında ise genel olarak Rasûlullah'ın, ashâbına kazâ görevi verdiğini gösteren
vak'alar ve rivayetler vardır:
Ma'kıl b. Yesâr anlatıyor: Rasûlullah (s.a.) bana "filân kimseler arasındaki
filân dâvaya bak" buyurdu, ben "muhâkeme etmeyi beceremem yâ Rasûlullah!" dedim,
şu cevabı verdiler: "Kasten haksızlık etmedikçe Allah, hâkimin yanındadır,
yardımındadır."(81)
Rasûl-i Ekrem, Hz. Alî'yi ve Muâz'ı, hâkim olarak Yemen'e göndermiş ve
ikincisine "ne ile hükmedeceğini" sormuştu, Mu'âz'ın sıra ile "Kur'ân-ı Kerîm,
Sünnet ve İctihad ile hükmederim" demesi üzerine de tasviplerini ifade
buyurmuşlardı.(82)
İki kişi, birbirinden dâvacı olarak Rasûlullah'a (s.a.) gelmişlerdi, Ukbe b.
Âmir'e dönerek: "Kalk, dâvaya bak ve hükmünü ver!" buyurdu, Ukbe "Yâ Rasûlullah,
bu işe siz benden daha lâyıksınız" deyince "böyle olsa da sen hükmet" diye ısrar
ettiler. Ukbe "hangi esasa göre" diye sordu, Allah Rasûlü şu cevabı verdi: "İctihad
et, eğer isabet eder, doğruyu tutturursan on sevap alırsın, ictihad eder de
hataya düşersen bir sevap alırsın."(83)
İki kardeşe ait bir ev vardı, avlunun ortasına hayvan bağlamak için bir yer
yapmışlardı, kardeşler ölünce, geride bıraktıkları vârislerden her biri hayvan
ağılının kendilerine ait olduğunu iddiâ ederek Rasûlullah'a başvurdular.
Rasûlullah (s.a.) Huzeyfe b. el-Yemân'ı görevlendirdi, (gidip mahallinde keşif
yapmasını ve dâvayı hükme bağlamasını istedi), Huzeyfe gitti, yeri gördü,
hayvanları bağlama yerleri (ip veya halkalar) hangi tarafta ise bu yerin de
onlara ait olduğuna hükmetti. Sonra Rasûlullah'a (s.a.) dönerek yaptığını
anlatınca "isâbet etmişsin" cevabını aldı.(84)
Bu dönemde dâva, şifâhî olarak açılır, genellikle mescitte görülür, Kitâb ve
Sünnet'te mevcut hüküm ve usûl kaideleri ile ictihada dayanılarak yürütülürdü.
Rasûlullah'ın ömrü boyunca verdiği hükümleri toplayan kitap bölümleri ve
müstakil eserler vardır.(85)
79. Buhârî, Ahkâm, 20; Müslim, Akdıye, 4.
80. el-Heysemî, Mecmau'z-zevâid, Beyrut, 1967, C. IV, s. 196.
81. Heysemî, age., C. IV, s. 193.
82. Ebû-Dâvûd, Akdıye, 11; İbn Hanbel, Müsned, C. V, s. 230, 236, 242.
83. Dârakutnî, C. IV, s. 203; İbn Hanbel C. IV, s. 205.
84. Dârakutnî, C. IV, s. 229.
85. Bölüme örnek: Heysemî, age., C. IV, s. 203 vd.; kitaba örnek: İbnu't-Tallâ,
Muh. b. Ferac (v. 497/1104), Akdıyetu'r-Rasûl.
Rasûlullah devrinde kazâ ve kadılar için bak. Doç. Dr. F. Atar, İslâm Adliye
Teşkîlâtı, Diyânet Neşri, s. 39-53.
B- İFTÂ:
İftâ, fetvâ vermek, genellikle bir soru üzerine dinin hükmünü bildirmek mânasına
gelmektedir. Bunu yapanlara sonradan "müftî" denilmiştir. Ancak Rasûlullah
devrinde bu terim yerine "âlim, fakih, zu'r-ra'y" gibi terimler
kullanılmaktadır. Hz. Peygamber'in asıl vazifeleri içinde "iftâ" da vardır;
O'nun yaşadığı dönemde dinin hükmünü bildirecek başka bir kaynak yoktur; ashâb,
ya O'ndan duyduklarını naklederek fetvâ vermişler, yahut da ictihad ederek fetvâ
vermişlerse, bunu Rasûlullah'a arzederek doğru olup olmadığını sormuşlar ve buna
göre amel etmişlerdir.
Kaynaklar, Rasûlullah (s.a.) zamanında şu ashâbın, gerektiğinde fetvâ
verdiklerini nakletmektedir: Ebû-Bekir, Ömer, Osman, Alî, Ubey b. Kâ'b, Mu'âz b.
Cebel, Zeyd b. Sâbit, Abdurrahmân b. Avf, Ammâr b. Yâsir, Huzeyfe b. el-Yemân,
Ebu'd-Derdâ, Ebû-Mûsâ el-Eş'arî, İbn Mes'ûd, Ubâde b. es-Sâmit (r.a.)(86).
Şüphesiz bu devirde ashâbın ictihad etmesi ve fetvâ vermesi, ya Rasûlullah'ın
(s.a.) bulunmadığı yerlerde gerektiği için olmakta, yahut da onların eğitilip
yetiştirilmeleri maksadına dayalı bulunmaktadır. Bu mânada adı ictihad ve
fetvâya karışmış daha başka sahâbe de vardır; bunların kısa hal tercümeleri bir
sonraki bahiste verilecektir.
C- NOTERLİK VE RESMÎ YAZIŞMALAR:
Kur'ân-ı Kerîm'de, borç ilişkilerinin yazıya geçirilmesi, hakların zayi olmaması
ve gerektiğinde isbat edilebilmesi için gerekli tedbirlerin alınması
emrolunmuştur: "Ey iman edenler, belli bir vâdeye kadar karşılıklı
borçlandığınız zaman onu yazın. Bir kâtip, onu aranızda adâletle yazsın... iki
de şahit bulundurun..." (Bakara: 2/282)
Bu emri ilk yerine getiren Rasûlullah ile O'nun ashâbı olmuş, karşılıklı
borç-hak ilişkilerinin yazılması, vesikaya bağlanması hususi hukuk yanında amme
hukukuna de teşmil edilmiş, anlaşma ve andlaşmalar yazıya geçirilmiş, bu
gelişmeler sonunda uzun zaman dilimizde, Kur'ân ifadesine uygun olarak "kâtib-i
adil" olarak anılan moterlik müessesesi de doğmuştur.
Hz. Peygamber devrinde, borçlanma ve benzeri hukuki tasarrufların yazıya
geçirilmesi ve vesikaya bağlanması ile ilgili örneklerden zamanımıza kadar
gelenleri vardır. Bunlardan birini bize Buhârî nakletmektedir: Rasûlullah (s.a.)
el-Addâ b. Hâlid'den bir köle satın almış ve bir satış senedi tanzim ettirerek
şunları yazdırmıştır: "Bu Rasûlullah Muhammed'in el-Addâ'dan aldığıdır,
müslümanın, müslümana satışıdır; alınanda (kölede) hiçbir hastalık, kötülük ve
suç sabıkası yoktur."(87)
Bu satım akdinin konusu köledir; Rasûlullah (s.a.) kendisine hediye edilen
köleyi bile âzâd ettiğine göre bunu da âzâd etmek üzere almış olacaktır. Köle,
önemli bir akit konsu olduğu, akit ve teslim sonrasında da tarafları
ilgilendiren gelişmeler, hak iddiâları vb. olabileceği için, akit yazı ile
tesbit edilmiş ve satım konusunun özellikleri kaydedilmiştir. Böylece günümüzde
taşınmazların, taşıma araçlarının vb. satımında kanuni şart haline gelmiş
bulunan yazım ve tescile kapı açılmış olmaktadır.
Hz. Ömer'e Hayber ganîmetlerinden bir hurmalığın isabet ettiğini, Rasûlullah ile
istişareden sonra bu toprağı vakıf haline getirdiğini daha önce
zikretmiştik.(88) Bu vakfın vesikaya bağlandığını ve gerektikçe vakıf senedinin
yeniden yazıldığını şu nakilden anlıyoruz: Yahyâ b. Sa'îd, Hz. Ömer'in torunu
Abdulhamîd b. Abdullah'ın kendisine şunları yazdırdığını rivayet etmektedir: "Bismillahirrahmânirrahîm,
bu, Allah'ın kulu Ömer'in, Semğ adlı hurmalığı hakkında yazdırdığı seneddir. (Senedde
dercedilen şart şudur:) Toprağın aslı satılmayacak, bağışlanmayacak, vârislere
intikal etmiyecektir; (bundan istifade hakkı) fakirlere, akrabaya, kölelere,
Allah yolunda olanlara, yolda kalmışlara aittir. Vakfı idare edenlerin
(mütevellînin) normal ölçüler içinde buradan yemesi ve ikram etmesi serbesttir,
ancak kendine mal biriktirmesi caiz değildir. Ürününden artan yoksula ve mahruma
verilecektir. Semğ'in yöneticisi isterse, ürünü satarak burada çalıştırmak üzere
köle satın alabilir." Bunu Muaykîb yazmış ve Abdullah b. el-Erkam da şahitlik
etmiştir. Abdullah'ın vefatı yaklaşınca, Hz. Ömer'in şu mealdeki vasıyetini de
senede ekletmiştir: Yaşadığı müddetçe Semğ'i Hafsa yönetecek, ondan sonra da
yine onun ailesinden aklı başında olanlar vakfı yöneteceklerdir."(89)
86. Hacevî, el-Fikru's-sâmî, C. I, s. 169-173.
87. Buhârî, Buyû', 19.
88. Buhârî, Şurût, 19; Vasâyâ, 22, 28.
89. Ebû-Dâvûd, Vasâyâ, 13; Hacevî, age., C. I, s. 211 vd.
İkinci Bölüm
SAHÂBE DEVRİ
(Fıkhın Gelişme Çağı)
Giriş:
Fıkıh tarihçileri ikinci devreyi sınırlarken çeşitli nokta-i nazarlardan hareket
etmişlerdir. Hukukî hayatı karakterize eden nesli göz önüne alanlara göre bu
devre Rasûlullah'ın (s.a.) intikaliyle başlar ve hulefâ-i Raşidinin sonuna
(41/661) yahut da sahâbe neslinin sonu olan ikinci asrın başlarına kadar uzanır.
Siyasî iktidarı nazarı itibare alanlara göre ikinci devre Hulefâ-i râşidin veya
Emevîlerin sonuna kadar devam eder.
Gerek râşid halîfeler gerekse Emevîler devrinde fıkhî hayata yön veren
sahâbedir; bu sebeple iki iktidar devrini aynı daire içinde ele almak uygun
olacaktır. Ancak iktidarın fıkha tesiri bakımından mevcut farkı belirtmek için
bahis, iki ayrı alt bölüm içinde verilecektir.
A- HULEFÂ-İ RÂŞİDİN DEVRİ:
1- Devre Umûmî Bakış:
a) Özet:
Bu devir (11/632) yılında Hz. Ebû Bekr'in halife olmasıyla başlar.
21-R.evvel-41/26-Temmuz-661 tarihinde Hz. Hasan'ın hilâfeti Muâviye nâmına
terketmesiyle sona erer.
Bu devrede Hz. Ebû Bekir isyan ve irtidâd hareketlerini bastırarak fetihlere
başlamış, Hz. Ömer fetihleri devam ettirmiş, İslâm ülkesinin sınırları doğuda
Amuderya, kuzeyde Suriye ve Ermenistan, batıda Mısır'a kadar uzanmıştır. Hz.
Osman bu sınırları daha da genişletmiştir.
Üçüncü halîfenin şehid edilmesi üzerine Hz. Ali'ye bey'at edilmişse de Şam
vâlisi Muâviye, azilden kurtulmak için, şehid halifenin kan dâvasını bahane
ederek Hz. Ali'ye beyat etmemiş, bu davranış müslümanları iç savaşlara
sürüklemiştir. Mezkûr çalkantılar içinde, başta siyâsî iken sonraları itikad ve
fıkha da tesir eden iki grup (mezheb) doğmuştur: Şîa ve Havâric.
b) Açıklama:
Allah Rasûlü'nün dünya hayatını tamamlamasından sonra Hz. Ebû-Bekir'e -pek azı
müstesnâ- bütün sahâbe bey'at etmişler, O'nu halîfe seçmişlerdi. Halîfe ilk iş
olarak bazı yerlerde baş gösteren irtidad hareketlerini bastırdı, zekât ödeme
konusundaki direnişleri kırdı, iç düzeni sağladı. Sonra Sûriye ve Irak
fetihlerini başlattı, Hz. Ömer'in tavsıyesi üzerine, çeşitli yazı malzemelerinde
yazılmış bulunan Kur'ân-ı Kerîm'i bir Mushaf halinde toplattı, titizlikle
karşılaştırmalar ve kontroller yapıldıktan sonra, Hz. Peygamber'in eşi Hafsa'ya
teslim ederek, muhâfaza altına aldırdı. Böylece Fıkh'ın en önemli kaynağı -onu
gönderen Allah Teâlâ'nın vâdettiği gibi- toplanıp kitab haline getirilerek
korunmuş oluyordu. Hz. Ebû-Bekir vefât etmeden önce Hz. Ömer'i hilâfet için
namzet göstermiş, ümmetin onu seçmelerini istemişti, onlar da bunu uygun görerek
bey'at ettiler. Birinci halifenin hilâfet dönemi iki sene, üç ay, sekiz gün
sürmüştü, onun yerini alan ikinci halîfe, fetih, adâlet ve meşveretle yönetim
bakımlarından aynı çizgi üzerinde yürüdü. İslâm ülkesinin sınırlarını, yukarıda
zikredilen noktalara getirdikten sonra şehid edildi, onun da hilâfeti on yıl
altı buçuk ay devam etmişti. Üçüncü olarak hilâfet makamına, ümmetin ittifakı
ile Hz. Osman seçildi. Bu makamda on iki yıl kadar (on gün eksik) kalan üçüncü
halîfe, ülke sınırlarını Doğu'da ve Batı'da daha da genişletmiş, Mushaf'ın
nüshalarını çoğalttırarak ülkenin büyük merkezlerine birer nüsha göndermişti.
Hz. Osman, bazı Emevî yakınlarına vâlilik gibi büyük devlet vazifeleri vermişti,
bunlar, yaşlı halîfenin bilgisi dışında birtakım uygunsuz işler ve haksızlıklar
yaptılar. Bir yandan Hâşim oğulları, diğer yandan, saltanatları ellerinden
alınan, ülkeleri fethedilen İranlılar ve yahudiler ayaklandılar, bu sonuncuların
reisi de meşhur Abdullah b. Sebe' idi. Irak ve Mısır'dan hareket eden muhâlifler
Medîne'de toplandılar, Halîfe'nin konağını kuşattılar ve sonunda onu da şehid
ettiler. Dördüncü olarak hilâfet makamına, Rasûlullah'ın amca oğlu ve damadı Hz.
Alî geldi, ancak önemli muhâlefetlerle karşılaştı. Basra'da, Hz. Âişe'nin
etrafında toplanan Zubeyr b. el-Avvâm, Talha b. Ubeydullah ve diğerleri, Hz.
Alî'nin şahsına itiraz etmiyorlar, fakat ona bey'at edenler arasında bulunan
ihtilalcilerden -ki bunları, Hz. Osman'ın katilleri sayıyorlardı- intikam
alınmasını istiyorlardı. Hz. Alî ise bunun zamanı gelmediği, istikrarı sağlamak
için bir müddet beklenmesi gerektiği kanâatinde idi. Karşı tarafın ısrar ve
ısyan etmesi üzerine ordusu ile Kûfe'ye geldi, ısyancıları mağlub etti. Talha ve
Zubeyr şehid oldular, Hz. Âişe de Medîne'ye avdet etti. Öte yandan Şam'da vâli
olan Muâviye b. Ebû-Süfyân ile yanında bulunan Amr b. el-Âs ve bazı sahâbîler de
Hz. Osman'ın intikamı alınsın sloganı ile ayaklandılar, Suriye-Irak sınırında
bulunan Sıffîn'de iki taraf karşı karşıya geldiler, müzâkereler fayda vermeyince
savaş başladı, Halîfe'nin üstün geleceği anlaşılınca karşı taraf bir hile ile
savaşı durdurdular ve ihtilâfın hakeme havâlesini istediler, Halîfe'nin
çevresinden önemli bir gurup da bunu istediği için Ebû-Mûsâ el-Eş'arî hakem
tayin edildi, karşı tarafın hakemi ise Amr b. el-Âs idi.(1) Hakemler, yılın
başında Devmetu'l-cendel'de bir araya geldiler, Amr, oğlu Abdullah'ın
seçilmesini istedi, Ebû-Mûsâ bunu kabul etmedi ve Abdullah b. Ömer'i teklif
etti, Amr sükût edince kabul ettiğini zannederek durumu ilân etmek üzere kürsüye
çıktı ve Hz. Alî'yi azlettiğini açıkladı, arkasından kürsüye çıkan Amr,
Muâviye'yi halîfe ilân etti. Ebû-Mûsâ buna şiddetle karşı çıktı ise de iş işten
geçmişti, sonuç alamadı, Amr Şam'a gelerek Muâviye'ye bey'at etti ve Muâviye her
geçen gün biraz daha güçlendi.(2) Hz. Alî'yi tutanlar, hakem olayından sonra üç
guruba ayrıldılar:
ba) Haricîler (Havâric):
Bunlar, hakem formülünü kabul ettiği için Hz. Alî'ye, yakınlarını iş başına
getirmek suretiyle hânedân saltanatına kapı açtığını ileri sürerek Hz. Osmân'a,
hanedân ve kabilecilik dâvası güttüğü için Muâviye'ye karşı çıkıyorlardı.
Haricîlere göre hilâfet ve otorite bir aile veya şahısta olmamalıdır, otorite
ümmete ait olmalı, hür iradeleri ile halîfeyi ümmet seçmeli, ümmetin âlim ve
zeki kişileri onu kontrol etmelidir, halîfe seçilen kişi bundan imtina edemez ve
işi hakeme havale eyleyemez. Gelişerek bir mezheb halini alan hâricilikte günah
kişileri İslâm'dan çıkarır, zulme ve günaha sapan devlet başkanına karşı ısyan
etmek ve onu makamından uzaklaştırmak ümmetin görevidir. Karşı oldukları
guruplara bağlı şahısların rivayet ettikleri hadisler kabul edilmez.
bb) Şî'a:
Şîa kelimesi taraftar mânasına gelmektedir. İlk ihtilâfta Hz. Alî'nin tarafını
tutanlara bu isim verilmiş, sonraları, Hz. Alî ve ailesini merkez edinerek aşırı
inanç ve düşünceler geliştiren kişilerin mezhebi şî'a, bu mezhebe bağlı olan
şahıs ise şîî diye anılır olmuştur. Şî'aya göre başından beri hilâfet Hz.
Alî'nin hakkı idi, sahâbe ona bu hakkı vermedi, bazılarına göre Hz. Alî'de
peygamberlik de vardır. Sapıklığı daha ileri noktalara götüren şîî guruplar da
mevcuttur. Genellikle bu mezhebde, ancak ehl-i beyt kanalından gelen hadîslere
itibar edilir, senedinde ehl-i beytten birinin bulunmadığı hadîs mûteber
değildir...
bc) Cumhûr:
Cumhûr, çoğunluk demektir. Burada cumhûrdan maksat, aşırı uçlara sapmayan; dini,
Hz. Peygamber ve râşid halîfelerin geliştirdikleri usûl içinde anlayan,
hadîsleri, guruplara göre değil, metinlerine ve rivayet eden şahısların objektif
vasıflarına göre değerlendiren ve her asırda orta yolu, gerçek İslâm anlayışını
temsil eden müslümanlardır. Bunlar başlangıçta hem Hz. Alî'nin, hem de
Muâviye'nin yanında bulunuyorlardı. Hz. Hasen'den sonra devlet başkanlığı
Muâviye'ye geçince genellikle onun tarafında bulundular.
Hz. Alî, hilâfet makamında dört yıl, dokuz ay on gün kaldıktan sonra Kûfe'de
hâricîler tarafından şehid edildi. Onun tarafında olanlar, oğlu Hz. Hasan'a
bey'at ettiler. Ancak Muâviye hilâfet sevdâsından vazgeçmiyor ve gün geçtikçe
kuvvetleniyordu. Hz. Hasan müslüman kanının dökülmesini önlemek ve birliği
sağlamak için Muâviye namına hilâfetten ferâğat etti, böylece hicrî 41. yılın
Rabî'ul-evvel ayında başkanlık Muâviye'ye geçmiş ve saltanat dönemi başlamış
oluyordu. Rasûlullah (s.a.) bir mucize olarak bu gelişmeyi zamanından önce haber
vermiş ve şöyle buyurmuştu: "Hilâfet otuz yıldır, sonra yine saltanata
dönecektir.", "Bu iş peygamberlik ve rahmet olarak başlamıştır, sonra hilâfet ve
rahmet, sonra ısırgan saltanat, sonra yeryüzünde baskı, zulüm ve fesâd
olacaktır." Bir başka hadîslerinde, zaman içinde yine peygamberlik izindeki
hilâfetin avdet edeceğini bildirmişlerdir.(3) Ümeyye oğullarının devamlı
destekledikleri Muâviye'nin iktidarı, zaman içinde daha da güçlenmiş, onun, oğlu
Yezîd adına ümmetten zorla bey'at alması ile devam eden gelişmeler sonunda Emevî
saltanatı kurulmuştur.
1. İbn Sa'd, Tabakat, C. III, s. 31.
2. Hacevî, age., I, 225.
3. İbn Hanbel, C. V, s. 220, 221; Ebû-Dâvûd, Sünnet, 8; Tirmizî, Fiten, 48, C.
IV, s. 273; Heysemî, Mecmau'z-zevâid, C. V, s. 189.
2- Hüküm Kaynakları:
Ferdî, ictimâî, siyasî herhangi bir hâdise, mesele ve problemin halli için önce
Kur'ân-ı Kerîm, sonra da sünnete başvurulacağı Rasûlullah devrinden beri
biliniyor ve bu tatbik ediliyordu. Bu iki kaynakta hüküm açık olarak bulunmazsa
re'y ictihadına başvuruluyor, fakat varılan hüküm ilk fırsatta Hz. Peygamber'e
arzedildiği için sünnet mâhiyetini alıyordu. Halbuki sahâbe devrinde artık
vahyin muhâtabı ve ikinci derecede Şâri' (din ve kanun vâzı'ı) Rasûlullah yoktu.
İctihad ile varılan hükümlerde ittifak edilebildiği kadar -hatta daha çok-
ihtilâf da ediliyordu.
Hz. Ebû-Bekir ve Hz. Ömer, ihtilâfı azalatmak, birliği sağlamak ve Şâri'in
maksadına isabet ihtimalini artırmak için -bilhassa âmme hukuku sâhasında-
istişâreye baş vuruyor, böylece şûra ictihadı yaptırıyorlardı. Bu ictihadlar
sonunda varılan ihtilâfsız hükümler (icmâ) ferdî hükümlerden daha kuvvetli
telâkki ediliyor ve buna muhâlefet edilmiyordu. Ferdî ictihadlar (re'y) ise
başkalarını bağlamıyordu.
Bu devirde re'y'in mânası: Kitâb ve sünnetin açıklamadığı hükümleri, nasların ve
İslâmî prensiplerin ışığı altında hükme bağlamaktır. Istılâh olarak
zikredilmemekle beraber, temelleri Rasûlullah zamanında konan, sonraki
devirlerde "istihsan, istıslâh, örfü-âdet, kıyâs..." adı verilen esas ve
metodlar bu devirde "rey" ismi altında tatbik edilmiştir.(4)
4. İbn Kayyim, İ'lâm, C. I, s. 61, 66.
3- İctihad ve
İftâ Bakımından Sahâbe:
Muhammed b. Sa'îd el-Basîrî (v. 696/1297), İbn Hacer el-Heytemî (v. 974/1566)
gibi bazı müellifler bütün ashâb-ı kirâmın müctehid olduklarını ileri sürmüş
iseler de bu, sevgi ve saygıya dayalı hissi bir değerlendirmeden öteye
geçmemektedir. Buna karşı Ebû-İshâk eş-Şirâzî (v. 476/1083) İmam Gazzâlî (v.
505/1111) gibi zevatın değerlendirmeleri daha ilmî ve gerçekçidir. Bunlardan
birincisinin mevzûumuzla ilgili ifadesi şudur: "Biliniz ki Rasûlullah ile
beraber olan ve genellikle O'ndan ayrılmayan sahâbenin çoğu fakihtir,
müctehiddir. Çünkü ashâb için fıkhın kaynakları Allah ve Rasûlü'nün hitapları
ile bu iki hitaptan aklın çıkardığı mâna ve hükümler, Rasûlullah'ın davranışları
ile aklın bu davranışlardan çıkardığı hükümlerdir. Bunlardan Allah Teâlâ'nın
hitâbı Kur'ân-ı Kerîm'dir. Bu Kitâb onların dili ile gönderilmiş, âyetleri
ashâbın bildiği sebepler ve içinde yaşadıkları olaylar çerçevesinde nâzil
olmuştur. Bu sebeple ashâb onun hem lâfzını, hem mefhumunu, hem lâfızdan çıkan
mânasını, hem aklın muhâkemesine dayanan mânasını kolayca anlamışlardır. Ebû-Ubeyde'nin
Mecâzu'l-Kur'ân isimli eserinde zikrettiği üzere, hiçbir sahâbînin, Kur'ân'dan
bir yeri anlamak için Rasûlullah'a başvurduğu nakledilmemiştir. Rasûlullah
(s.a.)'in hitabı da ashâbın dili iledir; onun da mânasını bilmekte; lafzı,
mefhumu ve delâleti ile onu anlamakta güçlük çekmemektedirler. Allah Rasûlü'nün
ibâdet, muâmelât, ahlâk ve siyâset olarak ortaya çıkan bütün davranışları,
ashâbın gözü önünde cereyan etmektedir, bunları anlamış ve tekrar tekrar görerek
iyice kavramışlardır. Bu sebepledir ki Rasûlullah: "Ashâbım yıldızlar gibidir,
hangisini izleseniz doğru yolu bulursunuz" buyurmuştur. Onların Rasûlullah'tan
naklettikleri sözler ve O'nun, ibâdet ve diğer konulardaki davranışları ile
ilgili vasıflandırmalar üzerinde durup düşünen herkes, onların fıkıh bilgilerini
ve üstün vasıflarını kesin olarak öğrenmiş olur. Şu var ki onlar arasında fetvâ
ve hüküm vermek, helal haram konusunda söz söylemekle meşhur olanları belli bir
guruptan ibarettir."(5)
İmam Gazzâlî aynı konuda şu satırları kaydetmiştir: "Râşid halîfelerin müctehid
oldukları açık olarak bellidir; çünkü müftî ve müctehid olmayan bir kişi devlet
başkanlığına ehil olamaz. Sahâbe zamanında fetvâ verenler de müctehiddir;
Abâdile, Zeyd b. Sâbit, Muâviye bunlardandır; sonuncusunu bir meselede Şâfiî
taklid etmiştir. Hz. Ömer'in halîfe namzedini tesbit etmeleri için tayin ettiği
kişilerin (Talha, Zubeyr, Sa'd b. Ebî-Vakkas, Ali, Osman ve oğlu İbn Ömer) de
müctehid oldukları söylenmiştir... Kadı'nın (Ebû Bekir el-Bakıllânî) dediğine
göre Ebû Hureyre müftî (müctehid) değil, hadîs râvilerindendir. Bu konuda, bizce
kaide şudur: Onların yaşadığı asırda kim fetvâ verdi ve bundan menedilmedi ise o
kişi kesin olarak müctehiddir. Fetvâ vermeye hiç kalkışmamış olan kesin olarak
müctehid değildir. Fetvâ verip vermediği konusunda tereddüdümüz olanların,
müctehid olmaları konusunda da tereddüdümüz vardır. Ashâb-ı kirâmın bir kısmı
kendilerini ibâdete vermişlerdir, ilim ile meşgul olmamışlardır. Bir kısmı ilim
ile meşgul olmuşlardır. İçlerinden amel (iş ve ibâdet) ile meşgul olanlarda
ictihad derecesi yoktur. İlim ile meşgul olan ve fetvâ verenler ise
müctehiddirler."(6)
Kanâatimize göre bu konuda ashâbı iki guruba ayırmak gerekir: Birinci guruba
girenler, Kitâb ve Sünnet'ten yeterince bilgisi ve bunları hâdiselere
uygulayacak kadar da anlayış ve yorum kabiliyeti olanlardır ve bunlar şüphesiz
müctehid sahâbîlerdir. İkinci guruba girenler de iki kısımdır; birinci kısmın
nakil bilgisi vardır, fakat anlayış ve yorum kabiliyetleri eksiktir. İkinci
kısımdakiler ise her iki bakımdan da yetersizlik içinde olanlardır. Bir
guruptaki sahâbe, belki fetvâ müctehidi değildirler, fakat kendilerine ulaşan
delil (âyet, hadîs) ile ya bizzat anlayarak ve yorumlayarak, yahut başkalarına
sorarak amel ettikleri için mukallid sayılmaları da mümkün olamaz; bunları
kendileri için müctehid, yahut -sonraları meşhur olacak bir terime göre- ittibâ
ehli saymak gerekecektir.
Verdikleri fetvâ sayısı bakımından sahâbe fukahâsı üç guruba ayrılmıştır.
Bunlardan birinci gurupta Ömer, Alî, İbn Mes'ûd, İbn Ömer, İbn Abbâs, Zeyd b.
Sâbit, Âişe vardır; İbn Hacer'in, İbn Hazm'den naklettiğine göre bu zevatın her
birinin verdiği fetvâ birer büyük cilt kitaba konu olacak miktardadır.(7) Bu
yedi fakih arasında fetvâsı en çok olan da İbn Abbâs'tır. İkinci gurupta yirmi
sahâbî vardır: Ebû-Bekr, Osmân, Ebû-Mûsâ, Muâz b. Sa'd, Ebu Hureyre, Enes,
Abdullah b. Amr, Selmân el-Fârisî, Câbir b. Abdullah, Ebû-Sa'îd el-Hudrî, Talha
b. Ubeydullah, ez-Zübeyr b. el-Avvâm, Abdurrahmân b. Avf, İmrân b. Husayn, Ebû-Bekra,
Ubâde b. Sâmit, Mu'âviye b. Ebî-Süfyân, Abdullah b. ez-Zubeyr, Ummu-Seleme.
Bunların her birinin verdiği fetvâ bir küçük cilt tutacak kadardır. Üçüncü
gurupta yer alan yüz yirmi kadar sahâbînin verdikleri fetvânın tamamı bir cilde
sığacak miktardadır.(8)
Bahsin sonunda, başlıca sahâbe fukahâsının hayat hikâyeleri verilecektir.
5. Şirâzî, Tabakâtu'l-fukahâ, Beyrut, 1970, s. 35-36.
6. Gazzâlî, Menhûl, Dimaşk, 1980, s. 469-470. Konu ile ilgili başka nakiller
için bak. Süyûtî, er-Reddu alâ men ahlede..., İskenderiye, 1984, s. 187-190.
7. İbn Hacer, İsâbe, C. I, s. 22.
8. Bu sahâbenin isim listesini Hacevî vermiştir; el-Fikru's-sâmî, C. I, s. 278
vd. Gerek Hacevî'nin ve gerekse İbn Kayyim'in bu listeden bazı isimlere
itirazları ve listeye bazı eklemeleri vardır; İ'lâmu'l-muvakkı'în, C. I, s. 14
vd.
4-
Sahâbe Devrinde Hüküm ve İctihad Prensipleri ile Bazı Örnekler:
a) Sahâbe ictihadın kapısını açmış ve bunu teşvik etmiştir.(9) Hz. ömer, Ebû
Mûsâ el-Eş'arî'ye gönderdiği mektupta onu anlayış, kıyas ve ictihada dâvet ve
teşvik etmiştir.(10)
Aynı halîfe Kadı Şureyh'a (v. 78/697) da şöyle demiştir: "Kitaptan açıkça
anlayabildiğinle hükmet, eğer kitabın tamamını bilmezsen Resûlullah'ın
hükmettiği ile hükmet, bunun hepsini bilmezsen doğru yolda olan âlimlerin
kazâlarıyle hükmet, bunların da hepsini bilmezsen re'yinle ictihad eyle, âlim ve
salih kişilerle de istişâre et."(11)
Sahâbe ictihadını çok defa istişâre yoluyla yapmışlardır. Hz. Ebû-Bekir ve Hz.
Ömer'in, sırf istişâre (danışma) işi için Medîne'den ayırmadıkları birer
heyetleri vardı.(12)
b) Sahâbe, ictihad ve re'y yoluyla vardıkları hükümleri kesin telâkkî etmemiş,
Kitâb ve sünnete nisbet eylememiş, bu iki kaynağa dayanan hükümlerden ayırma
konusunda titizlik göstermişlerdir.
Hz. Ebû-Bekir'e "kelâle"nin ne demek olduğu sorulunca: "Ben bu mevzûu reyimle
cevaplandıracağım; eğer doğru ise Allah'tandır, hatâ ise benden ve şeytandandır;
reyime göre kelâle, bir kimsenin baba ve çocuk bırakmadan vefat etmesi yani
mirasçıları arasında bunların bulunmamasıdır." demiştir.(13)
İbn Abbâs: "Kim yiyecek bir şey satın alırsa onu ele geçirmeden satmasın"
hadisini rivâyet ettikten sonra "herşeyin böyle olduğunu zannediyorum"
demiştir.(14)
c) Bu devirde nazarî ictihad ve teşrî faaliyeti başlamamıştır. Onların teşrîî
faaliyetleri tatbîkîdir. Hâdise meydana gelince hükmü araştırılır ve bulunur.
Vukuundan önce hâdise ve meselelerin hükmüyle meşgul olunmaz.
d) Zamanın ve hüküm mesnedlerinin (illet) değişmesi sebebiyle hükümleri de
değiştirmişlerdir. Bu cümleden olarak:
Hz. Ebû-Bekir zamanında, Hz. Ömer'in itirazı üzerine müellefe-i kulûba(15)
verilen tahsisat kesilmiştir. Çünkü artık İslâm'ın onlara ihtiyacı
kalmamıştır.(16)
Hz. Ömer'in hilâfetine kadar câmide, toplu olarak kılınmayan terâvih namazı, bu
devrede -farzlara karışması ihtimali ortadan kalktığı için- cemâatle kılınmaya
başlanmıştır.(17)
Hz. Peygamber kaybolmuş develere rastlayanların onları yakalamamasını, serbest
bırakılmasını istemiştir. Çünkü develer uzun zaman kendi kendilerini idâre
edebilirler. Bu arada sahipleri onları bulmak imkânına mâliktir.
Hz. Osman kendi zamanındaki ahlâkî durumu göz önüne alarak kayıp develerin
i'lândan sonra satılmasını ve bedelinin, ortaya çıkınca sahibine teslim
edilmesini emretti. Hz. Ali ise tutulup devletin ahırında, sahibi çıkıncaya
kadar beslenerek bekletilmesini istedi.(18)
e) Kitâb ve sünnetin meşrû kıldığı, izin verdiği bazı hususları, kötü
neticelerin önlenmesi için menetmişlerdir.
Kur'ân-ı Kerîm, ehl-i kitâb gayr-i müslim kadınlarla evlenmeye izin verdiği
halde(19) Hz. Ömer, Medâin vâlisi Huzeyfe'ye yazdığı bir mektupla bunu menetmiş
ve "devam ederse müslüman kadınlar kocasız kalır, bu onlar için felâket olur"
demiştir.(20)
Hz. Osman hilâfetinde Mina'da, namazı, seferî olmasına rağmen iki rekat değil,
tam kılmış ve "Ey insanlar! Şüphesiz sünnet Rasûlüllah ile iki dostunun
sünnetidir; fakat bu yıl anlayışı kıt, bilgisiz kimseler çok; onların bunu görüp
namazı devamlı iki rekât kılmalarından korktum" demiştir.(21)
Hz. Ömer devrinde Şam ve Irak fethedilince gâziler arâzinin beşte dördünün
-menkul ganîmetler gibi- kendilerine dağıtılmasını istemiş, bu isteği ileri
sürerken ganîmet âyetine(22) ve Hz. Peygamberin Hayber'deki tatbikatına(23)
dayanmışlardı.
Halîfe ise bu topraklar dağıtıldığı takdirde sonra gelenlere bir şey
kalmayacağını ve o zaman da bu toprakların korunamayacağını ileri sürüyor,
taksim yerine eski sahiplerinde kalmasını ve alınacak haraçtan âmmenin
istifadesini istiyordu. İstişâre sonunda halîfenin görüşü kabul edildi.(24)
f) Sahâbe meşrû nizamı korumak ve hukuku muhâfaza etmek için bazı nasların
zahirini terketmek veya tahsis ve tamim (genelleştirme) yoluna gitmişlerdir:
Hz. Ömer zamanına kadar bir defada yapılan üç boşama bir sayılırken bu devirde
-sû-i isti'mâli önlemek için- üç sayılmıştır.(25)
Hz. Ömer bir kıtlık yılında hırsızlıktan dolayı el kesme cezasını tatbik
etmemiştir.(26)
Hz. Ömer devrine kadar zanaatkârlar nezdinde -onların taksîri olmadan- zâyi olan
eşya ödetilmezken, bundan sonra -zamanın ahlâkî durumu göz önüne alınarak-
ödetilmiştir.(27)
g) Sahâbe bazı hâdisleri Hz. Peygamber zamanında vuku bulanlara benzetmişler,
daha önce benzeri geçmemiş bazı hükümleri ise "hayırlı, iyi ve maslahattır"
diyerek benimsemişlerdir:
Kur'ân-ı Kerîm'in mushaf halinde toplanması, fiatların kontrolü, Hz. Osman
devrinden itibaren cuma için dış ezan (minareden okunan ilk ezan) burada örnek
olarak hatırlanabilir.(28)
9. age, C. I, s. 14 vd.
10. eş-Şirâzî, Tabakâtu'l-fukahâ, nşr. İ. Abbâs, Beyrut, 1970, s. 39-40.
11. İbn Kayyim, age., C. I, s. 204.
12. İbn Sa'd, Tabakât (Beyrut, 1957), C. II, s. 350.
13. İbn Hazm, el-İhkâm, s. 783.
14. age, s. 1002.
15. Gönülleri İslâm'a ısındırılmak istenen bazı kimselere zekât faslından
tahsisat bağlanmıştı. et-Tevbe: 9/60.
16. el-Cessâs, age., C. III, s. 153.
17. el-Bâcî, el-Müntekâ, C. I, s. 205.
18. age, C. VI, s. 142, 143.
19. el-Mâide: 5/6.
20. el-Cessâs, age., C. II, s. 397; İmam Muhammed, el-Âsâr, s. 73-74.
21. el-Bâcî, age., C. I, s. 261.
22. el-Enfâl: 8/84.
23. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C. I, s. 276.
24. Ebû-Yûsûf, el-Harâc, s. 24-27; İbn Sellâm, el-Emvâl, s. 71 vd.
25. Müslim, (M. F. Abdülbâqi neşri), C. II, s. 1098.
26. el-Bâcî, el-Müntekâ, C. VI, s. 64-65; el-Haymî, er-Ravdu'n-nadîr, (Kahire,
1348), C. IV, s. 234; M. Yûsûf Mûsâ, Tarihu'l-Fıkh, s. 72.
27. Şâfi'î, el-Umm, C. III, s. 261.
28. Tafsilât için adı geçen tezimize bakınız, s. 65-67. (2. bölümün sonu).
5- Sahâbe Devrinde
İhtilâf:
Kur'ân-ı Kerîm ile sahih sünnetin açık olarak ifade ettiği bir hüküm üzerinde
müslümanların ihtilâfı, farklı görüş ve inanışlara sahip bulunmaları câiz ve
mümkün değildir. Ancak bir taraftan nasların anlaşılması, diğer taraftan da
farklı zaman ve mekânlarda bunların tatbiki, kezâ nasların temas etmediği
noktalarda -çeşitli metodlarla- hükme varma işi beşerîdir, içtihada dayanır; bu
sebeble bütün müslümanların her meselede tek ictihadda birleşmeleri
düşünülemez... Zâten Şâri' de bunu şart koşmamış, ictihada teşvik etmiş, hatâ ve
isabet olabileceğini ifade ederek hatalı ictihada dahi ecir ve sevap vâdetmiştir.(29)
Bu esaslar dâiresinde karşılaştıkları problemlerin üzerine eğilen sahâbe
müctehidleri bazı hükümlerde ihtilâf etmiş, farklı görüş ve neticelere
varmışlardır. Sonraki devirler için de geçerli olan ihtilaf sebeblerini şöylece
sıralamak mümkündür:
a) Fetihler ve çeşitli vazifeler sebebiyle
Medîne'den uzakta bulunan sahâbenin kendileri
yok iken vahyedilen nasları bilmemeleri:
İbn Mes'ûd, bir sual üzerine, mehir tayin etmeden kocası ölen kadın hakkında
Rasûlullah'tan bir hüküm bilmiyorum demiş, sonra ictihadıyle cevap vermiş,
Ma'qıl b. Yesâr'dan ictihadının, Rasûlullah'tan vârid hadîse uyduğunu öğrenerek
sevinmiştir.(30)
Ebû-Hüreyre cünüb olarak sabahlayan kimsenin orucunun sahih olmadığını
söylerken, Rasûlullah'ın hanımlarından birinin hükmü haber vermesi üzerine
re'yini terketmiştir.(31)
b) Hadisi sağlam bir kaynaktan
elde etmemiş olmak:
Hz. Ömer üç talâk ile boşanmış kadına nafaka ve mesken tayini hakkında Fâtıma bt.
Qays ve cünüp olup su bulamıyan kimsenin teyemmüm ile temizleneceği hakkında
Ammâr tarafından nakledilen hadîsleri kabul etmemiştir. Bu râvilerin ahlâkına
güvenmekle beraber yanılma ihtimalleri üzerinde durmuştur.(32)
c) Farklı anlamaları:
Âyetler, hadîsler söz, fiil ve takrîrdir. Bunların mânası ve hükümlerinin kesin
veya ihtiyarî oluşu bazı mesele ve durumlarda müctehidlerin anlayışına
bırakılmıştır. Anlayış beşerîdir; bunda farklılık olması tabîîdir.
Zekât vermeyenlere karşı savaş:
Hac'da tavaf esnasında icrâ edilen remelin mânası ve hükmü;
Müt'a nikâhı;
Köpek dişli yırtıcı hayvanların etleri... konularında bu neviden ihtilâflar
olmuştur.
d) Yanılma veya unutmaları:
Sözü tesbit etme veya anlama konusunda hatâlar vâki olduğu gibi bazı hüküm ve
kaidelerin unutulması da farklı ictihad ve reylere sebep teşkil etmiştir:
İbn Ömer, Rasûlullah'ın, Recep ayında bir umre yaptığını söylüyordu. Hz. Âişe
bunu işitince "yanılmış" dedi.
Hz. Peygamber bir yahûdi ölüsü için ağlayan yakınlarının feryadını işitince
"bunlar (sevgilerinden) ağlıyor o ise azab çekiyor" demişti. Bunu bazıları "ölü
kendisine ağlayanlar yüzünden azâb çeker" şeklinde zaptetmişlerdir.(33)
e) Birbirlerine aykırı görünen nas ve
hükümleri çeşitli şekillerde telif etmeleri:
Birkaç defa yasaklanıp serbest bırakılan müt'a nikâhı için nihâî hüküm konusunda
İbn Abbâs "bu, duruma bağlıdır, zarûret olursa mübah olur" derken cumhur
"devamlı olarak haramdır" hükmünü benimsemişlerdir.(34)
29. Buhârî, Sahîh (el-Âmira tab'ı) C. VIII, s. 157; Şâfi'î, el-Umm, C. VII, s.
272.
30. Nesâî, Sünen (Kahire, 1930), C. VI, s. 198.
31. Şah Veliyullah, Huccetullah, C. I, s. 299.
32. Şah Veliyullah, age., C. I, s. 300; Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, C. I, s. 287.
33. age, C. I, s. 302.
34. Daha çok bilgi ve örnek için bak. ag., tezimiz, s. 47-54.
6- Mezhebler:
Sahâbe müctehidleri yukarda sıraladığımız sebeblerle, fıkhî meselelerin bir
kısmında ihtilâf etmiş olmakla beraber halk grup grup bunlardan birine bağlanıp
diğerini terketmediği için bu devirde -dinî/sosyal kurumlar olarak- mezhepler
doğmamıştır.
7- Sahâbe Fukahâsı:
Hz. Ebû-Bekîr (H.Ö. 51-H.S. 13/573-634):
Abdullah b. Ebî-Kuhâfe Osmân et-Teymî, Kureyş kabîlesinden, Mekke'de doğdu, asîl
bir âile içinde yetişti, sayılı zenginlerden biri, aynı zamanda Arap soy kütüğü,
tarihi ve siyâseti âlimi oldu. Cahiliye devrinin kötülüklerinden ve
putperestliğinden nefret eden Ebû-Bekir, Rasûlullah'ın İslâm'a dâvetine
tereddütsüz cevap verdi ve "ilk müslüman erkek" olarak tarihe geçti. Kendisinin
bunlardan başka önemli özellikleri vardır: Rasûlullah'ın takip sırasında
sığındığı mağarada ve hicrette arkadaşıdır. Allah'ın ona bahşettiği temiz fıtrat
sebebiyle hiçbir zaman puta tapmamış, şarap içmemiştir. Rasûl-i Ekrem hayatta
iken bütün servetini ve hayatını O'na bezletmiş, O'nun tarafından, müslümanlara
namaz kıldırmak üzere imam tayin edilmiştir. O'nun vefatından sonra ilk halîfesi
olmuş; ilmi, adâleti ve metaneti sayesinde İslâm'ı büyük tehlikelerden
kurtarmış, Sevgili Dostu'nun vasıyetini yerine getirmiştir. Özü, sözü doğru (Sıddîk),
âdil, merhametli ve cömert idi. Doğru bildiğini yerine getirirken kimsenin
kınamasına aldırmazdı. İyi bir hatip, başarılı bir kumandan idi, Rasûlullah
(s.a.) onu defalarca askerî birliklerin başına getirmiş, hicrî dokuzuncu yılda
da hac emîri tayin etmişti; bu vazifeye getirilen şahsın otorite yanında fıkıh
bilgisine de sahip olması gerekir; çünkü hac ibâdeti boyunca halka bunu
öğretecek, ayrıca sorulara cevap verecektir.
Hz. Sıddîk hakkında Rasûlullah'ın ve ashâbının öğücü sözleri vardır; bunlar aynı
zamanda onun özelliklerine de ışık tutmaktadır:
"Malı ve vücudu ile desteklemesi bakımından en fazla minnet duyduğum kişi Ebû-Bekir'dir.
Eğer insanlardan birini dost (halîl) edinseydim Ebû-Bekir'i dost edinirdim
(Allah dostluğu, başka bir dostluğa yer bırakmadığı için onu dost edinemiyorum),
fakat onunla İslâm'ın getirdiği kardeşlik ve sevgi ilişkimiz vardır. Mescide
açılan bütün özel kapılar kapansın, yalnız Ebû-Bekir'in kapısı kalsın."(35)
"İnsanlar Ebû-Bekir ve Ömer'e itâat ederlerse doğru yola ulaşırlar."(36)
Hz. Ömer: "Bizim görüşümüz (reyimiz) sizinkine tâbidir."
Leyl sûresindeki "Temizlenmek üzere malını hayra veren en iyi kul (etqâ) ondan
(ateşten) uzak durur." meâlindeki âyetlerin (17-18) Hz. Ebû-Bekir'le ilgili
olduğunda müfessirlerin ittifakı vardır. Fahruddîn Râzî, Hucurât sûresindeki
"Allah katında en üstününüz, en değerliniz, en müttaki olanınızdır" meâlindeki
âyet ile bu âyet arasında ilgi kurarak "Hz. Ebû-Bekir'in, ümmetin en üstün ve
değerli insanı olduğu" sonucuna varmıştır.
İctihadından örnekler:
Rasûlullah (s.a.) âhirete intikal edince Hz. Ömer kılıcını çekerek "Kim Muhammed
öldü derse boynunu vururum" diye bağırmıştı. Vefat sırasında Medîne dışında
bulunan Ebû-Bekir gelince doğru Rasûlullah'ın bulunduğu odaya girdi, mübâret
yüzünü açtı, sevgi ve saygı ile öptü ve: "Sana anam babam fedâ olsun! Ölü iken
de, diri iken de güzelsin, temizsin. Allah'a yemin ederim ki O, sana iki kere
ölüm tattırmayacaktır!" dedi. Hz. Ömer bunu işitince oturdu, Hz. Ebû-Bekir,
Allah'a hamdu senâdan sonra şunları söyledi: "Beni dinleyin! Kim Muhammed'e
tapıyor idiyse bilsin ki, Muhammed (s.a.) ölmüştür ve kim Allah'a tapıyor idiyse
bilinsin ki Allah diridir, asla ölmez."(37) Hz. Ebû-Bekir bu sözlerinden sonra,
delil olmak üzere şu âyetleri okumuştu: "Sen de öleceksin, onlar da
öleceklerdir." (Zumer: 39/30; "Muhammed ancak bir elçidir, ondan önce de Allah
elçileri gelip geçmiştir, imdi o vefat etse veya öldürülse geriye dönüverecek
misiniz. Kim gerisine dönerse bilsin ki, Allah'a hiçbir zarar veremez; Allah
şükredenlerin mükâfatını verecektir." (Âlü-İmrân: 3/144).
Hz. Âişe bu hadîseyi naklettikten sonra şu değerlendirmeyi yapmaktadır: "Bu
hitabelerden her ikisiyle de (yani gerek Hz. Ömer'in sözleri ve gerekse Hz. Ebû-Bekir'in
sözleri ile) Allah insanları faydalandırmıştır. Hz. Ömer halkı korkutup
sindirdi, içlerinde münâfıklar vardı (karışıklık çıkarmak istiyorlardı), bu
hitâbe ile Allah onların plânını bozdu, sonra Hz. Ebû-Bekir, onlara doğru yolu
gösterdi ve kendilerine düşen görevi bildirdi."
Resûlullah (s.a.) âhirete intikal buyurunca Ensâr, Benû-Sâ'ide yurdunda, Sa'd b.
Ubâde'nin çevresinde toplanmışlar, biri ensârdan, biri de muhâcirlerden olmak
üzere iki kişinin halîfe olmasına karar vermişlerdi. Hz. Ebû-Bekir, yanında Hz.
Ömer ve Ebû-Ubeyde olduğu halde ensârın toplantısına gitti, kısa süren bir
tartışmadan sonra onları "yöneticinin (emîrin) muhâcirlerden, yardımcının
(vezîrin) de ensârdan olması konusunda iknâ etti ve Hz. Ömer'i aday gösterdi,
onun faziletlerinden bahsetti. Hz. Ömer ise "sen bizim büyüğümüz, hayırlımız ve
Resûlullah tarafından en çok sevilenimizsin" dedi, elini tutarak Hz. Ebû-Bekir'e
bey'at etti, onun arkasından diğerleri de bey'at ettiler ve halîfe seçilmiş
oldu.(38)
Burada Hz. Ebû-Bekir'in, bir devlete iki başkan olamıyacağı şeklindeki görüşü,
ensâra vezirlik vermek suretiyle müslüman guruplar arasında olabilecek
sürtüşmeyi en uygun bir şekilde ortadan kaldırması, seçimin aday tesbiti ve hür
irade ile olması konusundaki davranışı, gerçek İslâm cumhuriyetinin temellerini
atan ictihad örnekleridir.
Hâtemu'l-enbiyâ'nın nereye defnedileceği ve namazının nasıl kılınacağı konusunda
ihtilâf çıkmıştı. Hz. Ebû-Bekir: "Rasûlullah'ın (s.a.), vefat eden her
peygamber, vefat edildiği yere defnedilir, buyurduğunu işittim, vefat ettiği
odaya defnedelim." demesi üzerine bunu kabul ettiler. Namaz konusunda da, "müslümanlar
gurup gurup odaya girip namazını kılsınlar." formülünü ileri sürdü, bunu da
aynen uyguladılar.(39)
Hz. Fâtıma ile Hz. Abbâs, Hz. Ebû-Bekir'e gelerek Rasûlullah'tan kalan mirası
talebettiler. Fedek'teki toprak ile Hayber gelirinden hisselerini istiyorlardı.
Ebû-Bekir, "Rasûlullah'ın: "Bizim malımız miras olarak kimseye kalmaz, bizden
geride kalan sadakadır, Muhammed ailesi bu maldan ancak ihtiyacını karşılar"
buyurduğunu işittim dedi ve ekledi: "Vallahi ben de, Rasûlullah ne demiş, ne
yapmışsa onu yaparım, bundan ayrılmam." Bu yüzden Hz. Fâtıma'nın kendisine
kırılmasına rağmen Hz. Ebû-Bekir, hadîsin gereğini ve kendi anlayışını
uygulamıştır.(40)
Bazı kabileler zekâtı ödemeyeceklerini bildirmişler, bu konuda devlete karşı
gelmişlerdi. Halîfe Ebû-Bekir (r.a.) bunların üzerine asker sevketmek isteyince
Hz. Ömer karşı çıkarak: "Rasûlullah'ın lâ ilâhe illallah diyenlerle
savaşılamayacağı" konusundaki sözlerini nakletti. Ebû-Bekir, "Vallahi namaz ile
zekâtı birbirinden ayıranlara -birini kabul edip diğerini reddedenlere- karşı
savaşacağım; Rasûlullah'a verdiklerinden bir keçi yavrusunu (oğlak) bile bana
eksik vermek isteyenlerle savaşacağım." dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer düşünmüş ve
şöyle demiştir: "Vallahi bu, Allah Teâlâ'nın Ebû-Bekir'in zihnini açarak doğru
anlamasını sağladığı bir husustur ve ben de bunun doğru olduğu kanâatine
vardım."(41)
Hz. Ömer, Kur'ân-ı Kerîm'den herhangi bir parçanın kaybolmaması için onu, parça
parça yazılı olduğu mahzemeden alıp bir araya getirmeyi, Mushaf halinde muhâfaza
etmeyi ilk Halîfe'ye teklif etti. Ebû-Bekir, Hz. Peygamber'in bunu yapmadığını
göz önüne alarak önce buna karşı çıktı, sonra Rasûlullah'ın Kur'ân-ı Kerîm'i, bu
dağınık malzemeye bizzat yaptırdığını, bunun korumaya yönelik bir tedbir
olduğunu, toplamanın, Mushaf haline getirmenin de aynı maksada yönelik bir
tedbirden ibâret bulunduğunu düşünerek teklifi kabul etti ve uygulattı.
Hz. Ebû-Bekir, hastalığı ağırlaşınca, ashâbın ileri gelenleri ile istişare
yapmış, Hz. Ömer hakkında onların müsbet görüşlerini almış, sonra onu, kendi
yerine halîfe seçmelerini istediğini bildiren bir yazı yazdırmış ve halka
sunmuştu. Halkın da bunu kabul etmeleriyle, kendisinden sonra Hz. Ömer'e bey'at
edildi ve önemli bir sarsıntı olmadan başkanlık konusu halledilmiş oldu.(42)
Birinci halîfenin bu anlayış ve davranışı, İslâm'ın, serbest seçime dayalı
devlet başkanlığı prensibinin güzel bir uygulamasıdır. Hz. Peygamberin, açıkça
isim vererek bir namzet göstermemiş olması ictihada dayanmaktadır. Hz. Ebû-Bekir,
Rasûlullah'ın terkini (isim vererek namzet göstermemiş olmasını) bağlayıcı bir
davranış olarak görmemiş, amme menfaati gerektiriyorsa isim verme, namzet
gösterme ve tavsıyede bulunmanın da başkanın görevleri arasında olduğunu
düşünmüş ve bunu yapmıştır. Bunu halka arzetmek ve onların hür iradeleri ile
kabul veya reddetmelerini istemekle de, kendi tasarrufunun bağlayıcı olmadığını
ortaya koymuştur. Bu sebepledir ki kendisinden sonra, danışma meclisine havâle
etme vb. yollar da kullanılmıştır.
35. Tirmizî, Menâkıb, 37; Tuhfe, C. X, s. 137 vd.
36. İbn Hanbel, C. V, s. 298.
37. Buhârî, Menâkıbu's-Sahâbe, 5.
38. Buhârî, Menâkıb, 5.
39. İbn Mâce, ma'a's-Sindî, C. I, s. 496; İbn Sa'd, Tabakât, C. II, s. 288, 292.
40. Buhârî, Ferâiz, 3.
41. Buhârî, Zekât, 1.
42. Süyûtî, Târihu'l-Hulefâ, s. 82; İbn Sa'd, Tabakât, C. III, s. 224.
Hz. Ömer (H.Ö. 40-H.S. 23/584-644):
Ebû-Hafs Ömer b. el-Hattâb el-Kuraşî, el-Adevî. Hulefâ-i râşidîn'in ikincisi, "Emîru'l-mü'minîn"
lâkabının ilk sahibi, adâlet ve cesâret timsâli, büyük sahâbî. Câhiliye devrinde
Kureyş'in ileri gelenlerinden idi, kendisini diğer kabilelere elçi olarak
gönderirlerdi. Kureyş'i temsil eder, gerektiğinde onları tehdit ve ikaz da
ederdi. Rasûlullah (s.a.) Ebû-Cehil ile Ömer'i kastederek "Ya Rabbi, İslâm'ı bu
ikisinden biri ile güçlendir" diye duâ ederdi, bu duânın bereketi ile Hz. Ömer,
hicretten beş yıl önce müslüman oldu. İbn Mes'ûd'un ifade ettiği üzere, Hz. Ömer
müslüman oluncaya kadar müslümanlar, Kâbe'nin yanında namaz kılamazlardı, bundan
sonra ortaya çıktılar ve orada namazlarını kılar oldular. İslâm'a hizmetin
gerektirdiği meşgale dışında Sûriye-Hicaz arasında dış ticaret ile meşgul
olurdu. Hz. Ebû-Bekir vefat edince, onun tavsiyesi ile müslümanlar kendisini
halîfe seçtiler ve bey'at ettiler. Halîfe bulunduğu müddet içinde Sûriye ve
Irak'ın fethi tamamlandı, ayrıca Kudüs, Medâin, Mısır, Cezîre fethedildi. Ondan
önce Araplar, bazı önemli olayları kullanarak tarih belirlemeye çalışırlardı,
ilk olarak onun zamanında hicrî tarihe göre takvim başlatıldı. Basra ve Kûfe
şehirleri, beytülmal, dîvan onun zamanında kuruldu. Kendisi bizzat sokaklarda ve
pazar yerinde dolaşır, âsâyiş ile meşgul olur ve anlaşmazlıkları hükme bağlardı.
İslâm tarihinin ilk hâkimi (kadısı) idi. Ona bu görevi, Hz. Ebû-Bekir halîfe
iken vermişti.
Hz. Ömer'in karakterini ve manevî gücünü göstermesi bakımından şu hadîs
önemlidir: Rasûlullah'ın (s.a.) yanında Kureyş kadınlarından bir gurup vardı,
O'nunla konuşuyorlar ve daha fazla hak isteyerek seslerini, O'nun sesinden fazla
çıkarıyorlardı. Bu sırada Hz. Ömer geldi ve Rasûlullah'ın huzuruna girmek için
izin istedi, bunu duyan kadınlar hemen kalkarak örtülerini büründüler,
Rasûlullah izin verdi, Hz. Ömer içeri girdi, bu sırada Rasûlullah gülüyordu. Hz.
Ömer "Allah, gülmeni eksik etmesin Yâ Rasûlullah!" diye sebebini merak ettiğini
ima etti, Rasûlullah (s.a.): "Yanımda olup, senin sesini işitince hemen
örtülerini bürünen kadınların bu hali tuhafıma gitti" buyurdular. Hz. Ömer,
Peygamberimize "Siz, çekinmelerine daha lâyıksınız" dedi, kadınlara da "Ey
kendilerinin düşmanı kadınlar! Rasûlullah (s.a.)'den çekinmiyorsunuz da benden
mi çekiniyorsunuz!" diye çıkıştı. Kadınlar: "Evet sen daha katı ve kabasın"
dediler. Bunun üzerine Rasûlullah, Hz. Ömer'e dönerek "Evet, ey Hattâboğlu!
Allah'a yemin ederim ki şeytan, hiçbir zaman senin bir yola girdiğini görmez ki,
hemen yolunu değiştirip kendisi başka bir yola girmesin!" buyurdu.(43)
Ebû-Hureyre'nin rivayetine göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Sizden önceki
milletlerde muhaddesler (Allah'ın, doğru bilgiyi kalbine koyduğu, kendisine
ilham ettiği kimseler) vardı; eğer ümmetimde böyle bir kimse varsa bu,
Ömer'dir."(44)
Bu özelliğinden olmalıdır ki Rasûlullah'ın ve ashâbının ictihada dayalı birçok
hükümlerine Hz. Ömer itiraz etmiş, kendisi bu konularda farklı görüş ileri
sürmüş ve vahiy Hz. Ömer'i tasdik etmiştir.(45)
"İşte güçlü olmak, bugünün işini yarına bırakmamaktır." "Emanet, için dıştan
farklı olmamasıdır", "Allah'tan korkun (O'nun haklarına saygı gösterin), bilin
ki takvâ, sakınmakla olur, sakınanı da Allah korur." sözleri ona aittir.
Bir ateşperestin hançeri ile şehid olduğunda seksen altı bin dirhem borcu vardı,
oğluna, evini satarak bu borcu ödemesini vasıyet etti, o da, babasının evini
satarak borcunu ödedi.
İctihad ve tasarruflarından örnekler:
Rasûl-i Ekrem (s.a.) rüyasında kana kana süt içmiş, sonra süt kabını -içmesi
için- Hz. Ömer'e vermişti. Bu rüyayı nasıl yorumladığı kendilerine sorulunca
"süt, ilimdir" buyurmuşlardı.(46) Allah Teâlâ'nın, sevgili Rasûlü aracılığı ile
Hz. Ömer'e sunduğu ilim, onun ictihad ve tasarruflarında kendini göstermiş,
bunlar, asırlar boyu ilim ve idare adamlarına örnek olmuştur:
Süyûtî, Hz. Ömer'in öncülük ettiği (ilk olarak O'nun gerçekleştirdiği)
tasarruflarını şöyle sıralamaktadır: Mescidin genişletilmesi, beytülmalın
kurulması teravih namazının cemâatle kıldırılması, alkollü içki içenlerin
-seksen sopa vurularak- cezalandırılması, müt'a nikâhının resmen yasaklanması,
divanın kurulması (halkın, belli bir sisteme göre defterlere yazılarak
ganimetten alacaklarının belirlenmesi ve dağıtımı işini yürüten dairenin
kurulması), toprağın ölçülmesi, kıtlık sebebiyle dışardan deniz yoluyla yiyecek
getirtilmesi, vakıf tesisi, miras hukukunda "avl" kaidesinin uygulanması
(payları küçülterek bütün hak sahiplerinin pay almasının sağlanması), at
varlığından zekât alınması...(47) Süyûtî'nin bu listesine şunları da eklemek
mümkündür: Irak topraklarının gâzilere dağıtılmayıp eski sahiplerinin ellerinde
bırakılması ve gelirinden bütün müslümanların faydalanmalarının sağlanması, bir
kıtlık yılında hırsızlık cezasının uygulanmaması, bir temizlik müddeti içinde
veya bir mecliste, birden fazla boşamanın geçerli sayılması, iskân politikası
(yeni şehirler kurularak arapların buralara yerleştirilmesi, yahûdi ve
hristiyanların yerlerinin değiştirilmesi...), tayin edilen büyük memurlardan mal
beyanının istenmesi ve görevleri sona erince mal varlıklarının kontrol edilmesi,
fazla bulunan malın devlet adına alınması, halîfe seçiminde şûrânın devreye
sokulması ve meşveret usûlünün vazedilmesi, cizye ve gümrük vergilerinin
konması...
Bu örneklerin bazılarını açmakta fayda vardır:
Hz. Ebu Bekir gibi Hz. Ömer de, ilgili âyetin âmir hükmünü yerine getirerek
işlerini meşveret (danışma) ile yürütmüş, bunun için Medîne'de daima bir heyet
bulundurmuş, bunların Medîne'den ayrılmalarına -zaruret bulunmadıkça- izin
vermemiştir. O devirde bu heyetin belirlenmesi biraz da tabîî olmuştur; imanı,
ilmi, ahlâkı, İslâm'daki kıdemi ve hizmeti bakımından mesafe almış,
başkalarından daha ileri bir seviyeye gelmiş kişiler halkın itimadını kazanmış
olduklarından, şûrânın da tabîî üyeleri haline gelmişlerdir. Hz. Ömer'in
danışmanlarla pekiştirdiği ve uyguladığı önemli ictihadlarından biri yeni
fethedilen toprakların statüsü ile ilgilidir. Sûriye'den sonra Irak toprakları
da fethedilince Hz. Ömer, bu toprakların, menkul ganimetler gibi savaşa
katılanlar arasında paylaştırılmamasını, eski sahiplerinin ellerinde
bırakılmasını ve bu toprakların gelirlerinden vergi (harâc) alınmasını, alınan
harâcın, mevcut ve gelecek bütün müslümanların menfaatleri için sarfedilmesini
uygun gördü. Ancak bu kanâatini açtığı zaman sert tepkilerle, itirazlarla
karşılaştı. Bilâl b. Ebî-Rabâh, Abdurrahmân b. Avf gibi sahâbîler, halîfenin
buna hakkı olmadığını, beşte biri alındıktan sonra geri kalan toprakların,
taşınır ganîmetler gibi gazilere dağıtılması gerektiğini, bunun Kur'ân emri
olduğunu (Enfâl: 8/41) ileri sürüyorlardı. Halîfe ise "Fethedilen topraklar
gazilere dağıtılırsa yetimlerin, dulların, fakirlerin hali nice olur, sınırları
ve bu toprakları kim korur?" diyordu. Meseleyi ashâbın ileri gelenleri ile
istişare etti; Hz. Alî, Osman, Talha ve İbn Ömer gibi ashâb onu desteklediler.
Sonra Ensâr arasından seçtiği on büyük ile istişare etti ve onların da
tasviplerini aldı. Bütün bunlardan sonra kararını vererek ictihadını uygulama
safhasına koydu. Böylece İslâm tarihinde yeni bir toprak rejimi, yeni bir vergi,
yeni bir sosyal adâlet vâsıtası ortaya çıkıyor, ileride "askerî ıktâ", "mîrî
arâzî" vb. isimlerle devreye girecek olan toprak rejimlerinin de temeli atılmış
oluyordu.(48) Hz. Ömer'in bu ictihadını fey (Haşr: 59/6, 7) ve enfâl (Enfâl:
8/1) âyetlerine dayandırdığını ileri sürenler olmuştur. Kanâatimize göre lâfzî
yorum kaideleri müctehidi bu sonuca götüremez; çünkü ganîmet âyeti (Enfâl:
8/41), düşmandan alınan malların -beşte birinin devletçe alınıp özel yerlerine
sarfedileceğini, geri kalanların ise gazilere ait bulunduğunu ifade etmektedir.
Dağıtmanın taşınır mallara, devlet adına vakfetmenin taşınmazlara ait olduğuna
ait naklî bir delil de yoktur. Bu sebeple Hz. Ömer gâî yorum ile (Şâri'in
maksadını göz önüne alarak) bu sonuca varmıştır: Aslında bütün mallar ve bu
arada ganimet Allah'a aittir. O'nun mülküdür, bunun bir kısmının savaşanlara
dağıtılması teşvik maksadına, bu da dinin ve ülkenin korunması gayesine
yöneliktir. Bu teşvik kayıtsız şartsız uygulandığında asıl maksada aykırı
düşecek ve gerek toplumun ve gerekse ülkenin zararına olacaksa uygulamayı
maksada göre ayarlamak gerekir... Hz. Ömer'in, kendisine itiraz edenlere karşı
âyet okumayıp, "yetimler, dullar, fakirler ne olacak, sınırları ve malları kim
koruyacak" demesi de bu kanâatimize delil teşkil etmektedir.
Hz. Ömer yalnızca danışma yapmak, işleri danışma esasına göre yürütmekle
kalmamış, aynı zamanda danışma meclisinin kuruluşu ve işleyişi ile ilgili
kaideler de koymuştur. Yaralanıp vefat edeceği anlaşılınca kendisinden, bir
halîfe namzedi göstermesi (istihlâf yapması) istenmişti. "Bu iş için, Allah
Rasûlü'nün kendilerinden hoşnut olarak gözlerini kapadığı şu altı kişiden daha
lâyıkı yoktur" dedi ve "Hz. Alî, Osmân, Talha, Zübeyr, Abdurrahmân b. Avf ve
Sa'd b. Ebî Vakkâs"ın isimlerini saydı; "bunların hangisi seçilirse benden sonra
halîfe odur" dedi. Kendi oğlu Abdullah'ı da, seçilmemek şartıyle onlara müşavir
olarak tayin etti. İslâm tarihinde "şûrâ üyeleri: ashâbu'ş-şûra" diye anılan bu
altı kişiye de şu talimatı verdi: Aranızda danışma yapın ve halîfe namzedini
tayin edin. Eğer altı kişi, ikişerli üç gurup halinde ihtilâf ederlerse yeniden
şûraya başvurun. Dört kişi bir tarafta, iki kişi bir tarafta olursa çoğunluğun
reyini kabul edin. Şûrâ üçer kişilik iki gurup halinde ihtilâf ederlerse, başkan
Abdurrahman b. Avf'ın bulunduğu tarafın reyini kabul edin ve uygulayın... Ayrıca
Ebû-Talha'yı çağırtarak "yanına elli kişilik bir güç almasını, şûrânın güvenlik
içinde çalışmasını ve üç gün içinde işlerini bitirmelerini sağlamasını" istedi.
Bilindiği üzere Hz. Ömer tarafından kurulan bu ilk "başkan namzedi tesbit
şûrası" danışma sonunda Hz. Osman üzerinde karar kılmışlar ve kendilerinden
başlamak suretiyle ümmet ona bey'at etmiştir.(49)
Hz. Ömer zamanında fetihler çoğalmış ve devletin geliri de önemli ölçüde
artmıştı. Daha önceleri gelirler, devletin hissesi çıkarıldıktan sonra
dağıtılırdı; devletin hissesi de, Kur'ân-ı Kerîm'in talimâtına göre -Rasûlullah
ailesine, muhtaç yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve ordunun ihtiyacına-
sarfedilir, geriye bir şey bırakılmazdı (beytülmal da yoktu). Hz. Ömer çeşitli
kaynaklardan elde edilen gelirlerin sarfı zaman alacağı ve bunları bir müddet
elde tutmak gerektiği için beytülmalı (devlet hazînesini) kurdu. Dağıtılması
gereken malın tesbiti, dağıtılacak kişilerin ve hisselerinin hesaplanması vb.
işler bir teşkilâtın kurulmasını zaruri kılıyordu. Halîfe bu konuyu istişâre
etti. İşleri olduğu gibi bırakmasını ileri sürenlere karşı, Sûriye ve İran'da
gördüklerinden bahseden ve onların yaptığı gibi gelir ve gideri, hak
sahiplerini, askeri yazıp tesbit edecek, gerekli kontrolleri yapacak bir kurumun
meydana getirilmesini teklif edenlerin görüşlerini kabul etti ve "dîvân" adıyle
bunu gerçekleştirdi.(50)
Hz. Ömer'in, devletin fonksiyonu, insan hakları ve hürriyetleri, insanların
eşitliği, sosyal adâlet ve dayanışma konularındaki şu sözleri, düşünce ve
tasarrufları günümüzde dahi çok ileri bir seviyeyi temsil etmektedir:
Dağıtılacak mal gelmişti, Hz. Ömer kalabalığın hücumuna uğrayan malın dağıtımına
bizzat nezaret ediyordu, geriden Sa'd b. Ebî-Vakkas geldi (İslâm'dan önce ve
sonra büyük itibar sahibi, ileri gelen kişilerden biri olarak) halkı yardı ve
Hz. Ömer'e ulaştı, Halîfe kırbacı ile onu geri iteledi ve şöyle dedi: "Sen
Allah'ın yeryüzündeki otoritesinden çekinmeksizin ilerleyip geldiğin için sana,
Allah'ın otoritesinin senden çekinmeyeceğini göstermek istedim."
Dîvanı kurup askerleri ve hak sahiplerini yazdırmaya başlayınca kendi
kabilesinden bir gurup gelerek "Sen halîfesin, kendini ve kabileni, Hz.
Peygamber'den hemen sonraki sıraya yazdırman gerekir" dediler. Hz. Ömer Onlara
şu cevabı verdi: "Beni manen iflâs ettirmek için sırtımdan geçinmek mi
istiyorsunuz?.. Araplar, Rasûlullah (s.a.) sebebiyle (O'nun sâyesinde) şeref
kazanmışlardır. Ona soy bakımından ne kadar yakın olursak olalım, Allah'a yemin
ederim ki, diğer milletler iyi amel (iş, ibâdet, davranış) ile gelir de biz
amelsiz gelirsek, kıyamet gününde onlar, Hz. Peygamber'e bizden yakın
olacaklardır. Kişi soya (kan bağına) bakmaz, Allah'ın rızası için amel eder;
amelinin geride bıraktığı kimseyi, soyu sopu ileri götüremez."
Birisi, Hz. Ömer'e "Sen yiyecek, giyecek ve binecek şeylerin en iyisine
lâyıksın" demişti, ona şu cevabı verdi: "Benimle halkın misali, birlikte yola
çıkan bir guruptur; bunlar yiyeceklerini toplayıp içlerinden birine teslim
etseler ve yiyecek işini sen idare et deseler, bu kişi, kendisi için,
diğerlerinden farklı şeyler ayırabilir mi?" Muhâtabı "Hayır Ey Mü'minlerin Emîri!"
dedi ve Hz. Ömer devam etti: "İşte biz de onlar gibiyiz. Ben memurlarımı sizi
dövsünler, namus ve şerefinize dil uzatsınlar, haksız yere malınızı alsınlar
diye tayin etmedim; onları tayin edip size gönderdim ki, Allah'ın Kitâbını ve
Peygamberimizin sünnetini size öğretsinler. Her kime memuru haksızlık ederse,
hakkını alabilmem için -izin almadan- doğrudan bana başvursun." Amr b. Âs sordu:
"Bir vâlî, halktan birini tedib etse (âsayiş vb. için re'sen cezalandırsa) ona
kısas uygular mısınız yâ Emîre'l-mü'minin?" Halîfe cevap verdi: "Rasûlullah
kendini bile kısasen cezalandırmaya teşebbüs eder de ben vâlîye kısas uygulamaz
olur muyum?"
Hz. Ömer aynı talîmatı, her hac mevsiminde toplantıya çağırdığı bürokratlarına
şöyle tekrarlardı: "Ey insanlar! Ben memurlarımı sizi dövsünler, mallarınızı
ellerinizden alsınlar diye göndermedim; onları, aranızda düzen ve âsâyişi
sağlamaları ve hakkınızı size paylaştırmaları için gönderdim..."
Şu levhalık sözler de Hz. Ömer'e aittir:
"Benim herhangi bir memurum birisine haksızlık eder de ben bunu öğrendiğim halde
düzeltmezsem, haksızlığı ben yapmış olurum."
"Fırat kıyısında bir deve zâyi olup ölse, Allah'ın bunu benden sormasından
korkarım."
Büyük Halîfe, vefatından dört gün önce şunları söylemişti: "Allah sağlık verirse
-yapacağım düzenleme ve uygulamalar sonunda- Irak'ın dullarını, benden sonra
hiçbir kimseye muhtaç olmayacak duruma getireceğim."(51)
Adâletin tevzîi için ilk defa kadı (hâkim) tayin edip gönderme tasarrufu da Hz.
Ömer'e aittir. Bu arada Ebû-Mûsâ el-Eş'arî'yi de Basra'ya kadı olarak
göndermişti, ona yazdığı bir mektup,(52) İslâm kazâ müessesesi ve muhâkeme
usûlünün prensiplerini, çerçeve halinde ifade etmektedir; tasarruflarının son
örneğini işte o çerçeve teşkil edecektir:
"Şüphesiz kazâ (adâletin tevzîi) kesin bir farz (ödev) ve uygulanmış, uyulmuş
bir sünnettir. Sana bir dâva getirildiği ve iddiâ açıklandığı zaman dinle ve
anla, durum ortaya çıkınca hükmet ve hükmü icra eyle; çünkü icra ve infâz
edilmedikçe hakkı açıklamanın bir faydası yoktur. Davranışın, huzurunda verdiğin
yer ve adâletin bakımından insanları birbirine eşit tut ki, asâlet sahibi,
kendisi için başkasına haksızlık edebileceğini ummasın, zayıf (yoksul, arkasız)
olan kişi de, adâletinden ümidini kesmesin. Şâhit ve delil getirmek dâvacıya,
yemin ise dâvalıya ait (bir yükümlülüktür.) Haramı helâl, helâli de haram kılan
neviden olmamak üzere müslümanlar arasında sulh (anlaşma) caizdir. Daha önce
hükmedip de bugün yeniden düşündüğün (ictihad ettiğin ve doğrusunu bulduğun)
zaman, daha önce başka türlü hükmetmiş olman, seni doğruya dönmekten
alıkoymasın, çünkü hakkın kıdemi vardır (hak her şeyden öncedir) ve hakka
dönmek, bâtılda kalmaktan hayırlıdır. Kitâb ve Sünnet'te hükmü bulunmayan bir
mesele gelir de üzerinde tereddüt edersen onu iyice anlamaya çalış, sonra onun
emsâli ve benzeri olan hâdiselerin hükmünü araştırıp öğren ve hadiseleri,
benzerlerine kıyas ederek hükme bağla. Mahkemede ortaya çıkmamış bir hakkı veya
delili olduğunu ileri süren kişiye, ona ulaşabileceği bir süre ver, eğer
delilini getirebilirse onun hakkını başkalarından alır, kendisine verirsin,
şahit ve delil getiremezse aleyhine hükmetmek senin için helal olur; şüpheyi
ortadan kaldıracak ve körlüğü giderecek en iyi usul budur. İffete iftira
etmekten mahkûm olmuş, yahut yalancı şahitlik yaptığı sabit olmuş, yahut da
-şahitlik edeceği kişi ile kendi arasında- akrabalık, yakınlık bulunan kişiler
müstesnâ olmak üzere, müslümanlar, birbirine karşı şahitlik bakımından udûl
(dürüst, şahitliğe ehil) kabul edilirler. Allah Teâlâ (iyi niyetle yapılan)
yeminleri bağışlamış, delil ve şahitler sâyesinde kişiye yöneltilen haksızlık ve
suçlamaları gidermiştir. Dâvanın taraflarına karşı sabırsız davranmaktan, can
sıkıntısından, oflayıp poflamaktan sakın; çünkü hakkın, kendine ait yerlere
yerleşmesi (muhâkeme sonunda hakkın yerini bulması) sebebiyle Allah kişinin
sevabını artırır ve şânını yüceltir. Allah'ın selâmı üzerinize olsun."
43. Buhârî, Menakıb, 6.
44. Buhârî, age, 6.
45. Hz. Ömer'in muvâfekatı diye ifade edilen böyle yirmi küsur örnek vardır;
bak. Aynî, Umde, C. II, s. 318; A. Na'îm, Tecrîd Terc., C. II, s. 346. Süyûtî,
Târîhu'l-hulefâ, s. 122 vd.
46. Buhârî, Menâkıb, 5.
47. age. s. 136 vd.; Krş. İbn Sa'd, Tabakât, C. III, s. 281-284.
48. Ebû-Yûsüf, K. el-Harâc, s. 24 vd; H. Karaman, İslâmın Işığında..., C. I, s.
138 vd.
49. İbn Sa'd, age., C. III, s. 61, 338; İbn Haldûn, Mukaddime, C. II, s. 612.
50. İbn Sa'd age., C. III, s. 295; İbn Haldûn, age., Kahire, 1401, C. II, s.
676; Süyûtî, age., s. 143.
51. Son kısmın kaynağı: İbn Sa'd, Tabakât, C. III, s. 287, 293, 295, 305, 337.
52. Bu mektûbun, gerçekten Hz. Ömer tarafından yazdırılmış olup olmadığı
konusunda farklı görüşler ve iddiâlar vardır. Zâhiriyye mezhebi salikleri
-mektup kıyâsa cevaz verdiği için- bunun uydurma olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Genellikle ulemâ, mektubun Hz. Ömer'e ait olduğunu kabul etmişler, İbn Kayyim
gibi bazıları bunu yüzlerce sayfa şerhetmişler ve üzerine hükümler bina
etmişlerdir. Bize göre, mektubu bizzat Hz. Ömer yazdırmamış bulunsa dahi o
devirde ortaya çıkmış ve uygulamayı aksettiren bir metin söz konusudur ve mektup
bu bakımdan da büyük önem arzetmektedir. İddiâlar ve metin için bak. İbn Haldûn,
Mukaddime, A. Vâfî neşri, 682. dipnotu.
Hz. Osmân (H.Ö. 47/577-H.S. 35/656):
Osmân b. Affân b. Ebi'l-Âs b. Umeyye, Kureyş kabilesinden, Râşid Halîfelerin
üçüncüsü, cennetle müjdelenmiş on ashâbdan birisi, Mekke'de doğdu, Medîne'de
şehid oldu, hilâfeti döneminde Ermenistan, Kafkasya, Horasan, Kirman, Sicistan,
Kuzey Afrika ve Kıbrıs fethedildi. Rasûlullah (s.a.) "Rûme kuyusunu kim imar
eder, genişletir ve halkın hizmetine sunarsa cennetlik olur" buyurmuşlar, Hz.
Osmân bu teşviki emir telakki ederek yerine getirmiştir. Yine Allah Rasûlü
Ceyşu'l-usre seferine çıkarken halkı yardıma çağırmış, Hz. Osmân techizatı ile
birlikte üçyüz deve ve ayrıca bin dinar vermiştir.(53) Ubeydullah b. Adî, Hz.
Osmân tarafından Kûfe'ye vâlî tayin edilen -ve Halîfe'nin anabir kardeşi olan-
el-Velîd b. Ukbe'nin sarhoş olması ve halkın kendisinden şikâyette bulunması
sebebiyle Halîfe'ye nasihatte bulunmak istemiş ve şunları söylemiştir: "Allah,
Muhammed'i halkın elçisi olarak gönderdi ve O'na Kitâbı indirdi, sen Allah ve
Rasûlü'nün dâvetine icabet edenlerden oldun, (biri Habeşistan'a, diğeri
Medîne'ye olmak üzere) iki kere hicret ettin, Rasûlullah (s.a.) ile beraber
bulundun ve O'nun tutumunu gördün, halk el-Velîd hakkında şikâyet edip duruyor
(niçin gerekeni yapmıyorsun?)" Hz. Osmân bunları duyup tekrarlayarak tasdik
ettikten sonra şöyle devam etti: "...ben O'na (Rasûl'e) bey'at ettim ve Allah'a
yemin ederim ki, vefâtına kadar, O'na ne itâatsizlik ettim, ne de hile yaptım,
sonra Ebû-Bekir'e, daha sonra Ömer'e aynı şekilde davrandım, sonra halîfe
seçildim, benim de onlarınki gibi haklarım yok mudur?" Ubeydullah "Evet, senin
de onlarınki gibi hakkın vardır." deyince, Hz. Osmân, "O halde kulağıma gelen
dedikodularınız ne oluyor? el-Velîd'e gelince, inşâallah onun hakkında gerekeni
yapacağız" dedi, sonra Hz. Alî'yi çağırtarak el-Velîd'in cezalandırılmasını
istedi, Hz. Alî de onu, seksen sopa vurarak cezalandırdı.(54) Bu hâdisede Hz.
Osmân'ı, bir mühâlifinin dahi takdir ettiğini ve onun faziletlerinden
bahsettiğini görüyoruz. Cahiliye devrinde de temiz yaşamış, şerefli bir mevki
elde etmiş bulunan Hz. Osmân, Hz. Ebû-Bekir'in dâveti ile, ilklerden biri olarak
İslâm'ı kabul etmiştir. Rasûlullah (s.a.), İslâm'dan önce, kızı Rukayya'yı, Hz.
Osmân ile evlendirmiş, Bedir savaşı sırasında Rukayya vefat etmiş (bu yüzden Hz.
Osmân, Rasûlullah'ın izin ve emri ile hastanın başında kalmış, Bedir savaşına
katılamamış, fakat Rasûlullah tarafından katılmış sayılmıştır), Allah Rasûlü
ikinci kızı Ummu-Küslum'u da Hz. Osmân ile evlendirmiştir; bu sebeple ona "iki
nûrun sahibi" mânasında "zü'n-nûrayn" denilmiştir.
Hz. Ömer'in vefatı sırasında kurduğu şûrânın çalışmalarından ve Hz. Osmân'ı,
uzun istişareler ve müzâkereler sonunda ittifakla halîfe namzedi olarak
seçtiklerinden, arkasından da müslümanların bey'at etmeleriyle Üçüncü Halîfe'nin
göreve başladığından daha önce bahsetmiştik.(55) Hz. Osmân Halîfe seçildikten
sonra ilk altı yıl, önceki iki halîfenin yolunda yürümüş, Hz. Ömer'e nisbetle
daha yumuşak tabiatli olduğu için de, halk tarafından sevilmiştir. Süyûtî, İslâm
tarihinde ilk defa Hz. Osmân tarafından gerçekleştirilmiş bulunan -bir kısmı da
onun ictihad kudretini gösteren- tasarrufları şöyle sıralamaktadır:
Hizmetleri sebebiyle bazı kimselere ıktâ yoluyla arâzî vermek.
Devlet için mer'a ve korular tesis etmek.
Mescidi, güzel kokularla kokulamak, her iki Mukaddes Mescidde genişletmeler
yapmak.
Daha önceleri, cuma namazı için ilk ezân, hatip hutbeye çıktıktan sonra
okunurken, halkın toparlanıp vaktinde camiye gelebilmeleri için bir de dış ezanı
okutturmak (bugün, cuma için okunan ilk ezânı okutturmak).
Müezzinlere beytülmaldan maaş bağlamak.
Bayramda hutbeyi namazdan önceye almak.
Gizli mallar denilen nakit, ticârî mallar ve benzerlerinin zekatlarını ödeme
işini doğrudan yükümlülere bırakmak (daha önce bütün malların zekâtını devlet
toplar ve dağıtır idi).
Emniyet teşkîlâtını kurmak.
Hz. Ömer'in başına gelenler kendisinin de başına gelmesin diye, Mescid'de özel
bir bölüm (maksûre) yaptırmak. Bilindiği üzere Hz. Ömer, Mescid'de namaz
kıldırırken hançerlenmiş ve şehit olmuştu.
Kur'ân-ı Kerîm'i tek lehçe ve okunuşa göre yazdırıp çoğaltarak başka lehçe ve
okuyuşları ortadan kaldırmak.(56) Kur'ân-ı Kerîm Arabistan'da kullanılan yedi
lehçede okunabilecek şekilde indirilmiş ve yazdırılmış idi. Başlangıçta kolaylık
için buna ihtiyaç vardı; çünkü kabîlelerin, lehçe değiştirmeleri güç idi. Aradan
zaman geçip Kureyş lehçesi hâkim hale gelince, bazı kelimelerin çeşitli
lehçelerde okunması karışıklığa meydan verdiği için Hz. Osmân, ashâb ile
istişare etti, Kureyş lehçesi dışında yazılış ve okunuşu yasakladı. Ebû-Bekir
tarafından yazdırılan Mushâf'ı esas alarak yazdırdığı Mushaf nüshalarını önemli
merkezlere gönderdi ve muhtemel bir kargaşayı ortadan kaldırmış oldu.(57) Gerçi
Kur'ân-ı Kerîm'de, mahdut sayıdaki kelimelerin başka lehçelerde de okunmasının
mânaya bir tesiri yoktu, bu bakımdan Kur'ân-ı Kerîm için bir tehlike de söz
konusu değildi, fakat yine de -mâna bakımından olduğu gibi, şekil ve lâfız
bakımından da- birlikte fayda vardı.
Hz. Osmân hilâfetinin ikinci altı yılında devlet görevleri ve nimetlerinin
tevzîi bakımından farklı bir yol izlemeye başlamış, bu da müslümanların
memnuniyetsizliklerine, şikâyetlerine sebep olmuş, başta yahudiler olmak üzere
müslümanların gizli ve açık düşmanlarına fırsat hazırlamıştır. Daha önce (hicrî
25. yılda) Sa'd b. Ebî-Vakkas'ı Kûfe vâlîliğinden azletmiş, yerine anabir
kardeşi el-Velîd b. Ukbe'yi tayin etmişti. Yeni vâlî, halka sarhoş namaz
kıldıracak kadar sefih bir kişi idi, bu yüzden kendisine yapılan şikâyeti ve
aldığı tedbiri yukarıda söz konusu etmiştik.
İkinci altı yılda, akrabaya öncelik tutumu daha da arttı. Abdullah b. Ebî-Serh'i
Mısır'a tayin etti. Mervân'a Kuzey Afrika'nın ganîmet gelirlerinin beşte birini
verdi, diğer akrabalarına da buna benzer imtiyazlar ve imkânlar tanıdı. Tayin
ettiği memurlardan halk şikâyet ediyor, ashâb bu şikâyetleri ona ulaştırıyor ve
bu memurları azletmesini istiyorlar, o ise vâlilerine mektup yazıyor, Allah'tan
korkmalarını, halka zulmetmekten geri durmalarını emrediyor, fakat onları
azletmeye yanaşmıyordu. Akrabasına sağladığı farklı imkânlar ve gelirler
konusundaki şikâyetlere ise şu cevabı veriyordu: "Bu, Allah'ın emrettiği
sıladır; yani akrabaya yardımdır, benden önceki iki halîfenin de bunu yapmaya
hakları vardı, yapmadılar, ben ise yapıyorum." Onun bu ictihad ve yorumu da çoğu
kimseyi tatmin etmiyordu. Mısır vâlisinin zulmü dayanılmaz hale gelince buradan
bir hey'et Medîne'ye geldi. Halife, uzun mücadeleden sonra Hz. Ebû-Bekir'in oğlu
Muhammed'i Mısır'a tayin ettiğini bildiren bir yazı yazdırıp ellerine verdi, bu
sırada Medîne'de bulunan Mervân, Mısır vâlisine hitaben gizli bir yazı yazdı,
gelenleri öldürmesini bildirdi ve yazının altına Halîfe'nin mührünü bastı. Bu
yazıyı götüren ulak yolda yakalandı, vâlî namzedi ile yanındakiler büyük bir
gazap içinde Medîne'ye geri döndüler, başka yerlerden gelen şikâyetçilerle
beraber Halîfe'nin konağını kuşattılar, Halîfe bu mektubu kendisinin
yazdırmadığına yemin edince Mervan'dan şüphe ettiler ve onu kendilerine teslim
etmesini istediler, Hz. Osmân onu da teslim etmedi, Hz. Alî, Talha, Zübeyr gibi
büyük sahâbîler, Halîfe'nin bu tutumunu tasvip etmedikleri için evlerine
çekildiler, işi bir müddet dalgalanmaya bıraktılar, ancak Halîfe'ye bir zarar
gelmesini istemedikleri için de oğullarını muhâfız olarak konağın kapısına
gönderdiler. Âsîler arkadan duvarı yıkarak içeri girdiler ve Halîfe'yi şehit
ettiler.(58)
Kanâatimize göre İslâm tarihinin seyrini değiştiren bu acı olayın gerisinde
yatan sebepleri şöyle sıralamak mümkündür:
a) Hz. Osmân'ın yumuşak tabîatı, merhameti, akrabaya düşkünlüğü ve yaptıklarının
dine ve ahlâka uygun bulunduğu kanâati (ictihadı), bu konularda kendisinden
farklı düşünen şûrâ üyelerinin görüşlerini uygun bulmaması.
b) Ümeyye oğullarının Hâşim oğullarını aşarak toplum üzerinde hâkimiyet kurmak
üzere harekete geçmeleri. Ümeyye oğulları, İslâm'dan önce Mekke ve çevresinde
hâkim vaziyette idiler, İslâm cahiliye âdetlerini ve düzenini yıktığı, soy sop
yerine şahsî fazilet ve liyakat esasını getirdiği için üstünlüklerini
kaybettiler, kendi hanedanlarına mensup bulunan Hz. Osmân halîfe olunca, onun
tabîatından faydalanarak iktidarı ele geçirmenin zamanı geldiğine hükmettiler ve
Halîfe'nin iyi niyetinden, zaman zaman gafletinden istifade ettiler.
c) Büyük sahâbenin, ictihad bakımından Halîfe'den farklı düşündükleri için ona
destek vermemesi, kargaşanın böylesine acı bir sonuç getireceğini ummadıkları
için başkaca tedbir almayı gerekli görmemesi.
d) Ensârdan ve muhâcirlerden birçok sahâbe, Halîfe'ye gelerek âsîleri silah gücü
ile dağıtmayı teklif ettikleri halde Halîfenin, kendi hayatını kurtarabilmek
için başkalarının kanlarının akmasını kabul etmemesi.
e) Hemen öldüreceklerinden korktuğu için Mervân'ı âsîlere teslim etmediği gibi
kendisinin de hilâfeti bırakmaması. Bu ikinci konuda Abdullah b. Ömer ile
istişâre etmişti, Abdullah ona: "...nasıl olsa Allah'ın dediği olur, sen
İslâm'da böyle bir çığır açma; sonra halîfeye kızan her gurup gelir, konağını
kuşatır ve onu hilâfetten uzaklaştırırlar (hal'ederler)" dedi, Hz. Osmân da bu
görüşe katıldı.(59)
Hz. Osmân, Rasûlullah'ın (s.a.) yıllarca önce müjdelediği şehâdet mertebesine
ermiş, isâbet etsin, etmesin iyi niyet ve ictihadının ecrini görmüştür. Nitekim
kendisi de müdâfaasında şöyle demiştir: "Allah'a yemin ederim ki ben, sizin
iyiliğinizi düşündüm, elimden geldiği kadar sizin için iyi olanı yapmaya
çalıştım; sonunda isâbet ettim veya hata ettim..."
Onun, buraya kadar örnekleri geçen ictihadlarından başka ictihadları ve fıkıh
bakımından önemli tasarrufları vardır:
a) Yükümlülerin, alacaklarından dolayı da zekât ödemeleri gerektiğini Minber'den
ilân etmiş, sahâbe de buna itiraz etmemişlerdir.(60) Bu ictihad, alacakların
zekâtı konusunda kaide olmuştur.
b) Hasta iken eşlerini boşayan ve böylece onları miraslarından mahrum etmek
isteyen erkeklerin bu kötü maksatlarına ulaşmalarını önlemek ve bir haksızlık
kapısını kapamak için (sedd-i zerîa olarak) bu şekilde boşanmış kadınları,
iddetlerini doldurmuş, evlilik bağları sona ermiş bile olsa kocalarına mirasçı
kılmıştır.(61)
c) Rasûlullah (s.a.) yitik mallar hakkında ne yapılacağını açıklarken develerin
olduğu gibi bırakılmasını, bulan tarafından alınıp başka bir yere
götürülmemesini, gelip sahibinin deveyi bulabileceğini ve devenin de o zamana
kadar yaşama imkânına sahip bulunduğunu bildirmişlerdi.(62) Hz. Ömer zamanında
da uygulama buna göre oldu. Hz. Osmân'ın hilâfetinde toplumun ahlâkı değişmeye
başlamıştı, kaybolan develeri alıp götüren, kendilerine mal eden kişiler
çıkmıştı. Halîfe, haksızlığı önlemek için bulunmuş develerin alınıp
getirilmesini, bunun için devletin tuttuğu çobana teslim edilmesini, sahibi
çıkmazsa satılmasını ve birgün sahibi çıktığında bedelinin buna teslim
edilmesini emretti.(63)
Hz. Osmân'ın sedd-i zerîa ve mesâlih prensiplerine bağlı bulunan bu ictihadları,
benzeri diğer sahâbe ictihadları ile birlikte, daha sonraki müctehidlerin ve
özellikle Medîne İmâm'ı Mâlik'in, aynı çerçevedeki ictihadlarına örnek ve kaynak
olmuştur.
53. Buhârî, Menâkıb, 7; Süyûtî, age., s. 151.
54. Buhârî, Menâkıb, 7.
55. Buhârî, Menâkıb, 8.
56. Süyûtî, Târîhu'l-hulefâ, s. 164 vd.
57. Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân, 3, 5.
58. Sutûtî, age., s. 154, 156 vd.; İbn Sa'd, age., C. III, s. 64, 70 vd.
59. İbn Sa'd, age., C. III, s. 66.
60. Mâlik, Muvatta', Zekât, 17. (C. I, s. 253).
61. Mâlik, Muvatta, Talâk, 40-44. (C. II, s. 571-572).
62. Buhârî, Lukata, 3.
63. Mâlik, Muvatta', Akdıye, 51. (C. II, s. 759).
Hz. Alî (H.Ö. 23/600-H.S. 40/661):
Alî b. Ebî-Tâlib b. Abdulmuttalib b. Hâşim. Cennetle müjdelenmiş on kişiden
biri, Rasûlullah'ın kardeşliği, Hz. Fâtıma'nın eşi ve dolayısıyle Allah
Rasûlü'nün damadı, yaşıtları arasında ilk müslüman, âlim, kahraman, Kur'ân-ı
Kerîm'in hâfızı, hatip ve zâhid. Hayatında hiçbir zaman puta tapmadı. Rasûlullah
hicret ederken onu, emanetleri yerine teslim etmesi için geride bıraktı ve
takipçileri oyalamak için de kendi yatağına yatırdı. Hz. Alî gözünü kırpmadan bu
ölüm yatağına yatıp uyudu, birçok savaşta Rasûl-i Ekrem'in sancağını taşıdı,
Tebûk seferi müstesnâ bütün savaşlara katıldı. Tebûk'te, Rasûlullah tarafından
Medîne muhâfızı olarak bırakılmıştı, cihaddan geri kalmanın üzüntüsünü ifade
edince Efendimiz: "Bana, Mûsâ'nın Hârûn'u gibi olman sana yetmiyor mu?"
buyurdu.(64)
Hz. Alî'nin ilim, ictihad ve kazâ bakımlarından derecesini gösteren bazı şehadet
ve takdirleri ileride sıralayacağız. Burada konu ile ilgili iki sözüne ve bir de
davranışına yer vermek istiyoruz:
"Vallahi hiçbir âyet nâzil olmamıştır ki onun hangi konuda, nerede, kimin
hakkında indiğini bilmeyeyim. Allah Teâlâ bana sağlam bir mantık, (muhâkeme
kabiliyeti), doğru ve güzel söyleyen bir dil bağışlamıştır."
"İyi bir fakih, Allah'ın rahmetinden halkın ümidini kestirmeyen, halka Allah'ın
yasaklarını çiğneme fırsatı (ruhsatı) vermeyen, onları Allah'ın azâbına karşı
umursamaz kılmayan, Kur'ân-ı Kerîm'i bırakıp onun yerine başka bir kaynağa
dayanmayan kişidir. Zirâ ilimsiz ibâdette, hazm ve anlayıştan soyulmuş bilgide,
tefekkürden uzak okumada hayır yoktur."(65)
Hz. Alî Sıffîn harekâtında bir kalkanını kaybetmişti, harekât bitip de Kûfe'ye
dönünce kalkanı bir yahûdînin elinde gördü ve ona "Bu kalkan benim kalkanım, onu
ne sattım, ne de bir başkasına bağışladım" dedi. Yahûdî: "Bu benim kalkanım ve
şu anda da benim elimde bulunuyor" diye karşılık verdi. Hz. Alî "Kadıya
(mahkemeye) gidelim" dedi, gittiler, kendisi hâkimin yanına geçip oturdu ve
"Eğer hasmım bir yahûdî olmasa idi huzurunuzda onun yanında, aynı sıra ve
seviyede olurdum; ancak Rasûlullah'ın (s.a.) "Davranışları sebebiyle Allah
onları nasıl küçük düşürmüş ise siz de öyle davranın" buyurduğunu işittiğim için
yanınıza oturdum." dedi. Kadı Şurayh muhâkemeyi başlattı, taraflar iddiâ ve
savunmalarını tekrarladılar, Şurayh Hz. Alî'ye şahidi olup olmadığını sordu, Hz.
Alî "Evet, hizmetçimiz Kanber ile oğlum Hasan bu kalkanın bana ait olduğuna
şahitlik ederler" dedi. Kadı Şurayh "Oğulun, babası lehine şahitliği geçerli
değildir" diyerek bunu reddetti. Bunun üzerine Hz. Alî: "Cennetle müjdelenmiş
bir kişinin şahitliği makbul olmuyor mu? Rasûlullah'ın (s.a.) 'Hasan ile Hüseyn,
cennet gençlerinin öncüleridir' buyurduğunu işittim" diye serzenişte bulundu.
Bunları gören ve işiten yahûdî: "Mü'minlerin Başkanı beni muhâkemeye dâvet
ediyor, O'nun tayin ettiği hâkim, onun dâvasını reddediyor, ben inanıyor ve
diyorum ki bu din haktır ve Allah'tan başka tanrı yoktur, Muhammed (s.a.) O'nun
rasûlüdür, bu kalkan da onundur" diyerek müslüman oldu.(66)
Hz. Osmân şehit edilince halk Hz. Alî'ye gelerek ona bey'at etmek istediler, Hz.
Alî bu işin onlara ait olmadığını, bunu önce büyük sahâbenin istemesi
gerektiğini ifade ederek halkı geri çevirdi. Arkadan Medîne'de bulunan ashâbın
tamamı gelerek O'na bey'at ettiler ve halîfe seçtiler. Sonra neler olduğunu,
hâdiselerin nasıl geliştiğini, Cemel ve Sıffîn olaylarını, hâricî hareketini,
sonunda Hz. Alî'nin şehadetine kadar süren olayları bahsin başında özetlemiştik.
Süyûtî'nin İbn Asâkir'e dayanarak naklettiği şu hâdise ve ifadeler, hem Hz.
Alî'nin durum ve tutumu, hem de İslâm esas teşkîlât hukuku bakımından önem
arzetmektedir:(67) Dördüncü Halîfe Basra'ya gelince orada ileri gelenlerden iki
kişi kendisine şu soruyu sordular: "Ümmetin başına geçerek buraya kadar geldin,
onları birbirine kırdırıyorsun, bu gelişin Rasûlullah'ın sana bir ahdi (sözü,
vasıyeti, selâhiyet vermesi) üzerine midir, yoksa re'sen mi hareket ediyorsun?"
Hz. Alî şu cevabı verdi:
"Rasûlullah'ın bana bir ahdi var mıdır sorunuza cevabım 'hayır yoktur'
şeklindedir. Vallahi ben, O'nu ilk tasdik eden kişiyim, O'nun adına ilk yalan
söyleyen kişi de olamam. Eğer Rasûlullah'ın (s.a.) bana bir ahdi olsaydı
(hilâfeti bana vermiş bulunsaydı) Ebû Bekir'in de, Ömer'in de, O'nun minberine
çıkmalarına izin vermezdim, hiçbir gücüm olmasa ellerimle onlara karşı mücadele
ederdim. Bilindiği üzere Rasûlullah (s.a.) ne öldürüldü, ne de birden bire öldü;
günler ve geceler boyu hasta yattı, müezzin geliyor O'nu namaza çağırıyordu, O
da -beni ve durumumu bildiği halde- Ebû-Bekir'in cemâate namaz kıldırmasını
emrediyordu. Hanımlarından biri bu işi Ebû-Bekir'den uzaklaştırmaya teşebbüs
etmişti, Rasûlullah buna razı olmadı, hiddetlendi ve "Sizler, Hz. Yûsuf'u faka
bastıran kadınların cinsindensiniz, Ebû-Bekir'e emrimi ulaştırın, cemâate namazı
kıldırsın" buyurdu. Rasûlullah (s.a.) vefat edince işimiz üzerinde düşündük,
Rasûlullah'ın dinî hayatımız (imamlık) için beğenip seçtiği kişiyi biz de
dünyamız (devlet başkanlığımız) için seçtik; çünkü namaz İslâm'ın temeli, dinin
başı ve direğidir, Ebû-Bekir'e bey'at ettik. O, buna lâyık idi, bu konuda
hiçbirimizin ihtilâfı, aleyhte tanıklığı ve suçlaması yoktu. Ebû-Bekir'e hakkını
verdim, ordusunda savaştım, verirse alırdım, savaşa sürerse savaşırdım, emri ile
huzurunda haddi (şer'î cezaları) infâz ederdim. O vefat edince Ömer başa geçti,
arkadaşının (Ebû-Bekir'in) açtığı çığırdan bildiğince yürüdü. O'na bey'at ettik,
hiçbirimiz bu konuda farklı davranmadık, birbirimiz aleyhine tanıklık etmedik ve
kesin olarak suçlayıp uzak durmadık. Ömer'e de hakkını verdim, ona itâat ettim,
ordusunda savaştım, verdiği zaman alırdım, savaşa sürdüğü zaman savaşırdım,
huzurunda kırbacımla haddi infâz ederdim. O vefat edince (ağır yara alınca) ben,
Rasûlullah'a yakınlığımı, iyi geçmişimi ve meziyetlerimi düşünerek, bu işi
benden başkasına vermeyeceğini zannettim; fakat o, kendisinin iş başına
gelmesine sebep olacağı bir halîfenin işlediği her günahın, gelip kabirde onu
bulacağı kanâatinde idi, bu sebeple kendini ve oğlunu bu sorumluluktan çıkardı.
Eğer bir kayırma söz konusu olsaydı oğlunu tercih ederdi, o buna tenezzül
etmeyerek işi Kureyş'ten -benim de aralarında bulunduğum- altı kişilik bir
şûrâya havâle etti. Şûrâ toplanınca bu işi benden başkasına vermeyeceklerini
zannettim. Abdurrahmân b. Avf, 'Allah'ın başımıza getireceği kişiye itâat
edeceğimize dair' bizden söz aldı, sonra Osmân'ın elini eline alarak ona bey'at
etti, kendi kendime düşündüm, bey'atimden daha önce itâat sözü verdiğimi,
verdiğim sözün başkası için alındığını gördüm, Osmân'a bey'at ettik, onun da
hakkını verdim, kendisine itâat ettim, ordusunda savaştım, verdiğinde alırdım,
savaşa sürdüğünde savaşırdım, huzurunda kırbacımla haddi infâz ederdim. O da
şehit düşünce yine kendi durumumu düşündüm; Rasûlullah'ın kendilerine cemâate
imam olma vazifesini verdiği iki halîfe gelip geçmiş idi, kendisi için itâat
sözü alınan (söz verdiğim) zat da şehit olmuştu, bana Mekke, Medîne halkı ile bu
iki şehrin (Kûfe ile Basrâ'nın) halkı bey'at ettiler. Bana denk olmayan birisi
kendini rekabet meydanına attı; ne (Rasûlullah'a) yakınlığı benim yakınlığım
gibi, ne ilmi benim ilmim gibi ve ne de geçmişi benim geçmişim gibi idi; ben bu
işe ondan daha lâyık idim" mesele bundan ibârettir.(69)
Hz. Alî'nin ictihadını, fıkıhtaki derinliğini gösteren en önemli görüş ve
tasarrufları yukarıdaki sözlerde, Hz. Osmân'ın kan dâvasını bahâne ederek
kendisine bey'at etmeyen veya bey'atından rucû edenlere karşı söyledikleri ve
yaptıklarında kendini göstermektedir. Bunlarda ve aşağıdaki örneklerini
sunacağımız ictihad ve hükümlerinde görülen şaşırtıcı başarı, derinlik ve
isâbet, kaynağını şu ifadelerde bulmaktadır:
Rasûlullah (s.a.) beni Yemen'e gönderiyordu, kendisine "Yâ Rasûlullah! Bu genç
yaşımda beni gönderiyorsunuz, onlar arasında hüküm vereceğim (hâkimlik edeceğim)
halbuki hâkimlik (kazâ) nedir bilmiyorum" dedim. Elleriyle göğsüme vurdular ve
şöyle niyazda bulundular: "Allah'ım onun gönlüne hidâyet ver (doğruyu ilham
buyur) ve dilini sürçmekten koru!" Ve Hz. Alî ekliyor: "Tohuma canlılık veren
Allah'a yemin ederim ki, bundan sonra iki taraf arasında vereceğim hiçbir
hükümde şüpheye düşmedim."
Hz. Ömer, yanında ve yakınında Hz. Alî bulunmadığı halde önemli bir problem ile
karşılaşmaktan Allah'a sığınır ve şu itirafta bulunurdu: Kazâyı en iyi
becerenimiz Alî'dir.
Hüküm ve ictihadlarından örnekler:
a) Hz. Alî'ye Muâviye'den bir mektup gelmişti, dini bir konuyu soruyordu. Hz.
Alî çevresindekilere şöyle dedi: "Düşmanımızı, önüne çıkan dinî bir müşkili bize
arzedecek hale getiren Allah'a hamdolsun! Muâviye bana mektup yazarak "erkek mi,
kadın mı olduğu belli olmayan birinin (hunsâ) mirastaki durumunu" soruyor.
Kendisine "İdrârını nasıl ve nereden yaptığına bak, ona göre vâris kıl" diye
cevap verdim.
b) Kendisine birisi, bir diğerini getirdi, "Bu adam, anam ile ihtilâm olduğunu
söylüyor" dedi ve cezalandırılmasını istedi. Hz. Alî de "Onu güneş vuran bir
yere götür, yere düşen gölgesini döv" diye cevap verdi: Bu esprili cevapta aynı
zamanda rüyanın bir gölge gibi olduğu, gölge üzerinde yapılan bir şeyin, vücut
üzerinde yapılmış sayılamıyacağı anlatılmış oluyordu.
c) Hz. Ömer'e bir dâva geldi, bir siyah delikanlı bir kadının, anası olduğunu
iddiâ ediyordu, kadın ise bunu inkâr ediyor ve babam dediği kişi ile
birleştiğini söylemiş sayılacağı için delikanlının iftira cezasına
çarptırılmasını istiyordu, hiç evlenmediğine dair de şahitler getirince Hz. Ömer
kadının lehine hükmetti ve delikanlının cezlandırılmasını istedi. Tam bu sırada
Hz. Alî çıkageldi, durumu öğrendi ve Halîfe'den dâvanın yeniden görülmesi için
izin aldı, tarafları mescide götürdü. Delikanlıya "Bu kadın nasıl senin çocuğu
olduğunu inkâr ediyorsa, sen de onun anan olduğunu inkâr et" dedi. Delikanlı "O
benim anam, nasıl inkâr ederim" deyince "Sen benim oğlum, Hasan ile Hüseyin'in
kardeşleri ol, bu kadının analığını inkâr et" diye ısrar etti, delikanlı Hz.
Alî'nin dediğini yapınca kadının velîlerini çağırttı, onlardan izin aldı,
mehrini kendisi bağışlayarak kadın ile delikanlıyı nikâhladı ve "Al bu kadını
götür, karındır, zifaftan sonra bana gel" dedi. Kadın işin ciddiyetini anlayınca
itirafta bulundu. Meğer delikanlının, bir zenci olan babası ile evlenmiş, adam
savaşta şehit düşmüş, kadın da çocuğu bir köleye göndermiş, bir siyâhın anası
olmayı kendine yediremediği için onu inkâr etmiş.
d) Birisi, bir harâbede külliyetli miktarda defîne bulmuş ve hükmünü Hz. Alî'den
sormuştu. "Defîneyi bulduğun harâbe, orasının haracını ödeyen bir yerleşim
merkezinin yakınında ise defîne onlara aittir, böyle bir yerde değilse beşte
biri devletin, gerisi senindir."
e) Bir kadın, bir delikanlıya göz koymuş, onu elde edemeyince iç çamaşırına
yumurta akı sürerek çığlık çığlık koşmuş ve delikanlının kendisine tecâvüz
ettiğini ileri sürmüş, yumurta akını da (meni olduğunu söyleyerek) buna delil
kılmıştı. Hz. Ömer kadınlara inceletti, onlar da "bu menidir" deyince
delikanlıyı cezalandırmaya yöneldi. Fakat sanık itiraz ediyor, iftiraya
uğradığını ileri sürüyor, durumu iyi inceleyin, diyordu. Hz. Ömer, Hz. Alî'ye
başvurdu. Hz. Alî kaynar su istedi, suyu çamaşırdaki mâyi nesnenin üzerine
döktü, nesne katılaştı, Hz. Alî onu kokladı, tadına baktı ve yumurta olduğu
ortaya çıktı. Kadın sıkıştırılınca suçunu itiraf etti ve delikanlı kurtuldu.
f) İki kişi getirdiler, bunlardan biri diğerini kölemdir diyerek satıyor,
parasını alıyor, sonra ikisi birden bir başka yere kaçıyorlar ve işlerine aynı
şekilde devam ediyorlardı. Hz. Alî "Bunlar hem kendilerini (canlarını), hem de
halkın mallarını çalıyorlar" diyerek yaptıkları suçun hırsızlık mahiyetinde
olduğuna hükmetti ve buna göre cezalandırdı.
g) Karısının fercini kesmiş olan bir erkeği getirdiler. Hz. Alî "Kadına,
fercinin diyetini ödemesine, kendisi ölünceye kadar kadını nikâhı altında
tutmasına (boşamamasına), eğer boşar ise yaşadığı sürece nafaka ödemesine"
hükmetti. Bu hükümde maslahat prensibi yanında, "suçlunun, meşrû olmayan
maksadına -ki kadından ayrılmaktır- ters düşen hükümle cezalandırma kaidesine
dayanılmıştır.
h) Hz. Ömer'e zina suçu işlemiş bir kadın getirdiler, kadın suçunu itiraf edince
Halîfe cezalandırılmasını emretti Hz. Alî "suça iten sebebi öğrenmemiz gerekir,
belki cezayı düşürecek bir mâzereti vardır" dedi ve soruşturmayı bu yönde
derinleştirdi. Sonunda kadının susuz kaldığı, susuzluktan ölme derecesine
gelince -kendisini teslim etmedikçe suyu vermemekte direnen- kişiye teslim
olduğu ortaya çıktı ve kadın serbest bırakıldı.(70)
64. Buhârî, Menâkıb, 9; Süyûtî, age., s. 166 vd.
65. İbn. Said, Tabakât, C. III, s. 21, 23; Buhârî, Menâkıb, 9.
66. Süyûtî, age., s. 184.
67. Bu sözler, Hz. Alî'ye ait olsun, olmasın konumuz bakımından önemlidir,
gerçekleri aksettirmektedir ve en azından ehl-i sünnetin bu konudaki bilgi ve
kanâatlerini özetlemektedir.
69. Târîhu'l-hulefâ, s. 177-178,
70. Örnekler için bak. Süyûtî, age., s. 176 vd.; İbn Kayyim, et-Turuku'l-hukmiyye,
Mısır, 1317, s. 9, 46, 47, 49, 51, 53, 61, 62.
Abdurrahman b. Avf (H.Ö.
44/580-H.S. 32/652):
Kureyş kabilesinden, cahiliye devrinde dahi alkollü içki kullanmamış, ilk
müslümanlardan (bir rivayette sekizinci müslüman), cennetle müjdelenmiş on
sahâbîden biri, Hz. Ömer'in "Rasûlullah bunlardan hoşnut olarak dünyadan
ayrıldı" dediği ve hilâfet meselesini kendilerine havâle ettiği altı kişilik
şûrânın başkanı, bu şûrâda diğerlerinin, son tercihi kendisine bıraktıkları
kişi, Habeşistan'a ve Medîne'ye hicret edenlerden, servetinin büyüklüğü kadar
gönlü ve eli de geniş ve açık olan, yaptığı hayırlar ve yardımlar dillere destan
sahâbî. Medîne'ye hicret edince Rasûlullah, Abdurrahmân b. Avf'ı, Medîne'li Sa'd
b. er-Rabî' ile kardeş etmişti. Kardeşliği ona, malının yarısını vermeyi, eğer
evlenme imkânı yoksa eşlerinden de birini onun için boşayabileceğini söyledi,
Abdurrahman teşekkür ettikten sonra sen bana yalnızca pazarınızın yolunu
gösteriver dedi. İlk günden itibaren kazandı, giderek zengin oldu ve serveti ile
büyük ibâdetler yaptı; bir günde otuz köleyi âzâd ettiği, bir defada malının
yarısını tasadduk ettiği, bir defada beşyüz at ve beşyüz de deve donatarak Allah
yoluna (cihada) tahsis ettiği olmuştur. Bedir dahil bütün savaşlara katılmış ve
Uhud'da, yirmi bir yerinden yaralanmıştır. Rasûlullah (s.a.), kendisinden sonra
eşlerine göz kulak olmasını îmâ buyurdukları için onları hacca kendisi götürür
ve korurdu. Rasûl-i Ekrem'in (s.a.), arkasında namaz kıldığı nadir kişilerden
biridir; bir seferde, sabah namazının vakti sıkışıp, Rasûlullah da başka yerde
olduğu için Abdurrahmân imam olmuş, namaz kılınmaya başlamıştı, ikinci rek'atta
Hz. Peygamber geldi ve ona uyarak namazını kıldı.
Abdurrahmân bin Avf, Rasûlullah hayatta iken fetvâ veren ashâbdan biri idi. Onun
bu konudaki bilgisinden emin olduğu için Hz. Ömer, hilâfetinin ilk yılında
kendisini hac emîri yapmıştır. Hz. Ömer Şâm yakınlarında bulunan Surğ'a
geldiğinde Abdurrahman b. Avf, vebâ ve karantina ile ilgili hadîsi naklederek
oraya girmemesi gerektiğini söylemiş, Halîfe ona uyarak Şâm'a girmekten
vazgeçmiştir. Mecûsîlerden de, ehl-i kitaptan alındığı gibi cizye alınması
gerektiği konusunda yine Hz. Ömer kendi görüşünü terkederek O'nun dediğini
yapmıştır. Buna karşı, Hz. Ömer'in Irak topraklarını dağıtmayıp kamuya bırakmayı
ve gelirini kamu menfaati için sarfetmeyi teklif ettiğinde ona karşı çıkan,
farklı düşünenlerin arasında Abdurrahmân b. Avf da bulunmuş, fakat Hz. Ömer
yaptığı istişareler sonunda kendi reyini uygulamıştır.(71)
Abdurrahmân (r.a.) Mekke'de doğmuş, Medîne'de vefat etmiştir.
71. İbn Sa'd, Tabakât, C. III, s. 124 vd.; İbn Hacer, İsâbe, C. II, s. 408 vd.
Abdullah b. Mes'ûd (v.
32/653):
İlk müslümanların altıncısı olan İbn Mes'ûd ve annesi Ummu-Abd, Rasûlullah'ın
(s.a.) hanesine o kadar yakın olmuşlardır ki, Ebû-Mûse'l-Eş'arî Medîne'ye
geldiğinde, uzun zaman onları Hz. Peygamber'in aile efradından zannetmiştir. İbn
Mes'ûd, Rasûl-i Ekrem'e, senelerce bizzat hizmet etmek şerefine ermiş, O'nun
abdest suyunu, yastığını ve pabuçlarını taşımış, yetmiş kadar sûreyi doğrudan
O'ndan öğrenmiş, bu arada tefsîre büyük faydası bulunan nüzul sebeplerine de
muttali olmuştur. Ashâb-ı kirâm, kendileri içinde, ahlâk ve davranış bakımından
Rasûl-i Ekrem'e en fazla benzeyen kişinin İbn Mes'ûd olduğunu ifade etmişlerdir.
Hz. Ömer Kûfe'ye, Ammâr'ı vâlî, İbn Mes'ûd'u da mürşid ve müftî olarak göndermiş
ve Kûfelilere şunu ifade etmiştir: "Bu iki kişi, Muhammed ashâbının
seçkinlerindendir (nucebâ), onlara uyun, yollarından ayrılmayın, İbn Mes'ûd'a
ihtiyacım olduğu halde, sizi kendime tercih ederek, onu gönderdim."
Hz. Osmân, İbn Mes'ûd'u önce Kûfe'ye emîr tayin etmiş, sonra da azlederek
Medîne'ye dönmesini bildirmişti. Halk ve ileri gelenler azil haberini duyunca
İbn Mes'ûd'a geldiler ve "Yerinden ayrılma, biz seni gerektiğinde koruruz"
dediler. İbn Mes'ûd şu cevabı verdi: "Ona itâat benim borcumdur, ayrıca fitne
kapısını açan ilk kişi olmayı da hiç istemem."
Rasûl-i Ekrem (s.a.) erkeklerin, alt giysilerinin, yerleri süpürürcesine uzun
olmasını hoş görmezdi. İbn Mes'ûd, etekleri yere sarkan birini görmüş ve bunu
yukarı çekmesini söylemişti, adam da ona "Sen de ey İbn Mes'ûd, eteğini yukarı
kaldır" dedi. İbn Mes'ûd'un ona verdiği cevap, hadîslerin yorumlanması ve hayata
uygulanması konusunda eşi bulunmaz bir rehberdir: "Ben senin gibi değilim, benim
bacaklarım incedir ve hepinizden de esmerim." Evet, İbn Mes'ûd'un bu cevabı,
onun ne ölçüde bir fakih olduğunun da delilidir. Ona göre, normal hallerde etek
ve paçaların yerleri süpürmesi hem israf, hem pislik, hem de kibir alâmeti
olduğu için menedilmiştir; fakat bu, vücuttaki bir kusuru, bir çirkinliği
kapatmak için olursa yasak kapsamına girmez."
Ebû-Mûsâ'ya "kız, oğulun kızı ve kızkardeş"ten oluşan üç mirasçının hisseleri
sorulmuştu, "kız yarısını, kızkardeş diğer yarıyı alır, oğlun kızı bir şey
alamaz" cevabını verdikten sonra bir de İbn Mes'ûd'a sorun dedi. Ona
sorduklarında "Kız yarıyı alır, oğlun kızı -üçte ikiyi tamamlamak üzere- altıda
bir alır, geri kalanını da kızkardeş alır" cevabını verdi. Ebû-Mûsâ, onun
cevabını öğrenince, "Bu âlim burada olduğu müddetçe bana soru sormayın"
dedi.(72)
72. İbn Sa'd, Tabakât, C. III, s. 150; İbn Hacer, İsâbe, C. II, s. 361; Şirâzî,
Tabakâtu'l-fukahâ, s. 43. İmam Şâfiî, Hz. Alî ile İbn Mes'ud'un farklı
ictihadlarını toplamıştır; el-Umm, C. VII, s. 163-150.
Zeyd b. Sâbit (v. 45/655):
Ensârın Hazrec kolundan, sahâbenin ileri gelenlerinden, vahiy kâtibi, Medîne'de
doğdu, Mekke'de yetişti, onbir yaşında iken ashâb ile birlikte Medîne'ye hicret
etti. Rasûlullah'ın yazışmalarda ihtiyaç duyması üzerine İbrânîce ve Süryânîceyi
kısa zamanda öğrendi, din ilimlerinde ve özellikle ferâiz (miras hukuku) kazâ,
fetvâ ve kırâat dallarında üstad derecesine geldi. İbn Abbâs yüksek sosyal
mevkiine rağmen onun hanesine gelir, bildiklerini öğrenmeye çalışırdı ve "İlim
gelmez, ilme gidilir" derdi. Yine İbn Abbâs, bir gün, onun bineğinin özengisini
tutmuştu, Zeyd "yapma" deyince, "Bilginlerimize saygı göstermek konusunda
aldığımız emir budur" cevabını verdi, Zeyd de, İbn Abbâs'ın elini tutarak öptü
ve "Biz de Peygamberimiz'in yakınlarına böyle davranmakla emrolunduk" dedi.
Rasûl-i Ekrem (a.s.)'in hayatında, Kur'ân-ı Kerîm'i ezberleyip O'na okuyanlardan
biridir, hem Hz. Ebû-Bekir zamanında, hem de Hz. Osmân zamanında sûrelerin bir
Mushaf'ta toplanması, Mushaf'ın çoğaltılarak büyük merkezlere gönderilmesi
işlerini yürüten heyete başkanlık etmiştir.(73)
İmam Şâfiî'nin er-Risâle'de naklettiğine göre Zeyd b. Sâbit, mirasta "red"
kaidesini kabul etmemekte, asabe cinsinden mirasçı bulunmaması halinde, belli
hisse sahibi (ashâbu'l-ferâiz) mirasçılar paylarını aldıktan sonra kalan
beytülmala gider demektedir.(74)
Zeyd b. Sâbit'e birisi ağlayarak gelmiş, "Eşime boşama selâhiyeti vermiştim-
işini sana havâle ediyorum demiştim- o benden ayrıldı" diye şikâyette bulundu.
Zeyd'in hükmü şöyle oldu: "İstersen eşinle evlilik hayatına dönebilirsin, çünkü
onun tek boşama hakkı vardır, boşaması bir talâk sayılır."(75)
73. Şîrâzî, age., s. 46; İbn Hacer, İsâbe, C. I, s. 542.
74. er-Risâle, A. Şâkir neşri, s. 586 vd.
75. Şâfiî', el-Umm, C. VI, s. 244.
Muâz b. Cebel (v. 18/639):
Ensârın Hazrec kolundan, Ca'fer b. Ebî-Tâlib'in kardeşliği, akabe bey'atına
katılanlardan, genç yaşında müslüman olmuş ve Rasûlullah (s.a.) ile beraber
hemen bütün savaşlara katılmıştır. Hz. Peygamber "Kur'ân-ı Kerîm'i dört kişiden
öğrenin" buyurmuş, onlar arasında Muâz'ın da adını zikretmiştir. Helâl ve haram
konularını en iyi bilen sahâbî olduğunda ittifak edilmiştir. Tebûk savaşından
sonra Rasûlullah (s.a.) onu Yemen'e göndermiş ve kendisine "hâkimlik, irşâd,
Kur'ân öğreticiliği ve oradaki zekât tahsildarlarının topladıkları zekâtı teslim
alma" görevlerini vermiştir. Muâz (r.a.) Yemen'de, Rasûlullah'ın irtihâline
kadar görev yapmış, Hz. Ebû-Bekir'in hilâfetinde Medîne'ye dönmüş, Ebû-Ubeyde
ile birlikte Sûriye'nin fethine katılmış, onun vebâya yakalanması üzerine yerine
geçmiş ve vebâya yakalanarak Ürdün yakınlarında vefat etmiştir.(76)
Rasûlullah'ın "Size, adamlarımın en hayırlısını gönderiyorum" yazısıyla
Yemenlilere takdim ettiği Mu'âz'ı uğurlarken ona sorduğu soru ve aldığı cevap,
fıkıh usûlünün temel kaidelerini koymaktadır: "Sana bir mesele geldiğinde ne ile
hükmedeceksin?", "Allah'ın Kitabı ile", "Onda bulamazsan?", "Rasûlü'nün Sünneti
ile", "Onda da bulamazsan?", "Reyimle ictihad eder, elimden gelen gayreti
sarfederim", "Allah'a hamdolsun ki Rasûlü'nün elçisini, O'nun hoşnut kılacağı
usul ve anlayışa muvaffak kılmıştır!". Sahih kaynakların(77) naklettikleri bu
hadîs-i şerîf, daha birçok bilgi ve hüküm yanında şunları getirmektedir: a)
Allah ve Rasûlü, olmuş, olacak bütün meselelerin çözümlerini getirmeyi murad
etmedikleri için, Kitâb ve Sünnet'te, doğrudan ve açık hükmü bulunmayan
meseleler de olacaktır. b) Bunların çözümü, ehli olanların ictihadlarıyle
olacaktır. c) İctihad, Kitâb ve Sünnet'in ışığı altında aklı çalıştırmak,
Şâri'in maksadı ile insanların ihtiyaç ve menfaatlerini bağdaştırmak suretiyle
yapılacaktır.
76. Şîrâzî, age., s. 45; İbn Sa'd, age., C. III, s. 583-590; İbn Hacer, age., C.
III, s. 406.
77. Ebû-Dâvûd, Akdıye, 11; Tirmizî, Ahkâm, 3.
Ubeyy b. Kâ'b (v. 21/642):
Ensâr'ın Hazrec kolundan, İslâm'dan önce yahûdîlerin âlimlerinden biri idi, eski
din kitaplarını bilir, okur ve yazardı, müslüman olunca vahiy kâtipliği ve
ayrıca Rasûlullah'ın (s.a.) resmî yazışmalarını yapan kâtiplerden biri oldu.
İkinci Akabe'de bulunmuş, hicretten sonra Hz. Peygamber ile beraber bütün
savaşlara girmiş, gerektiğinde fetvâ vermiştir. Hz. Osmân zamanında yapılan
Kur'ân hizmetine o da katılmıştır. Hz. Ömer'in hilâfetinde, onunla beraber
Câbiye'de bulunmuş ve Beytu'l-Makdis ehâlîsi ile yapılan sulh andlaşmasını
kaleme almıştır. Hz. Ömer ona "müslümanların büyüğü, efendisi" der, başta
kendisi olmak üzere birçok sahâbî, önemli dînî konuları ona götürürler,
anlaşmazlıklarda hakemliğine başvururlardı. İkinci Halîfe ile Hz. Abbâs
arasında, ikincisinin Mescid'in yanında bulunan bir evi sebebiyle anlaşmazlık
çıkmış, Ubeyy'e başvurarak onu hakem kılmışlardı, Ubey Hz. ömer aleyhine
hükmetti. Peygamberimiz "Rabbim sana Kur'ân'ı okumamı emretti" deyince Ubeyy
heyecan içinde "Rabbim benim adımı andı mı?" diye sormuş, müsbet cevap alınca,
büyük bir mutluluk duymuştu. Rasûl-i Ekrem'in, "Ümmetimin, Kur'ân-ı en iyi
okuyanı Ubeyy'dir" buyurmaları da onun için erişilmez bir mazahariyet teşkil
etmektedir.(78)
Ebû-Mûsa el-Eş'arî (v. 44/665):
Eş'ar oğullarından Abdullah b. Kays, büyük sahâbî, kahraman, yönetici ve fâtih.
İslâm'dan önce Mekke'ye gelmişti, Rasûlullah'ın İslâm'a daveti başlayınca
müslüman oldu, Habeşistan'a hicret etti, Hz. Ca'fer ile birlikte -bir rivayette
Yemen'den gelirken gemisi, Habeşistan'dan dönen Ca'fer'in gemisine raslamış-
Medîne'ye gelmişlerdir. Rasûl-i Ekrem (s.a.), onu Yemen'e vergi memuru olarak
göndermiş, O'nun vefatından sonra Medîne'ye dönmüş, Sûriye'nin fethine katılmış,
Hz. Ömer tarafından Basra vâlîliğine tayin edilmiş, Ehvâz ve Isfahân taraflarını
fethetmiş, Hz. Osmân zamanında da Basra ve Kûfe vâlîliği yapmıştır. Ebû-Mûsâ,
Kûfe ve Basra'da yalnızca idarecilik yapmamış, aynı zamanda bu bölgede kırâat ve
fıkhın imâmı olmuş, bu iki ilmi, mezkür bölgelerin sâkinleri ondan
öğrenmişlerdir. Fevkalâde güzel olan sesi ve okuyuşu sebebiyle Rasûl-i Ekrem
(s.a.) "Ebû-Mûsâ'ya, Hz. Dâvûd'un sesi ve nağmesi verilmiştir" buyurdular. Hz.
Ömer de onu gördükçe "Ey Ebû-Mûsâ, bize Rabbimizi hatırlat, Rabbimize olan
şevkimizi, hasretimizi artır" der, Kur'ân-ı Kerîm okumasını isterdi.(79)
Yerinde zikredilen Cemel vak'ası üzerine Hz. Alî, Ebû-Mûsâ'yı Kûfe'ye göndermiş,
ehâlînin kendisine yardım etmesi için onları teşvik etmesini istemişti. Ebû-Mûsâ
buraya gelince halkı, fitneye karışmamaya (müslümanlar arasında zuhur eden
anlaşmazlık ve çatışmada tarafsız kalmaya) çağırdı, Hz. Alî de onu bu vazifeden
azletti. Hakem olayına kadar burada kaldı, daha önce açıklandığı üzere Hz. Alî
tarafından hakem seçildi, Amr b. el-Âs'ın oyununa geldi ve üzüntü içinde tekrar
Kûfe'ye döndü, burada vefat etti. Bu son olaylar onun hem ictihad ehliyetine,
hem de dürüst şahsiyetine delalet etmektedir.
78. Şîrâzî, age., s. 44; İbn Hacer, İsâbe, C. I, s. 32; Ziriklî, I, s. 78.
79. Şîrâzî, age., s. 44; İbn Hacer, age., C. II, s. 351; Ziriklî, IV, s. 254.
Ebu'd-Derdâ Uveymir b.
Âmir (v. 32/652):
Ensârın Hazrec kolundan, Bedir günü müslüman oldu, Uhud savaşında gösterdiği
fevkalâde kahramanlık sebebiyle Rasûlullah'ın (s.a.) takdirini kazandı ve "Uveymir
ne iyi bir süvârî!" İltifatına mazhar oldu. "O, ümmetimin hakîmidir" sözünü
Allah Rasûlü, Ebu'd-derdâ için söylemiştir. Hz. Ömer tarafından Medîne
kadılığına, yine onun hilâfetinde Muâviye tarafından Dimaşk kadılığına tayin
edilmiştir. Kendisi İslâm'dan önce ticaret ile meşgul olurmuş, müslüman olduktan
sonra da işine devam etmek istemiş, ancak "İslâm ile ticareti birleştiremedim"
diyerek bundan vazgeçmiştir.
Hz. Ömer tarafından kadılığa tayin edilmesi, onun fıkıhtaki seviyesini gösterir.
Şu sözleri de bunun ayrı bir delilidir: "Dünya keder yurdudur, bu kederden
ancak, dünyadan sakınanlar kurtulur, dünyada Allah'ın nişaneleri vardır;
cahiller bunu yalnızca işitir, Allah'a kulluk edenler ise bunlardan ibret
alırlar. Onun dünyadaki nişanelerinden biri de dünyayı, bir takım lezzetler ile
donatmasıdır; îmanı tam olmayanlar bu lezzetlere dalar ve kendilerini
mahvederler, Allah'ın öğüdünü dinleyenler ise bu lezzetlerden -yolunca- istifade
ederler. Dünyanın helallerine külfetler, haramlarına da sorumluluklar
karıştırmıştır. Çok dünyalık edinen yorulur, az dünyalık edinen de sıkıntı
çeker."(80)
80. Hacevî, el-Fikru's-sâmî, C. I, s. 188; İbn Hacer, İsâbe, C. III, s. 46.
Ubâde b. es-Sâmit (v.
34/654):
Ensârın Hazrec kolundan, Akabe'ye gelen temsilcilerden, Bedir savaşına katıldı
ve bundan sonraki bütün askerî harekâtın içinde bulundu, hulefâ devrinde Mısır
fethine katıldı ve bir bölgenin fethinde birliğe kumanda etti. Hz. Ömer onu
Sûriye'ye kadı ve muallim olarak gönderdi, Filistin'in ilk kadısı Ubâde
olmuştur. Rasûlullah hayatta iken Kur'ân-ı Kerîm'i hıfzında ve ilminde toplayan
kişilerden biri de Ubâde b. Sâmit'tir. İbn Hacer onun için şöyle demektedir: "Ubâde'nin
Muâviye ile bir çok hâdisesi, ona karşı sert çıkışları ve itirazları vardır,
kiminde Muâviye onun sözüne gelmiş, kiminde onu Hz. Osmân'a şikâyet etmiştir;
bütün bunlar onun, Allah'ın dinini koruma konusundaki gücünü ve emr bi'l-ma'rûf
sâhasındaki gayretini göstermektedir."(81)
İbn Hacer'in zikrettiği olaylardan biri sarf ile ilgilidir. Bir savaş sonrasında
Muâviye, ganîmet arasında bulunan gümüş kapların satılmasını emretti, halk da
bunları, yine altın veya gümüş para ile satın aldılar. Ubâde, gümüş ile gümüşün
eşit ve peşin, altın ile gümüşün de peşin mübâdele edilebileceğini, gümüş ile
gümüşün farklı ağırlıklarda değişilemiyeceğini -Rasûlullah'ın sözüne dayanarak-
ileri sürdü ve muâmeleye itiraz etti. Bunun üzerine Muâviye minbere çıkarak "Biz
de Rasûlullah'ı gördük ve O'nunla beraber bulunduk, böyle bir hadîs duymadık, ne
diye böyle sözleri naklederler" diye çıkıştı. Ubâde hemen ayağa kalkarak "Muâviye'nin
işine gelsin gelmesin biz, Rasûlullah'tan (s.a.) duyduklarımızı nakletmeye devam
edeceğiz" dedi..."(82)
Ammâr b. Yâsir (v. 37/657):
Yâsir, kaybolan bir kardeşini aramak üzere Mekke'ye gelmiş burada Ebû-Huzeyfe'nin
cariyesi Sumeyye ile evlenmişti, Sumeyye Ammâr'ı dünyaya getirdi, Ebû-Huzeyfe de
onu âzâd etti. Ammâr ailesi ilk müslümanlar arasındadır; anne ve baba gördükleri
işkenceye sabretmiş ve şehadet mertebesine ulaşmışlardır. Ammâr ise -kalbî
imanını koruyarak- dili ile müşriklerin istediklerini söylemiş ve işkenceden
kurtulmuştur; bunun üzerine gelen âyette, zorlama tehdit ve işkence yüzünden
dili ile inkârda bulunan, dine aykırı sözler söyleyen kimselerin bundan dolayı
günahkâr ve sorumlu olmayacakları" bildirilmiş, (Nahl: 16/106) Rasûlullah (s.a.)
de Ammâr'a "Seni yine zorlayacak olurlarsa istediklerini söyle" demiştir. Ammâr
Habeşistan'a hicret etmiş, her iki kıbleye doğru da namaz kılmış (kıble Kâbe
ciheti olmadan önce de müslüman olduğu için namaz kılmış), Medîne'ye ilk hicret
edenler arasında bulunmuş, Bedir dahil hemen bütün savaşlara katılmıştır. Yemâme
savaşında büyük kahramanlıklar gösteren Ammâr, burada kulağını kaybetmiş, buna
rağmen "Ey insanlar, cennetten mi kaçıyorsunuz, ben Ammâr b. Yâsir'im, bana
doğru gelin" diye haykırarak birlikleri toparlamıştır. Ammâr, Rasûlullah'ın
(s.a.) "O, tabanlarına kadar iman ile doludur, O, cennetin özlediği
kişilerdendir, içi ve dışı temiz, iyi olan kişiye (Ammâr)'a merhaba, izin verin
gelsin!" gibi iltifatlarına mazhar olmuştur. Hz. Ömer Ammâr'ı Kûfe'ye vâlî
olarak gönderirken yazdığı yazıda İbn Mes'ûd ve Ammâr, Rasûlullah ashâbının
seçkinlerindendir (nücebâ), onlara itâat edin ve yollarından ayrılmayın"
demiştir. Rasûl-i Ekrem (s.a.), Allah Teâlâ'nın kendisine verdiği mucizevî bilgi
sayesinde Ammâr'ın geleceğini haber vermiş ve "Seni, hak yönetime başkaldıranlar
(bâğîler) öldürecekler" demişti. Ammâr, doksan yaşını aşmış olduğu halde Hz.
Alî'nin yanında Sıffîn savaşına katılmış ve Muâviye taraftarlarınca şehit
edilmiş, böylece Rasûlullah'ın haberinin doğruluğu isbatlanmıştır. Rıdvân
Bey'atin'de bulunan ashâbdan sekiz yüz kadarı, Hz. Alî'nin tarafında olmak üzere
Sıffîn harbine iştirak etmişler ve bunlardan altmış üçü bu savaşta şehit
olmuşlardır; Ammâr da bunlardan biridir. O'nun, bu siyasi ihtilâfta ve iç
savaşta aldığı tavır, aynı zamanda ictihad gücünü göstermektedir.(83)
81. İbn Hacer, age., C. II, s. 260; Hacevî, age., C. I, s. 189.
82. Müslim, Musâkât, 80.
83. İbn Hacer, İsâbe, C. II, s. 505; İbn Abdilber, age, C. II, s. 469.
Huzeyfe b. el-Yemân (v.
36/565):
Medîne'de doğdu, babası ile birlikte Bedir harbi sırasında müslüman olmuş ve
Bedir'e katılmak istemişlerdi, müşrikler Medîne dışında bunları yakaladılar ve
sıkıştırdılar, Hz. Peygamber'in yanında savaşa katılmayacaklarına dair söz
aldıktan (ahitleştikten) sonra serbest bıraktılar, baba oğul, Rasûlullah'a gelip
durumu arzettiler, Hz. Peygamber (s.a.) "Onlara karşı verdiğimiz sözden
dönmeyiz, Allah'ın yardımı bize yeter, siz katılmayın." buyurdu. Daha sonra
yapılan Uhud savaşına katıldılar, baba el-Yemân (Hisl) burada şehit düştü.
Huzeyfe'nin en büyük özelliği, Rasûlullah'ın sırdaşı olmasıdır, kendisi bunu
şöyle ifade etmiştir: "Allah Rasûlu (s.a.), kıyâmete kadar olacak şeyleri bana
bir bir haber verdi." O'nun bu özelliğini Ebu'd-Derdâ, Hz. ömer gibi sahâbîler
de ifade etmişlerdir. Hattâ Hz. Ömer'in onu takip ettiği ve onun katılmadığı
cenaze namazlarına katılmadığı nakledilmiştir. Bir defasında Hz. Ömer
Huzeyfe'ye, "Memurlarım içinde münâfık var mı?" diye sormuş, o da "Bir tane var"
diye cevap vermiş, fakat ismini açıklamamıştı. Bizzat Huzeyfe'nin anlattığına
göre "Allah, Hz. Ömer'e ilham etmişcesine Halîfe bu adamı vazifeden almıştır."
Hz. Ömer, Huzeyfe'yi Medâin vâlîliğine getirmiş ve ehâlîye hitaben onu öğen,
itâat etmelerini isteyen bir yazı yazmış, "Ne isterse verin" demiştir.
Medâinliler ne istediğini sorunca Huzeyfe, yalnızca geçimliğini istemiş, başka
bir talepte bulunmamıştır. Bu bölgede önemli hizmetler veren Huzeyfe, aynı
zamanda Nihavend, Dînever, Rey, Hamedân gibi önemli yerleri fethetmiştir.
Halîfe, kendisini -kontrol ve talimat için- Medîne'ye çağırmış, şehre girmeden
bizzat karşılamış, onu, Medîne'den çıktığı gibi -yeni malvarlığı edinmemiş-
bulunca sevinmiş, kucaklamış ve yeniden görev başına göndermiştir.(84)
Bizansa karşı savaşılan bir yerde, Kureyş'e mensup bir komutan şarap içmişti,
askerler onu cezalandırmaya teşebbüs edince Huzeyfe müdâhale etti ve şöyle dedi:
"Düşmanınıza bu kadar yakın iken komutanınızı cezalandırmak istiyorsunuz; bu
takdirde düşman cesaret bulur ve sizi mağlûb edebilir."(85) Burada dînin
maksadını ve amme menfaatini ön plâna alan bir anlayış ve ictihad örneği
görülmektedir.
84. İbn Hacer, İsâbe, C. I, s. 306; İbn Abdilber, İstî'âb, C. I, s. 277; Zirikli,
A'lâm, C. II, s. 180; Hacevî, age., C. I, s. 190.
85. Ebû-Yûsüf, Harâc, s. 178.
Ebû-Zerr el-Ğıfârî (v.
32/652):
İsmi, Cundub b. Cunâde, ilk müslümanlardan (beşinci müslüman olduğu rivayet
edilir), İslâm'ı tanımadan önce de yakın çevresinin putperestliğini terketmiş ve
gökleri yaratan Allah'a ibâdet etmiş (bir çeşit namaz kılmıştır). Rasûlullah'ın
zuhur etitğini duyunca Mekke'ye gelmiş, kendisi ile görüşmüş, dâveti üzerine
müslüman olmuştur. Gizlenmesi tavsıye edildiği halde Kâbe'ye gelerek imanını
haykırmış ve bu yüzden işkence görmüştür. Sonra memleketine dönmüş, burada
İslâm'ı yaymaya çalışmış ve ancak Hendek savaşından sonra Medîne'ye
gelebilmiştir. Bundan sonra devamlı Rasûlullah ile beraber olan Ebû-Zer, Tebûk
savaşında bineği yürümediği için malzemesini de sırtına alarak yürümüş, Rasûl-i
Ekrem bunu haber alınca "Allah Ebû-Zerr'e rahmeti ile muâmele buyursun! O,
yalnız yaşayacak, yalnız ölecek ve yalnız başına diriltilecek" buyurmuşlardır.
Hz. Peygamber'in, Ebû-Zer hakkında öğücü sözleri vardır: "Yeryüzünde, Ebû-Zer'den
daha doğru sözlü birisi yoktur.", " Kıyâmet gününde yeri bana en yakın olanınız,
dünyadan, benim bıraktığım gibi çıkanınızdır." Ebû-Zer bu hadîsi naklettikten
sonra şöyle demiştir: "Vallahi benden başka hepiniz, bu dünyaya bir tarafından
bulaştınız!" Peygamberimiz onun zühdünü (dünya nimetlerinden uzak yaşamasını)
Hz. Îsâ'nın zühdüne benzetmişlerdir. O, bu zâhidâne hayatını ömrünün sonuna
kadar sürdürmüş ve müslümanlar zenginleştikten, hazineden aldıkları maaş ile
daha müreffeh yaşar hale geldikten sonra da şöyle demiştir: "Vallahi benim,
Rasûlullah zamanındaki günlük geçimliğim bir sâ (dört çift avuç) hurma idi,
bugün de onu arttıracak değilim." Aşağıda nakledeceğimiz ihtilâf sebebiyle Hz.
Osmân onu Rabeze'de oturmaya mecbur (veya bunu tavsiye) etmişti. Orada yalnız
başına yaşadı ve son hastalığında eşi telaşlanınca ona, merak etmemesini,
Rasûlullah'ın müjdesine göre bir gurup müslümanın kendisini kefenleyip
defnedeceklerini söyledi. Gerçekten de Kûfe'den dönmekte olan İbn Mes'ûd ve
yanındakiler, yol üzerinde bekleyen hanımını görmüşler, ondan durumu öğrenince
hayret içinde kalıp ağlayarak Ebû-Zerr'in yanına gelmişler, O'nun son vasıyeti
gereği içlerinden "yöneticilik ve amme sorumluluğu yüklenmemiş birinin" elbisesi
ile onu kefenlemişler (çünkü kendisinin kefen olacak bir elbisesi yoktu) ve
namazını kılarak burada defnetmişlerdir.(86)
Ebû-Zer (r.a.) Hz. Ebû-Bekir, Ömer, Alî gibi İslâmî faziletlerin ebedî
temsilcilerinden ve örneklerinden biridir; onun temsil ettiği fazilet "merhamet,
dayanışma ve yardımlaşma, fukarâlığı ortadan kaldırmak, fukarânın ıztırabını
hafifletmek için çalışmak" şeklinde ifade edilebilir. O, bir müctehid olarak
kişinin, ihtiyacından fazla serveti (özellikle parayı) mülkiyetinde
bırakamıyacağı, bunu mutlaka muhtaç olanlara vermesi gerektiği görüşünde idi. Bu
görüşünü, "Altın ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlara acı bir
azâbı haber ver" meâlindeki âyete (Tevbe: 9/34) ve Rasûlullah'ın (s.a.)
kendisine yaptığı zühd telkinlerine dayandırıyor idi. Hz. Ömer'in vefatından
sonra yerleştiği Şam'da bu ictihadını yaydığını, fakirleri, zenginler aleyhine
kışkırttığını ileri sürerek Muâviye, onu Halîfe Osmân b. Affân'a şikâyet
etmişti, Hz. Osmân da Ebû-Zer'i Medîne'ye çağırdı ve bir müddet sonra Rebeze'ye
gitmesini tavsıye etti, Ebû-Zer de İmâm'a itâatı gerekli sayarak Rebeze'ye
gitti, vefatına kadar burada yaşadı.(87) Çoğunluğun ictihadına göre bu "altın ve
gümüşü biriktirenler; yâni kenz yapanlar" âyeti, servetinin zekâtını vermeyenler
hakkındadır, zekâtını veren kişinin, şahsî ihtiyacından fazla mal ve para
edinmesi, biriktirmesi câizdir.
86. İbn Abdilber, İstî'âb, C. I, s. 214; C. IV, s. 62; İbn Hacer, İsâbe, C. IV,
s. 63; Hacevî, age., C. I, s. 193.
87. Reşîd Rızâ, Tefsîr, C. X, s. 405 vd.
Selmân el-Fârisî (v. 36/656):
İranlı, Isfahân'da ateşperest bir çevre içinde yetişti, bu din kendisini tatmin
etmediği için hak dini arama yoluna koyuldu, İran, Bizans ve İsrâiloğulları'nın
dine ait kitaplarını okudu, İncil'i inceledi, seyâhatleri sırasında Benî-Kelb
ile hizmet anlaşması yaptı, fakat onlar, Selmân'ın garipliğinden faydalanarak
onu köle haline getirdiler ve birçok el değiştirerek Medîne'ye geldi,
Rasûlullah'ı görüp dinleyince O'nun, Hakk'ın elçisi olduğunu anladı, köle iken
müslümanlığını açıklamak istemediği için -Rasûlullah'ın (s.a.) aracılığı ile-
sahipleri ile azatlık anlaşması yaptı, onlar adına bir hurmalık yetiştirdi ve
hurmalar -yine Allah Rasûlü'nün mucizevî müdahalesi sayesinde- kısa zamanda
meyve verince Selmân hürriyetine kavuştu, müslüman olduğunu açıkladı. Hendek
savaşından itibaren bütün savaşlara katıldı, Hendek savaşına ismini veren
savunma tedbirini Rasûlullah'a Selmân tavsıye etti, daha sonra Irak fethine
katıldı, İran fethedildikten sonra Medâin vâlîliğine tayin edildi. Selmân (r.a.)
geçmişini ve soyunu hiç dile getirmez, âdetâ İslâm ile dünyaya geldiğini ifade
edercesine kendisine "İslâm oğlu Selmân" derdi. O'nun ilmi, zühdü, takvâsı ve
Rasûlullah nezdindeki müstesna değeri konusunda ittifak vardır. Allah Rasûlü
şöyle buyurmuştur: "Allah bana dört kişiyi sevmemi emretti: Alî, Ebû-Zer, Mikdâd,
Selmân." Bunun içindir ki Hz. Ebû-Bekir, Ebû-Süfyân yüzünden Selmân'a serzenişte
bulunmuş, Rasûlullah'ın ikazı üzerine (onu darıltırsan Allah'ı darıltmış olursun
dediği için) gelip kendisinden af dilemişti. Bütün ömrünce zâhidâne yaşadı, vâlî
iken dahi hurma yapraklarından hasır vb. örer, bundan elde ettiği gelir ile
geçinir, beş bin dirhemlik maaşının tamamını fukaraya tasadduk ederdi. Evi
yoktu, kendisi için bir ev yapma teklifini hep reddetti, sonunda birisi
"kalktığın zaman başın tavanına değecek, yattığın zaman da ayağın duvarına
dokunacak" bir kulübe yapayım deyince bunu kabul etti ve hayatını orada geçirdi.
Selmân (r.a.) bu zühd halini, bu mâna sultanlığını Rasûlullah'ın özel ilgisine
ve terbiyesine borçlu idi; gecenin ortasında Rasûlullah'ın ona ayırdığı bir ders
ve eğitim saati vardı ve Rasûl-i Ekrem onun için "Din, süreyya yıldızında olsa
İranlı (Selmân) oraya da ulaşır" buyurmuştu.
Selmân'ın (r.a.) ictihadına, din anlayışına, fıkhına delalet etmesi bakımından
şu olay önemlidir: Hz. Peygamber (s.a.) onu, Ebu'd-derdâ ile kardeş eylemişti.
Selmân kardeşliğini ziyaret için evine gittiğinde eşini perişan halde bulmuş,
sebebini sorunca da "Kardeşliğinin dünya ile hiçbir alış-verişi yok" cevabını
almıştı. Eve girdi ve geceyi burada geçirdi, Ebu'd-derdâ'nın devamlı oruç
tuttuğunu, uyku uyumadığını, sabaha kadar namaz ile meşgul olduğunu tesbit etti
ve onu bu davranıştan menederek şunları söyledi: "Rabbinin senin üzerinde hakkı
vardır, ailenin senin üzerinde hakkı vardır, bedeninin senin üzerinde hakkı
vardır; her hak sahibine hakkını ver!"(88)
88. İbn Hacer, C. II, s. 60; İbn Abdilber, İstî'âb, C. II, s. 53; Zirikli, A'lâm,
C. III, s. 169.
Ebû-Ubeyde b. el-Cerrâh (v. 18/639):
İsmi: Âmir b. Abdullah, ilk müslümanlardan, cennetle müjdelenmiş on kişiden
büyük sahâbî, fâtih ve kumandan. Hâlid'i azlettikten sonra Hz. Ömer, Ebû-Ubeyde'yi
Suriye ordusunun başına getirdi, Ebû-Ubeyde İslâm ülkesinin sınırlarını Doğu'da
Fırat'a, Kuzey'de Anadolu'ya kadar genişletti. Taklîdi güç bir zühd içinde
yaşadı, bu sebeple Hz. Ömer onun için "Sen müstesnâ, hepimizi dünya az çok
değiştirdi, ey Ebû-Ubeyde!" demiştir. Rasûlullah (s.a.) de "Her ümmetin bir
emîni (güveni temsil eden kişisi) vardır, bu ümmetin emîni de Ebû-Ubeyde'dir"
buyurmuşlardır. Allah Rasûlü ile bütün savaşlara katılan Ebû-Ubeyde, Uhud savaşı
sonrasında, O'nun mübâret yüzüne batan zırh halkasını dişleri ile çıkarmış ve bu
sebeple iki ön dişini kaybetmiş, bu izi, ömür boyu büyük bir sevgi ile
taşımıştır.
Onun ictihadını ve fıkıh sâhasındaki gücünü gösteren örnekler vardır:
İlk halîfenin seçilmesi müzakerelerinde Hz. Ebû-Bekir, Hz. Ömer ile Ebû-Ubeyde'yi
teklif etmiş, bunlardan birini seçin demişti. Hz. Ömer de vefatı sırasında "Ebû-Ubeyde
hayatta olsaydı hilâfet için onu namzet gösterir ve tavsıye ederdim" demiştir.
Hz. Ömer Sûriye'ye gelmiş, burada vebâ salgını olduğunu duyunca geri dönmek
istemişti, Ebû-Ubeyde kendisine "Allah'ın takdirinden (kaderinden) mi
kaçıyorsun?" diye itiraz etmişti, Hz. Ömer ona şu cevabı verdi: "Keşki bunu
senden başka biri söyleseydi! Evet, Allah'ın bir takdirinden diğer takdirine
kaçıyorum." Burada, kader ile ilgili iki anlayış ve yorum görüyoruz; Hz. Ebû-Ubeyde'ye
göre salgın hastalığa karşı tedbir almak kaderden kaçmak demektir, eğer veba
bulaşacaksa (kaderde varsa) bulaşır ve insan ölür, bulaşmayacaksa, vebalılarla
temas edilse dahi bulaşmaz... Hz. Ömer'e göre kişi kaderini bilemez, veba
salgınının bulunduğu yere gitmek kader olduğu gibi tedbir olarak oraya girmemek
de kaderdir, her iki davranış da Allah'ın takdiri ile olur, birini kader sayıp
diğerini saymamak, ikincisini kaderden kaçma şeklinde değerlendirmek isabetli
değildir.
Bir akıncı hareketinde birliğin başkanı Ebû-Ubeyde idi, yiyeceklerinin tükendiği
bir sırada denizin karaya attığı ölü bir baline buldular, yenip yenmeyeceği
konusunu müzakere ettiler, Ebû-Ubeyde, Allah Rasûlü'nün elçileri olduklarını ve
dara düştüklerini" gözönüne alarak yemelerine karar verdi ve yediler, Medîne'ye
dönünce Rasûlullah'a (s.a.) durumu aktardılar, Ebû-Ubeyde'nin fetvâsını tasvip
buyurdu.(89)
89. İbn Hacer, İsâbe, C. II, s. 242; İbn Abdilber, İstî'âb, C. IV, s. 120.
Ebû-Sa'îd el-Hudrî (v.
74/693):
İsmi, Sa'd b. Mâlik, ensârın Hazrec kolundan, genç ashâb neslinden, Uhud
savaşında on üç yaşında olduğu için küçük bulunmuş, bundan sonraki harekâta
katılmıştır. "Allah için, kimsenin kınamasına aldırmayacaklarına, çekinmeden
Allah rızâsı yönünde hareket edeceklerine dair Rasûlullah'a söz veren altı
kişiden biridir. Rasûl-i Ekrem'den (s.a.) "Bilen veya gören bir kimseyi, hakkı
söylemekten, insanlardan korkması alıkoymasın." meâlindeki hadîsi rivayet etmiş,
bu hadîsin sevki ile Muâviye'ye giderek emr bi'l-ma'rûf yapmıştır.
Fıkıh sahâsındaki bilgisi ve gücüne ashâb şahitlik etmiştir. Hz. Peygamber
zamanında şu olay sebebiyle verdiği fetvâ tasvip ve tasdik edilmiştir: Bir gurup
müslüman bir irşâd ve askerî görevi yerine getirmek üzere seferde iken aç
kalmış, müslüman olmayan bir kabileden yiyecek istemişlerdi, kabile bunlara
yiyecek vermeyi reddetti, bunlar istirahat ve namaz ibâdeti ile meşgul olurken
kabilenin reisini akrep soktu, adam ölmek üzere idi, başka çare bulamadıkları
için müslüman guruba başvurdular, içlerinde bulunan Ebû-Sa'îd el-Hudrî, belli
sayıda koyunu ücret olarak almak sartıyle tedavi edebileceğini söyledi, kabul
ettiler. Fâtiha sûresini okuyup sokulan yere tükürmek suretiyle adamı tedavi
etti ve koyunları aldılar, bunun helal olup olmadığı konusunda müzakere açıldı,
Ebû-Sa'id helal olduğunu söyledi ve yediler, seferden döndükten sonra durumu
Rasûlullah'a (s.a.) anlattılar, O da bu fetvâyı uygun buldu.(90)
Ummu-Seleme (v. 62/681):
Adı, Hind bt. Suheyl, mü'minlerin annelerinden, Rasûlullah'ın eşi olmadan önce
Mekke'de eski eşi ile birlikte müslüman olmuşlar ve Habeşistan'a hicret
etmişlerdi, bilâhare Medîne'ye geldiler, gerek Habeşistan'a ve gerekse Medîne'ye
hicret eden ilk kadın olduğu söylenir, eşinin aldığı bir yaradan dolayı ölmesi
üzerine Rasûlullah, İslâm yolunda bunca cefaya katlanmış bu mücahide hanımı
mükâfatlandırmak istemiş ve izdivacına talib olmuştu, Ummu-Seleme "Rasûlullah
benim neyimle evlenecek; yaşlıyım, doğuramam, kıskanç bir kadınım, birçok
çocuğum var?.." dedi. Rasûlullah (s.a.) kendisine şu cevabı verdi: "Yaş
konusunda ben daha yaşlıyım, kıskançlık meselesinde Allah'a duâ ederim bu da
geçer, çocuklara gelince bunlara Allah ve Rasûlü bakacaktır." Bu cevap ile
tatmin olan Ummu-Seleme ile Peygamberimiz hicretin dördüncü yılında evlendiler.
Hz. Âişe'nin şehadetinden anlaşıldığı üzere Ummu-Seleme hem güzel, hem üstün
ahlâk sahibi, hem de akıllı ve bilgili bir hanım idi. Şu hâdise de onun zekâsına
ve ictihad kabiliyetine delâlet etmektedir: Hudeybiye andlaşması yapıldığı zaman
Rasûlullah (sa.) ashâbına, ihramdan çıkmalarını ve kurbanlarını kesmelerini
emretti, ashâb bu sulhun şartlarını ağır buldukları ve savaşı buna tercih
ettikleri için emri yerine getirme konusunda ağırdan aldılar, Hz. Peygamber
müteessir olarak Ummu-Seleme'nin bulunduğu çadıra girdi, eşi durumu öğrenince
O'na şöyle dedi: "Yâ Rasûlullah, siz çıkın kurbanınızı kesin ve ihramınızdan
çıkın, bunu gören ashâb da aynı şeyi yapacaktır." Rasûlullah (s.a.) bu tavsıyeye
uyarak denileni yapınca ashâb da kararın ciddiyetini anlamış ve acele ile emri
yerine getirmişlerdir.(91) Bu olay, bir yandan Ummu-Seleme'nin akıl ve hikmetini
gösterirken, diğer taraftan Rasûlullah'ın, kadınlara verdiği değeri,
gerektiğinde onlarla da istişare ettiğini ve makul tekliflerini kabul ettiğini
ifade etmektedir.
90. İbn Hacer, İsâbe, C. II, s. 32; Hacevî, age., C. I, s. 207.
91. İbn Hacer, İsâbe, C. IV, s. 439; Hacevî, age., C. I, s. 209.
Âişe bt. Ebû-Bekir (v.
58/678):
Kureyş kabilesinden, Hz. Ebû-Bekir'in kızı, Rasûlullah (a.s.)'in en sevgili eşi,
genç yaşında O'nunla evlendiği için İslâm'ı, ilk kaynaktan en iyi şekilde
öğrenme ve anlama imkânını bulan, bu bilgisi ile ümmete hocalık eden büyük İslâm
kadını. On hususta diğer kadınlara nisbetle özelliği olduğunu zikreden Hz. Âişe
bunları söyle sıralamaktadır: "Cebrâil'in kendi sûretinde gelmesi, Hz.
Peygamber'in evlendiği tek kız olması, hem babasının, hem de annesinin
muhâcirlerden olması, kendisine yapılan bir iftirâ sebebiyle âyetler gelmesi ve
Allah tarafından berâet ettirilmesi, Rasûlullah kendisi ile beraber iken vahiy
gelmesi, Hz. Peygamber ile bir kaptan elleri ile su alarak yıkanmaları, küçücük
odalarında Hz. Peygamber nâfile namaz kılarken önünde uzanıp uyuması (oda dar
olduğu için secde edeceği zaman ayaklarını çeker, Hz. Peygamber ayağa kalkınca
tekrar uzatır idi), Rasûlullah'ın (s.a.), onun odasında, nöbetinde, kucağında
vefat etmesi ve onun odasına defnedilmesi." Bedruddîn ez-Zerkeşî, el-İcâbe
isimli eserinde, Hz. Âişe'nin özelliklerini kırkiki maddeye çıkarmış ve bunları
sıralayarak açıklamıştır.(92) Bunlar arasında, konumuz açısından önemli olanları
şunlardır: Fıkıh, şiir ve tıp dallarında, çağının en bilgin kadını idi, Sahâbe,
dinî konularda sıkışınca kendisine sorar ve mutlaka sordukları konuda onda bilgi
bulurlardı. Kendisi hakkında "Dininizin yarısının bilgisini Âişe'den alın"
buyurulmuştur.
Hz. Âişe'nin, diğer sahâbeye ait hatalı görüşleri düzeltmesi ve onlara doğrusunu
anlatması sıkça vukubulmuş ve bunlar bir kitaba (yukarıda zikredilen el-İcâbe
isimli esere) konu olacak sayıya ulaşmıştır. Bazı örnekler: Hz. Ömer,
Rasûlullah'ın (s.a.), "Ailesi arkasından ağlayan ölü bu yüzden azâp çeker"
meâlinde bir sözünü naklederek ağlayanları menederdi. Hz. Âişe bunu duyunca
şöyle dedi: "Ömer'e Allah rahmet eylesin, sözünü duymuş ama bir kısmını unutmuş,
Hz. Peygamber'in söylemek istediği şudur: "Kişi küfrü ve günahı sebebiyle azâp
çekerken ailesinin ağlaması da onun acısını artırır." Maksat budur, yoksa Allah
Teâlâ hiçbir kimseye, bir başkasının fiili sebebiyle azâb etmez, ceza vermez,
"Kimse, kimsenin suçundan dolayı ceza çekmez" meâlindeki âyeti bilmiyor
musunuz?" (s. 83)
Ebû-Sa'îd el-Hudrî, Rasûlullah'ın (s.a.), "kadınların, yanlarında nikâh
düşmeyecek kadar yakın erkek akrabaları olmadıkça uzun yolculuğa çıkmalarını
yasaklayan" sözüne dayanarak bunları, mahremsiz hacca gitmekten menetmişti. Hz.
Âişe bunu işitince "Her kadının bu kadar yakın erkek akrabası olmaz ki?!"
diyerek mezkûr hadîsin, yakınları olan kadınlara ait bulunduğunu, böyle akrabası
olmayan kadınların, güvenilir kadınlar yanında hacca gidebileceklerini îmâ etti.
(s. 146)
Fâtıma bt. Kays isimli kadını kocası boşamış, Hz. Peygamber de onun, iddeti
dolmadan koca evinden ayrılmasına izin vermişti. Fâtıma bunu bir genel kaide
olarak anlatır ve "boşanmış kadınlara, iddet içinde, boşayan koca tarafından,
mesken ve nafaka verilmeyeceğini söylerdi. Hz. Âişe bunu duyunca Fâtıma'yı
kınamış ve "Bu izin onun özel durumu ile ilgili idi, evi çok tenha bir yerde
olduğu için, başına bir şey gelmesin diye buradan çıkmasına izin verildi"
demiştir. (s. 166)
İmam-Şâfiî, el-Umm isimli eserinde, hükümsüz (lağiv) yeminin "kasıtsız yemin
olarak" yorumu konusunda Hz. Aişe'nin görüşünü tercih ettikten sonra, onun
hakkında şunları kaydetmektedir: Hz. Âişe, kendisine uyulmaya liyakât konusunda
sizden öndedir; çünkü o hem dili, hem de dini sizlerden daha iyi
bilmektedir."(93)
92. Dimaşk, 1939, s. 46-76.
93. C. VII, s. 243. Hz. Âişe'nin hayatı için bak. İbn Hacer, İsâbe, C. IV, s.
348 vd.
Abdullah b. Abbâs (v.
68/687):
Rasûlullah'ın (s.a.) amcazâdesi, Mekke'de, müslümanlar Ebû-Talib mahallesinde
abluka altında iken doğdu, küçüklüğünü Rasûlullah'ın yakınında geçirdi ve O'ndan
çok istifade etti. Allah Rasûlü'nün "Allah'ım onu dinde fakih kıl ve ona tefsiri
öğret" şeklindeki çok değerli duâsına mazhar oldu. O'nun intikalinden sonra
sahâbeyi bir bir dolaşarak yıllarca onlardan, Hz. Peygamber'e ait (O'ndan
aldıkları) bilgileri edindi, bunları, yanında taşıdığı kâtibine de yazdırırdı.
Sonunda fetvâda ve tefsirde İmam oldu. Haftanın her gününü belli bir ilme
(fıkıh, tefsir, edebiyat, tarih) ayırır, bu günlerde kendisine gelen talebeye
ders verirdi. Hz. Alî ile birlikte Cemel ve Sıffîn savaşına katıldı, O'nun
tayini ile Basra vâlîsi oldu, Muâviye zamanında azledildi, ömrünün son kısmını
Tâif'te geçirdi.
İbn Abbâs tefsir ilminin kurucusu olduğu gibi fıkıh sahâsında da imamdır ve
önemli ictihadları vardır. Dârimî'nin Abdullah b. Ebî-Yezîd'den naklettiğine
göre İbn Abbâs'a bir mesele sorulduğu zaman Kur'ân-ı Kerîm'e bakar, hakkında
âyet var ise bununla cevap verirdi. Burada bulamazsa Rasûlullah'ın sünneti ile,
burada da bulamaz ise Hz. Ebû-Bekir ve Ömer'in çözümleri ile cevap ve fetvâ
verirdi, bu kaynaklarda cevabını bulamadığı konularda ise bizzat reyi ile
ictihad ederdi.
Şâfiî'nin el-Umm'de verdiği bilgiye göre birisi, bir gümüş bileziği veresi olmak
üzere satın almış, sonra da malı teslim almadan bunu satmak istemişti. İbn Abbâs
"Bu gümüş ile gümüşü mübâdele etmek -alıp satmak- mahiyetindedir ve caiz
değildir" dedi. İbn Abbâs, satın alınan bir malın, teslim alınmadan satılmasını
caiz görmüyordu ve Hz. Peygamber'in, yiyecek maddeleri için koyduğu bu yasağı,
bütün mallara teşmil ediyordu.(94)
Kendisine birisi gelip, üçüncü bir şahsı jurnal etmişti. Jurnalcıya şöyle dedi:
İstersen konuyu incelerim, muhâkeme ederim, dediğin yalan çıkarsa seni
cezalandırırım, doğru çıkarsa seni buradan sürgün ederim, ama istersen bu
jurnali yapılmamış sayarım bırakır gidersin." Adam son şıkkı tercih etti ve
gitti.(95)
94. el-Umm, C. VII, s. 243.
95. İbn Hacer, İsâbe, C. VIII, s. 322-326.
8- Fıkıh
Bakımından Devrin Özellikleri
Önde gelenlerinin kısa hal tercümelerini verdiğimiz sahâbe fukahâsının
yaptıklarından hareketle bu devrin, fıkıh açısından özelliklerini şu maddelerde
özetlemek mümkündür:
a) İslâm ülkesinin sınırları genişlemeye ve nüfusu çeşitlenip artmaya, teşkilât
ve medeniyeti gelişmeye başladığı için, Rasûlullah zamanında bulunmayan mesele
ve hâdiseler ortaya çıkmış, sahâbe bunların hüküm ve çözümleri için ictihad
yoluna başvurmuşlardır.
b) Daha sonraki devre nisbetle yeni meseleler ve bunlara bağlı hükümler çok
değildir; çünkü sahâbe fukahâsı, yalnızca olan, gerçekleşen hâdise ve
meselelerin üzerine eğilmişler, henüz olmamış bir hâdiseyi varsayarak onun
hükmünü arama yoluna girmemişler, bunu boşuna vakit kaybı saymışlardır.
c) Bilhassa ilk dört halîfe zamanlarında fıkıh yönetime değil, yönetim fıkha
uyuyor, fıkha göre yürütülüyordu. Halîfeler, sahâbenin âlimlerini yanlarından
uzaklaştırmıyor, yeni hadiseleri danışma meclisine (şûrâya) getiriyor, gerektiği
kadar tartışıp inceledikten sonra hükme bağlıyorlardı. Bu sebeple sahâbe
devrinde görüş ayrılığı yok denecek kadar azdır; halbuki daha sonraki devirde
fıkıh yönetime uymaya, yönetime keyfilik ve zümre menfaati hâkim olmaya
başlamış, danışma terkedilmiştir; bu sebeple de görüş farkları çoğalmaya ve
derinleşmeye yüz tutmuştur.
d) Kitâb ve Sünnet'in gösterdiği ve ictihad ile şekillenen yol mânasındaki fıkıh
bu devirde devletin anayasası mesabesinde idi, halk, yöneticileri serbestçe
denetliyor, fıkha uymayan tasarrufları olursa buna karşı çıkıyorlardı. Bu
devirde hukukçuların otoritesi, sonraki devirler ile mukayese edilemez ölçüde
geniş ve hâkim bulunuyordu.
e) Bilhassa Hz. Osmân zamanına kadar şûrâ üyelerinin Medîne'den devamlı
ayrılmalarına izin verilmediği için büyük sahâbe halîfenin yanında bulunuyorlar,
danışmaya katılıyorlardı, bu sebeple yeni meselelerin çoğunda ittifak hasıl
oluyordu (icmâ hükmü oluyordu). Az sayıda görüş farkı meydana geliyorsa bu da
taasup, siyâsî ve zümrevî menfaat gibi faktörlere değil, samîmî düşünceye ve
ictihada dayanıyor, birliği bozmuyordu. Sonraki devirlerde hem müctehidler İslâm
dünyasına dağıldıkları, hem de ihtilâfın sebepleri arasında, hasbî ictihad ve
ilim dışında faktörler karıştığı için ihtilâf çoğaldı, derinleşti ve bazı
müctehidlere göre imkânsız hale geldi.(96)
96. Hacevî, age, C. I. s. 260-261,
9- Tedvîn:
Müsteşriklerin ısrarlı inkârlarına ve sistematik menfî yorumlarına rağmen son
zamanlarda yapılan araştırmalar ve özellikle Prof. Dr. Fuat Sezgin'in
araştırmaları, diğer İslâm ilimlerinde olduğu gibi fıkıh sâhasında da tedvînin;
yani fıkhın yazıya geçirilmesinin sahâbe devrine, hattâ nüve olarak Rasûlullah
devrine kadar uzandığını ortaya koymuştur. Gerçi bugünki mânada risâlelerin
(küçük kitapların) telîfi sahâbe devrinin sonlarında başlamış ve Emevîler
devrinde gelişmiştir. Ancak bunlara da kaynak olan fıkıh yazıları daha önce
gerçekleşmiştir. Prof. Sezgin bu gerçeği ortaya koyan önemli örnekler tesbit
etmiştir:(97)
a) Hişâm, babası Urve b. Zubeyr'in çok sayıda fıkıh yazmalarına sahip
bulunduğunu, bunların meşhur harre olayında (Yezîd zamanında, 63/683 yılında,
Medîne'nin yıkılıp yakılması ve talan edilmesi olayında) yandığını ve babasının
bu sebeple çok üzüldüğünü haber vermiştir.
b) Rasûlullah'ın hayatta iken bir kısım sahâbeye yazılı talimat verdiğini, yahut
gönderdiğini biliyoruz. Ömer b. Abdulazîz halîfe olduktan sonra Medîne'ye ilk
geldiğinde, biri Rasûlullah'a, diğeri Hz. Ömer'e ait bulunan, vergi ve sadaka
konusundaki iki yazının bulunmasını emretti, yazılar bulununca hemen birer nüsha
çıkarılmasını istedi ve aslı Ebû-Bekir b. Muhammed b. Amr b. Hazm'de kaldı. Bu
zâtın dedesi Amr, Rasûlullah'ın kendisine gönderdiği bir fıkıh yazısından
bahsetmiş; bu yazıda feraiz, zekât ve diyetler konusunda hüküm ve bilgiler
bulunduğunu söylemiştir.
c) Enes b. Mâlik, Hz. Ebû-Bekir'den, vergi ve zekât ile ilgili bir mektup
almıştır.
d) Hz. Ömer'in torunu, dedesinin vefatından sonra, onun metrûkâtı arasında,
hayvanların zekâtı ve vergisi ile ilgili bir yazı bulduklarını bildirmiştir.
e) Hz. Alî'nin oğlu İbnu'l-Hanefiyye, babasının Hz. Osmân'a götürmesi için
kendisine bir yazı verdiğini ve burada, Rasûlullah'ın zekâtla ilgili
talîmatından bahsedildiğini ifade etmiştir.
f) Eski kaynaklarda Rasûlullah'ın (s.a.) teşrî usûlünü (dini hüküm ve kaide
çıkarma metodunu) anlatan ve Sa'd b. Ubâde tarafından muhâfaza edilen bir
kitaptan bahsedilmektedir.
g) Hz. Ömer'in, biri Ebû-Mûsâ'ya, diğeri de Muâviye'ye hitaben yazdığı ve kazâ
konusuna ait iki mektubu pek çok kaynakta zikredilmiş ve metinleri verilmiştir.
Bütün bu fıkıh yazıları, sonraki nesillerde yetişen fukahâ tarafından
kullanılmış, daha muntazam ve sistematik fıkıh kitaplarının yazılmasına
kaynaklık etmiştir.
97. GAS, Hicâzî tercümesi, C. I/3, s. 3-7.
B- EMEVİLER DEVRİ
Hz. Hasen'in İslâm birliğini yeniden sağlamak ve iç savaşı önlemek için Muâviye
nâmına -bazı şartlarla- hilâfetten ferâğat etmesiyle hulefâ-i râşidin devri sona
erer ve yeni devir (132/750 yılına kadar devam eder.
Emevîlerin zamanı içerde isyan ve karışıklıklarla mücadele, dışarda ise yeni
ülkeler fethetmekle geçmiştir. Sıffîn savaşı sırasında cereyan eden hakem
olayından sonra ortaya çıkan Havârice göre "hilâfet muayyen bir hânedanın hakkı
değildir. Müslümanların başkanı olmaya en lâyık olan, onların işlerini idareye
en ehliyetli bulunan kim ise halîfe olmaya lâyık olan da odur." Bunun tabîî
neticesi de halîfeyi müslümanların seçmesidir. Havâric bu mantıkla hareket
ederek Emevîlere cebhe almışlardı.(98)
Hilâfetin Hz. Ali ve hânedanının hakkı olduğunu, bu konuda Hz. Peygamberin
(s.a.) vasiyeti bulunduğunu ileri süren Şîa da Emevîlere -bu cihetten- karşı
çıkmıştır.
Hz. Hasen'in hilâfetten ferâğatı üzerine Muâviye'ye bey'at eden müslüman
ekseriyeti ise "cumhûr"u teşkil ediyorlardı.
Bütün bu iç bölünme ve mücâdelelere rağmen Emevîler devrinde İslâm ülkesinin
sınırları Batı'da Atlas Okyanusu, Doğu'da Çin kıyıları ve Afganistan, Kuzey'de
kısmen Küçük Asya ve İspanya'ya kadar genişlemiştir.
Emevîler devrinin fıkhî hayat bakımından hususiyetlerine gelince:
98. Hakeme baş vurmayı kabul ettiği için Hz. Ali'ye de karşı çıkmışlardı.
1- Nesil:
Bu devre içinde önce yaşlı sonra da genç sahâbe âhirete intikal ederek tâbiûn
nesli onların yerini almıştır.
2- Hadis Rivâyeti:
Bilhassa Hz. Ömer sahâbenin Medîne'den uzaklaşması ve hadis rivâyeti ile meşgul
olmalarını istemiyordu. Birinci davranışın sebebi istişâre için onlara muhtaç
oluşu idi. Hadîs rivâyeti üzerindeki titizliğinin ise iki sebebi vardı:
a) Kur'ân-ı Kerîm'in yerleşmesi, eğitim ve öğretiminin yayılması.
b) Hadîsler arasına, uydurma olanların sokulmasından çekinmesi.
Hz. Ömer'den sonra sahâbe İslâm ülkesinin çeşitli bölgelerine dağılmışlar,
buralarda İslâm'ı öğretirken gerektiği zaman bildikleri hadîsleri de
nakletmişlerdir.
Böylece başlayan hadîs rivâyeti hareketi yanında, çeşitli maksatlarla hadîs
uydurma (vaz'ı) hareketi de başlamıştır.
3- Nazarî Fıkıh:
Hulefâ-i Râşidîn devrinde fıkıh amelî idi; bir mesele karşısında sahâbe Kitâb,
sünnet ve rey ictihadı ile hükme varıyorlar, bu ise emsâl hâdiseler için bir
fıkıh kaidesi, dinî bir düstûr oluyordu. Hulefa-i râşidînin hüküm ve
davranışları ile Kitâb ve sünnet arasında bir tutarsızlık, bir muhâlefet bahis
mevzûu değildi.
Emevîler devrinde ise durum değişti. Daha ilk halîfeleri siyâset öyle icabettiği
için babasının zina mahsûlü oğlu Ziyad b. Ebîhi nesebine geçirmiş (istilhak)
bunun, "Zinâ eden mahrum olur" hadisine aykırı düştüğü ikazına aldırmamıştı.(99)
Gerek ilk sultanın ve gerekse Ömer b. Abdülaziz dışında kalan sonrakilerin
devlet idaresinde sünnet ve hulefa-i râşidîn yolundan ayrılmaları
karşısında(100) ikazların fayda vermediğini gören sahâbe ve büyük tâbiûn daha
çok Hicaz'da ve hâsseten Medîne'de sünnetin tesbitine, Kitâb ve sünnete bağlı
nazarî bir fıkhın "fıkhî hükümlerin" tesisine yöneldiler. Onlar bu
davranışlarıyla hem ilim hem de amel (tatbikat) halinde gerçek İslâm'ın
muhâfazasına çalışıyor, aynı zamanda devleti idâre edenlere aksülâmel göstermiş
oluyorlardı.
99. Ebû-Nuaym, Hilyetu'l-evliyâ (Mısır, 1351/1932) C. II, s. 167; Süyûtî,
Târîhu'l-hulefâ, s. 196. (Hadîsi Buhârî ve Müslim rivâyet etmiştir.)
100. Başka örnekler ve daha geniş bilgi için bak. H. Karaman, Mukayeseli İslâm
Hukuku, s. 90 vd.; İctihad, s. 70-72; A. Emin, Duha'l-İslâm, C. II, s. 162; M.
Y. Mûsâ, age., s. 46 vd. Ayrıca bak. Bu kitap, (Dördüncü Bölüm'ün giriş kısmı).
4- Hicaz ve Irak
Medreseleri:
Sahâbenin yetiştirdiği tâbiûn nesli müctehidleri üstad, muhit ve malûmat farkına
dayanan iki gruba ayrılmışlardı: Hicazlılar ve Iraklılar. İleri gelenlerini
bundan sonraki maddede zikredeceğimiz bu iki grup müctehidden -büyük tâbiûn
devrinde- Hicazlıların imamı Saîd b. el-Müseyyeb (94/712) Iraklılarınki ise
İbrahim b. Yezîd b. Quays en-Neha'î (96/714)'dir.
Bu iki gurubun sahâbe neslinden üstadları farklıdır:
İbn Mes'ûd Kûfe'ye yerleşmiş, burada bildiklerini öğretmiş, fetvâ vermiş,
hâkimlik yapmıştır. Kûfeliler ona tabi olmuş, sünnetin ondan öğrendiklerinden
ibâret olduğuna inanmışlardır. Halbuki İbn Mes'ûd'un bilgisine ulaşmamış bulunan
hadîsler ve hükümler de vardır. Bilindiği üzere Kûfe ve Basra, Hz. Ömer'in
hilâfetinin ilk yıllarında kurulmuştu. Çoğu bu iki şehre, bir kısmı da Mısır ve
Şâm'a olmak üzere üçyüzün üzerinde sahâbe gelmiştir. Hz. Alî halîfe olunca
hilâfet merkezi, Medîne'den Kûfe'ye taşınmıştır. Hz. Alî buraya intikal etmeden
önce Kûfe'ye İbn Mes'ûd'dan başka Sa'd b. Ebî-Vakkas, Ammâr b. Yâsir, Ebû-Mûsâ
el-Eş'arî, el-Muğîre b. Şu'be, Enes b. Mâlik, Huzeyfe, İmrân b. Husayn gibi
sahâbîler, Hz. Alî ile birlikte de İbn Abbâs gibi ashâb gelmişlerdir. Iraklılar
fıkhı bunlardan öğrendikleri ve bunlar sâyesinde sünnetin tamamının kendi
bölgelerine de intikal ettiğine inandıkları için kendilerini Medîne fukahâsına
denk saymış ve birçok konuda onlara muhâlefet etmiş, farklı görüşler ileri
sürmüşlerdir. Buna mukabil Medîne'de daha çok sayıda ashâb vardı. Rasûlullah
(s.a.) Huneyn savaşından döndükten sonra Medîne'de on iki bin kadar sahâbe
bırakmış, bunların on bini Medîne'de ömürlerini tamamlamışlar, iki bin kadarı da
diğer İslâm ülke ve memleketlerine dağılmışlardır. Medîne'de kalan, burada daha
sonraki nesillere ilim ve irfan aktaran sahâbe içinde Hz. Ebû-Bekir, Ömer, Alî (Kûfe'ye
gitmeden önce), Osmân, Zeyd b. Sâbit, Âişe, Ummu-Seleme, Hafsa ve diğer
Rasûlullah hanımları, İbn Ömer, Ubeyy, Talha b. Ubeydullah, Abdurrahman b. Avf,
Ebû-Hureyre, gibi zevât vardır. Mısır'da Zubeyr b. el-Avvâm, Ebû-Zer, Amr b.
el-Âs, Abdullah b. Amr; Şam'da Mu'âz, Ebu'd-Derdâ, Muâviye; Kuzey Afrika'da Ukbe
b. Âmir, Mu'âviye b. Hudeyc, Ebû-Lubâbe, Ruvayfi' b. Sâbit gibi zevat
bulunmuşlardır. her bölge, kendisinde bulunan sahâbeden aldığı bilgiye, bunların
ve talebelerinin verdikleri fetvâ ve hükümlere (kazâ) dayanmış, bölgenin örf ve
teâmülünü esas almış, bunlarla diğer bölge fukahâsına karşı çıkmışlardır. Ancak
en önemli guruplaşma ve ilmî mücadele Irak ile hicaz (Kûfe ile Medîne) fukâhası
arasında olmuştur.
Medîne'de gerek hadîs (sünnet) ve gerekse fıkıh bilgisi diğer bölgelerden daha
fazla olduğu içindir ki, Râşid Halîfeler yolunda yürüyen Emevî Ömer b. Abdulaziz
halîfe olunca Medîne'de kaldı, bilâhare vâlî olan Ebû-Bekir b. Hazm'e şu yazılı
talimatı göndermişti: "Medîne ve çevresinde bulunan ashâb ve tâbiûndan
bildikleri hadîsleri öğren, bunları toplayıp yaz ve bana gönder." Halîfe vefât
ettiği zaman Ebû-Bekir, talîmatını kısmen yerine getirmiş ve önemli sayıda
sünneti toplayıp yazmış bulunuyordu. Medîneliler, Hicaz kaynaklı bir teyit
bulmadıkça Kûfe ve Şam ulemâsının rivayet ettikleri hadîsleri kabul etmiyor,
bunları delil olarak kullanmıyorlardı. Bu davranışlarına gerekçe olarak da Irak
ve çevresinde gelişen şu menfî olay ve cereyanları gösteriyorlardı: Şî'a ve
Havâric gibi bid'at fırkalarının ortaya çıkarak hadîs uydurmaları (görüşlerini
güçlendirmek için bir takım sözleri uydurup, bir sahte senede bağlayarak
Rasûlullah'a isnad etmeleri), bu bölgede Cemel, Sıffîn gibi fitnelerin, ulemânın
kökünü kazıyan Haccâc gibi zalimlerin zuhur etmesi, Hz. Hüseyin'in feci bir
şekilde şehit edilmesi, yahûdiler, İranlılar gibi İslâm fetihleri yüzünden eski
saltanatlarını kaybetmiş milletlere mensup olan, İslâmı içlerine sindiremiyen
bazı kişilerin kurdukları gizli cemiyetler ve yıkıcı cereyanların bu bölgede
zuhur etmesi, halkının geçimsiz, huysuz ve huzursuz bir karaktere sahip
bulunması. Bu son özellik Hz. Ömer devrinde bile biliniyordu. Hz. Ömer, Sa'd b.
Ebî-Vakkâs gibi bir zâtı onlara vâlî tayin etti, namazı iyi kıldırmıyor diye
şikâyet ettiler; halbuki namaz kılmayı onlara Sa'd öğretmişti. Hz. Ömer de onu
yanına aldı, şûrâ üyelerinden kıldı ve kendisinden sonra halîfeyi içlerinden
belirleyecek özel şûrâya üye yaptı. Sonra sıra ile Ammâr b. Yâsir ve Ebû-Mûsâ
el-Eş'arî'yi tayin etti, bu değerli sahâbîleri de halîfeye şikâyet ederek
azillerini istediler. Hz. Ömer "Hiçbir vâlîyi beğenmeyen, hiçbir vâlinin de
kendilerinden hoşnut olmadıkları bu yüzbin kişiden beni kim kurtaracak!" diye
yakındı. Muğîre b. Şu'be'yi, "İyiler sana güvensin, kötüler ise senden korksun"
tavsıyesi ile vâlî tayin etti. Hz. Osmân ve Hz. Alî zamanlarında huzursuzluk ve
fitne çıkarmaya devam ettiler, birincisinin şehâdetine katıldılar, ikincisi
zamanında fırkalara ayrıldılar, hakem formülünü kabule zorladıkları halde
sonradan onu ittiham edip kendisine karşı çıktılar. Hz. Alî bütün bunlara
dayanamadı ve Allah'a iltica ederek "Ya Rabbi, bana onlardan hayırlısını ver,
onlara da benden kötüsünü ver!" dedi. Mu'âviye karşısında Hz. Hasan'ı
desteklemediler, Yezîd'in ordusu karşısında -dâvet ettikleri ve destekleme sözü
verdikleri- Hz. Hüseyn'i yalnız bıraktılar. Sonra, Allah, onların üzerine
Haccâc'ı musallat kıldı ve bu zâlim, yirmi yıl, kurunun yanında yaşı da yakarak
zulmetti. Bütün bu olayların ve çalkantıların, hem ulemâya, hem de ilme menfî
tesiri oldu. Medîneliler (ehlu'l-Hicâz) bu durumu göz önüne alarak Irak kaynaklı
hadîse ve fıkha itibar etmediler. Şüphe yok ki Medînelilerin tenkitleri, Irak
bölgesinde bulunan bid'at ehline yönelik idi, Rasûlullah'ın izinde yürüyen ashâb
ve onların sâdık talebeleri bu tenkitlerin dışında kalıyorlardı. Bu sebepledir
ki bilâhare ulemâ, hadîsin Irak kaynaklı olmasını bir ret sebebi saymamışlar,
senedi sağlam olmak kaydıyle Hicazlı kadar Iraklı hadisleri de kabul etmişlerdir
Emevîlerin sonu ile Abbâsîler devrinin başlangıcında Hicaz medresesinden
"eserciler", Irak medresesinden reyciler" neş'et edecektir. Eserci ve reyciler
arasında bazı prensip farkları bulunmasına karşılık, Irak ve Hicaz medreseleri
arasındaki fark daha çok muhit ve üstad ve bilgi farkına dayanmaktadır. Her iki
grup da Kitâb, sünnet ve sahâbe icmâına istinad eder. Hicazlılar ehl-i
Medîne'nin teâmülüne ayrı bir değer verirler, muhitleri icabı hadis malzemeleri
de zengindir.
Iraklılar ehl-i Medîne'nin teâmülünü farklı bir delil olarak telâkki etmezler.
Hadisler üzerinde -muhitleri icabı- şüpheli davranırlar, re'ye daha çok yer
verirler.(101)
101. H. Karaman, İctihad, s. 98-105; Fıkıh Usûlü, s. 18-21
5- Tâbiûn Fakihleri:
Sahâbe fakihlerinin hemen hepsi arap olmasına karşılık sayıları yüzleri aşan
tâbiûn fukahâsı içinde çok sayıda arap olmayan kimseler vardır. Bu arada
azatlılardan da (Mevâlî) büyük fakihler yetişmiştir.
Tâbiûn devrinde belli başlı merkezlerde fıkıh ilmini temsil eden fukahânın en
meşhurları şunlardır:
Medine'de: Saîd b. el-Müseyyeb, Urve b. ez-Zübeyr (v. 97/712), el-Qâsim b.
Muhammed (v. 102/720), Hârice b. Zeyd (v. 100/718), Ebû-Bekr b. Abdurrahman (v.
94/713), Süleyman b. Yesâr (v. 107/725), Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe (v.
98/716); bu yedi zat Medîne'nin yedi fakihi (el-fuqahâ u's-seb'a) diye
anılmaktadır; Ebû-Bekr b. Muhammed b. Amr b. Hazm (v. 120/738), Ebû-Ca'fer b.
Muhammed b. Ali (v. 117/735), Rabî'atü'r-Re'y (v. 136-753), ez-Zührî (v.
124/742)...
Mekke'de: Atâ b. Ebî Rebâh (v. 115-713), Mücâhid (v. 100/718), İkrime (v.
150/767), Süfyân b. Uyeyne (v. 198/813)...
Basra'da: Hasenü'l-Basrî (v. 110/728), Muhammed b. Sîrîn (v. 110/728) Katâde (v.
118/736)...
Kûfe'de: Alqame b. Quays (v. 62/682) Şurayh b. el-Hâris (v. 78/679), Mesrûk b.
el-Ecda' (v. 63/683), Abdurrahman b. ebî-Leylâ (v. 148/765), İbrahîmü'n-Nehâ'î
(96/714), Saîd b. Cübeyr (v. 95/714), Hammâd b. Ebî-Süleyman (v. 120/738)...
Şam'da: Mekhûl (v. 116/734), Ömer b. Abdülaziz (v. 101/720), Ebû-İdris el-Halvânî...
Mısır'da: el-Leys b. Sa'd (v. 175/791)...
6- Tedvîn:
Hadîsler, fıkıhtan önce yazılı kaynaklarda toplanmış (tedvîn edilmiş) olmakla
beraber bunların, belli sistemlere göre kitaplaştırılması (tasnîf), fıkhın
tasnîfinden sonra olmuştur. Konulara göre sistematik ilk fıkıh kitaplarının
Emevîler döneminde (hicrî birinci asrın sonunda, ikinci yüzyılın başında)
yazıldığı anlaşılmaktadır. İbn Kayyim el-Cevziyye'nin verdiği bilgiye göre
Zührî'nin fetvâları üç ciltte toplanmıştır, Hasenu'l-Basrî'nin, konulara göre
düzenlenmiş fetvâları ise yedi cilttir.(102)
Bu dönemde yazılan ve müelliflerinin bir listesini aşağıda vereceğimiz fıkıh
kitaplarından bize ancak şunlar ulaşabilmiştir:
1. Süleym b. Kays el-Hilâlî (v. 95/714)'nin fıkıh kitâbı.
2. Katâde b. Di'âme'nin (v. 118/736) el-Menâsik isimli eseri.
3. Zeyd b. Alî'nin (v. 122/740) Menâsiku'l-hacc ve âdâbuhu isimli eseri.
4. Aynı fakihin el-Mecmû' isimli kitabı.(103) Bu kitabın metni ve şerhi birkaç
defa basılmıştır.
Bu devirde yazılan ve henüz bize ulaşmayan fıkıh kitapları ve yazarları:
1. Zeyd b. Sâbit, Kitapları: el-Ferâiz, ed-Diyât.
2. Şurayh b. el-Hâris (v. 78/697), tâbiûndan olan bu zât Emevîler devrinde Kûfe
ve Basra'da kadılık görevinde bulunmuştur. Fıkıh konusundaki eserinin önemli bir
parçası Vekî'in Ahbâru'l-kudât'ında nakledilmiştir.
Bunlardan başka kitap yazıp eserleri bize kadar ulaşamıyan, fakat çeşitli
kaynaklarda yazdıklarından bahsedilen, parçalar aktarılan fukahâ şunlardır:
Abdullah b. el-Abbâs (v. 68/687).
Urve b. ez-Zubeyr (v. 97/712).
Sa'îd b. el-Museyyeb (v. 94/713).
eş-Şa'bî (v. 103/712).
İbrâhîm en-Neha'î (v. 96/715).
ed-Dahhâk b. Muzâhim (v. 105/723).
el-Hasenu'l-Basrî (v. 110/728).
Vehb b. Munebbih (v. 110/728).
Muhammed b. Sîrîn (v. 110/728).
Atâ b. Ebî-Rabâh (v. 114/732).
Katâde b. Di'âme (118/736).
Mekhûl (v. 119/737).
Hammâd b. Ebî-Süleymân (v. 120/738).
Bukeyr b. Abdullah b. el-Eşecc (v. 120/137).
ez-Zuhrî (v. 124/742).
Eyyûb es-Sehtiyânî (v. 131/748).
Ebu'z-Zinâd Abdullah b. Zekvân (v. 131/748).
Zeyd b. Eslem (v. 136/753).
Ubeydullah b. Ebî-Ca'fer (v. 135/752).
Rabî'atu'r-ra'y (v. 136/753).
Yahyâ b. Sa'îd (v. 143/760).
102. İ'lâmu'l-muvakkı'în, Kahire, 1325, C. I, s. 26.
103. Bu kitaplar ve bundan sonraki liste için bak. Prof. Sezgin, GAS, C. I/3, s.
10-26.
Üçüncü Bölüm
ABBÂSÎLER DEVRİ
(Fıkhın Olgunluk Çağı)
A- DEVRE UMÛMÎ BAKIŞ:
Bağdad merkezli Abbâsîler devri 750-1258 tarihleri arasında 508 yıl sürmüştür.
Bu sürenin takrîben H. 132-350 arasındaki 200 yıllık devresi fıkhın tedvin
edildiği ve inkişaf ettiği, büyük mezhep sahibi müctehidlerin yetiştiği
devredir. İslâm nesilleri bakımından da tâbiûn ve etbâ'ut-tâbiîni ihtivâ
etmektedir.
Devrin başında hilâfetin Emevîlerden Hz. Ali evlâdına intikalini temin için
kurulmuş olan gizli cemiyet başarı sağlamış fakat hilâfet alevîlere değil,
Abbâsîlere geçmiştir.(1) Abbâsîler seleflerine karşı tarihin nadir kaybettiği
sertlik ve şiddeti göstermişler, Emevîlerin sağ kalanları dağılıp gizlenmişler
ve içlerinden birisi (Abdurrahman) Endülüs'e geçmeyi başarmış, orada müstakil
Endülüs Emevîleri Devletini kurmuştur, böylece İslâm ümmeti ilk defa siyasî
bölünmeye maruz kalmış, iki İslâm devleti ortaya çıkmıştır.
Hilâfetin Abbâsîlere geçmesi, ona kendilerini lâyık gören Hz. Ali evlâdını
memnun etmemiş, bunlar zaman zaman baş kaldırmışlardır.
Hz. Hasen'in torununun oğulları Muhammed ve İbrahîm'in Mansûr'a karşı başarısız
ayaklanmalarından sonra Mûsa el-Hâdî zamanında ikinci bir ayaklanma daha olmuş,
bu da başarısızlıkla neticelenmiş, buradan Kuzey Afrika'ya kaçan İdris b.
Abdullah, berberler arasında İdrîsîler hilâfetini kurmuştur ki bu da Abbâsî
devletinde ikinci bölünmedir.
Hârun Reşid zamanında da ihtilâl teşebbüsleri devam edince mezkür halife bunlara
karşı yarı müstakil emirlikler kurmayı uygun görmüş ve Kuzey Doğu Afrika'da
Ağlebîler devletinin temelini atmıştır. Aynı sebeple Me'mûn, Horasan'da
Tâhirîlere, Yemen'de Ziyâdîlere emirlik vermiştir.
İmâmî-şîîler Hz. Hüseyin'in torununun oğlu Câfer es-Sâdık'ı imam tanımışlar
fakat o hilâfet dâvasına kalkışmamıştır. İmam Ca'fer'in vefatından sonra
taraftarlar ikiye ayrılmışlar; bir kısmı onikinci imam Muhammed el-Askerî'nin
kaybolması üzerine Mehdî adıyla onu beklemeğe başlamış ve "isnâ aşeriyye" ismini
almışlardır.
Diğer grup ise Hz. Ca'fer'in oğlu İsmâil'i imam tanımış ve "İsmailîler" adını
almışlardır. Gizli dâvet yolunu seçen bu grup, Kuzey Doğu Afrika'da ortaya çıkan
İmam Ubeydullah el-Mehdî' (v. 332/934)'nin liderliğinde bütün Mağrib'i istilâ
ederek Fâtimîler devletini kurmuşlardır.
Abbâsîler hükümranlıklarının ilk yüz yılında en güçlü devrelerini yaşadılar.
Hindistan'da Keşmir vâdisine, Kuzeyde Hazar ve Marmara sahillerine, Doğuda
Hayber geçidine kadar fetih sınırlarını genişlettiler.
Bu hânedan önceleri arap ve -ihtilâlde kendilerine yardım eden- İranlılara
dayanıyor, bu iki kuvveti gerektiği zaman yekdiğerine karşı kullanıyorlardı.
Mu'tasım zamanında (833-842) bir üçüncü kuvvet daha ortaya çıktı: Türkler.
Mütevekkil (842-847) artan Türk nüfûzunu kırmayı tasarlamış fakat onlar daha
baskın çıkmış ve oğlu Muntasır'ı onun yerine geçirmişler, bundan sonra da
nüfuzları kat kat artmıştır. Hilâfetin böylece zayıflaması sonunda Doğuda
Mâverâünnehir'de Sâmânoğulları, Horasan ve İran'da Saffârîler gibi emirlikler
doğmuştur. Nihayet şîî Büveyhîler (945/1055) İran, Isfahan, Kerman, Huzistan'dan
sonra Bağdad'ı alarak kendilerine tâbi kılmışlardır.(2)
1. Burada "alevîler"den maksat Hz. Ali'nin çocukları ve torunları ile bunların
soyundan gelenlerdir.
2. el-Hudarî, Târihu't-teşrî, s. 170-174.
B- ABBÂSÎLER DEVRİNDE
FIKIH:
Bu devrin fıkıh üzerinde meydana getirdiği değişiklikleri, bir başka deyişle
fıkıh tarihi bakımından bu devrin özelliklerini şu maddelerde özetlemek
mümkündür:
1- Din Bilginleri ve Abbâsîler:
Yerinde zikredildiği gibi umûmiyetle Emevîler daha ziyade iç isyanları
bastırmak, devletin mâlî, idârî... işlerini düzenlemek ve dışarda fetihleri
sürdürmekle uğraşıyor, din işleri ve ulemâ ile meşgul olmuyorlardı. Âlimler ders
okutuyor, fetvâ veriyor; tayin ettikleri kadılar ictihadlarına göre hüküm
veriyorlar, Emevîlerin siyâsetine uydukça serbest bulunuyorlardı.
Emevîler dînî hayat ve hulefâ-i râşidînin sünneti karşısındaki lâkaytlıkları
sebebiyle dindar ulemâ tarafından pek sevilmiyorlardı.
Abbâsîler hilâfeti haklı olana iâde etmek ve hulefâ-i râşidîn devrini ihya etmek
gibi bir dâvâ ile iktidara geldikleri için -görünüşte bile olsa- hem din hem de
dünya işlerinde müslümanların başı ve Rasûlullahın halîfesi olarak
davranıyorlardı. Emevî halifeleri -Arap âdetine uyarak- halîfelik alâmeti nâmına
ellerinde yüzük ve çevgen taşırken, Abbâsî halîfeleri Hz. Peygamber'in hırka ve
kılıcını taşıyor, divanlarında Hz. Osmân'ın Mushafını bulunduruyorlardı.(3) Bu
tutumun tabîi neticesi olarak din bilginlerinin söz, inanç ve davranışlarıyla da
yakından ilgileniyorlardı. Ezcümle Mansur ulemâya alâka göstermiş, ihsanlarda
bulunmuş, öte yandan verdiği vazifeyi kabul etmediği için Ebû-Hanîfe'yi
kırbaçlattırmıştır. Mehdî zındıklara karşı çok sert davranmış, onların takip ve
tecziyesi için bir dâire kurmuştur. Hârun Reşîd ile Ebû-Yûsüf hep beraber
olmuşlardır. Me'mun "Kur'ân-ı Kerîm'in mahluk olduğuna" dâir bir emirnâme
çıkartmış, müt'a nikâhını münakaşa ettirmiş, hakkında emir çıkarmaya teşebbüs
etmiştir.
Bu tezâhür ve davranışın hukukî hayata tesir edeceği şüphesizdir. Sulama nizamı,
vergiler, kanal açmak, çeşitli divanlar... bunların hepsi dünya hayatına ait
dinî işlerdi, hepsini şerîat esaslarına göre nizamlamak gerekiyordu. Bunlar
âlimlerden soruluyor Ebû-Yûsüf el-Harâc'ını yazıyor ve diğer müctehidler de
ictihad ediyorlardı.
3. Dr. A. Hasen, Nazratun Âmmeh fi târihi'l-fıkhı'l-islâmî, s. 192-194.
2- Fıkhın
Genişlemesi ve Gelişmesi:
Bu devirde fıkhın sâhası genişlemiş, fıkıh inkişaf etmiştir. Şüphesiz bu
tekâmülün bazı âmilleri vardır:
a) Bundan önceki maddede zikredilen davranış; yani Emevîlerin seküler
meyillerinin aksine Abbasîlerin, davranış ve hükümlerini dine dayandırma
arzuları.
b) Fukahânın hükümlere kaynak ararken tuttukları yol: Sahâbe devrindeki Kur'ân-ı
Kerîm ve Sünnete, tâbiûn devrinde sahâbe söz ve davranışları, etbâ'üt-tâbiîn
devrinde ise tâbiûn fukahâsının sözleri ekleniyor böylece malzeme çoğalıyordu.
c) Rey fakihlerinin sâdece meydana gelmiş hâdiselerle iktifa etmeyip farazî
mesâil üzerinde ictihad etmeleri. Böylece boşama, yeminler, adaklar, azad gibi
konularda vukuu çok nâdir hadiseler üzerinde dahi durulmuş, ictihad edilmiştir.
Bu yolu ilk açan Irak fukahâsıdır. Şâfiî ve mâlikîler de onlara uymuşlardır.
d) İslâm ülkesinin genişlemesi, çeşitli milletlerin İslâm'a girmesi. Abbâsîlerin
ilk devrinde ülkenin sınırları genişlemiş, çeşitli milletler müslüman olmuş veya
müslümanlarla temasa gelmiştir. Her millet ve coğrafyanın kendine göre âdet,
teâmül ve şartları olduğundan fukahâ bunlar üzerinde düşünmüş, bazılarını kabul,
bir kısmını red, bir kısmını da ta'dîl ederek İslâm'a dahil etmişlerdir. Bu
cümleden olarak Nebtîler ve İranlıların örfü-âdetlerinin hâkim bulunduğu
Irak'taki mesâil imam Ebû-Hanîfe'ye, daha çok Bizans örf ve hukukunun hâkim
olduğu Suriye mesâili imam Evzâî ve benzerlerine; Mısır ve Bizans tesiri
altındaki Mısır mesâili imam el-Leys b. Sa'd ve İmam Şâfiî'ye, Hicaz örfü
âdetinin rengini taşıyan problemler İmam Mâlik'e arzedilmiştir.
İlmi ilerletmek, eksikleri tamamlamak için o devirde âdet olan seyahatler bu
mahallî farkların yekdiğerine intikal ve tesirini temin etmiştir. Meselâ,
Rabî'âtür-Rey Medîne'den Irak'a gidip dönmüş, Muhammed b. el-Hasen Medîne'ye
giderek İmam Mâlik'in Muvatta'ını okumuş, Şâfiî Medîne ırak ve Mısır'a
gitmiştir.
3- Fukahânın İhtilâfı:
Sahâbe ve büyük tâbiün devrinde gördüğümüz ictihad ihtilâfı bu devirde fukahâ ve
problem çoğaldığı için daha da artarak devam etmiştir. Hem mahiyeti icabı tabiî
olan hem de "Ümmet için rahmet" olarak kabul edilen(4) ictihad ihtilâfının
önemli sebepleri tesbit edilmiştir:
a) Kitap ve sünette geçen bazı kelime ve cümlelerin farklı tefsîri.
b) Sözün hakikat veya mecâzî mânaya çekilebilmesi.
c) Aynı mevzûdaki âyet ve hadislerin bir araya getirilerek farklı şekillerde
değerlendirilmesi ve telifi.
d) Hadîsle alâkalı sebepler: Hadisin bilinip bilinmemesi, sıhhat derecesi,
sıhhat ölçüsü, tam veya kısmen zaptı yorumu, çelişen delillerle
uzlaştırılması...
e) İctihad bilgi, usûl ve gücünün farklılığı,
f) Tabîi ve ictimâî çevrenin tesiri.
Hadisle alâkalı ihtilâf sebebine bir örnek verelim:
Abdu'l-Vâris b. Saîd anlatıyor:
Mekke'ye geldim ve orada Ebû-Hanîfe'ye tesadüf ederek sordum:
- Bir şeyi, şart koşarak satan kimse hakkında ne dersin?
- Satış da şart da bâtıldır.
Bunun üzerine İbn Ebî-Leylâ'ya geldim ve aynı şeyi sordum: "Satış câiz, şart
bâtıldır" cevabını verdi. İbn Şübrüme'ye gidip sorduğumda: "Satış da şart da
câizdir" dedi. Kendi kendime: "Allah Allah! Üç tane Iraklı Fıkıh bilgini bir
mesele üzerinde birleşemiyorlar!" dedim ve tekrar Ebû-Hanîfe'ye giderek iki
meslektaşının söylediklerini naklettim; şu cevabı verdi:
- Onların sana ne dediklerini bilmem; bana Amr b. Şuayb, babasından, o da kendi
babasından "Resûlullah'ın şartla beraber satış yapmayı yasakladığını" haber
verdi.
Bunun üzerine İbn Ebî-Leylâ'ya giderek iki dostunun söylediklerini ona
naklettim; şu cevabı verdi: "Onların sana ne dediklerini bilmem; bana Hişam b.
Urve babasından o da Hz. Âişe'den şunu haber verdi: Rasûlullah bana (Âişe'ye)
Berîre'yi satın alıp âzad etmemi emretti. Sahibi, velâyetin kendisinde kalmasını
şart koştu. Bunun üzerine Rasûlullah şöyle buyurdu: "Allah'ın kitabında olmayan
şart bâtıldır." Şu halde satış câiz şart bâtıldır.
Tekrar İbn Şübrüme'ye gittim diğer ikisinin söylediklerini ona naklettim, şu
cevabı verdi: "Onların sana ne dediklerini bilmem; bana Mis'ar b. Kidâm, Muhârib
b. Disâr'dan, O da Câbir'den haber verdiğine göre Câbir şöyle anlatmıştır:
Rasûlullah'a bir deve sattım ve Medîne'ye kadar binerek istifade etmemi şart
koştum; kabul buyurdu." Şu halde satış da, şart da câizdir.(5)
Bu örnekte üç müctehidin, aynı konuda farklı hadîslere dayanarak farklı
hükümlere ulaştıklarını görüyoruz. Sonraki çağlarda ictihad edebilen âlimler bu
hadislerin tamamını bir arada görecek, değerlendirecek ve daha sağlıklı sonuçlar
elde edeceklerdir.
Ferdî ihtilâflar dışında ictihad grupları veya fıkıh mektepleri şeklinde tecellî
eden ihtilâfı bundan sonraki bahiste (re'y-eser ihtilâfı olarak) tetkik
edeceğiz.
4. İtikadî ve siyâsî hayatta bölünmeler (şikak, hilâf, ihtilâf, tefrika, iftirak)
menedilmiş fakat hukukî ve iktisadî sâhada, usûlüne uygun ictihad ve re'y
farkları normal kabul edilmiş, ümmetin bundan istifade edeceği ifade edilmiştir.
Bu mevzûda rivâyet edilen bir hadîs için bak. el-Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, C. I, s.
64-65.
5. Ahmed Emin, Duha'l-İslâm, C. II, s. 166-167. Burada geçen hadîsler ve
incelemeleri için bak. Şevkânî, Neylü'l-evtâr, C. V, s. 183-185.
4-
İctihad Hürriyeti ve Mezheblerin Doğuşu:
Bu devre de, bundan önceki gibi ictihad hürriyetinin hâkim olduğu devredir. İlmî
kudreti olan her müslümanın önünde ictihadın kapıları ardına kadar açıktır. İlmî
kudreti ictihad için kâfi gelmeyenler için de istediği müctehidden faydalanma,
sorma ve ona tâbi olma hürriyeti vardır.
Gerek kadı ve gerekse müftü, muayyen bir kanun ve mezheb ile bağlı değildir.
Dâvâ ve süalleri ictihadlarına göre çözerler.
Abbâsîler devrine kadar her merkezde birçok âlim ve müctehid vardı; soruları
cevaplandırıyor, dâvâları hallediyorlardı. Fakat bunlara izafe edilen mezhebler
yoktu.
İçinde bulunduğumuz devirde, aşağıdaki sebepler, muayyen mezheblerin doğması
sonucunu yolaçmıştır.(6)
a) Daha önceki müctehidler gerektikçe dağınık meseleler üzerinde ictihad ederken
bu asır müctehidlerinin fıkhın bütün konularını ictihad alanlarına dahil
etmeleri.
b) Bu ictihadların tedvin edilerek kitaplarda toplanması ve bu sâyede bir
müctehidin, çeşitli konulardaki ictihadlarının kolayca öğrenilmesi imkânının
doğması.
c) Fıkıh mekteplerinin (rey, hadîs medreseleri) doğması ve bu mektep
mensuplarının karşılıklı, sözlü ve yazılı münâkaşa ve münâzaraları.
d) Bu münakaşa ve münâzaraların, müctehidlere mahsus usûl ve kaidelerin; yani
usûl-i fıkhın doğmasına ve telîf edilmesine sebep olması.
İşte bu gibi âmiller Abbâsîler devrinde mezheblerin yâni "müctehidlere âit
müstakil ictihad usûl ve yollarının ve bu yollar ile varılan ahkâm
mecmûalarının" doğmasını sağladı.
Ancak dördüncü hicrî asırdan önce halk malûm dört mezhebe ayrılmadığı gibi fıkıh
mezhebleri de dörtten ibaret değildi. Daha bir çoğu arasında el-Hasenü'l-Basrî,
Ebû-Hanife, el-Evzâ'î, Süfyân es-Sevrî, el-Leys b. Sa'd, Mâlik, Süfyân b. Uyeyne,
Şâfi'î ve daha sonra İshak b. Râheveyh, Ebû-Sevr, Ahmed b. Hanbel, Dâvûd
ez-Zâhirî, İbn Cerîr et-Taberî...nin mezhebleri meşhurdur. Bunların her birinin
farklı ictihad sistem ve usûlleri, bunlarla varılmış reyleri, çeşitli bölgelere
yayılmış tâbileri vardı. Bu mezheblerden bazıları müdâfaa edecek ve yayacak
kuvvetli tâbileri bulunmadığı, nüfuzlu kimselerin mezhebi olmadığı... gibi dış
sebepler; bazıları da -zâhirîler de olduğu gibi- iç sebeplerle; yani nasların
zâhirine aşırı bir şekilde sarılmaları, kıyası inkâr etmeleri, ihtiyaca cevap
verememeleri ve diğer mezheblere karşı şiddetli davranmaları yüzünden zamanla
tarihe karıştı. Bunların yaşadığı o devirde de âlimler kendilerini, muayyen bir
mezhebe bağlamaya mecbur telakki etmiyorlar, bağlananlar da başkalarından
istifade edebiliyorlardı.
6. Mezheblerin doğuş sebepleri ve başlıcaları ilerde, ayrı bir bölümde daha
geniş bir şekilde tetkik edilecektir.
5- Rey ve Hadîs
Mektepleri:
Sahâbe devrinde daha çok muhit, üstad ve malzeme farkına dayanan bir gruplaşma
görmüştük: Hicâziyyûn ve Irakıyyûn.
Abbâsîler devrine girerken(7) fukahâ arasında bir prensip ihtilâfı baş gösterdi:
Hadîs ve re'ye verilecek yer ve değer ile ilgili olan ihtilâf uzun zaman devam
etmiş ve karşımıza dört grup çıkarmıştır:
a) Tamamen Kitâb'a ve re'ye dayanan, sünneti hüccet kabul etmeyen "müfrit
reyciler".(8) Basra mutezilesi veya Havâric olduğu tahmin edilen bu grubun
zamanla mümessili kalmamıştır. Fikirleri ve delillerini İmam Şâfiî'nin
kitablarından öğreniyoruz.(9)
b) Mutedil reyciler: Bunlar sünneti reddetmez, onu da hüccet olarak kabul
ederler; ancak hadîsin sıhhati üzerinde titiz davranır, rivâyetinden çekinirler.
Buna mukabil kıyas, istihsan, maslahat gibi re'ye dayanan yollarla hüküm ve
fetvâ vermekten çekinmezler, farazî meseleler üzerinde de dururlar. Ayrıca üstad
müctehitlerin sözlerini esas alarak bazı yeni problemlerin hükümlerini onlardan
çıkarırlar (tahrîc).
İbn Ebî-Leylâ (v. 148/765), Ebû-Hanîfe (v. 150/767), Rabi'atür-ra'y (v.
136/753), Züfer (v. 158/775), Evzâ'î (v. 176/792), Süfyanu's-Sevrî (v. 161/778),
Mâlik (v. 179/795), Ebû-Yûsüf (v. 182/798), Muhammed (v. 189/805), Osman
el-Bettî (v. 145/760) bu grup içinde yer almaktadır.
c) Müfrit eserciler: Eser: Rasûlullah'ın hadisleri ile sahâbe ve tâbiûn
fetvâlarıdır.
Müfrit eserciler re'y ictihadını ve bilhassa bunun en önemli unsuru olan kıyası,
sahâbe ve tâbiûn fetvâlarını hüküm kaynağı olarak kabul etmeyenlerdir. Bazı
mutezile imamlarından başka ehl-i sünnetten Dâvûd b. Ali (v. 270/883) ve
tâbileri müfrit esercilerdir ve "zâhirî" vasfıyla anılırlar.
d) Mutedil eserciler: Umûmiyetle hadis bilginleri mutedil esercilerdir. Bunlar
re'y ve kıyası inkâr etmemekle beraber ona nadiren başvururlar. Hadislerden
başka sahâbe ve tâbiûn fetvâlarını da hüccet telakki ederler. Vukuundan önce
-farazi- meseleler üzerinde fetvâ ve hüküm vermezler. Hadîse ve esere hiç bir
re'yi tercih etmezler. Başlıca simaları: Şu'be (v. 160/777), Hammâd b. Zeyd (v.
179/795), Ebû-Avâne (v. 170/786), İbn Lehi'a (v. 174/790), Ma'mer b. Râşid (v.
153/770), el-Leys b. Sa'd (v. 165/781), Süfyan b. Uyeyne (v. 198/813), Vekî' b.
el-Cerrâh (v. 197/812), Şerîk (v. 177/793), el-Fudayl b. İyâd (v. 187/803),
Abdullah b. Mübârek (v. 165/781), Yahyâ b. Sa'îd el-Kattân (v. 198/813),
Abdurrezzâk (v. 211/826), Ebû-Dâvûd et-Tayâlisî (v. 203/818), Ebû-Bekir b. Ebî-Şeybe
(v. 230/844), Ahmed b. Hanbel (v. 241/855)... Bu tabakadan sonra meşhur altı
hadîs kitabının müellifleri ve benzerleri gelmektedir.(10)
Zamanla mudetil gruplara mensub âlimlerin ya doğrudan veya kitaplar vasıtasıyla
temasa gelmeleri, yekdiğerinden istifade etmeleri farkları azalmıştır.(11)
7. İbn Teymiyye, Sıhhatü usûli mezhebi-ehli'l-Medîne, s. 32.
8. Rey, görüş, görmek demektir. İstılâhî mânası devirler içinde değişegelmiştir.
Bu devrede rey, nassın bulunmadığı yerlerde hüküm çıkarmaya yarayan kıyas,
istihsân, mesâlih, örf-ü âdet gibi ictihad yollardır.
9. el-Umm, C. VII, s. 250 vd.
10. İbn Kuteybe, el-Ma'ârif, s. 219-230; Şah Veliyyullah, Huccetullah, C. I, s.
317.
11. Re'y-hadîs mektep ve münakaşaları için bak. Fıkıh Usûlü, s. 18-22; İctihad,
s. 115 vd.
C- TEDVİN FAALİYETİ:
Kur'ân-ı Kerîm'in tamamı ile kısmen fıkıh ve hadisler dışındaki bütün dînî ilim
ve kitapların telîfi bu devrede başlamıştır. Süyûtî, Zehebî'den şu satırları
nakleder: "Bu asırda İslâm âlimleri hadîs, fıkıh ve tefsirin tedvinine
başladılar. Bu cümleden olarak İbn Cürayc Mekke'de, Mâlik Muvatta'ını Medîne'de,
Evzâi Şam'da, İbn Ebî-Arûbe, Hammâd b. Seleme ve benzerleri Basra'da, Ma'mer
Yemen'de, Süfyân es-Sevrî Kûfe'de toplayıp tertip ederek yazdılar (tedvin,
tasnif). İbn İshak Meğâzî'yi yazdı, Ebû-Hanîfe fıkıh ve re'yi tasnif etti. Biraz
sonra Hüşeym, el-Leys, İbn Lehî'a; sonra İbn el-Mübârek, Ebû-Yûsüf, İbn Vehb
yazdılar. Böylece ilimlerin derlenip tertip edilerek yazılması çoğaldı; arapça,
lûğât, tarih ve destanlar da tedvin edilerek yazıldı. Bundan önceki asırda
âlimler ya hâfızalarından nakledip söylüyorlar, yahut da tertipsiz, fakat mevsuk
sahifelerden naklediyorlardı.(12)
Biz burada -mevzûumuz icâbı- sünnet, fkııh ve fıkıh usûlünün tedvînî üzerinde
duracağız:
a) Sünnet:
Emevîler'den Ömer b. Abdülaziz devrine kadar sünnet daha ziyade şifâhî rivâyet
ile yayılıyor, bu arada bazı sahâbî ve tâbiîler küçük toplamalar yapıyorlardı
(sahîfeler). Ömer b. Abdülaziz'in emriyle daha büyük toplamalar başladı ise de
bunlar da mahdut idi; ayrıca ilk râvileri esas tutularak; yâni senedlerine göre
toplanmıştı. Konulara göre yapılan toplamalar (tasnîf) ikinci hicrî asrın
ortalarında yâni Abbâsîlerin ilk devirlerinde başlamıştır. Bu faaliyet üçüncü
asırda inkişâfının zirvesine çıkmış ve meşhur altı kitap (el-kütübü's-sitte)
vücuda getirilmiştir.(13)
Sünnetin tedvîni fıkıhtan önce fakat tasnifi fıkıhtan sonradır. Ebû-Yûsuf,
Muhammed, Şâfiî bize kadar gelen fıkıh kitaplarını yazarken, tasnif edilmiş
hadis kitaplarına değil, bazı hadislerin toplandığı sahifeler ile şifâhî
rivâyete dayanmışlardır. Şâfiî, Ebû-Hanîfe gibi imamlara isnad edilen "Müsned"ler,
onlar tarafından bizzat tertip edilmiş olmayıp, fıkıh kitapları ve fetvâlar
taranarak veya şifâhî rivâyetlere dayanılarak kendilerinden sonra tertip
edilmişlerdir.(14)
b) Fıkıh:
Diğer ilimler arasında fıkhın da Emevîler devrinde tedvin edildiğini
zikretmiştik. Abbâsîler devrinde Abdullah b. Mübârek, Ebû-Sevr, İbrahim en-Neha'i,
Hammâd b. Ebî-Süleyman gibi fıkıh bilginlerinin fıkıh mevzuûndaki kitaplarından
bahsedilmiş ise de(15) bunlar bize ulaşmamıştır.
İmam Mâlik'in, hadislerle beraber sahâbe ve tâbiûn fetvâlarını ve kendi
reylerini ihtiva eden el-Muvatta'ı, İmam Muhammed'in el-Mebsût, el-Âsâr gibi
kitapları, Ebû-Yûsüf'ün el-Harâc'ı ve İmam Şâfiî'nin el-Umm külliyatı zamanımıza
kadar ulaşmış, üzerinde çalışılmış ve son asırda baskıları da yapılmıştır.
Sonraki fıkıh kitaplarına da örneklik eden bu kitaplarda takip edilen metod, bir
mevzû (kitab, bâb, fasıl) içine giren meseleleri bir araya getirmek; Kitab ve
sünnetten delillerini zikretmek, muhâlif görüşlere temas ederek bunları
çürütmektir. Meseleci (kazuistik) metod takip edilmiştir. "Bir mevzû ile alâkalı
nazarî ve umûmî kaideleri tesbit etmek, bunları yazdıktan sonra şumulüne giren
ve zikredilmesi gereken meseleleri sıralamak" gibi bir metod takip
edilmemiştir.(16) Gerçi aynı asırda ilerde üzerinde duracağımız "fıkıh usûlü"
ilmi de tedvin edilmiştir; fakat bu ilmin de mevzûu umûmî hukuk kaideleri,
nazariye ve prensipleri değil, daha ziyade fıkhın kaynakları, ictihad metodu ve
hukukun felsefesidir. Sonraki asırlarda "kavâid" ismiyle bazı çalışmalar
yapılmıştır, fakat bunlar üzerinden yürünmemiş, fıkıh kitapları ilk metodu devam
ettirmiştir.
Fıkıh kitaplarında mezkür "meseleci metod"un takibi, hadis ve âsâr ile fıkhın;
yani bunlardan çıkarılan hükümlerin paralel yürütülmesinden neşet etmiştir.
Herhangi bir mevzû tedvîn edilirken ilgili hadisler, sahâbe ve tâbiûn fetvâları
tesbit ediliyor, bunlardan çıkan neticeler ile kitabı yazan müctehidin reyleri
birlikte yazılıyordu. Dolayısıyla meseleler teker teker ele alınıyor, tasavvur
ediliyor ve hükümleri ayrı ayrı açıklanıyordu. Şüphesiz müçtehidler, hükümleri
sıralarken bazı prensip ve esaslara dayanıyorlardı, fakat bunu fıkıh
kitaplarında zikretmiyorlardı.
Eser ekolünün hüküm vermek, ictihad etmek için hâdisenin vukubulmasını,
meselenin doğmasını beklemesi de bu neticede âmil olmuştur.
c) Kanun:
Abbâsîler devrinde de fetvâ ve kazâda müctehidler kendi ictihadlarına
dayanıyorlardı. Bunun tabiî neticesi ihtilâf olduğundan aynı ülke içinde -ictihadî
meseleler üzerinde- birkaç çeşit fetvâ ve hüküm ortaya çıkabiliyordu. Hukukî
eşitlik ve emniyetin temini maksadıyla bazı teklif ve teşebbüsler oldu; ezcümle
Mansûr ve Hârûn er-Raşid, İmam Mâlik'e, Muvatta' isimli kitabını kanunlaştırmayı
teklif ettiler. Mâlik bunu inhisarcılık ve ictihad hürriyetine aykırı telâkki
ederek kabul etmedi. Kitabının bütün hadisleri ihtiva etmemiş olması da bu
davranışta rol oynamıştır. Abdullah b. el-Mukaffa' (v. 142/759) Mansur'a sunduğu
bir arîzada, bütün ülkede tatbik edilecek bir kanun vazedilmesini teklif
etmiştir.(17)
Bu düşünce ve teşebbüslere rağmen kanunlaştırma hareketi Osmanlılar çağına kadar
gerçekleşememiştir.
d) Fıkıh Usûlü:
Fukahâ arasındaki görüş ayrılıkları ve bunlarla alâkalı münâkaşalar, mübâhaseler
tedvinden çok önce meydana gelmiştir. Bu ihtilâfın tedvine akseden
neticelerinden birisi, daha başlangıçta reddiye ve münakaşa tarzında kitapların
yazılması(18) ikincisi de fıkıh usûlü ilminin doğmasını hazırlamasıdır. Müctehid
İmamlar, münakaşa ve mübâhaselerini dağınıklıktan kurtarmak, bir temele
oturtmak, ictihad metodlarını tesbit etmek için bazı kaideler ve prensipler
vazetmişler, bunların mecmûu fıkıh usûlünü meydana getirmiştir.(19)
Ebû-Yûsüf ve Muhammed'in bu mevzûda da kitap yazdığı söylenmişse de zamanımıza
intikâl etmemiştir. Bugün elimizde bulunan ilk usûl kitabı İmam Şâfiî'nin
"er-Risâle"sidir. Çok kıymetli bilgi ve haberler ihtiva eden bu eserin önemli
mevzû ve bölümleri şunlardır: "Kur'ân ve onun hükmü açıklama metodu, nâsih-mensûh,
haber-i vâhid, kıyas, istihsan, sünnet ve Kur'ân ile münasebeti, hadislerin
gizli kusurları (ilel), icmâ, ictihad ve ihtilâf.
e) Istılahlar:
Fıkıh usûlünün yanında, yine bu devrede bazı fıkıh terimleri doğmuş, veya mevcut
terimlerin mefhumları tesbit edilmiştir. Farz, vâcib, sünnet, mendûb, müstehab,
haram, mekruh, şart, illet, rükün gibi yüzlerce terim, mezhebler arasında ya
aynı yahud da farklı mânalarda -fakat mânaları muayyen olarak- kullanılmaya
başlanmıştır.(20)
12. Süyûtî, Târihu'l-hulefâ, s. 261.
13. Hadîs Usûlü isimli kitabımıza bak. s. 21-26.
14. Prof. Dr. A. Hasen Abdulkadir, age., s. 110-121.
15. İbn en-Nedîm, el-Fihrist (Kahire 1348) s. 297-319.
16. Esasen küllî hukukî kaidelerin tesbiti ve bunların taknîni (kanunlaştırma)
bütün dünya hukukunda oldukça yeni zamanlarda olmuştur.
17. Kürd Ali, Resâilu'l-buleğâ, s. 126; A. Zeki Safvet, Cemheratü-resâili'l-arab,
C. III, s. 37; A. Emin, Zuhru'l-İslâm, C. II, s. 174.
18. Ebû-Yûsüf'ün İhtilâfu Ebî-Hanîfe maa İbn Ebî-Leylâ, er-Reddü alâ siyeri'l-Evzâ'î;
İmam Şâfiî'nin el-Umm külliyâtının VII. cildindeki bu nevi kitapları burada
örnek olarak hatırlanabilir. Daha sonra el-Hilâf adıyla bir ilim dalı da bundan
doğacaktır.
19. Bugün elimizde bulunan Fıkıh Usûlü kitaplarındaki kaidelerin bir kısmı da
fürû'a bakılarak sonrakiler tarafından vazedilmiştir.
20. İbn Kayyim, İ'lâmu'l-muvakkı'în, C. I, s. 40 vd.; Şah Veliyullah, el-İnsâf,
s. 7 vd.; el-Hudarî, Târihu't-teşrî', s. 220-230
E- FUKAHÂ:
Bu devrin özelliklerinden birisi de çok sayıda büyük fıkıh bilgini ve mezheb
imamlarının yetişmiş olmasıdır. Bu devir fakihlerinin listesini ve kısa
biyografileri ile eserlerini, bundan sonra gelecek olan "Fıkıh Mezhebleri"
bölümünde vereceğiz.
Üçüncü Bölüme Ek
FIKIH MEZHEBLERİ
Giriş:
Târihî seyri içinde fukâhanın ihtilâfı, mezheblerin doğuşu, mezhebcilik ve
mezheb taassubunun başlaması ve bütün bunların âmilleri(21) üzerinde gerekli
bilgi arzedilmiş; belli başlı fıkıh mezhebleri ile bunların imamları, ilk
fukahâsı ve mezheblere ait temel eserler hakkında daha geniş bilgi müstakil bir
bölüme bırakılmıştı. İşte burada -beş alt bölüm içinde- dört mezheb, zamanımıza
kadar yaşamayan diğer dokuz sünnî mezheb, gayr-i sünnî mezhebler, mezheblerin
yayılışı ve mıntıkaları tetkik edilecektir.(22)
Bilindiği üzere fıkıh mezhebleri, sâliklerinin itikadî mezheblerine göre sünnî
ve gayr-ı sünnî diye iki kısma ayrılmaktadır. Sünnî mezheblerin bir kısmı,
sâliklerinin mevcûdiyeti bakımından günümüze kadar yaşamıştır. Diğer bazıları
ise dinî ve hukûkî hayatlarında onlara tâbi cemaatler kalmadığı için -bu
bakımdan- târihe intikal etmişlerdir. Ancak mezkûr mezhebler de kitaplarda
tedvîn edilmiş usûl ve fürû' ile yaşamaya devam etmektedirler. Ayrıca bazı İslâm
devletlerinin hukuklarında onların mezheblerine ait ictihatların tercih ve
taknîn edildiği olmuştur.
21. Mezhebcilik ve mezheb taassubunun yayılması ve güçlenmesi mevzûu bundan
sonraki devrede tetkik edilecektir.
22. Dört mezheb imamı ile alâkalı ilk bölüm, ayrıca neşredilen İslâm Hukukunda
İctihad isimli kitabımızdan -küçük tasarruflarla- nakledilmiştir.
Birinci Alt Bölüm
(Dört Mezheb)
I- DÖRT
MEZHEB İMAMININ MENSUP OLDUKLARI OKULLAR VE ÜSTADLAR
A- MEDRESELERİ A- OKULLAR
(Medreseler):
Bundan önceki fasılda re'y ve hadîs taraftarlarını incelemiş ifrat ve itidâl
itibâriyle bir müctehidin hem ehl-i hadîs hem ehl-i re'y sayılabileceği
neticesine varmıştık. Meselâ İmam Şâfiî, müfrit re'ycilere nisbetle ehl-i hadîs,
zâhirîlere göre ise reyciler arasında yer almaktadır. Bu iki tabirin mâna ve
mefhumunda ittifak olmadığı için taraflarının tesbitinde de farklar bulunmuştur;
meselâ:
1- İbn Quteybe, Ahmed b. Hanbel'in ismini zikretmemiş, diğer üç imâmı reyciler
listesine almıştır.(1)
2- Maqdisî (v. 380/990), "Ahsenu't-teqâsîm"in muhtelif yerlerinde -her halde
farklı mânaları kasdederek- bir kere Ahmed b. Hanbel'i fakih değil, muhaddisler
arasında saymış, buna mukabil hanefî, mâlikî, şâfiî ve zâhirîleri fıkıh
mezhebleri içinde mütâlâa etmiş, bir başka yerde şafiîleri ehl-i hadîs,
hanefîleri ehl-i re'y saymış, diğer bir yerde de Ebû-Hanife ve Şâfiî'yi reyci,
İbn Hanbel'e tâbi olanları ise hadîsçi olarak göstermiştir.(2)
3- Şehristâni (v. 548/1153), Mâlik, Şafiî, Süfyân, Ahmed b. Hanbel ve Dâvud'un
mensuplarını ehl-i hadîs, Ebû-Hanîfe ve mensuplarını ise ehl-i re'y olarak
tesbit etmiştir.(3)
4- İbn Haldûn'a (v. 808/1405) göre ise ehl-i hadîs "ehl-i Hicâz" ehl-i re'y ise
"ehl-i Irâk"tır. Birincisinin İmamı Mâlik, ikincisininki Ebû-Hanîfe'dir. İmam
Şâfiî, Ebû-Hanîfe ve Mâlik'ten istifade ederek bu iki metodu meczetmiştir. İbn
Hanbel ise muhaddistir; fakat talebesi, Ebû-Hanîfe'nin talebesinden okumuş,
faydalanmışlardır.(4)
1. el-Ma'ârif, s. 216 vd.
2. s. 37, 127, 142; A. Hasen Abdulkâdir, age, s. 224.
3. el-Milel ve'n-nihal, C. I, s. 361-368.
4. el-Mukaddime, s. 390-391 (Vâfî neşri, III, 1046).
B- ÜSTADLARI:
Dört imamın, ictihad usûllerinin kaynaklarını tesbit bakımından, sahâbeden
itibâren üstadlarını zikretmekte fayda vardır:
1- Ebû-Hanîfe'nin üstadları:
Bu listeden Abdullah b. Mes'ûd, re'y ictihadının imâmı Hz. Ömer'in en yakın
müşâvirlerindendir. Ebû-Yûsüf'ün "K. el-Harâc"ında, Hz. Ömer'in isminin (124)
kere geçmesi, İbn Mes'ûd yoluyla onun, Ebû-Hanîfe medresesine ne nisbette te'sir
ettiğini göstermektedir.
Hz. Alî kazâ ve fetvâlarıyla Iraklılar'a rehber olmuştur.
Şa'bî bu bölgeyi hadîs bakımından beslemiş, fetvâda ihtiyâtı telkin etmiştir.
'Alqame, Esved, İbrâhim "Neha'"lı, Mesrûq ve Şa'bî "Hemedân"lıdır. Neha' ve
Hemedân Yemenli iki kabîledir. Şurayh ve Hammâd'ın da Yemen'le alâkaları vardır.
Re'y ictihadına mesned teşkil eden meşhur hadîsin mümessili Muâz'ın, Resûlullah
(s.a.) tarafından Yemen'e, öğretici ve hâkim olarak gönderildiğini daha önce
zikretmiştik.(5)
2- İmam Mâlik'in Üstadları:
Sahâbe tabakasında görülen üstadların ilmini, tâbiûndan ve yedi fakihten biri
olan Sa'îd b. el-Müseyyeb iktisâb etmiş, hadîs ve fıkhı ilminde birleştirmişti.
Sonrakilerden Zührî ile Nâfi', kendi zamanlarında hadis ve fıkıhta Medîne'nin en
bilgin kişileridir.
Rabîa'ya gelince, lakabından da anlaşılacağı üzere bu zat, Hz. Ömer'den intikal
eden re'y ve tefekkür tarzını benimsemiş ve Sa'îd b. el-Müseyyeb ile yaptıkları
bir münakaşada kendisine: "Sen Iraklı mısın?" dedirtecek kadar bu metodu
geliştirmiştir.(7)
Bütün bu zevât hadîsin, Hz. Peygamber ve sahâbe tatbikatının beşiği olan
Medîne'de yetişmiş, tabîi olarak ictihadlarında, birinci derecede bu muhitin
tesiri görülmüştür.
3- İmam Şâfiî'nin Üstadları:
Muhammed b. İdrîse'ş-Şafi'î, ilim için yaptığı seyâhatler esnasında Medîne'ye
gelmiş, İmam Mâlik'ten "el-Muvatta'"ı semâ yoluyla almış, vefâtına kadar da
Mâlik'ten ayrılmamıştır.
Ayrıca Irak'ta ikamet ettiği sırada, Ebu-Hanîfe'nin talebesinden Muhammed b.
Hasen'e devam ederek bu zatta toplanmış bulunan Irak Medresesinin ilim mahsûlünü
elde etmiştir. Buna göre Şâfi'î üstadlarını gösteren şema şöylece kısalmış
oluyor:
4- Ahmed b. Hanbel'in Üstadları:
İbn Hanbel, bilhassa hadîs ilmi için Kûfe, Basra, Mekke, Medîne, Şâm, Yemen ve
el-Cezîre'yi dolaşmış, uzun bir müddet Şâfi'î'ye talebelik etmiştir. Hattâ bu
yüzden O'nu, Şâfi'î mezhebinden sayanlar olmuştur. Bu duruma göre O'nun da
başlıca fıkıh üstâdı İmam Şâfi'î olmaktadır.(8)
5. Bak. s. 146.
6. İsimleri ve vefat tarihleri daha önce zikredilmiştir; (Bak. "Tâbiûn
Fakihleri")
7. A. Emin, age., C. II, s. 209.
8. A. Emin, age., s. 235. Geniş bilgi için bak. M. Ebû-Zehra, Ebû-Hanife; Mâlik;
Şâfi'î; İ. Hanbel isimli eserler ve ayrıca aynı müellifin el-Mezâhibu'l-İslâmiyye
isimli kitabının ikinci cildi; DİA.
C- HAYAT HİKÂYELERİ:
1- Ebû-Hanîfe (80/699-150/767):
en-Nu'man b. Sâbit b. Zûtâ, dedesi Zûtâ İran'dan köle olarak Irak'a
getirilmiştir, sahibi onu âzâd etmiştir. Babası Sâbit ise hür ve müslüman olarak
doğmuş, küçüklüğünde Hz. Alî'yi görmüş ve onun, gerek kendisi ve gerekse nesli
için hayırlı duâlarına mazhar olmuştur. Ebû-Hanîfe, büyük tâbiûn ulemâsı ile
görüşmüş ve onlardan ilim ve feyiz almıştır; bu bakımdan kendisi üçüncü nesle (tebe'u't-tâbi'în
nesline) mensuptur. Sahâbeden bazıları ile görüşüp görüşmediği ve bu sebeple
tâbi'ûndan sayılıp sayılmayacağı konusu tartışılmıştır. Tercih edilen görüşe
göre ashâbdan bazılarını, kendisi küçük yaşta iken görmüştür; ancak onlardan
doğrudan hadîs rivayet etmemiştir. Tâbi'undan olan üstadları arasında
kendisinden en çok istifade ettiği şahıs Hammâd b. Ebî-Süleymân'dır (v.
120/737); bu zâtın derslerine tam on sekiz yıl devam etmiştir. Rivâyete göre
Hammâd Basra'ya bir yolculuk yapmış ve giderken yerine Ebû-Hanîfe'yi bırakmıştı.
Döndüğü zaman neler olduğunu sordu ve Ebû-Hanîfe'nin, kendisine sorulan altmış
süali cevaplandırdığını öğrendi, bu sorulara verilen cevaplardan yirmisini
hatalı buldu. Bunun üzerine Ebû-Hanîfe yalnızca onun derslerine devam etmeye ve
o yaşadığı müddetçe ders okutmamaya karar verdi ve bunu uyguladı. Ebû-Hanîfe
önceleri ticaret ile meşgul olurdu, sonra kendini tamamen ilme vererek ticareti
ortaklık yoluyla sürdürdü. Son Emevî halîfeleri ile Abbâsîlerden Mansûr ona baş
kadılığı teklif ettiler, o ısrarla bunu kabul etmedi, sonuncusu bu yüzden Ebû-Hanîfe'yi
hapsetti (150/767) yılında Bağdat'ta, hapishanede Hakk'ın rahmetine kavuştu.
Kadılık vazifesini kabul etmemesinin sebebi onun takvâsı değildir. Onun takvâ
sahibi bir kişi olduğunda şüphe yoktur; ancak kadı olmak da günah değildir; ehli
olan, adâletten ayrılmayan için bir ibâdettir. Ebû-Hanîfe'nin bu vazifeyi kabul
etmemesinin sebebi, devlet yönetimini gasbeden ve hilâfeti saltanata çeviren
yöneticilere karşı bir pasif direnişte bulunmak ve böylece halka mesaj
vermektir.
Emsâli onu şöyle değerlendirmişlerdir:
İmam Mâlik: "Ebû-Hanîfe öyle bir kişidir ki, sana şu direğin altın olduğunu
iddiâ etse isbat edebilir."
İmam Şâfiî: "Bütün insanlar fıkıhta, Ebû-Hanîfe'nin aile fertleri sayılır."
İbnu'l-Mubârek: Fıkıh'ta Ebû-Hanîfe gibisini görmedim, ondan daha dindar birini
de görmedim."
Onun, sayısız fıkhî ictihadları ve çözümleri vardır, bunlar onun zekâsına ve
sür'ât-i intikaline delâlet etmektedir; birkaç örnek:
Ebû-Hanîfe'ye birisi geldi, Kûfe kadısı İbn Leylâ'nın akıl hastası bir kadını,
mescitte, ayakta, arka arkaya iki suçtan cezalandırdığını, kadının suçunun ise
birisine "ey zinâkâr çiftin çocuğu" demekten ibâret olduğunu söyledi. Ebû-Hanîfe
hemen şu cevabı verdi: "İbn Ebî-Leylâ bu hükmünde ve uygulamasında altı hatâya
düşmüştür." Fakih İbnu'l-Arabî, Ebû-Hanîfe'nin bir anda bulduğu bu altı hatayı,
ancak âlim kişilerin, o da uzun boylu düşünerek bulabileceklerini kaydettikten
sonra hatâları şöyle açıklamıştır: 1. Akıl hastasının cezâî ehliyeti yoktur. 2.
Bu suç, namusa iftira suçudur, cezâsı Allah hakkı olarak verilen cezalardandır
ve bu nevi suçlar kaç kere işlenmiş olursa olsun tek ceza ile cezalandırılır.
(Mâlik ve Şâfiî kul hakkını baskın görerek her suça bir ceza verilir
demişlerdir.) 3. Mağdûr şikâyet edip ceza talep etmediği halde cezalandırmış;
halbuki bu suçta dâva ve talep şarttır. 4. İki cezayı arka arkaya vermiş; bu
caiz değildir; birinci cezadan sonra ara verilmesi gerekir. 5. Ayakta
cezalandırmış; kadın ayakta değil, oturtularak ve örtülerek cezalandırılır. 6.
Mescitte cezalandırmış; bu suçun cezası mescitte infâz edilmez.
Ebû-Hanîfe'ye bir kadının vefat ettiğini, karnındaki çocuğun ise hareket etmekte
olduğunu haber verdiler ve ne yapacaklarını sordular; "Kadının karnını yarıp
çocuğu çıkarın, sonra kadını defnedin" dedi, böyle yaptılar, bir oğlan çocuğu
imiş, adını Ebû-Hanîfe oğlu koydular ve büyüyünce onun talebelerinden oldu.
Ebû-Hanîfe'nin, imlâ yoluyla da olsa bir kitap yazıp yazmadığı konusu
tartışılmıştır. En azından el-Fıkhu'l-Ekber ve Müsned'in ona ait olduğuna dair
deliller vadır. Daha başka risâleleri olduğu da rivayet edilmektedir.(9)
9. Şîrâzî, Tabakât, s. 86; Hacevî, el-Fikru's-sâmî, C. I, s. 339-366; Prof. Dr.
Fuat Sezgin, GAS, Hicâzî tercümesi, C. I/3, s. 31-50; bu son kaynakta yeterli
bibliyografya verilmiştir.
2. Mâlik b. Enes
(93/712-179/795):
Aslı Yemen'li, büyük dedesi sahâbî Ebû-Âmir, dedesi tâbiûn ulemâsından, amcası
da sayılı âlimlerden, kendisi üçüncü nesilden (etbâu't-tâbi'înden), başta hadîs
olmak üzere fıkıh, tefsir, kozmografya dallarında âlim, Medîne ve mâlikî
mezhebinin imamı, hocalarını daha önce gördüğümüz İmam Malik'ten, bin üçyüzden
fazla kişi hadîs veya fıkıh bilgisi almıştır; bunların içinde vaktiyle hocası
olmuş zevat ile mezheb imamları ve halîfeler de vardır. Kendisi vakur, herkesin
saygısını kazanmış, doğru bildiğini çekinmeden söyleyecek cesarete sahip, emr-i
bi'l-ma'rûf nehiy ani'l-münker yapan bir zât idi. Emevîlerden itibaren icad
edilen baskı ile bey'at alma (halîfe veya veliahte bağlılık yemini ettirme) ve
bunu yaparken de baskı altında kişilere şart ettirme (yani bey'atimi bozar,
halîfeye karşı çıkarsam karım boş olsun dedirtme) bid'atına karşı çıkmış, zulmü
önlemek için de "baskı altında yapılan bu yeminin hükmü olmadığına" fetvâ
vermişti. Bunun için kendisine işkence edildi, kırbaçla dövüldü, kollarından
çekildiği için kolu omuzundan çıktı ve ömrünün sonuna kadar idrarını tutamaz
oldu. Bütün bunlar karşısında metanetini koruyan İmam Mâlik, birçok halîfenin
saygısını da kazanmıştır. Abbâsî Halîfe Mansûr'un amcası Ca'fer kendisine
yukarıda zikredilen işkenceyi yaptığı halde büyük Halîfe Raşîd onu, hadîs
öğretmesi için sarayına dâvet etmiş, İmam'ın "İlim gelmez, ilme gelinir" demesi
üzerine kendisi İmam'a gelerek hadîs öğrenmiştir. Yetmiş âlim kendisine izin
vermeden fetvâ vermeye başlamayan İmam, talebelerinden İbnu'l-Kasim'in "Devlete
başkaldıranlarla savaşmak caiz midir?" sorusuna şu cevabı vermiştir: "Ömer b.
Abdulazîz gibi halîfelere başkaldırırlarsa savaşmak gerekir!" Talebesi "Halîfe
böyle olmazsa?" diye sorunca da "Bırak da Allah, bir zâlim ile diğerinden
intikam alsın, sonra da her ikisinden intikam alsın" demiştir.
Devrinde yaşayan ve sonra gelen pek çok âlim onun faziletine, ilmine,
cesaretine, güvenilirliğine tanıklık etmişlerdir. Şirâzî'nin naklettiğine göre
İmam Muhammed ile Şâfiî arasında "İmam Ebû-Hanîfe ile Mâlik'i mukayese eden"
şöyle bir konuşma geçmiştir:
Muhammed - Ne dersin, bizimki mi âlim, sizinki mi?
Şâfiî - Hatır gönül tanımadan
mı söyleyeceğiz?
Muhammed - Evet.
Şâfiî - Allah için söyle, Kur'ân-ı Kerîm'i sizinki mi daha çok bilir, bizimki
mi?
Muhammed - Allah için sizinki?
Şâfiî - Sünneti ve sahâbe kavillerini sizinki mi daha çok bilir, bizimki mi?
Muhammed - Allah için sizinki (daha çok bilir).
Şâfiî - Geriye bir kıyas kaldı; kıyas da yukarıdaki bilgilere dayanır.(10)
10. Ziriklî, A'lâm, C. VI, s. 128; Hacevî, age., C. I, s. 376-394; Şîrâzî,
Tabakât, s. 68; Prof. Sezgin, GAS, C. I/3, s. 129 vd. Bu kaynakta geniş
kitâbiyât vardır.
3. İmam Şâfiî (150/767-204/820):
Muhammed b. İdrîs, ehl-i sünnetin meşhur ve yaşayan dört fıkıh mezhebinden
birinin imamı, soyu Kureyş kabilesinin Hâşimî kolundan, Gazze'de doğdu, iki
yaşında iken Mekke'ye getirildi, önce atıcılık, şiir, dil, Arap tarihi
konularıyle meşgul oldu ve bu konularda önemli seviyeler elde etti, sonra
özellikle hadîs ve fıkıh ilimlerine yönelerek bu dalda İmam oldu. Mekke dışında
Hüzeyl kabilesinde çocukluğunu geçirdiği için fasîh arapçayı öğrenmişti, güzel
konuşuyor ve şiir söylüyordu, birisinin kendisine "Bu fesâhat ve zekâya rağmen
fakih olmaman bana ağır geliyor, bir de fakih olsaydın zamanın efendisi olurdun"
demesi ve İmam Mâlik'i tavsıye etmesi üzerine Muvatta'ı birinden emanet almış,
kısa bir zaman içinde ezberlemiş ve yirmi yaşında İmam Mâlik'e giderek bizzat
ondan Muvatta'ı okumuştur. Daha önce de Mekke'de Müslim b. Hâlid (v. 179/795) ve
Süfyân b. Uyeyne (v. 195/811)'den fıkıh ve hadîs okumuştu. Vefâtına kadar İmam
Mâlik'in yanında kalan Şâfi'î bundan sonra amcası ile birlikte Yemen'e gitti,
burada büyük itibâr gördü ve Zeydî İmam Yahyâ b. Abdullah'a bey'at etti. Abbâsî
Halîfe Raşîd tarafından bu bey'at duyulunca Şâfi'î ve daha bazıları yakalanarak
Halîfe'nin oturduğu Rakka şehrine getirildiler, Şâfi'î sorgulandıktan sonra
affedildi, burada büyük şöhrete erişmiş olan hanefî Muhammed b. el-Hasen ile
tanıştı ve onun derslerine devam ederek Irak fıkhını öğrendi, 188 yılında Harrân
ve Şâm yolundan Mısır'a geçti, burada Mâlikî mezhebi hâkim olduğu için
tutunamadı ve 195 yılında tekrar Irak'a döndü, başta Ahmed b. Hanbel olmak üzere
birçok talebe yetiştirdi, "el-kavlu'l-kadîm, el-mezhebu'l-kadîm" diye anılan
ictihadına dayalı kitaplarını imlâ yoluyla telif etti, daha önce olduğu gibi bu
arada da hacca gidip geldi, oradaki ulemâ ile görüş alış-verişinde bulundu. 198
yılında yeni Mısır vâlîsinin oğlu ile birlikte tekrar Mısır'a gitti, burada iftâ
ve tedrîs yoluyla kendi mezhebini yaydı ve "el-kavlu'l-cedîd, el-mezhebu'l-cedîd"
diye anılan yeni mezhebini, eskiye nisbetle değişen ictihadlarını aksettiren
eserlerini yazdı. 204/820 yılında Kahire'de vefât etti.
Şâfi'înin hadîsteki ihtisâsı tartışılmış olmakla beraber fıkıh sâhasındaki
imamlığı tartışmasız kabul edilmiş ve hakkında övücü sözler söylenmiştir:
Ahmed b. Hanbel: "Şâfi'î, Allah'ın Kitâbı ve Rasûlullah'ın Sünneti üzerinde
insanların en âlim ve fakihidir; ancak hadîs fürûuna ait tahsîli azdır.", "Şâfi'î'den
ders alıncaya kadar hadîste nâsih ve mensûh konusunu öğrenememiştim."
Şâfi'î, fıkha ağırlık verdiği için hadîs talebi konusunda fazla ilerleyememişti;
ancak kendisinin, gerek hadîs nazariyâtı ve gerekse hadîsler konusunda, ictihad
ehliyetini elde edecek ölçüde bilgi sahibi olduğunda şüphe yoktur ve bir râvî
olarak da mûteber sayılmış, yalnızca bazı zayıf kişilerden rivayette bulunmakla
suçlanmıştır. Hadîs konusundaki durumunu bilen, büyük tevazû ve insâf sahibi
olan İmam Şâfi'î, öğrencileri İbn Mehdî ve Ahmed b. Hanbel'e şöyle demiştir:
"Siz hadîsi benden daha fazla biliyorsunuz, sıhhatini tesbit ettiğiniz hadîsleri
(size göre sahih olan hadîsleri) bana da bildirin ki, onları hüküm ve
ictihadımda kullanayım."
Başka fukahâ ile olduğu gibi İmam Muhammed b. el-Hasen ile -ve daha çok bununla-
ilmî münâkaşaları olmuştur. Aynı zamanda hocası ve babalığı olan İmam Muhammed
ile şu münâkaşası güzel bir örnektir: Birgün meclisine geldiğinde İmam
Muhammed'in "Vâhidin haberi (hadîsi) ile Kur'ân-ı Kerîm'in ortaya koyduğu bir
hükme ek yapmanın caiz olmadığını, Medînelilerin, 'bir şahit ve bir yemin ile
hüküm verilir' diyerek bu konuda hata ettiklerini, Allah'ın Kitâbına göre ancak
iki erkek, yahut bir erkek ile kadının şahitliği ile hüküm verilebileceğini"
anlattığını görmüş ve kendisiyle şu yolda tartışmıştır:
Şâfi'î - Sana göre, vâhidin (tek râvînin) rivayet ettiği hadîs ile Kitâbullah'ın
hükmüne ek yapılamaz mı?
Muhammed - Evet, yapılamaz.
Şâfi'î - Allah Teâlâ, Kur'ân-ı Kerîm'de "Birinize ölüm gelip çattığında,
ana-babaya ve akrabaya vasıyet etmenizi Allah size farz kıldı (Bakara: 2/180)
buyurduğu halde niçin Rasûlullah'ın, haber-i vâhid olan "Vârise vasıyet yoktur"
hadisine dayanarak bu vasıyeti reddettiniz...
Şâfi'î buna benzer başka örnekler de getirmiş ve rivayete göre İmam Muhammed'i
sıkıştırmıştır.(11)
11. Hacevî, age., C. I, s. 394-405; Şîrâzî, Tabakât, s. 71 vd.; Prof. Sezgin,
GAS, C. I/3, s. 179 vd. Bu kaynakta geniş bibliyografya vardır.
4. Ahmed b. Hanbel (164/780-241/855):
Ebû-Abdullah Ahmed b. Muhammed b. Hanbel, soyu Merv şehrinden, babası Serahs
vâlîsi idi, kendisi Bağdat'ta dünyaya geldi, küçük yaşından itibaren ilme
yöneldi, ilim uğrunda uzun yolculuklara ve gurbet hayatına katlandı; Kûfe,
Basra, Mekke, Medîne, Yemen, Şâm, Mağrib, Cezair, Irak, İran, Horasan gibi
bölgelere gitti, buralarda yaşayan âlimlerden ders, muhaddislerden hadis
öğrendi. Yemen'de meşhur tefsir ve hadîs âlimi Abdurrazzak b. Hemmâm'dan hadîs
dersi aldı, Hicaz'da Süfyan b. Uyeyne'den, Bağdat'ta Şâfi'î'den Ebû-Yûsüf'ten
fıkıh dersleri aldı ve bu konuda en çok Süfyan'ın etkisinde kaldı. Hadîste ve
fıkıhta İmam olan Ahmed b. Hanbel hakkında söylenmiş takdir sözlerinin en
önemlisi Şâfi'î'ye aittir: "Bağdat'tan ayrıldığımda arkamda Ahmed b. Hanbel'den
daha fakih, daha dindar, daha zâhid ve âlim bir kimseyi bırakmadım."
Bilindiği üzere Abbâsî Halîfelerden Me'mûn, "Kur'ân-ı Kerîm'in mahlûk
(yaratılmış) olduğu" nazariyesini ortaya atmış, zamanın ulemasını zaman zaman
sarayına celbederek konuyu tartışmış ve kendi görüşünü kabul etmeyenlere işkence
ettirmiş, bazılarını da öldürtmüştür. Arkasından gelen Mu'tasım ve Vâsıkbillâh
da aynı yolda yürümüş, zulmü devam ettirmişlerdir. Tartışma mevzûunun bir bahâne
olduğu, bu yoldan kendilerine bağlı olanlarla olmayanları ayırdıkları ve
bilhassa ulemâdan direnenleri cezalandırdıkları anlaşılmaktadır. Ahmed b. Hanbel
de Mu'tasım zamanında yirmi sekiz yıl hapsedilmiş, dövülmüş ve işkence
görmüştür. Bu büyük imtihanı sabır ve metanetle karşılayan İmam, ilmî ve dînî
kanâatinden taviz vermemiş, "Kur'ân Allah'ın kelâmıdır" demekte ısrar etmiştir.
Bu sebepledir ki İbnu'l-Medînî onu şöyle değerlendirmiştir: "Allah, İslâm'ı iki
kulu ile takviye etti; irtidad hareketinde Hz. Ebû-Bekir'in sebatı, imtihan
(kanâat yüzünden işkence) zamanında Ahmed b. Hanbel'in metâneti." Mu'tasım'ın
oğlu Mütevekkil halîfe olunca bu bid'atı ve zulmü kaldırmış, ehl-i sünneti
korumuş, bu arada Ahmed b. Hanbel'e bağlılık ve saygı göstermiş, yıllarca ona
danışmadan önemli tayinleri yapmamıştır. Halîfe'nin, bütün dünya nimetlerini
önüne serdiği bu dönemde de Ahmed b. Hanbel ikbal ile iktidar imtihanını
kazanmış ve zâhidâne hayatından ayrılmamıştır.
Ahmed b. Hanbel'in en önemli eseri Müsned olup otuz bin civarında hadîs ihtiva
etmektedir. Fıkha dair eserleri, talebelerinin süallerine verdiği cevaplardan
oluşmaktadır ve onlar tarafından derlenmiştir.(12)
--------------------------------------------------------------------------------
12. Hacevî, age., C. II, s. 18-26; Prof. Sezgin, age., s. 215; Zirikli, A'lâm,
C. I, s. 192.
II- DÖRT İMAMIN
İCTİHAD USÛLLERİ
Dört mezheb imamı arasında, ictihadda takib ettiği usûlü bizzat kaleme alan ve
eseri bize kadar ulaşmış bulunan yalnız İmam Şâfi'î'dir. Diğer imamların usûlü,
talebelerinden rivâyet edilerek daha sonraki devirlerde kitaplara geçmiştir.
Usûl kitaplarında bir mezhebin ictihad ve istinbât usûlü olarak zikredilen
kaidelerin hepsi, mezheb imamının sarîh olarak ifade ettiği kaideler olmayıp,
bunların fetvâ ve hükümleriyle bilinen kaidelerinden, daha sonra gelen talebe ve
sâliklerinin çıkardığı usûl ve kaidelerdir.(13)
Ashâb ve tâbiûn fakihlerinden rivâyet edilen sarîh kaideler olmadığı için
onların ictihad usûllerini, çözdükleri ve hükme bağladıkları mesâile bakarak
tesbîte çalışmıştık. Burada da bazı tatbikat örnekleri sunacağız.
13. Tahâvî, Ma'âni'l-âsâr, C. II. s. 206; Şâh Veliyullah, el-İnsâf, s. 25;
Hudârî, age., s. 220; Ebû-Zehrâ, Ebû-Hanife, s. 232-235.
A- EBÛ HANİFE'NİN USÛLÜ:
Bizzat imam kendi usûlünü şöyle açıklıyor: "Resûlullah'tan (s.a.) gelen baş
üstüne, sahâbeden gelenleri seçer birini tercih ederiz; fakat toptan terketmeyiz,
bunlardan başkalarına ait olan hüküm ve ictihadlara gelince biz de onlar gibi
-ilim- adamlarıyız."
"Allah'ın kitabındakini alır kabul ederim. Onda bulamazsam Resûlullah'ın,
mutemed âlimlerce malûm ve meşhur sünnetiyle amel ederim. Onda da bulamazsam
ashâbından dilediğim kimsenin re'yini alırım... Fakat iş İbrâhîm, Şa'bî, el-Hasen,
'Atâ... gibi zevâta gelince ben de onlar gibi ictihad ederim."(14)
İmam Muhammed de Ebû-Hanîfe Medresesine tercüman olarak şunları söylüyor:
"İlim dört nevidir: Allah'ın kitabında olan ile O'na benzeyen, Rasulullah
(s.a.)'ın, sağlam bir senetle nakledilen sünnetinde olanlar ile onlara
benzeyenler, Resulullah'ın ashâbının icmâı ile sabit hükümler ile onlara
benzeyenler, -sahâbenin ihtilâf ettiği hükümler de böyledir, bunlar toptan
terkedilmez, birisi seçilince benzeyenleri ona kıyas edersin- ve nihayet İslâm
fukahâsının çoğu tarafından iyi bulunmuş (müstahsen görülmüş) olanlarla bunlara
benzeyenlerdir. İlim bu dört neviden hârice taşmaz."(15)
Bu ifadelerden anlaşıldığına göre Ebû-Hanîfe meselelerin hükmünü sıra ile Kitab,
Sünnet, sahâbe kavli ve re'y ictihadına istinat ederek elde etmektedir. Re'y
ictihadında O'na izafe edilen iki metod vardır: Kıyas ve istihsân.
Bu iki metodun münakaşa ve izahına geçmeden önce, Ebû-Hanîfe'nin ictihadında
sünnetin yeri üzerinde biraz durmak gerekiyor.
1- Ebû-Hanîfe ve Hadîs:
Bazılarına göre Ebû-Hanîfe hadîste zayıftır.(16) Bazılarına göre reyiyle sahih
hadisleri reddeder.(17) Bazılarına göre de onun nezdinde sahih olan hadis sayısı
17 veya 50 civarındadır.(18)
Çeşitli mezheblerden tarafsız âlimlerin tahkikatı göstermiştir ki Ebû-Hanîfe,
hadîs ilmi üzerinde meşhur muhaddisler kadar mütehassıs değilse de "ictihad
şûrası"nda bu mevzûda kendisine yardımcı olan hadîs hâfızları vardır.(19)
İctihadında, bizzat üstadlarından öğrendiği (dört bin) kadar hadîs
kullanmıştır.(20)
Bazı hadîslerin reddine gelince: Bunları, Hz. Peygamber'e ait oluşlarında şüphe
bulunduğu; başka bir deyişle Ebû-Hanîfe'nin, hadîsin sıhhatini tesbit için ileri
sürdüğü şartlara uymadığı için reddetmiştir.(21) Yoksa Ebû-Hanîfe, sahih
hadîsleri reddetmek bir yana, mürsel ve zayıf hadîsleri dahi kıyasa tercih
ederek tatbik eylemiştir.(22)
14. el-Mekkî, Menâkıb, C. I, s. 74-78; Zehebî, Menâqıb, s. 20-21. M. Ebû-Zehrâ,
Târihu'l-fıkh, C. II, s. 161; A. Emin, age., C. II, s. 185 vd.
15. İbn Abdilber, Câmi', C. II, s. 26.
16. İbn Sa'd, age., C. VI, s. 368.
17. M. Zâhidu'l-Kevserî, Te'nîb, s. 82 vd.
18. İbn Haldûn, Mukaddime, s. 388. 'Atıf Ef. Nüshasında (50) adettir.
19. M. Zâhidu'l-Kevserî, age., s. 152.
20. age, a.y.; Mekkî, Menâqıb, c. II, s. 96.
21. M. Zâhidu'l-Kevserî, Nasbu'r-râye (Takdime), s. 27; İbn Teymiyye, Raf'u'l-melâm,
s. 87 vd.
22. İbn Hazm, el-İhkâm, s. 929.
2- Kıyas ve İstihsân:
İbn Abdilberr'in de dediği gibi kıyas yüzünden Ebû-Hanîfe'ye yüklenenler
haksızlık etmiş oluyorlar. Çünkü sahâbeden beri kıyas tatbik edilmiş ve diğer
imamlar da az veya çok miktarda bu metodu kullanmışlardır. Ebû-Hanîfe'nin
yaptığı:
a) Kıyası kaideleştirmek,
b) Çok miktarda kullanmak,
c) Henüz vukubulmamış hâdiselere de tatbik etmekten ibarettir.(23)
"İstihsan" metodu, başta Şafiî olmak üzere birçok âlim tarafından ağır bir
şekilde mahkûm edilmiş ve bazı kimseler tarafından da yalnız Ebû-Hanîfe'ye
nisbet edilmiştir. Ancak meseleyi mukâyeseli bir şekilde incelediğimiz zaman
görüyoruz ki istihsânı reddedenlerle kabul edenlerin buna verdikleri mâna çok
farklıdır; dolayısıyle münâkaşa isim yanıltmasına dayanmakta ve bir mânada
yersiz olmaktadır.
Meselâ -reddedenlerden- İmam Şâfiî'ye göre: İstihsân; "Bir kimsenin, keyfine
göre bir şeyi beğenmesi, hoş bulmasıdır." Bir kölenin bedelini bile tayin edecek
olan kimse, onun emsâlini göz önüne alarak bu işi yapar. Eğer emsâline
aldırmadan bir kıymet biçerse, tutarsız ve haksız bir iş yapmış olur. Allah'ın
helâl veya haramı ise bundan daha önemlidir. Bir kimse haber veya kıyasa istinad
etmeden hüküm verirse günahkâr olur.(24) İstihsân ile hükmeden Allah'ın emir ve
nehiyleriyle bunların benzerlerini terketmiş, kafasına estiği gibi davranmış
olur.(25)
İbn Hazm'e göre istihsân: Nefsin arzuladığı ve beğendiği şekilde
hükmetmektir.(26) Bu bâtıldır; çünkü delili yoktur, arzuya tâbi olmaktan
ibârettir, arzu ve zevkler ise insandan insana değişir.(27)
İmdi bu zevâtın telâkkisine göre istihsân: Kitâb, sünnet, icmâ ve kıyas gibi
muteber delillerden birine değil de nefsin arzusuna dayanan bir istidlâl ve
hüküm verme yoludur. Halbuki her ne kadar Ebû-Hanîfe'nin istihsânı nasıl
anladığına dair sarih bir ifâde nakledilmemişse de onun benimsediği hüküm ve
ictihad usûlünün, yukarda zikredilen mânalarda bir istihsâna uymadığı sâbittir.
Kaldı ki onun istihsâna göre verdiği hükümlere dayanarak mensuplarının ortaya
koyduğu istihsân tarifleri, yukardakilerden tamamen ayrıdır.
Kevserî'nin, Râzî'den nakline göre(28) istihsânın iki mânası vardır:
a) İctihad ve re'yimize bırakılmış miktarların tayin ve takdirinde re'yimizi
kullanmak; nafaka, tazminat bedeli, yasak ava karşılık kesilecek hayvanın
takdirlerinde olduğu gibi.
b) Kıyası, bundan daha kuvvetli bir delil ve delâlete terketmek. Râzî bu
ikincisini de iki kısma ayırarak geniş izâhat ve misaller veriyor ki, bunlardan
çıkan neticeye göre istihsânın ikinci nev'i: Nas, icmâ, zarûret veya daha
kuvvetli başka bir kıyas sebebiyle kıyası terketmekten ibâret oluyor.(29)
Bu mânasıyle istihsân hem gayr-i muteber bir ictihad metodu olmaktan, hem de
yalnız Ebû-Hanîfe'ye mahsus bulunmaktan çıkmış oluyor. Meselâ İmam Şâfiî: "estahsinu
en tekûne'l-mut'a selâsîne dirhemen: zifaf yapılmadan boşanmış kadına verilecek
meblağın (müt'a) otuz dirhem olmasını uygun görüyorum" diyerek aynı lâfzı
birinci mânada kullanmıştır.(30) İmam Mâlik: "İstihsân ilmin onda dokuzudur."
demiş ve ictihadında buna geniş bir yer vermiştir.(31)
Dört imâmın maslahat prensibine riâyetleri ile ictihad ve taklid hakkındaki
görüş ve davranışlarını, ehemmiyetlerine binaen açacağımız ayrı iki fasla
bırakarak burada Ebû-Hanîfe'nin ictihadından bazı örnekler sunacağız:
23. İbn Abdilber, age., C. II, s. 148; İbn Kayyim, age., C. I, s. 77, 227; M.
Ebû-Zehrâ, Ebû-Hanife, s. 324; A. Emin, age., C. II, s. 187.
24. er-Risâle, s. 507-508.
25. el-Umm, C. VII, s. 267-272.
26. el-İhkâm, s. 42.
27. İbtâlu'l-kıyâs, s. 5-6.
28. Nasbu'r-râye (Takdime), C. I, s. 24 vd.
29. age, C. I, s. 25-27.
30. age, C. I, s. 25; el-Mekkî, Menâkıb, C. I, 95.
31. age., a.y.; Şâtıbî, el-Muvâfakât, C. IV, s. 209; Bâcî, age., C. VI, s. 144.
İstihsân hakkındaki münakaşalar için bak. Şâfi'î, er-Risâle, s. 506 vd.; el-Umm,
C. VII, s. 267 vd.; Ebu'l-Huseyni'l-Basrî, el-Mu'temed, s. 828; İbn Hazm, İbtâl,
s. 5 vd.; ay. mlf., el-İhkâm, s. 42, 757; Şirâzî, el-Lüma', s. 81 vd.; Âmidî,
el-İhkâm, C. IV, s. 136-139; Pezdevî, Keşfu'l-esrâr, C. IV, s. 6; el-Mekkî,
Menâkıb, C., s. 95; Şâtıbî, el-İ'tisâm, C. II, s. 136-153.
3- İctihadından örnekler:
a) Ebû-Hanîfe'ye, Evzâ'î soruyor:
- Namazda rukûa giderken ve doğrulurken ellerinizi niçin kaldırmıyorsunuz?
- Çünkü Rasûlullah'tan (s.a.) bunu yaptığına dair sahih bir haber gelmemiştir.
- Haber nasıl sahih olmaz? Bana Zührî, Sâlim'den, o babasından o da
Rasûlullah'tan (s.a.): "Namaza başlarken, rukûa varırken ve doğrulurken ellerini
kaldırdığını" haber verdi.
- Bana da Hammâd İbrâhîm'den; o, Alkame ve el-Esved'den, bunlar da Abdullah b.
Mes'ûd'dan "Rasûlullah'ın yalnız namaza başlarken ellerini kaldırdığını, bir
daha da kaldırmadığını" haber verdi.
- Ben sana, Zührî, Sâlim, babası yoluyle Hz. Peygamber'den haber veriyorum, sen
ise, bana Hammâd ve İbrâhîm haber verdi diyorsun?
- Hammâd b. Ebî-Sleymân, Zührî'den, İbrâhîm de Sâlim'den daha fakîhtir. İbn
Ömer'in sahâbî oluşu ayrı bir fazîlettir, ancak fıkıhta 'Alqame ondan geri
değildir. el-Esved'in birçok meziyetleri vardır. 'Abdullah'a gelince: O,
Abdullah'tır!
Bu cevap üzerine Evzâ'î, sükûtu tercih etmiştir.(32)
Bu istinbâtında Ebû-Hanîfe, hadîse istinât etmiş, üstadları olduğu için
râvîlerini daha yakından tanıdığı bir hadîsi diğerine tercih etmiştir.
b) Bir kimse diğerine, kârı ortak olmak üzere satması için bir elbise veya aynı
şartla ev yapıp kiraya vermesi için bir arsa teslim etmek suretiyle bir
"mudârebe akdi" yapsa bu akit, Ebû-Hanîfe'ye göre fâsiddir. Çünkü mezkûr akitte
meçhul bir bedel karşılığında bir adam kiralanmış oluyor. Yani İmam-ı a'zam'a
göre bu bir nevi ortaklık akti değil, isticâr akdidir ve şartlarına uygun
bulunmadığı için fâsiddir.(33)
Aynı akit, "müzâraa" aktine benzetilerek İbn Ebî-Leylâ tarafından câiz
görülmüştür.
Bu kıyas ictihadında iki müctehid maqîsun aleyhleri farklı olduğu için iki ayrı
hükme varmışlardır.
c) Kezâ bir kimse diğerine, mahsûlün yarısı, üçte veya dörtte biri kendisinin
olmak üzere arâzîsini veya hurmalığını teslim etse yani müzâraa veya muâmele
akti yapsa, Ebû-Hanîfe'ye göre bu akitler bâtıldır. Çünkü arâzînin sâhibi, adamı
meçhûl bir ücret karşılığında kiralamıştır. Ebû-Yûsüf'ün rivâyetine göre İmam
şöyle derdi: "Tarla veya bahçeden hiçbir şey çıkmazsa bu adam boşa çalışmış
olmayacak mı?" Ebû-Yûsüf ve İbn Ebî-Leylâ ise bazı âsârâ istinâd ve mudârebe
akdine kıyas ederek bu muâmeleyi câiz görmüşlerdir.(34)
d) Yahûdî ve hristiyanlar gibi farklı din sâliki gayr-ı müslimlerin yekdiğerine
şâhid ve vâris olmaları, Ebû-Hanîfe'ye göre câizdir; çünkü "bütün kâfirler tek
millet gibidir." Halbuki İbn Ebî-Leylâ onların iki ayrı din sâliki iki millet
olduklarını kabul ederek yekdiğerine şâhid ve vâris olmalarını tecviz
etmemiştir.(35)
e) Ganîmet taksîminde insan ile hayvanın (atın) hissesi üzerinde çeşitli
görüşler vardır. Ebû-Hanîfe bir hadîse istinâd ederek gâzîye de, ata da birer
hisse verileceği hükmünü benimsemiş ve ata iki hisse verilir diyenlere karşı da:
"Ben bir müslümana hayvanı tafdîl edemem." demişti. Buna mukabil ata iki insana
bir hisse verileceği hükmünü benimseyen Ebû-Yûsüf ise şöyle diyor: "Bu hüküm
hayvanın, insandan üstün tutulmasından değil, gider ve ihtiyaçtan neş'et
etmiştir. Aksi halde her ikisine birer hisse verilmesi de uygun olmazdı; çünkü
bu takdirde de ikisi eşit tutulmuş olurdu."(36)
32. el-Mekkî, age., C. I, s. 131.
33. Ebû Yûsüf, İhtilâfu Ebî Hanîfe ve'bni Ebî Leylâ, s. 30; Serahsî, el-Mebsût,
XXII, s. 35 vd.
34. Ebû Yûsüf, age., s. 41-42.
35. age, s. 73.
36. Ebû Yûsüf, K. el-Harâc, s. 19; M. Z. el-Kevserî, en-Nüket, s. 15; Ebû Yûsüf,
er-Reddü'alâ siyeri'l-Evzâ'i, s. 40.
B- İMAM MÂLİK'İN USÛLÜ:
İmam Mâlik de ictihadda takip ettiği usûlü yazı ile bizzat tesbit
etmemiştir.(38) Ancak "Muvatta'" daki bazı söyleriyle yine bu kitapta ve "el-Müdevvene"de
nakledilen ictihadları, mensuplarına onun usûlünü tesbit etme imkânını
bahsetmiştir. Buna göre Mâlik ictihâdında:
1- Kitab:
İlk kaynak olarak kitaba müracaat eder.
2- Sünnet:
Bunda bulamadıklarını Sünnette arar. Sünnetin sıhhatini tesbit için ileri
sürdüğü şartlar Ebû-Hanîfe'ninki kadar çetin olmamakla beraber zayıf da
sayılmaz: "Dört sınıf kimseden hadîs alınmaz: Sefîhten (aklı ve ahlâkı zayıf
kimseden), yoluna davet eden bid'at sahibinden, yalancıdan ve fazîletli, sâlih,
âbid bir kişi de olsa hadîsin nasıl alınıp nakledeceğini bilmeyen
kimseden..."(39)
Sünnetin meşhur ve mütevâtir olanları gibi âhad yolla gelmiş bulunanlarını da
kaynak olarak kabul etmiştir. Ancak âhad yollu hadîslere kıyası ve Medînelilerin
tatbikatını tercih etmektedir.(40)
3- İcmâ':
İmam Mâlik: "el-emru'l-muctema 'indenâ" tâbiriyle sık sık icmâdan bahsederek
bunu bir delil olarak kabul etmiştir.(41)
4- Re'y:
Mâlik, bazılarına göre hadîsçilerden sayılmasına rağmen istinbatlarında re'ye
geniş yer vermektedir.(42)
Ona izâfe edilen delillerden sahâbe kavli sünnet içinde; kıyas, el-mesalihu'l-mürsele,
seddu'z-zerâi', el-istihsân, el-istıshâb... ise re'y içinde mütâlâa
edilmektedir.(43)
Bunlardan "istihsân" üzerinde daha önce durulmuştur. "Mesâlih" ve "sedd-i zerâi"
prensiblerini ilerde bahis mevzûu edeceğiz. Medîneliler'in tatbikatına (ameline)
gelince:
Kadı 'Iyâd'ın (v. 544/1149) açıklamasına göre "haber" karşısında Medîneliler'in
amelinin durumu üç nevidir:
a) Amelin habere uygun bulunması: Bu takdirde amel, nakil nevinden ise sıhhati
haber ile takviye edilmiş olur. İctihâdî ise haber bunun tercihini temin eder.
b) Amelin, birbirine aykırı iki haberden birine uygun düşmesi: Böyle olunca
haberin hangisi amele uygunsa o tercih edilir.
c) Amelin, umûmiyetle haberlere muhâlif bulunması: Bu durumda bakılır; eğer
Medîneliler'in ittifakı nakil yolundan ise(44) haber terkedilir, amel alınır.
Zira kesin bilgi, gâlib zan için terkedilmez. Sâ', müdd gibi ölçülerin
miktarları, ezân, ikamet, namazda besmelenin gizli okunması, vakıf,
bekletilemeyen mahsûlatın zekâtı... gibi mesâil bunun örneklerini teşkil eder.
Eğer Medînelilerin amelî ititfakı ictihada dayanıyorsa o zaman haber buna takdim
ve tercih edilir.(45)
İmam Mâlik, vahyi müşahede eden, Rasûlullah'ın (s.a.) tatbikatını görüp
yaşayarak amelî bir şekilde nesillere aktaran Medîne ehâlîsinin ameline, mezkûr
kayıt ve şartlar içinde önem veriyor, hükümlerine kaynak ediniyor ve ona muhâlif
hareket edenleri kınıyordu. Nitekim el-Leys b. Sa'd'e yazdığı risâlesinde bu
yüzden onu ikaz etmişti.
el-Leys ona verdiği cevapta, sahâbe ve Medîne ehâlisi hakkında söylediği iyi
sözleri aynen kabul etmekte, fakat diğer İslâm memleketlerine de büyük
sahâbîlerin gittiğini, oralarda bulunan ehâlînin de bunların söz ve amellerini
aynen benimseyip naklettiklerini ifade ederek bu noktada ondan
ayrılmaktadır.(46)
İmam Mâlik, gerek Medîneliler'in ameline ve gerekse diğer delillere istinaden
çıkardığı hükümleri ifade ederken husûsî bir ıstılâh kullanmıştır. Bizzat
kendisi "el-Muvatta'"daki hükümleri kasdederek şöyle demiştir: Şu kitapta
bulunanların çoğu re'ydir. Yemin ederim ki bunlar -bana ait- re'y değil, ilim,
fazilet ve takvâ sahibi üstadlarımdan duyduklarımdır. Bu üstadların sayısı çok
olduğu için -kendime izâfe ederek- re'y dedim. Onların re'yleri de tıpkı benimki
gibi olup sahâbeden intikal etmiştir... Burada "el-emru'l-muctema'u aleyh"
dediklerim, ilim ve fıkıh sahibi âlimlerin ittifakla kabul edip, ihtilâf
etmedikleri mesâildir. "el-emru ındî" veya "el-emru bi-beledinâ" dediklerim
bizde halkın tatbik ettiği, hükümlerin buna göre verilegeldiği, avam havas
herkesin bildiği hükümlerdir. "Ba'du-ehli'l-ılmi" dediklerim, âlimlerin
görüşleri içinde benim beğenip tercih ettiklerimdir. Onlardan duymadıklarıma
gelince ictihad ettim, mülâki olduklarımın mezhebleriyle kendi re'yimi
karşılaştırdım ki haktan ve Medîne ehâlisinin mezhebinden uzaklaşmış
olmayayım...(47)
38. Ebû-Zehra, Mâlik, s. 254 vd.
39. A. Emin, Duha'l-İslâm, C. II, s. 211.
40. Zebîdî, 'Ukûdu'l-cevâhir, s. 10; Ebû Zehra, age., s. 259 vd.
41. Ebû Zehra, age., s. 322 vd.
42. İbnu'l-Cevzî, Menâkıbu'l-İmam Ahmed, s. 498; Ebû Zehra age., s. 322 vd.;
Zebîdî, age, s. 10.
43. Ebû Zehra, age., a.y.
44. Burada "nakil yolundan" ifadesiyle, bir sünnetin, Rasûlullah'tan, sözle
değil, amelî olarak nakledilmesi kasdedilmektedir.
45. Kadı 'Iyâd, Tertîbu'l-medârik, C. I, s. 52; İbn Ferhûn, Tebsıratu'l-hukkâm,
C. I, s. 44.
46. Ebû Zehrâ, age., s. 122 vd.
47. Ebû Zehra, age., s. 218.
4- Hanefî Mezhebi ve
Hiyel:
Hiyel, "hiyle" kelimesinin cem'i olup, "çare, mahâret, beceriklilik" mânalarına
gelmektedir. Istılâhî mânası: Amel ve tasarrufları şeklen ve zâhiren fıkha uygun
düşürmek, memnu olan hususları görünüşte meşrû olarak yapabilmek için bulunan
yollar, çareler, çıkış noktalarıdır.
Amelî ve nazarî olmak üzere ikiye ayrılır. Amelî olan, meydana gelmiş bir
problemi çözmek maksadıyla bulunan hiledir: Ramazan'da gündüz eşiyle birleşmeye
yemin etmiş bir kimseye: "Sefere çıkar ve yeminini yerine getirirsin" demek
gibi.
Nazarî olanı ise muhâkemeyi geliştirmek maksadıyla bilmece şeklinde tertip
edilen problemler için bahis mevzûudur.
el-Mehâric sözüyle de ifade edilen hiyel prensibi Ebû-Hanîfe ve mezhebine nisbet
edilegelmiştir. Gerçek olan da bunun ilk defa Irak medresesi tarafından tatbik
edildiği, Ebû-Hanîfe, Ebû-Yûsüf ve Muhammed tarafından çok kullanılmış
olduğudur. Ancak bu müctehidler, fıkıh ile hayatı te'lif etmek, zorda kalma
sebebiyle haramların mubah sayılmasını azaltmak, insanların apaçık şer'i
kaideleri çiğnemesini önlemek gibi iyi maksatlarla mezkür usülû kullanmış ve
daha çok "yemin, talâk" gibi konularda uygulamış olmalarına rağmen zamanla kaide
çığırından çıkmış, haramı helâl saymak, haksız mal iktisâbı vb. maksadlarla
kullanılmaya başlanmıştır. Meselâ zekât kaçırmak için yılın sonuna doğru malın
eş veya oğula hibe edilmesi, bir müddet sonra da geri alınması öğütlenmiş, faizi
alıp verebilmek için çeşitli anlaşmalı ve hileli yollara başvurulmuştur.
Hiyelin marifet sayıldığı yer ve zamanlarda şâfiîler de imamlarından bu konuda
nakillerde bulunmuş, eserler te'lif etmişlerdir. Halbuki İmam Şâfiî hiyele
karşıdır; onun amansız düşmanlarından biridir.
Bize kadar ulaşan "Hiyel ve Mehâric" kitapları iki mezhebin ulemasına aittir:
Hanefîler:
İmam Ebû-Hanîfe ve Ebû-Yûsüf'ün bu konudaki kitapları bize kadar ulaşmamıştır.
Yazdıkları da mevsûk olarak sâbit değildir.
İmam Muhammed'in el-Hiyel ve'l-mehâric'ini iki hanefî fakih rivâyet etmişler,
el-Hâkim eş-Şehîd ihtisâr etmiş, Serahsî de bu muhtesarı şerhetmiştir. el-Hiyel'in
iki ayrı rivâyeti Schacht tarafından el-Mehâric fi'l-hiyel adıyla
neşredilmiştir. (Leipzig, 1930)
el-Hassâf, Ali b. Muhammed en-Nehaî, Saîd b. Alî es-Semerqandî gibi fıkıhçıların
da müstakil "el-Hiyel" kitapları vardır.
Fetâvây-ı Hindiyye, İbn Nüceym'in el-Eşbâh ve'n-nezâir gibi eserlerinde hiyel
için fasıllar açılmıştır.
Şâfiîler:
Muhammed b. 'Abdullah es-Sayrafî (v. 330/941), Muhammed b. Yahyâ "İbn Surâqa"
(v. 411/1020 civarı), Ebû-Hâtim Muhammed b. el-Hasen el-Kazvînî'nin bu konuda
müstakil kitapları vardır.
Şâfiîlerden Gazâlî, İbn Ziyâd gibi âlimler hiyele cephe almışlarsa da İbn Hacer
Fetâvâsında bunlara karşı çıkmış ve tatbikatı hiyelin lehine çevirmiştir. Hîle
usûlüne karşı en büyük reaksiyon Hanbelîlerden İbn Teymiyye ile, talebesi İbn
Kayyim'den gelmiştir. İbn Teymiyye "Kıyâmu'd-delîl alâ butlânı't-tahlîl" isimli
kitabı ile hiyeli reddederken İbn Kayyim İ'lâmu'l-Muvaqqı'în ve İğâsetu'l-Lehfân
isimli kitaplarında bu meseleyi yüzlerce sayfa tartışmış ve şu sonuca
varılmıştır: Hiyel haram ve mübah olmak üzere ikiye ayrılır: Gaye ve çare mübah
ise hiyel mübah, değil ise hiyel haramdır.(37)
37. Bu konu için bak. A. Hasen, age., s. 236-243; A. Emin, Duha'l-İslâm, C. II,
s. 190 vd.; İbn Kayyim, İğasetu'l-lehfân, Mısır, 1310, s. 183-285; İ'lâmu'l-muvakkı'în,
Mısır, 1955, C. III, s. 107-417.
İmam Mâlik'in
ictihadından örnekler:
1- İbn' 'Omer'den, Rasûlullah'ın (s.a.): "Alıcı ve satıcı ayrılmadıkça
muhayyerdirler, ancak muhayyerlik şartıyla yapılan alış-veriş müstesnâ."
buyurduklarını rivâyet ettikten sonra Mâlik şöyle diyor: Bizde bu muhayyerlik
için tayin edilmiş bir müddet ve sınır yoktur, aynı zamanda bunun tatbik
edildiği bir iş de mevcut değildir.
Bu sözleriyle İmam Mâlik, Medîne'de tatbikatı olmadığı için "hıyâru'l-meclis"i
kabul etmemiş, dolayısıyle bu mevzûdaki haberi vâhidle amel etmemiş olduğunu
ifade ediyor.(48)
2- İmam Mâlik, Hz. 'Omer'in: "Kocası kaybolan ve âkıbeti hakkında da bir haber
alınamayan kadın dört yıl bekler, sonra bir de dört ay on gün iddet bekleyip
başkasıyla evlenebilir." dediğini naklettikten sonra şunları kaydetmiştir. Bir
başka erkekle evlenmişse, bu kocası münasebette bulunmuş olsun-olmasın artık
birinci kocasının onunla âlakası kesilmiştir. Fakat evlenmeden önce yetişirse
tabiîdir ki hak sahibi odur... Bana gelen habere göre 'Omer; "Başka yerde
bulunan kocası tarafından boşanmış ve boşanma haberi kendisine ulaşmış bulunan
bir kadın, bilâhere kocasının boşamadan vazgeçtiği haberi kendisine ulaşamadığı
için bir başka erkekle evlenirse, ikinci kocası münâsebette bulunmuş
olsun-olmasın artık birinci kocası hak iddiâ edemez." demiştir. Gerek bu mevzûda
ve gerekse kayıp koca hakkında duyduklarımın en iyisi işte bu haberdir.(49)
İmam Mâlik bu istinbâtında hem sahâbî kavlini alıyor, hem de boşanmış kadın
misâlinde birinci kocanın durumunu, kayıp kocanın durumuna benzeterek bir kıyas
ictihadı yapmış oluyor.
3- "Dinini değiştirenin boynunu vurunuz." hadîsini naklettikten sonra şöyle
diyor: Re'yime göre maksat, İslâm dininden bir başkasına dönenlerdir. Kanaatimce
bu hadîs ile meselâ yahûdîlik ve hristiyanlık gibi dinler arasındaki geçişler
kastedilmemiştir.(50)
Bu örnek bir anlayış (fehm) ictihadıdır.
4- "Bir malın peşin on, veresiye onbeş lira fiatla satışı yapılırsa bu uygun
değildir; çünkü peşin alırsa ilerdeki onbeş lirayı peşin on liraya, veresiye
alırsa şimdiki on lirayı gelecekteki onbeş liraya satın almış olur. Rasûlullah
(s.a.) bir satış muâmelesinde iki satışın yapılmasını yasak etmiştir, bu da
ondan sayılır..."(51) diyen İmam yine bir kıyas ictihadı yapmıştır.
5- Medîne İmâmı, "el-emru 'indenâ..." diyerek başladığı bir söze şöyle devam
ediyor: "Kavun, karpuz, salatalık ve havuç gibi şeylerin, normal bitip yetiştiği
görülünce -tarlada iken- satılması helâl ve caizdir. Mahsûl tükenip, kökenler
kuruyuncaya kadar bütün istihsâl müşteriye aittir. Bunun için muayyen bir vakit
yoktur. Çünkü bunların herbirinin vaktini halk bilir. Bazan mahsûle hastalık
gelir de vakit gelmeden de toplanabilir. Eğer hastalık, mahsûlün üçte birini
götürecek kadar olursa mal sahibine ödenecek bedelden bu miktar tenzil
edilir.(52)
Bu ictihadında da İmâm'ın örf, âdet ve ilerde daha geniş olarak üzerinde
duracağımız maslahat prensiblerine dayandığını görüyoruz.
C- İMAM ŞÂFİÎ'NİN İCTİHAD USÛLÜ:
İctihad usûlünü bizzat kaleme almış başka imamlar varsa da(53) bu mevzûdaki
eseri bize kadar ulaşan ilk imam Şâfi'î'dir (v. 204/819). İhtilâfu'l-hadîs'in
girişinde, Cimâ'u'l-ilm'de ve er-Risâle'nin çeşitli yerlerindeki
açıklamalarından anlaşıldığına göre Şâfiî'yi usûlünü tedvîn etmeye sevkeden
başlıca sebep, yeni teessüs etmekte olan hanefî ve mâlikî mezheblerinin usûl ve
fürû'una nazar edince aynı yolları takip etmesini engelleyen şu hususların
gözüne çarpmış bulunmasıdır:
1- Bu imamların mürsel ve munkatı' hadîslerle amel etmeleri. Şâfi'î'ye göre bu
mürsellerin bir çoğu ya asılsız veya müsnes hadîslere muhâliftir.
2- Birbirine muhâlif gibi görünen nasların uzlaştırma kaidelerinin mazbut
olmayışının bazı ictihad hatalarına sebep olması.
3- Hıyâru'l-meclis, Kulleteyn(54) hadîsleri gibi bazı sahih hadislerin, tâbiûn
âlimlerine ulaşmamış bulunması sebebiyle bunlar amel etmediler diye mezkür
imamlar tarafından da reddedilmesi. Halbuki tâbiûn âlimleri olsun, sahâbe olsun
devamlı araştırmada bulunurlar, sahih bir hadîse raslayınca derhal ona rucû
ederlerdi.
4- Sahâbe fetvâları toplanınca bazılarının, sahih hadislere muhâlif bulunduğunun
ortaya çıkması.
5- Bazı fakihlerin, dinin câiz görmediği re'y ve istihsân ile câiz gördüğü
kıyası birbirine karıştırmaları...(55)
İşte bu sebeplerle, ilgili kitaplarını yazan ve bilhassa usûl hakkındaki
Risâle'sini te'lif eden Şâfi'î bu kitabında Allah'ın beyânını: "Kitâb'ın nasları,
Rasûlullah'ın sünneti ve bunlarda açıkça bulunmayan hükümlerin delâlet yoluyla
ve ictihadla elde edilmesi" şeklinde tesbit etmiş(56) ilâhî beyânın bu üç nevini
genişçe açıkladıktan sonra icmâ, kıyas, ictihad, istihsân ve ihtilâf hakkındaki
görüşlerini açıklamıştır.(57)
Hükmünde istinâd ettiği kaynaklar ile bunlardan istinbat ettiği hükümlerin
değerini şöyle açıklamıştır:
Kitâb ve ihtilâfsız mütevâtir sünnetle hükmolunur; bu hüküm için: "görünüşte ve
gerçekte (zâhir ve bâtında) hak ile hükmettik" deriz.
Üzerinde ittifak edilmeyen ve âhâd yoldan gelen sünnetle hükmolunur; bunun için:
"görünüşte hak ile hükmettik" deriz, fakat "gerçekte..." diyemeyiz, çünkü hadisi
rivâyet eden yanılmış olabilir.
İcmâ ve daha sonra da kıyas ile hükmederiz. Bu, ondan da zayıftır, fakat zarûret
bulunduğu yerde kullanılır, çünkü haber var iken kıyası kullanmak helâl
değildir. Nitekim teyemmüm de, seferde su bulunmayınca temizliği temin eder,
fakat su bulununca teyemmüm bozulur.(58)
Şâfiî'nin usûlü ile alâkalı açıklamalar:
1- Kitabın Anlaşılması:
İmam Şâfi'î, Kitâb ve Sünnetin te'vile muhtaç bulunan kısımlarını doğru te'vil
etmek ve anlamak için şu şartları ileri sürmüştür:
a) Arapça'nın yapılan te'vile müsait bulunması.
b) Kitâb, sünnet veya icmâ kaynaklarında, anlaşılan mânayı takviye eden bir
delilin bulunması.(59)
2- Sünnetin Sıhhatinin Tesbiti:
Şâfiî sünnetin en kuvvetli müdâfilerinden birisi olmakla beraber, onun sıhhatini
garanti edebilmek için bazı şartlar ileri sürmüş ve bu şartlara uygun bir hadîs
bulununca kendi mezhebinin bundan ibâret olduğunu ilân etmiştir:
"Mütevâtir olmayan hadîsin râvisinin sika, doğru, ne dediğini ve hadîsin
mânasını değiştirecek sözleri bilen, hadîsin mânasını tam olarak bilmiyorsa onu
mâna yoluyla değil, asıl lâfızlarıyle rivâyet eden, rivâyetini hıfzetmiş,
kitâbını muhâfaza etmiş, sika râvilere muhalefet ve tedlîsten uzak bir kimse
olması ve hadîsin, ilk kaynağına kadar aynı şartları hâiz râviler tarafından
rivâyet edilmiş bulunması şarttır."(60)
3- Kıyas:
İstihsânı: "Bir delile istinad etmeyen keyfî hüküm" diyerek reddeden Şâfiî, re'y
ictihadını kıyastan ibaret olarak telakki etmiş(61) kıyası da "delâlet yoluyla
ilâhî beyân" çeşitlerinden biri saymıştır.(62)
Ona göre kıyas: Allah ve Rasûlü'nün (s.a.) vazettiği bir hükmün illeti, Kitap ve
sünnetten bir delâlet ile anlaşılır, hakkında nas bulunmayan bir meselenin
illeti de aynı olursa, mansûs hüküm buna da teşmil edilmek suretiyle icra
edilir.(63)
Kıyas iki nevidir:
a) Meselenin illetinin -ki buna Şâfiî "mâna" diyor- mansûs olanın (nass ile
sabit olan hükmün) illeti ile aynı olması... Bu nevi kıyasta ihtilâf olmaz.
b) Ferî' ile asıl arasında benzerlikler bulunması; bu durumda feri (el-fer'u:
hakkında nas bulunmayan mesele) en çok hangi mansûs meseleye benziyorsa, onun
hükmünü alır. İşte bu nevi kıyasta kıyasçılar ihtilâf eder, çeşitli hükümlere
varırlar.(64)
4- Sahâbî Kavli:
Şâfiî, sahâbî kavli ile, hadîse muhâlif olmamak ve aralarında ihtilâf bulunmamak
şartıyle amel eder.(65)
İctihadından örnekler:
1- Hz. Peygamber'in, abdest uzuvlarını, bazan bir, bazan iki, bazı kere de üçer
defa yıkadığını ifade eden hadîsleri rivayet ettikten sonra şöyle diyor: "Bu
hadîsler arasında ihtilâf (çelişme) yoktur; çünkü haram-helâl, emir-nehiy
şeklinde bir karşılaşma değil, mübah cihetinden bir farklılık vardır. Hadîslerin
ifade ettiği hüküm şöyle ifade edilebilir: Abdestte en az bir kere yıkamak
şarttır, abdestin en mükemmeli ise üçer kere yıkanarak alınandır."(66)
2- "Cuma günü yıkanmak vâciptir." hadîsini rivâyet ettikten sonra da şöyle
diyor: Bu hadîste geçen "vâcib" ifadesinin, "başkası câiz değil, ahlâkan
gerekli, temizlik ve pis kokunun izalesi için tercih edilmeli..." gibi mânalara
ihtimâli vardır. Kur'ân-ı Kerîm'in abdesti hadeslere, ğuslü ise cenâbete tahsisi
göz önüne alınırsa bu son mâna en uygun olanıdır. Nitekim Arapça'da biri
diğerine şöyle der: "Mâdem ki sen beni, ihtiyaçlarını tatmin için uygun buldun
senin hakkın bana vâcib oldu."(67)
Bu iki örnekte Şâfiî, yukarda tesbit ettiğimiz usûlüne uygun olarak bir telîf,
tevîl ve anlayış ictihadı yapmıştır.
3- "Annenin çocuğu emzireceği, babanın da onların yiyecek ve giyeceğini temin
etmesi ve süt annesi tutulduğunda babaların emzirme ücretini ödemesi
gerektiği"ni anlatan âyet(68) ile "Hz. Peygamber'in (s.a.), Hind'e, Ebû-Süfyân'ın
malından, kendisiyle çocuğuna yetecek kadarını habersiz olarak alabileceğini"
söylediğini beyân eden hadîsi(69) naklettikten sonra şu mutâlâada bulunuyor:
"Âyet ve hadîs, küçük çocukların emzirilme ve beslenme külfet ve masrafının
babalara ait olduğuna delâlet etmektedir. Çocuk babadan olduğu için, kendi
kendine yeter duruma gelip, babasına ihtiyacı kalmayıncaya kadar baba çocuğuna
bakmaya mecbur kılınmıştır.
Baba servet ve kazancı ile kendini geçindiremeyecek bir duruma gelince, çocuğuna
kıyâsen evlâdının da ona bakması gereklidir. Çünkü çocuk babadandır, kendisinden
meydana geldiği bir şeyi zâyi edemez, nitekim bu çocuk kendi evlâdını da zâyi
edemez, çünkü bunlar da ondandır; ne kadar yukarı çıkarsa çıksın babalar,
aşağıya doğru da bütün çocuklar bu mânada eşittir. Zengin olanın bakması
vazıfesi, muhtaç olanın da bakılmak hakkıdır.(70)
Bu bir kıyas ictihadıdır. Mezhebler arasında ihtilâf mevzûu olan bir başka
kıyâsı da şudur:
4- Rasûlullah, "altın ile altın, hurma ile hurma, buğday ile buğday, arpa ile
arpanın -eşit ölçüde ve peşin olmadıkça- mübâdelesini yasaklamıştır."(71)
hadîsini Şâfiî şöyle yorumluyor:
İnsanların ölçü ile satacak kadar kıymet verdikleri bu yenilen şeylerden
Rasûlullah: a) Eşit miktarlarda da olsa biri veresi diğeri peşin satılması, b)
Peşin satışta birinin diğerinden fazla olması durumlarının hükmünü farklı ve
haram kılınca, aynı mânada olan (aynı illeti taşıyan) diğer şeyler de bunlara
kıyâsen harâmdır. Şöyle ki ben, tartı ile satılan bütün yiyeceklerin ya yenir
veya içilir olma mânasında birleştiklerini gördüm; içilen de yenen mânasınadır.
Çünkü bütün bunlar insanların ya yaşama, ya beslenme şartı veya her ikisidir.
İnsanların bunlara, tartı ile satacak kadar kıymet verip, düşkünlük
gösterdiklerini de gördüm. Tartı, zabıt ve ihâta için ölçüden daha uygundur ve
ölçü mânasınadır. İşte bu -kıyas ettiklerim- bal, tereyağı, zeytinyağı, şeker
gibi yenilen, içilen ve tartı ile satılan şeylerdir.
Şâfiî bu kıyası yaptıktan sonra, sual cevap şeklinde bir münâkaşa açarak,
tartılan şeyleri niçin, mansûs maddeler içindeki gümüş ve altın gibi tartı ile
satılanlara değil de, buğday gibi ölçülenlere kıyas ettiğini, altın ve gümüşün
farklı durumlarını anlatıyor.(72)
Bu içtihâd, önce hükme temel teşkil eden mânanın, yani illetin ortaya
çıkarılması, sonra da bu mânada birleşen diğer maddelerin aynı hükme tâbi
kılınması şeklinde icra edilen ve daha sonraları "tahrîcu'l-menât" ve "tahqîqu'l-menât"
diye isimlendirilecek olan bir kıyas ictihadıdır.
48. Bâcî, age., C. V, s. 55; Kadı 'Iyâd, age., C. I, s. 54; Ebû Zehra, age., s.
300.
49. Bâcî, age., C. I, s. 93-94.
50. Mâlik, el-Muvatta', C. II, s. 132.
51. age, S. II, s. 90; Bâcî, age., C. V, s. 36.
52. Mâlik, age., C. II, s. 66; Bâcî, age., C. IV, s. 217.
53. İbnu'n-Nedîm, el-Fihrist, s. 288; Kevserî, Bülûğu'l-emânî, s. 67.
54. "Kulle": 104 kiloluk bir su kabıdır. Mezkür hadîse göre 208 kg'dan az olan
su renk, koku ve tadı değişmese bile içine necâset karışınca pis sayılır.
55. Şah Veliyullah, Huccetullah, C. I, s. 308-311; a. mlf., el-İnsâf, s. 9-10.
56. er-Risâle, s. 21-22; el-Umm, C. VII, s. 216.
57. er-Risâle, s. 471, 476, 487, 503, 560.
58. Şâfi'î, er-Risâle, s. 512, 599, 600.
59. Şâfi'î, İhtilâfu'l-hadîs, s. 27.
60. Şâfi'î, er-Risâle, s. 370-371.
61. er-Risâle, s. 477.
62. age, s. 21-22.
63. age, s. 512.
64. age, s. 479; Şâfi'î, el-Umm, C. VII, s. 261, 275.
65. Şâh Veliyullah, el-İnsâf, s. 10; Ebû Zehra, eş-Şâfi'î, s. 184.
66. Şâfiî, İhtilâfu'l-hadîs, s. 60.
67. Şâfiî, İhtilâfu'l-hadîs, s. 179.
68. el-Bakara: 11/233.
69. Şevkânî, Neylü'l-evtâr, C. VI, s. 342.
70. Şâfiî, er-Risâle, s. 517-518.
71. Başka rivâyetlerde, bu maddelere ilâveten gümüş ve tuz da zikredilmiştir.
Şevkânî, age., C. V, s. 202.
72. Şâfiî, er-Risâle, s. 523-528.
D- AHMED B.
HANBEL'İN İCTİHAD USÛLÜ:
Dört imam içinde usûl ve fetvalarını yazmaktan en çok çekinen zât Ahmed b.
Hanbel'dir. O yalnız hadîsleri toplayıp ayırmaya önem vermiş, bunu kendisine
gâye edinmiştir. İşte bu sebeple onun da usûlü, talebelerinin toplayarak nakil
ve neşrettikleri fetvâlarıyle, usûlünü ifade eden sözlerinden çıkarılmıştır.(73)
Bu nakillere göre İbn Hanbel, ictihad ve fetvâlarında şu esaslara istinad
etmiştir:
1, 2- Kitâb ve Sünnetin Nasları:
Âyet veya hadîs bulununca artık o, bunlara muhâlif olan hiçbir hüküm ve şahsa
itibar etmez. Nitekim sahâbe reylerinin muhâlif bulunduğu teyemmüm ve iksâl
hadîsi,(74) Fâtıma bt. Qays'ın rivâyet ettiği "kesin olarak boşanmış kadınların
nafaka ve meskenlerine dair" hadîs, müslümanların kâfire vâris olamıyacağını
ifâde eden hadîs gibi nasları almış, muhâlif sahâbe reylerini kabul
etmemiştir.(75)
İbn Hanbel sahih hadîsi, hiçbir rey, amel veya kıyas karşısında terketmez.
Mürsel ve zayıf hadîslere gelince: Bunları da daha kuvvetli bir delil bulunmazsa
kıyâsa tercih eder. Ancak İbn Kayyim'in de dediği gibi onun zamanında hadîs için
"sahih, hasen, zayıf" şeklindeki üçlü taksim yapılmamış, hadîsler umûmiyetle
sahih ve zayıf kısımlarına ayrılmıştır. Bu sebeple İbn Hanbel'in kıyâsa tercih
ettiği zayıf hadîsler, bâtıl ve münker olmayan, hasen nev'inden hadîslerdir.(76)
3- Sahâbe Re'yi:
İmamın üçüncü mesnedi, muhâlefetsiz sahâbe reyidir; yani sahabenin hadis
zikretmeden açıkladığı bir dinî hükmüdür. Buna da hiçbir rey, kıyas ve ameli
tercih etmez. Ona göre aynı mevzûda muhâlif bir reyin bulunduğu bilinmeyen
sahâbe kavli "icmâ"dır. Fakat o buna icmâ demez ve "muhâlif bir reyin
bulunduğunu bilmemek" ile "muhâlif bir reyin yokluğu" iddiâsına dayanan icmâı
birbirinden ayırarak birincisini mümkün görmekle beraber ikincisinin gerçekleşme
bilgisini ulaşılamaz bulur. İmam'a göre "yokluğun bilinmemesi, gerçekte yok
oluşun kesin bilgisi değildir."(77)
Şâyet sahâbe reyleri arasında ihtilâf varsa ya Kitâb ve sünnete yakınlık
nisbetine göre bunlardan birini tercih eder veya bu tercihini yapmazsa sâdece
görüşleri nakleder.
4- Tâbiûn Fetvâsı:
Sahâbe ve sahâbî kavlini de bulamazsa, büyük tâbiîlerin reylerini kendi reyine
tercih eder.
5- Kıyâs:
Nihâyet mesele hakkında nas, sahâbe kavli, zayıf ve mürsel eser gibi deliller
bulamazsa zarûrî olarak kıyasa mürâcaat eder.(78)
6- İstishâb:
İbn Hanbel'e nisbet edilen bir delil de istishâbdır. "Evvelce var olanı isbât,
önceden yok olanı da nefiy" mânası verilen bu delili meselâ bazı hanefîler "ibkâ
ve isbatta değil de defi'de hüccet" olarak kullanırken İbn Hanbel, her iki
durumda da delil olarak kullanmaktadır.(79)
Bu delîlin, rey ve kıyas ictihadıyle sıkı bir alâkası vardır. Şöyle ki zâhiriyye
gibi kıyâsı tamamen inkâr eden veya İbn Hanbel gibi çok az kullanan zevât,
nasların temâsı dışında kalan mesâili -kıyas yapacak yerde- istishâba terkederek:
"Allah'ın haram kıldığı haram, helâl kıldığı helâl, bunların dışında kalanlar
ise istishâben mubâhtır" diyor ve mezkür delîlin sâhasını anormal bir şekilde
genişletmiş oluyorlar.(80)
73. Ebû Ya'lâ, Tabakâtu'l-hanâbile, C. I, s. 6-7; İbn Kayyim, İ'lâm, C. I, s.
28.
74. İnzâl vâki olmadan, yarıda bırakılan cinsî münasebet dolayısıyle boy
abdestinin alınması gerektiğini bildiren Âişe hadîsi.
75. İbn Kayyim, age., C. I, s. 29.
76. age, C. I, s. 31.
77. age, C. I, s. 30; Ebû Zehrâ, İbn Hanbel, s. 276.
78. İbn Kayyim, age., C. I, s. 32; Ebû Ya'lâ, age., C. I, s. 6.
79. İbn Kayyim, age., C. I, s. 339.
80. Ebû-Zehra, age., s. 295.
III-
MÜCTEHİD İMAMLAR ve MASLAHAT PRENSİBİ
Şer'î hükümlerin maslahat (kullar için celb-i menfaat ve def-i mazarrat, fayda)
hikmetine bağlı bulunduğunda ittifak halinde olan dört mezheb imâmı,
ictihadlarında bazan başka isimlerle aynı şeyi kastederek(81) bu prensibe geniş
bir yer vermişlerdir. Nas bulunmayan yerlerde gerektiğinde meşrû maslahatlara
göre hüküm verdikleri gibi, zaman zaman da lâfza değil, rûh ve mânaya veya Kitâb
ve sünnetin umûmi kaidelerine dayanarak bazı nasların elfâzını (lafza dayalı
anlayış v ehükmü) aşmışlardır. Şüphesiz bu davranış, nassın hükmünün mesnedi
olan "illet"in değişmesiyle hükmün de değişmesi esasına bağlı bulunduğu için
nassa muhâlefet şeklinde değerlendirilemez. Şunu da kaydetmek gerekir ki
müctehidlerin mesâlihe göre hüküm verdikleri sâha, illetlerinin akıl ile
anlaşılması mümkün olmayan ibâdetler sâhası değil, kulların mesâlihine riâyet
için vazedilmiş bulunan muâmelât sâhasıdır.(82) Dört mezheb imâmını,
ictihadlarında maslahat prensibine verdikleri yer açısından teker teker ele
alacak olursak mevzuû şu netîcelere bağlamak mümkündür:
A- EBÛ HANİFE:
Bu imâma izâfe edilen istihsân delîlinin, daha kuvvetli delîl veya maslahat ve
zarûret karşısında kıyası terketmekten ibâret olduğunu hatırlamamız
gerekecektir.
Ebû-Hanîfe'nin riâyet ettiği bir başka prensip de nassın bulunmadığı ve
menetmediği yerlerde halkın örf, âdet ve teâmülüne göre hüküm vermektir ki bu da
mashalata râci olmaktadır.(83)
Maslahat prensibine bağlı hükümlerden örnekler:
1- Davasının propagandasını yapan dinsiz (zındık) yakalandıktan sonra tevbe
ederse kabul olunmaz, önce tevbe ederse kabul edilir.(84)
Bu örnekte -dış görünüşü itibâriyle- bir kâfir tevbe etmiştir, bu tevbenin
kabûlü gerekir, fakat bunun can korkusuyla olması ihtimâli samîmiyyetini
gölgelediği için, zararını defi' maksadıyle kabul edilmemesi tercih edilmiştir.
2- Teslim zamanı tayin edilmeksizin yapılan istısnâ akdi (bir zanâatkâra bir
işin sipârişi) câizdir. İnsanlar istedikleri şeyi, zanâatkârların nezdinde daima
hazır bulamazlar, pazarlık yapıp sipâriş ederler. Bu ortada hazır ve mevcut
olmayan bir şeyin satışıdır ve Rasûlullah (s.a.) bu türlü satışı yasaklamıştır.
Fakat insanların istısnâ akdini âdet haline getirmiş olmaları ve buna muhtaç
bulunmaları bunun, istihsân yoluyla caiz olmasını gerektirir.(85)
3- Bir kimse "Bütün malım sadakadır" dese bu söz, zekâta tâbi mallarına mahsûs
olur. Çünkü bütün malına şâmil olsa kendisinin dilenci hâline düşmesi gerekir
ki, bu "sadaka müessesesinin" rûhuna aykırıdır.(86)
4- Zanâatkârlar nezdinde zâyi olan eşyânın ödettirilmesi hükmünü benimserken de
Ebû-Hanîfe yine maslahat prensibine riâyet etmiştir.(87)
81. Karâfi, Şerhu't-Tenkîh, s. 170, 171, 199.
82. Şâtıbî, el-İ'tisâm, C. II, s. 133. İslâm Hukuku'nda maslahat prensibinin
yeri ve değerini eskiler içinde en iyi işleyen usûlcü İbrâhîmu'ş-Şâtibî'dir (v.
790/1388). Bak. el-Muvâfakât, C. II, s. 5-414. Yeniler içinde iki tez şâyân-ı
dikkattir: M. Mustafâ Şelebî, Ta'lîlu'l-ahkâm...; Sâ'îd Ramazânu'l-Butî,
Davâbitu'l-maslaha... Bu iki tez basılmıştır ve kaynaklarımız arasındadır. Bu
konuda yapılan en yeni çalışma ise İbrahim Boynukalın'ın 1999'da bitirdiği
doktora tezidir.
83. el-Mekkî, Menâkıb, C. I, s. 82.
84. İbn Âbidîn, Raddu'l-muhtâr, C. III, s. 322-323.
85. Kâsânî, Bedayiu's-sanâi', C. V, s. 2-3.
86. Serahsî, el-Mebsût, C. XII, s. 93.
87. age, C. XV, s. 161.
B- İMAM MÂLİK:
Dînin açıkça red veya kabul kabul ettiği maslahatların dışında kalmakla beraber
muteber maslahatlara yakın bulunan "el-mesâlihu'l-mürsele"yi bir delil olarak
kabul eden İmam Mâlik, muteber olduğuna şer'î delâlet bulunan mesâlihi
evleviyetle kabul ve tatbik etmektedir. Qarâfî'nin, misaller vererek yaptığı
açıklamaya göre el-mesâlihu'l-mürsele de istihsan gibi yalnız bir imama mahsus
değildir. Kıyasta, illetin tahrîcinde (tahrîcu'l-menât) "münâsebet" metodunu
kullanan bütün fuqahâ, mâlikîlerin mezkûr maslahat ile kastettikleri esası
tatbik etmektedir.(88)
İmam Mâlik'in de bu nevi ictihadı tatbik ettiği sâha ibâdet değil
muâmelâttır.(89)
Örnekler:
1- Maznûnun tevkifi câizdir. Buna dair bir nas yoksa da, zanâatkârların zayi
ettikleri müşteri malını ödemeleri gibi bu da zarûrîdir. Aksi halde şahid
bulunmadığı zaman, maznun itiraf da etmezse adâlet tevzîi mümkün olmaz.(90)
2- Hileli mal satmak, haram mal almak gibi fiilleri işleyenlere bu malların
imhası veya tasadduku gibi mâlî cezalar vermek câizdir. Bu mevzûda da nas
yoktur, fakat âmme menfaatı için husûsî menfaatin fedâ edilmesi dinin rûhuna
uygundur.(91)
3- Toplu olarak bir kimseyi öldürenlerin hepsine kısas yapılır. Bunu nas ifade
etmemiş olmakla beraber, kısasın terkinde, hem masûm bir kanın ve canın haksız
olarak heder edilmesi, hem de insanları toplu halde katle teşvik vardır. Bu
hükümde İmam Şâfi'î de Mâlik'e iştirak etmektedir.(92)
88. Karâfî, age., s. 170-171; Şâtıbî, el-İ'tisâm, C. II, s. 111 vd. Burada geçen
"münâsebet", kıyasta asıl ile fer'i aynı hükümde birleştiren vasıf (illet) ile
alâkalıdır. Bu vasıf ile hikmet ve maslahat arasındaki ilişkiye münasebet denir.
Bu ilişki, ya nassın şehâdeti (doğrudan delâleti) ile yahut da onun cins ve
nev'ine girmek sûretiyle ne kadar güçlü olursa kıyas da o kadar kuvvetli olur.
Kısımları ve örnekleri için bak. Şâtıbî, age., C. II, s. 113.
89. Şâtıbî, age., C. II, s. 129.
90. age, C. II, s. 120.
91. age, C. II, s. 124.
92. age, C. II, s. 125.
C- İMAM ŞÂFİ'Î:
Kitap ve Sünnetin açıkça temas etmediği sâhalarda, bu iki kaynağın delâletiyle
yapılan bütün istinbatlara kıyas adını veren ve ictihadla kıyası bir tutan İmam
Şâfi'î, aşağıda vereceğimiz bazı ictihad örnekleriyle mensuplarının
beyanlarından anlaşıldığına göre(93) başka bir isim vermeden maslahatı da delil
olarak kullanmıştır.
Örnekler:
1- Bir kimse aleyhinde şâhidlik ederek onun kısas edilmesine veya dövülüp
yaralanmasına sebep olan kimseler, sonradan yalancı şâhidlik ettiklerini beyan
etseler kendilerine şu cezalar tatbik edilir:
a) Kısasta: Ya kendilerinin de kısas edilmesi veya diyeti ödemeleri şeklindeki
iki cezadan birini tercihte muhayyer bırakılırlar.
b) Kısas dışında ta'zir ve tazminat cezaları verilir.(94)
2- Keza yalancı şâhidlikle bir kimsenin eşini üç talâk ile boşadığını iddiâ
ederek hâkimin eşleri ayırmasına sebep olanların yalancılıkları anlaşılınca,
mağdûra eşinin "mehr-i misli"ni vermeye mecbur kılınırlar.(95)
3- Toplu olarak birkaç kişinin bir kimseyi öldürmesi hâlinde hepsinin kısas
olunacakları hükmüne İmam Şâfi'î'nin de iştiraki yukarda zikredilmişti.
93. Sa'îd Ramazân, Davâbitu'l-maslaha, s. 370-375.
94. Şâfi'î, el-Umm, C. VII, s. 50.
95. age, a.y.
D- İMAM AHMED B. HANBEL:
Bu imamın da istıslâh karşısındaki durumu İmam Şâfi'î'ninkine benzemektedir.
Zarûret halinde yani âsâr bulunmayınca başvurduğu kıyas içinde maslahat ile
hüküm de vardır.
Birkaç örnek:
1- İbn Hanbel'e, kozayı keserek ipeği zâyi etmesini önlemek maksadiyle koza
içinde böceği öldürmek için güneşe sermeğe ne dersin diye sorulduğu zaman şu
cevabı vermiştir: "Başka çareleri yoksa ve bununla böceğe işkence etmeyi
kasdetmiyorlarsa beis yoktur, yapabilirler."(96)
2- Muhannes (kadınlığa özenen ahlâksız erkek) sürgün edilir. Onu devlet başkanı,
ehâlisinden emin bulunduğu bir şehre sürer, eğer böyle bir yer yoksa hapseder.
Çünkü böyle bir kimse ahlâksızlık ve fesad kaynağıdır.(97)
3- Sahâbe aleyhinde atıp-tutan, fenâ söz söyleyen kimseleri devlet başkanı
cezalandırır, böylelerini affedemez, vazgeçmesini teklif eder, vazgeçmedikleri
müddetçe de cezaya devam eder.(98)
4- Birbirini cinsî bakımdan tatmin eden kadınlar te'dîb ve tecziye
edilirler.(99)
Bütün bu örneklerdeki müşterek vasıf, haklarında husûsî nas bulunmadığı halde
hükümlerin mesâlih prensibine bağlı bulunmasıdır.
Netîce:
Sahâbe ve tâbiûn devri müctehidlerinde gördüğümüz gibi mezheb imamları da
nasların lâfızları yanında rûh ve maksatlarını da nazar-ı itibâre almış, hüküm
ve fetvalarını böyle bir anlayışa istinad ettirerek Şâri'in maksadının
tahakkukunu te'mine gayret etmişlerdir.
IV- İCTİHAD ve TAKLİD
KARŞISINDA DÖRT İMAM
IV- MEZHEB İMAMLARININ İCTİHAD VE TAKLİD HAKKINDAKİ GÖRÜŞ VE DAVRANIŞLARI:
Bundan önceki bölümlerde ashâb ve tâbiûn neslinin, ictihad ile alâkalı görüş ve
davranışlarını tesbit etmiştik.
Müctehid imamlar devrinde, bugünkü mânada amelî mezhebler teşekkül etmediği
gibi, müctehidler ve tâbileri, aşılmaz duvarlarla yekdiğeri arasına sed
çekmemişlerdi.
Ebû-Hanife ile Mâlik'in sohbet ve tartışmaları, Mâlik ile el-Leys'in
yazışmaları, Şâfi'î'nin, Mâlik ve Muhammed'e, Muhammed'in Mâlik'e, İbn Hanbel'in
Şâfi'î'ye talebelik etmeleri, "mezheblerden rucû ve intikal" örnekleri
gösteriyor ki bir ilim âilesi teşkil eden bu zevât, imkân buldukça yekdiğerinden
istifade etmiş, doğruluğuna kanâat getirince rey ve delillerini değiştirmiş, hep
beraber hakkın ızhârına, ilmin tekâmülüne gayret sarfetmişlerdir.(100)
Müctehidler, dînin cemiyet hayatındaki te'sir ve bekasının temel şartı bulunan
ictihad müessesesinin zâyi olmamasına, Allah ve Rasûlünün (a.s.) yerine
müctehidleri, Kitâp ve Sünnet yerine de imamların söylediklerini koymaya varan
kör taklidin yerleşmemesine çalışmışlardır. Nitekim Abbâsî halifelerinden Mansûr
ve Raşîd, İmam Mâlik'e, "el-Muvatta'"ın nüshalarını çoğaltarak ülkeye dağıtmayı
ve bu kitaptaki hükümleri kanunlaştırıp ümmeti mûcibiyle amele icbâr etmeyi
teklif ettikleri zaman Mâlik şu cevabı vermiştir: "Âlimlerin ihtilâfı bu ümmet
için rahmettir. Herkes kendine göre doğru olana uymuştur, hepsi doğru yoldadır
ve Allah'ın rızasını istemektedirler."(101)
'Abdullah b. Muqaffa' (v. 142/795), halîfe Mansûr'a sunduğu bir arîzada,
muhtelif yerlerdeki kadıların, aynı mevzûda verdikleri birbirine zıt hükümlerden
bahsederek bundan şikâyet etmiş, bütün sünnet ve reylerin bir kitapta
toplanmasını ve bunlardan halîfenin tasdîkına ıktirân edenlerin kanun hâlinde
bütün kadılar tarafından tatbik edilmesini istemişti.(102) Müctehid imamların
bahis mevzûu tutum ve davranışlarından olmalıdır ki bu taleb de
gerçekleşmemiştir.
Müctehid imamlar da ilk iki nesilden üstadları gibi, naslara müstenid hükümler
ile ictihad ve kıyas mahsûlü hükümleri birbirinden titizlikle ayırmış, ikinci
nevi hükümleri Allah ve Rasulü'ne (s.a.) isnâd etmedikleri gibi bunlar için
helâl ve haram tabirlerini de kullanmamışlardır. Umûmiyetle harama benzeyenler
için "Leyse fihi hayr, lâ yenbağî, mekrûh", helâle benzeyenler için de "nerâ
hâzâ hasenen, ahabbu ileyye, fîhi hayr" gibi yumuşak tabirler kullanmayı tercih
etmişlerdir.(103)
Dört mezheb imâmının, sırayla arzedeceğimiz davranış ve sözleri daima ictihadı
teşvîk ve taklîdi önleme hedefine yönelmiştir.
A- EBÛ HANİFE:
İctihadlarını, yetişkin talebesiyle istişare ederek yürüten Ebû-Hanîfe bazı kere
onlarla, bir mesele üzerinde günlerce münakaşa eder, bütün şûrâ üyelerinin fikir
ve reylerini aldıktan sonra hükmün bir tarafa kaydedilmesini isterdi.(104)
Şu sözler onun ictihada verdiği önem ile taklîd karşısındaki menfî tavrını
açıkça ifade etmektedir: "Nereden söylediğimizi (hükmümüzün delil ve kaynağını)
tetkîk edip bilmeden bizim reyimizle fetvâ vermek hiçbir kimse için helâl
değildir."(105)
"Be benim reyimdir ve elde edebildiğim reylerin en iyisidir. Bundan daha iyisini
bulan olursa onu kabul ederiz."(106)
B- İMAM MÂLİK
Şu ifade, diğer bazı âlimler yanında bilhassa İmam Mâlik'ten nakledilmiştir: "Rasûlullah
(s.a.) müstesnâ herkesin sözü kabul ve reddedilebilir."(107)
Şu sözler de onundur: "Kendi imâmını taklîd yüzünden sahâbe kavlini terkeden
kimseye tevbe teklif edilir."(108)
"Ben bir beşerim; hata da ederim isabet de. Re'y ve ictihadımı inceleyin; kitâb
ve sünnete uyan her sözümü alın, onlara uymayan bütün sözlerimi de terkedin."(109)
C- İMAM ŞÂFİ'Î:
İctihadında istişâreye, devamlı delil ve bilhassa hadîs talebine önem veren
müctehidlerden biri de İmam Şâfiî'dir. Bu zâtın, zikri geçen iki medresenin ilmî
mahsûlünü elde etmek için hem Mâlik, hem de Muhammed b. Hasen'e talebelik
ettiğini biliyoruz. O da, Ebû-Hanîfe gibi, talebesi arasında yetişkin veya belli
bir branşta mütehassıs olanların rey ve bilgilerini sorar, onlardan faydalanmaya
çalışırdı. Ahmed b. Hanbel'e: "Siz hadîs ve râvilerini daha iyi biliyorsunuz;
sahih bir hadîse raslayınca, Kûfe menşeli olsun, Şam'lı olsun bana bildirin ki
ona göre re'yimi tashîh edeyim." demesi O'nun ilim anlayışını ve insâfını
göstermektedir.(110)
Iraklılar ile yaptığı bir ilmî münakaşadan sonra talebesi İbn Hanbel'e: "Bugün
Iraklılar ile filân mes'eleyi münakaşa ettik; bu mevzûda bildiğim bir hadîs
olsaydı..." demiş, İmam Ahmed bu mevzûda ona üç hadîs rivayet edince: "Allah
seni hayırla mükâfatlandırsın!" diye duâ etmiştir.(111)
İctihad-taklîd mevzûundaki sözleri:
"Delilsiz ve hüccetsiz olarak bilgi toplayan kimse gece karanlığında odun
toplayana benzer; topladığı bir arkalık odunu yüklenirken bunun içinde kendisini
sokacak bir yılanın bulunduğunu bilmez."(112)
Kıblenin hangi yönde olduğunu kestiren bir kimsenin bir başkasını taklîd etmesi
nasıl uygun olmazsa, mükellefin dîninde, muâsırı olan bir kimseyi taklîd etmesi
de öyle uygun değildir.113)
Onun yetiştirdiği müctehidlerden Müzenî (v. 264/877), "Muhtasar"ına şu
satırlarla başlamaktadır: "Bu kitabı Şâfiî'nin ilminden özetledim. Maksadım
öğrenmek isteyenlere kolaylık temin etmektir. Ancak şunu haber vereyim ki Şâfiî,
herkesin kendi din hayâtının bizzat şûuruna varması ve tehlikeden korunması
için, gerek kendini ve gerekse diğer müctehidleri taklîd etmeyi
yasaklamıştır."(114)
"Sahîh hadîs bulununca benim mezhebim odur."(115)
Diğerleri gibi bilhassa bu son sözüyle Şâfiî müslümanlara devamlı olarak
ictihadın ve ilmî araştırmanın yollarını açmakta, mezheb taassubu nâmına Kitâb
ve sünnete sırt çevirmeyi menetmektedir.
D- AHMED B. HANBEL:
"Evzâî'nin re'yi, Mâlik'in re'yi, Ebû-Hanîfe'nin re'yi... bunların hepsi re'ydir
ve bana göre farksızdır. Hüccet ve delîl olma sıfatı yalnız "âsâr"a
aittir."(116) ifadesinin sahibi olan bu müctehide göre, delîlini incelemeden
hiçbir müctehidin söz ve re'yine uyulmaz. Eğer delîli sahih ve sağlam ise buna
müstenid fetvâ ve hükmü kabul edilir ki buna taklîd değil, "ittibâ" denir.(117)
O, bu sözlerini, bir başka ifadesiyle şöyle takviye etmektedir: "Ne beni, ne
Mâlik'i, ne Sevrî'yi ve ne de Evzâî'yi takdîd et; hüküm ve bilgiyi onların
aldığı kaynaklardan al."(118)
"Dînini hiçbir müctehide ısmarlama, Hz. Peygamber ve ashâbından geleni al, sonra
tâbiûn gelir ki kişi bunlarda muhayyerdir."(119)
Buraya kadar nakleddiğimiz davranış ve sözlerde görülen umûmî manzara şudur:
İslâmî ilimleri talim ve teallüm için muayyen müctehidlerin etrafındaki
kümeleşmeler, bazı âlimlerin şöhreti ve devlet ricâlinin bunlara gösterdiği
alâka gibi âmillerin tesiriyle taklîd ve mezheb taassubunun doğacağını sezen
müctehid imamlar, gerek davranış ve gerekse sözleriyle bunları önlemeye
çalışmış; tefekkür, ana kaynaklar ile devamlı temas, cemiyetin günlük dert ve
problemlerini tatmin imkânının tek yolu olan ictihad faaliyetlerinin
duraklamadan devam etmesini temine çalışmışlardır.
96. İbnu'l-Cevzî, Menâkıb, s. 65.
97. İbn Kayyim, age., C. IV, s. 377.
98. age, C. IV, s. 378.
99. age, a.y.
100. Füllânî, İkazu'l-himem, s. 140-142; Şâh Veliyyullah, Huccetullah, C. I, s.
308.
101. Süyûtî, Cezîlu'l-mevâhib, vr. 48 b-51 a; A. Emin, Duha'l-İslâm, C. II, s.
174.
102. Kürd Ali, age., 126; A. Zeki Safvet, Cemhera, C. III, s. 37.
103. Muhammed b. el-Hasen, el-Hucec, vr. 104 b; ay. mlf., el-Âsâr, s. 132;
Şâfi'î, el-Umm, C. VII, s. 321; Taberî, İhtilâfu'l-fukahâ, s. 71, 72, 120, 122;
İbn Abdilberr, age., C. II, s. 146; İbnu Kayyim, age., C. I, s. 40-43.
104. Kevserî, Nasbu'r-râye (Takdime), C. I, s. 38. ay. mlf., Te'nîb, s. 152; ay.
mlf., Husnü't-tekâdî, s. 12-13; el-Mekkî, Menâkıb, C. II, s. 133.
105. Füllânî, age., s. 72.
106. Ebu'l-Me'âlî, Gâyetu'l-emânî, C. I, s. 55.
107. Şâh Veliyyullah, el-İnsâf, s. 49. ('Ikdu'l-cîd).
108. İbn Kayyim, age., C. II, s. 182; Ebu'l-Me'âlî, age., C. I, s. 55.
109. Füllânî, age., s. 102.
110. Ebû-Ya'lâ, age., C. II, s. 6.
111. age, a.t.
112. İbn Kayyim, İ'lâm, C. II, s. 181.
113. Şâfi'î, er-Risâle, s. 489; ay. mlf., el-Umm, C. VII, s. 85. Burada "muâsırı
olan" kaydı anladığıma göre sahâbe ve tâbiûnu istisnâ için konmuştur. Çünkü
Şâfi'î bu iki nesilden sonra gelmişti, sahâbe ve tâbiûn O'nun muâsırları
olmadığına göre bunların taklidi câiz olmaktadır. Ancak onlar da şahsî
görüşlerinden dolayı değil, Rasûlullah (s.a.) dan nâkıl olmaları itibâriyle
taklid olunurlar.
114. Müzenî, Muhtasar (Giriş); İbn Kayyim, age., C. II, s. 181.
115. Füllânî, age., s. 147.
116. İbn Abdilber, age., C. II, s. 149.
117. İbn Kayyim, age., C. II, s. 178, 182.
118. age, C. II, s. 182; Füllânî, age., s. 155.
119. İbn Kayyim, age., C. II, s. 181.
V- TALEBE VE ESERLERİ:
A- EBÛ-HANİFE:
1- Talebesi:
a) Ebû-Yûsuf:
Ya'qûb b. İbrâhîm el-Ensârî; Irak bölgesinin fakîhi,(120) 113/731 yılında
Kûfe'de doğdu, önce hadîs okudu ve "hadîs hâfızı" oldu, sonra Ebû-Hanîfe'nin
talebeleri arasına katıldı, onun usûlünü benimseyerek "mutlak müctehid" pâyesine
ulaştı ve Harun Raşîd'in baş kadısı (gadı'l-qudât) oldu,(121) (182/798) de vefat
etti. (Eserleri ayrıca zikredilecektir.)
b) Muhammed:
Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî (v. 189/805); Kûfe'de yetişti, sonra Bağdad'a
geçti, Rakka kadısı oldu, Harun Raşîd ile berâber gittiği Rey'de vefat etti.
Aynı gün Kisâî de vefat etmişti; Halîfe: "Bugün Rey'de Arapça ve fıkıh
defnedildi" diyerek kaybın büyüklüğünü ifade etti. Ebû-Hanîfe'nin vefatında 18
yaşlarında olan Muhammed daha çok Ebû-Yûsuf'tan okumuş ve daha hocası hayatta
iken kendisi de üstad olmuştur.(122) İmam Şâfi'î "kendisinden çok istifade
ettiğini ve ondan aldığı bilgi ile bir deve yükü kitap yazdığını" ifade
etmiştir.(123)
İmam Muhammed de İmam Mâlik'ten üç yıl kadar okuyarak istifade etmiştir.
c) Züfer:
Züfer b. el-Hüzeyl (v. 158/775); Kûfelidir, o da önce hadîsçi iken Ebû-Hanîfe'ye
talebe olduktan sonra reyci olmuş, hatta talebenin bu konuda en başarılısı
sayılmıştır.
Kendini ilim ve ibâdete vermiş, dünyalık ile meşgul olmamıştır.(124)
d) İbn Ziyâd:
el-Hasen b. Ziyâd el-Lu'luî (v. 204/819). Önce Ebû-Hanîfe, sonra da iki büyük
talebesinden ders görmüştür; ancak üstadlarının derecesine gelememiştir.(125)
120. ez-Zehebî, Tezkiratu'l-huffâz, Haydarâbad, 1957, C. I, s. 292.
121. İslâm tarihinde bu lâkap ve rütbe ile anılan ilk fakih Ebû Yûsüf'tür. İbn
el-İmâd, Şezerâtu'z-zeheb, C. I, s. 298, 300.
122. İbnu'l-İmâd, age., s. 321.
123. İbn en-Nedîm, el-Fihrist, s. 295.
124. Taşköprülüzâde, Mevzûâtu'l-ulûm, İst. 1313, C. I, s. 708-710.
125. Geniş bilgi ve diğer talebeleri için bak. el-Kerderî el-Bezzâz, Menâkıb, C.
II, s. 117-224.
2- Kitaplar:
Ebû-Hanîfe'nin akaid ve kelâm ile alâkalı kitapları bize kadar intikal etmiş ise
de fıkıh mevzûunda bilinen bir eseri yoktur.
Kendisine nisbet edilen Müsnedler talebe ve tâbîleri tarafından tedvîn
edilmiştir.(126)
İbnu'n-Nedîm Ebû-Yûsuf'e ait birçok kitap ismi veriyorsa da bugün elimizde onun
ancak iki kitabı vardır:
a) el-Harâc:
Harun Raşîd için yazılmıştır. Siyâset, idâre, mâliye gibi amme hukuku konularını
işlemektedir. Bir çok dillere çevrilmiş ve neşredilmiştir.
b) İhtilâfu-Ebî-Hanîfe ve-bni-Ebî-Leylâ:
(148/765) tarihinde vefat eden, Ebû-Hanîfe'nin muâsırı ve hemşehrisi İbn Ebî-Leylâ
ile İmam arasındaki ihtilâflı noktaları bahis mevzuu ettiği bu kitapta Ebû-Yûsuf
kendi re'yini de ifade etmiştir. Bu eseri Şâfiî, el-Umm'de nakletmiş, ayrıca da
neşredilmiştir.(127)
İmam Muhammed hem daha velûddur, hem de zamanımıza kitaplarından çoğu intikal
etmiştir. Bu sebeple kendisi "hanefî mezhebinin nâkili" olarak da şöhret
kazanmıştır.
Başlıca eserleri:
a) el-Asl yahut el-Mebsût: Kendisinden birçok talebesi nakletmiştir. Muhammed,
el-Asl'da, Ebû-Hanîfe ve Ebû-Yûsuf'ün fürû'a dair reylerini naklettikten sonra
kendi görüşünü de ilâve ediyor; her meselede delil vermiyor.
Kitap yazma olarak kütüphânelerde bulunmaktadır.(128)
b) el-Câmi'u's-Sağîr:
Bu eserde bin beşyüz iki mesele vardır; bunlardan yüz yetmiş meselede ihtilâfa
yer verilmiş, sadece iki meselede kıyas ve istihsan zikredilmiştir. Başkaları
tarafından tertîbe konan bu kitap matbûdur.
c) el-Câmi'u'l-kebir:
Açıklama ve tahlillere yer verdiği için bu kitap üslûb bakımından el-Asl'dan
farklıdır, birçok âlim tarafından şerhedilmiştir ve matbûdur.
d) es-Siyeru's-sağîr ve es-Siyeru'l-kebîr:
Devletler umûmî hukuku ile alâkalı bulunan bu eserlerden ikincisi es-Serahsî
tarafından şerhedilmiş ve Hindistan'da dört cilt, Kâhire'de beş cilt halinde
basılmıştır. Türkçe ve Fransızca tercümesi de matbûdur.
e) ez-Ziyâdât ve Ziyâdetü'z-ziyâdât:
el-Câmi'u'l-kebir'de eksik olan meseleleri ihtiva eder.
Buraya kadar zikredilen eserlere "zâhiru'r-rivâye" denir; çünkü bunlar İmam
Muhammed'den tevâtür veya şöhret yoluyla nakil ve rivayet edilmiştir. Zâhiru'r-rivâye
kitapları el-Hâkim eş-Şehîd Muhammed b. Muhammed el-Merzevî (v. 334/945)
tarafından kısaltılarak bir araya getirilmiş (el-Kâfî) ve es-Serahsî tarafından
otuz cilt halinde şerhedilmiştir (el-Mebsût). Metin ve şerh matbûdur.
İmam Muhammed'in rivayet yolu bu kadar sağlam olmayan kitaplarına da "nâdiru'r-rivâye"
denir: er-Rakkıyyât (Rakka kadısı iken kendisine gelen mesâil), el-Keysâniyyât
(el-Keysânî rivayeti), el-Curcâniyyât, el-Hârûniyyât, el-Hıyel ve'l-mehâric
bunlar arasındadır.
Daha çok hadîs rivayetine yer verdiği iki eseri el-Muvatta' ile el-Âsâr'dır. Her
ikisi de matbûdur. Muvatta'ı İmam Mâlik'ten rivâyet eden Muhammed, kendi
ictihadlarını da verdiği için fıkıh bakımından faydalı bir eser vücûda
getirmiştir.
İmam'ın bunlardan başka eserleri de vardır.(129) Hanefî mezhebinin ilk kaynak
kitapları arasında şunları da zikredebiliriz:
a) Ahmed b. Ömer el-Hassâf eş-Şeybânî (v. 261/875), Ahkâmu'l-vakf, Edebu'l-qâdî,
el-Hiyel, en-Nafakât (üçü de matbû).
b) Ebû-Ca'fer Ahmed b. Muhammed et-Tahâvî (v. 229/844) Şerhu-Me'ânî'l-âsâr, eş-Şurûtu'l-kebîr
ve's-Sağîr ve'l-evsat.(130) el-Muhtesar (matbû'), Müşkilu'l-âsâr.
Üçüncü asırdan sonraki fukahâ ve eserleri daha sonra zikredilecektir.
126. A. Hasan Abdulkadir, age., s. 228 vd.
127. el-Efgânî neşri, Mısır, 1357. Aynı nâşir, yine el-Umm'ün naklinden
faydalanarak Ebû Yûsüf'ün el-Evzâî Siyer'ine reddiyesini de neşretmiştir.
128. Bu ve emsâli kitapların dünya kütüphânelerindeki bilinen nüshaları için
Brockelmann'ın GAL'ına ve Fuad Sezgin'in GAS'ına bakınız. (Arap Edebiyatı
Tarihi, Almanca neşredilmiş ve kısmen arapçaya çevrilmiştir.)
129. İbn en-Nedim, age., s. 287-288.
130. Dr. Rûhî Özcan tarafından "el-Hâvî fî Şurutı't-Tahâvî" adıyle bir master
çalışmasına konu olmuştur.
B- ŞAFİ'Î:
1- Talebesi:
İmam Şâfi'î çok seyahat etmiş, gittiği yerlerdeki bilginlerden faydalanmış,
kendisinden de oradakiler istifade etmişlerdir. Uzun zaman Irak ve Mısır'da
kaldığı için bu iki bölgede daha çok talebesi olmuştur. Talebesinin bir kısmı
zamanla "müstakil mutlak müctehid" olmuş, bir kısmı ise ona bağlılığını devam
ettirmiştir (mutlak müntesib müctehid).
Iraklı talebeleri:
a) Ebû-Sevr:
İbrâhîm b. Hâlid (v. 246/860); İmam Şâfi'î'den istifade etmiş fakat zamanla
müstakil müctehid olmuştur. Şâfi'î'ye veya cumhûra muhâlif ictihadları vardır:
Ölünün borcundan önce vasıyeti yerine getirilir; kusurdan dolayı iâde
muhayyerliği apaçık rızâ bulunmadıkça daima mümkündür; kıble konusunda ihtilâf
eden iki kimsenin namazda birbirine uyması câizdir...
b) Dâvûd b. 'Alî:
Zâhirîlerin imamıdır; kendisinden ayrıca bahsedilecektir.
c) Ahmed b. Hanbel:
Hanbelî mezhebinin imamı olduğu için kendisinden daha önce bahsedilmiştir.
d) ez-Ze'ferânî:
el-Hasen b. Muhammed (v. 260/874); Şâfi'î'nin (H. 200)'de Mısır'a gidinceye
kadarki mezhebine "kadîm", ondan sonrakine "cedîd" dendiğini biliyoruz. İşte
mezheb-i kadîmin en sağlam râvîsi bu zattır. Ayrıca Buhârî'nin kendisinden hadîs
rivâyet edeceği kadar da mevsuktur.
e) İbn Süreyc:
Ebu'l-Abbâs Ahmed b. 'Omer (v. 306/918); Şâfi'î'nin talebesi arasında birinci
gelir, 400 kadar eseri olduğu rivâyet edilmiştir. Dâvûd b. 'Alî ve bunun oğlu
Muhammed ile münazaraları meşhurdur.
f) et-Taberî:
Ebu'l-Abbâs Ahmed b. Ebî-Ahmed (v. 335/946); İbn Sürayc'in talebesi, et-Telhîs,
el-Miftâh, Edebu'l-qâdî, Usûlu'l-fıqh gibi eserlerin müellifi.
g) İbn Cerîr et-Taberî:
Kendisinden ayrıca bahsedilecektir.
Mısırlı talebeleri:
a) el-Buveytî:
Yûsüf b. Yahyâ (v. 231/845); Mısır'lı talebenin en büyüğüdür, Şâfi'î ona güvenir
ve fetvâ havale ederdi, vefat ederken de talebesini ona bıraktı. Halk-ı Kur'an
meselesi yüzünden Bağdad'da mahbûs iken, vefat etmiştir.
b) el-Müzenî:
Ebû-İbrâhîm İsmâil b. Yahyâ (v. 264/877); Şâfi'î bu talebesi için "mezhebimin
dayanağı, yardımcısı" demiştir. Şâm, Irak ve Horasan'ın birçok ulemâsı onun
talebesidir. Şâfi'î'ye muhâlif ictihadları vardır.
c) er-Rabî':
er-Rabî' b. Süleyman el-Murâdî (v. 270/883); Şâfiî'nin kitaplarının en sağlam
râvîsi sayılmıştır.
d) Harmele b. Yahyâ (v. 243/857);
Yûnüs b. 'Abdi'l-A'lâ (v. 264/877);
Muhammed b. Ahmed el-Haddâd (v. 345/956)
Yukarıda zikredilen isimler de Şâfi'î'nin önemli talebe ve tabileridir.(131)
131. Şafi'î fuqahası için bak. İbn es-Sübkî, Tabaqâtu'ş-şafiiyyeti'l-kübrâ, I-VI; Şafi'î fukahâsının farklı görüşleri için bak. el-Abbâdî, Tabaqât, Leiden, 1964.
2- Kitaplar:
a) er-Risâle:
Şâfi'î'nin Mısır'da iken yazdığı bu fıkıh usûlü kitâbı bize kadar ulaşan ilk
"usûl" kitâbıdır. Çok açık (fasîh) bir arapça ile yazılan bu eserde -daha önce
bir listesini verdiğimiz- konular tedvîn edilmiş ve müdellel bir şekilde
işlenmiştir. Kitâb matbûdur.(132)
b) el-Umm:
O devirde eşi yazılmamış bir fıkıh kitabıdır. Şâfi'î bu eserinde sadece mesâili
ve ictihadlarını sıralayıp geçmez; muhâliflerin ictihad ve delillerini de geniş
bir şekilde verir ve uzun münakaşalar açarak kendi ictihadını müdâfaa eder.
el-Umm, Şâfi'î'nin kaleminden çıkmamıştır. er-Rabî, el-Buveytî ve İbn Ebi'l-Cârûd'un
rivâyet ve nakilleriyle intikal etmiştir ve "imlâ" yoluyla tesbit edildiği
anlaşılmaktadır.
el-Umm'un matbû' nüshası yedi cilt olup er-Rabî'in rivâyetine ve el-Bulgînî'nin
hattına dayanmaktadır. Yedinci cildinde Şâfi'î'nin el-Umm dışındaki bazı
eserleri de tab'edilmiştir: el-İstihsan (7/265); İhtilâfu-Mâlik ve'ş-Şâfi'î
(7/177); İhtilâfu'l-Irakıyyîn (7/87); el-İhtilâf maa-Muhammed b. el-Hasen
(7/277); İhtilâfu'Alî ve İbn Mes'ûd (7/151); Siyaru'l-Evzâî (7/303).
Yine el-Umm yedinci cildinin kenarında Şâfi'î'nin İhtilâfu'l-hadîsi, altıncı
cildinin kenarında ise el-Müsned'i tab'edilmiştir.
İhtilâfu'l-hadîs sünnetin ve bilhassa haber-i vâhidin müdâfaası için
yazılmıştır; çok değerli münakaşaları muhtevîdir.
c) Şâfi'î mezhebinin ilk temel kitabları arasında el-Buveytî'nin el-Muhtesar'ı,
el-Ferâiz'i; Müzenî'nin el-Muhtesar'ı (el-Umm kenarında tab'edilmiştir), el-Câmiu'l-kebîr
ve's-Sağîr'inin zikri gerekir.
Ebû-İshâk el-Mervezî, Müzenî'nin el-Muhtasar'ını iki kere şerhetmiştir. Şârihin
usûl konusunda el-Fusûl, noterlik mevzûunda eş-Şurût ve'l-vesâik... isimli
kitapları da vardır.
İbn Sürayc'in er-Raddü alâ İsâ b. Ebân, et-Taqrîb beyne'l-Müzenî ve'ş-Şâfiî ve
el-Ferâiz'i de önemli şâfiî kitapları arasındadır.
Şirâzî'nin el-Mühezzeb'i ile Nevevî'nin şerhi ve el-Minhâc'ı gibi kaynak
eserleri kendi devirlerinde anacağız.
132. A. Muh. Şakir tarafından yapılan tenkidli ve notlu neşir büyük bir emek mahsûlüdür; Mısır, 1357.
C- MÂLİK:
1- Talebesi: C- MÂLİK
Medîne İmamı'nın Mısır, Kuzey Afrika ve Endülüs'ten pek çok fakih talebesi
vardır.
Mısırlılar:
a) İbnu'l-Qâsim:
Abdurrahman b. el-Qâsim el-Uteqî (v. 191/807); İmam Mâlik'in müctehid
talebelerinden biridir. Bir çok âlim meyânında yirmi yıl, İmam Mâlik'ten ders
almıştır.
b) İbn Vehb:
Abdullah b. Vehb b. Müslim (v. 199/814); hocası ona "Mısır fakihi ve müftü"
diyerek iltifât etmiştir. Mısır kadılığını "kadılar sultanlarla, âlimler ise
peygamberler ile haşrolunacak" diyerek kabul etmemiştir.
c) Eşheb:
Eşheb b. Abdilazîz el-Qaysî (v. 204/819); İbnu'l-Qâsim'den sonra Mısır'da fıkıh
riyâseti ona intikal etmiştir. İmam Şâfiî de onun için "daha fakihini görmedim"
demiştir.
d) Abdullah b. Abdilhakemi'l-Mısrî (v. 214/829):
Eşheb'den sonra üstadlık bu zata geçmiştir. İmam Mâlik'in Muvatta'ını semâ
yoluyla rivâyet etmiş, İmam Şâfiî de kendisinden çok faydalanmıştır.
e) Asbağ:
Asbağ b. el-Ferac (v. 226/841); başta zikredilen üç üstaddan mâlikî fıkhını
öğrenmiş ve mezhebde ictihad mertebesine yükselmiştir.
f) Muhammed b. Abdillah b. Abdilhakem
(v. 268/881):
Babasından ve Mâlik'in diğer talebelerinden okumuş, mezhebde müctehid olmuştur.
Zamanında Mısır'da üstadlık ve fetvâ kendisine ait idi. Kıymetli eserleri
vardır.
g) İbn el-Mevvaz:
Muhammed b. İbrâhîm (v. 269/882); müctehid mâlikîlerden olup eserinden ileride
bahsedilecektir.
Şimâlî Afrika, Endülüs ve Sicilyalı Talebe ve Tâbileri:
a) İbn Ziyâd:
Ali b. Ziyâd (v. 183/799); Mâlik ve el-Leys'ten okudu, Tunuslu, zamanında Kuzey
Doğu Afrika'da tek adamdır.
b) Esed b. el-Fürât (v. 213/828):
Aslı Nisaburlu, Tunus'ta doğdu, Mâlik'ten Muvatta'ı semâ yoluyla öğrendi, Irak'a
gitti, hanefîlerden Irak fıkhını aldı ve Ebû-Yûsuf'e Muvatta'ı rivâyet etti,
Sicilya fethinde askere kumanda ederken şehîd oldu.
c) Yahya b. Yahyâ el-Leysî (v. 234/848):
Endülüs'te mâlikî mezhebi onun sayesinde yayıldı.
d) Sehnûn:
Sehnûn b. Abdilselâm b. Saîd (v. 240/854); önce Tunus'un Kayvaran şehrinde
okudu, sonra Medîne ve Mısır'a giderek ilerledi; büyük eseri el-Müdevvene'den
ileride bahsedilecektir.
Hicaz ve Iraklılar:
a) İbn el-Mâcesûn:
Abdulmelik b. Ebî-Seleme (v. 212/827); zamanında Medîne müftüsü idi.
b) Ahmed b. el-Muazzel:
İbn Mâceşûn'un muâsırı, zamanında Irak'ta ondan büyük mâlikî fakih yok idi.(133)
133. Mâlikî fukahası hakkında geniş bilgi için bak. İbn Ferhun, ed-Dibâcu'l-muzehheb,
Mısır, 1351; ve Zeyli: Neylü'l-ibtihâc bi-tatrîzi'd-Dibâc.
2- Kitaplar:
a) Muvatta':
İmam Mâlik'in bu meşhur eseri fıkıh mevzularıyla ilgili bir kısım hadis ile
Medîne tatbikatı, ashâb ve tâbiûn fetvaları ve İmam Mâlik'in ictihadlarını
muhtevîdir. Muvatta'ın zamanımıza kadar uzanan iki meşhur rivayeti vardır: İmam
Muhammed rivayeti ve Yahya b. Yahyâ rivayeti.
Bunlardan birincisi Hindistan, ikincisi ise Mısır'da tabedilmiştir.
Muvatta'ın nefîs ve ilmî bir neşrini ilim dünyasına kazandıran M. F. Abdulbâqî,
yukarıdaki iki nüsha dışında 12 nüshayı daha târif ve tavsîf etmiştir.(134)
b) el-Esediyye:
Esed b. Fürât, Ebû-Hanîfe'nin talebesinden Irak fıkhını öğrendikten sonra
Mısır'a gelmiş ve İbn el-Qâsim'den Mâlik'in fıkhını -rivayet yoluyla- alıp
zaptetmiştir; işte bu eserine "el-Esediyye" denir.
c) el-Müdevvene:
Sehnûn, Kayravan'da el-Esediyye'yi müellifinden okumuş, sonra Mısır'a gelerek
bunu İbnu'l-Qâsim'e arzetmiştir. İbnu'l-Qâsim ile yaptıkları tashîh ve ilâveleri
Esed kabul etmemiş, bu ikinci eser el-Esediyye'nin yerini alarak "el-Müdevvene"
ismiyle anılmıştır. El-Müdevvene fıkıh konularına göre tertiplenmiş olup kırk
bin mesele, dört bin hadîs, otuz altı bin eseri (sahabe, tâbiûn kavli)
muhtevîdir ve matbûdur.(135)
d) el-Vâdıha ve el-Utbiyye:
Endülüs'ten Mısır'a gelen Abdulmelik b. Habîb (v. 238/852), İbnu'l-Qâsim'den
mâlikî fıkhını öğrenerek el-Vâdıha'yı, bunun talebesi Kurtubalı el-Utbî (v.
255/869) de el-Utbiyye'yi te'lif ettiler. Endülüs'te bu iki eser el-Müdevve'nin
Kayravan'daki itibarını hâiz olmuştur.
e) el-Muhtesar ve Tezhîb:
İbn Ebî-Zeyd (v. 386/996), el-Muhtesar adıyla, Ebû-Saîd el-Beradi'î (v. 372/982)
de Tehzîbu-Mesaili'l-Müdevvene ismiyle Müdevvene'yi ihtisar etmiştir. Kuzey Batı
Afrika'da bu ikinci esere büyük değer verilmiştir.
f) el-Mevvâziyye:
İbn el-Mevvâz'ın bu ismi taşıyan kitâbı, İbn Ferhûn'un ifadesine göre mâlikî
mezhebinde tedvîn edilmiş en büyük, dolgun ve mevsuk eserdir.(136)
Diğer mâlikî müelliflerin bazı eserleri daha sonra -hayatlarıyle birlikte-
zikredilecektir.
134. Mısır, 1951, C. I, s. t-hy.
135. Mısır, es-Saâde matbaası, 1323.
136. İbn Ferhûn, ed-Dibâc, s. 233.
D- AHMED B. HANBEL:
1- Talebe ve Tâbileri: AHMED B.
HANBEL
a) el-Esrem:
Ahmed b. Muhammed (v. 273/886); Horasanlı ve Bağdadlı, muhaddis ve fakihtir.
b) el-Mesrûzî:
Ahmed b. Muhammed (v. 275/888); fıkıh ve hadiste mutebahhir, bir çok eser
sahibidir.
c) Ebû-İshak:
İbrâhîm el-Harbî (v. 285/898); Meşhur bir Hanbelî fakihidir.
d) el-Hıraqî (v. 334/945):
Bu fakihten daha sonra bahsedilecektir.(137)
137. Fukahâ için bak. eş-Şirâzî, Tabakatu'l-fukahâ, nşr. İ. Abbâs, Beyrut, 1972; İbn Ebî-Ya'lâ, Tabakâtu'l-hanâbile, I-II, Mısır, 1952; İbn Raceb, Zeylu Tabakât, I-II, Mısır, 1952.
2- Kitaplar: HANBEL:
a) el-Müsned:
Kırk bin kadar hadis ihtiva eden bu eser Ahmed b. Hanbel'indir. Orijinal
tertibiyle tab'edildiği gibi, mevzûlara göre tertibinin büyük bir kısmı
matbûdur.(138)
b) Muhtesaru'l-Hıraqî:
Bu eser ile şerhi el-Muğnî hakkında ileride bilgi verilecektir.
c) el-Muqnî':
el-Muğnî müellifi İbn Kudâme'nin daha muhtesar bir fürû' kitabı olup üç cilt
halinde basılmıştır.
d) el-Fetâvâ, İ'lâmu'l-muvaqiîn
İğasetu'l-Lehfân, Zadu'l-meâd
İbn Teymiyye'nin el-Fetâvâ vb. eserleriyle İbn Kayyim'in İ'lâmu'l-muvaqiîn,
İğasetu'l-Lehfân, Zadu'l-meâd... gibi eserleri de hanbelî mezhebinin muteber
kaynakları arasındadır. İbn Teymiyye'nin Kûlliyât'ı 37 cilt olarak Riyad'da
neşredilmiştir.
--------------------------------------------------------------------------------
138. A. Abdurrahman el-Bennâ, el-Fethu'r-Rabbânî..., I-XXII, Kahire, 1354-1377.
Bu eser, müellifinden sonra tamamlamış ve tamamı 24 cilt olmuştur.
İkinci Alt Bölüm
(Yaşamayan Mezhepler)
Bu mezhepler, gurup halinde bağlıları bulunmadığı için "yaşamayan mezhepler"dir.
Bir kısmının âlimleri tarafından yazılan kitaplarında, diğerlerinin ise
genel/mukayeseli fıkıh kitaplarında ictihadları kayıtlı olduğu için "ilmî
bakımdan" yaşamakta, hem teorik araştırmalarda, hem de pratik çözümlerde bunlara
da başvurulmaktadır.
I- el-HASENU'L-BASRÎ MEZHEBİ
el-Hasen b. Yesâr (v. 110/728); Medîne'de, Hz. Ömer'in hilâfetinin son
yıllarında doğdu, annesi, Ummu-Seleme'nin (Hz. Peygamber'in eşinin) hizmetinde
idi, birgün çocuk ağladığı için Ummu-Seleme ona göksünü emdirmiş ve oyalamıştı,
Hz. Alî'nin himayesinde çocukluğunu geçirdi, yüz yirmi kadar sahâbeden hadîs
öğrendi, büyük bir âlim, fakih, zâhid oldu, Muâviye zamanında Horasan vâlisi
olan er-Rabî b. Ziyâd'a bir müddet hususi kâtiplik yaptıktan sonra Basra'ya
yerleşti, özü ve sözü doğru olduğu için herkesin itimat ve saygısını kazandı,
yöneticilerin huzuruna çıkar, zulümlerini yüzlerine vurur ve onları adâlete
dâvet ederdi; meşhur zâlim Haccac karşısında dahi bu vazifeyi yerine getirmiş,
fakat Haccac ona dokunamamıştır. Aynı zamanda müfessir ve sûfî olan el-Hasen,
özellikle fıkıhta İmamdır. Kadı Iyâd, onu müstakil ve müdevven (esasları yazıya
geçirilmiş) mezheb imamlarından biri olarak kaydetmiştir. İbn Kayyim de onun
fetvâlarının toplandığını ve yedi defter tuttuğunu ifade etmiştir.(1)
II- EVZÂÎ MEZHEBİ:
A- EVZÂÎ:
Ebû-Amr Abdurrahman b. Muhammed (v. 157/774); Dimaşk'ta doğdu. Atâ b. Ebî-Rabah
ve Zührî gibi muhaddislerden hadîs öğrendi, kendisinden de birçok hadîs bilgini
rivayette bulundu. Hayatının sonuna doğru Beyrut'a geldi ve burada vefat etti.
Aman vermiş olmalarına rağmen Seffah'ın amcası Abdullah'ın Şam'daki Emevîleri
katletmesi üzerine gösterdiği celâdet meşhurdur.(2)
B- MEZHEBİ:
Evzâî ehl-i hadîs sınıfına dahildir, kıyası sevmez ve sünnete -Kur'an dışında-
hiçbir şeyi tercih etmez.
Suriye halkı 220 yıl kadar bir müddet onun mezhebini tatbik etmişler sonra
yerini Şâfiî mezhebi almıştır.
Endülüs'te de Hişâm b. Abdurrahman zamanına kadar (788-796) Evzâî mezhebi
yaşamış, sonra yerini mâlikî mezhebine terketmiştir.
Evzâî mezhebi müstakil olarak tedvîn edilmemiştir. Taberî'nin İhtilâfu'l-fukahâ'sı,
Şâfiî'nin el-Umm'u, İbn Kudâme'nin el-Muğnî'si ve bazı hilâf kitaplarında onun
ictihadlarına da yer verilmiştir.
1. Hacevî, age., C. I, s. 299; Şirâzî, Tabakât, s. 87; Zirikli, A'lâm, C. II, s.
242.
2. Zehebî, Tezkira, s. 178.
III- SEVRÎ MEZHEBİ:
Ebû-Abdillah Süfyân b. Saîd es-Sevrî (v. 161/778):
Kûfelidir, büyük ve müstakil bir müctehiddir, ancak mezhebi uzun müddet
yaşamamıştır. İctihadları hilâf kitaplarında, Ahkâmu'l-Kur'an, Sünen şerhlerinde
zikredilmektedir. Kadılık vazifesini kabul etmediği için halîfenin gadabına
uğramış ve kalan ömrünü gizlenerek geçirmiştir. Kûfe'de konularına göre
sıralanmış ilk hadis kitabını o yazmıştır. Hadisçiler okuluna mensuptur.(3)
IV- EL-LEYS B. SA'D MEZHEBİ
Ebu'l-Hâris el-Leys b. Sa'd (v. 175/791); Mısırlıdır, İmam Mâlik kendisinden çok
istifâde etmiştir, hattâ "Âlimlerden hoşnut olduğum birisi bana haber verdi"
dedikçe onu kastetmektedir. Fazîletli ve hayır sever bir zât olduğu
söylenmiştir. Yıllık geliri binlerce altın olduğu halde -çok dağıttığı için-
zekât ile mükellef olmamıştır.
İmam Mâlik ile yazışmaları ve münâzaraları olmuş, onun "Medînelilerin
tatbikatlarına karşı bazı hadîsleri terketmesini" tenkîd etmiştir.(4)
İmam Şâfiî'nin şehâdetine göre el-Leys, Mâlik'ten daha güçlü bir fakihtir. Fakat
tâbileri onun mezhebini yaşatamamışlardır.(5)
3. İbn Ferhûn, age., s. 13; Sezgin, III, 247.
4. İbn Kayyim, İ'lâmu'l-muvakkı'în'de bu mektuplardan birini nakletmiştir, C.
III, s. 72 vd.
5. İbn Hallikân, Vefeyâtu'l-a'yân, Beyrut, 1972, C. IV, s. 127.
V- TABERÎ MEZHEBİ:
Ebû-Ca'fer Muhammed b. Cerîr et-Taberî (v. 310/922) Taberistan'ın Âmül şehrinde
doğdu. İlmî seyahatleri esnâsında Ahmed b. Hanbel'den hadîs almak için Bağdad'a
geldi; Mısır'a, Rey'e ve Suriye'ye gitti. Şâfiî fıkhını er-Râbî'den, Mâlik ve
Iraklıların fıkhını başkalarından öğrendi ve sonunda müstakil müctehid
derecesine vasıl oldu. Aynı zamanda büyük bir müfessir ve tarihçidir. Mezhebi
kendisinden sonra da bazı talebe ve tâbileri tarafından temsîl edilmiş(6) sonra
tâbii kalmamıştır.
Tarih ve tefsîrinden başka bize kadar gelen kitapları vardır: İhtilâfu'l-fukahâ,(7)
Şerhu's-sünne (yazma), Beşârâtu'l-Mustafâ (17 cilt; yedi cildi Necef, gerisi
Tahran'da, yazma).
İhtilâfu'l-fukahâ mevzulu eserine -fakih değil, hadîsçidir diye- Ahmed b.
Hanbel'i almadığı için hanbeliler, aleyhine kıyam etmişler ve Bağdad'da vefat
ettiği zaman gece evine defnedilmek mecbûriyeti hâsıl olmuştur.
VI- ZÂHİRİYYE MEZHEBİ:
A- İMAMI:
Ebû-Süleyman Dâvud b. Alî (v. 270/883); aslı İsfehan'a bağlı Kazan'dan olup
Kûfe'de doğmuştur. Babası hanefî'dir. Kendisi Bağdad'da okumuştur. Üstadları
arasında Ebû-Sevr, Süleyman b. Harb, Amr b. Merzûq, el-Ka'nebî, Müsedded, İshak
b. Râhaveyh... gibi fıkıh ve hadîs bilginleri vardır.
Son üstâdı Nisâbur'da idi. Dâvûd onunla temas ettikten sonra şâfiîlerin ehl-i
hadîs kolunu iltizâm etti, mutaassıp bir şâfiî oldu, hattâ Şâfiî'nin menâkıbını
yazan ilk âlim Dâvûd olmuştur. İmam Şâfiî'nin sünnet karşısında re'y ve
istihsana hücumlarının tesiri altında daha da ileri giderek Kitap ve Sünnet'in
zâhirine dayanan mezhebini ortaya koydu.
İtikadla ilgili hususî görüş ve anlayışları da muhtevî bulunmakla beraber
bilhassa fıkıh mezhebleri arasında bahis mevzûu olan zâhiriyye mezhebi,
dayandığı temel fikre göre isimlendirilmiş tek mezhebdir. Diğer fıkıh mezhebleri,
kurucusu veya imâmı sayılan kimselerin isim ve lakaplarıyla anılırken (hanefî,
şâfiî, mâlikî vb.) nasların hakîki ve mecâzî lugat (zâhir) mânalarını esas alan
Dâvud b. Ali b. Halef ile Ali b. Saîd b. Hazm (v. 456/1046) ve tâbilerinin
mezhebleri bu isimle anılmaktadır.
Zâhirî düşünce metodunu, İslâm'ın birinci asrında hâricîlerde ve ikinci asrında
mûtezilede görülen lafızcı tutuma dayandıranlar olmuştur.(8) Ancak zâhiriyye
mezhebinin havâric ve mûtezileden farklı husûsiyetleri gözönüne alınırsa
doğuşunda şu iki âmile öncelik vermek gerekir: 1. Sahâbe devrinden itibâren,
hadiscilerin öncüsü sayılan bazı zevâtın kıyas ve re'ye karşı tutumları(9) 2.
Abbâsîlerin re'y ve kıyas taraftarlarını desteklemeleri, bu cümleden olarak
Raşîd'in, Ebû-Yûsuf'u kadı'l-kudâtlığa getirmesi ve bunun da kadıları re'yci ve
kıyascılar arasından tayin etmesi... Bu gelişmeler re'ycilere karşı hadiscileri
tahrik etmiş ve bu sırada Bağdad'da zâhirîlerin imâmı Dâvud zuhûr ederek karşı
ucu teşkil eden mezhebini yaymaya başlamıştır.
Zâhiriyye mezhebini doğuda önce Dâvud, ondan sonra da oğlu Muhammed yaymaya
çalışmışlardır (İbn Haldun, Mukaddime, Beyrut 1870, s. 390). İbn Nedîm
el-Fihrist'te Dâvud ve oğlu Muhammed'in eserlerinin zengin bir listesini vermiş
(Kahire 1348, s. 303-305) ise de bunlardan hiçbiri günümüze kadar gelememiştir.
Buna göre mezhebin birinci imâmı Dâvud'un fikirlerini kendi eserlerinden
öğrenmek mümkün olamıyacaktır. Bazı kitapların isimleriyle bu kitaplardan, daha
sonraki fıkıh bilginlerinin yaptıkları nakiller ona ulaşabilecek iki yol olarak
kalıyor. Buna mukâbil mezhebin ikinci imâmı İbn Hazm'ın, dinler ve Mezhebler
tarihine (al-Fasl), fıkhın fürû ve usûlüne (el-Muhallâ, el-İhkâm) ait eserleri
günümüze kadar ulaşabilmiş çok zengin ve sağlam bilgi kaynaklarıdır. Bunlara
dayanarak mezhebin îtikâd, fıkıh usûlü (İslâm hukuku metodolojisi) ve fürûa
(amelî ve hukukî hükümlere) taalluk eden esaslarını şöylece hulasâ etmek
mümkündür:
İtikad: Umumî olarak taklîdi reddeden, dinî bilgi ve hüküm kaynağı olarak
yalnızca Kitab ve Sünnet naslarının lafzî mânalarını kabul eden İbn Hazm itikâdî
meselelerde, meşhur üç sünnî mezhebden (eş'ariyye, mâtürîdiyye, selefiyye)
hiçbirine bağlı kalmamış, ancak daha ziyâde -sonraları İbn Teymiyye tarafından
da teslim edilen- selefiyyeye yakın bir yol takib etmiştir (Abu Zehra, ayn. esr.
s. 221). Allah'ın varlık ve birliğini, peygamberlik ve mûcizelerin peygamberliğe
delâletini, Kur'ân'ın, Hz. Peygamber'in doğruluğuna ve kendi muhtevâsıyla
Sünnet'in doğruluğuna delâletini akıl ile isbat yoluna gitmiş, bu neticeyi elde
ettikten sonra da bütün itikâdî mevzûlarda nasların lafzî mânalarını yegâne
delil kabul etmiştir. Allah alîm, semî, kadîr, basîr ve hakîmdir; bütün bunlar
Allah'ın isimleridir; bunlara sıfat diyen mûtezile, eş'ariyye ve benzerleriyle
sıfatı zâtdan gayrı veya sıfat ile zâtı aynı şey telakkî edenler yanlış
yoldadırlar (İbn Hazm, al-Fasl, el-Edebiyye, 1317-21, II, 120 vd.). Çünkü Kitâb
ve Sünnet'te bu telakkîlerin delili yoktur. Naslarda geçen ve Allah'a izâfe
edilen "vech, yed, ayn, kadem, istivâ" gibi kelimeleri ne selef gibi tevil ve
tefsirsiz kabul etmeli, ne kelâmcılar gibi tevil etmeli ve ne de haşviyye-müşebbihe
gibi benzetme yoluna gitmelidir. Bu kelimeler mecâzî mânalarıyla alınır ve
bunlardan maksat "Allah'ın zâtı'dır, "istiva" da intihâ (bir yere kadar ulaşmak,
son işi olmak) mânalarında kullanılmıştır (el-Fasl. 125, 166, 167). Bilâhare
Gazzâlî de bir eserinde aynı telâkkîyi benimseyecektir. (İlcâmu'l-Avâmm, Mısır
1309 s. 3 vd.) Kur'ân'ın yaratılmış olup olmaması (halk al-Kur'an) meselesinde
Dâvud ile İbn Hazm farklı düşünmüşlerdir. Dâvud'un, insanların ellerine alıp
okudukları, ezberledikleri Kur'ân için "yaratılmıştır" dediği
nakledilmiştir.(10) İbn Hazm ise kesin olarak Kur'ân'ın Allah'ın ilmi olduğunu
ve "yaratılmamış" bulunduğunu ifâde etmiştir (el-Muhallâ, I, 32).
Fıkıh Usûlü: Kitâb (Kur'ân) ve Sünnet naslarının zâhiriyle hükmedilir, zâhirden
maksat kelimelerin lûğat mânalarıdır, meşhur olan mecâzî mânalar da zâhirdir,
zâhiri bırakıp tevile ve kıyâsa gitmek bâtıldır ve haramdır. Zâhir mânanın
kastedilmediği ancak bir başka zâhir âyet veya hadis ile anlaşılabilir.(11)
Bütün şer'î delillerin aslı Kur'ân'dır. Sünnet de Kur'ân gibi Allah'ın vahyidir;
lâfız ve nakil bakımlarından aralarında farklılıklar bulunmakla beraber, dinî
kaynak olmaları bakımından ikisi arasında fark yoktur. Üçüncü delil (kaynak) de
icmâ'dır; "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin ve Peygamber'e itaat edin ve
sizden buyruk sahibi olanlara da..." (Nisâ: 4/59) âyeti bu üç delilin temelidir;
anlaşmazlık halinde bu iki kaynağa başvurmayı emreden aynı âyet, re'y, kıyas vb.
yolları kapamaktadır (el-İhkâm, s. 85, 88 vd.; el-Muhallâ, I, 56). Kavlî sünnet
kesin hüküm ifâde eder; fiilî sünnet teşvik, takrîrî sünnet ise serbestliğe
delâlet eder (al-İhkâm, s. 422 vd.; al-Muhallâ, I, 65; Ebû-Zehra, ayn. esr. s.
299). Bir iki râvînin rivâyetiyle gelen hadis (haberu'l-vâhid) hem bilgi, hem de
amel bakımından delil ve kaynaktır (el-İhkâm, s. 106 vd.). Âyetler ve hadislerin
kendi aralarında nesih cereyan ettiği gibi, âyetin sünneti, sünnetin âyeti
neshetmesi de câizdir (ayn. esr. s. 477 vd.). Mâna ve şumûlü umumî olan sözler (amm)
ile hususî olan sözler (hass) birbirine tesir ettirilmeden aynen uygulanır.
Umumî hükümden istisnâ ancak nas ile anlaşılır. (ayn. esr. s. 362 vd.). İbn Hazm
diğer bazı zâhirîlerden ayrılarak müştereki (eşsesli kelimeleri) de âmm içinde
mütâlaa etmiştir (ayn. esr. s. 363). Naslardaki emirler fevren vücûba (derhal ve
kesin fiil talebine) nehiyler ise fevren hurmete (derhal ve kesin terk talebine)
delâlet eder; aksini ifâde eden bir has bulunmadıkça bunları başka mânalara
çekmek câiz değildir (ayn. esr. s. 264, 294). İcma' üçüncü kaynaktır ve mûteber
olan yâlnız sahâbe icma'ıdır. İcma' mutlaka bir nassa dayanacaktır (ayn. esr. s.
494 vd.; el-Muhallâ, I, 54). Kıyas ve re'y ictihâdını dar sınırlar içinde
kullanan ve bu sebeple istishâb delilinin sâhasını genişleten Ahmed ve Şâfiî'ye
(Ebû-Zehra, ayn. esr. s. 273) nisbetle zâhirîler istishâbı daha da geniş bir
sâhada uygulamış ve bunu hususî bir mânada kullandıkları "delil" mefhumu içinde
mütâlaa etmişlerdir. Değişen ve yürüyen hayatın her gün yenileri eklenen çeşitli
ihtiyaçlarını yalnız nasların zâhiriyle karşılamakta güçlüğe düşmeleri sebebiyle
zarûrî olarak başvurdukları delili, zâhirîler şöyle açıklamışlardır: Delil nas
ve icma'dan alınmıştır ve icmâdan alınan dört kısma ayrılır:
1. İstishâb, 2. Söylenenin asgarisini almak, 3. Herhangi bir görüşün terki
üzerine meydana gelen icma'. 4. Müslümanların hükümlerinin (kaynak ve değer
bakımlarından) eşit olduğu hakkındaki icma'. Nasdan alınan delil de yedi kısma
ayrılır: 1. "Her sarhoşluk veren şey harmdır ve her hamr haramdır" cümlelerinden
çıkan (her sarhoşluk veren şey haramdır) neticesinde olduğu gibi istidlâl şekli,
2. Her bulunduğu yerde kendisine bağlı bulunan hüküm de vâcib olan bir sıfata
merbut şart ile istidlâl, 3. "Filan cömerttir" denilince cimri olmadığının
anlaşılması gibi, lafızdan başka mânalar çıkarma yoluyla istidlâl, 4.
İhtimallerin kısmen veya tamamen ortadan kalkması neticesinde geride kalanların
sübûtuna istidlâl, 5. Sıralamaya bakılarak yapılan istidlâl: Ebû Bekir Ömer'den
üstündür, Ömer Osman'dan üstündür" ifâdesinden kesin olarak "Ebû Bekir Osman'dan
üstündür" neticesi çıkar, 6. "Her insan canlıdır" cümlesinden "Canlıların bir
nev'inin de insan olduğu" neticesine varma şeklindeki istidlâl, 7. Telâzüm
mefhumuna dayanan istidlâl: "Ahmet yazıyor" denildiği zaman onun diri, yazı için
gerekli uzuvlara ve malzemeye sahip olduğu anlaşılır. Bütün bunlar nassın
içindedir, ondan başka bir şey değildir.(12) Dinin vahye, kıyas ve re'yin ise
akla dayandığını, akla dayanan ve üzerinde birleşme mümkün olmayan, ihtilâf
kaynağı re'y ve kıyasın dinî bir delil olduğuna dair Kitâb ve Sünnet'de delil
bulunmadığını ileri süren zâhirîler "kıyası, istihsânı, mesâlilh-i mürseleyi ve
sedd-i zerîayı" şiddetle reddediyor, taraftarların re'y ve kıyas lehine ileri
sürdükleri naklî delilleri cerhediyorlar (el-İhkâm, s. 759, 765, 851, 977;
Mulahhasu-İbtâli'l-Kıyas... s. 47 v.dd.; el-Muhallâ, I, 56 vd.). Her mükellef
dini bizzat Kitâb ve Sünnet'den öğrenecek, hükmü bu iki kaynaktan alacaktır; sağ
veya ölü herhangi bir kimseyi taklîd etmek; deliline değil anlayış ve ictihâdına
tâbi olmak câiz değildir; bilmeyenler bilenlere re'ylerini değil, meseleyle
ilgili nasları soracaklardır (Mulahhasu-İbtâli'l-Kıyas... s. 52-54; el-İhkâm, s.
793-836; el-Muhallâ, I, 66 vd.).
Fürû'dan (amelî ve hukukî hükümlerden) örnekler: Zâhirîlerin usûl ve metodoloji
sâhasında önemli tesirler vücûda getiren ve akisler yapan görüşleri tabiî
olarak, kaynağını teşkil ettikleri fürûa da tesir etmiş, dört mezhebe uymayan
bir çok farklı hükümler getirmiştir. İbn Hazm'ınkinin yanında Dâvud'un da
görüşlerini muhtevî bulunan el-Muhallâ'dan bazı örnekler: Evlenmeye gücü yeten
her erkeğin ya evlenmesi veya odalık (cariye) edinmesi, eğer gücü yetmiyorsa sık
sık oruç tutması farzdır (IX, 440). Bazı sıhhî ârızalar, geçimsizlik, kayıplık
ve benzeri sebeplerle hâkimin evlileri ayrıması (tafrîk) câiz değildir; hâkim
ancak çiftin evlilik hayatı yaşamalarını haram kılan süt kardeşliği, hısımlık
gibi sebeplerle karı, kocayı ayırabilir (IX, 134). Hükümleri, bağlı bulundukları
illet ve sebebe göre teşmil etmeyi (ta'lîl, kıyas) ve sedd-i zerîa prensibini
reddeden zâhirîlere göre kişinin sağlıklı ve ölümcül hasta iken yaptığı
tasarruflar arasında fark yoktur (IX, 348). İlgili nasların âmir hükümleri
gereğince kişilerin bir miktar mal vasiyetinde bulunmaları ve hısım akraba
arasında, miras mânîleri veya hacb sebebiyle vâris olamayanlar varsa, hassaten
onlara mal vasiyet etmeleri farzdır; etmemiş olurlarsa devlet bunu cebrî olarak
icrâ eder (IX, 313-316). Hac, zekât, keffâret kabîlinden -Allah hakkı sayılan-
borcu bulunan ölünün terikesinden herşeyden önce bu borçlarının karşılığı
çıkarılır, sonra sıra kul borçlarına, kefene... gelir (IX, 338, 352). Ana
bulunmadığı takdirde nine (cedde) ana gibi vâris olur (X, 272). Miras taksîmi
sırasında hazır bulunan, fakat vâris olamayan yakınlara, gönüllerini alacak
miktarda mal vermek mecbûridir (IX, 310). Alım-satım akdinde iki namuslu şahit
bulundurmak ve satış vâdeli ise yazılı vesikaya bağlamak -imkân dahilinde ise-
farz ve şarttır (VIII, 334). Ziraata mahsus arâzînin kiraya verilmesi caiz
değildir; arâzî sahibi bizzat ekmediği halde istifade etmek istiyorsa ortakçıya
verecektir (VIII, 211-214). Bu sonuncu örnekte İbn Hazm, dört mezhebden başka,
zâhiriyye mezhebinin birinci imamı Dâvûd'a da muhâlefet etmiştir. Ribâ ancak
hadiste sayılan altı madde (altın, gümüş, buğday, arpa, hurma, tuz) arasında
gerçekleşir; diğer maddeler bunlara kıyas edilemez (VIII, 467 v.dd.).
İbn es-Sübkî Tabakat'ında, Dâvûd'un hal tercemesini verirken bir fasıl açarak
zâhirîlerin farklı görüşlerinin sünnî fıkıh açısından değerini, fukaha nezdinde
mûteber olup olmadığını münâkaşa etmiş, bu mevzûdaki müsbet ve menfî görüşleri
naklettikten sonra "icmâa aykırı olmayan" farklı görüşlerinin nazar-ı itibara
alınması gerektiği neticesine varmıştır. Ebû-Mansûr el-Bağdadi ile İbn al-Salah
da kayıtsız şartsız, zâhiriyye mezhebinin mûteber bir fıkıh sayılacağı
görüşündedirler (Kahire, 1964, II, 289-291).
Zâhiriyye mezhebi Dâvûd, oğlu Muhammed ve diğer talebe ve tâbileri tarafından
Doğu'da yayılmış, dördüncü asırda İran'da zâhirîler hâkimiyet kurmuşlardır.
Sultan Alauddevle zâhirî olduğu için, önemli memuriyetler ve kazâ selahiyeti
zâhirîlerin eline geçmiştir. al-Makdisî (v. 507/1113) kendi zamanında dördüncü
mezheb olarak, hanbelîlerin yerine zâhirîleri zikretmiştir. (Ebu-Zehra, ayn. esr.
s. 267). İbn Farhûn (v. 799/1397), yaşadığı çağda, İran, Kuzey Afrika ve
Endülüs'te yayılmış bulunan zâhiriyye mezhebinin zayıflamış olmakla beraber hâlâ
devam etmekte olduğunu kaydetmiştir (al-Dîbâcu'l-Muzehheb, Mısır 1351, s. 13).
İbn Haldun ise kendi zamanında (v. 808/1405) artık bu mezhebin tâbileri
bulunmadığını, tatbikattan kalkıp kitaplara intikal ettiğini zikrediyor (ayn.
esr. s. 390) Doğu'da, hanbelî mezhebinin güçlü âlimi İbn Ebî-Ya'lâ (v. 458/1066)
zâriyye mezhebine -zamanla yerine hanbelî mezhebini geçirecek olan hücumlarını
yaparken Batı'daki muâsırı İbn Hazm, Endülüs ve çevresinde, her güçlüğe göğüs
gererek mezhebi yayıyor, müdâfaa ediyor, muhâliflerine sert hücumlarda bulunuyor
ve mezhebini ölümsüzleştiren eserlerini kaleme alıyordu. İbn Hazm'in
zâhirîliğine müessir hocası Mes'ud b. Süleyman'a (v. 426/1035) kadar Bakıyy b.
Mahled (v. 276), İbn Vaddâh (v. 386), Kasim b. Asbağ (v. 340), Münzir b. Sa'îd
(v. 355) gibi hadîsçiler Endülüs'e sünneti ve tek mezhebe bağlılık konusunda
müsâmahayı sokarak muhiti zâhirî görüşe hazırlamışlardı. (Ebû-Zehra, ayn. esr.,
s. 268/273).
İbn Hazm'ın hayatı içinde ve ölümünden sonra mezhebi, herhangi bir yerde, bir
cemaatin mezhebi olmamış, bu mânada tatbik sâhası bulamamıştır. Ancak günümüze
kadar mezhebin şahıslar ve müesseseler üzerindeki tesiri ve bazı büyük âlimler
tarafından temsili de inkâr edilemez. Bu cümleden olarak İbn Hazm'in
talebelerinden tarih ve hadîs bilgini al-Humaydî, hocasının ölümünden sonra
Doğu'ya geçerek onun fikirlerini yaymış, bunun talebesi Muhammed b. Tâhir el-Makdisî
de aynı yolu devam ettirmiştir.
Endülüs'ten Horasan'a kadar ilim alış-verişi yaparak seyahat eden ve 633'te
Kahire'de ölen Ebu'l-Hattâb b. Dihye, büyük mutasavvıf Muyhiddin b. Arabî zâhirî
idiler. Kuzey Afrika'da Muvahhidlerin kurucusu olan İbn Tûmert (v. 534/1130)
küçük farklarla zâhiriyye mezhebini temsil etmiştir. Muvahhidî hükümdarı Ebû-Ya'kub
Yûsüf (558-580/1163-1184) aynı görüşleri icra safhasına koyarak mâlikî
mezhebinin kitaplarını yaktırmış, zâhirî görüşü tatbik ve temsil edebilecek bir
nesil yetiştirmek üzere tedbirler almıştır.(13) Mısır (mad. 76-79) ve Suriye
(mad. 257) ahvâl-i şahsiyye kanunlarının miras sâhasında, dede yetimi konusuna,
zâhiriyye mezhebinin -fürû örnekleri arasında zikredilen- cebrî vasıyet
müessesesini kanunlaştırarak çare bulmuş olmaları, ikinci meşrutiyet devrinin
çok yönlü kişilerinden Hüseyin Kâzım Kadri'nin (v. 1934), Şeyh Muhsin-i Fânî
ez-Zâhirî imzasiyle kaleme aldığı, 260 sayfalık, "Yirminci Asırda İslâmiyet"
isimli kitabında, zâhirıyye görüşlerini benimseyerek temsil etmesi, mezhebin
günümüze kadar uzanan tesir ve hayatiyetini isbat etmektedir.
6. el-Hudârî, age., s. 271.
7. Alman müsteşrik F. Kern tarafından Mısır'da, 1902 yılında kısmen
neşredilmiştir.
8. J. Schacht, An Introduction to Islamic Law, trc. M. Dağ, A. Şener, İslâm
Hukukuna Giriş, Ankara 1977, s. 74; M. Ebu Zehra, İbn Hazm, Kahire: s. 126.
9. Mulahhasu İbtâli'l-kıyâs ve'r-ra'y ve'l-istihsân ve't-taklîd ve't-ta'lîl, nşr.
Sa'îd el-Afgânî, Dimaşk 1960, s.6, 55-68; İbn Hazm, el-Muhallâ, Mısır 1347, I,
60.
10. İbn es-Sübkî, Tabakâtu'ş-Şâfi'iyye, Mısır 1964; II, 286; Târihu Bağdâd, VIII,
370.
11. İbn Hazm, el-İhkâm, nşr. A. Şakir, Kahire ts., 272, 291, 413; Ebû Zehra, İbn
Hazm, s. 295.
12. İbn Hazm, el-İhkâm, s. 676, 677; H. Karaman, İslâm Hukukunda İctihâd, Ankara
1975, s. 115-117.
13. Ebû Zehra, age, s. 518 vd. Schacht, age, s. 74; Ali Hasen Abdulkadir, Nazrah
'Ammeh fî Târihi'l-Fıkhı'l-İslâmî, Kahire 1965 s. 299 vd.; Ahmed Emin, Zuhru'l-İslâm,
Kahire 1959, III, 53-68; A. Metz, Die Renaissance des İslams, trc. Ebu Rîdah,
el-Hadâratü'l-İslâmiyye, Beyrut 1967, I, 330; İ. A. "İbn Hazm", "Dâvud" ve "Zâhiriyye"
maddeleri.
VII- SÜFYAN b. UYEYNE MEZHEBİ:
Süfyân b. Uyeyne b. Meynûn (v. 198/814); Kûfe'de doğdu, sonradan Mekke'ye
yerleşti, buranın İmamı olarak şöhret buldu ve burada vefat etti. Çoğu İmam
Mâlik'in de üstadları arasında bulunan yetmiş kadar tâbiûndan hadîs öğrenmiştir.
Kendisinden hadîs ve fıkıh okuyanlar arasında İbnu'l-Mubârek, Sevrî, Evzâ'î,
Şâfi'î, Ahmed b. Hanbel, İbn Ma'în gibi zevat vardır. Şâfiî onun için şöyle
demiştir: "Eğer Mâlik ile Süfyân olmasalardı Hicaz ilmi kaybolup giderdi."(14)
VIII- İBN RAHÛYE MEZHEBİ:
İshak b. İbrâhîm (v. 238/853); Merv şehrinden, zamanında Horasan'ın mutlak âlimi
ve imamı olarak tanınmıştır, ilim yolunda seyahatler etmiş, zamanının belli
başlı âlimlerinden ders almış, kendisinden Ahmed b. Hanbel, -İbn Mâce hariç-
meşhur altı hadîs kitabının yazarları hadîs rivayet etmişlerdir. Ahmed b. Hanbel
onun için: "İshâk'ın bir benzerini bilmiyorum, bize göre o, müslümanların
imamlarından biridir, o mü'minlerin emîri sana bir hadîs rivayet ederse ona
sarıl, gerisine bakma." İbn Hacer de onun için: "Fıkıh ve hadîste mü'minlerin
emîri (imamı)dır, Şâfiî ile bazı meselelerin münâkaşasını yapmıştır." diyor,
Nisâbur'a yerleşmiş ve orada vefat etmiştir.(15)
--------------------------------------------------------------------------------
14. Hacevî, age., C. I, s. 393; Zirikli, age., C. III, s. 159.
15. Hacevî, age., c. II, s. 16; Zirikli age., C. I, s. 284.
IX- EBÛ-SEVR MEZHEBİ:
Ebû-Sevr İbrâhîm b. Hâlid (v. 240/854); Bağdatlı, hadîste ve fıkıhta imam,
kendisinden Müslim, Ebû-Dâvûd gibi muhaddisler hadîs almışlardır. Önceleri re'y
metodu ile ictihad ederken, Şâfiî'nin Bağdâd'a gelmesinden sonra ondan istifade
etmiş ve hadîs metoduna yönelmiştir. İmam Mâlik ile Şâfi'î'nin ihtilâf ettikleri
meselelere tahsis ettiği bir eserinde daha çok Şâfi'î'nin ictihadını tercih
etmiş, bu arada kendi görüşlerine de yer vermiştir. İbnu's-Sübkî onu şâfiî
müctehidlerinden sayıyorsa da doğrusu müstakil müctehid olduğudur; Şâfi'î'den
istifade etmiş olması, onu taklit etmesini gerektirmemiştir. Kadı Iyad vb. onu
müstakil mezheb İmamlarından saymışlar, mezhebinin üçüncü asırdan sonra devam
etmediğini kaydetmişlerdir.(16)
X- İbn EYYUB el-ABBÂDÂNÎ MEZHEBİ:
Ebû-Bekr Ahmed b. Süleyman (v. 347/958); Dimaşk'ta doğdu, yetiştikten sonra
oraya kadı oldu, Bağdad ve Sâmerrâ'ya gittikten sonra tekrar Dimaşk'a dönmüş ve
orada vefat etmiştir. Suriye'de Evzâî mezhebini okutanların sonuncusudur.(17)
IX- İbn EBÎ-LEYLÂ MEZHEBİ:
Muhammed b. Abdurrahmân (v. 148/765); Kûfeli, müstakil müctehid, Emevî ve
Abbâsîler zamanında otuz üç yıl Kûfe kadılığı yaptı, hadîste zayıf olduğu
söylenmiştir, fakat fıkıhta imam olduğu kesindir. İctihadında re'y metodu
hâkimdir. Mezhebi uzun boylu yaşamış, genel ihtilâf kitaplarında zikredilmiştir.
XII- YÛNUS el-EYLÎ MEZHEBİ:
Ebû-Yezîd (v. 159/775); Zührî'nin talebesi ve râvîsi olmuştur, kendisinden el-Leys,
Evzâî, İbnu'l-Mubârek, İbn Vehb gibi muhaddisler hadîs almışlardır, kendisi
fıkıhtan ziyade hadîs sâhasında tanınmıştır, muhtemelen Mısır'da vefat etmiştir.
16. Hacevî, age., S. II, s. 18; Zirikli, age., C. I, s. 30.
17. Buradan itibaren bahsin sonuna kadar sıralanacak olan mezheb sahiplerinin
hayat ve eserleri için bak. Prof. Fuat Sezgin, GAS, C. I/3, s. 245-258.
XIII- İBN YESAR MEZHEBİ:
Muâviye b. Ubeydullah b. Yesâr (v. 170/786); soyu Taberistan'dan, Halîfe
Mehdî'nin önce kâtibi, sonra veziri olmuştur, hadîs ve edebiyatta da söz
sahibidir. Harâc konusunda eseri vardır.
XIV- YAHYA b. ÂDEM MEZHEBİ:
Yâhya b. Âdem b. Süleyman (v. 203/818); Kûfe'de okudu, Süfyân es-Sevrî ve
Şerîk'ten ders aldı, fıkıh, hadîs ve kırâat ilimlerinde ilerledi, Vâsıt'ta vefat
etti. el-Harâc konusundaki kitabı ilim ve ictihadını göstermektedir.
XV- ŞURAYH MEZHEBİ:
Ebu'l-Hâris Şurayh b. Yûnus, aslı Merv'den, fakih, müfessir ve muhaddistir,
Bağdad'da yaşamıştır, Müslim ve Ebû-Hâtim er-Râzî kendisinden ders almışlardır,
230/849'da vefat eden Şurayh'ın Kazâ konusunda bir eseri mevcuttur.
XVI- NEBÎL MEZHEBİ:
Ebû-Bekr Ahmed b. Amr (v. 287/900); önceleri Basra'da oturmuş, sonra Isfahan'a
geçmiş, burada 269-282 yılları arasında kadılık vazifesinde bulunmuştur; zâhirî
metodla ictihad eden İmam Nebîl'in fıkıh yanında hadîs ilminde de ileri bir
seviyede olduğu tesbit edilmiştir. Birçok kitap yazmış, fakat bunların çoğu,
Basra'da, Zenc ihtilâlinde yanmıştır.
XVII- AHMED b. KÂMİL MEZHEBİ:
Ebû-Bekr Ahmed b. Kâmil (v. 350/961); Bağdadlı, önce İbn Cerîr el-Taberî'ye tâbi
iken sonradan kendine mahsus bir mezheb sahibi olmuştur, bir müddet Kûfe'de
kadılık etmiş olan İbn Kâmil, tefsir ve tarih konularında da önemli bir seviyeyi
temsil etmiştir.
Nehrevan'da 390/1000 yılında vefat eden el-Mu'âfâ b. Zekeriyya da zâhiriyye
mezhebi yolunda mutlak müctehid olarak zikredilmiştir.
Üçüncü Alt Bölüm
(Sünnî Olmayan Fıkıh Mezhepleri)
Sünnî ve gayr-ı sünnî (bid'at) mezhebler taksimi daha çok itikad ve iman
mevzûunda kullanılmaktadır; itikâdî mezhebler tarihine ait kitaplarda bunların
-inanç ve dayanaklarına göre- bir çok kısımlara ayrıldığını görüyoruz.
İşte bu gayr-ı sünnî mezheblerden bazılarının fıkıh ve amel sahâsında da değişik
prensipleri, usul ve ictihadları vardır. Burada Havâric, Zeydiyye ve İmâmiyye
başlıkları altında mezkür mezhebleri kısaca tetkik edeceğiz.
I- HAVÂRİC:
Sıffîn savaşında ortaya çıkan hakem olayı üzerine -bunu kabul ettiği için- Hz.
Ali'ye karşı çıkan, anlaşmayı bozarak tekrar savaşmasını isteyen ve kabul
ettiremeyince de ondan ayrılarak "Hüküm Allah'ındır, ondan başkası hakem olup
hüküm veremez" diyerek Harûrâ'ya çekilen gruba "Havâric" ve "Harûrîyye"
denmiştir.
Siyâsî sâhada halîfenin seçimle iş başına gelebileceğini, burada soy, verâset
vb. hususların rolü olamayacağını, halîfe kıl ucu kadar Kur'an yolundan
ayrılırsa derhal azledileceği ve mürted sayılacağını, şerîate aykırı hususlarla
-zaman, imkân gözetmeden- mücadele edilmesi gerektiğini savunan hâricîlerin
fıkıh sâhasındaki görüşleri şöylece hulâsa edilebilir:
1- Umûmiyetle takvâyı esas alırlar ve kendi tellâkkilerine göre buna aykırı
davranışları fıkıh sâhasında da değerlendirirler: Meselâ taharetin tamam
olabilmesi için lisanın da yalandan ve bâtıl sözlerden arınması gerekir. Söz
taşımak, kin ve düşmanlık, çirkin (fâhiş) söz de -diğer maddî hususlar gibi-
abdesti bozar.
2- Bazılarına göre hükümlerin kaynağı sadece Kur'an-ı Kerîm'dir.
3- İbâdiyye denilen ve uzun zaman Tırablus, Zengibar, Umman gibi yerlerde
bulunan bir grup, müslümanların icmâ ettikleri bazı hususları reddetmiş ve
bunlara mûhâlif kalmışlardır. Bunun için kendilerine "beşinci mezheb"
denmiştir.(1)
4- İbn Kuıeybe'nin naklettiğine göre:
a) Hâricîlerin bir kısmı recim cezasını kabul etmiyor ve câriyeler hakkındaki
"bir fuhuş irtikab ederlerse onlara, evli hür kadınlara verdiğiniz cezanın
yarısını verin"(2) âyeti ile istidlâl ediyorlar; recim öldürmektir, ölüm ise
bölünemez; şu halde recim yoktur...
b) Vârise vasiyet yapılabileceğini ileri sürüyor ve "ana-babaya, akrabaya
vasıyet..."(3) âyetini delil olarak gösteriyorlar.
c) Süt ana ve kızkardeşten başka süt hısımları ile evlenmenin memnu olmadığına
inanıyorlar.
Bütün bu farklı hüküm ve ictihadları, sünneti kabul etmedikleri ve Kur'an'ın
zâhirine dayandıkları için benimsemişlerdir(4).
1. Dr. A. Hasen, age., s. 174; s. 174; A. Emin, Duha'l-İslâm, C. III, s. 334 vd.;
Fecru'l-İslâm, s. 256 vd.
2. en-Nisâ: 4/25.
3. el-Bakara: 2/180.
4. Te'vilu'-muhtelifi'l-hadis, Mısır, 1326, s. 240 vd.; Krş. el-Makdisî, el-Bed'ü
ve't-târih, C. V, s. 121 vd.
II- ZEYDİYYE:
A- İMAMI:
Zeyd b. Alî Zeynelâbidin b. el-Huseyn b. Alî (v. 122/740); önce babasından,
sonra kardeşi Muhammed el-Bâkır ve başkalarından okuyarak yetişti. Bütün İslâm
uleması onun ilmi, yüce şahsiyeti ve takvâsı üzerinde ittifak etmişlerdir.
B- TÂBİLERİ ve KİTAPLARI:
Zeydiyye mezhebi iki koldan tedvîn ve neşredilmiştir:
1- İmam Zeyd'in kitapları yoluyla: İmam'ın birçok kitap yazdığı ve talebesine
imlâ ettirdiği nakledilmiştir. Bize kadar ulaşan fıkıh ve hadîs mevzuundaki
eseri "el-Mecmû"dur. Bu eserin İmam Zeyd'e ait olduğunu kabul edenler olduğu
gibi etmiyenler de vardır.(5) el-Mecmû fıkıh bablarına göre tertiplenmiştir.
Râvîsi Amr b. Hâlid el-Vâsıtîdir. Kitap bazı zeydî âlimlerince şerhedilmiştir.
San'âlı Şerefüddîn el-Haymî'nin (v. 1221/1806) er-Ravdu'n-nâdir ismini verdiği
şerhi mutbûdur (Mısır, 1348).
2- Talebesi ve onların talebeleri yoluyla: Pek çok talebesi meyanında dört oğlu
"İsâ, Muhammed, Huseyn ve Yahyâ" da vardır.
Zeydiyye mezhebi fukahası arasında şu zevatın da önemli yerleri vardır:
1- el-Hasen b. Alî en-Nâsıru'l-Kebîr (v. 304/916).
2- el-Qâsim b. İbrâhîm er-Rassî (v. 242/856).
3- Qâsim'in torunu el-Hâdî b. Yahyâ b. el-Huseyn: Bu imam hicri 245 yılında
Medîne'de doğmuş, 288'de Yemen'e gelmiş, halkın bey'atıyle orada Zeydiyye
devletini oluşturmuştur. Kendisi mutlak müctehiddir ve ictihadlarıyle
Zeydiyye'nin "Hâdeviyye" kolunu kurmuştur. Hadîs ve fıkhı câmi el-Ahkâm isimli
bir eseri vardır. Karâmita ile savaşırken aldığı bir yara neticesinde
(298/910)'de şehid olmuştur.
4- el-Bahru'z-zahhâr isimli mukayeseli fıkıh kitabının müellifi Ahmed b. Yahyâ
b. el-Murtezâ (v. 840/1436)'da büyük bir zeydî fakihtir. Eseri Mısır'da
tab'edilmiştir.
C- MEZHEBİN ESASLARI:
Bu mezhebin usûlünü İmam Zeyd tedvîn etmemiş olmakla beraber tâbileri onun
ictihadlarına bakarak tesbit etmişlerdir. Delilleri Kitâb, Sünnet, İcmâ', Kıyas,
İstihsan ve Akıl'dır. Akıldan maksatları: Şer'î delillerde hükmü bulunmayan bir
meselenin akıl yoluyla -iyi veya kötü, faydalı yahut da zararlı olduğuna
hükmedilerek- çözüme bağlanmasıdır.(6)
Bu mezhebde ictihada büyük önem verilmiş, ictihad kapısının kapanması tecviz
edilmemiş, birçok müctehid yetişmiş, başka -sünnî- mezheblerden de istifade
etmişlerdir. Esasen fürû'da hanefî mezhebi ile birleşen tarafları pek çoktur.
Ayrıldıkları bazı hükümler:
1- Mest üzerine mesih câiz değildir.
2- Gayr-ı müslim'in kestiği yenmez.
3- Ehl-i kitâb kadınlar ile evlenmek câiz değildir.
4- Cenaze namazında beş tekbir alınır.
5- Ezanda "hayye alâ hayri'l-amel" sözü ilâve edilir...(7)
6- Vade farkı ile satım akdi caizdir.
7- Şüf'a hakkı toprakta ve akarda, ortak ve komşu içindir.
8- Karşılıksız bağıştan rucû caizdir.
5. Dr. A. Hasen, age., s. 181 vd.
6. M. Ebû-Zehra, el-İmam Zeyd, s. 349-vd., 547.
7. Dr. A. Hasen, Nazratun Âmme..., s. 186; Ebû-Zehra, age, 286 vd.
III- İMÂMİYYE:
A- İMAMI:
Caferu's-Sâdık b. Muhammed el-Bâkır: Hicrî 80 yılında Medîne'de doğdu ve gerekli
ilimleri oradaki âlimlerden tahsil ederek mutlak müctehid mertebesine vâsıl
oldu. Aralarında Ebû-Hanife'nin de bulunduğu birçok kimse ondan istifade
etmiştir. 68 yaşında iken Medîne'de Hakk'ın rahmetine kavuştu.
B- MEZHEBİN TEDVİNİ:
İmamın günahsız olması ve tayin şekli meselesine verdikleri büyük önemden dolayı
"İmâmiyye", İmam Ca'fer'e mensûbiyetlerinden dolayı "Ca'feriyye" ve sonuncusu
Muhammed Mehdî olan on iki adet imama bağlı bulunduklarından "İsnâ aşeriyye"
denilen bu mezheb sâliklerinin ilk kitabı İmam Mûsâ Kâzım'a aittir (183'te
hapishânede vefat etmiştir). Kendisine gönderilen bazı sualleri cevaplandırmak
üzere yazdığı bu kitâbın adı "el-Halâl ve'l-haram"dır.
Sonra oğlu Ali er-Rıdâ, "Fıkhu'r-Rıdâ isimli eserini yazmıştır (Tahran'da
1274'te basılmıştır.)
İran'da bu mezhebin kurucusu Ebû-Ca'fer Muhammed, b. el-Hasen el-Kummî'dir (v.
290/903). "Beşâiru'd-derecât fî ulûm-i Âli-Muhammed..." isimli kitâbı 1285'te
tab'edilmiştir.
Bundan sonra Muhammed b. Ya'kub el-Küleynî (v. 328/940) gelir. Şîa'nın dördüncü
kitâbı sayılan "el-Kâfî fî ilmi'd-dîn"i (16.099) hadîs ihtivâ etmektedir ki
hepsi ehl-i beyt kanalından rivâyet edilmiş hadîslerdir.(8)
C- MEZHEBİN HUSÛSİYETLERİ:
Kitâb ve ehl-i beyt yoluyla rivâyet edilmiş sünnetten sonra ictihada baş vuran
İmâmiyye, Zeydiyye'nin aksine kıyas ve icmâ'ı kabul etmezler.(9) İctihad
kapısını da daima açık tutarlar.
Bu kaidelerin dayanağı şudur:
Allah'ın, ibâdet olsun muâmelât olsun her hadise için bir hükmü vardır. Bunu
vahiy yoluyla Hz. Peygamber'e bildirmiştir. Hz. Peygamber hayatında gerekli
olanları açıklamış, geri kalanını da "vâsî"lerine bildirmiştir. Ma'sûm imamlar
bunlardır; şu halde kıyasa, re'y ictihadına... gerek yoktur. Ca'feriyye'nin "ahbârîler"i
böyle derken "usûlîler"i fıkıhta ictihada geniş yer vermişlerdir.
Usûldeki bu derin farka rağmen İmâmiyye'nin, 17 kadar esas meselede sünnî fıkıh
mezheblerine muhâlif oldukları ifade edilmiştir.(10) Başlıcaları:
1- Nikâh devamlı olabileceği gibi muvakkat da olabilir (müt'a nikâhı).
2- Boşamada iki âdil şâhid şarttır (et-Talâq: 65/2)
3- Ehl-i kitâb kadınlar ile evlenmek câiz değildir (el-Mümtahine: 60/10).
4- Mirasta öz amca çocuğu, babadan hısım olan amcaya tercih edilir. (Siyâsî
kanâatin fıkha te'siri).
5- Hastanın boşaması mu'teber değildir.
6- Sünnî olmayan boşama mu'teber değildir.(11)
7- Bir mecliste (yerde) birden fazla boşamak bir boşama sayılır.(12)
8. M. Yûsüf Mûsâ, el-Emvâl...,s. 99. Diğer Ca'ferî fıkıh kitapları için bak A.
Zeydân, age., s. 177.
9. Bazı usûlcüleri icmâ ve kıyası kabul etmişlerdir. A. Zeydan, el-Medhal, s.
176.
10. Dr. A. Hasen, age., s. 189.
11. H. K. Mukayeseli İslâm Hukuku, s. 305 vd.
12. Bak. M. H. Alü Kâşif el-ğıtâ, Aslu'ş-şîa ve usûlühâ, Kahire, 1944; A. Emin,
Duha'l-İslâm, C. III, s. 254 vd.; H. Karaman, İslâm'ın Işığında Günün
Meseleleri, C. II, s. 722 vd.
Dördüncü Alt Bölüm
(Mezheplerin Yayılması)
I- MEZHEPLERİN YAYILMASININ ÂMİLLERİ:
Mezheblerin İslâm dünyasında tutunması, yerleşmesi ve yayılmasının siyasî,
ictimâî, iktisadî, medenî âmilleri vardır:
1- Mezheb imamlarının devlet büyükleriyle ilgisi: Meselâ Abbâsîler'den Harûn
Raşîd zamanında hanefî Ebû-Yûsuf'un kadı'l-kudât tayin edilmiş olması mezkûr
mezhebin yayılmasında âmil olmuştur. İbn Haldûn buna işaretle şöyle diyor:
"Irak, Hind, Çin, Mâverâunnehir ve bütün Acem diyarı müslümanları hanefîdir;
çünkü Ebû-Hanîfe'nin talebesi Abbâsî halifelerinin dostu olmuş, mezhebi hilâfet
merkezinde kabul edilmiştir."(1)
Yahyâ b. Yahyâ, Endülüs'te el-Hakem'in itimadına mazhar olduğu için orada da
mâlikî mezhebi yayılmıştır.
2- Hac yolu üzerinde bulunmaları: Kuzey Afrika kıyılarında oturan müslümanlar
hac maksadıyle sefer ettiklerinde yolları Medîne'ye uğramış, Mâlik ve
tâbileriyle temasa gelerek bu mezhebi benimsemişlerdir.
3- Medeniyet ve kültür seviyesine uygunlukları: Yine İbn Haldûn'un ifadesine
göre Mağrib ve Endülüs müslümanlarının medenî seviyeleri Irak'a nisbetle daha
sâde ve ibtidâî olduğu için Hicazlıların mezhebi bünyelerine uygun gelmiştir.(2)
4- Güçlü ve itibarlı âlimler tarafından benimsenmesi vb. başka âmiller de
vardır.
1. Mukaddime, Beyrut, 1879, s. 392.
2. Age., s. 392.
II- MEZHEBLERİN
YAYILMASI:
1- Hanefî Mezhebi:
Hanefî mezhebi önce Irak'ta yayıldı. Horasan, Sicistan, Mâverâünnehir gibi Şark
memleketlerine hâkim oldu. Kısmen de olsa Taberistan, umumiyetle Azerbaycan,
Kafkasya, Tebriz, Rey, Ehvâz (Huzistân) ve İran'da yayıldı. Sind (bugünkü
Pakistan)'da hanefîler vardı. Sicistan halkı ile Bengal emirleri de hanefî
idiler. Bu mezheb Selçuklu ve Osmanlılar ile, Anadolu ve Balkanlara girdi.
Mısır, hicrî 164 tarihinde Mehdî tarafından oraya kadı tayin edilen İsmâil b.
el-Yesa'a kadar bu mezhebi tanımadı. Vakıflar konusundaki hanefî hükümleri
Mısırlılara uygun düşmediği için mezkûr kadı azledildi. Sonra da kazâ hanefî,
mâlikî, ve şafiî mezhebiyle zaman zaman el değiştirdi.
Kuzey Afrika'nın doğusunda hicrî dördüncü asra kadar hâkim durumda iken yerini
mâlikîlere bırakmış, Fas ve Endülüs'te ise tâbileri az olmuştur.
Makdisî'nin haber verdiğine göre Sicilya müslümanlarının da çoğu hanefî idi.
Ayrıca Yemen'de de çok sayıda tâbirleri vardı.(3)
2- Mâlikî Mezhebi:
Kadı Iyad (v. 544/1149) Tertîbu'l-medârik isimli eserinde, mâlikî mezhebinin
intişârı hakkında oldukça teferruatlı bilgi vermiştir. Buna göre:
Mâlikî mezhebinin beşiği Medîne'dir; bütün Medîneliler bu mezhebe mensub idiler,
Hicaz ve Yemen'in bazı mıntıkalarına da buradan yayıldı.
Basra'da İbn Mehdî ve el-Ka'nebî ile tâbileri vasıtasiyle hâkim olan mâlikî
mezhebi bilâhare şâfiî mezhebiyle bölgeyi paylaşmıştır.
Bağdad'da Âlü-Hammâd b. Zeyd'in kadılığı esnasında mâlikî mezhebi hâkim hale
gelmiş, sonra yerini başkalarına bırakmıştır.
Doğu'da Horasan, Kazvin, Fâris bölgelerinde Yahyâ b. Yahyâ et-Temîmî, Abdullah
b. Mübarek gibi zevat vâsıtasıyla yayılan mâlikî mezhebi zamanla bu bölgeleri
hanefî, şâfiî ve zâhirî-Dâvûdî (Fâris'te) mezheblerine bırakmıştır.
Suriye'de: Medîne'den sonra mâlikî mezhebi buraya da girmiş, sonra Evzâî mezhebi
hâkim olmuş, nihayet diğer mezhebler de yayılmıştır.
Mısır'da: Medîne'den sonra mâlikî mezhebinin ilk bölgesi Mısır olmuş, sonra
Şâfiî buraya gelince yerini onun mezhebine terketmiştir.
Kuzey Afrika'nın Doğu ve Batısında önceleri hanefî ve kısmen şâfiî mezhebi
yaygın iken Ali b. Ziyâd, İbn el-Eşras, Esed b. el-Fürât, Sehnûn gibi mâlikî
fukahâsının gayretleriyle bu mezheb hâkim olmuştur.
Endülüs'te: Fetihten itibaren Evzâî mezhebi benimsenmiş idi. Ziyâd b.
Abdurrahman, el-Gâzî b. Kays ve benzerleri İmam Mâlik'e gelip okudu, sonra
memleketlerine avdet ederek onu ve mezhebini tanıtmaya başladılar. Melik Hişâm
b. Abdurrahman mâlikî mezhebini kabul edip, fetvâ ve kazâyı bu mezhebe
bağlayınca artık diğer mezhebler yayılma imkânı bulamadılar. Hatta rasladıkları
şâfiî veya hânefîyi memleketten nefyettiklerini Makdisî rivayet etmektedir.
3- Şâfiî Mezhebi:
İmam Şâfiî Mısır'a gelip mâlikîlerden de ayrılınca mezhebi ilk defa burada
yayıldı. Selâhaddîn el-Eyyûbî Mısır baş kadılığına şâfiî mezhebinden Abdulmelik
b. Devyâs'ı tayin edince şâfiî mezhebi hâkim hale geldi.
Suriye'de Evzâî mezhebi hâkim iken Suriyeli Ebû-Zür'a Muhammed b. Osman Mısır
kadısı olunca şâfiî mezhebini Suriye'ye de soktu. Makdisî kendi zamanında (4.
asır) Suriye'de daha çok şâfiî fukahâsının bulunduğunu, mâlikî ve davûdîlere
raslanmadığını zikretmiştir.
Mâverâünnehir'de şâfiî mezhebi Ebû-Bekir eş-Şâşî el-Kaffal vasıtasiyle
yayılmıştır. Doğu'da Taşkent (Şâş), Îlâq, Tûs, Nesâ, Buhârâ, İsferâyîn,
Danıkan'da hâkimiyet şâfiîlerindi.
Herat, Sicistân, Nîşâbur ve Serahs taraflarında şâfiîler ve hanefîler, daha çok
birincilerin sebebiyet verdiği dâimî bir mücadele ve kavga içinde olmuşlar,
kanlar dökülmüş ve zaman zaman devletin müdahalesi zarûrî olmuştur.(4)
Dördüncü asırda İran'da zâhirîler hâkimiyet kurdular. Suntan Adududdevle zâhirî
olduğu için birçok memuriyetler ve kadılık bu mezheb sâliklerinin elinde
bulunuyordu.
Makdisî kendi zamanında dördüncü mezheb olarak -hanbelîlerin yerine- zâhiriyye
mezhebini zikretmiştir. İbn Ferhûn ise kendi zamanında (8. asır) tatbik edilen
mezheblerin beşincisi olarak zâhirîleri saymıştır. İbn Haldûn (v. 808/1405)
yaşadığı asırda artık zâhirîlerin kalmadığını ifade etmektedir.
Endülüs'te de bir zamanlar zâhiriyye mezhebi hâkim olmuş, hatta "Ya'kub b. Yûsüf
b. Abdülmü'min idareyi ele alınca -zâhiriyye mezhebi taassubu ile- bazı mâlikî
kitaplarını yaktırmıştır.
5- Hanbelî Mezhebi:
Bu mezheb Bağdad'da doğmuş ve başka yerlerde fazla yayılamamıştır. Bağdad'da şîa
ve diğer mezheblerle mücadele ve kavgaları zaman zaman hükümetler için problem
olmuştur.
Makdisî'nin nakline göre dördüncü asırda Basra ve Huzistan'da da hanbelîler
bulunmuştur.
6- Diğer Mezhebler:
Evzâî mezhebi ikinci asırdan sonra tarihe karışmıştır.
Süfyan es-Sevrî mezhebi İsfehan, Dinever, Bağdad gibi yerlerde birkaç asır
yaşamış, beşinci asrın başlarında tâbii kalmamıştır.
Ebû-Sevr mezhebi üçüncü asırda tarihe intikal etmiştir.
İbn Cerîr et-Taberî'ye mensûb "cerîriyye" mezhebi de ancak dördüncü asrın
sonlarına kadar yaşamıştır.
Bunlara benzer diğer sünnî fıkıh mezhebleri de zamanla sâlikleri kalmadığı için
tatbikattan çekilmiş, ve dördüncü asırdan sonra dört büyük mezheb İslâm
dünyasına hâkim olmuştur.(5)
3. Dr. A. Hasen, age., s. 295.
4. H. Karaman, İslâm Hukukunda Mezhebler, s. 16 vd.; "İslâm Tarihinde Mezheb
Kavgaları), Diyanet Dergisi, C. XIV, s. 1, s. 47-51.
5. İyi bir hulâsa için bak: Dr. A. H. Abdulkadîr, age., s. 292-300.
III-
GÜNÜMÜZDE FIKIH MEZHEBLERİNİN BÖLGELERİ:
Mezheblerin ortaya çıkış ve yayılışlarından günümüze kadar İslâm dünyasının
ictimâî ve siyâsî hayatında büyük değişiklikler olmuş, yeni yeni ülkeler doğmuş,
büyük göçler olmuş, bu arada mezheblerin bölgeleri de kısmen değişmiştir. Buna
göre günümüzde mezheblerin yayılma bölgeleri şöyle bir tablo arzetmektedir:
A- HANEFÎ MEZHEBİ:
Türkiye, Balkanlar, Arnavutluk, Bosna-Hersek, Lehistan, Ukrayna, Kırım,
Azerbaycan, Dağıstan, Kafkasya (çerkezlerin mühim bir kısmı), Kazan, Ofa, Ural,
Sibirya ve Türkistan Türkleri, Çin, Mançurya, Japonya müslümanları, Afganistan,
Horasan, Bülûcistan, Siyâm, Hind, Keşmiş, Pakistan ekseriyetle hanefîdir. Yemen,
Aden, Hicaz, Mısır ve Filistin'de az, Suriye ve Irak'ta oldukça çok hanefî
vardır. Cezayir ve Tunus'ta da hanefîler mevcuttur.
B- ŞÂFİÎ MEZHEBİ:
Mısır, Suriye, Hicaz ve Filistin'de şâfiîler çoktur. Filipin, Cava, Sumatra ve
Siyam müslümanları ekseriyetle şâfiîdir. Dağıstan, Ortaasya'nın kuzeyi ve Doğu
Afrika'da bu mezheb yaygındır. Yemen, Aden, Irak, Hind ve Doğu Anadolu'da da
şâfiîler vardır.
C- MÂLİKÎ MEZHEBİ:
Libya, Trablus, Tunus, Cezayir, Fas, Merakeş, Sudan, Afrika sahilleri
ekseriyetle mâlikîdir. Irak, Suriye, Hicaz ve yukarı Mısır'da da mâlikîler
bulunmaktadır.
D- HANBELÎ MEZHEBİ:
Başta Hicaz olmak üzere Irak, Suriye, Filistin ve Mısır'da hanbelîler
bulunmaktadır.
E- DİĞER MEZHEBLER:
Şîî-ca'ferîler: İran'da resmî mezheb. Irak, Suriye, Azerbaycan'da oldukça çok,
Hatay ve Kars'ta az miktarda şîî-ca'ferî vardır.
Zeydîler: Yemen'in resmî mezhebi zeydîliktir.
İsmâiliyye: Ganj vâdisinde çoğunluktadırlar. Bedehşan, Hozistan, İran, Irak,
Suriye, Mısır, Yemen, Pencab, Gücerât, Keşmir, Fas ve Zangibar'da da bağlıları
vardır.(6)
6. O. Keskinoğlu, İslâm Dünyası, Ank. 1964, s. 28-40.
Beşinci Bölüm
MOĞOL İSTİLÂSINDAN MECELLE'YE KADAR
(Fıkhın Gerileme Çağı)
A- SİYÂSÎ DURUM:
Bağdad'ın Mogollar eline düşmesinden Mecelle'nin tedvîni tarihine kadar
(1258/1869) geçen zaman içinde hâkimiyet bakımından İslâm ülkesinin durumuna göz
attığımız zaman şöyle bir tablo ile karşılaşırız:
Doğu'dan Harzemşahlar'ı ve Selçuklular'ı silip süpürerek; katliâm, yağma ve
tahribin en korkuncunu icrâ ederek ilerleyen Mogollar'dan Cengiz'in oğlu Hulâgû,
İran'da Deylem bölgesinde hüküm süren İsmâîlîler'i ve Bağdad Abbâsî Hilâfetini
ortadan kaldırmış, Kösedağ muhârebesinden sonra (1243) Anadolu Selçuklu
Devletini de kendi nüfuzu altına almıştır (1256). Böylece İran, Irak, Azerbeycan
ve kısmen Anadolu İlhanlıların (Batı Mogolları'nın) eline düşmüştür.
Anadolu'da Selçuklular zayıflayıp Mogollar hâkim mevkie gelince XV. asrın
ortalarına kadar Anadolu Beylikleri (Türkmen aşîretleri) yer yer müstakil hale
gelmişlerdir: Karaman, Germiyan, Eşref, Hâmid, Menteşe, Candar... oğulları.
Anadolu Selçuklu devletinin Batı uçlarında 1299'dan itibaren gelişen Osmanlı
Beyliği de bunlardan birisidir. Bu Beylik -zamanla- çığ gibi büyüyerek İran'dan
Balkanlar'a, Kırım'dan Kuzey Afrika kıyılarına; Mısır, Suriye, Irak ve Yemen'e
kadar hâkimiyetini yayan büyük bir devlet olmuştur.
Doğu'da bir zamanlar Osmanlıların en önemli rakibi olan Timur (1336-1405)
Horasan, Kabul, Batı Hindistan, İran, Suriye ve Anadolu'yu fethetmiş, katil ve
tahrîb bakımlarından Cengiz ve Hulâgu'ya yaklaşmıştır.
Timur'dan sonra İran çevresinde arka arkaya Karakoyunlu, Akkoyunlu ve Safevîler
(1502-1736) hâkim olmuşlardır.
Eyyûbîler'den sonra Mısır, Suriye, Cezîre ve bir kısım Arabistan'a sahib olan
Memlûkler, 1250'de Eyyûbî hükümdâr Salih Necmeddin'in, Türklerden tedarik ederek
yetiştirdiği kölelerden Aybek tarafından kurulmuş ve 1382 senesine kadar devam
etmiştir.
1382'den 1517'ye kadar devam eden Burç Memlûkleri ise Türk Memlûkleri'nin Kahire
kışlalarında yetiştirdikleri çerkez ve lâz köleler tarafından kurulmuştur.
1258'de Hulâgû'nun Bağdad'ı tahrib ederek son Abbâsî halîfe Müsta'sım Billâh'ı
öldürdüğünü yukarıda kaydetmiştik. Memûk Sultanı Baybars saltanatını
güçlendirmek için (659/1261)'de, Suriye'ye kaçmış olan Zâhir bi-emrillah'ın oğlu
ve son Bağdad halifesinin amcası Müstansır Billâh'ı halîfe ilân etmiş, böylece
Yavuz Selim'in Mısır fethine (1517) kadar devam eden Mısır Abbâsîleri devri
başlamıştır.
Beşinci hicrî asrın ortalarında Sicilya Normanların eline geçti, Kayravan
Bedevîler tarafından harab edildi. Yine beşinci asırdan başlamak üzere İspanya
parça parça müslümanların elinden çıkmaya başladı, nihâyet 1492 mîlâdî yılında
tamamen mutaassıp haçlıların eline geçti, Endülüs'te, cebren veya isteyerek
hristiyan olanlardan -hatta katolik olanlardan- başka kimse kalmadı, vaktiyle
müslümanlardan müsâmaha gören, din ve vicdan hürriyeti elde eden mutaassıp
hristiyanlar hâkim olunca kimseye acımadılar, hayat hakkı tanımadılar, büyük
katliamlar yaptılar. Avrupa'yı nura kavuşturan bir medeniyeti yok ettiler,
müslümanların büyük emeklerle ortaya koydukları kitapları, yarım asır durmadan
yaktılar. Böylece diğer merkezlerden sonra veya bir kısmı ile beraber Kuzey
Afrika ve Endülüs ilim hayatı da çökmüş oldu.
B- BU DEVİRDE
İCTİHAD ve FIKIH:
Hukukî hayatın ve dolayısıyle hukuk ilminin inkişâfında hâkimiyetin ve siyasî
istiklâlin rolü büyüktür. Abbâsî ve Selçuklu hâkimiyetini yıkan Mogollar,
İlhanlı hükümdarı Gazan Han'a (1271-1304) kadar devleti Cengiz yasasına göre
idare etmişler, şahsî-dinî işlerinde halkı serbest bırakmışlardır. Müslüman halk
ise çeşitli fıkıh mezheblerini benimsemiş, -devrin fıkıh bilginleriyle beraber-
bunlara taassupla sarılmışlardır.
Bundan önceki devrede gördüğümüz tercîh ve tahrîc selâhiyetine mâlik fıkıh
bilginlerinden sonra gelen bu devir fıkıhçılarında takdîd rûhu tam mânasıyle kök
salmıştır. Yeniden müstakil veya müntesib içtihâd bir yana, bir mezhebe bağlı
müslümanın diğer sünnî-İslâm fıkıh mezhebinden istifadesi, çeşitli mezheb
sâliklerinin birbiri ardında namaz kılmalarının cevazı... bile tartışılmıştır.
Mısır Abbâsîleri ve Memlûkler devrinde Mısır, Suriye, Yemen gibi bölgelerde
ictihad hareketi yeniden canlanmaya başlamış, ancak bu hareket, teşvik yerine
sert reaksiyon görmüş, taassup ve siyasî baskıyı yenememiştir.(1)
Hicrî altınca asrın ortalarından itibaren Kuzey Afrika'da ve özellikle Fas
çevresinde yeni bir ictihad hareketi başlatıldı ise de uzun ömürlü olmadı. Hicrî
550 yıllarında bu bölgeye hâkim olan Muvahhid hükümdarı Abdulmümin b. Alî'nin
tasarladığı, oğlu ve özellikle torunu Ebû-Yûsüf Ya'kub el-Mensûr (v.
595/1199)'un yürüttüğü bu hareketin seyri şöyle olmuştur: Anılan Muvahhidî
yöneticiler, ulemânın ve halkın asıl kaynaklarla alâkalarını kestiklerini ve
tamamen -mâlikî müctehidler tarafından yazılmış, fürû (fıkıh) kitaplarına
dayandıklarını, bunların dışına çıkmadıklarını görünce halka, bu kitapları
okumayı yasaklamışlar, ele geçen bütün fürû kitaplarını yaktırmışlardır.
Bunların yerine, on hadîs kitabını (Buhârî, Müslim, Ebû-Dâvûd, Nesâî, Tirmizî,
Muvatta', Beyhakî'nin ve Dârekutnî'nin Sünen'leri, Bezzâr ve İbn Ebî-Şeybe'nin
Müsnedleri) ele almış, bunlardaki hadîsleri taratmış, konulara göre yazdırmış ve
gerek âlimlerin ve gerekse halkın bunları öğrenmelerini, bunlara göre amel
etmelerini istemişler, iyi öğrenip uygulayanlara mükâfatlar vermişlerdir.
Müellifler, bu hareketin serbest bir ictihad hareketi mi, yoksa kökü siyâsî olan
bir "zâhiriyye mezhebine dâvet" hareketi mi olduğu konusunda farklı görüşler
ileri sürmüşlerdir. Faslı İslâm Hukuk Tarihçisi Hacevî'ye göre bu hareketin
başarılı olamamasının sebepleri vardır: a) Cebre dayanmaktadır, zorlamadır. b)
Bu harekette, ictihad görünümü içinde bir zâhirî donukluğu vardır. c) Hareketi
destekleyen Muvahhidîler dağılmış ve Tunus'ta onların yerine geçenler, geçmişin
izlerini silerken bu harekete de karşı çıkmış, kökünü kazımak istemişlerdir.(2)
Bu devirde İslâm ülkesinde yetişen fıkıh bilginlerinin yekdiğeriyle irtibatı
kesilmiş, müctehid yetiştiren kitaplar okunmamış ve yazılmamıştır. Son cümleyi
biraz daha genişletmek, devrin hususiyetlerini aydınlatması bakımından faydalı
olacaktır:
1- Fıkıhçılar Arasındaki İrtibatsızlık:
Önceki devirlerde Horasan'dan Mısır'a, Bağdad'dan Nisâbur'a ve daha uzak yerlere
kadar yorulmadan, usanmadan seyahat eden bilginler ve talebeler ilim
alış-verişinde bulunuyor, hem kendilerini yetiştiriyor hem de ilmin inkişâfını
sağlıyorlardı. Halbuki içinde bulunduğumuz devrin bilhassa sonlarına doğru bu
irtibat kesilmiş, ne hac ve ne de başka münasebetlerle temas kurulmamış, böyle
bir ihtiyaç hissedilmemiştir.
2- Selef'in Kitaplarına Karşı İlgisizlik:
Gerçek mânasıyla fıkıh bilgini ve müctehid yetiştiren, okuyana ictihad rûhu
aşılayan kitaplar; Müctehid imamların (Şâfiî, Mâlik...) ve onların talebelerinin
(Muhammed, Ebû-Yûsuf...) ve onları tâkip edenlerin eserleri okunmamış, bunlarla
ilgilenen olmamıştır. Himmetler zayıflamış, hedefler küçülmüş, kısa yoldan hazır
bilgilerin ezberlenmesi tercih edilmiştir.
3- Müctehid Yetiştirecek Eserlerin Yazılmaması:
Daha önceki devrelerde de geniş eserlerin kısaltıldığı, özetlendiği (ihtisâr)
görülmüştür. Fakat bu devirde ihtisar bir mârifet kabul edilmiş, bir kelime ile
anlatılacak hükmün iki kelime ile anlatılması kusur sayılmıştır. Bu telakkî,
bilmece şeklini almış metinlerin doğmasına sebep olmuş, anlaşılmayan metinlere
şerh yazılmış, bunları da hâşiye ve ta'lîkler tâkip etmiştir. Bu metod talebenin
ruh ve mânadan lâfza, şekle yönelmesine sebep olmuştur.
4- Hîle ve Te'vîl:
Yürüyen hayata donmuş hükümlerin intibakını sağlamak için ictihad yerine te'vîl
ve hîle kapısı kullanılmıştır. Mezheblerin zuhûru devrinde tetkik ettiğimiz "el-hiyel,
el-mehâric" yoluyla mezheblerin katı hükümleri yumuşatılmak istenmiş, fakat, çok
defâ İslâm'ın rûhundan uzaklaşılmıştır. Ribâ ve tâlâq konusundaki hileleri
burada örnek olarak hatırlatabiliriz.(3)
1. Bu devir fıkıh bilginlerini ayrıca inceleyeceğimiz yerde, mezkûr teşebbüs ve
reaksiyonlardan da örnekler sunmuş olacağız.
2. el-Fikru's-sâmî, C. II, s. 173.
3. el-Hudarî, age., s. 363-369; A. Emin, Zuhrul-İslâm, C. IV, s. 212 vd.
C- ADLÎ TEŞKİLÂT ve KAZA:
Gazan Han'dan önceki Mogol hâkimiyeti dışında İslâm ülkesinin hâkimiyet
bölgelerinde İslâm hukuku (şerîat) tatbik edilmiştir. Tatbikâtın kazâ
sâhasındaki(4) teşkilât ve tezâhürü şöyledir:
1- Anadolu Beyliklerinde:
Vilâyet mıntıkalarında adlî işlerle meşgul olmak üzere kadılar bulunurdu. Devlet
merkezinde de bütün kadıların mercii olarak büyük bir kadı vardı. Karaman
Beyliğinde, aynı zamanda bütün arâzî işlerine bakan kadı-asker de vardı.
--------------------------------------------------------------------------------
4. Corci Zeydan, Medeniyet-i İslâmiye Târihi, trc. Zeki Meğâmiz, İst. Dr. H. İ.
Hasen ve A. İ. Hasen, age; İ.A. "Mahkeme" mad.; Prof. İ. Hakkı Uzunçarşılı,
Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal, Ank. 1970; Osmanlı Tarihi I, II; Abdurrahman
Şeref, Târih-i Osmâniye, İst. 1309; Ahmet Lütfî, Mir'ât-ı Adâlet, İst. 1304.
2- İlhanlılarda:
Hulagû Han zamanında bütün İslâm teb'anın şer'î ve hukûkî işlerine, müderris ve
kadıların tayînine bakmak üzere kadılkudat Şemsüddîn Muhammed Kazvînî vardı.
Irak'ın da bir kadı'l-kudatı mevcut idi. Kadılkudat divanı (Dîvân-ı kudât-ı
memâlik) hem tedrîs, hem de kazâ sâhalarıyle meşgul olurdu. Kazâî vazîfeleri
arasında da iki hasmın mürafaasını yapmak, mahkeme sicil veya zabıtlarını
tutmak, hüccet vermek, ukud, münâkehât, kısmet, mîras, zekât ve yetim mallarını
muhâfaza etmek gibi şer'î işler vardı. Merkezde ve taşrada kadılkudatın yeteri
kadar nâibleri de bulunurdu.
Mogollar müslüman olduktan sonra, İslâm hukuku ile örf ve âdetlere vakıf
"hakemî-i memâlik" ismiyle ulemâdan bir vazîfe sahibi de görülmektedir. Bu memur
-isterse asker ile sivil arasında olsun- bütün dâvaları şerîate göre karara
bağlar ve buna kimse itiraz edemezdi.
3- Karakoyunlu ve Akkoyunlularda:
Devletin adlî ve dînî işlerine kadılar bakardı. Sadr, Sadâret veya Kadıaskerlik
diye anılan en yüksek makamın "Dîvan-ı Sadâret" isimli bir meclisi vardı. Ayrıca
Kadî-i muasker orduya ait dâvâ ve diğer işlere bakardı.
Vilâyetlerde adlî işlere bakan kadılar ve dînî işlere bakan müftüler vardı.
Medreselerin teftişi de dîvan-ı sadârete ait idi.
Akkoyunlular zamanında ulemâ başlarına beyaz sarık sararlardı. Hatta meşhûr âlim
Celâleddîn Devvânî (v. 1502) Yakup Han'ın zulme sapması sebebiyle başındaki
sarığı çıkarmış ve Han'ın ölümüne kadar sarmamıştır.
4- Memlûklerde:
Eyyûbîlerden beri kadılkudatlık en yüksek dînî makam olup vazîfesi şer'î ve
hukukî işlere bakmak ve infaz etmekti. Melik Zâhir Baybars zamanına kadar "kadî-i
dâru'l-adl" şâfiî idi. Baybars zamanında 663/1264 tarihinde dört mezheb için
dört kadı tâyin edildi. Bunların rütbece en üstünü şâfiî idi ve kadılkudatlar
dîvana katılırlardı.
Eyâletlerde de dört mezhebden kadılkudatlar bulunur, her biri kendi mezhebinden
kadıları tâyin ederlerdi.
Mısır ve Suriye'de Selahaddîn Eyyûbî'den beri askerin adlî işlerine bakmak üzere
kadı-askerler de tâyin edilegelmişlerdi.
5- Osmanlılarda:
Sancak ve daha küçük yerlerin idârî ve adlî işleri kadılara bırakılmış idi.(5)
En büyük ilmiye makamı Bursa kadılığı idi. I. Murad zamanında kadı-askerlik
makamı ihdas edilince üstünlük bu makama intikal etmiştir. Fâtih zamanının
sonlarına doğru işler çoğaldığı için kadı-askerlik Rumeli ve Anadolu olmak üzere
ikiye çıkarılmıştır.
Önceleri kadılar fetvâ işleriyle de meşgul olurken Yavuz Selîm zamanında
Şeyhülislamlık (meşâhat-i İslâmiyye, müfti'l-enâmlık) ihdâs edilmiş ve bu makam
zamanla sadr-ı a'zamlık mertebesiyle bir tutulmuştur. Şeyhulislâm ilmiyyenin
reisi ve şer'î mahkemelerin nâzırıdır.
5. Karacahisar fethedilince nâmına hutbe okunan I. Osman Dursun Fakih'i kadı
tâyin etmiştir. Bu zâtın, Türk asıllı ilk kadı olduğu zikredilmektedir. A.
Râsim, Osmanlı Tarihi, 2. B. İst. 1328/1330, C. I, s. 16 vd.
D- HÜKÜM KAYNAKLARI:
Hüküm kaynaklarından maksadımız hukukun bütün sâhalarında (âmme, husûsî)
başvurulan kaynaklar, bağlayıcı kaide ve kanunlardır.
Bu devirde de umûmî olarak, âmme hukûku sahâsında İslâmî esaslar yanında örf-ü
âdet ve kânunnâmelerin, husûsî hukuk sahâsında ise fıkıh ve fetvâ kitaplarının
kanun mesâbesinde olduğunu söylemek mümkündür.
1- Kanunnâmeler:
İdârî, mâlî, cezâî, muhtelif hukuk sahâlarına ait olmak üzere, vaktiyle
padişahların emir ve fermanları ile vâzedilmiş kanun ve nizamları aynen veya
hülâsa olarak bir araya toplamak suretiyle tertip edilen mecmûalara "kânunnâme"
veya "yasaknâme" denmiştir.
Akkoyunlular, Beylikler ve Memlûkler'den intikal etmiş kanunlar bulunmakla
berâber(6) derlenmiş, tipik, en eski kanunnâmelerden bize intikal etmiş olanlar
Osmanlılara aittir. Bunların da ilki Fâtih devrinde tertip edilmiştir
(1451-1481). Bundan sonra sırayla Kânûnî (1520-1566), Selim II (1566-1574),
Ahmed I (1603-1617); Murad IV (1623-1640) devirlerinde tertip edilmiş bulunan
kânunnâmeler gelmektedir.
Ayrıca Fâtih, Kânûnî, Mehmed IV ve Abdulmecid zamanlarında çıkarılmış ceza
kanunları da bize kadar intikal etmiştir. Her iki kategoride zikredilen
kanunnâmelerin çoğu neşredilmiştir.(7)
Padişah kanunlarının meşrûiyet ve muteberliği devrin hâkimiyet telakkisi ile
dînin idârecilere verdiği selâhiyetten doğmaktadır. Bilindiği üzere Kur'an-ı
Kerîm ülü'l-emre itâati gerekli kılmış(8) ancak bu itâatin Allah ve Resûlüne
itâatle çatışmasına izin vermemiş; "Hâlika ısyan ederek mahlûka itâat
edilemez"(9) prensibini getirmiştir. İşte bu esaslar dâiresinde hulefâ-i râşidîn
devrinden itibâren idâreciler ictihad ve istişâre ile nasların temas etmediği
boşlukları doldurmuşlardır. Bu ictihad ve tatbîkat İslâm amme hukukunu inkişâf
ettirmiş, kaideler tarih, fıkıh, ahkâm-ı sultâniyye siyaset-i şer'iyye vb.
kaynaklarda tesbit edilmiştir. Osmanlı kânunnâmeleri de bunların bir devâmı
mâhiyetindedir; farklı tarafları bazı şahsî tutumlar, örf-ü âdet, siyâsî bünye
ve zaman farkından neş'et etmiştir. Bu kanunnâmelerin "lâik, şerîate karşı,
fıkıh ve fetvâ ile ilgisi bulunmayan" örfî kanunlar olduğu(10) iddiâsına
katılmamız mümkün değildir. Selçuklular devrini tetkik ederken de kaydettiğimiz
gibi fıkhın veya nasların temas etmediği sâhalarda onlara aykırı olmayan, hattâ
onların ışığı altında hazırlanmış bulunan kâidelere ve buna bağlı tatbîkata "şerîate
karşı, lâik..." demek mümkün değildir. Çünkü bu kanunlar, J. Schacht'ın da
dediği gibi, "hükümlerine karşı gelmemek ve mer'iyete halel vermemek şartıyle
dînî hukukun noksanlarını doldurmaya çalışan formel kânunladır."(11) Bunları
buyururken padişahlar dîvan üyeleriyle istişâre etmişlerdir; bunlar arasında
dâimâ ulemâdan kişiler bulunmuştur. Zaman zaman fetvâya başvurduklarına, fetvâ
aldıktan sonra buyurduklarına ait pek çok örnekler mevcuttur.(12)
Bu kanunlara göre hüküm veren ve hükmü icrâ edenler de kadılardır. Fıkıh ve
Fetvâ kitapları her devrin ta'zir cezaları ile toprak siyâsetine temas etmediği
ve edemiyeceği için kadıların başvuracağı bu nevi kanunlara ihtiyaç duyulmuş,
sonra da bunlar tertiplenerek kanunnâmeler vücûda gelmiştir.
Teşrîfat vb. sâhalara ait olan maddeler ise umûmiyetle zaten fıkıh ve fetvâ
mevzûu değildir. İsrâf, alkollü içki kullanmak, zulüm gibi bir yasak
çiğnenmediği müddetçe serbest (mubâh) sâhaya girmektedir.
6. Prof. Barkan, İ. A., "Kânun-nâme" mad. s. 194.
7. Birinci Kategoride yer alan kanunnâmelerin neşri ve muhtevâsı hakkında bilgi
için bak. Prof. Barkan, age., "Bibliyoğrafya kısmı"; Prof. A. Akgündüz,
Kanunnâmeler; Ceza kanunları için bak. H. Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, s.
162-168.
8. En-Nisâ: 4/59.
9. Buhârî, K. el-Ahkâm, bab; 4; Müslim, K. el-İmâre, nu. 39.
10. Köprülü (İ. A. "Fıkıh" mad.); Barkan, (İ. A. "Kanunnâme" mad.); İnalcık (İ.
A. "Mahkeme" mad; Osmanlı Hukukuna Giriş..., SBF Dergisi, C. 13, nu. 2, 1958, s.
102/-126) bu görüştedirler.
11. İ. A. "Mahkeme" mad. Burada "noksanlarını" tâbiri yerine "boşluklarını"
demek daha doğrudur; çünkü din bunları âmme menfaati (mesâlih) nâmına kasten
açık bırakmış, ihtiyaca göre müslümanlar tarafından doldurulmasını istemiştir.
Bu hususu ifâde eden naslar mevcuttur.
12. Bazı örnekler için bak. T. O. E. M. 1332/1916, cüz 38, s. 74 vd.; Prof. M.
Tayyib Gökbilgin, İ. A. "Süleyman I." mad., s. 150, 152 vd.
2- Fıkıh ve Fetvâ
Kitapları:
Kadıların hüküm için kanun yerine başvurdukları kaynaklar arasında fıkıh ve
fetvâ kitaplarının önemli yerleri vardır. Her bölgede kadıların müracaat edeceği
kitapların mezhebi muayyendir. Hattâ bazan kitaplar da tâyin ve tahdit
edilmiştir. Müftü ve kadılar için rehber mâhiyetinde yazılan eserlerde (Uqûdü-resmi'l-müftî,
Edebu'l-qâdî...) bu nevî tayin ve tahditler üzerinde titizlikle durulmuştur.
Umumiyetle hanefî mezhebinin tatbik edildiği Osmanlı ülkesinde kadılar öncelikle
"zâhiru'r-rivâye" kitaplarına bakarlar, daha önce tercih edilmiş, kabul edilmiş
(müftâ bih, muhtâr), görüşlerin en doğrusu denmiş (esahh-ı akvâl) görüşleri
alırlar, böyle olmayan görüş ve ictihadları tercih edemezler.(13) Ancak ülü'l-emr
herhangi bir meselede başka bir mezhebin re'yinin alınmasına izin verirse onunla
hükmederler.
Fıkıh kitaplarında, kendi sistematiği içinde hukuki meseleler tetkik edilmiştir.
Şer'î, hukukî bir mesele ortaya çıkınca bunun hükmünü -muayyen şartlar içinde-
mezkür kitaplardan çıkarmakta bazen güçlük vardır. Bu sebeple daha önceden
verilmiş cevaplar (fetvâlar) verenler veya başkaları tarafından toplanarak fetva
kitapları (kütübü'l-Fetâvâ) meydana getirilmiştir.
Daha önceki devirlerde de tertip edilmiş fetvâ mecmûaları mevcuttur. Osmanlılar
devrinde tertip ve tedvin edilmiş olanlarından (89) adedini Bursa'lı Tâhir Bey
tesbit etmiştir.(14) Bunlara Zembilli Ali Efendi, İbn Kemâl ve Ebu's-Suûd
fetvâlarını da katarsak sayı (92) olur. Mezkûr mecmûalardan (26) adedi
Şeyhülislâmlara, birisi de Şeyhzâde Korkut b. Bâyezîd'e (v. 918/1512) aittir.
Sultan Muhammed Evrengzîb Bahâdır Âlemgir (v. 1118/1706) zamanında Hindistan'da
bir heyet tarafından, hanefî mezhebine göre tertip edilen Fetvâ mecmûası (Âlemgîrriyye,
Hindiyye) de çok kullanılmış, meşhûr bir mecmûadır ve altı cilt olarak matbûdur.
E- BAŞLICA FIKIH BİLGİNLERİ
VE ESERLERİ:
Sayıları binleri bulan bu devir fıkıhçılarının da ancak önemli ve eser sahibi
olanlarını tanıtmağa çalışacak, bu arada hangi derecede olursa olsun ictihad
ehliyetine sahip olanlara bilhassa işaret edeceğiz:
1- İbn el-Hâcib:
Cemâlüddin Osman b. Ömer (v. 646/1249), Mısırlı, mâlikî fukahâsından, kürd
asıllı, dil ve fıkıh bilginidir.
Eserleri: el-Kâfiye, eş-Şâfiye, Muhtarası'l-fıqh (altmış kitabın hulâsası),
Münteha's-sûl ve bunun muhtasarı, Câmi'u'l-ümmehât...
2- İbn Abdisselâm:
Abdulaziz b. Abdisselâm (v. 660/1262); sultânu'l-ulemâ diye anılır, bütün İslâmî
ilimler ve hasseten fıkıh, usûl ve arapçada mütebahhir olup mutlak müctehiddir.
İbnu'l-Hâcib, onun Gazzâlî'den daha büyük bir fakih olduğunu söylemiştir. Aynı
zamanda tasavvufa sülûk etmiş, takvâsı ile meşhur olmuştur. Şam'da doğmuş,
Mısır'da vefat etmiştir.
Eserleri: el-Fetâvâ, Muhtesaru'n-nihâye, el-Kavâ'ıd, Şeceretü'l-me'ârif...(15)
3- Ebû-Şâme:
Ebu'l-Qâsim Abdurrahman b. İsmâil (v. 665/1267); Suriyeli, tarih, fıkıh ve hadîs
bilgini, el-Eşrefiyye Dâru'l-hadîs'inde hocalık etmiş, "Muhtesaru'l-müemmel..."
isimli eserinde bid'atlere ve mezheb taassubuna cephe almıştır.
Eserleri: Kitâbu'r-ravdateyn (Eyyûbîler tarihi), Muhtesaru-Târihi-İbn Asâkir,
el-Bâ'is (bid'atlere karşı), Muhtesaru'l-müemmel...(16)
4- el-Karâfî:
Ebu'l-Abbâs Ahmed b. İdrîs (v. 684/1285); İbn Abdisselâm'ın talebelerinden olup
Mısırlıdır, mâlikî mezhebinde yetişmiş ve ictihad mertebesine ulaşmıştır.
Eserleri: Envâru'l-büruk fî envâ'i'l-fürûq, el-İhkâm fî temyizi'l-fetâvâ ani'l-ahkâm
(fetvâ, kazâ, hilâfet vb. mevzûlarında önemli bir eserdir) ez-Zehîra (mâlikî
fıkhı), Şerhu-Tenqîhi'l-füsûl, Şerhu'l-Mahsûl li'r-Râzî, (bu ikisi fıkıh
usûlü)...(17)
13. Ebu's-Suûd'un Ma'rûzat'ının "Kitabu-Edebi'l-Kâdî" bölümünde kadıların kendi
mezheblerindeki "tercih edilmemiş ictihad" ile hükmedemiyecekleri, kezâ
dâvalının mezhebinden başkasıyle de hüküm veremiyecekleri tasrîh edilmiştir: "Kudât,
Memâlik-i mahmiyyede müddeâ aleyh mezhebine muhâlif hükümden memnunlardır; imzâ
ve tenfîz lağvdir."
14. Osmanlı Müellifleri, C. II, İst. 1338, s. 61-64.
15. Süyûtî, Hüsnü'l-muhâdara, C. I, s. 142.
16. İbn el-İmâd, Şezerât, C. V, s. 301; el-Kütübî, Fevâtü'l-vefeyât, C. I, s.
594.
17. Süyûtî, Hüsnü'l-muhâdara, C. I, s. 142.
5- İbn Dakîkı'l-Iyd:
Muhammed b. Alî b. Vehb (v. 701/1302); Mısırlı, başta İbn Abdisselâm olmak üzere
asrının meşhur bilginlerinden ders aldı, önce mâlikî sonra şâfiî mezheblerine
intisab ederek bu mezhebleri tetkik eyledi ve ictihad mertebesine ulaştı. İlim
ile takvâyı birlikte yürütenlerdendir. Kırk yıl sabah namazından önce uyumamış,
ilim, zikir ve teheccüd ile sabahı bulmuştur.
Eserleri: el-İlmâm fî ehâdîsi'l-ahkâm (iki cildde hadislerin bir kısmını
şerhetmiş, bu şerh el-Askalânî'nin takdîrini celbetmiştir), "Kitâbu'l-İmam
(yirmi cilt olup çoğu kayıptır), el-Iktirâh (hadîs usûlü) Şerhu-Muhtesar-ı İbn
el-Hâcib...(18)
--------------------------------------------------------------------------------
18. eş-Şevkânî, el-Bedru't-tâli', C. II, s. 229; es-Süyûtî, age., C. I, s. 143.
6- Ebu'l-Berekât
en-Nesefî:
Abdullah b. Ahmed (v. 710/1310); Mâverâu'n-nehr bölgesinden Sağd'lu, el-Kerderî,
Hâherzâde gibi üstadlardan ders aldı, fıkıh, usûl ve hadîste üstad, hanefî,
mezhebde müctehid.
Eserleri: el-Vâfî ve şerhi, el-Kâfî (fıkıh), Kenzü'd-deqâık (fıkıh), el-Müstasfâ
(fıkıh), el-Menâr (usûl), el-İ'timad (Umde şerhi), el-Medârik (tefsir).(19)
7- İbn er-Rif'a:
Ahmed b. Muhammed (v. 710/1310); Mısırlı, İbn Daqîq gibi üstadlardan ders aldı.
Râfiî ve Nevevî gibi şâfiî mezhebinde ehl-i tercih selâhiyetini elde etti. İbn
Teymiyye ile münazaraya memur edilmiş, sonunda İbn Teymiyye onun için
"Sakalından Şâfiî fıkhı damlayan bir hoca" demiştir.(20)
Eserleri: el-Kifâye fî şerhi't-Tenbih (20 cilt, fıkıh), Şerhu'l-Vesit (Gazzâli'nin
bu eserini kısmen şerhetmiştir.) el-Matlab...(21)
8- Necmüddîn et-Tûfî:
Süleyman b. Abdu'l-Kaviy (v. 716/1316); Bağdad'ın Tûf kasabasında doğdu, Suriye
ve Mısır'da yetişti, hanbelî mezhebine mensub olmakla beraber kendine mahsus
görüşleri vardır. Bir büyük kütüphâne dolusu kitap okumuştur. Mesâlihin nas ve
icmâ'a tercih edilmesi gerektiği hakkındaki görüşü tartışmalara sebeb olmuştur.
Bir zaman şiâ mezhebinin bazı inançlarını benimsediği için teşhir ve
hapsedilmiştir.(22) Fıkıh Usûlü dalındaki eseri üç büyük cilt halinde
basılmıştır.
19. Luknevî, el-Fevâid, s. 101.
20. Şevkânî İbn er-Rifâa'nın İbn Teymiyye ile yalnızca Şâfiî fıkhında münazara
edebileceğini, başka konularda ona denk olmadığını ifade etmiştir. el-Bedr, C.
I, s. 115.
21. Süyûtî, age., C. I, s. 145.
22. İbn el-İmâd, Şezerât, C. VI, s. 39; İbn Hacer, ed-Dürar, C. III, s. 249; S.
R. el-Bûtî, Davâbitu'l-maslaha, s. 202 vd.
9- İbn Ruşeyd:
Muhammed b. Ömer (v. 721/1321); Sebte'de doğdu, Fâs, Mısır ve Suriye'ye giderek
aralarında İbn Daqîq'in de bulunduğu birçok üstaddan ders aldı ve mezhebde
müctehid mertebesine yükseldi.
Eserleri: İzâhu'l-mezâhib... Tercümanu't-terâcim alâ ebvâbi'l-Buhârî, er-Rihle...(23)
10- İbn-ez-Zemelkânî:
Muhammed b. Alî (v. 727/1327); Suriyeli, şâfiî mezhebinde yetişmiş ve ictihad
derecesine yücelmiştir.
İbn Teymiyye'nin talâk ve kabir ziyareti ile alâkalı görüşlerine birer reddiyesi
ile Minhac üzerine notları (talîq) vardır.(24)
11- İbn Teymiyye:
Takıyuddîn Ahmed b. Abdulhalîm (v. 728/1327); Suriyeli, yirmi yaşına varmadan
sayılı âlimlerden olmuş, ders okutmaya ve fetvâ vermeye başlamıştır. Hanbelî
mezhebinde yetişmiş sonra mutlak müctehid olarak taklîdi terk etmiştir. Geniş
bilgisi, güzel konuşması, hârikulâde hafızası, cesareti ve çok yazmış olması ile
meşhurdur. Bazı mutasavvıfların aleyhinde bulunması, Hz. Peygamber vâsıta
kılınarak dua edilemiyeceği, bir defada îka edilen (veya araya rucû girmeyen) üç
talâkın bir sayılacağı, üç mescidden başka yerlerin ibadet maksadıyle ziyaret
edilemiyeceği konularındaki fetvâları sebebiyle işkence görmüş ve uzun zaman
hücrelerde, hapishanelerde kalmıştır. Leh ve aleyhinde çok mübâlâğa edilmiş
olmakla beraber bilgili ve insaflı İslâm ülemâsına göre İbn Teymiyye büyük bir
İslâm âlimi ve mücâhiddir.
Her insan gibi onun da ictihadî hataları olabilir ve vardır; ancak eserlerinden
müntağnî kalınamaz. Şeyhulislâm diye anılan İbn Teymiyye doğrudan doğruya veya
eserleriyle birçok İslâm büyüğüne hocalık etmiştir.
Binlerce sayfa ve üçyüz kadar cilt tutan eserlerinin bazıları şunlardır: el-Fetâvâ,
İbtâlu'l-hiyel, Minhâcü's-sünne (râfizîlere karşı), Muvâfakatü-sarîhi'l-ma'kul
li-sahîhi'l-menkul, et-Tevhîd, el-Kader, es-Seyfü'l-meslûl, Iktızâu's-sırâtı'l-mustakîm,
es-Siyasetu'ş-şer'iyye.(25)
23. Şevkânî, age., C. II, s. 234.
24. Şevkânî, age., C. II, s. 212; Süyûtî, age., C. I, s. 145.
25. İbn Hacer el-Askalânî, ed-Dürar, C. I, s. 155-170; İbn Kesîr, el-Bidaye ve'n-nihâye,
C. XIV, s. 132-141; Şevkânî age., C. I, s. 63-71; M. Ebû Zehra, İbn Teymiyye
(müstakil biyografya); İbn el-Âlûsî, Cilâu'l-ayneyn; H. Karaman, İslam Hukukunda
Mezhebler, s. 23-33; DİA, İbn Teymiyye maddesi. İbn Teymiyye'nin birçok eseri
(külliyâtı) Riyad'da 37 cild halinde tabedilmiştir
12- İbn Seyyidi'n-nâs:
Ebu'l-Feth Muhammed b. Muhammed (v. 734/1333); İşbileyeli asil bir âileye
mennuptur, babası Mısır'a gelmiş, oğlunu küçük yaşından itibâren büyük âlimlere
takdîm ve teslim ederek okutmuştur. Aralarında İbn Daqîq'ın da bulunduğu bin
kadar üstaddan feyz alan ve şâfiî mezhebine tâbi bulunan İbn Seyyidi'n-nâs hadîs
hâfızı, allâme ve müctehidlik derecelerini elde etmiştir.
Eserleri arasında es-Sîratu'n-nebeviyye'si meşhurdur. Tirmizî şerhini
tamamlayamamıştır.(26)
13- İbn Kudâme:
Şemsüddîn Muhammed b. Ahmed (v. 744/1343); İbn Teymiyye ve Zehebî gibi zevattan
ders almış, genç yaşında (40 yaşında) vefat etmiş olmasına rağmen büyük
bilginler arasına girmiş, hanbelî mezhebinin ileri gelen fakihi olmuştur. Zehebî,
İbn Kesîr, Mizzî ondan istifade ettiklerini söylemişlerdir.
Eserleri: Kitâbu'l-ahkâm (8 cild), er-Raddu al'es-Sübkî (Sübkî'nin İbn
Teymiyye'ye karşı yazdığı reddiyenin reddi), el-Muharrar (İbn Daqîq'ın el-İlmâm'ının
muhtesarı, hadîs), el-İlel...(27)
(620/1223)'te vefat eden Abdullah b. Ahmed (İbn Kudâme) de hanbelî müctehid
büyük bir bilgindir. el-Muğnî isimli eseri (on cild) meşhurdur. Kendisinden,
daha önceki devrede bahsedilmiştir.
14- Ebû Hayyân el-Endelüsî:
Esîruddîn Muhammed b. Yûsuf (v. 745/1344); lügât, gramer ve tefsîr ilimlerinde
imamdır. Endülüs, Kuzey Afrika, İskenderiye ve Mısır'da sayısız üstaddan ders
almış, kendisinden de çok istifâde edilmiştir. Zâhirî mezhebinde yetişmiş,
Şark'a geldiği zaman şâfiî mezhebine intisâb eylemiştir.
Bazı eserleri: el-Bahru'l-muhît (tefsîr), el-Vehhâc Muhtesaru'l-Minhâc, el-Emru'l-ahlâ
fi'htisari'l-muhallâ, el-İdrâk li-lisâni'l-etrâk...(28)
15- Sadru'ş-şerî'a:
Ubeydullah b. Mes'ûd (v. 747/1346); geniş bir ilim âilesinden gelmektedir;
hikmet, tabîat, din, usûl-i fıkh ve fıkıh sahâlarında tahkîk mahsûlü eserleri
vardır. Hânefîdir ve Buhâra'da medfûndur.
Eserleri: Ta'dîlü'l-ulûm, et-Tenqîh ve şerhi et-Tavdîh, Şerhu'l-Viqâye...(29)
26. Şevkânî, age., C. II, s. 250; İrşâdu'l-Fühûl, s. 254.
27. Şevkânî, el-Bedr, C. II, s. 108.
28. age, c. II, s. 288.
29. el-Lüknevî, el-Fevâid, s. 109.
16- el-Udfuvî:
Ca'fer b. Sa'leb (v. 748/1347); Ebû-Hayyân ve İbn Daqîq gibi zevattan istifade
ederek yetişmiş, muhakkık bir şâfiî fakihidir. Aynı zamanda şâir ve
mûsikîşinastır.
Eserleri: et-İttibâ fî ahkâmi's-semâ', et-Tâliu's-seîd fî târîhi's-Sa'îd...(30)
17- ez-Zehebî:
Muhammed b. Ahmed b. Osman b. Kaymaz (v. 748/1347); aslen Türk olan Zehebî
Suriye'de yetişti, İbn Asâkir ve emsalinden ders aldı. Bilhassa hadîs ve târih
dallarında âbide eserler verdi. Fıkıh sahasında taklîdi terkedip nassa göre
tercil yapanlardandır.
Bazı eserleri: Târihu'l-İslâm, Tabaqâtü'l-huffâz, Tabakatü'l-qurrâ, el-Mizân fî
nakdi'r-ricâl...(31)
18- İbn Kayyim:
Şemsüddîn Muhammed b. Ebî-Bekr b. Eyyûb (v. 751/1350); Suriyeli, devrinin
ulemasından okumuş sonra İbn Teymiyye'ye intisâb ederek üstadının vefatına kadar
(16 yıl) ondan ayrılmamış, beraber hapse girmişler, kırbaçlanarak deve üzerinde
teşhir edilmişlerdir. Kendisi hanbelî mezhebinde yetişmiş sonra mutlak müctehid
olarak ilmî istiklâl kazanmıştır. İbn Kesîr, İbn Hacer, Şevkânî gibi zevatın
onun hakkında takdirkâr sözleri vardır. İlim ile ibâdeti beraber
götürenlerdendir. Her sabah namazından sonra güneş yükselinceye kadar Allah'ı
zikir ve tefekkür ile meşgul olur "bu benim kahvaltımdır; o olmazsa kuvvetten
düşerim" derdi. Eserlerinde çok fasîh ve vâzıh bir lisan kullanmış, ihtilâf ve
delillere yer vermiş, kendi tercihlerini açıklamıştır. Kitapları İslâmî
ilimlerin temel kaynakları arasındadır.
Bazı eserleri: "Zâdu'l-meâd fî hedyi-Hayri'l-ibâd (siyer ve fıkıh), İ'lâmu'l-muvakkı'în
(usûl), İğâsetü'l-Lehfân (bazı dînî ve fıkhî mesâil), Şifâu'l-alîl (kaza-kader),
Şerhu-menâzili's-sâirîn (tasavvuf)...(32)
30. Şevkânî, age., C. I, s. 182.
31. age, C. II, s. 110.
32. age, C. II, s. 143; İbn Hacer, ed-Dürar, C. IV, s. 21; Ebû-Zehra, İbn
Teymiyye, s. 526 vd.
19- Dâvûd-i Kaysarî:
Şerefüddîn Dâvûd b. Mahmûd (v. 751/1350); İlk Osmanlı ulemasından olup
Kayseri'lidir. Memleketinde okuduktan sonra Mısır'a gitmiş, aklî ve naklî
ilimleri kâmilen okumuş, Sadruddin Konevî'nin halifelerinden Kemâlüddîn
Kaşânî'den de tasavvufa sülûk eylemiştir. Tekrar memleketine dönen Dâvûd, Orhan
Gazî tarafından İznik'te yaptırdığı medreseye hoca tayin edilmiş ve hayatını
burada tedrîs ve te'lîf ile geçirmiştir.
Fıkha dâir bir eserini görmedim. Hadîs usûlü, tasavvuf ve edebiyat dallarında
bir kısmı matbû eserleri vardır.(33)
20- es-Sübkî:
Takıyuddîn Alî b. Abdulkâfî (v. 756/1355); Mısırlı, şâfiî mezhebinde yetişmiş,
devrinin ileri gelen ulemâsından okuyarak hemen bütün İslâmî ilimlerde üstâd,
fıkıhta ise mutlak müctehid derecesine ulaşmıştır. Tâcüddîn Atâullah el-İskenderânî'den
de tasavvufa sülûk eylemiştir. Bazılarına göre Gazzâlî'den üstün olup Süfyân es-Sevrî
mertebesindedir. Muhtesaru'l-Kifâye sâhibi İbn en-Naqîb anlatıyor: Mekke'de bazı
âlimlerle oturarak aramızda şöyle konuştuk: "Dört mezheb imamından sonra Allah
Teâlâ zamanımızda öyle bir müctehid gönderse ki bu zat onların mezheblerini
bilse, meselelerini teker teker elden geçirip delillerini inceleyerek kendisine
mahsus bir mezheb vücuda getirse günümüz onunla şeref kazanır ve herkes ona
boyun eğerdi..." Bu sözleri söyledikten sonra hepimiz mezkür vasfın es-Sübkî'den
başkasında bulunmadığında birleştik.
Eserleri: Pek çok ve değerli eserlerinden bazıları: ed-Dürru'n-nazîm (tefsîr),
Tekmiletü-Şerhi'l-Mühezzeb li'n-Nevevî, el-İbtihâc fî şerhi'l-Minhâc (eksik),
et-Tahqîq fi mes'eleti't-ta'lîq, Raf'u'ş-şiqâq fî mes'eleti't-talâq, el-Fetâvâ
(oğlu üç ciltte toplamıştır)...(34)
21- el-İtkaanî:
Emîr Kâtib b. Emir Ömer (v. 758/1357); Fârâb'ın kasabalarından birisi olan
İtkanlıdır. Türk ve hanefî fukahâsından olan İtkaanî Mısır ve Bağdad'a gelmiş,
burada kadılık etmiş, sonra Suriye'ye geçerek Zehebî'den sonra ez-Zâhiriyye
Dâru'l-hadîs'inde müderris olmuştur. Rukû'a varırken ve kalkınca ellerini
kaldırarak tekbir alan imama "Ebû-Hanîfe mezhebine göre namazın bâtıldır" demiş
ve buna muttali' olan Sübkî de bir reddiye kaleme almıştır. Bundan sonra
Suriye'de tutunamayan İtkânî Mısır'a geçmiş ve burada tedrîs ile meşgul
olmuştur. Hanefî mezhebine şiddetli bir taassupla bağlı, şâfiîlere düşman,
kibirli bir kimse idi.
Hidâye üzerine mufassal bir şerh yazmıştır: Gâyetu'l-beyân. Daha başka kitapları
da vardır.(35)
33. Taşköprülüzâde, eş-Şekâıku'n-nu'mâniyye fi'l-ulemâi'l-Osmâniyye, yazma
nüshamız, vr. 4/a; Bursalı Tâhir, Osmanlı Müellifleri, C. I, s. 67.
34. es-Süyûtî, Hüsnü'l-muhâdara, C. I, s. 145-150.
35. el-Lüknevî, age., s. 50-52; eş-Şevkânî, age., C. I, s. 158.
22- İbn es-Sübkî:
Tâcüddîn Abdülvehhâb b. Alî b. Abdülkâfî (v. 771/1369); hayat hikâyesi yukarda
geçen es-Sübkî'nin oğlu ve ilimde vârisidir. Mısır'da doğmuş, babası, el-Mizzî,
ez-Zehebî gibi zevattan ders alıp genç yaşta tedrîs ve te'lîfe başlamıştır.
Şam'da müderris ve kadı olan babasına niyâbet ederken kadı olmuş, çok işkenceler
görmesine rağmen dürüstlükten ayrılmamıştır. Şâfiî kadısı iken Şâm nâibine
yazdığı bir mektupta "Ben bugün İslâm dünyasının müctehidiyim, buna kimse itiraz
edemez" demiştir. Çok kıymetli eserleri vardır.
Bazı eserleri: Cem'u'l-cevâmi' (usûl-i fıkh), Şerhu-Muhtesari-İbn-el-Hâcib, Ş.
Minhâci'l-Beydâvî, et-Tabaqâtü'ş-şâfiiyyeti'l-kübrâ...)(36)
23- Cemâlüddîn Abdurrahîm b.
el-Hasen (v. 772/1370); Mısırlı, hadîs, fıkıh ve usülde mâhir, iyi ahlâk
sâhibi bir şâfiî fakihidir.
Eserleri: el-Hidâye ilâ evhâmi'l-kifâye, el-Mühimmât, Zevâidu'l-usûl, Telhisu'r-Râfiî
el-Kebîr, Şerhu'l-Minhâc li'n-Nevevî ve'l-Beydâvî...(37)
24- Cemâlüddîn Askarâyî:
Muhammed b. Muhammed (v. 775/1373); Hüdâvendigâr Gazi zamanı Osmanlı
ulemasındandır. Soyu meşhur Fahruddîn Râzi'ye ulaşır. Sıhâh-ı Cevherî'yi ezbere
bilmeyenlerin hoca olamadığı Karaman Zincirli medresesinde hocalık etmiştir.
Ayakta (meşşâiyyûn), revakta (revakıyyûn) ve medresenin içinde okuttuğu üç nevi
talebesi olmuştur. Molla Fenârî onun revak talebesindendir. Bursalı Tahir Bey'e
göre vefatı hicrî (791) tarihindedir.
Eserleri: Hâşiye ale'l-Keşşâf, Risâle fî cevâzi'd-devr ve's-semâ', Şerhu'l-izâh
ve't-Telhîs (maânî), Şerhu-Mecma'i'l-bahrayn ve'l-Mülteqâ (fıkıh), Ahlâk-ı
Cemâlî Şerh-i müşkilât-ı Kur'ân ve ehâdis.(38)
36. es-Süyûtî, age., C. I, s. 150; eş-Şevkânî, age., C. I, s. 140.
37. eş-Şevkânî, age, C. I, s. 352.
38. el-Lüknevî, age., s. 191; Bursalı Tâhir, age., C. I, s. 265; Taşköprülüzâde,
age., vr. 8/b.
25- el-Bâbertî:
Muhammed b. Muhammed Ekmelüddîn (v. 786/1384); aslen Bayburtlu'dur, Halep ve
Kahire'de okumuş, lisan ilimleri ile hadîs ve fıkıhta büyük bilginler sırasına
girmiştir. Seyyid Şerîf ve Molla Fenârî'nin hocaları arasındadır. Mezhebi
hanefîdir.
Eserleri: Hâşiye ale'l-Keşşâf, Şerhu's-Sirâciyye (ferâiz), el-İnâye fî şerhi'l-Hidâye
(matbû, fıkıh), et-Takrîr (Pezdevî'nin usûlü üzerine), Şerhu'l-Menâr, Ş.
Muhtasarı-İbn el-Hâcib (ikisi de usûl)...(39)
26- et-Teftâzânî:
Sa'duddîn Mes'ûd b. Ömer (v. 793/1390); Arapça, belâğat, mantık, kelâm ve usûl
âlimidir. Horasan şehirlerinden Teftâzân'da doğmuş, Serahs'e yerleşmiş; Timur
tarafından neyfedildiği Semerkand'de vefât etmiştir. Mezhebi şâfiîdir. Seyyid
Şerîf ile münazaraları meşhurdur.(40) Onaltı yaşında te'lîf hayatına başlamış,
birçok eser vermiştir.
Eserleri: Şerhu'l-Aqâid en-Nesefiyye, et-Telvîh (usûl), Şerhu-Meqâsıdı't-tâlibîn...(41)
27- Alâuddîn el-Esved:
Alâuddîn Kara Hoca (v. 800/1397-98); Murad Hüdâvendigâr devri ulemâsından olup
Afyonkarahisar'lıdır. İran'da okumuş bu arada Cemâleddîn Aksarâyî'den de
istifade etmiştir. Mezhebi hanefîdir.
Eserleri: Şerhu'l-Muğnî (usûl), Şerhu'l-Viqâye (fıkıh)...(42)
28- İbn Arafe:
Muhammed b. Muhammed el-Vergammî (v. 803/1400); mâlikî mezhebinde müctehid (fi'l-mezheb)
Mağrib diyârının fakihidir.
Eserleri: el-Mebsût (fıkıh), Muhtesaru'l-Cûfî (feraiz)...(43)
29- el-Bülkînî:
Sirâcüddîn Ömer b. Raslân (v. 805/1403); Mısırlı, hâfızasının kuvveti ve ilminin
genişliği ile meşhurdur. Şâfiî mezhebinde yetişmiş, Sübkî, Kazvînî, İbn Cemâ'a
gibi zevattan ders almış, ictihad ehliyetini elde etmiştir. Nevevî'nin
tercihlerine muhâlif tercihleri olduğu gibi şâfiî mezhebinde bulunmayan tercih
ve ictihadları da vardır: Zekât olarak paranın (fülûs) verilebileceğine fetvâ
vermiştir. Dört mezheb fukahâsına hadîs okutmuş, çok defa bir hadîs üzerinde
yarım gün konuştuğu olmuştur. Sekizinci asrın müceddidi sayılmıştır.
Bazı eserleri: Şerhu'l-Buhârî, Şerhu't-Tirmizî, Hâşiye ale'l-Keşşâf...(44)
39. el-Lüknevî, age., s. 195.
40. İntikam iradesi mi gadaba (Teftâzânî) yoksa gadap mı intikam iradesine (Seyyid
Şerîf) sebeptir? mes'elesi ile "Allah onların kalblerini ve kulaklarını
mühürledi..." âyeti üzerinde münazara etmişler, hasmının galebesine hükmedilmiş,
buna çok üzülen Teztâzânî vefat etmiştir.
41. eş-Şevkânî, age., C. II, s. 302.
42. Bursalı Tâhir, age., C. I, s. 351.
43. eş-Şevkânî, age., C. II, s. 255.
44. eş-Şevkânî, age., C. I, s. 506; es-Süyûtî, age., C. I, s. 150.
30- Zeynüddîn el-Irâkî:
Abdurrahîm b. el-Hüseyn (v. 806/1403); Mısırlı, kürt asıllı, büyük bir hadîs
bilginidir (hâfız), Medîne'de üç yıl kadı ve hatîb olarak vazife yapmış,
Zâhiriyye ve Kâmiliyye Dâru'l-hadîslerinde hocalık etmiştir. Oğlu Veliyyu'l-Irâqî,
arkadaşı Hâfız el-Heysemî ve talebelerinden Hâfız İbn Hacer el-Asqalânî de büyük
hadîs bilginleri arasında yer almışlardır.
Bazı eserleri: el-Elfiyye ve Şerhuhâ (hadîs), Tahrîcu-ahâdîsi'l-İhyâ, Tekmiletü-Şerhi't-Tirmizî
li'bni Seyyid, Tekmiletü-Şerhi'l-Mühezzeb li'n-Nevevî, Nazmu'l-iktirâh li'bni
Daqîq...(45)
31- İbn Berhân:
Ahmed b. Muhammed b. İsmâîl (v. 808/1405); Mısırlı, önce şâfiî iken sonra İbn
Teymiyye ve İbn Hazm'ı okumuş, zâhiriyye mezhebine meyletmiştir. Zâhir Berkuk
zamanında Kureyş kabilesinden bir halîfenin başa geçmesi isteğiyle baş
kaldırdığı için darp ve hapsedilmiştir. Hapiste iken ezberden yazdırdığı bazı
risâleleri vardır.(46)
32- Seyyid Şerîf el-Cürcânî:
Alî b. Muhammed (v. 816/1413); Esterâbad'ın Taku nâhiyesinde doğmuş,
memleketinde ve Mısır'da okumuştur. Üstadları arasında Mübârekşâh, el-Bâbertî,
ders arkadaşları arasında Şeyh Bedruddîn ve Fenârî vardır. Tasavvuf terbiye ve
ilmini Şâh Nakşbend'in hâlifesi Alâuddîn el-Attâr el-Buhârî'den almıştır. Timur
nezdinde Teftâzânî ile münazaralar yapmış ve üstün gelmiştir. Semerkand'dan
sonra tekrar yerleştiği Şiraz'da vefat etmiştir. Mezhebi hanefîdir. Aklî ve
naklî ilimlerde üstaddır. Eserleri asırlarca İslâm dünyasının medreselerinde
okunmuştur. Arapça Gramer, Mantık, Felsefe, Kelâm ihtisas sahâsıdır.
Bazı eserleri: Metâli', Tevâli', Keşşâf, Mutavvel, Şemsiye, Mevâkıf üzerine
hâşiyeler; Şerhu's-Sirâciyye (feraiz), et-Ta'rîfât ve risâleler...(47)
45. age, C. I, s. 354.
46. age, C. I, s. 99.
47. el-Lüknevî, age., s. 130-137.
35- Simavna
Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddîn:
Mahmud b. İsrâîl (v. 823/1420); Hanefî, kadı ve mutasavvıf, Kütahya civarında
Simav'da doğmuş, Konya ve Mısır'da okumuş, tasavvufa intisab ile mürşid olmuş,
Tebriz'de Timur'un ikramına mazhar olduktan sonra ebeveyninin bulunduğu
Edirne'ye gelerek kadı-asker nasbedilmiştir. Bir jurnal sebebiyle hapsedilmiş,
firar ederek Zağra'ya gitmiş, saltanat dâvasında olmakla ittihâm edilerek
yakalanmış ve Serez'de idâm edilmiştir.
Eserleri: Letâifu'l-işârât. (İznik'te mahbûs iken te'lîf ve "Teshîl" ismiyle
şerhetmiştir, hanefî fıkhına aittir), Câmîu'l-füsûleyn (müâmelâta ait olup el-İmâdî
ve el-Üsrûşenî'nin Fusûl isimli eserlerini câmidir), el-Vâridâtu'l-gaybiyye...(51)
36- Molla Fenârî:
Muhammed b. Hamze (veya b. Muhammed) el-Fenârî (v. 834/1431); Kara Alâuddîn,
Aksârâyî gibi Türk âlimlerinden okuduktan sonra Mısır'a gitmiş, Bâbertî ve
benzerlerinden tahsîlini ikmâl eylemiş, memleketine dönerek Yıldırım zamanında
Bursa kadısı olmuş ve onun vezîri mesabesinde bulunmuştur. Bir dâvâda "Sen
cemâate devam etmiyorsun" diyerek Yıldırım'ın şâhidliğini kabul etmediği için
Sultân, sarayının yakınına bir câmi inşâ ettirerek cemâate devam eder olmuştur.
Molla Fenârî ikinci Murat devrinde (1414'te) müftî-i enâm tayin edilmiş ve
böylece ilk Osmanlı Şeyhülislâmı olmuştur.
Eserleri: Füsûlü'l-bedâyi' (el-Menâr, el-Bezdevî, el-Mahsûl, Muhtesaru-İbn el-Hâcib
gibi eserleri câmi bir usûl kitabıdır ve otuz yılda yazılmıştır), Tefsîru'l-Fâtiha,
Nümûzecü'l-ulûm (yüz fenne ait önemli meseleleri muhtevîdir), Şerhu's-Sirâciyye,
Hâşiye ale'l-mevâkıf...(52)
51. el-Lüknevî, Fevâid, s. 127; Bursalı Tahir, age., C. I, s. 39.
Şeyh Bedreddin'in doğum yeri olarak kaynaklarda iki yer ismi daha
zikredilmiştir: 1. Karaağaç ile Dimetoka arasındaki "Samona Kalesi". 2. Bugün
Irak sınırları içinde bulunan "Semave".
52. Şevkânî, age., C. II, s. 266; İ. Hâmi Dânişmend, Osmanlı Tarihi Kronolojisi,
C. I, s. 141, 433.
37- İbn Nâcî:
Qâsim b. İsâ b. Nâ
cî (v. 837/1433); mâlikî fukahasından olup Kayrevan'lıdır. Muhtelif yerlerde
kadılık etmiştir. Mezhebler arasında tercihler yapacak derecede fakihtir.
Eserleri: Şerhu'l-Müdevvene, Şerhu-Risâleti-İbn Ebî Zeyd, Meşâriku-envâri'l-kulûb...(53)
38- İbn el-Vezîr:
Muhammed b. İbrâhîm (v. 840/1436); Hz. Hasen (r.a.) soyundan gelen Yemenli bir
müctehid ve allâmedir. Zamanındaki Yemen ulemasından okuduktan sonra Hicaz'a
gelmiş ve Mekke, Medîne bilginlerinden ders alarak yetişmiş, sonunda hem
taklidi, hem de zeydîliği terkederek sünnîliği tercih etmiş, usûl ve fürû'da
mutlak müctehid olmuştur. Tefsir ve usûl hocası Alî b. Muhammed'in(54) zeydîlik
taassubuyla hücumuna karşı yazdığı el-Avâsım mine'l-kavasım isimli eşsiz
eseriyle ehl-i sünnet prensiplerini müdafâa etmiştir. Hayatının sonunu uzlet ve
ibadetle geçirmiştir.
el-Avâsım'dan başka önemli eserleri şunlardır: er-Ravdu'l-bâsim (el-Avâsım'ın
özeti), Îsârul'-hak ale'l-halk, el-Bürhânu'l-Kâtı' fî ma'rifeti's-Sâni', Tercihu-esâlîbil-Kur'an
alâ esâlîbi'l-Yunân, et-Tenqîh (şerhiyye beraber iki cilt halinde matbû' hadîs
usûlü)...(55)
39- et-Tarablûsî:
İbrâhîm b. Muhammed b. Halîl (v. 841/1437); aslı Trabluslu olup kendisi
Suriye'de (Cellûm'da) doğmuştur. Küçük yaşta babası vefat ettiği için anası onu
Dimaşk'a getirmiş, kısmen Kur'an-ı Kerîm-i hıfzettirmiş, sonra Haleb'e götürüp
yetimler mektebine vermiş, hıfzını ikmal ettirmiştir. Tahsiline devam eden
İbrâhîm, fıkhı İbn el-Acemî, Bulqînî, İbn el-Mülakkın; hadîsi bu son iki hocası
ile Zeynuddîn el-Irâkî gibi zevattan okumuş, ilim alışverişi için Mısır,
iskenderiye, Kudüs, Gazze, Remle, Nablüs, Hama, Trablus, Bâlebek gibi yerleri
dolaşmıştır. Kendisi iki yüz kadar üstaddan hadîs, otuz kadar hocadan da diğer
ilimleri okuduğunu söylemiştir. Bilhassa hadîs üzerinde çok durmuş, Buhârî'yi
altmış, Müslim'i yirmi kere okumuştur. İlim ile takvâyı cem edenlerdendir.
Kendisine Haleb'de şâfiî kadılığı teklif edilmiş ve istemediği için ısrar ile
kabul ettirilmiştir. Meşhur İbn Hacer onun talebesi arasındadır.
İbn Teymiyye ve benzerlerine düşmanlığı ile tanınan Takıyuddîn Ebû-Bekir b.
Muhammed el-Hısnî (v. 829/1426) Haleb'e gelince İbrâhîm b. Muhammed onu ziyarete
gitmiş, sohbet esnasında el-Hısnî'ye üstadlarını sormuş; isimlerini aldıktan
sonra şöyle demiştir: "İsimlerini saydığın üstadların, İbn Teymiyye'nin veya
onun talebesinin köleleridir; sen niçin onun aleyhinde söz ediyorsun?" el-Hısnî
cevap vermeden pabuçlarını alıp gitmiştir.
Eserleri: et-Telqîh li-fehmi Qârii's-Sahîh (Buhârî şerhi), Ta'lîk alâ Sünen-i
İbn Mâce, el-Muktezâ fî şerhi-elfâzı'ş-Şifâ, et-Teysîr alâ elfiyeti'l-Irâqî,
Nihâyetü's-Sü'l fî ruvâti's-sitteti'l-usûl, et-Tebyîn liesmâi'l-müddelisîn...(56)
53. el-Ziriklî, el-A'lâm; Fâdıl b. Aşûr, "el-İctihad mâdîh ve hâdıruh" Mecmau'l-bühûs,
Kahire, 1964, s. 61.
54. Tecrîdu'l-Keşşâf yazarı olup hicrî 837'de vefât etmiştir.
55. eş-Şevkânî, age., c. III, s. 81-93. Bu tercüme-i hal münasebetiyle
Şevkânî'nin yazdığı ictihad hakkındaki makalenin okunmasını tavsiye ederiz.
56. eş-Şevkânî, age., C. I, s. 28-31.
40- İbn Merzuk:
Muhammed b. Ahmed (v. 842/1438); el-Hâfîd diye anılır. Tilemsanlı mâlikî
fukâhasındandır. Hicaz'da ve Doğu'da okuduktan sonra mezhepler arasında tercih
ehliyetini hâiz olmuştur.
Pek çok eser vermiştir. Buhârî'yi şerhetmiş, ayrıca Buhârî'nin mükerrerleri
üzerine bir eser yazmıştır.(57)
41- el-Bürzülî:
Ebu'l-Qâsım b. Ahmed (v. 844/1440); Kayravanlı mâlikî fukahâsından olup fıkhî
derecesi İbn Merzuk gibidir. Tunus'ta fetvâ mercii olmuştur.
Eserleri: Camiu-mesâili'l-ahkâm (fetâvâ), ed-Dîvânu'l-kebîr (fıkıh)...(58)
42- İbn Hacer el-Askalânî:
Ahmed b. Alî (v. 852/1447); Mıs
ır'da doğdu, yetim olarak büyüdü, dokuz yaşında hâfız oldu, devrinin en büyük
ulemasından okudu: Kıraati Tenûhî'den, hadîsi el-Irâqî'den, lüğatı
Fîrûzâbâdî'den, diğer ulûmu el-İzz b. Cemâ'a, el-Bülqînî ve İbn el-Mülakkın'den
okudu. Sonra kendini tamamen hadîs branşına verdi ve bu dalda en büyük ilim
mertebesi olan hâkimliğe ulaştı. Eserleri ve bilhassa Buhârî şerhi çok tutulmuş,
Timur'un oğlu Şahruh, Sultan Eşref Barsbay vasıtasıyle onun nüshalarını
istetmiştir. Pek çok eseri içinde Buhârî şerhi Fethu'l-Bârî, hadîs ricâli
konusunda Tehzîbu't-tehzîb ve Lisânu'l-mizân ile el-Müştebih'i beğenir -en çok-
bunları yazdıktan sonra tashih etmek imkânı bulduğunu söylerdi.
Sürekli ısrar üzerine kabul ettiği kadılıktan pişman olmuş, yirmi bir sene
adâletle ifa ettikten sonra istifâ etmiştir. Mezhebi şâfiîdir.(59)
İbn Hacer çok velûd bir müelliftir. Yukarda isimleri geçen dört büyük eserden
başka da önemli kitapları vardır: ed-Düraru'l-kâmine (sekizinci asır ricâli, beş
cilt, ayrıca buna zeyil de yazmıştır.), el-İsâbe (sahâbenin hayatı, dört büyük
cilt), el-İhkâm li-beyâni-ma fi'l-Kitabi mine'l-ahkâm, Elqâbu'r-ruvât, Takrîbu't-tehzîb,
Ta'cilü'l-menfaa (zevâidu'l-erba'a), Bülûğu'l-merâm (ahkâm hadîsleri), Nuhbetü'l-fiker
(hadîs usûlü), el-Kavlü'l-müsedded (müsned üzerine), Raf'u'l-ısr an kudâti-Mısr,
el-Metâlibu'l-âliye (zevâid)...(60)
57. eş-Şevkânî, age., C. II, s. 119; Fâdıl b. Âşûr, age., s. 61.
58. ez-Ziriklî, C. VI, s. 6.
59. eş-Şevkânî, C. I, s. 87.
60. ed-Dürar takdimesi.
43- Aynî:
Bedrüdd'n Mahmûd b. Ahmed (v. 855/1451); hanefî mezhebinde fakih, müverrih ve
muhaddis bir allâmedir. Aslı Halebli olmakla beraber kendisi Ayntâb'da doğmuş ve
Kahire'de yerleşmiştir. Hükümdarlar nezdinde büyük itibar kazanmış, Kahire'de
uzun zaman muhtesib, hanefî kadısı ve habsâneler nâzırı olarak vazife görmüş,
sonunda kendini tedrîs, tasnîf ve hadîs tetkiklerine vermiştir.
Eserleri: Umdedu'l-Qârî fî şerhi'l-Buhârî (onbir cilt, matbû'), Meğâni'l-ahyâr
fî ricâli-me'âni'l-âsâr (iki cilt), el-Alemu'l-heyyib fî şerhi'l-kelimi't-tayyib
(metin İbn Teymiyye'nindir.), Iqdu'l-cumân fî târîh-i ehli'-zemân, Târîhu'l-Bedr,
Mebânî'l-ahbâr (Tahâvî'nin meâni'l-âsâr'ının şerhi), Nühabu'l-efkâr (Mebânî'nin
tenkîhi, 8 cilt), el-Binâye fî şerhi'l-Hidâye (altı cilt), Ramzü'l-haqâık (kenz
şerhi), Şerhu-Sünen-i Ebî-Dâvûd (iki cilt), el-Mesâilü'l-Bedriyye (fıkıh),
Târîhu'l-ekâsire (türkçedir)...(61)
61. eş-Şevkânî, age., C. II, s. 294; el-Kuraşî, el-Cevâhir, C. II, s. 165; İbn
el-İmâd, Şezerât. C. III, s. 286.
44- İbn el-Hümâm:
el-Kemâl Muhammed b. Abdulvâhid (v. 861/1457); aslen Sivaslıdır, küçük yaşta
Kahire'ye gelmiş, bir ara memleketine dönerek orada okumuş, sonra yine Kahire'ye
gelmiş İzüddîn b. Abdisselâm, el-Bisâtî, el-Veliyyu'l-Irâqî, el-İzz b. Cemâa,
İbn Hacer gibi zevattan okumuş, usûl, tefsîr, fıkıh, ferâiz, hesap, tasavvuf,
dil ve debiyat, mantık, cedel, musikî dallarında üstad olmuş ve fıkıhta ictihad
ehliyetini elde etmiştir. Sultan Eşref onu Barsbay medresesine müderris tayin
etmiş, bunun hoş görülmediğini anlayınca bir dersinden sonra Sultanın giydirdiği
hil'ati çıkararak istifâ etmiş ve ısrara rağmen kabul etmemiş, köşesine
çekilmiş, emr bi'l-ma'rûf ve nehiy ani'l-münker vazifesine hür olarak devam
eylemiştir.
Mezhebi hanefîdir. Fethu'l-Kadîr'de umûmiyetle mezheb taassubundan uzak
kalmıştır. Birçok kerameti nakledilmiştir.(62)
Eserleri: Fethu'l-Kadîr (Hidâye'nin en büyük şerhlerinden biridir, ikmâl
edemeden vefât etmiş, Kadızâde Şemsüddîn Ahmed (v. 988/1580) tarafından
Netâicu'l-efkâr tekmilesi ile tamamlanmıştır), el-Müsâyera (kelâm), et-Tahrîr
(fıkıh usülû)...(63)
45- Hızır Bey:
Hızır Beğ b. Celâleddîn (v. 863/1458); babası Seferhisar kadısı olduğundan ilk
tahsilini orada yaptı, sonra Molla Fenârî'nin talebesi Molla Yegân'a mülâkî
olarak aklî ve naklî ilimlerde kemâle erdi ve müderris oldu. Fâtih zamanında
Acemistan'dan gelip Osmanlı ulemâsını âciz bırakan bir âlim ile Sultan huzurunda
münazara yaptı ve on altı fenden sorduğu süallere cevap alamıyarak münâzırını
mağlûb etti. Mükâfat olarak Fâtih tarafından Bursa'daki dedesinin medresesine
müderris tayin edildi. İstanbul fethedilince taht kadısı oldu. Hocazâde ve
Hatipzâde gibi talebeleri yetiştirdi. Keşşâf üzerine hâşiyesi ile akaid ve arûz
konulu manzum eserleri vardır.(64)
46- Celâlüddîn el-Mahallî:
Muhammed b. Ahmed (v. 864/1459); Kahire'de doğmuş ve burada vefat etmiş,
müfessir ve usûlcü bir şâfiî âlimidir. Kendisine "Arapların Teftazânîsi"
denmiştir. Hocaları arasında İbn Hacer, el-Bülqînî, el-Veliyyu'l-Irâqî gibi
zevat vardır. Hakkı söyler, kimseden çekinmez, vakur ve heybetli, çok zeki bir
zat idi. Baş kadılığı defalarca teklif ettilerse de reddetti.
Eserleri: Tefsîru'l-Celâleyn (Süyûtî tamamlamıştır), Kenzü'r-râğibîn (Minhac
şerhi), el-Betru't-tâlî' (Cem'u'l-cevâmi' şerhi), Şerhu'l-veraqât (usûl)...(65)
62. el-Lüknevî, Fevâid, s. 180.
63. eş-Şevkânî, age., C. II, s. 201.
64. age., s. 70; Taşköprülüzâde, Şekâık, vr. 35/b.
65. İbn el-İmâd, age., C. VII, s. 303; Süyûtî, Hüsnü'l-muhâdara, C. I, s. 252;
Şevkânî, age., C. II, s. 115.
47- İbn Kutlubuğâ:
Zeynüddîn Qâsim b. Kutlubuğâ (v. 879/1474); hanefî fakih, müverrih ve
münazaracı. Kahire'de doğdu. Birçok âlim meyanında bilhassa İbn el-Hümâm'dan
okudu ve hanefî mezhebinde mütebahhir, münakaşacı bir bilgin oldu. Küçüklüğünden
itibaren iftâ tedrîs ve te'lîf ile iştiğal etti.
Eserleri: Hâşiyetü-şerhi'l-Elfiye li'l-Irâqî, Hâşiyetü-şerhi'n-nuhbe, Tertîbu-mesânîd-i
Ebî Hanîfe, Şerhu'l-Kudûrî ve'l-Menâr ve'n-niqâye ve Durari'l-bihâr, Tahrîcü-ehâdîsi'l-Hidâye
ve'l-Bezdevî, ve'ş-Şifâ..., Tâcü't-terâcim (hanefî fukahâsı), Telhîsu-Devleti't-Türk,
Garîbu'l-Kur'ân...(66)
48- Molla Hüsrev:
Muhammed b. Ferâmûz (v. 885/1480) meşhur türk fakîhi ve şeyhulislâm, bir müddet,
ümerâdan olan eniştesi Hüsrev'in yanında kaldığı için zamanla "Molla Hüsrev"
diye anılır oldu. Sultan Murad zamanında kadıasker, Fâtih devrinde Ayasofya
müderrisi ve taht kadısı oldu. Talebesi her sabah bir alay halinde hocalarını
evinden câmiye götürür, akşam getirirlerdi. Fâtih, "Zamanın Ebû-Hanîfesidir"
diyerek onunla iftihâr ederdi.
Eserleri: el-Gurer ve şerhuhu ed-Dürar, Mirqâtü'l-usûl ve şerhuhu el-Mir'ât,
Hâşiye ale'l-Qâdî...(67)
49- Sinan Paşa:
Sinânüddîn Yûsüf b. Hızır Beğ (v. 891/1486); Bursa'da doğru, babası Hızır
Beg'den sonra tedrîs ile meşgul oldu. Padişâh'ın emri mucîbince -talebesi
Mevlânâ Lutfî vasıtasıyle- Ali Kuşcu'dan riyaziye okudu. Medâris-i semân ve
Dâru'l-hadîs müderrisi, Fâtih'in veziri ve hocası oldu, bir ara azil ve
hapsedildi, Bâyezid zamanında tekrar ıkbale erdi. Osmanlı edebiyetanın ilk
müessislerinden sayılır. Kendine mahsus, güzel bir nesri vardır.
Şakaık'ın nakline göre Sinan Paşa, Şeyh İbn el-Vefâ'ya bağlı idi. İbn el-Vefâ
hanefî olduğu halde namazda besmeleyi açıktan okurdu. Müfti'l-enâm Molla Gûrânî
İstanbul ulemâsını câmiye topladı, maksadı İbn el-Vefâ'yı mezhebe muhâlif
amelden menetmek idi. Meclise Sinan Paşa da geldi ve toplantının sebebini
öğrendikten sonra, Molla Gûrânî ile aralarında şu konuşma geçti:
- Beklediğiniz zat gelince "Ben ictihad ettim ve ictihadım besmeleyi açıktan
okumamı gerektirdi" derse ne cevap vereceksiniz?
- O müctehid midir?
- Evet! Kur'ân-ı Kerîm'in tefsirini bütün incelikleriyle bilir, kütüb-i sitte
ezberindedir, ictihâdın şartlarını ve usul kaidelerini de bilmektedir...
- Sen buna şehâdet eder misin?
- Evet!
- Kalkın arkadaşlar, böyle şâhidi olana itirâz edilemez.
Eserleri: Tazarrûnâme, Tezkîretü'l-evliyâ, Hâşiye ale'l-Kadî, Risâle fi't-tahâre...(68)
66. eş-Şevkânî, age., C. II, s. 45; el-Lüknevî, age., s. 99.
67. age, vr. 45/b; el-Lüknevî, age., s. 184.
Molla Hüsrev'in, sonradan ihtidâ eden bir frenk veya rûm âileden geldiğine dair
iki rivayet daha vardır. Bak: İslâm Ansiklopedisi.
68. Tapköprülüzâde, age., vr. 73/b.
50- Hocazâde:
Mustafâ b. Yûsüf (v. 893/1487); Bursa'da doğdu, babası büyük bir tâcir idi,
oğlunun ilim ile iştigaline razı olmadığı için diğer çocukları refah içinde iken
onu yüzüstü, kitap parası bulamayacak kadar fakir bıraktı. Bu sırada âileyi
ziyâret eden bir velî (Şemsüddîn) genç Mustafâ'ya şanlı istikbalini müjdeledi ve
kardeşlerinin bir gün kendisine hizmet edeceklerini söyledi, onu ilme teşvik
etti. Memleketinin ulemâsından ve bilhassa Hızır Beğ'den okudu, iyi yetişti ve
hocasının himmetiyle Sultan Murad ona bir medrese müderrisliği verdi, yevmiye on
dirhem alıyordu, yine fakirdi. Bu arada Mevâkıf şerhini ezberledi. Hızır Beg
ilmî bir müşkil karşısında Hocazâde'yi kasdederek "akl-ı selîme soralım" derdi.
Fâtih tahta geçince ulemâ onun çevresinde toplandı. Hocazâde de gitmek
istiyordu, fakat yol parası yoktu. Hâdiminden aldığı ödünç para ile at alarak
İstanbul'a geldi ve Vezîr Mahmud Paşa tarafından Sultan'a takdîm olundu, Sultan
Edirne'ye gidiyordu, bir yanında Molla Zeyrek ve Seydî Alî, bir yanında da
Hocazâde vardı. At üzerinde mübahase yaptırdı, Hocazâde diğerlerini ifhâm etti
ve Fâtih'in dikkatini çekti, önce Sultan hocası sonra da kadıasker oldu. Babası
oğlunun ikbalini haber alınca diğer çocuklarıyla ziyaretine geldi. Hocazâde
onları şehir dışında büyük bir kalabalık ile karşıladı, ziyâfette kardeşleri
hizmet etti ve böylece velî Şemsüddîni'n keşfi zâhir oldu.
Hocazâde istemediği halde Mahmud Paşa'nın hasedi yüzünden kadıasker olmuş ve
iftâ ile de meşgul olmuşlar. Aynı mesele birkaç kere sorulsa dahi her defasında
kitaplara bakar ve şöyle derdi: "Bazen aradığımı kitaplarda bulamıyor, re'yimle
fetvâ veriyorum, bu arada birkaç hal şekli düşünüyor, bunlardan birini tercih
ediyorum; sonra tekrar kitaplara baktığımda düşündüğüm şekillerden her birini
bir imamın benimsemiş olduğunu, tercih ettiğim görüş için de "sahih olan budur,
fetvâ buna göre verilir" dendiğini gördüğüm oluyor."
Sultânın muallimi Hâce Hayruddîn ile Efdaluddîn'in bulunduğu bir mecliste Seyyid
Şerîf'ten söz açılmış ve onlar Seyyid'e asla itiraz edilemiyeceğinde ittifak
etmişlerdi. Hocazâde Seyyid'in de beşer olduğunu, az olmakla beraber hatalarının
bulunduğunu söyledi ve itirazları üzerine ezberinden sahîfe ve satır söyleyerek
isbat etti.
Eserleri: et-Tehâfüt (Fâtih'in emriyle meşhur Tehâfüt üzerine yazılmıştır),
Şerhu'-hidâyeti'l-hikme, Şerhu't-Tavâlî', Hâşiye ale't-Tenqîh...(69)
69. Taşköprülüzâde, age., vr. 50-57; eş-Şevkânî, age., C. II, s. 306.
51- Molla Gûrânî:
Şerefüddîn Ahmed b. İsmâîl (v. 893/1488); aslı Tebrizli(70) arapça meânî ve
mantık, tefsîr, usûl gibi ulûmu memleketinde okuduktan sonra Hısnıkeyfâ'ya
geldi, Celâl el-Halvânî'den arapça okudu, Bağdad ve Diyâr-i Bekir'den sonra
Dımaşk'a gelerek el-Alâu'l-Buhârî'den istifade etti, Beyt-i Makdîs'e uğradı ve
Kahire'ye geldi, burada İbn Hacer'den Buhârî'yi ve Irâqî'nin Elfiye şerhini, İbn
ez-Zerkeşî'den Müslim'i... okudu. Sultan Cakmak'ın ihtiramına nâil oldu, huzur
derslerinde bulundu, zengin oldu. Kendisi şâfiî idi. Ebû-Hanîfe soyundan gelen
Hamiduddîn Nu'mânî ile münakaşa etti, sert sözler söyledi ve ecdadına dil uzattı
diye sultana şikâyet edildi, muhâkeme sonunda, Sultan huzurunda seksen sopaya
mahkûm oldu ve nefyedildi. Molla Yegân tarafından Türkiye'ye getirilen Gûrânî'yi
Fâtih'in babası, Hüdâvendigâr medresesine müderris tayin etti. Bu sırada
istikbalin Fâtihi şehzâde idi ve gönderilen hocaları kabul etmediğinden Kur'ân-ı
Kerîm'i bile hatmetmemişti. Murad, eli sopalı Molla Gûrânî'yi oğluna hoca tayin
etti ve sopa ile başlayan ders hatim ile bitti. Fâtih tahta geçince hocasına
vezirlik teklif etti ise de kabul ettiremedi ve kadıasker tayin etti.
Molla Gûrânî kadıasker olunca tedrîs ve kazâ mensıblarını -Padişaha arzetmeden-
ehli olanlara verdi. Padişah buna ses çıkaramadı, fakat hocasını Bursa evkafını
yoluna koydurmak bahanesiyle oraya kadı ve evkaf nazırı olarak gönderdi. Bir
müddet sonra Sultan'ın bir hâdimi, bir emirnâme ile Gûrânî'ye geldi. Gürânî
emirnâmenin şerîate muhâlif olduğunu görünce yırtıp hâdimin suratına fırlattı.
Padişah bunu işitince gazaba geldi ve hocasını Bursa kadılığından azletti.
Gûrânî Mısır'a gitti, Sultan Kayıtbay'dan fevkalâde ikram ve ihtiram gördü. Bir
müddet sonra pişman olan Fâtih'in davet ve ricası üzerine tekrar Bursa
kadılığına, oradan da Şeyhülislâmlık makamına getirildi; yevmiye 200, ayrıca
ayda 20 bin, yılda 50 bin dirhem maaşı vardı.
Hiç kimseden çekinmez, hakkı söyler, sultan ve vezirlere isimleriyle hitab eder,
ellerini öpmez, huzurlarında eğilmezdi. Fâtih'e sık sık "Yediğin, giydiğin
haram, ihtiyatı elden bırakma!" derdi.
Eserleri: Gâyetü'l-emânî fî tefsîri's-seb'i'l-mesânî (Zamahşerî ve Kadî'ye
itirazları vardır), ed-Düraru'l-Levâmi' fî şerhi-cem'i'l-cevâmi' li's-Sübkî, el-Kevseru'l-cârî
(Buhârî şerhidir, İbn Hacer ve Kirmânî şerhlerini tenkîd etmiştir), Şerhu'l-Kâfiye...(71)
70. ez-Ziriklî'nin kaydettiğine göre aslı Şehrîzurludur, kürd neslinden olup
lâkabı Şihâbüddîndir, nisbeti de Kevrânî olarak zaptedilmiştir.
71. Taşköprülüzâde, age., vr. 32 vd; eş-Şevkânî, age., C. I, s. 39.
52- Şeyh İbn el-Vefâ:
Muslihiddîn Mustafâ b. Ahmed (v. 896/1491); ulûm-ı şer'iyyede ictihad
mertebesine varmış bir sôfîdir. Fâtih ve Bâyezîd arzularına rağmen kendisiyle
görüşememişlerdir. Cuma günleri belîğ hutbeler îrad eder, sonra uzleti ihtiyâr
eylerdi. Cehrî namazlarda besmeleyi açıktan okuduğu ve namazda istirâhat
kasdiyle oturduğu için ulemânın itirazını Sinan Paşa "ictihadıyle yapmaktadır"
diyerek karşılamıştır.(72)
53- Molla Lütfî:
Lutfullah et-Tûqâdî (v. 900/1495); Ulûm-i şer'iyyeyi Sinan Paşa'dan, riyâziyeyi
Ali Kuşçu'dan okudu, Sinan Paşa vezir olunca Molla Lutfî'yi saray kütüphânesine
tayin etti, bu vazîfe onun geniş bilgi ve mütalâasına vesîle oldu. Sultan
Bâyezîd tarafından Bursa Sultan Murad medresesine, sonra Edirne Dâru'l-hadîsine
ve medâris-i semâna müderris tayin edildi. Gerek akranını ve gerekse geçiş
ulemâyı serbestçe tenkîd ettiğinden çevresinin hasedine uğradı ve kendisini
yakından takîbe koyuldular. Devamlı ağlayarak yaptığı Buhârî dersinde "Hz.
Alî'nin bir savaşta vücuduna ok saplandığını, acısını hissetmesin diye namaza
duruncaya kadar beklediklerini ve namaz kılarken oku çıkardıkları halde
hissetmediğini" anlattıktan sonra: İşte hakiki namaz budur, bizimki ise faydasız
eğilip doğrulmaktır" dedi... Derste bulunan hasetçiler "Namaz önemsiz bir egilip
doğrulmadan ibarettir" dedi diye aleyhinde şâhidlik ettiler. Efdalzâde hükümden
istinkâf etti ise Hâtibzâde(73) küfrüne hükmederek idamına karar verdi ve 900
hicrîde idam olundu.
Şerh-i Metâlî', Şerh-i Miftâh üzerine hâşiyeleri, es-Seb'u'ş-şidâd isimli bir
risâlesi ile yüz ilimden bâhis bir başka risâlesi vardır.(74)
72. Taşköprülüzâde, vr. 97/b. Sinan Paşa'nın hal tercümesine de bakınız.
73. Ali Tûsî ve Hızır Beg'in talebesi, Fâtih devri ulemasından, kibirli ve
hasetçi bir kimse idi, 901'de vefat etti.
74. Taşköprülüzâde, age., vr. 111 vd.
54- Süyûtî:
Abdurrahman b. Ebî-Bekr b. Muhammed (v. 911/1505); şâfiî, müctehid, müverrih,
müfessir, hâfız ve edîb. Mısır'da (Esyût'ta) doğdu, aslı Şarktan gelme, beş
yaşında yetim kaldı ve Kahire'de yetişti, hocaları arasında Alemuddîn el-Bulqînî,
Şerefüddîn el-Münâvî, Takıyüddîn eş-Şiblî, Muhyiddîn el-Kâfiyeci vardır. Şam,
Hicaz, Yemen, Hind ve Mağrib ülkelerini dolaştı, birçok ulemâdan icâzet aldı.
Bizzat kendisi tefsir, hadîs, fıkıh, nahiv, meânî, beyan ve medî sahalarında
mütehassıs ve imam olduğunu söyler, diğer ilimlerden de nasîbi olduğunu ilâve
eder. Süyûtî: "Bugün -Allah'a hamdolsun ki- ictihad ilimlerinin hepsini ikmal
ettim, bunu ilâhî nimeti anmak için söylüyorum..." diyerek mutlak müctehid
olduğunu ilân etmiş(75) ve bu yüzden hasetçi akranının itirazlarına, hakaret ve
dedikodularına hedef olmuştur. Kırk yaşında insanlarla ihtilâtı terkederek nil
kıyısındaki evine kapanan Süyûtî hayatının sonuna kadar burada kalmış,
kitaplarını yazmış, sultanları ve hediyelerini dahi kabul etmemiştir.
Eserleri: İlmin hemen her şubesinde, altı yüz civarındaki eserlerinden bazıları:
el-İtqân fî ulûmi'l-Kur'ân, el-Eşbâh ve'n-nezâir (bu isimde iki kitabı vardır;
biri arapça, diğeri fıkıh mevzûundadır), Buğyetü'l-vuât (luğat ve nahiv
bilginleri), Târîhu'l-hulefâ, Tedrîbu'r-râvî, Tefsîru'l-celâleyn, ed-Durru'lmensûr
fi't-tefsîri bi'l-me'sûr, Tenvîru'l-havalik (Muvatta' şerhi), el-Câmiu's-sağîr,
el-Câmiu'l-kebîr (hadis), el-Leâli'l-masnûa (mevzu hadisler), Hüsnü'l-muhâdara
(Mısır tarihi), yüzlerce risâle ve eserler.(76)
55- Zenbilli Ali Cemâlî Efendi:
Alâuddîn Alî b. Ahmed (v. 923/1526); Şeyhulislâm, aklî ve naklî ilimlerde
mütebahhir, müctehid bir zat idi, ilk tahsilini Hamze el-Karamânî'den yaptı.
Kudûrî'nin Muhtesarını ezberledikten sonra İstanbul'a geldi, Molla Hüsrev ve
Hüsamzâde Muslihiddîn efendilerden okudu, ikincisinin damadı ve muîdi (doçent)
oldu, Fâtih kendisine bir medrese vermişti, Vezîr Karamanlı Mehmet Paşa -Sinan
Paşa ile alâkasından dolayı- Alî Efendi'yi başka bir medreseye verdi ve maâşını
düşürdü, o da tedrîsi terkederek şeyh İbn el-Vefâ dergâhına intisab eyledi.
Bâyezîd tahta çıkınca zorla Amasya müftülüğü, Bursa'da müderrislik, sonra
medâris-i seman müderrisliği verdi ve şeyhülislâm vefat edince de onu
şeyhülislâm nasbetti. Alî Cemâlî Efendi İkinci Bâyezîd devrinin son yılları ile
Yavuz devrinde ve Kanûnî'nin ilk yıllarında fâsılasız 22-23 sene bu vazîfede
kaldı. Yavuz kendisine kadı-askerlik teklif etti ise "Allah'a söz verdim,
ağzımdan "hükmettim" sözü çıkmayacak" diyerek reddetti. Evinin penceresinden bir
zenbil sarkıtır, fetvâ sormaya gelen istiftâ kâğıdını zenbîle kor ipini çekerdi,
Ali Efendi de derhal zenbili yukarı çeker, fetvâyı yazıp içine koyarak tekrar
aşağıya sarkıtır, böylece müsteftînin işini bekletmeden görürdü; bu sebeple
kendisine "Zenbilli" denmiştir.
Devamlı Kur'an okur, namaz kılar, ders okutur, cemâati kaçırmazdı. Emr bi'l-ma'rûf
nehiy ani'l-münkeri vazîfe bilmişti. Yavuz gibi hiddetli ve şiddetli bir
padişahın dahi defalarca karşısına dikilmiş, gayr-i meşru kararlarının icrasına
mâni olmuş, "Emr-i saltanata karışma" sözüne "Bu emr-i âhirettir, sultanın
uhrevî hayatını gözetmek müftünün vazîfesidir" diye mukabelede bulunmuştur.
İhtiyâr ettiği meseleleri bir cildde toplamış ve adına "el-Muhtâr" demiştir.(77)
75. Süyûtî, er-Raddü alâ men ahlede ile'l-ard..., Nusratü'l-müctehidîn, Cezîlü'l-mevâhib
gibi risalelerinde ictihad kapısının kapanmıyacağını, her asırda müctehid
bulunduğunu isbat etmiş, bu mevzuda birçok muteber âlimden nakiller vermiştir.
Bak: Fıkıh usûlü, s. 41; İslâm'da Birlik ve Fıkıh Mezhebleri, s. 171 vd.
76. Hüsnü'l-muhâdara, C. I, s. 155-161; eş-Şevkânî, age., C. I, s. 328 vd.
77. Taşköprîzâde, vr. 112/b; Lüknevî, age., s. 117; eş-Şevkânî, age., C. I, s.
340 vd.
56- İbn-i Kemâl:
Ahmed b. Süleyman b. Kemâl (v. 940/1534); müfti's-sekaleyn lâkabıyle anılan
büyük âlim ve şeyhülislâm; dedesi umerâdan olduğu için ve ona nisbetle
Kemalpaşazâde veya İbn-i Kemâl diye anılır. Önceleri askerliğe heveslendi, Molla
Lutfî'nin, vezirlerin üst tarafında oturduğunu ve onlardan fazla ihtirama mazhar
olduğunu görünce askerliği terkederek tekrar ilme avdet etti ve Molla Lutfî,
Muslihiddin Kastalânî gibi devrinin meşâhîrinden okudu. Önce Edirne'de müderris
ve kadı oldu, dâru'l-hadîs ve medâris-i seman müderrisliğinden sonra Yavuz Selîm
onu kadı-asker tayin etti. Mısır seferinde beraber bulundu, orada ulemâ ile
mübâheseler yaptı ve takdirlerini kazandı. Avdette, atının ayağından sıçrayan
çamur padişahın kaftanını kirletmesi üzerine Yavuz'un, kaftanını çıkararak
"öldüğü zaman sandukasına örtülmesini" vasiyet ettiği meşhurdur. Alî Cemâlî
Efendi vefat edince şeyhülislâm tayin edilmiş, vefatına kadar sekiz yıl bu
vazîfede kalmıştır.
Tefsîr, hadîs, fıkıh, tarih, edebiyat gibi konularda 300 kadar küçük büyük eseri
vardır. Bu bakımdan muâsırı Süyûtî ile mukayese edilmiş; aklî ilimler ve
inceliklere nüfuz bakımından İbn Kemâl, naklî ilimler ve hassaten hadîs
sâhasında Süyûtî üstün görülmüştür.
Bazı meserleri: el-Islâh ve'l-îzâh (fıkıh), Tağyîru't-tenqîh (usûl-i fıkıh),
Tecvîdu't-tecrîd (kelâm), Hâşiye ale'l-Hidâye ve Tehafüt-i Hâcezâde, Tevârîh-i
Âl-i Osman, Yûsüf ve Züleyhâ (onbin beyitlik manzûm roman)...(78)
57- Sa'dî Çelebi:
Sa'dullah Sa'dî b. İsâ (v. 945/1538); aslı Dadaylıdır, çeşitli müderrisliklerde
ve İstanbul kadılığında bulunmuş, İbn-i Kemâl'in vefatı üzerine Kanûnî devrinin
üçüncü şeyhülislâmı olmuştur. Fetâvâsı ve Kazi üzerine hâşiyesi meşhurdur.(79)
58- Şeyhzâde:
Muhyiddîn Muhammed b. eş-Şeyh Muslihiddîn (v. 951/1544); İzmili, asrının
ulemâsından okudu, müderris oldu, sonra evine çekilerek ibâdet, te'lîf ve camide
tefsîr rivâyeti ile meşgul oldu. Kazî'nin tefsîri üzerine yazdığı meşhur ve
matbû hâşiyesini kaleme alırken müşkilâta maruz kalınca Allah Teâlâ'ya teveccüh
ettiğini ve sadrının genişlediğini, peyda olan bir nurdan levh-i mahfûza muttalî
olduğunu ve âyetin mânasını oradan aldığını Taşköprizâde kaydetmektedir.
Fıkıhtan Viqâye ve ferâizden Sîrâciyye üzerine şerhleri ve daha başka âsârı
vardır.(80)
59- İbrâhîm el-Halebî:
İbrâhîm b. Muhammed (v. 956/1549); aslen Halebli, Haleb'de ve Kahire'de okudu ve
bazı meşâyih ile musâbih oldu, bilâhere İstanbul'a geldi, Sa'dî Çelebi'nin bina
ettiği Dâr-i kurrâ medresesinde müderris oldu. Tefsîr, hadîs, fıkıh ve kıraatte
ihtisası vardır.
Eserleri: Mülteka'l-ebhur, Büğyetü'l-mütehallî fî şerh-i münyeti'l-musallî
(halebî-i sağîir diye meşhurdur), Muhtesaru-Fethi'l-Kadîr, Muhtesaru-Tabaqâti'l-hanâbile,
Telhîsu'l-Kamûsi'l-muhît, Telhîsu'l-Fetâvâ et-Tâtârhaniyye...(81)
--------------------------------------------------------------------------------
79. Taşköprîzâde, vr. 158/b.
80. Taşköprîzâde, vr. 149/b.
81. Keşfu'z-zünûn, C. II, s. 1814; Ahmed Hilmi, Ziyârât-i evliyâ, İst. 1325, s.
42-46.
60- İbn Nüceym:
Zeynüddîn b. İbrâhîm (v. 970/1563); Mısırlı, hanefî fakih. Şeref el-Bulqînî,
Şihâb eş-Şelebî gibi üstadlardan okudu, iftâ ve tedrîs icazetleri aldı,
tasavvufa da sülûk eyledi; Şa'rânî onun ilim ve ahlâkını övmektedir. Ehl-i
tahkik bir fakihdir.
Eserleri: el-Bahru'r-râık (Kenz şerhi), Şerhu'l-Menâr (usûl), el-Eşbâh ve'n-nezâir
(usûl, kavâid, fürû', füruk, lüğaz vb.), Resâil (43 risâlesi bir arada
matbûdur)...(82)
61- Ebu's-Suûd:
Muhammed b. Muhammed b. Muhyiddîn el-İmâdî (v. 982/1574); büyük âlim,
şeyhülislâm, müctehid ve müfessirdir. Babası ulemâdan olup İskiliplidir. Kendisi
İstanbul'un Müderris köyünde doğdu, önce babasından okudu sonra Müeyyedzâde'nin
talebesi oldu, tahsilini ilkmalden sonra 17 yıl çeşitli medreselerde müderrislik
yaptı, 1532'de Bursa, 1534'te İstanbul kadısı ve 1537'de Rumeli kadı-askerliğine
getirildi. 8 sene 2 ay bu büyük vazîfeyi ifâ ettikten sonra şeyhülislâm ve
müfti'l-enâm oldu; 21 sene Kanûnî, 7 sene 11 ay da İkinci Selim devirlerinde bu
yüce makamda kaldı ve 23 Ağustos 1574 yılında âhirete intikal eyledi. Ebu's-Suûd
İslâm dünyasının en büyük ulemâsı ve Osmanlı devletinin en şanlı şeyhülislâmları
arasındadır. Tefsîr ve fıkıhta üstün bir ilmî kudret sahibidir. Tercîh, tahrîc
ve mesâilde ictihadlar yapmıştır. Osmanlı kanunnâmelerinin şer'i-şerife
intikabında onun payı büyüktür.
Eserleri: İrşâdü'l-aklı's-selîm ilâ mezâyâ el-Kitâbi'l-Kerîm (en muteber dirâyet
tefsirlerinden biridir), Fâtâvâ, Risâle Fi'l-mesh, Risâle fî mesâili'l-vuqûf,
Kıssatü-Hârût ve Mârût, Ma'rûzât...(83)
62- Konyalı Hâmid Mahmûd Efendi:
Hâmid Mahmûd b. Muhammed (v. 985/1577); Konya'da doğdu, babası Yeni Şehir kadısı
idi, ilk tahsilini ondan yaptı, sonra İstanbul'a gelerek devrin meşhur
ulemâsından okudu, şeyhülislâm Çivizâde'nin (1539-1542) dâmâdı oldu. Manisa
müftiliği, müderrislik, Şam kadılığı, Mısır kadılığı, Ayasofya müderrisliği,
Bursa ve İstanbul kadılığı vazîfelerinde bulundu, sonra Rumeli kadı-askerliğine
tayin edildi. 9 sene 3 ay bu vazîfeyi ehliyetle deruhte ettikten sonra içki
yasağı yüzünden azledildi. Kanûnî hayatının sonuna doğru içki yasağı koymuştu.
Oğlu sarhoş Selim -tahta çıkınca- Zigetvar dönüşünde at üstünde Anadolu ve
Rumeli Kadı-askerleriyle sohbet ediyordu, her iki kadı-asker: "Şarabı babanız
merhum kaldırmışlar idi, bolayki sizun zaman-ı şerîfinizde dahî memnû' olaydı!"
demeleri üzerine Semendere konağında İkinci Selim tarafından azledildiler. 7 yıl
9 ay 22 gün menkûbiyetten sonra Ebu's-Suûd'un vefatı üzerine bu büyük boşluğu
Sultan ancak Hâmid Efendiyle doldurabildi ve Şeyhülislâm olan Hâmid Efendi 4 ay
İkinci Selim, 2 sene 9 ay 24 gün de Üçüncü Murad devirlerinde bu vazîfeyi
yürüttü.
Meşhur eseri, fetâvâsını muhtevî bulunan "Fetâvâ-yı Hâmidiyye"dir.(84)
82. Lüknevî, age, s. 134. Ömer b. İbrâhîm b. Nüceym (v. 1005/1596) İbrâhîm'in
kardeşi olup bu da hanefî fukahâsındandır; en-Nehru'l-Fâık'ta hocası ve kardeşi
İbrâhîm'in eserini tenkid etmiştir.
83. İbn el-İmâd, Şezerât, C. VIII, s. 398; Lüknevî, age., s. 81; İ. Hâmî, age.,
C. II, s. 417, 433.
84. İ. Hâmî, age., C. II, s. 434.
63- Hoca Sa'düddîn
Efendi:
Sa'düddîn b. Hasen Can (1008/1599); Üçüncü Mehmed devri şeyhülislâmlarından,
âlim, müverrih ve edîb bir zat olup Yavuz Sultan Selîm'in nedîmi Hasan Can'ın
oğludur. İstanbul'da doğmuş, devrinin ünlü âlimlerinden okuduktan sonra
Mağnisa'da vâlî bulunan Şeyhzâde Üçüncü Murad'ın hocalığına tayin edilmiş, "hâce-i
sultânî" ve "reîsü'l-ulemâ" olmuştur.(85) Üçüncü Mehmed tahta geçince onun da
hocası olmuştur. Eğri seferindeki Haçova meydan muharebesinde, ümitsizliğe
düşerek kaçmağa hazırlanan Üçüncü Mehmed'e: "Pâdişahum lâzım olan yerinüzde
sâbit ve ber-karar olmakdur; cengün hali budur; ecdâd-ı ızâmunuz zamanında olan
tabur muharebeleri ekser böyle vaki olmuştur, mu'cizât-ı Muhammed aleyhisselâm
ile inşâallahu teâlâ fırsat-ı nusrât ehl-i İslâm'undur! Hâtır-ı şerifünüz hoş
tutun!" diyerek firarını önleyen ve harbin gidişini mağlûbiyetten galibiyete
çeviren mücahid de Hoca Sa'düddîn Efendidir.(86)
Eserleri: Tâcü't-terâvîh, Selîm-nâme, Lârî Tercemesi, Risâle-i Kuşeyriye ve bazı
hâşiyeler.(87)
85. O devirde bu makam meşîhate muâdil olup, azil ve nasba selâhiyeti vardır.
86. İ. Hâmî, age., C. III, s. 175 vd.
87. Bursalı Tâhir, age., C. III, s. 66; İ. Hâmî, age., C. II, s. 526.
64- Aliyyu'l-Kaarî:
Alî b. Muhammed Sultân (v. 1014/1606); onuncu asır sonunun müceddidlerinden ve
hanefî fukahâsının büyüklerindendir. Herat'ta doğdu, Mekke'ye geldi, İbn Hacer
el-Mekkî, es-Sindî, Ebu'l-Hasen el-Bekrî gibi zevattan okudu. Her yıl bir mushaf
yazdığı, kenarına kıraât ve tefsîre ait notlar koyduğu, bunu satarak geçindiği
nakledilmiştir. Pek çok ve faydalı eseri vardır. Şâfiî, Mâlik gibi imamlara
itiraz ettiği için tenkid edilmiştir.
Bazı eserler: el-Mirqât fî şerhi'l-mişkât (beş cilt), Tefsîru'l-Kur'an (üç
cilt), el-Esmâru'l-ceniyye (hanefîler), Şerhu'l-Muvatta' li-Muhammed; Şerhu'ş-Şifâ,
Şerhu'ş-Şemâil, en-Nâmûs (Kamus muhtesarı), el-Erbeûn (çeşitli mevzularda kırk
hadîsler), Şerhu'l-fıkhıl-ekber, Ş. el-Emâlî, Ş. Ayni'l-ilm (İhyâ muhtesarı),
Fethu-bâbi'l-İnâye (Nikaye şerhi)...(88)
65- İmam İbn er-Raşîd:
el-Qâsim b. Muhammed (v. 1029/1620); Yemen Kasimiyye devletinin müessisi,
müctehid ve mücahid bir zattır. Bazı Osmanlı ümerâsının zulmü üzerine baş
kaldırmış, uzun zaman güç şartlar altında çete muharebesi yapmış, sonunda elinde
bulunan dağlık bölge kendisinde kalmak üzere sulh yapılmış, vefatından sonra
evlâdı bütün Yemen'i ele geçirerek Kasimiyye hânedanının iktidarını temin
etmişlerdir.
Siyasetle ilmi birleştiren İmam el-Qâsim'in ehl-i beyt hadisleri ile muteber
hadis mecmûlarının muhtevâlarını câmi, ictihadına göre izahlı "el-İ'tisâm"
isimli eseri meşhurdur. Vefatından sonra Ahmed b. Yûsüf (v. 1252/1868)
tarafından tamamlanmıştır. Ayrıca akaide dair el-Esas'ı ile el-İrşâd isimli bir
risâlesi mevcuttur.(89)
66- Hayruddîn er-Ramlî:
Hayruddîn b. Ahmed (v. 1081/1671); Filistin'in Remle bölgesinde doğdu, 1008'de
Mısır'a gelerek el-Ezher'de altı yıl kaldı, sonra memleketine avdet etti, iftâ
ve tedrîs ile meşgul oldu. Fıkıh'ta derecesi Ebu's-Suûd gibidir. Önce şâfiî iken
ağabeyinin isteği üzerine hanefî olmuştur. Şâfiîliği terketmeden önce İmam
Şâfiî'nin kabri üzerine bir kâğıt bırakarak izin istediği ve rüyâsında İmam'ın:
"Hepimiz doğru yol üzerindeyiz" dediği nakledilmiştir.
Eserleri: el-Kenz, el-Eşbâh ve'n-nezâir, Mazharu'l-haqâık (Bah-i râık şerhi),
el-Fetâvâ'l-Hayriyye...(90)
88. Lüknevî, age., s. 8; eş-Şevkânî, age., C. I, s. 445.
89. eş-Şevkânî, age., s. 47-50.
90. el-Muhibbî, Hülâsatü'l-eser, C. II, s. 134-140.
67- Bolevî Mustafa
Efendi:
Mustafa b. Ahmed (v. 1086/1675); Dördüncü Mehmed devri şeyhülislâmlarından olan
Mustafa Efendi Bolu'lu tüccardan Ahmed Efendi'nin oğludur. İlmi yanında üstün
ahlâkı, sağlam seciyesi ve cesaretiyle meşhurdur. Köprülü Mehmed paşa rekabet
yüzünden Girid'in şanlı serdârı Deli Hüseyin Paşa'yı idam ettirmek için Mustafa
Efendi'den Fetvâ istemiş fakat alamamış(91) ve bu yüzden ona kin bağlamıştır.
Mehmed Paşa'nın çeşitli iftiralarla Hüseyin Paşa'yı idam ettirmesi üzerine
Mustafa Efendi padişah'a yazdığı acı arîzasında: "Sadr-ı a'zamın muradı dîn ü
devlete hizmet olmayup, şahsî menfaatinden başka bir şey düşünmediğini..."
söyleyerek idamın haksız olduğunu bildirmiş, hatta o sırada Bursa gezintisine
çıkmak isteyen Padişahı bile tenkid ederek "Bursa'ya gezintiye değil, Venedik'e
sefere çıkması" gerektiğini ifade etmiştir. Bu yüzden azledilerek Mısır'a
nefyedilen şeyhülislâm orada hakkın rahmetine kavuşmuştur.
Kenzü'd-deqaik üzerine bir şerhi ile çeşitli hâşiyeleri vardır.(92)
68- İbrâhîm el-Kürdî:
İbrâhîm b. Hasen el-Kevrânî (v. 1101/1690); Kürdistan'da Şehrân beldesinde
doğdu, memleketinde arapça, meânî, mantık, matematik ve hey'et gibi ilimler ile
usûl, fıkıh, tefsîr okudu, sonra Şâm, Mısır, Hicaz ve Haremeyn'e seyahat ederek
bilhassa hadîs okudu ve istimâ eyledi. Medîne'de yerleşti, Mescidü'n-nebî'de
arapça, farsça ve türkçe çeşitli ilimleri tedrîs eyledi. Şâfiî mezhebinde
yetişmiş, sonra ictihad ehliyetini elde ederek müctehid olmuştur. Aynı zamanda
nakşî bir sôfîdir. Seksen kadar eseri vardır.
Eserleri: İthâfu'l-halef bî-tahqîkı-mezhebi's-selef, Tahqîku't-tevfîq beyne-kelâmey-ehli'l-kelâm
ve ehli't-tarîq. Mesâlikü'l-ebsar (hadîs), el-Ümem li-îqâzı'l-himem...(93)
69- Çatalcalı Alî Efendi:
Alî b. Muhammed (v. 1103/1692); Babası Alâiyeli Şeyh Mehmed Efendidir, kendisi
Çatalca'da dünyaya gelmiş, şeyhülislâm Mınkarîzâde (1662-1674)'nin en güzîde
talebesi arasına girmiş, icazetten sonra müderrislikten Rumeli kadı-askerliğine
kadar çeşitli vazîfelerde bulunmuş ve hocasının azli üzerine onun yerine
geçmiştir. Makamının haysiyyet ve istiklâlini titizlik ve cesaretle koruduğu
için devşirme vezirler tarafından sevilmemiştir.
Matbû ve meşhur "Fetâvâ-yı Alî Efendi(94) bu zata aittir.(95)
91. Fakat Mustafa Efendi'nin halefi Esîrî Mehmed Efendi, Köprülüden korktuğu
için bol miktarda katil fetvâsı verdiğini itiraf etmiştir. Bak. İ. Hâmî, age.,
C. III, s. 536.
92. Bursalı Tâhir, age., C. II, s. 23; İ. Hâmî, age., C. III, s. 535.
93. el-Murâdî, Silkü'd-dürar, C. I, s. 5 vd.; eş-Şevkânî, el-Bedr, C. I, s. 12.
94. Kefevî Sâlih Efendi tarafından cemedilmiştir.
95. İ. Hâmî, age., C. III, s. 537; Bursalı Tâhir, age., C. II, s. 61.
70- el-Makbilî:
Sâlih b. Mehdî b. Alî (v. 1108/1696); Yemen'de, Kevkebân bölgesindeki Makbil'de
doğdu, memleketinin ulemâsından okuyarak yetişti ve San'a'ya geldi. Zeydî bir
muhitte bu mezhebe bağlı olarak yetişmesine rağmen ictihad ehliyetini elde
edince taklîdi terk etti; akaid ve fıkıh konularında kendi anlayış ve ictihadına
tâbi oldu, bu yüzden San'â ulemâsı ile birçok münazaraları, münakaşaları oldu,
sonunda ailesiyle Mekke'ye göçtü. Mekke'de -yukarda zikri geçen- Şeyh İbrâhîm
el-Kürdî'den de istifade etti. Medîne ulemâsından el-Berzencî (v. 1103/1691)
Makbilî'nin el-Alemü'ş-Şâmih isimli eserini görerek bazı itirazlar yazdı,
Makbilî de el-Ervâh ve'n-nevâfih isimli bir eser ile onu reddetti. Bu yüzden
Mekke ulemâsı onu küfür ve zındıklıkla ittiham ettiler ve durumu Osmanlı
Padişahına ilettiler. Padişah bir hocasını göndererek Makbilî'yi imtihan ettirdi
ve ittihamı isbat eden bir husus görülmedi. Mekke'ye gelen bazı Dağistanlı'lar
ondan istifade ederek ilim ve ismini memleketlerine götürdüler. Talebesi
arasında Selâ kadısı Abdulkadir b. Alî el-Bedrî (v. 1160/1747) gibi ictihad
mertebesine yükselmiş zevat vardır.
Makbilî sôfilerin keşfini kabul etmezdi. Bir gün kızı Zeyneb hastalandı, evi
Harem-i şerîfe bitişik idi, kız duvarın arkasında olanları haber vermeye
başladı, babası kapıyı sımsıkı kapatıyor dışarı çıkıyor, kızının haber
verdiklerini aynen müşahede ediyordu.
Eserleri: Bu müctehid fıkıh bilgininin önemli eserleri vardır: el-Menâr (İmam
Mehdî'nin el-Bahru'z-zehhâr'ına hâşiyedir, insaflı tenkidleri vardır), el-Alemu'ş-şâmih
(kelâmcı ve mutasavvıflara itirazlarını hâvîdir), Necâhü't-Tâlib (İbn el-Hâcib'in
Muhtasarı üzerine), el-İthâf li-talebeti'l-Keşşâf (Zemahşerî'yi tenkid
etmiştir)...(96)
71- Şâh Veliyyullah ed-Dehlevî:
Ahmed b. Abdirrahîm (v. 1176/1762); Hindistan'ın Dehlî şehrinde doğdu, babası
Fetâvây-ı Hindiyye'nin tertip ve tahsîhinde vazîfe alan ulemâdandır, önce
babasından okudu ve onun medresesinde müderris oldu, 1143-1145 arasında Hicaz'da
bulundu, Harameyn ulemâsından ve bilhassa yukarda zikri geçen İbrâhîmu-l-Kürdî'nin
oğlu Muhammed'den hadîs tahsil ettikten sonra memleketine avdet ederek "dâru'l-ulûm"
da tedrîs, iftâ, irşâd ve te'lîf ile meşgûl oldu.
Şâh Veliyyullah müfessir, müverrih, muhaddis, müceddid ve müctehid büyük bir
İslâm âlimidir. Kendisi ve çocukları ile kızdan torunları sayesinde Hindistan'da
Sünnet-i seniyye yayılmış, tesirleri zamanımıza kadar devam etmiştir. Veliyullah
tecdîd ve ıslâhatında iki hedefe yönelmiştir:
a) Taklîd yerine tahkik ve ictihadın ihyâsı.
b) İstibdâd yerine hulefâ-i râşidîn idâresinin ikamesi.
Yazdığı eserlerinin çoğu hâlâ eşsizliğini muhâfaza etmekte, İslâm'ı özünden
öğrenip yaşamak isteyenlere ışık tutmaktadır.
Bazı eserleri: el-Fevzü'l-kebîr (usûl-i tefsîr), Huccetullahi'l-bâliğa (İslâm'ın
felsefi izâhı ve hadislerin hikmet-i teşrîi), İzâletü'l-hafâ (hilâfet ve
halifeler konusunda, fârisî), İkdu'l-cîd ve el-İnsâf (ictihad, taklîd, ihtilâf
konularında), Fethu'r-Rahmân (Kur'ân-ı Kerîm'in fârisî'ye tercemesi), el-Musaffâ
ve el-Müsevvâ (ikisi de Muvatta' Şerhi), el-Büdûru'l-bâziğa, et-Tefâhîmu'l-ilâhiyye,...(97)
96. eş-Şevkânî, age., C. I, s. 288-292.
97. Geniş bilgi için bak. H. K., İslâm Hukukunda Mezhebler, s. 115-126.
72- el-Emîru's-San'ânî:
Muhammed b. İsmâîl (v. 1182/1768); Hz. Alî soyundan, mutlak müctehid bir
imamdır. Kehlân'da doğdu, babasıyle beraber San'â'ya geldi. Devrin büyük
ulemâsından okudu, sonra Mekke'ye ve Medîne'ye gelerek hadîs tahsil etti ve
San'â'ya döndü. Zamanında Yemen'de ondan daha âlimi yoktu; mücehid olduğunu
açıkladı, ictihadıyle amel ederek taklîdi reddetti. Namazda rukû'a giderken ve
kalkınca elini kaldırmak, cum'a hutbesinde bazı imamların isimlerini anmamak
gibi davranışlarını bahane eden zeydî ulemâ halkı aleyhine teşvik ettiler,
def'alarca ölüm tehlikesi atlattı ve bir müddet hapiste yattı; bunlara rağmen
hak bildiği yolda yürümeye devam etti. Talebesi arasında da birçok müctehid
yetişmiştir. Yüz kadar değerli eseri vardır.
Eserleri: Sübülü's-selâm (Bülûğu'l-merâm şerhi), Tevdîhu'l-efkâr (iki cild,
hadîs usûlü), el-Udde fî şerhi'l-umde li'bni Daqîq. Şerhu'l-Câmi'i's-sağîr (dört
cild, hadîs), el-Mesâilu'l-merdıyye (ehl-i sünneti le zeydiyyenin ittifak
ettikleri konular), İrşâdu'n-nuqqâd ilâ teysîri'l-ictihâd...(98)
--------------------------------------------------------------------------------
98. eş-Şevkânî, age., C. II, s. 133-139.
73- Seyyid
Abdulkadir el-Kevkebânî:
Abdulkadir b. Ahmed (v. 1207/1792); soyu Hz. Peygamber'in torunu Hz. Hasen'e
ulaşan Yemen İmamlarından Ahmed b. Yahyâ'nın(99) neslinden, el-Emîru's-San'ânî'nin
talebesi ve müctehid Şevkânî'nin hocası, mutlak müctehid, tabîb ve edîb bir
zattır. Kevkebân'da doğdu, orada, sonra San'â'dan başlayarak Yemen'in çeşitli
şehirlerinde, Mekke ve Medîne'de okudu. Hocası el-Emîr vefat edince onun yerini
Yemen'de yalnız Seyyid Abdulkadir doldurabildi. Kevkebân emîri ile araları
açıldığı için San'â'ya gelip yerleşti. Kendisinden çok istifade eden, talebeleri
arasında mümtaz bir yeri bulunan Şevkânî, hocası hakkında şunları kaydetmiştir:
"Kendisinden vefatına kadar istifade ettim, aramızda büyük bir sevgi vardı, neyi
istemiş isem okutmuş, muhtaç olduğum kitapları kütüphanesinden çıkarıp
vermiştir. Şu anda hatırladığıma göre kendisinden okuduğum kitaplar arasında:
Sahîh-i Müslim ve kısmen Nevevî şerhi, Buhârî sahîhi ile Fethu'l-Bârî şerhinin
bir kısmı, İbn el-Esîr'in Câmiu'l-usûlü'nün bir kısmı, Tirmizî'nin tamamı, İbn-i
Mâce Süneni, Mâlik'in Muvatta'ı ve Mecduddîn İbn Teymiyye'nin el-Munteqâ'sı ve
Şifâ'nın birer kısmı, hadîs usûlünden Irâqî'nin manzûmesi, Fıkıhtan Dav'u'n-nehâr
ve el-Bahru'z-zehhâr'ın birer kısmı, kelâmdan bir miktar Mevâkıf ve Seyyid Şerhi
ve Kalâid, usûl-i fıkıhtan Cem'u'l-cevâmi' ve Mahallî şerhî, lüğatten bir miktar
Sıhâh ve Kamus ile kendi eseri olan Felekü'l-Qâmûs... Ders okutuşu
başkalarınınkine benzemezdi. Bahisleri sadece okutup geçmez, üzerinde
ictihadıyle mülâhazalar serdeder, bize risâleler yazdırır, bazı yerlerine itiraz
eder, tekrar yazarız... böylece bir mesele üzerinde yedi risâle yazdığımız
olurdu. Beni Neylü'l-evtâr'ı yazmıya o teşvik etti. İlk yazdığım formaları
gösterdim, böyle giderse yirmi cild olacağını, halbuki uzun kitapların
okunmadığını söyledi; kısalttım ve dört cildde tamamladım, fakat o zaman
üstadımız vefat edeli üç yıl olmuştu..."
Daha çok tedrîs ile meşgul olmuş, fazla eser yazmamıştır. Birçok risâlesi
yanında Felekü'l-Qâmûs ile Dav'u'n-nehâr üzerine hâşiyesi vardır.(100)
74- el-Hasenü'l-mağribî es-San'ânî:
el-Hasen b. İsmâîl (v. 1208/1793); Sübülü's-selâm yazarı San'ânî'nin torunu ve
Şevkânî'nin hocasıdır. Dedesi gibi o da San'â'da yetişti, son derece mütevâzi
idi, bütün işlerini kendisi görür ve çok basit giyinirdi. Talebesi arasında en
az on müctehid bulunduğu halde kendisi fetvâ vermez, talebesine havale eder,
müşkilâtını talebesinden sormaya çekinmezdi. Şevkânî bu üstadından okuduğu
eserleri de şöyle sıralamıştır.(101) Mutavvel ve hâşiyeleri, Adud ve hâşiyeleri,
Keşşâf ve bazı hâşiyeleri, Şemsiyye ve el-Kutb şerhi ile Seyyid hâşiyesi,
Tenqîhu'l-enzâr (ulûm-i hadîs), Sünen-i Ebî-Dâvûd ve Münzirî muhtasarı ile
Hattâbî ve İbn Raslân şerhleri, bir miktar Müslim ve Nevevî şerhi, Sübülü's-selâm...(102)
99. Hicrî 840'ta vefat etmiştir. Fıkıhtan el-Ezhâr ve şerhi, el-Bahruz'z-zehhâr
gibi eserleri vardır; bir ara Yemen İmamı olmuştur.
100. eş-Şevkânî, age., C. I, s. 360-366.
101. 73 numaralı hal tercemesine de bakınız.
102. eş-Şevkânî, age., C. I, s. 195 vd.
75- eş-Şevkânî:
Muhammed b. Alî (v. 1250/1834); usûl ve fürû'da mutlak müctehid San'â kadısı,
müceddid İslâm âlimi. Yemen'in Havlân bölgesinde Hecratu-Şevkân denilen kasabada
doğdu. Babası San'â kadısı, âbid ve zâhid bir âlim idi. Anası aslen Horasanlı
muhaddis bir âileden geliyordu. Önce babasından, sonra da Yemen'in büyük
ulemâsından okudu.(103) Daha ilk tahsilini yaparken on üç kitabı ezberlemişti.
Sonra hocalarından bir kütüphane dolusu küçük-büyük kitap okudu. Yirmi yaşında
fetvâ vermeye başladı, otuz yaşında taklîdi terketti ve ictihadıyle amel etti,
kırk yaşına geldiği zaman yüz civarında eseri vardı. Elli altı yaşında San'â
kadısı oldu ve vefatına kadar bu vazîfede kaldı. Kendisi okurken bir taraftan da
talebe okuturdu; bazı zamanlarda, günde on ayrı ilmi tedrîs ettiği olmuştur.
Bu büyük âlim ve müctehidin 114 kadar büyüklü küçüklü eseri vardır. Ve bu
eserler, gerçek ilim yolcularının müstağnî kalamayacağı kadar önemlidir.
Şu sözler, onun ictihad konusundaki görüşünü canlı bir şekilde ortaya
koymaktadır:
"Belli gruplara mensup âlimler, Zeydiyye hakkında, işin içyüzünü bilmeyenleri
taklit yoluyla temelsiz ve yanlış bilgiler taşıdıkları için Yemen ulemâsına önem
vermemişlerdir. Halbuki Zeydîlerin memleketinde sayılmayacak kadar çok Kitâb ve
Sünnet imamı vardır; bunlar kendilerini ana kaynaklardaki naslara bağlı sayar,
Rasûlullah'ın sünnetini ihtiva eden temel hadîs kitapları ile bunlara katılan
eserlerde gördükleri sahih hadîslere dayanırlar, taklidin tarafına dönüp
bakmazlar, mezheb saliklerinin hemen hiçbirinin kendisini kurtaramadığı
bid'atleri dinlerine bulaştırmazlar. Allah'ın Kitabının gösterdiği,
Rasûlullah'ın sahih sünnetinin ortaya koyduğu hükümlerle amel etme bakımından
selef-i sâlih yolundadırlar. Kitap ve Sünnet'i anlamaya vasıta ve âlet olan Sarf
(gramer), Beyan (nazarî edebiyat), Usûl ve Lûğat gibi ilim dallarıyle durmadan
meşgul olur, bunların dışında kalan aklî ilimlerle kalb ve kaflarını
bozmazlar...
Şüphe yok ki, Mısır, Şâm gibi ülke ve memleketlerde, bizimkilerden çoğunun
ulaşamadığı derecelere gelmiş âlimler vardır, fakat bunlar, Allah ve Rasûlüne
ait hüccetleri bilmeyen, anlamayan kimselerin âdeti olan taklitten
ayrılmamaktadırlar; taklidi terketmeyenin ise ilminin önemli bir faydası yoktur.
Bunlar arasında delillerle amel eden, taklide güvenmeyi terkeden İbn Teymiyye ve
emsâli şahıslar varsa da, bu gibiler oldukça azdır. Ben, dördüncü asırdan sonra
gelen âlimlerin çoğuna şaşıyorum; bildikleri lisan ilminin bir kısmı bile Kitap
ve Sünneti anlamak için yeterli iken nasıl bunu bırakıyorlar da bir âlimi
taklidi bunlara tercih ediyorlar!?...
Allah için söyleyin, bir âlimin sonu başlangıcı gibi, işinin sonu başı gibi
olacaksa ilim tahsili yolunda bunca zamanı boşa harcamanın faydası nedir? Onun
taklit ettiği imamın söylediklerini, tahsil ettiği ilimleri tahsil etmeyen
şahıslar da anlamakta idi...
Benim, kulluğuma temel kıldığım din anlayışım şudur: Allah'ın Kitabını anlayacak
kadar arapça bilen, bunu yeterince sarf ve nahiv bilgisiyle düzene koyan, bir
miktar usul öğrenen, bu bilgisine Buhâri ve Müslim gibi, yazarlarının yalnızca
salih hadîsleri aldıklarını beyan ettikleri -yahut başkaları gibi, zayıfları
alsalarda, hadîsin sıhhat veya za'fına işaret ettikleri, bu sebeple öteden beri
âlimlerin kullandıkları- mutahhar sünnet kitaplarından haberdar olmayı ekleyen
kimse için Allah'ın kitabından anladıkları ile amel etmeyi terke ruhsat yoktur.
Anılan vasıftaki hadislerle amel etmesi de gereklidir. Sahibi ferd olsun, cemâat
olsun, cumhur olsun hiçbir kimsenin reyine karşı bunları terkedemez, reyi
bunlara tercih edemez. Bu nurlu şeriatte, Kitap ve Sünnet ile çelişmeyen rey ile
amelin caiz olduğuna bile delil yoktur; nerde kaldı ki, çelişen reyler ile amel
edilsin!
Orta kabiliyet ve zekâda olan bir kimsenin ictihad ehliyetini elde edebilmesi
için aşağıdaki kitaplar derecesinde bilgi yeterlidir: Nahivden İbnu'l-Hâcib'in
Kâfiye'si, Elfiye gibi bir kitab ile bunların kısa şerhlerinden biri. Sarf'tan
Şâfiye ve kısa şerhlerinden biri -bunda ihtiyaçtan fazlası da vardır-, usûlü'l-fıkıh'tan
Cem'u'l-cevâmi', İbn Sadri'ş-şerî'a'nın Tavzih'i, Nesefî'nin Menâr'ı, İbnu'l-Hâcib'in
Muhtesaru'l-müntehâsı yahut Gâyetü's-sûl gibi kitaplardan biri ile şerhlerinden
biri. Bunların da çoğunda, özellikle şerhlerinde ihtiyaçtan fazla bilgi ve
incelemeler vardır. Bu fazlalıkların Kitâb ve Sünnet ilmi ile bir alâkaları
yoktur. Sonrakilerden, şer'î ilimler dışındaki bazı ilimlerle meşgul olanlar bu
ilimleri şer'î ilimlerde de kullanmış, daha sonra gelenler ise bunları da şer'î
ilimlerden sanmıştır. Bu sebeple ilim yolcusu için mesafe uzaklaşmış, yol
uzamış; yolcu çoğu kez menzil-i maksuda ulaşamamış, ulaşanlar ise bütün gücünü
mukaddimeler uğrunda harcadığı için yorgun bir zihin ve tükenmiş bir beyin ile
ulaşmıştır. Talebenin çoğu bütün ömrünü âlet ilimlerini tahsil ile geçirmekte,
bir tefsir ve hadîs kitabı okumaya dahi fırsat bulamamaktadır. Böyleleri yazı
yazmak için kalem, kâğıt, mürekkep, temin eden, bunları yazmaya hazır hale
getiren fakat bir harf bile yazmayan kimseye benzerler...
Şunu da ifade etmeliyim ki ictihad için gerekli ilimleri elde edemiyen şahıslar
da dini hayatı ile ilgili ibâdet, muâmele ve hadiseler hakkındaki nasları
mutemet kişilerden sormalı, "Amel etmem için bu konudaki en sahih delili bana
bildir" demeli, (bildirilen ile amel etmelidirler.) Bunun taklitle alâkası
yoktur; çünkü âlimin reyini değil, rivayetini istemektedirler...(104)
Şevkânî bizzat kaleme aldığı hal tercemesini şu satırlarla bitiriyor: "Bu
satırların yazarı; Arş-ı Azîm'in Rabbi, Halîm ve Kerîm, kendisinden başka ma'bud
olmayan Allah'ından, sonunu güzel eylemesini, iki cihanda hayırlı muradına
erdirmesini, söz ve davranışlarında kendisini doğru kılmasını, kalbinden dünya
sevgisini söküp atmasını ve böylece gerçeğe nazar ederek yolun inceliklerine
nâil olmayı lütfeylemesini niyaz eder. Allahım! gururunun sarhoşu olan
kimselerin aklını başına getiren cezbenle bu kulunu da Cenâb-ı Kerîm'ine çek,
cezbet!... Senin muhabbet denizinde yüzmeden, sana yakınlık sularıyla kalbinin
kirlerini yıkayıp arıtmadan onu bu dünyadan çıkarma! Sen dilersen mürîdi murâd
yaparsın da o murâdına erer!.."(105)
Bazı eserleri: Fethu'l-Kadîr (Dirâyet ve rivâyet metodlarını câmi, güzel ve
faydalı bir tefsirdir, 5 cild, matbû), Neylü'l-evtâr (ahkâm hadîslerini câmi el-Munteqâ'nın
müctehidâne şerhi, 8 cüz, matbû), el-Bedru't-tâli' (yedinci asırdan sonra
yaşamış İslâm büyükleri, 2 cild, matbû), el-Fevâidu'l-mecmûa (mezû hadîsler,
matbû), ed-Duraru'l-behiyye (fıkıh, Sıddık H. Han'ın şerhiyle matbû), İrşâdu'l-fühûl
(fıkıh usûlü, matbû), et-Tühaf fî mezhebi's-selef, Dürru's-sehâbe fî fedâili'l-karâbe
ve's-sehâbe, el-Fethu'r-Rabbânî (fetâvâ), Şerhu's-sudûr fî tahrîmi'l-kubûr...
103. Bundan önceki iki terceme-i halde iki hocası ile okuduklarından bazıları
zikredilmiştir.
104. el-Bedr, C. II, s. 83 vd.
105. age., C. II, s. 214-225.
76- İbn Âbidîn:
Muhammed b. Emîn b. Ömer b. Abdulâzîz Âbidîn (v. 1252/1836); asrında hanefîlerin
reîsi, en mütebahhir âlimi idi. Doğumu ve vefatı Dımaşk'te vukubulmuştur. Ehl-i
taklîd ulemâ arasında olmakla beraber tahkîk mahsûlü risâle ve ifadeleri vardır.
Eserleri: Raddu'l-muhtâr ale'd-Durri'l-muhtâr (Alâuddîn el-Haskefî'nin fürû-i
hanefiyyeye dâir eserinin beş cild halinde şerhidir, matbûdur, İbn Âbidîn adıyle
anılır), el-Uqudu'd-durriyye fî tenqihi'l-Fetâvâ el-Hâmdiyye (matbû, iki cild),
Nesemâtü'l-eshâr (Menar şerhi, usûl), Mecmûâtü'r-resâil (32 risâle, iki cüz,
matbû)(106)
106. ez-Ziriklî, el-A'lâm.
Altıncı Bölüm
MECELLE'DEN ZAMANIMIZA KADAR
(Uyanış Çağı)
A- İSLÂM DÜNYASI:
Osmanlı İmparatorluğu Üçüncü Murad zamanında (1574-1595) Kafkasya ve İran'ı da
fethetmiş, bir yandan Lehistan kırallığını, diğer yandan da Fars-Arap
İmparatorluğunu himayesinde alarak sınırlarını Baltık'a ve Atlas Okyanusu'na
kadar genişletmiş, hâkimiyet sahâsını 20 milyon km2'ye çıkarmıştır. Ancak bundan
sonra duraklama ve gerileme devirlerine giren İmparatorluk 1699 Karlofça
antlaşmasından itibâren toprak kaybetmeye başlamış, bu durum birinci cihan harbi
sonuna kadar devam etmiştir.
İlerleyen Avrupa karşısında müslüman devletler yıkılıyordu; Kuzey, Batı ve Orta
Afrika Fransızlarla İngilizlerin eline düşmüştü. Hindistan ve Afganistan'da
İngilizler hâkim olmuşlardı. İran'ın kuzeyi Rus baskısı altında, güneyi ise
İngiliz kontrolünde idi. Endonezya iki yüz yıldan beri (20. yüzyıl başlarına
göre) Danimarka'ya bağlanmıştı.
Birinci cihan harbinden önce başlayan muhtariyet ve istiklâl mücadeleleri
harpten sonra da hızlanarak devam etti, zamanla Türkiye, İran, Afganistan,
Hindistan gibi İslâm ülkeleri istiklâllerini elde ettiler. İkinci dünya
harbinden sonra da Pakistan, Mısır, Endonezya, Kuzey Arabistan, Irak, Suriye,
Ürdün ve Lübnan gibi müstakil İslâm devletleri kuruldu. Müstevlî ve müstemlekeci
Batılılara ve Bloklara karşı İslâm dünyasının mücadelesi devam etmekte,
özellikle Sovyet/Varşova blokunun dağılmasından sonra bağımsız İslâm
devletlerinin sayısı artış göstermiştir.
B- İCTİHAD VE FIKIH:
İctihad:
Ondokuzuncu asırda İslâm milletlerini uyarmak, onlara kaybettikleri değerleri
hatırlatmak, hürriyet ve istiklâl mücadelelerini teşvik etmek için harekete
geçen liderlerin başında Cemâleddîn Efgânî zikredilir. Afganistan, İran,
Hindistan, Türkiye, Mısır gibi en önemli İslâm ülkelerini dolaşan Efgânî
buralardaki İslâm münevverlerine ve siyaset adamlarına tesir etmiş, kurtuluş ve
kalkınma hareketlerinin başlaması veya hızlanmasında âmil olmuştur. Abduh, Sa'd
Zağlûl, İkbâl, M. Reşîd Rizâ, Şiblî Nu'mân, Âkif, İzmirli, Aksekili gibi zevât
onun ya doğrudan veya dolaylı talebesi arasında yer alır. Daha sonra, aynı
çığırda A. Hallâf, Merâğî, Alî el-Hafîf, M. Ebû-Zehra, Şeltût, Sâyis, Sibâî...
nesli gelir. Bunların programları içinde ictihadın da önemli bir yeri vardır.
Yeni bir İslâm dünyası kurulurken ihtiyaç duyulan mevzûat, bir yandan çeşitli
fıkıh mezhebleri arasında tercihler yapılarak, diğer yandan da -gerektiğinde-
ictihad edilerek ortaya konacaktır.
Bu cereyan bizde Mecelle'nin tedvîni sırasında tutmamış, Mecelle hanefî
mezhebinden ayrılmamıştır. Ancak daha sonra gerek Mecelle'nin tadîli
çalışmalarında ve gerekse ahvâl-i şahsiyye kanunlarının vaz'ında(1) tesirini
göstermiş, başka mezheblerden de hükümler alınır olmuştur. Mevzûat sahâsında
durum böyle olmakla beraber nazarî sâhada ictihad hareketi tutunmuş, bazı Dâru'l-fünûn
hocaları ile(2) Sırât-ı müstakim ve Sebîlu'r-reşâd mecmûaları ictihadı
desteklemişlerdir.(3)
Mısır'da, Abdüh'ün talebesi Reşîd Rizâ el-Hüseynî'nin çıkardığı el-Menâr
mecmûası ictihadın en hareketli müdâfii olmuştur.(4) Abduh ve Reşîd Rizâ'nın bu
mecmûadaki fetvâları tek mezheb ile mukayyed olmayıp ictihad ve tercîhe istinad
etmektedir.(5)
Mısır, Suriye, Hindistan, Irak gibi İslâm ülkelerindeki tahsil müesseseleri
tedrîsatında ictihad ve tercih fikri benimsenmiştir. Ayrıca bu ülkelerde
vazedilen kanunlarda bilhassa çeşitli mezheblerden, tercih yoluyla seçerek hüküm
alma usûlünün geniş tatbikatına şâhid olmaktayız.
Fıkıh:
İncelediğimiz devrin fıkıh çalışmalarını şu maddelerde hulâsa etmek mümkündür:
1- Kanunlaştırma hareketleri başlamıştır. Devre ismini veren Mecelle bu
hareketin ilk adımını teşkil etmiş, arkasından bütün İslâm dünyasında hızlı bir
kanunlaştırma faaliyetine girişilmiştir. Önemine binâen bu konu ayrı bir başlık
altında ele alınacaktır.
2- İctihad ruhunu besleyen, okuyanlarda bu melekeyi geliştiren bazı eski
kitaplar tahkîk ve neşredilmiştir. Şah Veliyyullah, Şevkânî, İbn Teymiyye, İbn
Kayyim, İbn Hazm, Şâtıbî gibi ulemâ ile mezheb imamları ve talebelerinin
kitapları bu nevi neşriyatın belli başlı örnekleridir.
3- Çeşitli mezheblerin hükümlerini delilleri ile veya delilsiz olarak bir
kitapta toplama, istenilen mevzûu kolayca bulmak için gerekli metodları kullanma
şeklinde tezahür eden çalışmalar yapılmıştır. Dört mezheb üzerine yazılmış fıkıh
kitapları ile Kamus ve Ansiklopediler bu nevi çalışma mahsulleridir.
4- Usûl ve fıkhın önemli mevzûları üzerinde ictihad ve tahkika dayanan tez
mahiyetinde çalışmalar yapılmıştır.
5- Asrımıza hakim olan Batı menşeli hukuklara karşı İslâm hukukunun arzı,
müdâfaa ve mukayesesi maksadına yönelmiş eserler verilmiştir.(6)
6- Batılıların bazı fıkıh kitaplarını terceme ile başlayan iştirâk ve alâkaları
zamanla telîfe doğru inkişâf etmiş, önemli eserler neşredilmiştir.
7- Doğuda ve Batıda, İslâm hukuku mevzularını da içine alan ilmî kongre ve
konferanslar tertip edilmiştir.
8- Bazı Batı üniversitelerinde İslâm hukuku kürsüleri kurulmuş, bu hukukun ölü
olmadığına karar verilmiş ve mukayeselerde bu hukuk bir taraf ve tez olarak
kabul edilmiştir.
1. Mecelle'nin tadîlî çalışmaları ilerde ele alınacaktır. Aile Hukuku için bak.
H. K., Mukayeseli İslâm Hukuku, s. 224 vd.
2. Seyyid Bey, İzmirli İsmâil Hakkı Bey ve benzerleri.
3. Daha muhafazakâr bir tutumla çıkan Beyânu'l-hak mecmûası, ictihad mevzûunda
daha ihtiyatlıdır. Bu iki dergide mevzu uzun boylu münakaşa edilmiştir. Beyânu'l-hak,
C. II, s. 1026, 1087; C. IV, s. 1860...; Sırat-ı Müstakim, C. I, s. 43, 142,
209, 236, 299; c. II, s. 17, 33, 50, 132, 268, 65, 81, 97, 105, 132; C. III, s.
87, 97...; C. IV, s. 50; Sebîl, C. X, s. 193; c. XII, s. 94, 129, 134...
4. Bu dergi hakkında daha geniş bilgi için bak. H. Karaman, Gerçek İslâmda
Birlik, İst. 1998, s. 127.
5. R. Rizâ'nın fetvâları Dr. S. Müneccid tarafından altı cild halinde
neşredilmiştir; Beyrut, 1972.
6. Bu devrin fukahâsının kısa hal tercemeleri verilirken eserleri de
zikredilecektir.
C- ADLİYE
TEŞKİLÂTI ve KANUNLAŞTIRMA:
1- Mahkemeler:
Osmanlıların yükselme devri sonuna kadar kazâ ve adliye teşkilâtının durumunu
bundan önceki devrede hulâsa etmiştik. Umûmiyetle dâvâlara kadılar tarafından
evlerinde bakılıyordu ve kadılar Anadolu, Rumeli Kadı-askerlerine bağlı
bulunuyordu. Kadıların selâhiyet hududu oldukça geniş idi: Medenî, ticârî, cinâî
dâvalara bakar, bir nevi noterlik ve savcılık yapar, bazı idârî ve mâlî
vazifeleri dahi îfâ ederlerdi.(7)
1253/1838'de yapılan bir değişiklik ile kadılar meşîhate bağlandı. II. Mahmud
devrinde mahkemeler kurularak kadıların dâvalara evlerinde bakmalarına son
verildi. Tanzîmat devrinde de selâhiyetleri tedrîcen daraltılarak yalnız şer'î
mahkemelere bakmaya inhisar ettirildi.(8)
Kurulan mahkemelere gelince:
1253/1838'de
Sultan II. Mahmud tarafından kurulan "Meclis-i Ahkâm-ı Adliyye" hem yüksek bir
mahkeme, hem de kanun ve nizâmât hazırlayan bir nevi teşrî meclisidir. Bilâhare
Sultan Abdulâzîz zamanında 1285/1868 tarihinde bu meclis kaldırılarak yerine
"Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliyye" ile "Şûrây-ı Devlet" kurulmuştur. Bunlardan birincisi,
nizâmiye mahkemelerinin üstünde yüksek bir adlî kazâ ve temyîz müessesesidir ve
daha sonra adliye nezaretine inkılâb etmiştir. Şûray-ı Devlet ise hem bir yüksek
idârî müessesesidir, hem de kabataslak bir teşrî meclisi mahiyetindedir. Bu
kuruluşlar ile kısmen icrâ ile kazâ birbirinden ayrılmış olmaktadır.(9)
Ayrıca Sultan Abdülmecid (1839-1861) devrinde Fransız modelinde Ticaret
mahkemeleri (1840), Muhtelit mahkemeler (1847), Meclis-i Tahkikat adı altında
ceza mahkemeleri (1270/1853) kurulmuştur.
Sultan Abdulaziz (1861-1876) devrinde İstanbul'da Deniz Ticareti Mahkemesi
kurulmuş, taşrada kara ticaretine bakan mahkemelerin deniz ticaret dâvâlarına da
bakmaları uygun görülmüştür.
1281/1864 tarihinde Tuna vilâyeti teşkil edilince Nizamiye Mahkemeleri'nin de
temeli atılmıştır. Nizamiye mahkemeleri şer'î mahkemeler ile Ticaret mahkemeleri
yanında üçüncü nevi bir mahkeme mahiyetindedir. Mezkür iki mahkemenin
bakamadıkları hukuk ve cinayet dâvâlarına bakmak üzere kurulmuştur. İlk
kuruluşunda bu mahkemelerin livâlarda vazîfe yapanları "Meclis-i Temyiz-i Hukuk
ve Cinayet", kazalarda "Meclis-i De'âvî" adını almıştır. Vilâyetlerde önce
"Meclis-i Temyîz-i Hukuk-u Cinayet-i Vilâyet" adını alan sonra ismi "Dîvan-ı
Temyîz" diye değiştirilen bölümü ise istînâf mahiyetindedir.(10)
1292/1875 tarihli ferman ile bütün ticaret mahkemeleri, Ticaret Nezaretinden
alınarak Adliye Nezaretine bağlanmıştır.
Hem bulundukları merkezin kazâ, hem de bir alt merkezin temyîz mercii olan
Nizamiye Mahkemelerinin kuruluşu 1869, 1871 tarihli kanunlarla tamamlanmış, 1879
tarihli bir kanun ile de kesin olarak teşkilâtlandırılmıştır. Aynı kanun(11) ile
ilk defa olarak müddeî-i umûmîlik (savcılık) da te'sis olunmuştur.
22 Rabî'u'l-âhir 1298/1879 tarihli bir ferman ile Meclis-i De'âvî'nin adı "Kazâ
Bidâyet Mahkemesi", Meclis-i Temyîz'in adı "Merkez Bidâyet Mahkemesi", Divân-ı
Temyîz'in adı da "Mahkeme-i Temyîz olarak değiştirilmiş, aynı yıl Kazâ Bidayet,
Merkez Bidâyet ve İstînaf Mahkemeleri kurulmuştur.(12)
Bu mahkemelerin kuruluşunda iki âmilin rolü önemlidir.
a) Azınlıkları himaye etmek maksadıyle Devlete baskı yapan yabancılar (Bilhassa
Nizamiye Mahkemeleri).
b) Gelişen iktisâdî, ticarî ve ictimâî hayat münasebetleri. (Bu gelişmeler
karşısında Devlet, selâhiyetleri farklı yeni mahkemeler kurmak mecburiyetini
hissetmiştir.)
c) Şer'î mahkemelerin Avrupa'dan alınan kanunlarla hüküm vermemesi (Nizamiye
mahkemeleri bunlarla hüküm vermek üzere kurulmuştur.)
7. Prof. İnalcık, İ. A. "Mahkeme" maddesi.
8. İ. A. "Tanzimat" mad.
9. Prof. Okandan, Âmme Hukukumuzun Ana Hatları, İst. 1959, s. 61, 80, 95; İ. A.
"Tanzimat" maddesi.
10. A. Lütfî, Mir'ât, s. 178.
11. Teşkilât-ı Mehâkim Kanunu, Düstur, IV, 235 vd.
12. Bak. Düstur, IV, s. 703 vd.; Mahkemeler için bak. Prof. Taner, Ceza Mahk.
Usûlü, İst. 1945, s. 17 vd.
2- Kanunlaştırma ve
Kanunlar:
Bu devrin en mümeyyiz vasfı kanunlaştırma hareketidir diyebiliriz. İlk İslâm
medenî kanunu Mecelle'nin bu devre ismini nakşetmiş olması da bu hususun bir
işareti mahiyetindedir.
Daha önceki devirlerde Fıkıh ve Fetvâ kitapları yanında Sultan emir ve
kanunnâmelerinin yer ve rolüne işaret etmiştik. Fakat bunlar, bugün anlaşılan
mânada birer kanun olmaktan uzak bulunuyordu. Mecelle bahsinde zikredeceğimiz
sebepler, hukukun çeşitli kaynaklarından istifâde ederek yeni kanunlar vaz'ını
zarûrî kılıyordu. Bu zarûret karşısında harekete geçen İslâm Devletleri bir çok
kanunlar vazettiler. Aşağıda iki başlık altında (Türkiye'de ve diğer İslâm
Ülkelerinde) bu hareketin mahsüllerini arzedeceğiz.
a) Türkiye'de:
Anayasa:
Gülhane Hattı ve Islâhat Fermanı ile temelleri atılmış olan anayasa hareketi
yeni Osmanlı ve Jön Türkler'in gayretleriyle gelişmiş nihayet Fransa ve Belçika
Esas Teşkilât Kanunları'ndan mülhem olarak bir komisyonca hazırlanan Kanun-i
Esâsî, 23 Aralık 1876 (7 Zilhicce 1293) tarihinde ilân olunmuştur. Devletin dînî
bünyesini teyîd eden (mad. 7, 11, 27, 64, 87), Padişaha geniş selâhiyetler
bahşeden bu anayasa 12 fasıl, 119 maddedir. Bilâhare ta'dîllere uğramış ve
Saltanatın ilgâsından sonra da istîmalden sâkıt olmuş, yerini 1921 ve 1924
tarihli Teşkilât-ı Esâsiyye Kanunlarına terketmiştir.(13)
Cezâ:
Daha önce Fâtih, Kanûnî ve Dördüncü Mehmed devirleri cezâ kanunnâmelerini
zikretmiştik. Bu devrede Sultan Abdülmecid zamanında üç cezâ kanunu çıkarıldı.
Bunların ikisi (1256/1840, 1267/1851 tarihli olanlar) umûmiyetle İslâmî ve yerli
köke bağlı kanunlardır. 1274/1857 tarihli son kanun ise 1810 tarihli Fransız
cezâ kanunundan nakil ve terceme edilmiş, bazı ta'diller ile kabul olunmuştur.
Kabulünden sonra da çeşitli tarihlerde ta'dillere uğrayan bu kanun, İtalya ceza
kanunundan istifade edilerek meydana getirilen ve 1 Temmuz 1926 tarihinde
yürürlüğe giren Türk Cezâ Kanunu ile lağvedilmiştir.(14)
Usûl:
Şer'î mahkemelerde ceza ve hukuk dâvalarına bakan kadıların elinde müstakil usûl
kanunları bulunmamakla beraber fıkıh kitaplarının ilgili bölümleri ile ayrıca
yazılmış kazâ ve muhâkeme usûlüne ait eserlerden istifade ediliyordu (Kitâbu-Edebi'l-Qâdî,
Muînu'l-hukkâm vb.). Abdülmecid devrinde kadılar ve mahkemeler ile alâkalı iki
nizamnâme çıkarıldı.(15)
Tuna vilâyeti nizamnâmesinin mahkemelere ait maddeleri de ilk usûl nizamnâmeleri
arasında yer alır. (Mir'ât-ı Adâlet, s. 183 vd.) İleride bahsedeceğimiz Mecelle
de usûle ait bölümler ihtiva etmektedir.
Abdulaziz devrinde 1278/1861 tarihinde Fransız kanunlarından alınarak kabul
edilen Usûl-i Muhâkeme-i Ticâret, yine Fransızlardan alınan 1297/1880 tarihli
Usûl-i Muhâkeme-i Hukukıyye kanununun kabulüne kadar aynı zamanda bidâyet,
istinâf ve temyîz mahkemelerinde de kullanılmıştır. Hukuk usûlü kanunu ise 1911
tarihli zeyli ile beraber 1340/1924 tarihine kadar yürürlükte kalmış, mezkür
tarihte şer'iye mahkemeleriyle beraber ilgâ edilmiştir.
Nizamnâmeler istisnâ edilirse ilk ceza usul kanunu 1296/1879 tarihli Usûl-i
Muhâkeme-i Cezâiyye Kanunu olup 1808 tarihli Fransız usul kanununun ta'dil
edilmiş bir tercemesidir. Bu kanun da çeşitli ta'dîllerden sonra 20 Nisan 1929
tarihli Ceza Muhâkemeleri Usûlü Kanunu ile yürürlükten kaldırılmıştır. Son
kanunun kökü ve kaynağı Alman Ceza Usûl Kanunudur. 1927 tarihli Hukuk Usûlü
Muhâkemeleri Kanunu da Fransız, İsviçre ve Alman menşeli kanunlardan istifade
edilerek hazırlanmıştır.
Ticaret:
1850 tarihli ticaret kanunu Fransa Ticaret Kanunu'nun tercemesidir. 1864 tarihli
Kanunnâme-i Ticaret-i Bahriyye ise Fransa kanunu esas olmak üzere diğer denizci
milletlerin kanunlarından da istifâde edilmek suretiyle hazırlanmıştır.
Arâzî:
1831-1839 arasında timar sistemi kaldırılmış fakat toprak hukukunu tanzim eden
bir kanun çıkarılmamış idi. 1274/1858 tarihinde çıkarılan Arâzî Kanunnâmesi bu
boşluğu doldurmuştur. Mezkür kanunnâme bir mukaddime, üç bab ve bir hatimede 132
madde olup, yerli, İslâmî köke dayanmaktadır.(16)
Medenî Hukuk:
Mecelle:
İslâm dünyasının ilk medenî kanunu Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye 1869-1876 yılları
arasında peyderpey hazırlanarak kabul edilmiştir. Bu kanun tamamen hanefî
fıkhına müstenid olup şahsın hukuku, borçlar, aynî haklar ve usûle ait kısımları
muhtevîdir. Mecelle'yi ehemmiyetine binâen ayrı bir bahiste tetkik edeceğiz.
Aile Hukuku:
Mecelle aile kanununa yer vermediği için duyulan ihtiyaç 1917 tarihinde bir
kararnâme ile karşılanmıştır: "Hukuk-ı Âile Kararnâmesi". Hanefî mezhebi yanında
diğer fıkıh mezheblerinin de hüküm ve ictihadlarından istifade edilerek
hazırlanan bu yerli ve İslâmî kanun 157 maddedir. Müslümanlar yanında musevî ve
hristiyanların da âile hukukunu tanzîm etmektedir. Hem diğer mezheblere yer
vermesi, hem de ihtivâ ettiği yeni hükümler bakımından ileri bir adım teşkil
eden mezkür kanun 1919 tarihinde yürürlükten kaldırılmıştır.(17)
13. Geniş bilgi için bak. Prof. Başgil, Esas Teşkilât Hukuku, s. 83 vd.; Prof.
Okandan, age., s. 141 vd.
14. Geniş bilgi için bak. Prof. Taner, Ceza Hukuku, s. 150 vd.; Prof. S.
Dönmezer ve Prof. S. Erman, Ceza Hukuku (İst. 1959), C. I, s. 113-125; H.
Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, s. 159-168.
15. 1271, 1274 tarihli bu nizamnâmeler için bak. Düstur, C. I, s. 300, 310, 321.
16. Buraya kadar zikri geçen kanunlar hakkında geniş bilgi için bak. A. Lütfî,
Mir'ât-ı Adâlet, s. 122 vd.; el-Mahmesânî, Felsefetu't-teşrî', s. 62 vd.; Prof.
Taner, Ceza Usûlü, s. 15 vd.; Prof. Belgesay, Hukuk Usûlü Muhâkemeleri K. Şerhi,
s. 47 vd.; İ. A. "Tanzîmat" mad., s. 721, 733; Osmanlı Devleti ve Medeniyeti,
İst. 1994, I, 429 vd.
17. Geniş bilgi için bak. H. K., Mukayeseli İslâm Hukuku, s. 225-228.
b) Diğer
İslâm Ülkelerinde Kanunlaştırma:
Umûmiyetle İslâm ülkelerinde -Osmanlı ülkesi dahil- kanunlaştırma yapılırken
anayasa, ceza, usûl ve ticaret sahâlarında İslâm hukuku (şerîat) esaslarıyla
mukayyed kalınmamış, yabancı kanunlardan aynen veya ta'dîller ile iktibas yoluna
gidilmiştir.
1861 tarihli ve Batı modelini esas alan Tunus Anayasasından günümüz İslâm ülkesi
anayasalarına kadar hemen hepsi çeşitli Batı ülkeleri anayasalarının
kopyeleridir veya onlardan mülhem olmuşlardır.(18)
Suûdî Arabistan Teâmülî Anayasası ile 23 Şubat 1933 tarihli Afganistan Anayasası
İslâmî ve şer'î anayasalardır.(19) Pakistan'da 1948'den beri, İslâmî bir
anayasaya vaz'ı için gösterilen çabalar, Ziyâulhak zamanında İslâmî bir
anayasanın kabulü ile noktalanmıştır.(20) Devrimden sonra İran'da kabul edilen
Anayasa şîî-islâmî bir anayasadır. Libya sosyalizme meyilli İslâmî bir anayasa
tesîsi iddiâ ve çabası içindedir. Cezâ kanununda şerîate uygun bazı ta'dîller
yapmış ve şer'î hadleri kanunlaştırmıştır. Sudan'da çağdaş bir İslâmî Anayasanın
kabul ve ilanı için çaba gösterilmektedir.
Husûsî-medenî hukuk sâhasında ise diğerlerinin aksine İslâmî ve şer'î esaslardan
sapılmamış, fıkıh ahkâmı kanunlaştırılmıştır. Bu kanunlaştırma hareketinin
seyrini bellibaşlı ülkelerde takip edelim:
Mısır:
Mısır'da Mehmed Ali Paşa zamanından bu yana bütün hukûkî münasebetlerde hanefî
mezhebi tatbik edilmekte idi. Sonra bu ülkede de Nizamî Mahkemeler kuruldu ve
şer'î mahkemelerin selâhiyeti daraltıldı. Mısır, Hidiv İsmâîl Paşa zamanında
(1291'de) kazâî istiklâline kavuştu. 1875 yılında Muhtelit Medenî Kanun, 1988
yılında da el-Kanunu'l-Medenî el-Ehlî çıkarıldı. Bunlar şer'î mahkemelerin
dışındaki mahkemelerde tatbik ediliyordu.
Hidiv İsmâîl, Fransız müsteşarlarının tesiriyle ve istiklâli bahane ederek
Mecelle'yi tatbik etmedi. Şeyh Mahlûf el-Minâvî'ye Fransız Code Civil'ini mâlikî
mezhebiyle karşılaştıran ve ahkâmını ihtivâ eden bir eser hazırlamasını emretti.
Şeyh bu eseri hazırladı; fakat itirazlar vaki olduğu için kabul edilmedi.
Yabancı hâkimlerin hüküm verirken İslâmî ahkâmı bilmeğe ihtiyaçları bulunduğu
için Adliye Vezîri M. Kadri Paşa Mecelle yerine kaim olmak üzere şu eserleri
te'lîf etti:
a) Mürşidu'l-hayrân: Muâmelâta ait olup 641 maddedir ve Mısır hükümetince 1890
yılında neşredilmiştir.
b) Kitabu'l-adli ve'l-insâf fî halli-müşkilâti'l-evqâf: Vakıflar konusunda, 646
madde, 1893'te neşredilmiştir.
c) Kânûnu'l-ahvâli'ş-şahsiyye: Aile, hibe, vasiyet, hacr ve mîras konularını
muhtevî, 647 madde.
Bu eserler Fransızcaya da terceme edilmiş, resmiyet kazanmamakla beraber
mahkemelerde kaynak olarak kullanılmıştır.
1915 yılında Mısır hükümeti büyük hukuk ve fıkıh bilginlerinden bir komisyon
kurarak asrın ihtiyaçlarına cevap vermek üzere muayyen bir mezhebe
bağlanmaksızın kanunlar hazırlanmasını istedi. Komisyon önce âile hukukuna ait
bir tasarı hazırladı; 1917 senesinde neşredilen bu tasarı büyük aksülâmel gördü
ve yüzüstü kaldı. Bundan sonra 1920, 1923 ve 1929 tarihli kanunlar çıktı.
Ahvâl-i Şahsiyyeyi tanzim eden bu kanunların hususiyeti tek fıkıh mezhebine
bağlı olmamalarıdır. Arkadan, aynı hususiyeti taşıyan diğer kanunlar geldi: 1943
tarihli mîras, 1946 tarihli vakıflar ve 1946 tarihli vasıyet kanunları...
Vakıflar kanununun 1952 tarihli ta'dîli vakf-ı ehlîyi ibtal etmiş, vasiyet
kanunu da bazı durumlarda vârise vasiyet ve dede yetimine cebrî vasıyet
hükümlerini getirmiştir.
1940'ta Prof. Dr. Abdurrezzak Senhûrî başkanlığında teşekkül eden komisyonun
hazırladığı ve 1948 senesinde kabul edilen Medenî Kanun 1149 madde olup üç
kaynaktan istifade edilerek hazırlamıştır: a) Şer'î ahkâm, b) Mısır mahkeme
ictihadları, c) Batı kanunları.(21)
18. Belli başlı İslâm Ülkeleri Anayasaları hakkında geniş bilgi için bak. Doç.
Dr. Salih Tuğ, İslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, İst. 1969.
19. Bu iki anayasanın tahlili için bak. İ. A. "Kanûn-i Esâsî" mad.
20. İlk çalışmalar hakkında bilgi için bak. Mes'ûd en-Nedvî, Târihu'd-da'veti'l-İslâmiyye
fi'l-Hind, s. 300 vd.
21. Mısır'da kanunlaştırma için bak. Ebû-Zehra, el-Ahvâlü'ş-şahsıyye, s. 10 vd.;
el-Mevsûa, s. 100 vd.; el-Mehmasânî, age., s. 74 vd.; Dr. M. S. Medkûr, Medhal,
s. 62 vd.; Dr. M. es-Sibâî, Ş. K. el-Ahvâli'ş-şahsıyye, C. I, s. 10 vd.
Suriye:
Suriye'de ahvâl-i şahsiyye sâhasında Osmanlı Hukuk-ı Âile Kanunu, Muâmelât
sâhasında da Mecelle tatbik edilmekte iken 1949'da kabul edilen Medenî Kanun,
Mecelle'yi ilgâ etti. Bu kanun başta Mısır olmak üzere Irak ve Lübnan Medenî
kanunlarından mülhem olup yabancı menşelidir ve kabulünde komünistler âmil
olmuşlardır.(22)
Aile hukuku için çalışmalara 23-10-1945 tarihinde Kadı ve Üstaz Alî et-Tantâvî'ye
bir kanun tasarısı hazırlama vazîfesi verilmekle başlanmış oldu. Uzun komisyon
çalışmalarından sonra hazırlanan tasarı 17-9-1953'te kabul edildi. Bu kanun
"evlenme, ehliyet, vasiyyet ve mîras" bölümlerinde aile hukukunun bütün
konularını muhtevîdir.(23)
22. M. Ahmed ez-Zerqâ, el-Fıkhu'l-İslâmî, C. I, s. 204; el-Mehmesânî, age., s.
74-75.
23. Tasarıyı hazırlayan komisyonda çalışmış bulunan Prof. Dr. Mustafa Ahmed ez-Zerkâ
kanununun hazırlanışı ve vasıfları hakkında şu bilgiyi vermektedir: "...kanunun
hükümlerini bütün ictihad ve mezhebleriyle beraber İslâm hukukundan aldık.
Osmanlı Aile Hukuku'nun kabul ettiği, islâha yönelmiş bütün maddeleri ile
çeşitli tarihlerde çıkan ve aile hukukunun muhtelif meselelerine temas eden
maddeleri iktibas ettik. Bu maddelerin "mefkudun eşi, bir hususa bağlanmış
talâk, üç talâk, hamilelik müddeti, dede ile beraber kardeşlerin mîrası ve
müşterek mesele, zevi'l-erhâmın mîrası, dede yetimi" gibi bazılarına daha önce
işaret etmiştik. Dînin sınırları içinde kalarak getirdiği ıslâhat ve attığı
ileri adımlar yanında bütün ahvâl-i şahsiyye hükümlerini kanunlaştırmış
bulunması ile bu kanun, İslâm dünyasında vazedilmiş -kendi nevinde- ilk tam
kanun olmuştur. Mezkür kanun aynı zamanda kendi mevzûunda, bütün mezheb ve
prensipleriyle ele alındığı takdirde İslâm hukukunun, zamanımızın çeşitli teşrî
ihtiyaçlarına cevap verecek kabiliyet ve kifâyete sahip bulunduğunun amelî ve
güzel bir belgesi, delîli olmuştur..." el-Fıkhu'l-İslâmî, C. I, s. 189. Mezkür
kanunun çeşitli maddeleri için bak. H. K., Mukayeseli İslâm Hukuku, "Aile
Bölümü".
Irak:
Irak'ta Mecelle 1951 yılına kadar yürürlükte kalmış, mezkür tarihte kabul edilen
40 numaralı Medenî Kanun ile lağvedilmiştir.
Ahvâl-i şahsiyye sâhasında Adâlet Bakanlığı 1925'te bir kanun tasarısı
sevketmiştir. Kabul edilen bu tasarı bütün ahvâl-i şahsıyye ahkâmını câmi
değildir; hanefî mezhebi esas alınmıştır, Ca'ferî şer'î mahkemelerinde kadıların
tatbik edebilmeleri için bu mezhebin hükümlerini de ihtivâ etmiştir. 1959'da
kabul edilen 188 numaralı kanun ve ta'dîli ile aynı sâhadaki taknîn hareketi
devam etmiştir.(24)
Ürdün:
Mecelle'nin ta'dillerle hâlen yürürlükte bulunduğu Ürdün'de ahvâl-i şahsıyye
dalında "Kanûnu-hukukı'l-âile" adıyle 1951'de çıkarılan kanun "nikâh, mehr,
nafaka, talâk, iddet vb." mevzûları ihtivâ etmektedir.(25)
1976 yılında çıkarılan Medenî Kanun, Borçlar ve Aynî Hakları, İslâm Hukukuna
göre tanzîm etmiş, belli bir mezhebe bağlı kalmamıştır. Kanunun 1448. maddesinin
birinci fıkrası "Mecelle'nin, bu kanuna aykırı olan maddeleri yürürlükten
kaldırılmıştır" diyerek Mecelle'nin yerine kaim olduğunu ifade etmektedir.
Lübnan:
Burada da Mecelle yürürlükte idi. "el-Mücibât ve'l-uqûd" adıyla 1934'te kabul
edilen kanun Mecelle'nin büyük bir kısmını lağvetmiştir. Şer'î mahkemelerin
tanzîmine dâir bulunan 1942 tarihli kanun ile bunun 1946 tarihli ta'dîli şer'î
mahkemeleri tanzîm etmiş, sünnî mahkemelerde Osmanlı Hukuk-ı Âile Kanunu, şîî
mahkemelerde de Ca'ferî mezhebinin tatbiki esasını getirmiştir. Yıllardan beri
bütün dînî gruplara hitap eden müşterek bir âile kanunu hazırlamak için yapılan
çalışmalar bazı İslâm âlimleri ile hristiyan din adamlarının reaksiyonu yüzünden
netice verememiştir.(26)
24. Prof. Zeydan, el-Medhal, s. 153; Prof. Sibâî, age., C. I, s. 12.
25. el-Mehmesânî, age., s. 62; Zeydan, age., a. y.
26. Aynı kaynaklar.
Fas ve Tunus:
Fas'ta, âile hukukunu tanzîm eden "Müdevvenetü'l-ahvâli'ş-şahsıyye 1958'de
yürürlüğe girmiştir.
Tunus'ta, 13-7-1958 tarihli emirnâme ile "Mecelletü'l-ahvâli'ş-şahsıyye" adı
altında çıkarılan bir seri kanun âile ve mîras konularını içine almaktadır.(27)
Hindistan ve Pâkistan:
Hindistan'da eskiden beri hanefî mezhebi hâkimdir. 1772 tarihinde Britanya
idaresinin çıkardığı kanun "müslümanlara mahsus âile, mîras ve benzeri konularda
Kur'ân ahkâmının tatbik edileceği" hususunu tasrih etmiştir. Burada -tatbikatta-
en çok başvurulan kitaplar Hidâye, Hindiyye, Sirâciyye ve Ca'ferî fıkhına ait
Şerâiu'l-İslâm'dır. Durum ondokuzuncu asrın ortalarına kadar böyle devam etmiş,
1843-1937 yılları arasında kanunlaştırma hareketine başlanarak devam edilmiş ve
ceza, usûl, evkaf, ahvâl-i şahsıyye gibi konularda çeşitli kanunlar
çıkarılmıştır. Bu kanunların ahvâl-i şahsıyye dışında kalan kısmı yabancı
kanunlara dayanır, onlardan iktibas edilmişlerdir.
1947 tarihinde kurulan Pâkistan -yukarıda işaret edildiği üzere- ilk olarak bir
anayasa hazırlığına girişmiş 1949'da neşredilen ve anayasanın hedeflerini tesbit
eden kararnâme "İslâm esaslarına uygun olarak demokrasi, hürriyet, eşitlik,
müsâmaha ve ictimâî adâlet" prensiplerini benimsemiştir. Sonradan kabul edilen
anayasa yabancı kaynaklı idi. Merhum Ziyâu'l-hak yönetiminde yürürlüğe konan
Anayasa ise İslâm'a uygun bulunmaktadır.
Diğer sâhalarda da kanunlaştırma hareketi -Mısır ve benzerlerindeki gibi- devam
etmektedir.
Endonezya:
1945'te istiklâlini ilân eden -Lâhey konferansının 1949'da bu ilânı benimsediği-
Endonezya'da ekseriyet şâfiîdir. Birçok yerli örf ü-âdet yanında -bilhassa
ahvâl-i şahsıyye sahâsında- şer'î hükümler tatbik edilmektedir.(28)
27. Zeydan, s. 153.
28. el-Mahmesânî, age., s. 71-75.
c)
Kanunlaştırma Hareketinin Sebepleri:
Bu devrede kanunlaştırma (taknîn, codification) hareketinin hızlanması ictimâî,
iktisâdî, siyâsî sebeplere dayanır:
aa) Millî ve milletlerarası iktisâdî münâsebetlerin gelişmesi ve bazı yeni
münasebetlerin ortaya çıkması: Kanunî şirketler, komisyon, sigorta, anlaşmalar
vb.
bb) Hanefî ictihadı ile diğer bazı ictihadların kabul etmediği akdî şartların
kabulüne zarûret hasıl olması.
cc) Mâlî, hukukî ve siyâsî sebeplerle(29) hükûmetlerin akarlara ve gayr-i
menkullere ait tasarrufları bir şekle ve esasa bağlamak istemiş olmaları; tapu
kadastro kanunları bu sebebe bağlıdır.
dd) Dâvâ, muhâkeme ve icrâ gibi konularda usûl, şekil ve merasimin tesbitine
ihtiyaç hasıl olması. Usûl, icrâ, iflâs, noterlik vb. kanunları bu ihtiyaçtan
doğmuştur.
ee) Müceddid ve ehl-i tahrîc fukahânın da arkası kesilmesi üzerine eskilerin
ezber ve nakline inhisar eden fıkhın, gelişen ictimâî ve iktisâdî şartlara cevap
veremez hale gelmesi.(30)
ff) Mecelle'nin yalnız hanefî mezhebine bağlı bulunması. Bir mezheb ne kadar
geniş ve gelişmiş olursa olsun yine de her ihtiyaca cevap veremez. Bu kabiliyet
ancak İslâm hukukunun kaynaklarında, esas ve prensiplerinde mevcuttur; bunu da
bir mezheb değil, mezheblerin mecmûu ile yeni ictihadlar temsîl ve ihâta
edebilir.
d) Kanunların Umûmî Vasıfları:
İncelediğimiz devrede çıkan kanunların umûmî vasıflarına gelince önce bunları
iki gruba ayırmak gerekir: Yabancı kanunlardan iktibas edilenler; yerli İslâmî
köke dayanır.
Birinci gruptaki kanunlar için yukarda birçok örnek zikredilmişti. Bunlardan
usûle tealluk edenler umûmiyetle İslâm hukukuna da uygundur veya yakındır. Esasa
ve ahkâma tealluk edenler ise temelde ve teferruâtta büyük farklar, aykırılıklar
taşır. Bunlar Batı insan, âile, cemiyet, iktisâd ve siyâset anlayışının birer
aynası durumundadır.
Yerli, İslâmî köke bağlı kanunlar ise şekil itibâriyle Batı'daki kanunlara
benzemekle beraber muhtevâ, millî örf ve âdetler ile İslâm hukukuna bağlıdır.
Mecelle gibi bazıları müstesnâ çoğu bütün İslâm mezheblerinden istifade edilmek
suretiyle yapılmıştır. Tunus kanunundaki "birden fazla evlenmenin kaldırılması",
son ta'dîlinden önce Irak kanunundaki bazı mîras hükümleri gibi hiçbir mezhebe
uymayanları da vardır; fakat bunlar azdır.(31)
29. Vergiler mâlî hedef, akar satışlarında sû-i istimâli önlemek hukukî hedef,
yabancıların mülk edinmelerini tahdit siyâsî hedef için birer örnek olabilir.
30. Fıkhın her asrın ihtiyacına cevap verebilmesinin şartları için bak. H.
Karaman, Muâsır Problemler Karşısında İslâm Hukuku, s. 34 vd., 43 vd.
31. M. A. ez-Zerkâ, age., C. I, s. 178-179; Zeydan, age., s. 154.
Kanunlaştırma konusu için son bahse de bakınız.
D- MECELLE:
Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye(32) ismiyle Osmanlı Ülkesinde 57 sene tatbik edilen,
bütün İslâm ülkelerinin taknîn hareketi üzerinde derin tesirler icrâ eden ilk
İslâm medenî kanununu ehemmiyetine binâen ayrı bir bahiste tetkîk edeceğimizi
zikretmiştik. Aşağıdaki satırlarda Mecelle'yi doğuran sebeplerden başlayarak
ilğâsına kadar geçen hâdisatı ve Mecelle'nin sistematiği, muhtevası, değeri gibi
hususları azretmeğe çalışacağız(33):
1- Mecelle Vaz'ının Âmilleri:
a) Dış âmiller:
aa) İngiltere, Avusturya, Fransa, Rusya gibi siyâsî ve iktisâdî münasebetlerimiz
bulunan devletlerin, azınlıkları da bahâne ederek devleti yeni mahkemeler kurmak
ve kanunlar yapmak için zorlamaları.
bb) Bilhassa Fransız büyük elçisinin gayreti ve bazı devlet adamlarının da
desteği ile Fransız Medenî Kanunu'nun (code civile) terceme edilerek kabulü
fikrinin kuvvet kazanması.
b) İç âmiller:
Mecelle'nin mazbatası iç âmiller mevzûuna yer yer temas etmiştir; buna göre:
aa) Temyîz, Ticaret, Nizamiye mahkemeleri Avrupa'dan iktibas edilen kanunları
tatbik etmekle beraber zaman zaman şer'î ahkâma baş vurmak mecburiyetinde
kalıyorlardı.
bb) Fıkıh kitapları şer'î ahkâmı muhtevî olmakla beraber bilhassa hanefî
mezhebine ait olanlar "munakkah" değil idi. Hanefî imamlar arasında ihtilâflı
mesâil, fetvâya esas olacak ve olmayacak çözümler yanyana ve karışık olarak
tedvîn edilmiş idi.
cc) "...bunca asırlardan berû sâdât-ı hanefiyye tarafından verilmiş olan
fetâvânın cemi ve ihâtası ne kadar düşvâr olduğu..." için fetvâ kitapları da
maksada kâfi değildi.
dd) Bu kitaplardan gerekli ahkâmı bulup çıkaracak, anlayıp tatbik edecek
hâkimleri diğer mahkemelere vermek bir yana şer'î mahkemeler için bile bulmak
mümkün olmuyordu.
ee) Asrın değişmesiyle örf ve âdete dayalı bulunan fıkhî hükümlerin de
değişmeleri tabiî olduğundan bu nevi hükümlerin beyanına ihtiyaç duyuluyordu.
ff) İşte bütün bu âmiller dolayısıyla "İhtilâfâttan ârî ve yalnız akvâl-i
muhtâreyi (tercîh edilmiş görüşleri) hâvî olmak üzere muâmelât-ı fıkha dâir
sehlu'l-me'hâz (kolay anlaşılan) bir kitap yapılsa herkes kolaylıkla mütalâa
ederek muâmelâtını ona tatbik eder... ve hem mehâkim-i şer'iyyede mûteber ve
mer'î ve hem de mecâlis-i nizâmiyyede hukuk dâvâları için kanun vaz'ından
müstağnî olur mütalâasına mebnî..." Mecelle hazırlanmış ve yürürlüğe konmuştur.
32. Adlî-hukukî hükümler mecmûası demektir.
33. Bu konuda geniş bilgi için bak. Ord. Prof. Ebu'l-Ulâ Mardin, Medenî Hukuk
Cephesinden A. Cevdet Paşa, İst. 1946; Dr. Osman Öztürk, Mecelle, İst. 1973.
2- Medenî
Kanun Çevresinde Yapılan Mücadele ve Münakaşalar:
Yukarıda arzedilen âmiller bir medenî kanun vaz'ını zarûrî kılıyordu, bunda
ittifak vardı; fakat kanunun nasıl olacağı konusunda fikir ayrılıkları mevcut
idi. Bu fikir ayrılıkları zaman zaman sert münakaşalara, gizli açık hazırlıklara
kadar varıyordu. Âli, Fuâd, Kabûlî Paşalar Fransız Medenî Kanunu'nun terceme ve
iktibas edilmesi için çalışırlarken, Şirvânîzâde Rüşdü ve Cevdet Paşalar da
yerli, İslâmî kökten, ahkâm-ı fıkhiyyeden alınarak bir kanun yapılmasını müdafâa
ediyorlardı. Bu safhayı bizzat Cevdet Paşa'nın kaleminden takib edelim:
"...efkâr-ı vükelâ bu babta ikiye münkasim olmuştu. Bir kısmı ilm-i fıkhın
muâmelât kısmından icâbât-ı zemâneye muvâfık olan mesâil-i şer'iyye cemolunarak
ehl-i İslâm'a göre ahkâm-ı şer'iyye olup ve tebaa-i gayr-i müslimeye göre dahi
kanun itibar olunmak üzere bir kitap te'lîf olunmak reyinde idiler. Hatta bâlada
arzolunduğu üzere "Metn-i metîn" nâmıyle ilm-i fıkıhtan bir kitap te'lîfine
başlanmış iken fi'le gelememiştir. Bu kere gene bu arzu tazelendi. Bu kulları ve
hayli müddet Mâliye Nezaretinde ve bir müddet de Dâhiliye Nezaretinde bulunan
Şirvânîzâde Rüşdü Paşa bu reyde idi. Diğer kısmı dahi Fransa Kanunnâmesini
terceme ile mehâkim-i nizâmiyede düstûr-u'l-amel tutulması fikrinde idi.(34) O
zaman elçilerin Der-i saâdetçe en nüfuzlusu Fransa elçisi Mösyö Bourée
olduğundan Fransa kanunlarının mehâkim-i Devlet-i Aliyye'de ma'mûlün bir olması
emelinde bulunmakla Fransız politikasına hâdim olanlar hep bu fikr-i sakîmde
idiler. Ticaret Nâzırı Kabûlî Paşa ise bu fikirde musır olup hattâ mukaddemce
Fransız Code Civil'ini türçeye terceme ettirerek Meclis-i Vükelâya tasdik
ettirmeye çalışıyordu.(35) Lâkin bizim muhâlefetimize mebnî icrây-ı garaze za
feryâb olamıyordu. Bu hususun müzakeresi için havâss-ı vükelâdan mürekkeb
akdolunan encümen-i mahsusta Fuad Paşa'nın îrâd eylediği nutuklar ve Şirvânîzâde
ile taraf-ı çâkerîden dermiyan olunan deliller karin-i hayyiz-i kabul olarak
kütüb-i fıkhıyyeden muâmelâta dâir icâbât-ı zemâneye muvâfık olan meseleleri cem
ile "Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye" namıyla bir kitap yapılmak üzere riyâset-i
âcizânem tahtında olarak fühûl-i fukahâdan mürekkep bir cemiyet-i ilmiyye
teşkiline karar verildi.(36)
34. Âlî Paşa Girit'ten gönderdiği meşhur ıslâhat lâyîhasında şöyle diyordu:
"...Bir de başlıca şikâyet bizim mahkemeler olduğundan ol bapta dahi bir yol
aramak ve Mısır'da yapılmakta olduğu gibi bizde dahi Code Civile dedikleri
kanunnâme tercüme ettirilip deâavî-i muhtelita mehâkim-i muhtelitada o
kanunnâmeye tatbikan rüyet ettirilmek emr-i zarûrî görünür. Bunun dahi ahkâm-ı
celîle-i şeri şerife kat'â dokunmayarak sair nizamî mehâkim missilû tanzimi
kabil olur zannolunur. Elhasıl bilcümle tebaanın dîn-u mezhebden başka mevadda
yekdiğerine mezc-ü tahlîtı ve beyinlerde olan muhâsede ve rekabetin külliyen
ilgâsı meydanda olan mehâliki imhâya ve biavnîhî teâlâ esas-ı devleti tahkîme
ilâc-ı münferid add-ü şümâr olunur. Ol babta emir ve ferman... 3-Şaban-1284".
Prof. Mardin, age., s. 173.
35. Sadrazam Saîd Paşa hâtıratında bu tercüme işini şöyle anlatıyor: Âlî Paşa
Sultan Abdulazîz hazretlerine takdîm eylediği lâyiha-i mufassala-i meşhuresinde
tebaa-i hristiyâniyenin müsâvâten hukuk ve menâfi-i memleketten müstefîd
olmaları lüzûmunu ve Code Civile'in mehâkim-i Devlet-i aliyyede tatbikini
tavsıye etmiş ve Fransa Code Civile'inin arabî tercümesi ıslâhât-ı adliyeyi
tamamıyle hâvî olduğu için bunun nüsha-i arabiyesinden tercümesi dahî bana
havâle olunmuştur..." Prof. Mardin, age., s. 174.
36. Prof. Mardin, age., s. 63-64.
3- Mecelle Cemiyeti:
1285-1306/1868-1889 yılları arasında faaliyet gösteren Mecelle cemiyeti Cevdet
Paşa'nın başkanlığında -yukarıda anlatılan şekilde- teşekkül etmiş, 1306 yılına
kadar çalışmalar yapmış,(37) bu tarihte Sultan Abdulhamîd tarafından
lağvedilmiştir.(38) Cemiyette vazîfe alan ulemânın isimleri şöyledir:
Ahmed Cevdet Paşa (v. 1312/1895)
Ahmed Hilmi Efendi (v. 1305/1888)
Seyfeddîn İsmâil Efendi (v. 1299/1882)
Filibeli Halil Efendi (1302/1885)
Şirvânîzâde Ahmed Hulûsi Efendi (v. 1306/1889)
Kara Halil Efendi (v. 1299/1882)
İbn Âbidînzâde Alâuddîn Efendi (v. 1306/1889(39)
Ömer Hilmi Efendi (v. 1307/1889)
Bağdatlı Muhammed Emin Efendi (v. 1309/1891)
Ömer Hulûsi Efendi (v. 1292/1875)
Yûnus Vehbi Efendi (v. 1322/1904)
Kırımlı Abdüssettâr Efendi (v. 1304/1887)
Abdüllâtîf Şükrü Efendi (v.?)
İsâ Rûhî Efendi (v. 1297/1880)
Bu zevatın Mecelle'nin tedvînine iştirak nisbetleri farklı olup yukardaki
sıralama bu esasa göre yapılmıştır.(40)
Mecelle'nin tedvînine iştirak etmemekle beraber cemiyette daha sonra vazîfe alan
başka zevat da vardır. Cemiyet önceleri Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliyye Dairesinde
çalışırken sonra Bâb-ı Fetvâ'da çalışmağa başlamıştır. 1303 tarihinde Cevdet
Paşa beşinci defa Adliye Nazırı olup cemiyet işleriyle tekrar meşgul olmağa
vakit bulduğu zaman eski arkadaşlarından yalnız Ömer Hilmi Efendi kalmış, yeni
üye olarak Fetvâ Emîni Muhammed Nurî Efendi, Meclis-i Maârif reisi Ali Haydar
Efendi, Meclis-i tahkikat azâsından el-Hacc Muhammed Efendi, Sadreyn Müsteşarı
Abdullah Şâkir Efendi tayin edilmişlerdir.(41)
37. Kasâme ve senedât-ı şer'iyyenin tanzîmi meseleleri ile 301 maddelik Usûl-i
Muhâkeme-i Hukukiyye kanun lâyihası bu çalışmalar arasındadır. Ayrıca Ömer Hilmi
Efendi'ye Diyât ve Evkaf, Ali Haydar Efendi'ye el-İstihkak gibi bölüm ve
kitapları hazırlama vazifesi verilmiş, Cemiyetin lağvı üzerine bunlar müzakere
edilememiştir.
38. Prof. Mardin'in tetkikine göre verilen bir jurnal Padişahı şüpheye düşürmüş
ve bu güzel müessesenin lağvına sebep olmuştur. Bak. age., s. 152-155.
39. Meşhur İbn Âbidîn'in oğludur. Babasının kitabına "Kurratü uyûni'l-ahyâr"
adıyle tekmile yazmıştır.
40. Hayatları hakkında geniş bilgi için bak. Prof. Mardin, age., s. 160-166; Dr.
Öztürk, age., s. 20-21.
41. Prof. Mardin, age., s. 150-151.
4-
Mecelle'nin Muhtevâ, Sistem ve Metodu:
Şahıs, âile, mîras münasebetlerine ve aynî haklara ait birçok mühim hususları
fıkıh ve fetvâ kitaplarına bırakarak bilhassa "muâmelât"ı (kısmen borçlar, aynî
haklar, şahsın hukuku ve usûl) tanzîm eden Mecelle'nin sistematiği şöyledir:
Bu sistematik ve muhtevâ hakkında Mecelle mazbatası şu satırları ihtivâ ediyor
(sadeleştirerek alıyoruz):
"Mütâlâa edince yüksek malûmleri olacağı üzere Mukaddimenin ikinci makalesi, İbn
Nuceym ile onun yolunu takib eden fukahânın topladığı fıkıh kaideleri olup,
şerîat hâkimleri açık bir nakil bulmadıkça yalnız bununla hükmedemez. Fakat
fıkıh meselelerinin zaptedilmesine umûmiyetle faydaları olacak, okuyanlar
meseleleri delilleriyle beraber kavramış olacaklardır... Bu sebepe Kitâb veya
bâb adıyle yazılmayıp Mukaddimeye konmuştur. Fıkıh kitaplarında ekseriya küllî
kaideler (prensipler) ile meseleler karışık olarak zikredilmiş ise de bu
Mecellede her kitap ile alâkalı ıstılâhlar (terimler) o kitabın mukaddimesi
olarak zikrolunmuş, meseleler sadece tertip üzere yazılmış, fakat bu asıl
meseleleri açıklamak için misâl olarak, Fetvâ kitaplarından birçok mesele
yazılıp ilâve olunmuştur."
Bugünkü kanunlar umûmiyetle meseleleri ayrı ayrı ve teferruatlı bir şekilde
tanzîm etmek yerine birçok mesele ve hukukî münasebete şâmil hukuk kaide ve
esaslarını tanzîm yoluna gitmişlerdir (mücerred metod). Mecelle ise -hem mezkür
usûl o zamana göre yeni olduğu, hem de kaynakları meseleler ve teferruât
üzerinden yürüdüğü için- meseleci (kazuistik) bir metod takip etmiş, meselâ bir
cins veya nevi akit ve kaide içinde toplanması mümkün olan fiil ve muâmeleleri
parçalayarak, meseleleri tasvir ederek tanzîm eylemiştir.
42. Bâbların muhtevâsı hakkında mufassal bilgi için bak. Dr. Oztürk, age., s.
40-82
5- İstinad
Ettiği Kaynak ve İctihadlar:
Fukahâ hukukî meselelere çözüm ve hüküm ararken dört yoldan yürümüşlerdir:
a) Kitâb, sünnet, icmâ, kıyas, örf-ü âdet, istihsan, mesâlih gibi kaynak ve
metodlardan istifade etmek suretiyle bizzat ictihad etmek; yani hükmü bunlardan
çıkarmak.
b) Daha önce yapılmış ictihadlar (mezhebler) arasında tercihler yapmak.
c) Yalnız bir mezhebe bağlı kalarak -mezheb içinde- tahrîc, tercîh, temyîz gibi
usuller kullanmak.
d) Tek mezheb içinde daha önce yapılmış tercihlere ve verilmiş fetvâlara
-usûlüne göre- tâbi olmak. Bu tahrîc, tercîh ve temyîzi de yapamıyan sırf
mukallid fukahâ için bahis mevzûudur.
Mecelle'nin mazbatasında gerektiği zaman başka mezheblerden de hüküm
alınabileceğine ve çeşitli ictihadlardan istifade edilebileceğine, ülü'l-emrin
kabûlü ile bunların kesinlik kazanacağına işaret edilmiş olmasına rağmen(43)
tedvinde dördüncü yoldan (d şıkkı) yürünmüştür. İlgili eserlerde açıklandığı
üzere bu yoldan şöyle yürünecektir: Hanefî imamlar bir meselede ihtilâf
etmişlerse ve bir tarafta Ebû-Hanîfe, diğer tarafta Ebû-Yûsüf ve Muhammed (İmameyn)
varsa bakılır: İhtilâf zaman değişmesinden olmuş ise İmameynin kavli tercih
edilir, zaman ile alâkası yok ise ikisinden birisi alınablir; bundan sonra
sırayla Ebû-Yûsüf'ün, Muhammed'in ve Züfer'in... sonra ehl-i tahrîcin kavilleri
tercih olunur. İstihsan kıyasa takdîm edilir. İhtiyaç bulunursa tercih
edilmemesi gereken kavil (kavl-i mercûh) da alınabilir.(44)
Mazbata'nın: "Elhâsıl bu Mecelle'de mezheb-i hanefî'nin hâricine çıkılmayıp
mevâdd-i mündericesinin ekseri el-hâletü hâzihî Fetvâhânede muteber ve ma'mûlün
bih olduğu cihetle..." diye başlayan kısmı okunduğu zaman görülecektir ki
tedvinde yukarıda zikredilen usûl -umumiyetle- aynen tatbik edilmiştir.
6- Mecelle'nin Tenkîdi:
İçte ve dışta geniş akisler uyandıran Mecelle hakkında yüzlerce makale yazılmış,
müsbet menfî değerlendirmeler yapılmıştır.(45) Tenkidlerin bir kısmı sistemle
alâkalıdır. Burada:
a) Kitabların sırasında, bazen bab ve fasıl taksîmatında mantıkî bir sistemin
gözetilmemiş olması,
b) Medenî kanunun âile, mirâs gibi diğer dallarını ihtivâ etmemiş bulunması,
c) Lüzumsuz tafsilât ve tekrarların yapılmış olması,
d) Tek mezhebe bağlanması yüzünden ihtiyaca cevap veren bazı ictihadları ihtivâ
edememesi,(46)
e) Güç anlaşılması,
g) Meseleci bir metod takip etmiş bulunması... hususları göze çarpmaktadır.
Bütün bunlara rağmen Mecelle'nin Türk Medenî Hukukunu tedvîn sâhasında ileri bir
adım olduğu, lisanının -gününe göre- eşsizliği, yerli ve millî bir kanun olduğu;
bu bakımdan da -şeklen daha mükemmel de olsalar- yabancı kanunlara mureccah
bulunduğu, yapılan her ilk teşebbüste eksiklerin olacağı ve bunların zamanla
ikmal edileceği... mülâhazalarına da yer verilmiştir.
Muhtevâ bakımından yapılan tenkitlere gelince: M. A. Mandelstam'ın tenkidleri
arasında:
a) Müşteri kable'l-kabz mebîi akar ise âhare satabilir, menkul ise satamaz (mad.
253),
b) Mebî' kable'l-kabz bâyi'in yedinde telef olsa müşteri hakkında bir şey
terettüb etmeyip zararı bâyie ait olur (mad. 293),
c) Bir kimse bir malı görmeden iştirâ etse görünceyedek muhayyerdir... (mad.
320),
d) Mevcut ve hazır olmayan bir şeyin satışının câiz olup olmadığına dair (197,
200, 205, 237, 238)'nci maddeler.
e) Rehinde aynî hakkın mürtehine karşı kullanılabilmesi,
f) Şirketlerde sermayenin nuqûd kabilinden olması şartı (mad. 1338).
h) Dâvânın def'inde ıkrarın tecezzî ettirilmesi hükmü (mad. 1632), maddeleri
göze çarpmaktadır.
Bunlara mukayeseli hukuk açısından gerekli cevapları veren Prof. Mardin(47)
sözlerini şöyle bağlamıştır: "Hulâsa M. A. Mandelstam'ın Mecelle maddelerini
tasrîh ve tahlil suretiyle yaptığı tenkidler isâbetten ârî görülmektedir.
Mecelle'nin asrın ihtiyaçlarına ne bakımdan hakkıyle cevap vermekte kısır
kaldığını muârız tarafından yapılan gelişi güzel, sathî incelemelerle meydana
çıkarmak güçtür. Bu kifayetsizliği hükümlerin zâtında değil, dışında aramalıdır;
daha doğrusu şark ve garb hukukunun dayandıkları umdelerde görülen farkı yani
ahlâk ve menfaat duyguları arasındaki mücadeleyi nazara almalıdır."(48)
43. "Mesâil-i müctehedun fihâda İmamu'l-müslimîn hazretleri herhangi kavil ile
amel olunmak üzere emir iderse mûcebince amel olunmak vâcib olduğundan..."
Mazbatanın son bendi. Ayrıca bak. Madde: 1801.
44. İbn Âbidîn, Ukûdu rasmi'l-müftî, s. 44 vd.; Ebû-Zehra, Ebû-Hanîfe, s. 442 vd.
45. Prof. Mardin, Nâmık Kemâl, Fransız diplomat M. Engelhart, Prof. Dr. Hıfzı
Veldet, Prof. Dr. Z. F. Fındıkoğlu, Prof. Dr. Ö. L. Barkan, Muallim M. Cevdet,
dil uzmanı M. Şakir Ülkütaşır, İst. Rus sefâreti tercümanı Mr. André
Mandelstam'ın mütâlâa ve tenkidleri ile başlıca ansiklopedilerin ilgili
maddelerini nakletmiştir, age, s. 186-226.
46. Bu madde ile alâkalı olarak Prof. Mardin'in mütalâa ve şikâyetleri haklıdır;
bak. age., s. 171-176.
47. Tesbitimize göre Elmalılı M. Hamdi Efendi de, Beyânu'l-Hak mecmûasının III,
ve IV. cildlerinde mezkür itirazları cevaplandırmıştır.
48. age, s. 226.
7- Mecelle'nin
Ta'dîli Çalışmaları:
Kanunlar insan yapısıdır ve zaman içinde değişen ictimâî, iktisâdî, siyâsî
hayatın muayyen bir kısmına ait münasebetlerin tanzîmini ifade ederler. O
münasebetler değiştikçe, elbise ve gölge mahiyetindeki mevzûâtın değişmesi de
tabiîdir. Mecelle bir ilk adım olduğundan daha başından bazı eksikleri olması da
normaldir. İşte bu eksikleri tamamlamak ve değişen hayat şartlarını karşılamak
üzere Mecelle'nin bazı maddelerini kaldırmak, değiştirmek ve tavzîh etmek
mânasındaki ta'dîl çalışmaları ile karşılaşıyoruz. Bunları tarih sırasına göre
ele alacak olursak:
a- Mecelle Cemiyetinin Çalışmaları:
İlk ikmâl ve ta'dîl çalışmasını Mecelle Cemiyeti yapmıştır. Bunun için
üyelerinden Ömer Hilmi Efendi'ye Diyât ve Evkâf kitaplarını,(49) Ali Haydar
Efendi'ye el-İstihkak kitabını(50) hazırlatırken bir yandan da bazı maddeleri
değiştirme çalışmaları yapmıştır. Bu çalışmalarda göze çarpan önemli bir husus
artık tek mezheb üzerinde ısrar edilmemesi, gerektiği zaman başka mezheblerden
de -rey ve ictihad alarak- istifade yoluna gidilmesidir. Değiştirilen bazı
maddeler:
1. Akd-i beyiden sonra dermiyan olunan şurût-ı müfside asl-ı akde iltihak ve
bey'i ifsad etmez.
2. Ba'de'l-akid va'd tarikiyle dermiyan edilen şart sahih ve muteberdir.
Bu iki madde ile hanefî mezhebinde dar olan şart hükümlerine genişlik
getirilmiştir.
3. Cizâfen iştirâ olunan mat'ûmât ile bunların gayri bi'l cümle menkulât ve
akarın kable'l-kabz ve ba'de'l-kabz âhare bey'i câizdir.
Bu madde mâlikî mezhebine dayanmakta ve 283. maddeyi ta'dîl etmektedir.
4. Hayvânatta dahî selem sahihtir. Fakat cins, sin, nevi ve sıfatın beyanı
şarttır.
Bu madde de hanefî mezhebi dışındaki üç mezhebin ictihadına göre yazılmış ve
381-387. maddelerin ilgili hükümlerini ta'dil etmiştir.
5. İcâre ehad-i âkıdeynin yâ ikisinin vefatıyle münfesih olmaz.
Şâfiî mezhebinden alınmıştır.
6. Menâfi, a'yân gibi mütekavvimdir.
Şâfiî mezhebinden alınmıştır.
Bu altı madde kabul edilmiştir.
7. Âriyetin müddeti, hıyâr-ı şartın tecezzîsi ve vârise intikali maddeleri de
müzâkere edilmiş fakat ta'dil kabul edilmemiştir.(51)
b) Kanûn-i Medenî ve Hukuk-ı Âile Komisyonu:
İlk toplantısını 9-Mayıs-1916'da yapan bu komisyon şu esaslar dahilinde
çalışmayı karar altına aldı:
aa) Fıkıh hükümlerinden olduğu gibi yabancı kanunlardan da istifade etmek.
bb) Maddeleri sade ve açık olarak kaleme almak.
cc) Ekseriyet usûlüne göre karar almak.
c) Mecelle Ta'dîl Komisyonu:
1921'lerde kurulan bu komisyon da Mecelle'de yer alan mevzûlara ait eksikleri,
ait oldukları bâb ve fasıllara tekmile tarzında ilâve etmek suretiyle tamamlamak
ve ta'dîli icab eden maddeleri asrın ihtiyacına en uygun surette değiştirmekle
vazîfeli idi. Çalışma prensiplerini şöyle tesbit etmişlerdi:
aa) Kitâb ve sünnette mevcut hükümlere muhâlif bir şey kabul etmemek.
bb) Çeşitli mezheblerden asrın ihtiyacına en uygun ictihadları almak.
cc) Yeni çıkan ihtiyaçlar için -fıkıh hükümlerine uygun olmak şartıyle- diğer
hukuklardan istifade etmek.
dd) Hâkimlere fazla takdîr selâhiyeti vermemek.
Bu komisyonun ilâve ettiği maddeler arasında "İcab ve kabul telefon ve telgrafla
dahi olur", kat mülkiyeti hakkında "Hakk-ı teâllînin bey'i câizdir" gibi yeni
ihtiyaçlara cevap veren maddeler de vardır.
d) Diğer Komisyonlar:
Bundan sonra ilk toplantısını 3-Mayıs-1923'te yapan ahkâm-ı şahsıyye, aynı yıl
kurulan Usûl-i Muhâkemât... Kanun-ı Medenî Uqûd ve Vâcibât komisyonları da ikmal
ve ta'dil faaliyetini devam ettirdiler. Mecelle ile daha çok ilgisi bulunan son
komisyonun kabul ettiği çalışma esasları da (c) maddesinde mezkür komisyondaki
gibidir. Burada Mecelle'nin küllî kaideleri ile her kitabın başındaki
mukaddimelerde yer alan tariflerin kaldırılmasına karar verilmiş ve birçok
ta'diller yapılmıştır.(52)
49. Prof. Mardin, age., s. 178.
50. Ali Haydar, el-Mecmûatu'l-cedîde, İst. 1332, Mukaddime.
51. Ali Haydar, age., s. 136-138.
52. Bu ta'diller hakkında daha geniş bilgi için bak. Prof. Velidedeoğlu, Medenî
Hukuk (Umûmî Esasları), s. 68-78; Dr. Öztürk, age., s. 96-105.
8- Mecelle'nin İlgâsı ve T. Medenî Kanununa Geçiş:
Ta'dil çalışmaları sırasında Âli Paşa zamanından beri sürüp gelmekte olan
"Avrupa memleketlerinden birisinin Medenî kanununu iktibas" fikri tekrar kuvvet
kazandı ve zamanın Adliye Vekili M. Esad Bozkurt Ahkâm-ı Şahsıyye ve Vâcibât
komisyonları önünde yaptığı sert bir konuşma ile komisyonları lağvetti.(53)
Bundan sonra İsviçre Medenî Kanun'u bazı ta'dîller ile kül halinde tercüme
ettirilerek 17-Şubat-1926'da kabul edildi ve 4-Ekim-1926'da yürürlüğe girdi. M.
Kanunu tamamlayan borçlar da yine bir heyet tarafından İsviçre B. Kanunu'ndan
tercüme edildi ve 22-Nisan-1926'da kabul edildi.(54) Böylece 57 yıldan beri
meriyette bulunan Mecelle, tatbikat Kanununun "Kanunu Medenîye, Borçlar Kanununa
ve bu Tatbîkat Kanununa muhâlif olan ahkâm ile Mecelle mülğâdır" diyen 43.
maddesiyle meriyetten kaldırılmış oluyordu.
9- Mecelle Üzerinde
Yapılan İlmî Çalışmalar:
Mecelle kısmen rumcaya, kül halinde arapçaya çevrilmiş(55) türkçe ve arapça
çeşitli şerhler yazılmış(56) küllî kaideleri, indeksi, tarihi üzerinde
çalışmalar yapılmıştır. Bunların dördünü tanıtmakta fayda görüyoruz:
a) Düraru'l-hukkâm Şerhu-Mecelleti'l-ahkâm: Hal tercemesini fukahâ bölümünde
vereceğimiz Ali Haydar Efendi tarafından yapılmış, Mecelle'nin en geniş
şerhidir. Birkaç defa basılmıştır. Elimizdeki üçüncü baskı İstanbul 1330 tarihli
olup 1. cild (992), 2. cild (952), 3. cild, (986), 4. cild (831) sahîfedir. Bâb
ve fasılların başında ve sonunda yapılan hulâsa cetvelleri kavramada kolaylık
sağlamaktadır. Bu şerh arapçaya da çevrilmiş ve tab'edilmiştir.
b) Miftâhu'l-mecelle: Amasya Bidâyet Mahkemesi Zabıt kâtibi Serkiz Orpelyan
tarafından hazırlanan bu kitap lüğat kitapları tarzında ıstılâhları sıralayarak
her birinin içinde geçtiği maddeleri sırayla tesbit etmiştir. İstanbul, 1299.
c) Mirât-ı Mecelle: Kayseri müftüsü Mes'ûd Efendi (v. 1310/1893) tarafından
kaleme alınan bu eser Mecelle maddelerinin, otuz kadar hanefî fıkıh
kitaplarından çıkarılmış kaynaklarını, ve asıl ifadelerini arapça olarak
muhtevîdir. Mecelle maddeleri aynen alınmış, her maddenin altına mezkûr
kaynaklardan alınan ifâdeler yerleştirilmiş, kaynağın adı ve bâbı
zikredilmiştir. Eser, Mecelle cemiyetinin de takdîrine mazhar olmuş, 1302'de
İstanbul'da bir cild, 750 sayfa halinde tab'edilmiştir.
d) Osmanlı Hukuk Tarihinde Mecelle: İstanbul Y. İslâm Enstitüsü öğretim
üyelerinden Dr. Osman Öztürk'ün doktora tezi olan bu eser Türk Hukuk Tarihi
içinde Mecelle'nin yerini ve tarihini tetkik eden en yeni çalışmadır ve sonunda
Mecelle metni yeni alfabeye çevrilerek aynen verilmiştir. İst. 1973.
Bu son çalışmasının da kaynağı ve öncüsü olan, Prof. Ebu'l-Ulâ Mardin'in, Medenî
Hukuk Cephesinden A. Cevdet Paşa isimli kitabı (İst. 1946), Mecelle ve Cevdet
Paşa üzerinde faydalı, emek mahsûlü bir eserdir.
53. Bu konuşmanın metni için bak. H. Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, s. 227.
54. Prof. Velidedeoğlu, age., s. 79 vd.
55. Prof. Mardin, age., s. 155 vd.
56. Dr. Öztürk, adı geçen eserinde başlıca çalışmaları tanıtmıştır, s. 113-115.
E- SON DEVİR FUKAHÂSI:
Bu devirde, geniş İslâm dünyası üzerinde pek çok fıkıh bilgini yaşamış ve
yaşamaktadır. Bunların hepsini tesbit ve hayatlarını hikâye etmek başlıbaşına
bir çalışmayı gerektireceği için biz burada şahsiyet ve eserleriyle iz bırakan,
te'sir icrâ eden, çığır açanları zikretmekle iktifâ edeceğiz.
1- El-Leknevî:
Ebu'l-hasenât Abdulhayy b. Abdulhalîm (v. 1304/1886); Hind diyarında İmam
Rabbânî ve Şâh Veliyullah'ın açtıkları çığırda yetişen müceddid allâmelerdendir.
1264'te Banda'da doğdu, aslı Hz. Ebû-Eyyûb'a dayanır, Medîne, Herat, Lâhur,
Dehlî'den Leknev'e intikal etmişlerdir. Babası ulemâ ve müderrisînden idi,
ömrünün sonuna doğru Haydarâbâd adliye nazırı olmuştu. Abdulhayy 10 yaşında
Kur'an-ı Kerîm okumağa başladı ve 17 yaşının sonunda "sarf nahiy, beyân, meânî,
mantık, hikmet, tıb, fıkıh, usûl, kelâm, hadîs, tefsîr" gibi ilimleri babasından
okumuş bulunuyordu. Büyük dayısından da matematik ve kozmoğrafya okudu.
Babasından sonra baş kadı olması için ısrar ettilerse de kabul etmedi. Bunu
Allah'ın bir lûtfu olarak kaydettikten sonra yine O'nun lûtfu olan
hususiyetlerini bizzat kendisi şöyle ifade ediyor: "Allah bana hadîs ve hadîse
dayalı fıkıh sevgisi ve meylini nasib etti. Hadîse aykırı olan ictihadı (mezheb
hükmünü) terkederim; fakat o mezhebin (reyin) sahibi olan müctehidi de ma'zur
hattâ mecûr kabul ederim. Şu da var ki ben bir şey bilmeyen avâmın zihnini
karıştıranlardan değilim; onlara anlayacakları lisan ile konuşurum..."
"Allah'a hamdolsun ki beni ifrat ile tefrîtin ortasındaki yola soktu: Şer'î
delillere muhâlif bile olsa fukahânın reylerini terk etmeyecek kadar koyu taklîd
yolnu seçenlerden de değilim, fukahâya kötü söyleyip kül halinde fıkhı
terkedenlerden de değilim..."
Muâsırı bulunan dört mezheb ulemâsının pek çoğundan icazetler alan Leknevî
zamanında Hindistan'da fetvâ mercii olmuş, herkes müşkilini sormak üzere onu
aramıştır. Umûmiyetle hanefî mezhebine ittibâ etmiştir.
Eserleri:
Merhumun (110) kadar eseri vardır. Bunların (86)'sı arapçadır ve çoğu matbûdur.
Bazılarını zikredelim: el-Feâidu'l-behiyye (Hanefî fukahâsına aittir, zeyli de
vardır, bu kitabı okurken müellifin "gördüm, okudum" dediği kitaplar insanı
hayrete düşürmektedir), en-Nâfi'u'l-kebîr (İmam Muhammed'in Muvatta'ı üzerine
yazdığı et-Ta'lîqu'l-mümecced'in mukaddimesi), el-Ecvibetü'l-fâdıla (hadîs ve
usûl), er-Raf'u ve't-Tekmîl (cerh ve ta'dîl), es-Siâye li-Şerhi'l-Viqâye (ictihad
ve tercih metoduyla yazılmış güzel bir şerhtir), Mecmû'atü'l-Fetâvâ (üç cild,
fetvâları), el-Âsâru'l-merfû'a (mevzu hadisler)...(57)
57. er-Raf'u ve't-Tekmil'in, A. Ebû-Gudde tarafından yapılan neşrinin baş
tarafında geniş hal tercemesi vardır.
2- el-Mercânî:
Şihâbuddîn b. Behâuddîn (v. 1306/1889); aslı Kazan vilâyetinin Mercan
kasabasından olup Yabancı köyünde dünyaya geldi. Önce babasından okudu, sonra
Buharâ ve Semerkand'e giderek tahsiline devam etti, Türkistan ve Kazan'ın zengin
kütüphanelerinden istifade ederek tefsîr, hadîs, usûl, fıkıh ve tarihte üstad ve
müctehid mertebesine ulaştı. İctihadını açıkça söyler, gerektiğinde eski
müctehidlerin görüşlerini tenkid eder, kimseden çekinmezdi. Bu yüzden Kazan ulu
Camii imamlık, hatipliği ile müderrislik görevinden azledildi ise de bilâhare
iade edildi. İbn Kemâl'in "Müctehidlerin Tabakatı" hakkındaki risâlesine yazdığı
tenkid bu âlimin ilmî kudretine parlak bir delil mahiyetindedir.(58)
Bazı eserleri: Müstefâdü'l-ahbâr fî târîhi-Kazân ve Bulgar, Nâzûratü'l-hak,
Şerhu-Akaidi'n-Nesefî...(59)
58. M. Zâhidu'l-Kevserî, Hüsnu't-Tekâdî, s. 83-99 (Mercânî'nin şafak ve bazı
vakitlerin teşekkül etmediği yerlerde ibâdet ile ilgili Nâzûratü'l-hak... isimli
eserinden naklen)
59. ez-Ziriklî, el-A'lâm, C. III, s. 258.
3- Kadri Paşa:
Muhammed Kadri Paşa (v. 1306/1888); aslı Anadolu'lu, kendisi Mısır'da doğdu,
doğduğu yerde (Mellûy) ve Kahire'de okudu, ayrıca yabancı diller okulundan mezun
oldu. Hidîv'in velîahdine hoca tayin edildi, sonra sırasıyle Mehâkim-i muhtelita
müsteşarı, adliye nâzırı, maârif vezîri ve adliye vezîri oldu. Kadri Paşa da
bizdeki Cevdet Paşa gibi yabancı kanunların alınması yerine İslâmî ve yerli
kökten kanunlar yapılması için mücadele etmiş, bu mevzuda eserler kaleme
almıştır.(60)
Dil konusundaki çeşitli eserlerinden başka hukukî kitapları şunlardır: Mürşidu'l-hayrân
(Mecelle gibi), Kanunu'l-adli ve'l-insâf... (evkaf), el-Ahkâmu'ş-şer'iyye fi'l-ahvâli'ş-şahsıyye,
Tatbîqu-mâ vucide fi'l-qânûni'l-medenî muvâfıkan li-mezhebi-Ebî-Hanîfe.(61)
4- Sıddık Hasan Han:
Muhammed Sıddık Han b. Hasen b. Alî (v. 1307/1889); aslı Buhârâlı, Hindistan'da,
Kınnevc'de doğdu ve yetişti, tahsil maksadıyla Dehlî'ye geldi, burada Şah
Veliyyullah'ın oğlunun talebelerinden okudu, Hicaz'a gitti, orada da Şevkânî'nin
talebelerinden ders aldı, memleketine avdetten sonra maîşet kazanmak için
gittiği Pehupal'de Melike ile evlenerek ona nâib, servet ve mülke nail oldu.
Kendisini okumaya ve yazmağa verdi. Sıddık Han ondokuzuncu asır İslâm dünyasının
müceddid ve müctehidlerindendir. Arapça, farsça ve hindçe altmış civarında
kıymetli eseri vardır.
Bazı eserleri: Husnü'l-üsve (kadın hakkında), Fethu'l-beyân fî meqâsıdi'l-Kur'an
(on cild, dirayet ve rivâyet tefsiri), Husûlü'l-me'mûl (fıkıh usûlü), Avnu'l-Bârî
(Buhârî şerhi), el-Iklîd, et-Tarîkatü'l-müslâ (ikisi de taklidin reddine ve
ictihada dâir), Neylü'l-merâm (ahkâm âyetlerinin tefsiri), Miskü'l-hıtâm (Bülûğu'l-merâm
şerhi, farsça)...(62)
5- Ömer Hilmi:
Karinâbatlı Ömer Hilmi Efendi (v. 1307/1889); İstanbul'da doğdu, birçok hocadan
okudu ve Kazasker Tikveşli Yûsüf Efendi'den icazet aldı. Müderris, Fetvahâne baş
müsevvidi, fetvâ emini, Evkaf-ı Humâyûn müsteşârı, Senedât-ı Hâkanî memuru,
Temyiz azası ve reisi olarak vazîfeler îfâ etti. Cevdet Paşa'nın "devrimizin
İmam-ı A'zamı" diye iltifat eylediği Ömer Hilmi Efendi Mecelle cemiyetinde
çalıştı ve Mekteb-i Hukuk'ta Mecelle okuttu.
Eserleri: Ahkâmu'l-erâzî, Mi'yâru'l-adâleh (ceza hukukuna dâir, Mecelle
tarzında), İthâfu'l-ahlâf fî ahkâmi'l-efvaf.(63)
60. Mısır'da Kanunlaştırma Hareketi bahsine bakınız.
61. ez-Ziriklî, age., C. VII, s. 231.
62. İbn el-Âlûsî, Cilâu'l-ayneyn, s. 48 vd.; ez-Ziriklî, age., C. VII, s. 36.
63. Prof. Mardin, age., s. 162-163; Dr. Öztürk, age., s. 28-29.
6- Cevdet Paşa:
Ahmed Cevdet Paşa (v. 1312/1895); bugün Bulgaristan sınırları içinde kalan
Lofça'da doğdu. Önce Lofça müftüsü Hâfız Ömer Efendi'den arapça ve fıkıh tahsil
etti, sonra İstanbul'a gelerek tahsîlini ikmâl eyledi. Çok cepheli bir İslâm
âlim ve edîbi olan Cevdet Paşa'nın birçok vazîfesi arasında müderrislik, Divân-ı
Ahkâm-ı Adliye reisliği, vezirlik, nâzırlık (maârif, adliye, dahiliye, ticaret)
gibi önemlileri de vardır. Mecelle cemiyetinin kuruluşu, Mecelle'nin tedvîni en
başta O'nun gayretleriyle vücud bulmuş, bundan başka birçok nizamnâme ve kanun
ıhzârında emeği geçmiştir. Mantıktan, aruzdan, dilden tarihe kadar çeşitli
fenlerde faydalı ve büyük eserleri vardır. Fıkha dair -Mecelle dışında- önemli
bir eseri mevcut değildir.(64)
7 ve 8- el-Azîmâbâdî:
Bu nisbet ile anılan Hindistanlı iki âlim mevzûmuzla alâkalıdır:
Muhammed Eşref b. Emîr b. Alî b. Haydar es-Sıddîqî (1323/ 1905'te hayatta idi);
Şah Veliyullah, Şevkânî ve el-Fullânî'nin(65) talebelerinden istifade etmiş,
Hindistan'da sünnetin ihyası hareketinde rol oynamıştır. Avnu'l-Ma'bûd ismiyle
Ebû-Dâvûd'un Sünen'ine yazdığı hâşiye tahkîk ve ictihad eseridir.(66)
Ebu't-Tayyib Muhammed Şemsü'l-Hak b. Emîr (Doğumu: 1273/1857); Muhammed Eşref'in
kardeşidir, aynı üstadlardan okumuş, zamanın büyük muhaddislerinden icazet
almıştır. Gâyetu'l-maksûd adıyle Sünen-i Ebî-Dâvûd'a yazdığı şerh en büyük
şerhtir, ictihad ve tahkîk eseridir.(67)
9- Muhammed Abduh:
Muhammed Abduh b. Hasen Hayrullah (v. 1323/1905); aslı türkmen olan Muhammed
Abduh Mısır'ın batı bölgesinde, Şinrâ köyünde doğdu, Buhayra'nın Nasr
mahallesinde büyüdü, gençliğinde binicilik, atıcılık ve yüzme sporlarıyle meşgul
oldu, Tantâ'da el-Ahmedî medresesinde, sonra Kahire'de el-Ezher'de okudu,
tasavvuf ve felsefe ile de meşgul oldu, kırk yaşından sonra mükemmel fransızca
öğrendi, müderris ve bilhassa el-Veqâ'ı'u'l-Mısriyye gazetesinde muharrir olarak
çalıştı. İngilizler Mısır'ı işgal edince onlara cephe aldı ve Irâbî Paşa
ihtilâline yardım suretiyle iştirâk etti, tahkikat için üç ay tevkif edildikten
sonra 1299/1881'de Suriye'ye (o zaman adı Şam beldesi) sürüldü, oradan Paris'e
gitti, üstad ve arkadaşı Cemâleddîn Efgânî ile beraber el-Urvetü'l-vüsqâ
gazetesini çıkardı. Beyrut'a dönerek tedrîs ve te'lîf ile meşgul oldu. Mısır'a
dönmesi hususunda izin çıkınca 1306/1888'de Mısır'a döndü, önce kadı oldu, sonra
İstînâf Mahkemesi müsteşârı ve nihayet Mısır müftüsü olarak tayin edildi.
Vefatına kadar bu vazîfede kaldı ve İskenderiye'de ahirete intikal etti.
Muhammed Abduh -istememesine rağmen- üstadı Efgânî'nin ısrarı üzerine siyâsete
atılmış, bu yüzden aleyhine bir grup kazanmış, leh ve aleyhindeki telâkkiler,
yazışmalar günümüze kadar devam edegelmiştir. Yine üstadının isteğiyle ve
dâvâsına hizmet gayesiyle mason cemiyetine de girmiş bilâhire bu cemiyetin
dâvâsını gerçekleştirmeye elverişli olmadığını anlayarak çıkmış ve onunla
mücadele etmiş olmasına rağmen(68) bu da aleyhine bir puan olarak
kaydedilegelmiştir.
Leh ve aleyhindeki mütâlâalar gözden geçirilince şu hususlar sâbit
görünmektedir:
a) Muhammed Abduh önemli bir İslâm âlimi, mücahid ve müceddididir.
b) Mahkemelerde, evkaf teşkilâtında, el-Ezher'de giriştiği ıslâhat teşebbüsleri
iyi neticeler vermiştir.
c) Müslümanların geri kalmalarında taklîdin ve cehâletin büyük birer âmil
olduğuna inanmakta, bunun için İslâm'ın ilk üç nesilde anlaşıldığı ve yaşandığı
gibi yaşanmasını, taklîdin terkedilmesini, muâsır ihtiyaçlara bütün fıkıh
mezheblerinden -eğer bunlarda da yoksa ictihad yapılarak- çözüm getirilmesini
istemektedir.
d) İctimâî ve siyâsî
ıslâhatta tepeden inme, zorlama reformlar yerine kadro yetiştirilmesini, bunlar
vasıtasıyle halka inilerek ıslâhat yapılmasını uygun bulmaktadır.
e) Müslümanların uyanık, şuurlu, siyâsî murakabede bilgili ve aktif olmasını,
bütün dünya müslümanlarının bir siyâsî birlik kurmalarını (ittihâd-ı İslâm,
panislamisme) istemektedir.
f) Gerek Avrupa'yı değerlendirmesi ve gerekse siyâsî teşebbüsleri ile bazı
fetvâları kabil-i münâkaşadır.
Ömrünü bu gayelerin gerçekleşmesine hasretmiş, tesiri yüzlerce talebesinde
günümüze kadar sürüp gelmiş bulunan Abduh geride önemli yazılı eserler de
bırakmıştır.
Bazı eserleri: Tefsîru'l-Kur'ân (kısmen), Risâletü't-tevhîd (yeni bir kelâm
kitabı mahiyetindedir), er-Raddû alâ Hanoto (M. Akif tarafından türkçeye
çevrilmiştir), Risâletü'l-vârîdât, Hâşiye ale'd-Devvânî (Akaid-i Adudiyye
üzerine), Şerhu-Nehci'l-belâğah, Şerhu-Maqâmâti'l-Hemezânî, el-İslâm ve'n-nasrâniyyeh,
el-İslâm ve'r-raddü alâ müntekıdîhi (makaleler)...(69)
64. Prof. Mardin, age., Dr. Öztürk, age., s. 20-23.
65. Sâlih b. Muhammed el-Füllânî (1218/1803)'de Medîne'de vefat etmiş olup
müceddid ve muhaddis ulemâdandır. İkâzu'l-himem (ictihad, taklid konusunda),
Katfu's-zemer gibi eserleri meşhurdur.
66. Ö. Rizâ Kehhâle, Mu'cemu'l-muellifîn, C. IX, s. 63.
67. age, C. X, s. 72; Avnu'l-ma'bûd, mukaddime.
68. R. Riza, el-Menâr, C. VIII, Sa. XI, s. 401 vd.
69. Aleyhindeki değerlendirmeler için Yûsüf Nebhânî ve M. Sabri Efendilerin
eserlerine bak. (Şevâhidu'l-hak, Mevkıfü'l-akl...) Hayatı hakkında en geniş ve
müdellel bilgi için bak. R. Rizâ, el-Menâr, C. VIII, Sa. 10 vd.; Tâhîru'l-Üstâzi'l-İmâm
(üç cilt); H. Karaman, Gerçek İslâmda Birlik.
10- el-Kaasimî:
Cemâluddîn b. Muhammed Saîd b. Qâsim (v. 1332/1914); son asrın müceddid ve
müctehid ulemâsından ve Hz. Hüseyn'in (r.a.) torunlarından olan el-Qâsimî
1866'da Şam'da doğdu, iyi bir tahsil gördükten sonra -fıtrî kabiliyetinin de
yardımıyla- Şam'ın en büyük âlimi oldu. İtikadda selefî, fıkıhta taklîde karşı
idi. Hükûmet kendisini Suriye'de dolaşarak köy ve şehirlerde halkı irşada, umûmî
dersler vermeğe memur etti. 1308-1312 yılları arasında bu işle meşgul olduktan
sonra Mısır ve Medîne'ye gitti. Döndüğü zaman çekemiyenler kendisini "Mezheb-i
Cemâlî" adıyla yeni bir mezheb kurmakla ittiham ettiler, 1313'te hükûmetçe
tevkif ettirildi, yapılan sorgusunda ittihamı reddetti ve serbest bırakıldı;
hattâ Şam valisi kendisinden özür diledi. el-Qâsimî bundan sonra evine çekilerek
husûsî, umûmî dersler verdi, te'lîf ve irşâd ile meşgul oldu. Yetmiş iki
civarında değerli eseri vardır.
Bazı eserleri: Mehâsinu't-tevîl (oniki cild tefsir), Delâilü't-tevhîd, el-Fetvâ
fi'l-İslâm, Mezâhibu'l-a'râb ve felâsifeti'l-İslâm fi'l-cin, Mev'izatü'l-müminîn
(İhyâ muhtasarı), Kavâ'ıdü't-tahdîs (hadîs usûlü), Tenbîhü't-tâlib ilâ
ma'rifeti'l-farzı ve'l-vâcib, İslâhu'l-mesâcid ani'l-bida'...(70)
11- el-Hudarî:
Muhammed b. Afîfî el-Bâcûrî (v. 1345/1927); Mısırlıdır, Kahire civarında ez-Zeytûn'da
ikamet ederdi, Dâru'l-ulûm medresesinden mezun olduktan sonra Hartûm'a şer'î
hâkim tayin edildi, sonra oniki yıl Kahire'de el-Kazâu'ş-şer'î medresesinde
(İslâm Hukuk Fakültesi) müderris, el-Mısrıyye Üniversitesinde İslâm Tarihi
profesörü, mezkür fakültede vekil (müdür, dekan) ve maârif müfettişi olarak
çeşitli vazîfelerde bulundu. Abduh ve talebeleri yolunda, ıslâhat tarafları, kör
taklîde karşı, zekî, edib bir İslâm âlimi idi.
Eserleri: Usûlü'l-fıkh, Târîhu't-teşrî'i'l-islâmî, Târîhu'l-umemi'l-islâmiyye
(iki cild), İtmâmu'l-vefâ fî sîratil-hulefâ, Nuru'l-yaqîn fî sîrati-Seyyidi'l-mürselin,
el-Gazzâlî...(71)
70. ez-Ziriklî, el-A'lâm, C. II, s. 131.
71. ez-Ziriklî, age., C. VII, s. 151; Serkis, Mu'cemu'l-matbûât, s. 825.
12- Ali Haydar
Efendi(72):
Ahıshalı Emîn Efendizâde diye meşhurdur (v. 1355/1936); Mahkeme-i Temyîz reisi,
Fetvâ Emîni, Medresetü'l-kuzât ve Mekteb-i Hukuk Mecelle vb. müderrisi ve Adliye
vekili olarak önemli vazifelerde bulunmuştur.
En meşhur eseri dört büyük cild halinde birkaç kere basılmış ve arapçaya da
çevrilmiş bulunan Duraru'l-hukkâm isimli Mecelle şerhidir. Mecelle'ye ek
mahiyetinde bazı çalışmaları (el-Mecmû'atü'l-cedîde) ile evkaf, arâzî, mefkud
hakkında eserleri vardır.(73)
13- Reşîd Rızâ:
Muhammed Raşîd b. Alî Rizâ (v. 1354/1935); aslı Bağdadlı olup kendisi
Trablusşâm'ın yakınındaki Kalemûn sâhil köyünde doğdu, köyünde ve Trablus'ta
okudu, Hüseyn el-Cisr'in medresesinden mezun oldu, gençliğinde sofuca bir hayatı
vardı, şiirler ve bazı gazetelerde yazılar yazardı. el-Urvetü'l-vüsqâ
vâsıtasıyle tanıdığı Şeyh Muhammed Abdüh'ü görmek üzere Mısır'a gitti, Abdüh'e
talebe ve dost oldu, üstadıyle -umûmî hatları ortak olan- fikirlerini yaymak,
hedefleri olan dîni, ictimâî, siyâsî ıslâhatı(74) gerçekleştirmek için el-Menar
dergisini çıkardı. 1326/1908'de ikinci meşrutiyetin ilânından sonra Suriye'ye
geldi, Şam'da Emevî camiinde bir hutbe îrâd ederken ıslâhat düşmanlarından
birisinin itirazı üzerine karışıklıklar çıktığı için Mısır'a döndü, Dâ'vet ve
İrşâd medresesini açtı, Faysal b. Hüseyn zamanında yine Suriye'ye geldi ve
Kongre başkanı seçildi, Fransızların işgali üzerine Suriye'den tekrar -ikinci
vatanı- Mısır'a geldi. Hindistan, Hicaz ve çeşitli Avrupa memleketlerine
seyahatler yaptı, İsveç'ten Kahire'ye dönerken vefat etti ve Kahire'de
defnedildi. Asrımızın müceddid ve müctehid âlimlerinden olan R. Rizâ da iman ve
mefkûre uğrunda bir ömür harcamış, pek az muhâlifi yanında İslâm dünyasında
sevilmiş, itimad edilmiş, fetvâ mercii olmuştur.
Eserleri: el-Menâr (dergi, 34 cild), Tefsîru'l-Kur'âni'l-hakim (12 cild, Sûre-i
Yûsüf'e kadar), Târihu'l-Üstâzi'l-İmam (üç cild, Abdüh'ün hayatı), el-Hilâfe
ve'l-imâmetü'l-uzmâ, el-Vahyü'l-Muhammedî, Yüsru'l-islâm ve usûlü't-teşrî, et-Fetâvâ
(6 cild, el-Menardaki fetvaları Dr. S. Müneccid tarafından toplanmıştır),
Muhâverâtü'l-muslih ve'l-mukallid...(75)
72. Mekteb-i Hukuk Usûl-i Fıkıh müderrisi olup Büyük Haydar Molla adıyle anılan
Ali Haydar Efendi (v. 1321/1903)'de son asır fukahâsındandır.
73. Ö. Nasuhî, Istılâhat-ı Fıkhıyye, C. I, s. 349.
74. Mefkûreleri için M. Abdüh'ün terceme-i hâline bakınız. Şuna hemen işaret
edelim ki bu müceddidlerin yapmak istedikleri "dinî ıslâhat ve tecdîd"
hristiyanlık için bahis mevzûu reform kabilinden olmayıp, İslâm'ı ilk üç nesil
(sahâbe, tabiûn, etbâ) zamanındaki gibi anlamak ve yaşamak, kör taklîdi atıp,
tercih ve ictihad kapısını açmak, müslümanları istiklâl ve birliğe
kavuşturmaktır.
75. Bu son kitap A. Hamdi Akseki tarafından Mezâhibin Telfikı ve İslâm'ın Bir
Noktaya Cem'i adıyla tercüme edilmiş, tarafımızdan notlar eklenerek İslâm'da
Birlik ve Fıkıh Mezhebleri adıyle sadeleştirilmiş ve Diyânet tarafından
neşredilmiştir. Daha sonra kitap tarafımızdan yeni baştan tercüme edilmiş,
müellifin geniş bir hayat hikâyesi yazılmış ve Gerçek İslâmda Birlik adıyla
basılmıştır (İst. 1998).
14- Elmalılı Hamdi
Efendi:
Muhammed Hamdi Yazır (v. 1942); Antalya'nın Elmalı kazasına bağlı Yazır köyünde
Nu'man Efendi ile Fatma hanımın izdivacından dünyaya geldi. İbtidâî ve Rüşdiye
tahsilini Elmalı'da yaptı, dayısı Mustafa Sarılar Hoca ile İstanbul'a geldi ve
Kayserili Mahmud Hamdi Efendi'nin talebesi oldu.(76) Diğer ulemâdan da okuyup
icazetler aldıktan sonra 1324 tarihinde Bâyezid Ders-i âmmı oldu. Aynı yıl
yapılan seçimlerde Antalya Mebusu seçildi, 1293 Kanûn-i Esâsînin ta'dîlinde
mühim çalışmalar yaptı. 1327'de Mülkiye mektebinde ahkâm-ı evkaf ve arâzî,
Mekteb-i Kuzat'da fıkıh derslerini okuttu. Daha sonra Dâru'l-hikme azâ ve reisi,
birinci dünya harbinden sonra Evkaf Nâzırı ve âyân azâsı oldu. Cumhuriyetin
ilânı sırasında Medresetü'l-mütehassısînde mantık müderrisi idi, medreseler
lağvedilince evinde izdivaya çekildi ilmî tetkik ve te'lifler ile meşgul oldu.
Bu esnada Mısırlı Prens Abbas Halim Paşa'nın teşvikiyle büyük bir fıkıh kamusu
yazmaya başladı, birkaç yıl meşgul olduktan sonra Tefsiri yazmaya mecbur oluşu
bu önemli eserin yarım kalmasına sebep oldu.
Hamdi Efendi aklî ve naklî ilimlerde geniş bilgi sahibi, üç lisan dışında
sonradan Fransızca öğrenmiş, musîkiden anlar, hattat ve edîb bir zat olup fıkıh
sâhasında muhafazakâr idi; fakat mezheb taassubu yoktu.(77) Aşağıdaki satırlar
onun bu yönünü aydınlatmaktadır: "...İşte biz bugün bu esaslara mâlik olduğumuz
cihetle fıkh-ı celîli İslâm'da muteber olan bi'l-cümle mezâhibi elimize alarak
zanamımızdaki -maatteessüf kalil olan- mütehassıslardan mürekkep -her nerede
olursa olsun- Mecelle cemiyetinden daha vâsi bir hey'et-i ilmiyye teşkil edip
bir taraftan milel-i gayr-ı müslime erbab-ı iktidarından bir heyet-i hukukiyye
bulundurur ve bil'cümle hâdisât ve muâmelât-ı külliyemizi de tayin eyler ve
evvel emirde fıkh-ı hanefîden tetkîk, tatbik, cemi ve te'lîfe başlar ve ihtiyâc-ı
nâsa erfak olan mesâili herhangi mezhebden olursa olsun alır ve faraza bunlarda
bulunmayacak, halli zarûrî bir hâdiseye tesadüf edersek hallini aynen
bulabileceğimiz Avrupa kavânîninden değil, kavâid-i felsefe-i şer'iyemizle hal
ve tayin eyler (ictihad), bu suretle öyle bir kanûn-i muhit meydana getiririz ki
âlem-i medeniyet parmak ısırır ve Mecellemiz bile onun bir sâhîfe-i muhtesarası
gibi kalır..."(78)
Matbû eserleri: İrşâdu'l-ahlâf fî ahkâmi'l-evkaf, Metalib ve Mezâhib (Pol Jane
ile Gabriel Seay'ın eserlerinin notlar ilâvesiyle fransızca'dan tercümesi), Hak
Dîni Kur'an Dili (8 cild, tefsîr), Makaleleri (Beyanu'l-Hak, Sırat-ı Müstakîm,
Sebîlü'r-reşâd gibi dergilerde)
Basılmamış eserleri: Usûl-i Fıkh, Sûrî Mantık, Hukuk Kamusu (yarım), Divan.(79)
Asrımızda yaşamış veya halen yaşamakta olup fıkıh sâhasında eseri olan, kör
taklîd zincirini kırarak fıkhın muâsır inkişafı için gayret eden, gerektiğinde
ve ehli bulunduğunda mezhebler arasında tercih ve ictihad yapılmasını kabul eden
ulemânın uzun hal tercemeleri yerine isimlerini sıralıyarak bazı eser ve
görüşlerine işaret etmekle iktifâ ediyoruz:
76. Hocası ile karıştırmamak için merhûma "Küçük Hamdi" denirdi.
77. İslâm'da muhâfazakârlık övgüye, taassup ise yergiye lâyık bulunmuştur.
78. Beyânu'l-hak, sayı: 18, s. 403.
79. Tefsirin ikinci tab'ında oğlu M. Yazır'ın kaleme aldığı terceme-i hal;
ayrıca bak. Ö. N. Bilmen, Tefsir Tarihi.
A- TÜRKİYE'DE:
15- Şeyhülislâm Hayri Efendi:
Gerektiği zaman başka mezheblerden ahkâm ve yürürlüğe koymak üzere irâde-i
seniyyeler almıştır.(80)
16- Seyyid Bey:
Müderris ve bir zaman Adliye Vekili olan Seyyid Bey Usûl-i Fıkha dair nâtamâm,
iki cild eserinde telfik, tercih ve ictihadı müdafaa etmiştir.
17- Manastırlı İsmail Hakkı:
Sırat-ı Müstakîm ve Sebîlü'r-reşâd'da yazdığı yazılarda telfîk, ictihad ve
tercihi müdafaa etmiştir.(81)
18- İzmirli İsmâîl Hakkı:
Yeni İlm-i Kelâm, Hikmet-i Teşri', İlm-i Hılâf isimli eserleri ile makalelerinde
aynı yolu takip etmiştir.
19- Ahmed Hamdi Akseki:
Diyanetçe neşredilen ve tarafımızdan notlar eklenerek sadeleştirilmiş bulunan
"İslâm'da Birlik ve Fıkıh Mezhebleri" isimli tercüme eserine yazdığı mukaddimede
ve makalelerinde kör taklîd ve taassubu yermiş; şuur, basîret ve ictihadı teşvik
etmiştir. Dînî dersler, İslâm gibi eserleri önemlidir.
20- Ömer Nasuhi Bilmen:
Fıkıh branşında, "Başlangıçtan Dördüncü Asra Kadar İslâm Hukukunda İctihad"
isimli tezimi hazırlamaya, İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünde kendisiyle
başladığım muhterem, merhûm hocamız, zaman icâbı kalemini ihtiyatla kullanmış
olmakla beraber, Fıkıh Kamusu'nda beş mezhebe yer vermesi, Tefsir Tarihinde İbn
Teymiyye, İbn Kayyim, M. Abduh, R. Rizâ gibi müceddidler hakkında musnif ve
takdirkâr ifadeler kullanması onun bu mevzulardaki görüşüne ışık tutmaktadır.
80. Prof. Mardin, age., s. 108 vd.
81. Sebîlürreşâd, C. II, s. 34, 66, 82, 98.
B- DİĞER ÜLKELERDE:
Diğer İslâm Ülkelerinde aynı çığırda yürüyen, değerli eserler vermiş bulunan
ulemâ ile önemli eserleri:
21- Abdulvehhâb Hallâh (merhum):
Usûlü'l-fıkh isimli eseri Prof. Dr. H. Atay tarafından türkçeye çevrilmiş ve
İlâhiyat Fakültesince neşredilmiştir. es-Siyâsetü'ş-şer'iyye'si de önemlidir.
22- Muhammed Tâhir b. Âşûr:
Zeytûne şeyhi, Tunus müftüsü, Tefsîr ve İslâm Hukuk Felsefesi üzerine orijinal
eserleri var, müctehid ve ictihadı teşvik ediyor.
23- Fâdıl b. Aşûr:
M. Tâhir'in oğlu, eski Tunus müftüsü, İctihad ve taklît hakkında önemli bir
tebliği vardır.(82)
24- Prof. Harun Han Şirvânî (merhum):
İslâm'da Siyâsî Düşünce isimli değerli eseri merhum K. Kuşçu tarafından türkçeye
çevrilmiştir, matbûdur.
25- Prof. Dr. Mustafa es-Sibâî (merhum):
Suriye Külliyetü'şerîası'nın eski dekanı; el-Mer'atü beyne'l-Fıkhi ve'l-kanûn,
Şerhu-Kanûni'l-ahvâli'ş-şahsıyye isimli eserleri önemlidir, matbûdur.
26- Abdulkadir Ûdeh (merhum):
el-İslâm ve evdâ'una'l-kanûniyye, el-İslâm ve evdâ'una's-siyâsiyye, et-Teşrî'u'l-cinâî
(mukayeseli İslâm ceza hukuku, 2 cild) isimli önemli eserleri matbûdur.
27- Prof. Ebû-Zehra (merhum):
Dört mezheb imamı, İmam Zeyd, Ca'fer es-Sâdık, İbn Teymiyye, İbn Hazm hakkında
her biri 500'er sayfa civarında kitapları ile el-Hakku ve'z-zimme, el-Ahvâlü'ş-şahsıyye,
Târîhu'l-mezâhib isimli eserleri meşhûr ve matbûdur. Hayat'ının sonuna doğru bir
İslâm Fıkıh kamusu hazırlıyordu, iki cildi tabedildi.
28- Prof. Dr. M. Yûsüf Mûsâ:
Pek çok eseri arasında Târîhu'l-Fıkhı'l-İslâmî, el-Emvâl ve nazariyetü'l-akd,
el-Ahvâlü'ş-şahsıyye, Nizâmü'l-hükm orijinal tetkîk mahsûlü kitaplarıdır ve
matbûdur.
29- Prof. Alî el-Hafîf:
el-Ezher mecmûasında intişâr eden ictihad ve tecdîd hakkındaki seri yazıları
yanında(83) diğer eserleri: el-Hakku ve'z-zimmeh, ez-Zevâc fi'l-mezâhibi'l-islâmiyye
(Mısır, 1958), eş-Şerîkât...
30- Prof. M. Ahmed Ferac es-Senhûrî:
Telfîk hakkında önemli bir teblîği vardır.(84) Ayrıca: Mecmûâtü'l-kavânini'l-Mısrıyye
(Fıkha dayalı kanunlar, Kahire, 1949), Usûl-i muhâkemât ve icrâ notları (Kahire,
1943); Fıkıh Tarihi notları (1957-58 ders yılı)...
31- Prof. Dr. Abdurrezzâk es-Senhûrî:
Mesâdiru'l-hak fi'l-fıkhi'l-islâmî (I-VI, Kahire, 1967-68) borçlar ve aynî
haklar üzerine mukayeseli bir eseridir.
32- Prof. Dr. Mustafa Ahmed ez-Zerkaa:
Suriye Medenî Kanununun (1953) hazırlanmasında büyük emeği geçmiştir, şu
sıralarda Küveyt'te bir Fıkıh Ansiklopedisi hazırlamak için çalışan heyetin
genel sekreteridir. el-Fıkhu'l-islâmî fî sevbihi'l-cedîd isimli kitabı, İslâm
hukuk nazariyyâtı, aynî haklar, borçlar ve şahsın hukuku mevzularında mukayeseli
bir eserdir (3. B. Dimaşk, 1958).
33- Prof. Dr. M. Sellâm Medkûr:
Mukayeseli İslâm Hukuk nazariyâtına ait eserleri kaynak kitaplar arasındadır:
el-Medhal li'l-fıkhı'l-islâmî (Kahire, 1980), el-Vesâyâ, Nazariyyatü'l-muqâssa,
el-Vakf (Kahire, 1376), el-İbâha 'inde'l-usûliyyîn...
34- Prof. Dr. Subhî el-Mahmesânî:
ed-Düstûr ve'd-Dimuqrâtiyye (1952); en-Nazariyyâtü'l-âmme li'l-uqûd ve'l-iltizâmât
(1948), Felsefetü't-teşrî'i'l-islâmî (2. B. Beyrut, 1952), el-Evdâ'u't-teşrî'iyye
fi'd-düveli'l-arabiyye (Beyrut, 1957)...(85)
35- Prof. Dr. M. Hamîdullah:
Makale ve risâleleri dışında İslâm hukuku sahâsında en önemli eseri, "İslâm'da
Devlet İdaresi" adıyle türkçeye çevrilip neşredilen İslâm Devletler Hukukudur.
İstanbul Edebiyat Fakültesindeki "İslâm Esas Teşkilât Hukuku" dersleri de ilgi
çekici ve derin nüfûz mahsûlü idi.
36- Ebü'l-a'lâ el-Mevdûdî:
Pakistan'da el-Cemaatü'l-islâmiyye partisinin de lideri olan merhum Mevdûdî'nin
âile, ibâdet nizâmı, Doğu-Batı sentezi ve bilhassa Esas Teşkilât sâhasında
eserleri çığır açıcı mâhiyette, tecdîd ve ictihad mahsûlü eserlerdir.(86)
37- Seyyid Ebü'l-Hasen Alî en-Nedvî:
"es-Sırâ' beyne'l-fikreti'l-islâmiyye ve'l-fikreti'l-garbiyye" isimli
eserinde(87) tercîh, telfîk ve ictihad yoluyla İslâm hukukunun inkişâf
ettirilmesini müdâfaa eden önemli bir bölüm vardır. Kendisi Hindistan'da İslâmî
hareketin en önde gelen liderlerinden birisidir.
38- Prof. Dr. Abdulâzîz Amir:
"et-Ta'zîr fi'ş-şerîati'l-islâmiyye" isimli tez çalışması İslâm ceza hukuku
dalında yapılmış ilmî ve değerli bir araştırmadır. (Kahire, 1956).
39- Prof. Dr. M. Mustafa Şelebî:
"Ta'lîlü'l-ahkâm" isimli profesörlük tezi ictihad, istihsan, mesâlih, kıyas ve
ta'lîl konularında çok önemli incelemeleri muhtevîdir ve matbûdur. (el-Ezher,
1947)
40- Prof. Dr. Şefîk Şahhâte:
"en-Nazariyyetü'l-âmme li'l-İltizâmât fi'ş-şerîati'l-islâmiyye" ve fransızca
bazı eserleriyle milletlerarası şöhrete sahiptir.
41- Prof. Dr. Abdulkerîm Zeydân:
"el-Vecîz fî usûli'l-fıkh (Bağdâd, 1967), el-Medhal li-dirâseti'ş-şerîati'l-islâmiyye
(Bağdâd, 1969), Ahkâmu'z-zimmîyyîn ve'l-müste'mimîn (Bağdâd, 1963) isimli
eserleri mukayeseli tahkîk mahsûlü eserlerdir.(88)
42- Şeyh M. Alî es-Sâyis:
Birçok değerli eserleri yanında bilhassa "Muqârenetü'l-mezâhib fi'l-Fıkh"
müctehidâne yazılmış bir hılâf (mukayeseli İslâm Hukuku) kitabıdır. (Kahire,
1953)
43- Şeyh Mahmud Şeltût:
Fetâvâ isimli eserinde ictihadları ve müstakil görüşleri vardır.
44- Seyyid Sâbık:
Fıkhu's-sünne I-III (2. B. Beyrut, 1969) ana kaynaklardan (Kitap, Sünnet...)
fıkha varan, mukayeseli bir fıkıh kitabıdır. Tahkîk ve tercihler yapılmıştır.
45- Yûsüf el-Kardâvî:
Kıkhu'z-zekât isimli eseri ile Fetâvâsı onun taklîd zincirini kırdığını, tercih
ve ictihad mertebesine geldiğini göstermektedir.
Bu listeyi daha da kabartmak mümkündür.
Bugün birçok ülkede ilmî usûller ve modern bilgilerle İslâm hukukunu çeşitli
yönlerden ele alan, inceleyen, yeni mes'elelere çözüm arayan, İslâm hukukunun
nazariyâtını araştıran, felsefesini yapan, eski değerli eserleri ilmî metodlarla
neşreden yüzlerce Doğulu ve Batılı'nın bulunması, kongre ve konferansların
tertip edilmesi hem fıkıh ve İslâm kültürü hem de dünya hukuk literatürünün
zenginleşmesi bakımından sevinç verici bir hadisedir. Ayrıca İslâm hukukunun
mazîdeki değer ve yerine tekrar kavuşması için bir mübeşşir mahiyetindedir. Son
bahiste bu konu biraz daha açılacaktır.
82. Mecma'u'l-buhûsi'l-İslâmiyye, el-mü'temaru'l-evvel, Kahire, 1964.
83. Mecelletü'l-Ezher, XI, XII, XIII.
84. Mecmâu'l-bühûs, s. 67-91. Bu teblîğ tarafımızdan tercüme edilmiş ve İslâm
Hukukunda Mezhebler kitabı içinde neşredilmiştir, s. 191-242.
85. Önemli bir teblîği tarafımızdan türkçeye çevrilmiş ve neşredilmiştir: Modern
Problemler Karşısında İslâm Hukuku, s. 41-69.
86. Nahve'l-hadâreti'l-Garbiyye (Dimaşk, ts.) s. 52-70, 178-194, 287-316.
87. Dimaşk, 1968, s. 191 vd.
88. "İslâm Hukukunda Zarûret Prensibi" konusundaki uzun bir makalesi
tarafımızdan tercüme edilmiş ve Diyânet Dergisi'nde neşredilmiştir. Bak. C. XI-XIV.
Ayrıca bkz: İ. Işığında G. Meseleleri, C. I, s. 217-277.
F- TEORİ VE
PRATİKTE İSLÂM HUKUKUNUN BUGÜNÜ VE GELECEĞİ:
Bu son bahiste sözü, İslâm Hukukunun, hem yürürlük açısından, hem de ilmî ve
teorik çalışmalar ve gelişmeler bakımından bugünü ve geleceğini ele alan, tasvir
eden ve tahminlerde bulunan üç yazara bırakıyoruz.
1- Prof. Fuad Köprülü:
"Bugün İslâm dünyasının birçok sâhalarında, tamamiyle değilse bile, kısmen "müsbet
hukuk" esaslarından biri olarak yaşayan, yüz milyonlarca insanın hukukî
münasebetlerini tanzim hususunda fiilî bir rol oynayan ve birçok müslüman
memleketlerinde "teşrî'i" (législatif) faâliyetin başlıca mesnedini teşkil eden
fıkhın, istikbalde nasıl bir tekâmüle maruz kalacağı hakkında şimdiden bir şey
söylenemez. Dînî esaslara dayanan nazarî ve ideal bir sistem olması itibarı ile,
mahiyetinde mündemiç bulunan değişmezlik karakteri, her "müsbet hukuk" hayat
zaruretleri karşısında daimi bir tehavvüle maruz kalacağına göre, bilhassa
ictihad kapısının artık kapandığını kabul eden sünni mezheblerin aksine, bu
kapıyı açık tutan mezheblerin hakim olduğu yerlerde, yeni ictihadlar ile
değişerek bugünün ictimâî ve iktisâdî icaplarına uygun yeni bir mecrâ alacak mı;
yoksa, diğer İslâm memleketleri de, Türkiye gibi, fıkha dayanan eski hukuki
an'aneler ile alâkalarını kesmek gibi radikal bir inkilâp yapmak mecburiyetinde
mi kalacaklar? Bu hususta bir şey söylemeğe şimdilik imkân yoktur. Fakat her ne
olursa olsun, insanlık tarihinin büyük hukuk sistemlerinden biri olmak itibarı
ile, fıkıh tetkikleri, hukuki ehemmiyetlerini daima muhâfaza edeceklerdir.
Bundan başka, hukukî hayatları üzerinde asırlarca müessir olması bakımından,
bütün müslüman milletlerin hukuk tarihlerini vücuda getirebilmek için de,
fıkhın, gerek sistematik ve gerek tarihi bakımdan tetkiki, daima ilmî bir
zaruret olarak kalacaktır. Osmanlı İmparatorluğu devrinde tatbik mevkiinde
bulunurken, hemen hiçbir objektif ve ilmî tetkike mevzû teşkil edemeyerek, daha
ziyade bir takım basit ders kitapları çerçevesi içine sıkışıp, Hanefî mezhebi
dışındaki mezheblere ait tetkiklere tamamiyle yabancı kalan fıkıh tetkikleri,
Türkiye'de kanunşinaslar değil, fakat hakiki hukuk âlimleri yetiştiği ve şimdiye
kadar tamamiyle ihmal edilmiş bulunan Türk hukuk tarihinin tesisi yolunda ciddî
gayretler sarfedildiği takdirde memleketimizde de çok zengin bir tetkik sâhası
olarak tekrar lâyık olduğu ehemmiyet ve kıymeti kazanacaktır."(89)
Prof. Köprülü, kanun yapma ve uygulamada bir kaynak olarak fıkhın hayatiyetini
koruyup koruyamıyacağı konusunda şimdilik bir şey söylememekle beraber bunun,
ictihad kapısını açarak, yeni ictimâî ve iktisâdî icaplara cevap vermesine bağlı
bulunduğunu îmâ etmektedir. Öte yandan mukayeseli hukuk tetkiklerinde ve millî
hukuk tarihinin yazımında fıkhın, daima önemini koruyacağı ve araştırma konusu
olacağı gerçeği, Prof. Köprülü tarafından da kuvvetle ifade edilmektedir.
89. Prof. Köprülü, İslâm ve Türk Hukuk Tarihi, s. 276-277
2. René David:
"...Yukarıda söylenenlerden, İslâm hukukunun artık modası geçmiş bir zamana ait
olduğu inancı uyanabilir. Halbuki gerçek hiç de öyle değildir. İslâm hukuku
günümüzde de, modern âlemin büyük hukuk sistemlerinden biri olmayı ve beşyüz
milyon müslümanın (bugün milyara yaklaşmıştır) ilişkisini düzenlemeyi
sürdürmektedir.
"Halkı müslüman olan çok sayıda devlet, kanunlarında ve anayasalarında, İslâmî
ilkelere bağlılıklarını dile getirmektedirler. Devletin İslâmî ilkelere
bağlılığı, Fas, Tunus, Moritanya, Suriye, Yemen Arap Cumhuriyeti, İran,
Afganistan, Pakistan anayasalarında açıklanmaktadır. Mısır (1948), Suriye
(1949), Irak (1951) medeni kanunları yargıçları, kanundaki boşlukları, İslâmî
esaslarla doldurmaya dâvet etmektedir. İran Anayasası(90) ve Endonezya
kanunları, kurumların İslâmî esaslara uygunluğunu sağlayacak bir usûlü
öngörmektedir. Bununla beraber bu ülkelerden pek çoğu modernleşmekte ve hızla
gelişmektedirler. Yeni tip siyasal rejimlerin kurulması ve özel hukuk alanında
da cesur reformlardan oluşan bu gelişmeler, İslâm hukukunun durgun niteliği ile
nasıl bağdaştırılacaktır?
"...İslâm hukuku, değişmez niteliğinin yanısıra çok sayıda yeni kaynaklar da
içerir. Bu yüzden onun değişmezliği ile bir arada esnekliğini de göz önünde
bulundurmak gerekir. Batı ülkelerinde bile hukukun uzun zaman, hatta kutsal
olmadığı zamanlarda bile, dokunulmaz bir şey olduğu inancının hüküm sürdüğü
çabuk unutulmuştur. Fakat gene de ihtiyaçlar kendisini duyurduğunda, hukukun
doğmatiğine zarar vermeksizin gerekli çözümler bulunabilmiştir. Roma'da
pretorların, İngiltere'de Şansölyenin müdahaleleri, bu gelişmenin en çarpıcı
örnekleridir.
"Durum İslâm hukukunda da farklı değildir. İslâm hukuku da temelde
değiştirilmesi mümkün olmayan bir sistemdir. Fakat bu hukuk, örf ve âdete,
tarafların rızalarına, hatta iradeye, mümkün olduğunca serbest bir alan
bırakarak, kendine zarar gelmeksizin, toplumun modernleşebilmesine imkân
sağlayacak çözümlere cevap verebilmiştir.(91)
"İslâm ülkeleri pozitif hukukları, bugün karşımıza çıktıkları biçimleriyle
aralarında büyük ayrılıklar taşımaktadırlar. Zira bu ülkelerin sosyal durumları,
gelenekleri birbirinden çok farklıdır. Mısır, Malezya, Pakistan, Endonezya
birbirlerinden, birçok bakımdan farklıdırlar. İran, başka kavimlerin istilâsı
sonucu kabul ettiği İslâmiyet'in, kendi geleneklerini ortadan kaldırmamış
olmasından gurur duymaktadır. Bu yüzden, İslâm ülkeleri hukuklarının genel bir
tablosunu çizmek pek zordur. Ancak anılan bu ülkeleri farklı gruplar içerisinde
toplamak mümkün görülmektedir.
İlk grupta toplayacağımız ülkeler, nüfusun çoğunluğu müslüman olan sosyalist
ülkelerdir. Arnavutluk, Orta Sosyalist Cumhuriyetleri (Kazakistan, Türkmenistan,
Özbekistan, Tacikistan, Kırkızistan), Marksis-Leninist öğretinin tarihi
maddecilik ilkeleri üzerine kurulmuş olan bu ülkelerde İslâm dini, yerleşmiş
otoritenin nazarında, bir aldatmacadan başka bir şey değildir. Modası geçmiş bir
sınıfsal yapıyı korumayı amaçlayan ve bir karanlıkçılık (obscurantisme) tezahürü
olarak nitelenen İslâm hukukunu korumak bu ülkelerde hiç düşünülmemiştir.
Sosyalist Cumhuriyetler Hukuku, İslâm'ınkinden çok farklı ilkeler üzerine
oturmuş yeni bir toplum yaratmayı amaçlayan laik bir hukuktur. Bu ülkelerde
İslâm hukuku, hiçbir mahkeme tarafından uygulanmaz. Müslüman halk arasında bazen
gizli olarak İslâm hukukuna başvurular söz konusu olsa da devletin resmî
felsefesi, bu kimseleri de İslâm'dan uzaklaştırma çabasındadır.
"İkinci grupta, ilk gruptakilerin aksine modern akımlardan en az etkilenmiş
ülkeler yer alır: Arap Yarımadası (Su'ûdî Arabistan, Yemen Arap Cumhuriyeti,
Ummân ve Maskat, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar). Afganistan ve Pakistan bu
gurubun en tipik temsilcileridir. (Devrim sonrası İran'ı ve Sudan'ın da bu grup
içinde görmek gerekir. H. K.). Tüm bu ülkeler teoride, İslâm hukukuna
tabidirler. Fakat pratikte bazen İslâm hukukundan çok farklı da olabilen, İslâm
hukukunun üstünlüğünü tanımış bir örf ve âdet hukukunu uygularlar.
"Üçüncü grupta, İslâm hukukunun, öncekilerde olduğu gibi, az çok örf ve âdetle
kaynaşmış bulunduğu ve sosyal hayatın yalnızca, şahsî statü ve dînî vakıflar
gibi belli kesimlerini düzenlemek için alıkonulduğu ülkeler yer alır. Bu
ülkelerde, yeni sosyal ilişkileri düzenlemek üzere modern bir hukuk da kabul
edilmiştir.
"Bu grup da kendi içerisinde iki alt gruba ayrılmaktadır. Bu ikinci ayırımın
ölçüsü ülkede uygulanmakta olan modern hukukun modelinin Common law (Hindistan,
Bengal, Malezya, Kuzey Nijerya), Fransız hukuku (Afrika'nın Fransız dili
ülkeleri, -devrim öncesi- İran) ya da Hollanda hukuku (Endonezya) olmasıdır.
Sudan, bunlar arasında özel bir durum arzeder. Bu ülkede, 1900 yılında
mahkemelere gönderilen bir emirname ile, yasal boşlukların adâlet, hakkaniyet ve
yargıçların vicdanî kanaatlerine göre doldurulması emredilmiştir. Sudan, diğer
Arapça konuşulan ülkeler çizgisine gelmek arzusu içerisinde 1971, 1972 tarihli
Mısır kodları modeli üzerine hazırlanmış bir dizi kanun yayınlayarak bu etkiden
kurtulma çabası göstermiştir. Ancak bu reform pek başarılı olamamış, günümüzde
yeni bir düzenleme tartışmaları gündeme gelmiştir.
"İslâm ülkeleri içerisinde Türkiye'nin özel bir yeri vardır. Arap olmayan, Batı
Avrupa ile sıkı ekonomik ve sosyal bağlar içerisinde bulunan Türkiye, halkı
müslüman olan ülkeler arasında özel bir yer işgal eder. Ancak Türkiye'nin, dar
anlamda hukuksal bakımdan diğer İslâm ülkelerinden farkı, bundan kırk yıl önce
sanılandan çok daha azdır...
"Batılılaşma yolundaki bu ülkelerde, İslâm hukukunun bütün geleneksel izlerinin,
hukukun kapsamlı bir biçimde batılılaştırılması sonucu kaybolacağı ve bunun
sonucu İslâm hukukunun, dünyadaki büyük hukuk sistemleri arasındaki yerini
kaybedeceği düşünülebilir mi? Doğal olarak böyle bir tehlike söz konusu
değildir. İslâm ülkelerinde, batılılaşma yolunda kaydedilen gelişmeler ne denli
önemli olursa olsun, böyle bir sonuca varmaktan kaçınmak gerekir. Zaten
günümüzde, İran ve Pakistan gibi, tekrar İslâm'laşmayı ön plâna getirerek,
Kur'ân hükümlerini uygulamayı hedef alan ülkeler bile mevcuttur. İslâm dini
konusunda derin bilgi sahibi yazarlar, sürekli İslâm geleneğinin gücünü
hatırlatırlar. L. Milliot'a göre, batılı kurumların iktibası konusunda
ulaşılacak en son aşama, bu kurumların islâmlaştırılması olacaktır."(92)
Fransız Mukayeseli Hukuk âlimi René David, Prof. Köprülü'den sonraki yılları da
yaşadığı için, İslâm Hukuku'nun kısmen veya tamamen uygulandığı ülkeleri görmüş,
bütün hukukî hayatını Kur'ân'a (şerî'ate) dayandırma teşebbüsünde bulunan
ülkeleri tanımıştır. Bu sebeple onun, İslâm hukukunun pratikteki hayatiyetinin
devam edeceği konusunda bir tereddüdü yoktur. Onun, daha sonraki satırlarda
ileri sürdüğü kanâtine göre, bir ülkeden İslâm Hukuku'nun izlerini silebilmek
için, yalnızca hukuk reformu yapmak, batılı hukukları iktibas etmek yeterli
değildir, bunun için İslâm Medeniyetini kendi bütünlüğü içinde terketmek
gerekecektir. Bu da ancak uzun yıllar içinde gerçekleşebilir. Bu sebeple David'e
göre, beklenebilecek gelişme, Batı ile Doğu arasındaki ilim alış-verişi
sebebiyle Batı'dan alınan bazı kategori ve kavramların, İslâm Hukuk mantığı
içinde işlenmesi yoluyla elde edilebilecek bir sentezdir. Kanâatimize göre ilmî
ictihadlarda Batı hukukunun, İslâm Hukukuna tesiri kadar, İslâm Hukuku'nun Batı
Hukuklarına tesiri de ihtimal içinde görülmelidir. Ayrıca İslâm Ülkelerinde,
kavramı, kategorisi, felsefesi ve alt yapısı ile tamamen özgün, İslâmî bir hukuk
geliştirme çabalarını da hesaba katmak gerekecektir. Nitekim türkçesini aşağıda
bulacağınız tebliğ, bu çabalar hakkında önemli bilgiler içermektedir.
90. R. Davîd'in İran Anayasası ile ilgili tesbiti devrim öncesine aittir ve
uygulamada önemli bir etkisi olmamıştır. Bugün ise İran'da Anayasa ve diğer
kanunlar şîî yorumlu İslâm esaslarına dayanmaktadır.
91. Çağdaş Büyük Hukuk Sistemleri, s. 427-428.
92. age, s. 438-441.
3. Prof. Dr.
Hasen Hâmid Hassân(93):
Bu teblîğ, bir giriş ile iki bölümden oluşmaktadır. Girişte şerîatın (İslâm
Hukukunun) kanunlaştırılması ve uygulanması kavramları açıklanacak, bunun
yapılmamasının İslâm ülkelerinde meydana getireceği problemlere temas
edilecektir. Birinci bölümde, İslâm ülkelerinin halihazır hukukî hayatları
analiz edilecek ve bunu değiştirmek için ortaya konan çabalar
değerlendirilecektir. İkinci bölümde ise şu konular ele alınacaktır: İslâm
Hukukunun kanunlaştırılması ve uygulanması, bundan önce veya bununla beraber
yapılması gereken şeyler, Dünya İslâm Birliği'nin bu iki konu ile ilgili rolü ve
katkıları.
Giriş:
1. Kavramlar:
Şerî'atın kanunlaştırılmasından maksat, bundan ictihad yoluyla elde edilmiş
bulunan fıkhın, anlaşılmasını kolaylaştıracak, hâkimlere ve diğer hukuk
adamlarına uygulamada yardımcı olacak bir kalıba sokulmasıdır. Bu da önce, hükmü
kanunlaştırılmak istenen mesele üzerindeki çeşitli ictihadları derlemek, sonra
da kanunlaştırmak üzere bunlardan birini seçmek sûretiyle yapılacaktır. Eğer
mesele (hâdise, problem) ile ilgili daha önceden yapılmış bir ictihad yoksa,
önce ictihad usûlüne ve hüküm çıkarma metodlarına göre ictihad edilerek
meselenin hükmü ortaya konacak, sonra bu hüküm bir kaide veya madde şekline
dökülecektir. Daha sonra da bu maddeler veya kaideler, bugünkü kanunlarda olduğu
gibi, mevzûlarına göre "aile hukuku, miras ve vasıyet hukuku, ceza hukuku, idare
hukuku, devletler hukuku" gibi dallara ayrılacaktır.
İslâm hukukunun uygulanmasından maksat, yukarıdaki şekilde hazırlanan kanun
teklif ve tasarılarının, selahiyetli kurum ve makamlarca kanunlaştırılması ve
yürürlüğe sokulmasıdır.
"Beşerî kanunların İslâmlaştırılması" terimi de yeni bir terim olup bundan, bir
İslâm ülkesinde mevcut ve yürürlükte olan yabancı kanunların, İslâm hukukunun
genel maksatları ve özel hükümlerinin ışığı altında incelenmesi, bunlara aykırı
bulunan maddelerin -benimsenen ayıklama ölçü ve metoduna göre- ayıklanması
kastedilmektedir.
2. Mevzûun önemi ve getirdiği problemler:
İslâm Hukukunu uygulamak demek, hayâtın bütün sâhalarında Allah'ın çizdiği yolu
izlemek ve O'nun talimâtına uymak demektir. Aslında Allah'a kul olmak bunu
gerekli kılmakta; O'nun yegâne itâat edilecek İlâh olduğuna, O'nun vahyinin
gerçeğe açılan tek yol olduğuna, O'nun şerî'atının -ve yalnızca bunun- ihtiyaca
cevap verdiğine, faydalı olanı hasıl ettiğine ve adâleti gerçekleştirdiğine,
O'nun vahyine ve şerîatine aykırı olan sistemlerde adâlet, hak ve faydanın
bulunmayacağına... inanmak bunu (O'nun şerîatine uymayı) kaçınılmaz hale
getirmektedir. İslâm'a göre, ilerlemeye ayak uyduramıyor, gelişmeyi takip
edemiyor, çağın esprisine uygun düşmüşyor diyerek İslâm hukukunu uygulamak
istemeyen ve vahye boyun eğmeyi reddeden kimselerin imanları makbul değildir.
İslâm'a göre toplumun menfaati, insanların yalnız kendi akılları ile ortaya
koydukları ilkeler, teoriler, kurumlar ve kanunları bırakıp, bunların yerine,
Kitâb (Kur'an) ve Sünnet'te kendini gösteren, Allah'ın vahyi ve kanununu almakla
gerçekleşecektir. İslâm Anayasa Hukukunda "meşrû'iyet" veya "hukukun üstünlüğü"
şeklinde ifade edilen ilke budur. Bu ilkeye göre devletin işleri, yönetimi,
kararları ve tasarrufları İslâm'a uygun olacaktır. Buna aykırı olduğu takdirde
hükümsüzdür (butlân ile malûldür), herhangi bir hukukî sonuç doğurmaz. İslâm'a
uygun bulunan kısmı dışında bu tasarruflara ve kararlara uymak, mükellefler için
gerekli değildir; "Yaratıcıya ısyan pahasına yaratılana itâat edilemez" prensibi
bu sonucu doğurmaktadır. Hukuk çerçevesi içinde devletin işlerini, çeşitli
makamlarının tasarruflarını, İslâm'a uygunluk bakımından kontrol etmek, aykırı
olanların değiştirilmesini yine hukukî yollardan talep etmek -emr-i bi'l-ma'rûf
nehiy ani'l-münker vazifesinin bir uzantısı olarak- müslümanların hakkı ve
ödevidir. Bu ilke, devleti bütün fonksiyonları ile bağlamakta, "kanun yapma,
adâlet tevzîi, icrâ ve infâz" gibi bütün sahâlarda uygulanması gerekli
bulunmaktadır.
İslâm Hukukunun üstünlüğü veya meşruiyet ilkesini korumak devletin kuruluş
temelini, varlık sebebini teşkil etmekte ve hükûmetlere verilen iktidarların da
meşruiyet vasfını belirlemektedir. Bu sebepledir ki İslâm hukuk âlimleri (fukahâ),
"Devlet başkanının vazifesinin, dini korumak ve dünyayı buna göre yönetmek"
olduğunda birleşmişlerdir. "Dini korumak"tan maksat, meşrûiyet ilkesini korumak
ve gerek ferdler ve gerekse devletin organ ve kurumlarınca bunun uygulandığından
emin olmaktır, bunu sağlamaktır. "Dünya işlerini buna göre yürütmek"ten maksat
da, hayatın her sahâsında şerîatı uygulamaktır.
Devlet ve onun kurumları, "İslâmî meşrûiyet ilkesini" korumak, kendisine tâbi
olanların tamamı tarafından İslâm'ın uygulanmasını ve üstünlüğünün tanınmasını
sağlamak maksadı ile kurulduğuna, iktidâr sahiplerine bu güç, mezkür fonksiyonu
gerçekleştirmeleri için verildiğine göre, her şeyden önce iktidarı elinde
tutanların, bu "İslâm hukukunun üstünlüğü" prensibine bağlı kalmaları
gerekmekte, aksi halde devlet varlık temelini, iktidar da meşrûiyet dayanağını
kaybetmektedir.
Bugün İslâm dünyasının yaşadığı kritik durum kendisini şu tabloda
göstermektedir: İslâm ülkelerinin büyük bir kısmı Allah'ın şerîatını tatbîk
etmemekte, bunun yerine insanların yaptığı kanunları ve müesseseleri koymakta,
buna karşı mezkür devletlerin halkları hükûmetlerinden şerîatın uygulanmasını
istemekte, bunun için ellerinde bulunan imkânlarla mücadele etmektedirler.
Hükûmetler ise şu gerekçelerden birini ileri sürerek mezkür isteğe şiddetle
karşı çıkmaktadırlar: a) Bu şerî'at (İslâm dini ve hukuku) çağın şartlarına
uygun düşmemekte, problemlere uygun çözümler getirememekte, bunun sonucu olarak
da gelişmelere ayak uyduramamakta, ilerlemenin peşinden gelememektedir. b) Bu
şerîat, anlaşılmasını kolaylaştıracak ve hâkimlere uygulamada yardımcı olacak
şekilde kanunlaştırılmamıştır. c) Milli toplumun şartları ve milletlerarası
durum bakımlarından bu uygulamanın henüz vakti gelmemiştir; şartlar uygun hale
gelince hükûmet bu uygulamayı başlatacaktır... İşte bu sebeple, şerîatın
uygulanmasını isteyen halklar ile bunların, uygulamaya karşı çıkan hükûmetleri
arasında bir mücadele sürüp gitmektedir. Bu mücadelenin menfî sonuçları ise
milletin birliğini bozması, çabalarını dağıtması, güvenliğini tehlikeye
düşürmesi, devletin Allah yolunu hakem kılmasına karşı çıkanların şiddet ve
baskı yoluna başvurmalarına, gönüllere korku salmalarına ve masûm insanların
kanlarını akıtmalarına sebep olmasıdır. İslâm ümmetinin yaşadığı problemin
boyutları budur. Bu problem iyi niyetli kimselerin bir araya gelerek pratik
çözümler aramalarını ve İslâm ümmetinin inanç, ahlâk ve hayat nîzamı
bakımlarından İslâm'a tam bir dönüş yapmaları için gerekli plân ve programı
hazırlamalarını kaçınılmaz hale getirmektedir.
Burada, açıklığa kavuşturulması gereken çok önemli bir nokta vardır: İslâm
dünyasının halkları, Kitâb ve Sünnet'in metinlerinde temsil edilen Allah'ın
vahyinden ibâret olan şerîatın uygulanmasını istiyorlar. Çağın problemleri
karşısında yetersiz kaldığını iddiâ ederek buna karşı çıkanlar ise bundan,
ictihad yoluyla şerîattan (Kitâb ve Sünnet'ten) çıkarılmış olan fıkıh hüküm ve
kaidelerini kastediyorlar. Halbuki bu ikisi arasında büyük fark vardır. Şerî'at
Allah tarafından vahyolunmuştur, fıkıh ise müctehidin, bu vahiy ile ilgili
anlayışıdır. Müctehid hatâ da edebilir isâbet de, onun görüşü alınır da alınmaz
da. Bir müctehidin görüş ve ictihadını terkettiğimiz zaman bir başkasınınkini
alabiliriz. Yahut, mesele ictihadlık bir mesele olduğu müddetçe ve ictihad
ehliyetine sahip kimseler bulundukça biz de ictihad ederek yeni çözümler
üretiriz. Elde ettiğimiz ictihâdî görüş ve hüküm, dînî nassın (âyet ve hadîsin)
muhtemel mânalarından biri olduğu müddetçe biz şerîat sınırından dışarı çıkmış
olmayız ve onu, mûteber bir şekilde uygulamış bulunuruz. Şerîat sınırından
çıkmak ancak, nassın; dil kaidelerinin ve dinin gayesinin teyit ettiği "bütün
mânalarını ve ihtimallerini" terketmek suretiyle olur, bu yapılmadıkça şerîate
aykırı davranılmış olmaz.
Birinci Bölüm:
İslâm ülkelerineki hukukî durumun analizi ve İslâm hukukunun uygulanması için
sarfedilen çabaların değerlendirilmesi:
1. Teşebbüsler, çabalar:
İslâm ülkelerinin çoğu halen, İslâm hukukunun genel maksatlarına ve ilkelerine
ters düşen ve çoğu kez ictihada dayalı fıkıh hükümlerine de aykırı olan,
insanlar tarafından yapılmış kanunları ve düzenlemeleri uygulamaktadırlar. Bu
kanunların büyük bir kısmı köklerini, İslâm toplumlarının dışından almakta ve
İslâmî ilkeler, değerler ve talimâtın ikliminde yaşayan müslüman milletlerin
iman ettiklerine aykırı bulunan felsefelere, kavramlara, değerlere, ilkelere,
örf ve âdetlere, tarih ve medeniyete dayanmaktadırlar.
Bazı İslâm ülkeleri, müslüman olmayan toplumlardan aldıkları kanunları tadîl
ederek kendi toplumlarının şartlarına uygun, ihtiyaçlarına cevap verir ve hâkim
bulunan değer hükümleri ile bağdaşır hale getirme teşebbüsünde bulundular. Bu
işi yapmakla görevlendirilen komisyonlar istenen tadilâtı yaparken İslâm
hukukunun bazı ilkelerinden ve teorilerinden faydalandılar, bazı konulardaki
hükümlerini kanun kalıbına soktular, fakat temel ilke ve felsefesi, dayandığı
kavramlar ve tasavvurlar, hattâ düzenlediği hükümler, getirdiği çözümler ve
kullandığı bir kısım terimler bakımından bu kanunlar -bütünü ile- yine beşerî
(vahiyden bağımsız insan aklı ile yapılmış) kanunlar olmaya devam ettiler. Bunun
üzerine yeni bir çağrı başladı: İslâm hukukunun tam ve kâmil mânada uygulanması,
bundan çıkan ictihad fıkhının kanun kalıbına konulması ve toplumun bu uygulama
için hazırlanması yönünde çaba harcanması... Bu çabaları da şu maddelerde
toplamak mümkündür:
a) Şerî'atın yüceliğini, üstünlüğünü; ümmetin menfaatini gerçekleştirme,
toplumun ihtiyacını karşılama, İslâm toplumlarının karşılaştığı hukukî
problemlere en uygun çözümleri sunma konusundaki gücünü ortaya koymak üzere,
diğer sistemler ile İslâm hukuku arasında mukayeseli araştırmalar yapacak özel
fakülteler ve İslâm üniversiteleri kurmak. Bu üniversitelerin en yenileri,
Afrika'da Uganda ve Nijerya'da kurulan üniversitelerdir. Afgan mücâhidlerinin,
Pakistan'ın Peşaver şehrinde kurdukları Dâvet ve Cihad Üniversitesini de bu
arada zikretmek gerekir.
b) İslâm ekonomisini mukayeseli olarak incelemek, hayatın önemli sâhalarından
biri olan mal ve ekonomi sâhasında da İslâmın yeterliğini teyit etmek, devletin
kurumlarında, bankalarda ve yatırım şirketlerinde, mal ve ekonomi konularında
İslâm nizamını uygulayacak yeterlikte kişileri yetiştirmek üzere müstakil
fakülteler, enstitüler ve bölümler kurmak. Mekke-i Mükerreme'de Ummu'l-Kurâ
Üniversitesinde bulunan Ekonomi Bölümü, Riyad'daki İmam Muhammed b. Su'ûd
Üniversitesinde kurulan Ekonomi Bölümü ve diğerleri bunlardandır. Pakistan
iktisâdî düzenini ve ticârî bankalarını tam olarak İslâm'a uygun hale
getirdikten sonra İslâmâbad'daki Milletlerarası İslâm Üniversitesi, İslâm
iktisadı araştırmalarının önemini ve halkın, iktisâd ilmine tahsis edilmiş bir
fakülteye ihtiyacını idrâk ederek bunu gerçekleştirdi. Mezkür Fakültenin
programı, yeni ekonominin bütün dallarını en yüksek seviyede inceleme ve
araştırma konusu edinirken bunun yanında İslâm'ın iktisâdî ve mâlî nizâmını,
bunun devlet, bankalar, yatırım şirket ve kuruluşları seviyesindeki pratik
uygulamalarını etüd etmektedir. Bu fakültenin programları, bu yönte atılmış öncü
adımlar sayılmaktadır. Mezkür Fakülte bakalorya, master ve doktora dereceleri
vermekte, buradan mezun olanlar devletin çeşitli sektörlerinde, bankalarda ve
diğer kuruluşlarda kılavuz olarak görev yapmaktadırlar.
c) İncelediği, fetvâ verdiği ve çözümler sunduğu konularda âlim ve uzman olan
kişileri toplayan özel fıkıh akademileri kurmak. el-Ezher bünyesinde kurulmuş
bulunan "İslâm Araştırmaları Merkezi", Dünya İslâm Birliği bünyesinde kurulmuş
bulunan "İslâm Hukuk Akademisi", Ciddi'de, İslâm Konferansı Teşkîlatı bünyesinde
kurulan "İslâm Hukuk Akademisi bunun örnekleridir. İslâmâbâd'daki Milletlerarası
İslâm Üniversitesi bünyesinde, Pakistan'da ve diğer İslâm ülkelerinde ihtiyaç
duyulan ilmî konularda araştırma yapan bir "İslâm Akademisi" daha vardır; burada
yirmiden fazla araştırmacı devamlı olarak çalışmaktadırlar.
d) İslâm ülkelerinde, genellikle fıkıh konusunda, özellikle de fıkhın belli
dallarında ve meselelerinde inceleme ve araştırma yapmak üzere çok sayıda
araştırma merkezleri, grupları ve fetvâ dâireleri kurmak. Küveyt'teki "Zekât
Araştırmaları Meclisi" bu çeşit kuruluşların bir örneğidir. Bu kuruluşlar,
çağdaş problemlerle ilgili olup, şerîatın kanunlaştırılmasına ve uygulanmasına
yardımcı olacak, bunları kolaylaştıracak birçok değerli araştırma yapmış ve
neşretmişlerdir.
e) İslâm'ın bir düzen olarak uygulanması yönünde yaşanan uyanışın en önemli
göstergelerinden biri de, özellikle İslâm ekonomisi araştırmaları ile meşgul
olan merkezlerin kurulmasıdır. Bu araştırmalar, İslâm ülkelerinde yaygınlaşmaya
başlayan İslâm bankaları ve diğer İslâmî-mâlî kurumlar için, ilmî ve pratik
olarak yol gösterici, çok değerli servetler mahiyetindedir. Mezkür İslâmî kurum
ve kuruluşlar, İslâm milletleri tarafından büyük bir kabul görmekte, bazı
hükûmetler tarafından teşvik edilmekte ve desteklenmekte, milletlerarası
bankacılık sistemince de takdirle karşılanmaktadır. Bu merkezlerin en önemli iki
tanesi Kahire'de, el-Ezher'e bağlı olarak kurulmuş bulunan "Sâlih Kâmil İktisâdî
Araştırmalar Merkezi" ile Cidde'de Melik Abdulazîz Üniversitesine bağlı bulunan
ve aynı adı taşıyan araştırma merkezidir. Şeyh Sâlih Kâmil, İslâmâbâd'daki
Milletlerarası İslâm Üniversitesinde bir üçüncü merkez kurmak istediğini
bildirmiştir; adı geçen Üniversite'de hâlen mevcut olan Merkez, kurulacak olanın
şûbesi ve çekirdeği olacaktır.
f) Son zamanlarda ilmî konferanslar, seminerler, araştırma gurupları, çalışma
komisyonları dikkat çekecek ölçüde çoğaldı; bunların araştırmaları, İslâm
Hukukunun önemli konularını çerçevesine aldı, bu çalışmalara ve toplantılara,
İslâm din ve hukuk âlimleri yanında, konularında uzman olan birçok kişi katıldı.
Bütün bu faaliyetler, hayırlı bir geleceğin müjdesidir, İslâm ümmetinin
problemlerini araştırmak, bunlara Kitâb ve Sünnet'ten çözümler üretmek
bakımından da rehberlik fonksiyonu îfa eden bir başlangıçtır. Mezkür ilmî
toplantılar ve çalışmalar, İslâm'ın hayata uygulanması ile ilgili önemli
noktalara temas eden, İslâm hukukunun hükümlerini ve kaidelerini toplayarak
kanunlaştırmak isteyenlere yardımcı olan ve bu hukukun uygulanmasına
çağıranların işlerini kolaylaştıran büyük bir araştırma serveti/birikimi ortaya
çıkarmıştır.
Anılan ilmî çalışma ve toplantılarda, bir takım özel ve detay mahiyetinde
meseleleri tartışma, ele alınan problemlerle ilgili olarak pratik ifadeler ve
uygulamaya yönelik çözümler üretme temâyülünün hasıl olduğu da görülmektedir.
g) İslâm'ın toplum hayatında uygulanması ile ilgili bulunan ve bu uygulamanın
gerçekleşebilmesi için ön şart mahiyetinde olan konularda kitaplar ve akademik
çalışmalar üretme temâyülü. İslâm Devletinin siyâsî rejimini, şûrâ prensibini,
hükûmetin şeklini, İslâm Anayasa Hukukunda hukukun üstünlüğü ve meşrûiyet
nazariyesini, İslâm devletinin kazâî ve mâlî düzenini ele alan, konu edinen
lisans üstü çalışmalar ve tezler, kezâ İslâm hukukunun dallarından cezâ hukuku,
borçlar hukuku gibi hukukların belli meselelerini, diğer sistemlere nisbetle
üstünlüğünü ortaya koymak ve dünyanın maruz kaldığı problemleri âdil bir şekilde
çözme kabiliyetini açıklamak üzere mukayeseli metodla inceleme konusu edinen
tezler bu nevi çalışmaların başlıca örnekleridir. Bu tezler ve getirdikleri ilmî
sonuçlar, İslâm hukukunun ilmî ve işlenmiş esaslar dahilinde kanunlaştırılmasına
yardım edecektir.
h) İslâm dünyasının kalkınma ve gelişme hedeflerine hizmet etmek üzere
tasarrufları toplamak ve yatırımlara sevketmek konusunda İslâm'ın hüküm ve
kaidelerini uygulayan İslâmî bankaların ve mâlî müesseselerin kurulması. Bu
bankaların ve kurumların başarıları, insanların gönlünde, İslâm'ın, menfaatleri
gerçekleştirme ve en önemli, en kritik bir sâhada, mal ve ekonomi alanında,
ihtiyaçlara cevap verme gücü ile ilgili inançlarını pekiştirdi.
ı) İslâm milletlerinde, her sâhada İslâm'ın uygulanmasının ve hayatı
yönlendirmesinin gerekliliği şuûrunun artması, minberlerde, toplantılarda,
sendikalarda, birliklerde bu uygulama çağrılarının yapılması, hayatın bütün
sahâlarında Allah'ın yol ve yöntemini uygulayacak olan bir İslâmî devletin
kurulması için isteklerin seslendirilmesi, basının ve diğer bilgi iletme
araçlarının bu konudaki rollerinin belirgin hale gelmesi.
i) Bir yandan İslâmî hükûmetler aracılığı ile, diğer taraftan bazı İslâmî
araştırma merkezleri ve kurumlarının teşebbüsleri ile İslâm hukukunun
kanunlaştırılması ve ictihad fıkhının kanun kalıbına sokulması yönünde yapılan
teşebbüsler.
j) Halen uygulanmakta olan yabancı kaynaklı kanunların, İslâm hukukunun genel
prensipleri ve umumi nazariyelerinin ışığında gözden geçirilerek tadîl edilmesi
için yapılan teşebbüs ve çalışmalar ve bazı konularda bunların tamamından
faydalanma vâkıası.
k) Fıkhın kanun kalıbına sokulması ve resmen kanunlaştırılmasından sonra,
Pakistan ve Sûdan'da olduğu gibi uygulamaya geçirme teşebbüsleri.
2. Bu uyanış ve çabalar karşısındaki tepkiler:
Gerek İslâm ülkelerinde ve gerekse diğerlerinde, bu uyanışa karşı bir takım
tepkiler doğmuş, bu cümleden olarak İslâm hukukunun uygulanacağına inananların
imanları artmış, bunlar, İslâm milletlerinin, hayatın her sahâsında Allah'ın
yolunda yürüyecekleri konusundaki ümitlerinin gerçekleşeceği günlerin iyice
yaklaştığını anlamış ve sevinmişlerdir; buna karşı, mezkûr uygulamayı
istemeyenlerin de sertlik ve inatları katmerlenmiştir. Bu karşılıklı hal ve
tavır bilhassa kendini şu sâhalarda göstermiştir:
a) Bazı hükûmetler, İslâm hukukunun uygulanmasına taraftar olanlara karşı
düşmanca bir tavır almış, İslâm'a dönüş bayrağını taşıyanların niyetleri
konusunda zihinlere şüphe sokmuşlar, bazı İslâmî hareketleri, millî birliği,
toplumun barış ve güvenliğini tehdit eden, bunlara karşı tehlike oluşturan bir
düşman hareket saymışlardır. Bu hareketlere mensup bulunan bazı kimselere isnad
edilen şiddet ve terör olayları da yukarıdaki tavıra yardımcı olmuştur.
Çeşitli İslâm ülkelerinde, İslâm hukukunun uygulanmasını isteyenler, uygun
durumlarda birçok defa, her türlü terör ve şiddet aracını kesin olarak
reddettiklerini açıkça ifade etmişler, İslâm hukukunu uygulamanın (bizzat İslâm
hukukunun), İslâm adına teröre ve şiddete başvuranların yollarını kestiğini,
buna cevaz vermediğini, müslümanlığın bunlardan beri olduğunu beyan etmişlerdir.
b) "Dinde siyâset, siyâsette din yoktur" sloganını yeniden ele almışlar, "dini
devletten ayırma" parolasını canlandırmışlar, İslâm devletini kurmak
isteyenleri, dini siyasete âlet etmek ve dini istismar etmekle suçlamışlar,
millî meclislerde bunları, halkın pek azını temsil eden bir muhâlefet olarak
değerlendirmişlerdir.
c) İslâm ülkelerinde bazı kitle iletişim araçları, İslâm hukukunu uygulama
çağrısına şiddetle karşı çıkmışlar, karşı hamleler düzenleyerek İslâm'ın büyük
gerçekleri konusunda insanları şüpheye düşürme, ebedî değerlerini küçümseme,
çağın rûhuna uymadığı gerekçesine dayanarak İslâm hukukunun uygulanmasına açık
veya kapalı bir üslûp ile karşı çıkma yolunu tutmuşlardır. İslâm hukukunu
uygulama çağrısı ne zaman güçlense, bazı ülkelerdeki kitle iletişim araçları
hemen harekete geçmekte, "basın hürriyeti ve tenkit hakkı adına İslâm'a hücum
etsinler, gerçeklerini tersyüz eylesinler" diye kapılarını, İslâm düşmanlarına
ve onun hükümlerini bilmeyenlere açmaktadır.
d) Hukuk adamları, İslâm hukukunun uygulanması karşısında -en yumuşak bir
vasıflandırma ile- menfî diyebileceğimiz bir tavır içine girmişlerdir. Halbuki
İslâm milletleri, İslâm hukukunun, diğerlerine nisbetle üstünlük ve kemâlini,
çağın insanlarının problemlerine en âdil çözümleri sunma konusundaki
yeterliğini, onların, başkalarından daha iyi bildiklerini, bu hukuku
kanunlaştırma, açıklama ve uygulama konusunda başkalarından daha becerikli
olduklarını göz önüne alarak, onlardan, bu harekete öncülük etmelerini
beklemektedirler.
e) Mevcut hukuk adamları yanlış bir anlayış içine düşmüş, İslâm hukukunun
uygulanması işinin; kanunlaştırma, adâlet tevzîi, kitap yazma ve hukuk okutma
konularını yalnızca din âlimleri ile fıkıh hocalarının üslenmesi ile
gerçekleşeceğini zannetmişlerdir. Bu da -onlara göre- beklenen iyi sonuçları
vermeyecektir. Halbuki bu anlayış doğru değlidir. İslâm ülkelerindeki hukuk
adamları ve adliye mensupları, eşi bulunmaz bilgi ve deneyim birikimine
sahiptirler; İslâm hukukunu kanun kalıbına koyma, bu kanunları açıklama ve kazâ
sâhasında uygulama konularında onlardan müstağnî kalmak mümkün değildir. Çünkü
yapılacak olan bu kanunlar, İslâmî içerikli olacak ise de hükümleri yeni bir
kaynaktan alınan her yeni kanun gibi, çağdaş hukuk dili ile yazılacak ve ifade
edilecektir.
f) Daha önce iktisad âlimleri de, İslâm ekonomisi, bankaları ve mâlî
müesseseleri karşısında aynı tavrı takınmışlar, hattâ ayrı (müstakıl) bir İslâm
ekonomi sisteminin varlığını inkâr etmişler, faizi temel olarak kabul etmeyen
bir banka sisteminin kurulamıyacağını kesin olarak söylemişlerdi. Sonra bu
zevât, çok geçmeden İslâm iktisadına dönüş hareketinin yöneticileri olmuşlar,
araştırmaları ile bu denemeye yol göstermişler ve İslâm bankaları ile mâlî
müesseselerinin kuruluşunda rehber rolü oynamışlardır. İslâm iktisadının
ilkelerini tesbit etmek üzere yapılan konferans ve seminerler bu zevâtın
omuzlarında yürümüştür. İslâmî çözümler bulmak üzere en önemli iktisadî
problemleri ele alan ilmî toplantılara ve çalışmalara İslâm âlimleri de
katılmışlardır (iktisatçılarla işbirilği yapmışlardır). Borçların, alacakların,
ücretlerin ve maaşların fiat artışlarına bağlı hale getirilmesi konusunda,
Milletlerarası İslâm Üniversitesi İslâm İktisad Enstitüsü ile İslâm Kalkınma
Bankasının, Cidde'de ortaklaşa düzenledikleri seminer, keza müdârebe şirketi
senetlerinin mahiyeti ve bu şirketlerde kâr ile sermayenin tazmini (garanti
edilmesi) konusunda, İslâm Konferansına Bağlı Fıkıh Akademisi ile yine İslâm
Kalkınma Bankası'nın ortaklaşa düzenledikleri seminer ve benzerleri burada örnek
olarak zikredilebilir.
İkinci Bölüm
A- İSLÂM HUKUKUNUN KANUNLAŞTIRILMASI
VE UYGULANMASI:
1. Şerîat ve Fıkıh:
Şerîat, Allah Teâlâ'nın Peygamberine indirdiği ve O'na, halka teblîğ etmesini
emrettiği vahiydir. Vahiy de iki kısımdır: a) Allah nezdinden, lâfzı ve mânası
ile gelen ve insanların benzerini yapmaktan aciz bulundukları Kur'ân-ı Kerîm
demek olan "mevlüt vahiy". b) Hz. Peygamber'in, söz, fiil ve tasviplerinden
ibâret bulunan Sünnet mânasında "mevlüt olmayan vahiy". Sünnet'in mânası
Allah'tan, lâfzı (ifadesi, sözü) Hz. Peygamber'dendir ve Kur'ân-ı Kerîm'i
açıklama maksadına yöneliktir. Allah Teâlâ "Kendilerine indirileni insanlara
açıklaman için sana zikri (Kur'ân'ı) gönderdik" (Nahil: 16/44) buyurarak O'nun
bu vazifesini açıklamıştır. Buna göre, Kitâb ve Sünnet'in metinleri (nin
doğrudan getirdiği hükümler) şerîattır; bunlar sâbittir değişmez, devamlıdır yok
olmaz, vahyin kesilmesi ve dinin tamâmlanmasından sonra korunmuştur,
değiştirilemez ve bozulamaz. "Kur'ân'ı indiren biziz biz, onu koruyacak olan da
biziz biz." (Hicr: 15/9)
Fıkıh, müctehidlerin, ictihad kaideleri ve hüküm çıkarma usûlüne dayanarak Kitâb
ve Sünnet'ten çıkardıkları hükümler ve kaidelerdir. İctihad usûl ve kaidelerini
de, "dini gönderenin maksadını anlamak ve iki kaynağın dili olan arapçayı
bilmek" şeklinde özetlemek mümkündür. Buna göre fıkıh, müctehidlerin şerîat
konusundaki anlayışları ve onun mânasına yönelik görüşleridir. Kitâb ve
Sünnet'in belli bir nassı (metni) üzerine müctehidlerin anlayış ve ictihadları
farklı ve birden fazla olabilir. Allah Teâlâ kolaylık olsun diye böyle murad
etmiş, naslarda buna uygun bir üslûb kullanmıştır... Müctehide göre şerîatın
hükmü, naslardan anladığı ve çıkardığı mânadır. Müctehid olmayana göre
(mukallide göre) şerîatın hükmü ise, müctehidlerin anladığı mânalardan biridir.
Müctehid ictihadını terkederse şerîattan dışarı çıkmış olur, mukallid ise mesele
ile ilgili bütün ictihadları terkederse şerîattan dışarı çıkmış olur; bunlardan
herhangi birini uyguladığı müddetçe şerîati uygulamış sayılır...
Şerîat ve fıkhın tariflerinden de anlaşıldığı üzere biz, şerîatın kanun kalıbına
sokulmasından bahsederken bundan Kitâb ve Sünnet'in naslarını kastetmiyoruz;
usûlüne göre ictihad edilerek bunlardan çıkarılan fıkhı kastediyoruz.
2. Kanunlaştırmanın (taknînin) mânası:
Kanunlaştırmadan maksat, ictihad ile üretilmiş bulunan fıkhı, hâkimlerin kolay
anlayıp uygulayabilecekleri bir kalıba sokmaktır. Bu da, onu maddeler veya
mücerret kaideler haline getirmek ve beşerî kanunlarda olduğu gibi dallara
ayırmak suretiyle yapılacaktır. Bu iş de zarurî olarak, maddenin ihtiva ettiği
konuda, varsa belli bir ictihadî görüşü benimsemeyi, yoksa hükmün ictihad
yoluyla elde edilmesini gerektirmektedir.
3. Kanunlaştırmanın metodu:
Fıkhı, kanun kalıbına ve şekline sokma mânasındaki kanunlaştırma iki şekilde
yapılabilir:
a) Sahâbe, tâbiûn fukahâsı ile -meşhur olmasa bile- mezhebi olan müctehidlerin
ictihadları araştırılıp derlenir, sonra bunlardan -her meseleye göre uygun olan-
biri seçilir, kanun maddesi haline sokulur. Bu seçimin esasını, seçilen
ictihadın delilinin güçlü olması, toplumun menfaatlerini (mesâlihini)
gerçekleştirmeye, ihtiyaçlarını karşılamaya, içinde bulunduğu siyâsî, iktisâdî,
ictimâî, medenî ve kültürel şartların ışığında problemlerini çözmeye kadir
olması teşkil eder. Hükmü kanunlaştırılmak istenen hâdise ictihâd sâhasına
girdiği ve ictihadın mûteber bir delili bulunduğu müddetçe, bunun meşhur
mezheblerden birinin veya birkaçının imamına ait olup olmaması önemli ve gerekli
değildir. Yukarıda söylediğimiz gibi, toplumun içinde bulunduğu şartlara göre
ihtiyacına cevap verdiği, menfaatini gerçekleştirdiği ve usûlüne göre yapılmış
olduğu takdirde, tercih edilen ictihad, buna karşı olanlara göre zayıf ve
şâz(94) da kabul edilmiş olabilir. Şüphesiz bizim burada bir ölçü olarak
zikrettiğimiz menfaat (maslahat), dinin mûteber gördüğü bir menfaati koruyan,
yahut nasların ifade ettiği kötülükler cinsinden bir kötülüğü ve zararı ortadan
kaldıran, bu sonucu doğuran menfaattir... Şâri'in (Allah'ın) dînî hükümlerden
maksadının ne olduğu, birçok âyet ve hadîsin ortak ifadesinden anlaşılır.
Nasların da -yukarıda zikredildiği üzere- birden fazla mâna ve ihtimali
bulunabilmektedir. Bir ictihad, bu mâna ve ihtimallerden birin yakaladığı
müddetçe mûteberdir...
Dînî bir nas (âyet veya hadîs metni) tek bir mâna ve hükmü ifade ediyor, başka
bir mânaya gelmiyorsa -ki Usûl âlimleri teknik bir terim olarak ancak buna nas
derler- bu tek mâna ve hükme uymak, bunu aynen almak gerekir. Eğer metnin birden
fazla mânası varsa ve bunlardan hangisinin tercih edileceği konusunda fukahânın
ictihadları da farklı ise mukallide göre bu mânalardan herhangi biri dinin
hükmüdür. Müctehide göre de, hangisini tercih etmiş ise dinin hükmü odur. Bu
mânalardan tamamını ihmal etmek, ve bunların dışına çıkmak, dînî hükmün dışına
çıkmak demek olur.
İslâm hukukunu kanunlaştırma tasarılarının büyük bir kısmı bu metodu
uygulamışlar, müctehidlerin görüşleri içinde, toplumun şartlarına en uygun
olanınını, ihtiyaca en iyi cevap verenini tercih etmişlerdir. Bizim de tercih
ettiğimiz, İslâm'ın rûhuna, maksatlarına ve genel prensiplerine uygun bulduğumuz
metod budur. Kitap ve Sünnet'in ihtiva ettiği vahiy mânasındaki şerîatı, sahâbe,
tâbiûn ve onlardan sonra gelen, mezhebleri -meşhur olsun olmasın- bize
nakledilmiş bulunan müctehidlerin görüş ve ictihadlarının bütünü temsil
etmektedir. Belli bir okulun, mezhebin, muayyen bir müctehidin ictihadı, yorum
ve anlayışı ise bu şerîatın bütününden bir parçayı temsil etmektedir. İşte bu
anlayış ve kanunlaştırma metodu güçlüğü ortadan kaldırmakta, şerîatı hayatına
uygulayan topluma, menfaati temin ve zararı ortadan kaldırma konusunda kolaylık
sağlamaktadır.
b) İkinci metod, belli bir müctehidin veya mezhebin fıkhını (ictihadlarınının
bütününü) kanun kalıbına sokmak ve İslâm hukukunun bütün dallarında, yahut belli
bir dalında buna bağlı kalmaktır. İmam Mâlik'in, yahut Ebû-Hanîfe'nin, yahut
Şâfiî'nin, yahut da Ahmet b. Hanbel'in mezhebini kanunlaştırmak, bu mezhebin
sahibinden, öğrencilerinden nakledilen görüşler ile daha sonra gelenlerin bu
görüşlere bina ederek çıkardıkları hükümler arasından, ihtiyaca cevap veren ve
menfaati gerçekleştirenleri seçmek de bu metodun uygulanışına örnektir. Meselâ
Mısır'da miras, vasıyet ve aile hukukları bu metod ile kanunlaştırılmış,
genellikle hanefî mezhebi esas alınmış, bazı meselelerde de başka mezheblerin
görüşüne başvurulmuştur. Bazı ülkelerde ise İslâm hukukununun rûhundan uzak,
fukahânın ictihad metodlarında delili bulunmayan hükümlerin benimsendiği
olmuştur.
Halkının, ibâdet hayatlarında benimsedikleri, ictihad usûlüne razı olup
görüşlerine bağlandıkları bir mezhebin ictihad ve görüşlerini benimseme ve
kanunlaştırma konusunda, herhangi bir ülkeyi engelleyecek bir durum ve delil
yoktur. Bütün hukuk dallarında, yahut ceza hukuku, borçlar hukuku gibi belli bir
dalda, bu mezhebin ictihadları kanun haline getirilebilir. Ancak bu metodla
kanunlaştırmada, şerîatın genel maksatlarının gerektirmediği ve umumî
prensiplerinin doğurmadığı bir güçlük ve daraltma vardır. Bazen öyle bir hâdise
meydana gelir veya mesele ortaya çıkar ki, belli mezheb sahibinin veya
öğrencilerinin bu konuda geçmiş bir ictihadları bulunmaz, mezheb sahibinin
(imamının) verdiği fetvâları örnek alarak yeni meselenin hükmünü çıkarmak da zor
olabilir. Bazen de bir mesele hakkında mezheb imamının fetvâsı bulunur da, belli
şartlarda menfaatin celbi, mefsedetin def'i maksadını temin edemez. Meselâ belli
zamanlarda, muayyen bir bölgede kadınlar, kendilerinden, kısas hakkına vâris
olan çocuk sahibi oldukları kocalarını, suikast ve tertiplerle öldürmeye
başlarlar ve bu suç gittikçe artabilir; çünkü bazı müctehidlere göre çocuğunu
öldüren kadın -çocuğu sebebiyle anaya kısas uygulanamaz kaidesince- kısas
edilmez; kezâ babasını öldürdüğün için anasına uygulanacak kısas cezasını talep
hakkı çocuğa ait olduğundan -ve çocuk, anasına kısasın uygulanmasını talep
edemez kaidesince- çocuk kısası isteyemez ve kocasını öldürmüş bulunan kadına bu
yüzden kısas cezası uygulanamaz. İmdi bu mefsedeti (kötü durumu, suçu) ortadan
kaldırabilmek için, mezkür suçu âdî katil (bilinen öldürme) suçu saymayan,
haydutluk (hirâbe) sayan ve bu sebeple cezanın kısas değil, had olduğunu ileri
süren müctehidlerin görüşünü almak ve bunu kanunlaştırmak gerekir; bu takdirde
benzer olaylarda, "çocuğu öldürme suçundan ana-baba kısas edilemez" hükmü
uygulanmaz.
4. İslâm hukuku nasıl kanunlaştırılmalıdır?
a) Kanunlaştırma işini yapanlar (fıkıh hükümlerni kanun kalıbına sokanlar)
arasında şu vasıfta kişiler bulunmalıdır:
aa) Fıkıh kitaplarında neyin nerede olduğunu, keza müctehidlerin hüküm çıkarma
metodlarını ve ictihad usullerini bilen, geçmiş müctehidlerin, üzerinde ictihad
yapmamış oldukları yeni meseleler ve olayların hükümlerini, ictihad ederek
çıkarmaya muktedir bulunan İslâm hukuk âlimleri.
ab) Kanunlaştırma usûlünü bilen, hükümleri kanun kalıbına koyma konusunda
deneyimleri bulunan, toplumun hukukî meseleleri ve problemleri konusuna eğilmiş
bulunan modern (beşeri) hukuk mensupları.
ac) Kanunlaştırma yapılacak sâhada; meselâ ticaret hukukunda, kıymetli evrak
hukukunda, ceza, idâre, borçlar gibi dallarda, bankacılık veya deniz
hukukunda... en üst seviyede uzman olan kişiler. Böylece, her dalda uzman olan
kişileri bu faaliyete çağırmak, onlarla danışma yapmak, bilgi ve deneyimlerinden
faydalanmak gereklidir.
b) Hazırlanan kanun tasarısı, İslâm hukuk hükümlerini doğru bir şekilde temsil
etmelidir. Bunun için de mezheblere ait fıkıhlar ile mukayeseli fıkhın
kaynaklarını, Kitap ve Sünnet'in fıkhını, tefsir kitafları ile hadîs şerhlerini,
hükmü kanunlaştırılmak istenen mesele üzerinde yapılmış bütün ictihadları tesbit
etmek üzere, büyük bir dikkatle taramak ve incelemek gerekir. Sonra usûlüne göre
yapılmış olmak şartıyle bu ictihadlardan, belli şartlarda toplumun ihtiyacına en
iyi cevap vereni ve toplum menfaatini en iyi bir şekilde gerçekleştireni seçmek
üzere bir araya getirmeli ve yazmalıdır. Nihayet kanunun açıklamalı
gerekçesinde, tercih edilen ictihad, bunun sahibi ve kaynağı titizlikle
kaydedilmelidir.
c) Hukukun âile, borçlar, şirketler, ceza gibi dallarından birini kanunlaştıran
ilgililer, şerîatın genel kaidelerini ve maksatlarını göz önüne almalı, parça
ile bütün arasında ilişki ve denge kurmalıdırlar. Çünkü bir hukuk dalını, diğer
dallar ile ilişkisine, şerîatın genel maksat ve kaideleri karşısındaki durumuna
bakmadan kanunlaştırmak, beraberinde birçok çelişkiler, hatalar ve
tutarsızlıklar getirecektir.
Belli bir mezhebe bağlı kalmaksızın, İslâm fıkıh mezheblerinin tamamından seçme
yoluyla belli bir hukuk dalını kanunlaştıran hükümler ile aynı şekilde bir başka
hukuk dalını kanunlaştıran hükümler arasında da çelişki bulunmayacak, düzen ve
denge bulunacaktır. Bu konuda geniş bilgileri olan şerîat ulemâsının
kanunlaştırma faaliyetine katılmaları, bu maksadı temine yöneliktir ve bunu
tekeffül etmektedir.
5. Kanunlaştırma zarûreti
ve buna karşı olanlar:
Bazı çağdaş âlimler, İslâm hukukunun kanunlaştırılması konusuna şüpheler sokmuş,
bunun taraftarlarının niyetleri hakkında suizan yolunu açmış ve onlara karşı
çekingen bir tavır içine girmişlerdir. Bazıları, buna ek olarak, İslâm hukukunun
kanunlaştırılmasına ihtiyaç ve zaruret bulunmadığını ileri sürmüşler ve bu
iddiâlarına delil olmak üzere şu düşüncelerini şöyle ifade etmişlerdir:
a) Allah Teâlâ bizi, şerîatına uymak ve hükmünü uygulamak ile yükümlü kılmıştır.
Onun şerîatı Kitap ve Sünnettir. Kanunlaştırma, belli bir ictihadı alıp
insanları buna bağlı kılmak ve ona aykırı davranmayı yasaklamak mânasına gelir
ki, bu caiz değildir.
b) Râsulullah (s.a.) ile O'ndan sonra gelen halîfeler, vâlîler (ülü'l-emr)
şerîatı; yâni Kitap ve Sünneti uyguladılar; ancak tayin ettikleri hâkimleri,
belli bir mezhebe bağlı kılmadılar, insanları, hem kazâda hem de hukukî
hayatlarında cebren uygulayacakları bir "belli mezhebi veya ictihadları
kanunlaştırma" hareketine çağırmadılar. Hatta bazı halîfelerin tekliflerine
rağmen müctehid imamlar, halkın, mezheblerini uygulamaya cebredilmesi fikrine
karşı çıktılar ve bu davranışlarının sebeplerini açıkladılar.
c) İslâm dünyasında, Suûdî Arabistan gibi, İslâm hukukunu uygulayan ülkeler var,
fakat bu ülkelerde şerîat kanun haline getirilmemiştir, buna rağmen hâkimler ve
halk, bu konuda bir problemle karşılaşmamış, güçlüğe maruz kalmamışlardır; şu
halde, şerîatı uygulamak için onun hükümlerini kanun kalıbına sokmaya gerek
yoktur.
d) İslâm dünyasında, Pakistan'da olduğu gibi, daha başka denemeler de vardır;
Pakistan'da hâlâ birçok sâhada beşerî kanunlar uygulanmaktadır, bunun yanında,
kanun yapmaksızın, kazâ (mahkemeler) yoluyla İslâm hukuku uygulanmaktadır.
Pakistan'da son günlerde yapılan bir anayasa değişikliğine göre yüksek mahkeme
üyeleri, kendiliklerinden, şerîat hükümlerine aykırı olan kanunları ele alıp
butlânına hükmetmek (bunları iptal etmek) ve hükûmete, bunları şerîat
hükümlerine uygun hale getirmesi için belli bir müddet tanımak hakkına sahip
olmuşlardır. Bu müddet içinde mezkür kanunlar değiştirilmez ise hükümsüz hale
gelmekte, hukukî bir sonuca kaynak olamamakta ve vatandaşları bağlama vasfını
kaybetmektedir.
e) Aynı anayasa değişikliği, vatandaşlara da, yüksek mahkeme nezdinde amme
dâvası açma, belli bir kanunun veya maddenin, İslâm hukukuna yakırı olduğu için
iptalini isteme hakkını getirmiştir. Bu durumda mahkeme, ilgili maddenin
gerçekten şerîata aykırı olup olmadığı konusunda uzmanların görüşlerini aldıktan
sonra, butlânına karar verme ve gerekli değişikliği yapması için ilgililere
belli bir müddet tanıma hakkına sahiptir. İlgili cihet ağırdan alır, yahut ihmal
eder de müddet dolarsa kanun hükümsüz hale gelmekte, hukukî etkisi ortadan
kalkmaktadır.
f) İslâm hukukunun (ictihadların) yukarıda zikredildiği gibi kanun kalıbına
sokulması, kanunlaştırılması ve hâkimlerin bunlarla hükmetmelerinin mecburi hale
getirilmesi bazı menfî sonuçlar da doğurmaktadır. Meselâ bir kanun, başta
yapılırken nazarî olarak uygun görüldüğü halde, hâkim, bazı özel durum ve
şartlarda, kanunlaştırılan ictihadın adâleti gerçekleştirmediğini, toplumun
değerlerini koruyamadığını ve bazı kötülükleri ortadan kaldıramadığını tesbit
edebilir. Halbuki bu durumda hâkim, bizzat ictihad edebiliyorsa kendi
ictihadının, buna ehil değilse kanunlaştırmada tercih edilmeyen diğer
ictihadlardan birinin (ve böylece şerîatın) uygulanmasının ve hükmün buna göre
verilmesinin maksada daha uygun olduğunu görebilir. İşte bu takdirde hâkimi
serbest bırakmak şerîatın maksadına daha uygun düşecek, onun menfaati celbetme
ve zararı ortadan kaldırma prensibini daha iyi bir şekilde gerçekleştirecektir.
Cevap:
Bu şüphelerin temelsiz ve hükümsüz olduğu apaçık ortada olan bir gerçektir.
Şerîatı kanunlaştırmaktan korkma ve korkutmanın hiçbir meşru dayanağı yoktur.
Şerîatı uygulama alanına sokabilmek için kanunlaştırmak kaçınılmaz bir zaruret
haline gelmiştir. Şöyle ki, Allah Teâlâ Peygamberine, insanlar arasında adâlet
ve hak ile hükmetmesini, hükmünü, Allah'ın indirdiği vahye göre vermesini,
kendisine getirilen dâvaları çözerken Allah'ın emir ve tavsıyesinin dışına
çıkmamasını emretmiştir. Rasûlullah (s.a.) insanların içinde vahyi en iyi
bilendir, O'nun yine vahiy mahsûlü olan Sünneti de Kitâb'ın şerhi ve açıklaması
mahiyetindedir. Belli bir ictihadı tercih etmek, bunu kanun kalıbına sokmak ve
insanları bununla bağlı kılmak Peygamberimizin çağında bir vâkıa ve mesele
olarak ortaya çıkmamıştır. Bundan sonra Halîfeler ile diğer hâkim ve
idarecilerin çağı geldi, bu çağda hâkimler, kendilerine gelen dâvaların hükmünü
çıkarmak ve taraflar arasında uygulamak için şerîatın ana metinlerine (naslara)
bakma ve bunlar üzerinde ictihad etme kudretine mâlik idiler. Usûlde kesin
olarak kabul edilen bir kaideye göre müctehidler, kendi ictihadları ile
hükmederler, onların, başkalarına ait ictihad ile amel etmeleri caiz değildir.
Şu halde, o çağlarda, hükümleri kanun kalıbına sokmak suretiyle kanunlaştırma
yoluna gitmenin ve hâkimleri de bunlarla bağlı kılmanın gereği ve yeri yoktu;
çünkü müctehidin, başkasına ait ictihad ile amel etmesi caiz değildi. Ayrıca
başkasının ictihadı, müctehidin kendi ictihadından daha üstün değildi, onu başka
ictihadlara bağlı kılmanın şer'î bir dayanağı da yoktu.
Asırlar geçip taklit devirleri gelince (müctehidler yok denecek kadar azalınca),
âlimler ictihad yolunu terkedip geçmiş imamların mezheblerini öğrenme, öğretme
ve yazma yoluna girince, bütün gayretleri mezheb içindeki farklı rivayet ve
görüşlerin tercihine, mezheb imamının fetvâsını esas alarak -buna benzetme
yoluyla- hüküm çıkarmaya yönelince hâkimin de hüküm verirken bir imamın
mezhebine, yahut belli bir müctehidin görüşüne tâbi olması gerekli hale geldi.
Bu, zaruretin, çaresizliğin getirdiği bir sonuçtur; çünkü müctehid olmayan bir
hâkimin, dâva konusunda ictihad etmesi mümkün değildir, bir başkasının ictihadı
ile hükmetmek mecburiyetindedir. Bunun içindir ki, İslâm memleketlerinde
kadılar, insanlar arasında, belli bir mezhebe göre hükmetmek üzere tayin
edilirlerdi. Bu da çok kere kadının ve tayin edildiği bölgenin tabi olduğu
mezheb olurdu. Hâkimler genellikle şâfiî, mâlikî, hanefî ve hanbelî olur,
kendilerine gelen dâvaların hükümlerini, mezheblerinde mûteber olan kitaplardan,
fetvâya esas kabul edilen görüşe uyarak tesbit eder ve açıklarlardı. Böylece
fıkıh kitapları, ilmî bir metodla, mezheb imamının ve onun öğrencilerinin
görüşlerinin, kanun gibi tedvin edildiği kaynaklardan başka bir şey
olmamaktadır. Hatta hâkimler, belli mezhebin bazı kitaplarına, mezhebi veya
mezhebde tercih edilen görüşü temsil ediyor diye -kitabı böyle değerlendirerek-
güveniyor ve dayanıyorlardı. İslâm ülkelerinden bazıları yakın bir geçmişe
kadar, hatta bazıları halihazırda şerîatı, belli bir mezheb imamının veya özel
bir fıkıh okulunun rey ve ictihadını esas alarak uygulamaktadırlar. Hâkimler,
mezhebin güvenilir ve özel olarak düzenlenmiş kitaplarından hükümleri çıkarmakta
ve kendilerine gelen dâvalara bunları uygulamaktadırlar. Yakın geçmişe kadar,
hanefî mezhebinin uygulandığı yerlerde hâkimin (kadının) hanefî, hanbelî
mezhebinin uygulandığı yerde hanbelî olması şart koşulurdu. Bunlar da daima,
mezhebde tercih edilen görüşleri ihtiva eden fıkıh kitaplarına dayanarak
uygulama yaparlardı.
Yukarıda işaret edilen mânada kanunlaştırma, taklid devri ile başlamış
olmaktadır. Bu kanunlaştırmanın, bugünki mânada kanunlaştırmaya göre farkı ve
özelliği şudur: Geçmiş asırlarda kanunlaştırma, mezhebin bağlıları tarafından
güenilir sayılan fıkıh kitapları şeklinde oluyor, bu kitaplar, mezheb imamı ile
onun öğrencilerinin ictihadlarının, bütün incelikleri ile söz kalıbına (bir
mânada kanun kalıbına) konmuş kaynakları olarak kabul ediliyordu. Hâkimler, bu
kitapları -yukarıda söylendiği gibi- mezheb imamının ve öğrencilerinin tercih
edilen ictihadlarının kanun kalıbına sokulmuş mecmuaları sayarak hükümlerini
bunlara bağlı kılıyorlardı.
Bu, günümüzde de mümkün, hatta vakidir. Şerîatı (İslâm Hukukunu) bütün
dallarında veya bazı dallarında, hakimlerin bağlı kalacakları belli bir mezhebi
belirleyerek uygulamak, bu mezhebin imamının görüşlerini veya mezhebinde tercih
edilen ictihadları bulabilmesi için belli iktapları göstermek mümkündür. Bununla
beraber, mezhebin tercih edilmiş ictihadlarını bir kitapta veya mecmûada
toplamak -ki, kanunlaştırmadan biz bunu kastediyoruz- bunu anlaşılır bir ifade
ve düzenli bir usûl ile yapmak, hâkimlere uygulayacakları hükümleri kolayca
bulmak ve bilmekte; halka, hukukî ilişkilerine hâkim olan hükümleri, bu
ilişkileri henüz kesinleştirmeden öğrenmekte yardımcı olacak, tazir sâhasına
giren suç ve cezaları, bunlar gerçekleşmeden belirleyecektir. Buna göre
kanunlaştırma işi, mevcut bir kitabı veya kitapları, ifadesi daha açık, daha
belirgin ve daha düzenli bir kitap ile değiştirmekten ibârettir.
Pakistan'da şerîatın kazâ (yüksek mahkeme) yoluyla uygulandığı konusuna gelince,
bu aslında, bizim kastettiğimiz mânada şerîatin uygulanması demek değildir; bu,
belli bir kanun veya kanun maddesi ile İslâm hukuku (şeriat) arasındaki zıtlık
ve çelişkiyi ortadan kaldırma teşebbüsünden ibarettir. Gerçi bu da teşvike değer
bir iştir ve şerîatın uygulanmasına doğru atılmış bir adımdır; ancak bu durumda,
yabancılardan alınmış bulunan kanun, felsefesini, değerlerini, ilke ve
prensiplerini, İslâm'a ve müslümanlara yabancı olan bir beşerî düşünceden almış
olarak kalır. Ayrıca Pakistan'da, yüksek mahkeme hakimlerinin yükleri fazla
olduğu ve bu konudaki bilgileri de yetersiz bulunduğu için bu ayıklama işinin
yıllarımızı alacak kadar yavaş yürümesi yanında, bu iş tamamlansa dahi mezkür
kanunlar İslâmî sayılamıyacaktır. Böyle sayılabilmeleri için maddelerin, Kitaba,
Sünnete, bunlardan müctehidlerin çıkardıkları hükümlere dayanması gerekir; ancak
bu takdirde onları uygulamak, Allah'a itâat ve onlara karşı çıkmak, Allah'a
ısyan sayılabilir.
Durum ne olursa olsun bu denemenin sonuçları, şu ana kadar -burada açıklanmasına
vaktimizin elvermediği sebepler yüzünden- cesaret verici olmamıştır.
Hâkimin, ister belli bir mezhebe ait olsun, işter çeşitli mezheblerden seçilmiş
bulunsun, tek ictihadın seçilip kanunlaştırılması ile meydana gelen kanunları
uygulama mecburiyetinde olmasının, bazı hallerde, olay ve problemlerde onu
sıkıntıya sokacağı, çünkü onun, başka bir ictihadı, belli şartlar içinde,
adâletin ve menfaatin gerçekleşmesine, toplum değerlerinin korunmasına daha
uygun bulabileceği iddiâsına gelince, bu da, kanunlaştırmanın caiz olmadığına
delil kılınamıyacağı gibi, onun zarûrîliğini de ortadan kaldıramaz ve önemini
azaltamaz. Çünkü hâkim, müctehid değil ise bir başka müctehidi taklit etmek
mecburiyetindedir. Devletin şûra meclisi (ehlü'l-halli ve'l-akd) ve sorumlusu,
onun uygulayacağı ictihadı belirlemişlerdir. Ulemânın kabul ettikleri bir
kaideye göre bu makamların kararı, ilgili konudaki ictihad ihtilâflarını ortadan
kaldırmaktadır (bu konuda uygulanabilecek ictihadları teke indirmektedir.) Bu
kaidenin temeli ve gerekçesi, hâkimin seçip uygulayacağı görüş konusunda
duygularına ve zaaflarına uyma yolunu kapatmak, gerek mahkemelerde ve gerekse
halkın hukukî ilişkilerinde uygulanan hükümlerde birlik ve istikrarı
sağlamaktır.
6. İslâm ülkelerindeki
kanunlaştırma teşebbüsleri:
İslâm dünyasının tamamında görülen İslâmî uyanıştan ve bu uyanış neticesinde tam
olarak İslâm'a dönme, devletini kurma ve hayatın bütün bölümlerinde onun
şerîatını hakem kılma çağrıları yapıldıktan sonradır ki, kanunlaştırma
hareketleri de canlılık kazandı.
Kanunlaştırma hareketinde, İslâmî kanunların tasarılarını hazırlayanlar iki
farklı yoldan yürüdüler:
a) Bazı konularda diğer mezheblerden de bir takım ictihadları almakla beraber
prensip olarak belli bir mezhebi kanun kalıbına sokmak, yahut kanunlaştırma
işinde mezheb fıkhını temel almak. el-Ezher Üniversitesi'ne bağlı bulunan İslâm
Araştırmaları Enstitüsünde kurulan komisyon, dört mezhebin fıkhını, her biri
ayrı bir kanun mecmûasında olmak üzere kanun kalıbına sokarken bu yoldan
yürümüştür. Aynı şekilde Pakistan İslâm Cumhuriyeti Hükûmeti, ceza, zekât, öşür
kısas ve diyet kanunlarını çıkarırken hanefî mezhebini esas almak suretiyle bu
yolu izlemiştir. Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye ile Mürşidu'l-hayrân isimli kanun
mecmûaları da böyledir. Bu iki mecmûada, hanefî fıkhı kolay anlaşılır bir ifade,
düzen ve titizlik içinde kanun şekline konulmuştur. Mecelle ve Mürşidü'l-hayrân
üzerine birçok açıklama, yorum ve notlar yazılmış, bunlar, uzun müddet, fıkıhla
meşgul olanlar arasında tutulmuş ve kullanılmıştır.
Hanbelî mezhebinden Kadı Ahmed b. Abdullah el-Karî, 1359 hicrî yılında değerli
bir kanun taslağı mecmûası hazırlamış ve buna "Mecelletu'l-ahkâmi'ş-şer'iyye"
adını vermiştir. Müellif bu eseri hazırlarken hanbelî mezhebinin bütün önemli
kaynaklarını gözden geçirmiş ve her hükmün kaynağını göstermiştir. Bu mecmûa,
mezheb hükümlerinin naklinde güvenilirlik ve kanun şekline koyma hususunda
fevkalâde titizlik özellikleri taşımaktadır.
b) İslâm hukukunu, bütün mezheblerini bir bütün kabul ederek; yani belli bir
mezhebe bağlı kalmaksızın fıkıh mezheblerinden seçmeler yaparak kanunlaştırmak
Mısır, Güney Yemen ve Sûdân'da kanunlaştırma bu yoldan gerçekleştirilmiştir. Bu
kanunların tasarılarını hazırlayanlar, kendi toplumlarında hâkim bulunan özel
şartları göz önüne alarak, en faydalıyı gerçekleştirmek üzere, çeşitli
mezheblerden seçmeler yapmışlardır.
1905 yılında Tunus'ta, Zeytûniyye Üniversite'nden bir ulemâ heyeti ile şer'iye
mahkemesinden belli sayıda hâkim, mâlikî mezhebine göre bir borçlar kanunu
hazırlama işine giriştiler. Bu kanun daha öncesinden hazırlanmıştı, bu komisyon
ise, mâlikî fıkhı ile kanun arasındaki çelişkileri ortadan kaldırdılar ve kanuna
bu mânada yeni bir şekil verdiler. Mezkür kanun 1906 yılından itibaren yürürlüğe
kondu.
Bu teşebbüslerin tamamı, eskisi yenisi, bir mezhebe bağlı kalanı, bütün
mezheblerden seçme yapanı, bu yönde iyi bir ilmî çalışmayı ve kılavuzluk
fonksiyonunu temsil etmektedirler. Bununla beraber mezkür kanunlara
yöneltilebilecek tenkit şudur: Acele ile hazırlanmışlardır, daha önce yapılması
gereken derin ve ilmî araştırmalar yapılmamıştır, bazı mevzûlarda gereken yazım
tekniği uygulanamamıştır. Kaplayıcı bir bakışla İslâm hukukunun bütün dallarını
içine almamıştır. Bu sebepledir ki yürürlüğe konduktan kısa bir müddet sonra,
Sûdan'da olduğu gibi, yeniden ele almak gerekmiş, yahut Pakistan'da, ceza hukuku
konusunda olduğu gibi, yeniden gözden geçirme talebi gündeme gelmiştir.
B- İSLÂM HUKUKUNUN KANUNLAŞTIRILMASI
VE UYGULANMASI İÇİN TOPLUMUN
HAZIRLANMASI VE EĞİTİLMESİ:
Şerîatın hayata sokulması yönünde en önemli adımı teşkil eden fıkhın
kanunlaştırılması, bu hedefe ulaşmak üzere toplumun hazırlanmasını ve
eğitilmesini zarurî kılmaktadır; bu yapılmadığı takdirde mezkür uygulamaya
geçmek de geç ve güç olacaktır. Hazırlama ve eğitme için alınabilecek tedbirleri
ve yapılabilecek işleri şöyle sıralamak mümkündür:
1. İslâm hukukunun çeşitli dallarını öğretim ve araştırma konusu edinen fakülte,
enstitü ve bölümleri ihtiva eden üniversitelerin kurulmasında daha cömert
davranmak. Bu kurumların programları hem pratik uygulamaya, hem de modern
problemlere, günün meselelerine çözümler üretmeye yönelik olmalıdır; bu çözümler
ister fıkıh kitaplarında mevcut bulunsun, ister ictihad metodlarına göre yeniden
mesâî sarfı ile çıkarılacak olsun! Bu programlar hazırlanırken, bugün birçok
İslâm üniversitelerinde yapıldığı gibi, yalnızca nazarî ve felsefî sâhada
kalınmamalı, pratiğe ve uygulamaya da yer verilmelidir.
2. İslâm hukukunun çeşitli branşlarının öğretilip araştırılmasına, bunun çağın
gerçeğine uygulanmasına ağırlık veren metod ve programlar çerçevesinde, İslâm
ülkelerindeki Üniversitelerin hukuk fakülteleri arasında birlik sağlamak. Bu
üniversitelerde, İslâm hukukunun yanında beşerî hukuklar (diğer hukuk
sistemleri), bunların nazariye ve ilkeleri de okutulmalı, İslâm hukuku ile
mukayeseler yapılarak bu hukukun maksada uygunluğu, adâleti gerçekleştirme
kabiliyeti ortaya konmalı, İslâm ülkelerinde uygulanmış bulunan diğer
sistemlerin, İslâm toplumlarına getirdiği zarar ve kötülükler, bu toplumun
değerleri ile çelişmeler ve faziletleri ile çatışmalar dile getirilmelidir.
Şerîatın uygulanmasında adım adım gitme yolunu seçen devletler için adı geçen
başka sistemleri okutmak zarûrî olabilir; böylece fakültelerden mezun olanlar,
İslâmî kanunlaştırma yapılmış sâhalarda bunu, henüz böyle kanunların
çıkarılmadığı sâhalarda da yabancı kökenli kanunları uygulamak üzere
yetiştirilmiş olacaklardır.
3. Hâkimleri, avukatları ve hukuk ile uğraşan diğer meslek sahiplerini eğitmek
üzere enstitülür kurmak. Hukuk fakültelerinin programlarını tadîl edip
birleştirdikten sonra da bu fakülteler, İslâm hukukunun uygulanması için yeterli
sayıda mezun veremiyecektir; özellikle İslâm hukuku bir bütün olarak, yahut
hukuk sâhasının büyük bir kısmında uygulandığında bu böyle olacaktır.
İslâmâbâd'daki İslâm Üniversitesi, hâkimleri ve diğer hukuk mesleği mensuplarını
eğitmek, Pakistan'da çıkarılan İslâmî kanunları anlayıp uygulamalarını sağlamak;
onlara, şerîatın kanunlaştırılması ve uygulanmasına katkıda bulunabilecek
formasyonu kazandırmak üzere akademiler kurmaktadır. Bu tecrübe başarılı olmuş
ve bugüne kadar, ülkenin çeşitli yerlerinden altı yüz hâkim ve avukat gerekli
ders ve kursları alarak eğitilmişlerdir. Bu hâkimler, avukatlar ve diğer hukuk
adamlarının -geniş tecrübeleri ve üretici güçleri sebebiyle- yeni İslâmî
kanunların uygulanmasına katkıda bulunmaları gerekli ve faydalıdır.
4. Ekonomi, plânlama, genel maliye, bankalar ve yatırım müesseselerinde
çalışanları, bu kurum ve kuruluşlarda İslâm ekonomi ve maliye sistemini
uygulamak üzere eğitmek için, özellikle bu konlara yönelik enstitüler ve
araştırma merkezleri kurmak. İslâmâbad'daki Milletlerarası İslâm
Üniversitesi'nde kurulan "İslâm İktisad Enstitüsü" bunların tipik bir örneğidir.
Bu enstitü, Devletin bakanlıklarında, bankalarda ve şirketlerde, ekonomi ve
maliye sâhasında çalışanları eğitmek üzere bir merkez kurmuştur. Yapılan deneme,
bu programın başarılı olduğunu göstermiştir. Bu sebepledir ki Üniversite'ye,
diğer İslâm ülkelerinden mürâcaatta bulunulmuş ve tertip edeceği özel kurslara,
bu ülkelerden gelecekleri kabul etmesi istenmiştir.
5. İlmî seminerler, araştırma ve çalışma gurupları tertip ederek bunların belli
konularda çalışmalarını, ele aldıkları problemler üzerinde açık seçik İslâmî
çözümlere ulaşmalarını sağlamak. Son zamanlarda İslâm ülkelerinde bu nevî
seminerler ve çalışmalar yapılmaktadır. Suûdî Arabistan, Mısır, Küveyt,
Pakistan, Maleyziya, Cezair, Türkiye ve diğerlerinde yapılan konferans, seminer
ve çalışmalar bunlara örnektir. Bunların son örnekleri, Milletlerarası İslâm
Üniversitesi ile İslâm Kalkınma Bankası'nın ortaklaşa düzenledikleri ve
"borçların, alacakların, ücretlerin ve nafakaların, artak fiatlarla bağımlı hale
getirilmesi" konusunu ele alan toplantı, ile yine İslâm Kalkınma Bankası ve
Fıkıh Akademisi'nin ortaklaşa düzenledikleri "mudârebe şirketlerine ait
senetlerin, kâr ve sermayenin garanti altına alınması" konulu seminerdir. Bu
seminerler ve araştırma gurupları mutâd olarak toplantı sonunda ele aldıkları
konularla ilgili olarak çözüm tavsıyeleri getirmektedirler. İslâm Kalkınma
Bankası'nın isteği üzerine yapılan, konunun uzmanları ile İslâm âlimlerinin
katıldıkları böyle bir toplantıda, "İslâm kıymetli evrakının çıkarılması ve
tedâvüle sokulması konusunda" ayrıntılı bir plân hazırlanmış ve bu plân
uygulamaya konulmuştur.
6. Yöneticilerini ve meclis üyelerini seçme fırsatını elde etmiş bulunan İslâm
milletlerini, kendi hedeflerine inanmış bulunan ve hayatın her sâhasında
Allah'ın yolunu uygulamaya çalışan kişileri seçmeleri konusunda şuurlandırılmak.
Çünkü bu kişilerin seçilmesi, şerîatın hayata uygulanmasından ibâret olan
hedefin gerçekleşmesine yardım edecek ve Allah'ın dinini hakem kılma hasreti ile
yanıp tutuşan halklar ile buna karşı duran yöneticiler ve parlemento üyeleri
arasındaki mücadeleye canlılık getirecektir.
7. Mevcut İslâmî basını desteklemek ve ek basın kuruluşları meydana getirmek ve
bunların, şu konular üzerinde ısrarla durmalarını, kamu oyu oluşturmalarını
sağlamak: İslâm'ın hayata uygulanması, bu uygulamanın İslâm ümmetinin
oluşmasında, ümmetin yenilme, aşağılanma, korku ve açlığa galip gelmesinde büyük
tesiri olacağı; şerîatın uygulanabilir, ümmetin çağdaş ihtiyaçlarını
karşılayabilir, menfaatlerini koruyabilir, gelişmesini sağlayabilir olması. Bu
konularda şüphe yaratmak üzere haksız hücumlarda bulunan karşı basının bu
faaliyetine karşı çıkmak. Bu şerîatın (İslâm'ın), müslüman olmayan kişilerin de
hak ve hürriyetlerini koruyacağını, onlara düşünce, inanç ve ibâdet hürriyeti
vereceğini, kendi dinlerini koruyarak İslâm topraklarında kalmak isteyenlere,
İslâm'ın adâlet şemsiyesi altında insana lâyık bir hayat seviyesi sağlayacağını
açıklayarak gayr-i müslimlerin, İslâm'ın uygulanması ihtimali karşısındaki korku
ve şüphelerini ortadan kaldırmak...
8. Kamu oyunda mevcut olan ve İslâm'ın gerçeklerini saptırmaktan, onu baskı ve
şiddet (terör) dini olarak göstermekten kaynaklanan korkuyu gidermek, bu
konularda insanları huzur ve güvene kavuşturmak, bu dinin güven ve barışı
korumak, bütün dünyada hak ve hürriyetleri teminat altına almak, insanlığın
iyilik ve mutluluğu için yardımlaşmak, dünya yüzünden haksızlığı, korkuyu,
açlığı ve cehaleti kaldırmak üzere geldiğini açıklamak; bunları sağlayabilmek
için elden geleni geri koymamak.
9. Nerede bulunurlarsa bulunsunlar âlimlerin, yöneten ve yönetilenleri, Allah'ın
yolunu hayatlarında izlemeye çağırmak üzere harekete geçmeleri, bunun için
faaliyetler düzenlemeleri, programlar yapmaları. Âlimler bu faaliyetlerini
yürütürken şu noktalardan hareket etmelidirler: Bu uygulama imanın gereğidir.
Hakkı ayakta tutacak, adâleti gerçekleştirecek, ihtiyaçlara cevap verecek, hak
ve hürriyetleri koruyacak, İslâm ümmetini güçlendirecek, onu maruz kaldığı
yenilgi, haksızlık, cehâlet, korku ve açlıktan kurtaracak olan yol bu yoldur.
10. Dünya İslâm Birliği, yeri, durumu, yapısı, İslâm hükûmetleri nezdindeki
saygınlığı sebebiyle bu yolda çok önemli roller îfa etmektedir.
11. İslâm ülkelerinde yeni "İslâm Hukuk Akademileri" kurmak, bunların kuruluşu,
üyelik şartları ve çalışma plânını yeniden ele almak.
Kuruluş açısından bu akademilere üyelik için iki nevi âlim çağırılmalıdır: a)
İctihad ile elde edilmiş dini hükümleri bilen, ictihada ihtiyaç gösteren
konularda bunu yapabilen, bu hükümleri, ortaya çıkan hâdise ve meselelere
uygulayabilenler. b) Hayatın gerçeklerini, çağın ihtiyaçlarını; siyâsî,
iktisâdî, sosyal ve kültürel problemlerini bilenler; uzmanlıkları gereği
plânlama, ekonomi, tıp, eğitim, askerlik, yönetim gibi konularda elde ettikleri
bilgilere dayanarak hayatın gerçeklerini açık ve ilmî bir metodla ortaya koyup
değerlendirebilenler.
Bu âlimler, adı geçen akademilere ilim, tecrübe ve şahitlik (müşahitlik)
ehliyeti ile -bu sıfatları ile- katılırlar. Bu sebeple kendilerinde, şahitlerde
aranan dürüstlük (adâlet) aranır. Şahit için gerekli olan inceden inceye
araştırma, doğru sonuçlar çıkarma, tartışılmaz ilmî metodları izleme hususları
bu âlimler için de gereklidir, bunları "güvenilir araştırma ve bunun usûlüne,
kaidelerine bağlı kalma" cümlesi içinde toplamak mümkündür.
Bu akademilerin üyelerinin, yalnızca akademideki işleri ile meşgul olmaları,
devamlı görevlerinin bundan ibaret olması şarttır. Denemeler göstermiştir ki, bu
fıkıh akademileri, yahut fıkıh araştırmaları merkezleri, yahut da çağın
problemleri ve günün meselelerine İslâmî çözümler getirmekle yükümlü kılınmış
komisyonlar başarılı olamamış, kuruluş maksatlarını gerçekleştirememişlerdir.
Hatta bazı ülkelerde İslâm hukukunun uygulanması yönünde siyâsî irade ve halkın
isteği mevcut olduğu halde bu ülkeler, hükûmet ve halkın üzerinde birleştikleri
bu hedefe ulaşamamışlardır; çünkü yukarıda zikredilen kuruluşlar, üyeleri
yalnızca buralarda çalışmak üzere kurulmamışlardır. (Üyeler, ikinci, üçüncü
görev olarak bu akademi ve araştırma merkezlerinde çalışmaktadırlar.)
Bu çalışma guruplarının, uygun zamanda, eksiksiz bir taslak ortaya
koyamamalarının, yalnızca bu işle meşgul olmama sebebi yanında bir başka sebebi
de ilmî yeterlik, uygulamaya dayalı birikim yokluğu ile toplumun mesele ve
problemleri sâhasında uzmanlaşmış kişilerin yokluk veya azlığıdır. Şüphe yok ki,
belli bir hukuk dalında İslâm hukukunun kanunlaştırılması ve önceki
müctehidlerin hükmünü çıkarmadıkları yeni meseleler üzerinde ictihad ile hüküm
çıkarılması çok sayıda zorlukları bulunan bir iştir ve yüksek seviyede deneyim
ve bilgi istemektedir.
Adı geçen araştırma merkezlerinde çalışacak olan âlim ve uzmanların başka bir
işle meşgul olmamaları şartı, onların yeterli bir gelire kavuşturulmalarını
zarurî kılmaktadır. İslâm'ın bu konuda kaideleşen hükmü şudur: Başka yoldan
geçimini kazanamıyacak şekilde amme menfaatini ilgilendiren (başka bir ifade ile
farz-ı kifâî olan) bir işle meşgul olan kişilerin ve bunların aile fertlerinin
geçimleri beytülmaldan sağlanır. Alacakları maaşın miktarı normal ölçülerde
geçinecekleri kadar olacak, bu da dînî sâik ve umulan Allah rızâsı ile birlikte
onları tatmîn edecektir; çünkü bu unsurlar âlimleri, Allah'ın yolunu hakem kılma
ve O'nun dinini uygulama hareketine katılmaya itecektir, ümmet de onlardan bunu
-yüklendikleri dâvet ve tebliğ vazifesini yerine getirme anlayışı içinde-
beklemektedirler.
Yukarıda söylediğimiz gibi bu çalışma, ehliyeti, gücü ve birikimi olanlara
farz-ı kifâyedir. Farz toplumu bağlasın (kifâî olsun) ferdi bağlasın (aynî
olsun) bunu yerine getirenler, karşılığında da ücreti hak edemezler, bunu Allah
rızâsı için yapmaları gerekir, bizim de tercih ve teşvik ettiğimiz davranış
budur. Tecrübeler, ancak böyle kişilerin çalışmalarının semereli olduğunu ve
bilgilerinden faydalar sağlandığını göstermektedir. Ancak bu gibi çalışmaları
bedelsiz, Allah rızası için yapanlar bulunamazsa, diğerlerinin bununla yükümlü
kılınmaları ve geçimlerinin sağlanması gerekir. Bununla beraber, mezkür hizmeti,
geçimlik ücret karşılığı yapan da bulunmaz, daha fazlası istenirse bunu da
karşılamak, istediklerini vermek ve hizmeti aksatmamak gerekli olur; manevî
sorumluluk onlara aittir. Son asırlarda yetişen fıkıh bilginleri, amme
hizmetlerine giren ibâdetler karşılığında bile ücret alıp vermenin caiz olduğuna
fetvâ vermişlerdir. Bu farz-ı kifâye ibâdetler, yöneticilerin tayini ile belli
kimselerin omuzuna yüklendikten sonra da aynı vasıflarını muhâfaza ederler;
imamlık, dînî ilimler öğreticiliği, hattâ Kur'ân öğreticiliği, cihad (askerlik),
müezzinlik, hâkimlik... bu nevi vazifelerin örnekleridir. Bir kişi bu amme
hizmetlerine tayin ile getirildiğinde bunlar, onu bağlayan ibâdet haline geldiği
ve hizmeti îfa edenin Allah rızâsından başka bir şey talep etmemesi gerektiği
halde -anılan fetvâ ile- bu hizmetler de ücretle yapılır olmuştur. Aslında
yeteri kadar geçimliğini temin caiz olanlar, bu hizmetler karşısında daha
fazlasını da talep etmiş ve bunu almalarına fetvâ verilmiştir. Daha garip olanı
şudur ki günümüzde, farz-ı ayn veya farz-ı kifâye cinsinden olan bu gibi
hizmetlere tayin edilen kişiler, geçimliklerinden daha fazla ücretleri almışlar,
fakat yüklendikleri hizmetleri yerine getirmemişlerdir. Bu sebeple seçimi iyi
yapmak son derece önemli olmaktadır. Bu gibi durumlarda, nazarî ve pratik olarak
yeterli bilgi ve tecrübeye sahip olmadıkları halde dindar ve güvenilir olan
kişileri ele alıp yetiştirmek, hem ilmî, hem de dînî yeterliği kendisinde
toplamış bulunan uzmanlara kavuşmayı sağlayacağından bir kat daha önem
kazanmaktadır.
Bu akademi ve merkezler, geçmiş müctehidlerin ictihad etmedikleri yeni meseleler
ve hâdiselere açık çözümler getirmek üzere toplu ictihad (el-ictihâdu'l-cemâ'î)
yapacaklar, yahut da, geçmiş müctehidlerin çözümler getirdikleri konularda -ictihadın
deliline, amme menfaatini temin ve ihtiyaçlara cevap verme kabiliyetine bakarak-
seçim yapacaklardır. İctihadlar ve çözümler arasında seçim yaparken çağın
özelliğini, toplumun siyasî, ictimâî, iktisâdî ve kültürel şartlarını, medenî
seviyesini ve toplumun dine bağlılık derecesini göz önüne alackalardır.
Bu kuruluşların ictihadları bağlayıcıdır; çünkü bu ictihadlar, daha önceki
müctehidlerin belli hükümlere bağlamadıkları yeni hâdise ve meselelerle
ilgilidir. Bu hukukçular bütün ümmeti temsil ettikleri için ictihadları da, elde
bulunan tek dini hüküm mahiyetindedir. Evet bu hukukçular bütün ümmeti temsil
etmektedirler; çünkü Allah Teâlâ "Bilmiyorsanız bilenlere sorun" (Enbiyâ: 21/7)
buyurmuştur. Sormanın amacı ve faydası verilen cevabı uygulamak ve ondan
istifade etmektir. Yine Allah Teâlâ: "Kendilerine güvenilecek veya korkulacak
bir bilgi ulaştığında onu hemen yayıyorlar, halbuki onu, Rasûle veya
kendilerinden olan selâhiyet sahiplerine (ülül'l-emre) götürselerdi, onlar
arasında sözü inceleyip hüküm çıkaranlar, mânasını bilecek ve anlayacaklardı."
(Nisâ: 4/83); "Ey iman edenler, Allah'a itâat edin, Rasûle ve selahiyet
sahiplerine de itâat edin." (Nisâ: 4/59) buyurmuştur.
12. İslâm ülkelerinde, İslâm hukukunun hüküm ve kaidelerini kanun kalıbına sokma
ve bu hukuku bir bütün halinde kanunlaştırma konusu üzerinde -özellikle bu
konuda- çalışan ilmî merkezler kurmak. Bu merkezler, hukuk hükümlerini çıkarma
ve ortaya koyma konusunda ilmî güvenilirlik ile şekillendirme konusunda gerekli
tekniği birlikte temsil etmelidirler. İslâmâbâd'da bulunan Milletlerarası İslâm
Üniversitesi, İslâm hukukunun kanunlaştırılması ve uygulanması araştırmalarını
yapacak olan ilk merkezi kurarak ilk adımı atmıştır. Bu merkez bir yandan İslâm
ülkelerinde, İslâm hukukunun uygulanması ile ilgili olarak yapılmış
araştırmaları, incelemeleri, kanunları ve kazâî uygulamaları derlemekte ve
kolayca kullanılabilecek şekilde tasnif etmekte, diğer taraftan biriken
malzemeyi neşrederek aynı konu üzerine eğilmiş bulunan diğer merkezlere
ulaştırmakta, konulara göre indeksler hazırlamaktadır.
* * *
Prof. Dr. Hasen Hâmid Hassân'ın uzunca tebliği, teori ve pratik açısından İslâm
Hukukunun bugünü ve geleceği konusuna ışık tutmaktadır. Prof. Hassân, aynı
konuda düşünce ve tesbitlerini naklettiğimiz diğer iki yazardan farklı
özellikler taşımaktadır. Onlar meseleye tarafsız bir müşahit (gözlemci) olarak
yaklaştıkları halde Prof. Hassân, İslâm hukukunun uygulanmasına gönül vermiş,
ümit bağlamış, katkıda bulunmuş, bir ölçüde bayraktarlığını yapmakta olan bir
kişi olarak karşımıza çıkmaktadır. Ona göre insanlığın huzur ve güveni,
mutluluğu, gerçek adâletin tecellisi İslâm hukukunun uygulanmasına bağlıdır.
İslâm hukuku, çağın bu konudaki ihtiyaçlarına cevap verme kabiliyetini
taşımaktadır. Aynı özelliklere sahip bulunan İslâm ekonomisi de, İslâm hukuku
ile birlikte ele alınmalı, işlenmeli ve uygulanmalıdır. Bunun için siyasi irade,
halkın isteği, gerekli olmakla beraber yeterli değildir; buna âlimlerin,
hâkimlerin ve diğer hukuk adamlarının katkıları şarttır. Bu katkılar hem
akademik araştırmalar, hem de ilmî ve teknik çalışmalar ile gerçekleşecektir.
Prof. Hassân'ın tesbitlerine göre başta Pakistan olmak üzere İslâm ülkelerinde,
kısmen veya bir bütün halinde İslâm hukukunu kanunlaştırma ve hayata uygulama
faaliyetleri devam etmektedir. Bu konuda tutulan yollar vardır: Mevcut
kanunların, İslâm'a aykırı olan taraflarının ayıklanması, kazâ yoluyla aykırı ve
yabancı maddelerin, hükümlerin iptali bunlar arasındadır. Fakat İslâm hukukundan
beklenen sonucun elde edilebilmesi için onun öz kaynaklarına inmek, İslâmî
düşünce, ahlâk, değerler ve ilkelerden hareketle yeni kanunlar vücude getirmek
şarttır. Günümüzde, İslâm dünyasında bazı hükûmetler, halklar, pek çok ilmî
kuruluş bu yönde önemli adımlar atmışlardır ve faaliyetlerini sürdürmektedirler.
İslâm hukukunun uygulanması halinde farklı inancı taşıyanların din ve düşünce
özgürlükleri ile diğer insan hakları korunacaktır. Esasen İslâm'ın genel amacı
"bütün dünyada, insanların tamamı için huzur, güven ve barışı korumak, hak ve
hürriyetleri teminat altına almak, insanların iyilik ve mutluluğu için
yardımlaşmak, yüzünden haksızlığı, korkuyu, açlığı ve cehaleti kaldırmaktır".
93. Pakistan, İslâmâbâd Milletlerarası İslâm Üniversitesi rektörü. Bu yazı,
rektörün, üçüncü genel İslâm konferansına sunduğu bir tebliğdir. Ahbâru'l-Âlemi'l-İslâmî,
C. XXII, s. 1048, 1049.
94. Şâz, çoğunluğun ictihadına aykırı olan, tek kalan, daha önce uygulanmamış
bulunan görüş ve ictihaddır.
KAYNAKLAR
El-Abbâdî: Ebû-Âsım Muhammed b. Ahmed (v. 458/1066),
Tabaqâtü'l-fukahâi'-ş-şâfi'iyye, Leiden, 1964.
Abdurrahman Şeref (v. 1925),
Târîh-i Devlet-i Osmâniyye, İst. 1309.
el-Aclûnî: İsmâîl b. Muhammed (v. 1162/1759),
Keşfü'l-hafâ ve müzîlü'l-ilbâs..., Mısır, 1351.
Adam Metz,
el-Hadâratü'l-islâmiyye fi'l-karni'r-râbi'i'l-hicrî, trc. Ebû-Rîde, 4. B.
Beyrut, 1967.
A. Emin: Ahmed Emîn (v. 1954),
Duha'l-islâm, 6. B., Kahire, 1960.
Fecru'l-islâm, 6. B., Kahire, 1964.
Zuhru'l-islâm, Kahire, 1968.
A. Hilmi: Ahmed Hilmî,
Ziyârât-ı Evliyâ, İst. 1325.
A. Lutfî: Ahmed Lutfî,
Mir'ât-ı adâlet, İst. 1304.
A. Râsim: Ahmed Râsim (v. 1932),
Osmanlı Tarihi, 2. B., İst. 1328/1330.
A. Zeki: Ahmed Zeki Safvet,
Cemheratü-resâili'l-arab, Mısır, 1937.
A. Hasen: Dr. Ali Hasen Abdulkadir,
Nazratun âmmeh fî târîhi'l-fıkhı'l-islâmî, 3. B., Mısır 1960.
A. Haydar: Ali Haydar (v. 1355/1936),
el-Mecmûatü'l-cedîde, İst. 1332.
Âlu-Kâşifi'l-ğıtâ: Muhammed Huseyn,
Aslu'ş-şiah ve usûlühâ, Kahire, 1944.
Âmidî: Alî b. Ebî-Alî el-Âmidî (v. 631/1234),
el-İhkâm fî usûli'l-ahkâm, Kahire, 1968.
Arsal: Prof. Dr. S. Maksûd Arsal,
Türk Tarihi ve Hukuk, İst. 1947.
Bâcî: Ebu'l-Velîd Süleyman b. Halef el-Bâcî (v. 474/1081),
el-Münteqâ şerhu'l-Muvatta', Mısır, 1331.
Barkan: Prof. Dr. Ömer Lütfi Barkan,
İslâm Ansiklopedisi "Kanunnâme" ve "Timar" maddeleri.
Başgil: Prof. Dr. Ali Fuad Başgil,
Esas Teşkilât Hukuku, İst. 1960.
Belgesay: Ord. Prof. M. R. Belgesay,
Hukuk Usûlü Mahkemeleri Kanunu Şerhi, İst. 1947.
Bilmen: Ömer Nasûhî Bilmen,
Hukuk-ı İslâm ve Istılâhât-i fıkhıyye Kamusu, İst. 1. B.
Buhârî: Muhammed b. İsmâîl el-Buhârî (v. 256/870),
el-Câmi'u's-sahîh, İst. 1325.
Brockelmann,
GAL (Arap Edebiyatı Tarihi ve zeyli).
Bursalı Tahir: Mehmed Tâhir Bey (v. 1926),
Osmanlı Müellifleri, İst. 1333.
el-Bûtî: Dr. Sa'îd Ramâzan el-Bûtî,
Davâbitu'l-maslaha fi'ş-şerîati'l-islâmiyye, Dimaşk, 1967.
el-Cessâs: Ebû-Bekir Ahmed b. Alî er-Râzî (v. 379/980),
Ahkâmu'l-Kur'ân, İst. 1338.
C. Zeydan: Corcî Zeydan,
Medeniyyet-i İslâmiyye Târihi, terc. Zeki Meğâmiz, İst. 1328-1330.
İ. H. Dânişmend: İsmâîl Hâmî Dânişmend,
Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İst. 1947-1961.
Dârakutnî: Ali b. Ömer ed-Dârakutnî (v. 385/995),
es-Sünen, Kahire, 1966.
Dârimî: Abdullah b. Abdirrahmân (v. 255/868),
es-Sünen, Dimaşk, 1349.
Dergiler:
el-Ba'sü'l-islâmî, Hindistan, C. XVIII, sa. 5.
Belleten, sa. 2.
Beyânu'l-hak, C. II, IV.
Diyânet Dergisi, C. XIV.
el-Ezher, C. XI, XII, XIII.
el-Menâr, C. VIII,
Sırât-ı Müstekıym, C. I, II, III, IV, X, XII.
Tarih Dergisi, Mart, 1965.
Dönmezer, Erman: Prof. Dr. Sulhi Dönmezer, Prof. Dr. Sâhir Erman,
Ceza Hukuku, İst, 1959.
Düstûr:
I, II, III, IV. tertip düsturlar.
Ebû-Dâvûd: Süleyman b. el-Eş'as (v. 275/888),
Sünen (Hind tab'ı Avnu'l-Ma'bûd şerhi ile).
Ebu'l-Huseyn el-Basrî: Muhammed b. Alî (v. 436/1044),
el-Mu'temed fî usûli'l-fıkh nşr. M. Hamîdullah, Dimaşk, 1965.
Ebü'l-meâlî: Mahmûd Şükrî el-Âlûsî (v. 1923),
Ğâyetü'l-emânî fi'r-raddi ale'n-Nebhânî, Mısır, 1327.
Ebû-Nu'aym: Ahmed b. Abdillah el-Isbehânî (v. 430/1038),
Hilyetü'l-evliyâ ve Tabakatü'l-asfiyâ, Mısır, 1932-1938.
Ebü's-suûd: Muhammed el-İmâdî (v. 982/1577),
Ma'rûzât (Kütüphanemizdeki yazma nüsha, istinsah tr. 1084).
Ebû-Şâme: Abdurrahman b. İsmâîl (v. 665/1267),
K. Muhtesari'l-muemmel..., Mısır, 1328.
Ebû-Ya'lâ: Muhammed b. Muhammed (v. 526/1131),
Tabaqâtü'l-hanâbile, Mısır, 1952.
Ebû-Yûsüf: Ya'qûb b. İbrâhîm (v. 182/798),
K. el-Harâc, 2. B., Mısır, 1352.
er-Raddü alâ siyeri'l-Evzâ'î.
İhtilâfu-Ebî-Hanîfe maa-İbn Ebî-Leylâ, nşr. el-Efgânî, Mısır, 1357.
Ebû-Zehra: Prof. Muhammed Ebû-Zehra,
Ebû-Hanîfe, Mâlik, Şâfiî, İbn Hanbel, İbn Hazm.
Târihu'l-fıkhi'l-islâmî,
el-Ahvâlü'ş-şahsıyye, Kahire, 1957.
Mevsû'atü'l-fıkh, Mısır, 1961.
Eren: A. Cevat Eren,
İslâm Ans., "Tanzîmât" maddesi.
Fâdıl: Fâdıl b. Âşûr,
"el-İctihad mâdîh ve hâdıruh", Mecma'u'l-bühûs li'l-mü'temer, Kahire, 1964.
Füllânî: Sâlih b. Muhammed el-Füllânî (v. 1218/1803),
Îqâzu-himem-i uli'l-ebsâr, Hind, 1298.
Gazzâlî: Muhammed b. Muhammed (v. 505/1111),
İhyâ-u ulûmi'l-dîn, Kahire, 1944.
Gökbilgin: Prof. Dr. Tayyib Gökbilgin,
İslâm Ans. "Süleyman I" maddesi.
el-Hacevî: Muhammed b. el-Hasen,
el-Fikru's-sâmî... I.II, Medîne, 1396.
H. İ. Hasen: Prof. Dr. Hasen İbrâhîm Hasen,
en-Nuzumu'l-islâmiyye, Kahire, 1962.
el-Haymî: Şerafuddîn el-Huseyn (v. 1221/1806),
er-Ravdu'n-nadîr, Kahire, 1348-49.
Honig: Prof. Dr. Richard Honig.
Roma Hukuku, trc. Dr. Şemseddin Tâlib, İst. 1938.
Hudarî: Prof. Muhammed el-Hudarî,
Târihu't-teşrî'i'l-islâmî, Kahire, 1960.
İbn Abdilberr: Ebû-Ömer Yûsüf (v. 463/1071),
Câmi'u-beyâni'l-ilm, Mısır, 1346.
el-Istî'âb, I-IV, Kahire, 1939.
İbn Âbidîn: Muhammed Emîn (v. 1258/1836),
Raddü'l-muhtâr, Kahire, 1307.
Uqûdü-rasmi'l-müftî, İst. 1325 (Mecmûa içinde).
İbn el-Âlûsî: Nu'mân Hayruddîn b. Mahmûd (v. 1317/1899),
Cilâu'l-ayneyn fî muhâkemeti'l-Ahmedeyn, Kahire, 1961.
İbn el-Cevzî: Abdurrahman b. Alî (v. 597/1201),
Menâqıbu'l-İmam Ahmed b. Hanbel.
İbn el-Esîr: Alî b. Muhammed (v. 630/1322),
el-Kâmil fi't-târih, Bulak, 1274; Beyrut, 1965-67.
İbn Ferhûn: Ebu'l-Vefâ İbrâhîm (v. 799/1397),
ed-Dîbâcu'lmüzehheb fî ma'rifeti-a'yâni-ulemai'l-mezheb. Kahire, 1351 (zeyli el-İbtihâc
ile).
Tebsiratü'l-hukkâm..., Kahire, 1302.
İbn Hacer: Şihâbuddîn Ahmed (v. 852/1447),
ed-Duraru'l-kâmine..., Kahire, 1966.
el-İsâbe, I-IV, Kahire, 1939.
İbn Haldûn: Abdurrahman (v. 808/1405),
Mukaddime, Beyrut, 1879. Vâfî neşri, I-III, Kahire, ts.
İbn Hallekân: Ahmed b. Muhammed (v. 681/1282),
Vefeyâtü'l-a'yân..., Beyrût, 1968-72.
İbn Hanbel: Ahmed (v. 241/855),
Müsned, Mısır, 1313; nşr. A. M. Şâkir, Kahire, 1375-77.
İbn Hazm: Ebû-Muhammed Alî b. Hazm (v. 456/1063),
İbtâlü'l-kıyâs..., Dimaşk, 1377.
el-İhkâm fî usûli'l-ahkâm, Mısır, ts.
İbn el-İmâd: Abdü'l-Hayy (v. 1089/1678),
Şezerâtü'z-zeheb..., Beyrut (ofset tab'ı).
İbn Kayyim el-Cevziyye: Muhammed b. Ebî-Bekir (v. 751/1350),
İ'lâmu'l-muvakkı'în..., Mısır, 1955.
İbn Kuteybe: Abdullah b. Müslim (v. 276/889),
el-Mâ'ârif, Mısır, 1934.
Te'vîlü-muhtelifi'l-hadîs, Mısır, 1326.
İbn Mâce: Ebû-Abdillah Muhammed b. Yezîd (v. 275/888),
es-Sünen maa'hâşiyeti's-Sindî, Kahire, 1349.
İbn en-Nedîm: Muhammed b. İshak (438/1047) el-Fihrist, Kahire, 1348.
İbn Receb: Abdurrahman (v. 795/1393),
Zeylü'l-Tabaqâti'l-hanâbile, Mısır, 1952.
İbn Sa'd: Muhammed (v. 230/844),
Tabaqât, Beyrut, 1957.
İbn Sellâm: Ebû-Ubeyd Qâsim b. Sellâm (v. 224/839).
el-Emvâl, Mısır, 1968.
İbn es-Sübkî: Abdu'l-Vehhâb b. Âlî (v. 771/1369),
Tabaqatü'ş-şâfi'iyyeti'l-kübrâ, Mısır, 1964.
İbn Teymiyye: Ahmed b. Abdi'l-Halîm (v. 728/1328),
Raf'u'l-melâm..., Mısır, 1340.
Sıhhatü-usûli-mezhebi-ehli'l-Medîne, Mısır, ts.
İnalcık: Prof. Dr. Halil İnalcık,
İslâm Ans. "Mahkeme" maddesi.
"Osmanlı Hukukuna Giriş", S.B.F. Dergisi, XII/2, s. 102-126.
İsmâîl Paşa: el-Bağdâdî (v. 1339/1920),
Hediyyetü'l-ârifîn..., İst. 1951-55.
İzmirli: İsmâil Hakkı (v. 1944),
İlm-i hılâf, İst. 1330.
Kadı Iyâd: Iyâd b. Mûsâ (v. 544/1149),
Tertîbu'l-medârik..., Rabat, 1965.
Kafesoğlu: Prof. Dr. İbrâhim Kafesoğlu,
İslâm Anst. "Selçuklular" maddesi.
Karâfî: Şihâbuddîn Ahmed b. İdrîs (v. 684/1285),
Şerhu-Tenqîhi'l-füsûl, Mısır, 1306.
Karaman: Hayreddin,
Fıkıh Usûlü, 5. B., İst. 1971.
Hadîs Usûlü, 4. B., İst. 1973.
İslâm Hukukunda Mezhebler, İst. 1971. (Dört Risâle)
Modern Problemler Karşısında İslâm Hukuku, İst. 1972.
Mukayeseli İslâm Hukuku, I-III, İst. 1987.
İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, I-II, İst. 1987.
İslâm Hukukunda İctihad, Ankara, 1975.
Gerçek İslâmda Birlik, İst. 1988.
el-Kâsânî: Alâuddîn Ebû-Bekir b. Mes'ûd (v. 587/1191),
Bedâyi'u's-sanâyi'..., Mısır, 1327-28.
Kâtip Çelebi: Mustafa b. Abdillah (v. 1067/1656),
Keşfüz-zunûn, İst. 1941-43.
Kehhâle: Ömer Rızâ,
Mu'cemu'l-müellifîn, Dimaşk, 1957-61.
Kerderî: Muhammed el-Bezzâz el-Kerderî (v. 827/1424),
Menâkıbu'l-İmam el-A'zam, Haydarâbâd, 1321.
Kerhî: Ubeydullah b. el-Huseyn (v. 340/951).
er-Risâle, İst. ts.
Keskioğlu: Osman Keskioğlu,
İslâm Dünyası, Ankara, 1964.
Kevserî: Muhammed Zâhid b. el-Hasen (v. 1371/1951),
Bülûğu'l-emânî fî sîrati'l-İmam Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî, Mısır, 1355.
en-Nüketü't-tarîfe, Kahire, 1365.
Te'nîbu'l-Hatîb, Mısır.
Hüsnü't-teqâdî fî sîrati'l-İmam Ebî-Yûsüf el-Qâdî, Mısır.
Kitâb-ı Mukaddes.
Köprülü: Prof. M. Fuad,
İslâm ve Türk Hukuk Tarihi..., İst. 1983.
el-Kuraşî: Abdu'l-Qâdir b. Muhammed (v. 775/1373),
el-Cevârihu'l-mudiyye fî tabaqâti'l-hanefiyye, Haydarâbâd, 1332.
el-Kütübî: Muhammed b. Şâkir (v. 764/1363),
Fevâtü'l-Vefeyât, Kahire, 1951.
Kürd Alî,
Resâilü'l-büleğâ, 3. B., Kahire, 1946.
Leknevî: Muhammed Abdu'l-Hayy (v. 1304/1886),
el-Fevâidu'l-behiyye fî terâcimi'l-hanefiyye, Mısır, 1324.
er-Raf'u ve't-tekmîl..., nşr. Ebû-Gudde, Haleb, ts.
el-Mahmesânî: Prof. Dr. Subhî el-Mahmesânî,
Felsefetü't-teşrî'i'l-islâmî, 2. B., Beyrut, 1952.
M. Es'ad: Mahmud Es'ad Seydî-şehrî (v. 1917),
Târîh-i ilm-i hukuk, İst. 1331.
el-Makdisî: Muhammed b. Tâhir (v. 507/1113),
el-Bed'u ve't-târîh, Bağdâd (el-Müsennâ, ofset baskısı).
Mâlik: Mâlik b. Enes (v. 179/795),
el-Muvatta', nşr. M. Fuâd Abdü'l-Bâqî, Mısır, 1951.
Mardin: Ord. Prof. Ebu'l-Ulâ Mardin (v. 1957),
Medenî Hukuk Cephesinden Ahmed Cevdet Paşa, İst. 1946.
Medkûr: Muhammed Sellâm,
el-Medhal..., Kahire, 1964.
el-Mekkî: el-Muvaffak b. Ahmed (v. 568/1172),
Menâkıbu'l-İmam Ebî-Hanîfe, Haydarâbâd, 1321.
Mes'ûd en-Nedvî
Târîhu'd-da'veti'l-islâmiyye fi'l-Hind, Dimaşk, ts.
Mevdûdî: Ebu'l-A'lâ,
Nehve'l-hadârati'l-garbiyye, Dimaşk, ts.
M. F. Abdulbâqî: Muhammed Fuâd,
el-Mu'cemu'l-müfehres li-elfâzı'l-Kur'ân.
Muhammed (İmam): Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî (v. 189/805),
el-Hucec, Topkapu Sarayı ktp., M., nr. 352.
el-Âsâr, Hind, ts.
M. Y. Mûsâ: Prof. Dr. Muhammed Yûsüf Mûsâ,
el-Emvâl ve nazariyyetü'l-aqd fi'l-fıkhi'l-islâmî, Kahire, 1952.
Muhibbî: Muhammed b. Fadlullah (v. 1111/1699),
Hulâsatü'l-eser fî a'yâni'l-karni'l-hâdiye aşer, Mısır, 1284.
Murâdî: Muhammed Halîl (v. 1206/1791),
Silkü'd-dürar fî a'yâni'l-karni'l-sâniye aşer, Bulak, 1301.
Müslim: Müslim, b. el-Haccâc (v. 216/831),
Suhîhu-Müslim, nşr. M. F. Abdulbâqî, Mısır, 1374.
Müzenî: İsmâîl b. Yahyâ (v. 264/877),
el-Muhtesar (el-Umm ile beraber), Kahire, 1321-26.
Nedvî: Ebu'l-Hasen Alî,
es-Sırâ' beyne'l-fikreti'l-garbiyye ve'l-fikreti'l-islâmiyye, Dimaşk, 1968.
Nesâî: Ahmed b. Şu'ayb (v. 279/892),
es-Sünen ma'a-şerhi's-Süyûtî ve hâşiyeti's-Sindî, Mısır, ts.
Nevevî: Ebû-Zekeriyye Yahyâ b. Şeref (v. 676/1277),
el-Erba'ûn, Kahire, ts.
Okandan: Ord. Prof. Dr. Recâî Gâlip Okandan,
Amme Hukukumuzun Ana Hatları, İst. 1959.
Öztürk: Dr. Osman Öztürk,
Osmanlı Hukuk Tarihinde Mecelle, İst. 1973.
Pezdevî: Ebu'l-Hasen Fahdurrîn Ali b. Muhammed (v. 482/1086),
Kenzü'l-vüsûl fi'l-usûl, İst. 1308.
David: René D.,
Çağdaş Büyük Hukuk Sistemleri, Çev. Argun Köteli, İst. 1985.
Reşîd Rizâ: M. Reşîd Rizâ (v. 1935),
Muhâverâtü'l-muslih ve'l-mukallid, Mısır, 1324.
es-San'ânî: Muhammed b. İsmâ'îl (v. 1182/1768),
Sübülü's-selâm şerhu-Bülûği'l-merâm, Kahire, ts.
Schacht: Prof. J.
İslâm Hukukuna Giriş, trc. M. Dağ, A. Şener, Ank. 1977.
Schıwarz: Prof. Dr. Andreas,
Roma Hukuku, trc. Dr. Türkân Rado, İst. 1945.
Serahsî: Muhammed b. Ahmed (v. 490/1097),
el-Mebsût, Mısır, 1324-1331.
Serkis,
Mu'cemu'l-matbû'ât..., Mısır, 1928.
Sezgin: Prof. Dr. Fuad,
GAS., Hicâzî tercümesi, I-IX, Riyad, 1983.
Sîbâ'î: Prof. Dr. Mustafâ es-Sibâ'î,
Şerhu-Kanûni'l-ahvâli'ş-şahsıyye, Dımaşk, 1958.
Süyûtî: Celâüddîn Abdurrahman b. Ebî-Bekir (v. 911/1505),
Cezîlü'l-mevâhib fi'htilâfi'l-mezâhib, Sül. ktp. nr. 1030.
Husnü'l-muhâdara..., Mısır, 1321.
Târîhu'l-hulefâ, Kahire, 1952.
Şâfi'î: Muhammed b. İdrîs (v. 204/819),
İhtilâfu'l-hadîs (el-Umm ile).
er-Risâle, nşr. M. A. Şâkir, Kahire, 1940.
el-Umm, Kahire, 1329.
Şâh Veliyyullah: Ahmed b. Abdirrahman (v. 1176/1762),
Huccettullahi'l-bâliğa, nşr. S. Sâbık, Mısır, 1966.
el-İnsâf fî beyâni sebebi'l-ihtilâf, Mısır, 1372.
Iqdu'l-cîd..., (el-İnsâf ile beraber.)
Şâtıbî: İbrâhîm b. Mûsâ (v. 790/1388),
el-İ'tisâm, nşr. M. Reşîd Rizâ, Mısır, ts.
el-Muvâfeqât fî usûli'ş-şerî'a, Mısır, ts.
Şehristânî: Muhammed b. Abdilkerîm (v. 548/1153),
el-Milel ve'n-nihal, Kahire, 1948.
Şelebî: Prof. Muhammed Mustafâ,
Ta'lîlü'l-ahkâm, Mısır, el-Ezher, 1947.
Şevkânî: Muhammed b. Alî (v. 1250/1832),
el-Bedru't-tâli..., Kahire, 1348.
Neylü'l-evtâr..., 2. B., Mısır, 1952.
eş-Şîrâzî: Ebû-İshâk İbrâhîm b. Alî (v. 476/1083),
el-Lüma' fî usûli'l-fıkh, Mısır, 1326.
Tabaqâtü'l-fukahâ, 2. B., nşr. İ. Abbâs, Beyrut, 1970.
Taberî: Muhammed b. Cerîr (v. 310/922),
İhtilâfu'l-fukahâ, nşr. Dr. F. Kirn, Mısır, 1902.
Tahâvî: Ebû-Ca'fer Ahmed b. Muhammed (v. 321/933),
Şerhu-ma'âni'l-âsâr, Hind, 1301.
Taner: Prof. Tâhir Taner,
Ceza Hukuku, İst. 1949.
Ceza Mahkemeleri Usûlü, İst. 1945.
Taşköprülüzâde: Ahmed Isâmüddîn (v. 960/1553),
Mevzûâtü'l-ulûm, İst. 1313.
eş-Şaqâiku'n-nu'mâniyye..., (Kütüphanemizdeki yazma nüsha).
Tehânevî: Muhammed Alî (v. 1158/1745),
Keşşâfu-ıstılâhâti'l-fünûn, Kalküta ve İstanbul (1. Cild) tabıları.
Tirmizî: Muhammed b. İsâ (v. 279/892),
Sahîhu't-Tirmizî bi-şerhi-İbn el-Arabî, Kahire, 1931-34.
Tuğ: Doc. Dr. Sâlih Tuğ,
İslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, İst. 1969.
Turan: Prof. Dr. Osman Turan,
Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, 2. B., İst. 1969.
Selçuklular ve İslâmiyet, İst. 1971.
Uzunçarşılı: Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı,
Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal, Ank. T. Tarih Kurumu.
Osmanlı Tarihi, I, II, Ank. T. Tarih Kurumu.
Anadolu Beylikleri, Ank. T. Tarih Kurumu.
Velidedeoğlu: Prof. Hıfzı Veldet,
Türk Medeni Hukuku (Umûmî Esaslar), İst. 1951.
Wensinck: A. J. W.,
Concordance..., Brill, 1936-69.
Zebîdî: Muhammed Murtezâ el-Huseynî (v. 1203/1788),
Uqûdü'l-cevâhiri'l-münîfe... İst. 1309.
Zehebî: Muhammed b. Ahmed (v. 748/1347),
Menâkıbu'l-İmam Ebî-Hanîfe ve sâhibeyhi..., nşr. el-Kevserî ve'l-Efğânî, Mısır,
ts.
Tezkiratü'l-huffâz, Haydarâbâd, 1957.
ez-Zerqâ: Prof. Dr. Mustafâ Ahmed ez-Zerqâ,
el-Fıkhu'l-islâmî fî sevbihi'l-cedîd, 6. B., Dimaşk, 1959.
Zeydân: Prof. Dr. Abdulkerîm Zeydân,
el-Medhal li-diraseti'ş-şerî'ati'l-islâmiyye, Bağdâd, 1969.
Zeyla'î: Abdullah b. Yûsüf (v. 762/1361),
Nasbu'r-râye li-ehâdîsi'l-Hidâye, Kahire, 1938.
Zirikli: Hayruddîn ez-Ziriklî,
el-A'lâm, Kahire, 1954-59.
Dördüncü Bölüm
SELÇUKLULAR DEVRİNDE FIKIH
(Fıkhın Duraklama Çağı)
A- SİYASÎ DURUM:
Abbâsîlerin ilk yüz yılının sonlarına doğru bazı bölünmelerin vukûbulduğunu ve
birkaç beyliğin (emirlik) teessüs ettiğini zikretmiştik. Ancak Endülüs ve Mağrib
müstesnâ olmak üzere bu bölünmeler merkezî otoriteden çıkma mâna ve mâhiyetinde
değildir. İslâm memleketi bir uçtan diğerine altı ayda katedilen geniş ve
birleşik bir kitledir ve Bağdad'dati halifeye bağlıdır. Vâlileri o tayin eder,
vergi ona toplanır, idâre, kazâ, ordu ona bağlıdır; önemli problemlerin hallinde
ona baş vurulur, minberlerde ona duâ edilir ve para onun nâmına basılır.
Fakat zamanla merkezî otorite zayıflamış; bölünme ve müstakil devletler ortaya
çıkmaya başlamış, halifeye bağlılık şekil ve surette kalmıştır.
Hicrî 324 yıllarında görünüşte Abbâsî hilâfeti altındaki İslâm ülkelerinde şu
devletler vardır: İran, İsfehan, ve Cebel'de Büveyhîler; Musul, Diyarbekir ve
Diyâr-ı Rabîa'da Hamdanoğulları; Mısır ve Şam'da İhşidler; Afrika'nın kuzey
kıyılarında Fâtımîler; Endülüs'te Emevîler (Abdurrahman en-Nâsır); Horasan'da
Sâmânoğulları; Ehvâz, Vâsıt ve Basra'da Berîdîler; Yemâme ve Bahreyn'de
Karmatîler (Ebû-Tâhir), Taberistan ve Cürcan'da Deylem... Koca ülkede Abbâsî
halifesine kalan yer sadece Bağdad'dır.(1)
Artık bu küçük devletlerin (tavâifu'l-mülûk) karşısında tek düşman yoktur. Her
biri -meselâ ehl-i salîb kadar- birbirinden de çekinmekte, zaman zaman
vuruşmaktadırlar.
Nihayet 426/1035 tarihinde siyasî istiklâllerine kavuşan Selçuklular Doğu'dan
Batı'ya doğru birçok Türk ve Fürs devletlerini tarih sahnesinden kaldırarak
ilerlemiş, büyük bir sünnî-İslâm devleti kurmuşlardır. Bu arada Bağdad'ı da
Büveyhîler'in nüfûzundan kurtarmış (477/1055), Abbâsî halifesi el-Kaim bi-emrillah'a
itibarını iâde eylemişlerdir. Selçukluların en muhteşem çağlarında devletin
sınırı Kaşgar'dan Boğaziçi'ne, Akdeniz'e, Kafkaslar'dan ve Aral gölünden Hind
Deniz'i ve Yemen'e kadar uzanıyordu.
Sultan Melikşah'ın vefatından (485/1092) sonra Büyük Selçuklu İmparatorluğu
parçalanmış ve dörde bölünmüştür:
1- Irak ve Horasan Selçukluları (1194'e kadar),
2- Kirman Selçukluları (1092/1187),
3- Suriye Selçukluları (1092/1308),
4- Anadolu Selçukluları (1092/1308).
Selçuklu İmparatorluğu parçalanırken Doğu'da Harzemşahlar, Suriye ve Mısır'da
ise önce Atabeyler, sonra da Eyyûbîler hüküm sürmüşlerdir.(2)
1. A. Emin, Zuhru'l-İslâm, C. I, s. 90 vd.; A. Metz, el-Hadâratu'l-İslâmiyye,
terc: Ebû Rîde, Beyrut, 1967, C. I, s. 19 vd.
2. el-Hudarî, age., s. 320 vd; İ. A. "Selçuklular" maddesi.
B-
FIKIH TARİHİ BAKIMINDAN DEVRİN HUSUSİYETLERİ:
Merkezî otoritenin sarsılması ve çeşitli İslâm devletlerinin kurulması,
aralarında barışıp savaşmaları, hak-batıl birçok fikir cereyanının İslâm
dünyasında dal budak salmasına rağmen bu devrede fikrî hayat inkişaf etmiş,
ilimler ilerlemiş, kültür zenginleşmiştir. Ancak fıkıh sâhasında durum böyle
değildir; inkişaf çizgisinde duraklama ve sapma vardır. Artık büyük müctehidler
devrinin hür ve mutlak ictihadı, doğrudan doğruya Kitâb ve Sünnet kaynağından
hukukî hayata çözümler ve aydınlık getiren çalışmalar durmuş, onun yerini "takdîdçilik
rûhu" almağa başlamıştır.
Bu devrin Fıkıh ilmi ve hukukî hayat bakımından hususiyetlerine daha yakından
bakılınca şu noktaları seçmek mümkündür:
1- Taklîd Ruhu:
Sahâbe, tabiûn ve büyük müctehidler devirlerinde de bütün müslümanlar müctehid
değil idi. Dinî hüküm ve bilgileri, muayyen metodlarla Kitab ve Sünnetten
çıkaran, bunun için gerekli ilmî kudrete sahip bulunan müctehidler olduğu gibi
bu güçten mahrum halk da vardı. Ancak kendisinde ictihad kudretini bulamayan
müslüman, muayyen bir müctehide bağlanmıyor, onun her sözünü nas gibi kabul
etmiyor, rasgele İslâm âlimlerine başvuruyor, -mezhebin hükmünü değil- İslâm'ın
hükmünü öğrenmeye çalışıyordu. Halbuki tetkik ettiğimiz devirde gerek halk ve
gerekse âlimler "muayyen bir müctehide (mezhebe) bağlanmışlardı; dinî hükümleri
yalnız ondan alıyor, onun sözlerini -Kitâb ve Sünnetin nasları gibi- telâkki
ediyor, onlara bağlanmak mecburiyetinde olduklarına inanıyorlardı." İşte "taklîd
rûhu tabirinden maksadımız bu şuur, anlayış ve davranıştır.
Bu devrede yaşamış büyük fukahadan Ubeydullah el-Kerhî'nin (v. 340/951) şu sözü
bu rûhu tam olarak aksettirmektedir: "Mezhebimizin hükümlerine uymayan her âyet
ya te'vil edilmiştir yahut da mensûhtur; her hadîs de böyledir: ya te'vîl
edilmiş, zâhirî mânasıyle alınmamıştır, yahut da hadîs mensûhtur; başka bir
hadis ile yürürlükten kaldırılmıştır."(3)
Kerhî'nin demek istediği şudur: Nas ile mezheb çalıştığı zaman biz mezheb
hükmünü alır, onu uygularız.
İbn es-Sübkî'nin naklettiğine göre İmamu'l-Haremeyn'in (v. 478/1085) babası
Abdullah b. Yûsuf el-Cüveynî (v. 438/1046), "el-Muhît" isimli bir fıkıh kitabı
yazmak, bunu yazarken sahih hadislere tâbi olmak, mezhebe (şâfiî) bağlı kalmamak
ve mezheb taassubundan uzak durmak istemiştir. Kitabın ilk üç parçası el-Beyhaqî'nin
(v. 458/1066) eline geçmiş, okuduktan sonra meüllifi Cüveynî'ye uzun bir mektup
yazmıştır.(4) Bu mektubunda Beyhakî, müellifin bazı zâhullerine işaret ederek
"İmam Şâfiî'nin terkettiği; yani âmel etmediği, delil olarak kullanmadığı
hadîslerin gizli kusurları olduğunu, hadîsler ile amel etmenin ona mahsus
bulunduğunu" kaydetmiştir. Bu mektup üzerine el-Cüveynî kitabını yazmaktan
vazgeçmiştir.
Halbuki İmam Şâfiî "Sahih hadîsi bulunca benim sözümü atın, benim mezhebim
-sizin bulduğunuz- sahih hadîstir." demiş, bizzat kendisi Ahmed b. Hanbel gibi
mutemed hadîs bilginlerinden faydalanmış, sahih hadîse tesadüf ettiklerinde
kendisine bildirmelerini istemiştir.(5)
Bu iki söz ve davranış birbiriyle karşılaştırıldığı zaman ictihad hürriyeti veya
taklîd rûhu bakımından iki devir arasındaki fark açıkça görülmektedir. Bu farkı
doğuran; ictihadın durmasını, taklîdin yayılmasını intâc eden âmillere gelince:
a) Yetişkin talebe:
Talebenin hocasına bağlılığı tabîîdir. Kendisinden ilim ve feyiz alınan kişi
sevilir, sayılır, onun söz ve görüşlerinin tesbitine itinâ edilir. Öte yandan
halk dînî problemlerini halletmek için âlimlere başvurmak mecburiyetindedir.
Bu âlimler hocalarını sayıp, onların reylerine dayanınca dolayısiyle halk ve
idareciler de hocaların hocasına bağlanır. İşte mezheb sahibi müctehidlerin
çoğunun bu neviden iyi yetişmiş talebesi olmuştur. Bunlardan bir kısmının devlet
idarecileri yanında nüfuzları, kadıların tayininde muayyen mezheb salîklerinin
tercihine -daha açık bir deyişle- onların tavsiye ettiklerinin kadı tayin
edilmesine âmil olmuştur. İşte bu müctehid ve onun mezhebi rûhlarda bu ölçüde
büyüyünce birisinin ortaya çıkarak "mutlak müctehidim, benim de mezhebim var"
demesi veya böyle davranması mesele olmaktadır. Buna cesaret edemiyenler
ictihadlarına, bir mezhebe bağlanarak; yani bir müctehidin metodunu benimseyerek
devam etmişlerdir ki, bu nevi ictihad (ictihad fi'l-mezheb) tetkik ettiğimiz
devirde de mevcuttur.
b) Siyâset, kaza müessesesi ve medrese vakıfları:
Mezheplerin yerleşmesinden önce kadılar, müctehid âlimler arasından seçiliyor,
Kitâb, Sünnet ve bunlarda bulamazlarsa rey ictihadıyla hükmetmeleri;
çevrelerindeki âlimlerle de istişare etmeleri isteniyordu.(6) Bu devrelerde
halkın kadılarına büyük itimadı vardı.
Zamanla bazı kadıların menfî davranışları veya hatâlarının ortaya çıkışı
itimadın sarsılmasına sebeb oldu. Ayrıca hukukî emniyet, hükmedilecek esasların
daha önceden tesbitini ve ma'lûm olmasını gerekli kılıyordu. Bu ihtiyaç baş
gösterince hangi müctehidin mezhebi tedvîn edilmiş ise kadının o mezhebden
tayini veya hükmün o mezhebe göre verilmesi istenir oldu.
Ayrıca bazı devlet başkanları ve ileri gelenlerinin herhangi bir mezhebi
benimsemiş olması da bu mevzûda önemli rol oynuyor; o memlekette kadılar,
benimsenen mezheb ulemasından seçiliyordu. Bu cümleden olarak Selçuklular daha
çok hanefî mezhebini tervic etmişlerdir. Ebû Yûsuf'tan beri Abbâsîlerin aynı
mezhebe meyilleri ile Selçuklu devletinin siyasetine ve bünyesine uygunluğu bu
tercih ve rağbette rol oynamıştır. Tuğrul Bey'in vezîri el-Kundurî'nin eş'arî ve
şâfiîleri takip ve tazîb siyasetine son vererek şâfiî âlimlerin memlekete
avdetlerini temin eden vezîr Nizamü'l-Mülk'ün bu davranışı şâfiî mezhebine de
Selçuklu devleti sınırları içinde hayat hakkı tanımıştır.(7) Doğu'da Gazneli
Mahmud b. Sebüktekin, Batı'da (Mısır) Selâhaddin el-Eyyûbî de şafiî mezhebi için
aynı imkânı sağlamışlardır.
Sultan veya eşraftan birisi bir medrese yaptırıp ona muayyen vakıfları da
bağladıktan sonra tedrîsin muayyen bir mezhebe tahsisi âdet haline gelmiş,
mezheblerin ve taklîdin yerleşmesine bu da kuvvetli bir âmil olmuştur.(8)
c) Tedvin:
Yukarıda da temas edildiği üzere bazı mezheblerin ahkâmı, müctehid imam veya
talebesi tarafından derlenip toplanarak yazılmış; müftü ve kadılar için kolayca
istifade edilecek hale getirilmişti. Halbuki diğer bazı mezhebler bundan mahrûm
kalmış, bu mahrûmiyet onların zamanla unutulmasına ve terkedilmesine sebep
olmuştur. Nitekim İmam Şâfiî buna işaret ederek şöyle demiştir: "el-Leys b. Sa'd,
Mâlik'ten daha kuvvetli bir fıkıh bilginidir; fakat onun talebe ve tâbileri
mezhebine -mâlikîlerin İmam Mâlik'e yaptığı- hizmeti yapamamışlardır."(9)
3. el-Kerhî, er-Risâle, (İst., ts.) s. 84.
4. Mektubun metni için bak. İbn es-Sübkî, Tabakâtü'ş-Şâfiîyeti'l-kübrâ, Mısır,
1967, C. V, s. 77-90.
5. H. Karaman, İslâm Hukukunda Mezhebler, s. 161 vd.; İctihad, "İctihad
Ehliyeti" bahsi.
6. Hz. Ömer'in Ebu Mûsâ ve Şurayh'a yazdığı mektuplarda bu prensibi aksettiren
kuvvetli satırlar vardır.
7. İ. A. "Selçuklular" maddesi, s. 403; İbn es-Sübkî, age., C. III, s. 393 vd.;
İbn el-Esîr, el-Kâmil, C. X, s. 31, 209.
8. Ebû Şame, Muhtasaru Kitâbi'l-Müemmel, Mısır, 1328 (mecmûa), s. 26; eş-Şâ'rânî,
el-Mîzân, Mısır, 1318, C. I, s. 32.
9. el-Hudarî, age., s. 329.
2- Münazara ve
Münakaşalar:
Bu devrin hususiyetlerinden biri de çok yaygın hale gelen ilmî münakaşa ve
münazaralardır.
Danışma İslâm'ın emridir. Bu bazan fikirlerin ve görüşlerin çatışmasına,
çarpışmasına da sebep olur. Ancak maksat hakikatın aydınlığa kavuşturulması
olunca bu da meşrûdur, faydalıdır. Müctehid imamlar devrinde onların veya
talebelerinin arasında da ilmî tartışmalar olmuştur. Fakat onlar mezhebe değil,
ilme ve gerçeğe bağlı oldukları için buldukları yerde gerçeğe tâbi olmuşlardır.
Ayrıca münazaralar fazla yaygın da değildir.
Halbuki tetkik ettiğimiz devirde mezheblere mensup âlimler arasındaki
münazaraların hem gayesi değişmiş hem de çok yaygın hale gelmiştir.
a) Gayesi değişmiştir: O devri yaşamış, münazaralara katılmış sonra da onu
terketmiş bulunan Gazzâlî'nin açıklamasına göre yapılan münazaraların gayesi
nüfuz kazanmak, bilgili görünmek, mezhebin propagandasını yapmak, idarecilerin
arzularını tatmin etmek gibi hususlardır.(10)
b) Aşırı derecede yayılmıştır: Başta Irak ve Horasan olmak üzere hiç bir büyük
merkez yoktur ki orada iki büyük âlim arasında münazara yapılmamış bulunsun.(11)
Bu münazaraların bir düzen içinde yürümesi için yeni bir bilgi dalı daha doğmuş
(ilmu-âdâbi'l-bahs, ilmu'l-cedel) ve bu mevzûa ait kitaplar yazılmıştır.
10. İhyâ, C. II, s. 49 vd.
11. el-Muktedî bi-emrillah (467/1075-487/1094), devrinin büyük şâfiî âlimi Ebû-İshak
eş-Şirâzî'yi Selçuklu Hükümdarı Melikşah'a -bazı işler için- gönderdiğinde
Nisâbur'da İmamu'l-Haremeyn ile yaptığı münazaraları İbn es-Sübkî bize
tafsilâtıyle aktarmıştır; C. V, s. 209-218. Ayrıca bak. İbn el-Esîr, el-Kâmil,
Beyrut, 1966, C. X, s. 125 vd. Yine bu devirde şâfiî Ebu't Tayyib et-Taberî ile
hanefî Ebu'l-Hasen et-Tâlkânî arasında (Bağdad'da) ve aynı şâfiî âlim ile hanefî
Ebu'l-Hasen el-Kudûrî arasında geçen uzun münazaralar için bak. İbn es-Sübkî,
age., c. V, s. 12-50.
3- Mezheb Taassubu:
Devrin bir hususiyeti de mezheb taassubunun kuvvetlenmesi ve mezhebler
arasındaki müsamaha rûhunun sönmesidir. Önceki devirlerde çeşitli müctehidler,
bazı zamanlarda bunların mezhebleri ve tâbileri bulunmasına rağmen taassup ve
düşmanlık yoktu. Müctehidler birbiriyle temas ediyor, faydalanıyor, ilmî ölçüler
içinde yekdiğerini tenkîd veya takdîr ediyorlardı.
Üçüncü hicrî asırdan itibaren başlayan mezheb taassubu(12) zamanla kuvvetlenmiş,
düşmanlığa dönüşmüştür. Taassubun çeşitli sâhalardaki tezahürleri şöyle
olmuştur:
a) Tefrika, fitne, mukatele ve tahrîb:
Mutaassıp ve mukallid bazı mezheb sâlikleri, başka mezhebe müntesip bir imama
uyarak namaz kılmanın sahih olmayacağına, çeşitli mezheblere sâlik bir erkekle
bir kadının nikâhlarının sıhhatinde şüphe bulunduğuna... hükmederek İslâm
camiasının birliğini zedelemişlerdir. İş bununla da kalmamış, Bağdad'da
şâfiîlerle hanbelîler, Merv, Isfahan ve Rey bölgelerinde şâfiîlerle hanefîler
def'alarca vuruşmuş, yekdiğerlerinin mahalle ve meskenlerini tahrîb etmiş, gâlib
gelenler mağlub olanları günlerce sokağa çıkarmamışlardır. İmam Taberî, Ahmed b.
Hanbel'in farklı görüşlerini, bu mevzûdaki eserine almadığı için hanbelîler
tarafından evi taşlanmış, vefat ettiği zaman da ancak gece evine
defnedilebilmiştir.
b) Gerçekle karşılaşılmasına
rağmen hatada ısrar:
Mukallid, sözüne uyduğu imamın görüşlerini incelemediği, bu uyuşu bir tercîhe
istinad etmediği, ilim ve akıldan çok his ve telkine bağlı bulunduğu için, Kitab
ve Sünnetten kuvvetli bir delîle istinad eden, fakat mezhebine uymayan bir
hükümle karşılaştığı zaman "eğer bu dediğiniz gibi olsaydı benim imamım onu
bilir ve benimserdi..." gibi delilsiz iddiâlarla gerçeğe sırt çevirir. Halbuki
sahâbe de dahil olmak üzere her nesilden büyük müctehidlerin bilemediği nice
delil ve hükümler olmuştur.
c) Mezheb imamlarına, ictihad yoluyla
muhalefet edenlere cephe almak:
Kendi imamlarından başkalarının ne imâmetine, ne de fazîletine râzı olan
müteassıblar, ictihad ehliyetini elde ettiği için, imamlarına bağlanmadan dinî
mesâil üzerinde fikir yürüten bir kimseye raslayınca -hadleri olmadığı halde-
onun ehliyetini inkâr etmiş, insafsız tenkidlerini yöneltmiş ve ellerinde delil
bulunmadığı halde böyle kimseleri doğru yoldan ve cemâattan ayrılmakla
suçlamışlardır.
d) İctihada karşı çıkmak:
Taklîd ve taassubun en büyük zararı ictihad faaliyetini durdurmuş olmasıdır
diyebiliriz. Dördüncü asırdan önce hem farz, hem de çok şerefli bir ilim pâyesi
telâkki edilen ictihad, nazarî bakımdan olmasa bile tatbikatta -dördüncü asırdan
sonra- garîb ve münker bir iş gibi karşılanmış, dinî gayret ve medenî cesaret
sahibi bazı müctehidler, bu sıfatlarıyla ortaya çıktıkları zaman kendilerine
cephe alınmış ve hakaretlere maruz kalmışlardır. İbn Teymiyye, Süyûtî, Behâeddin
Merânî, Şevkânî gibi âlimleri burada örnek olarak hatırlayabiliriz.
İctihad hukukun hayatı demektir. İctihadsız bir hukuk sisteminin ve bilhassa
İslâm hukukunun gelişmesi ve yaşaması mümkün değildir. Bizim "bir hukuk
sisteminin yaşamasından" maksadımız onun cemiyet hayatına girmesi, yaşanması,
tatbik edilmesi demektir. Taklîdde ısrar, ictihada karşı aksülamel zamanla
hukukun donmasına, yürüyen hayata ayak uyduramamasına sebep olmuş, İslâm
âleminin birçok yerlerinde şer'î hükümlerin ya toptan veya kısmen terkine,
bunların yerine yabancı menşe'li sistemlerin kabul edilmesine yol açmıştır.(13)
12. Taklîd: Delil ve kaynağını bilmeden bir âlimin görüşünü (mezhebini)
benimsemek, onu uygulamaktır.
Mezheb taassubu: Bir mezhebe sımsıkı sarılmak, daha doğru ve uygun bir hükmün
başka bir mezhebde olduğu ortaya çıksa bile bağlandığı mezhebi terketmeyecek bir
rûh haleti içinde bulunmaktır.
13. H. K., İslâm Huk. Mezhebler, s. 17-19. (Bu kitapta diğer kaynaklara işaret
edilmiştir.)
4- İctihad
Kapısının Kapanması:
Bazı kaynaklara göre ictihad kapısı dördüncü hicrî asırda kapatılmış veya
kapanmıştır. Kapatılmıştır (mesdûd) diyenler fetvâ ve karar ile kapatılmıştır
demek istiyorlar, fakat böyle bir fetvâ ve karar gösteremiyorlar. Kapanmıştır (münsedd)
diyenler ise müctehid kalmadığı için ictihad kendiliğinden sona ermiştir demek
istiyorlar.
Hemen işaret edelim ki burada kapanıp kapanmadığı tartışılan ictihad "mutlak
müstakil ictihad"dır ve bundan maksad, usûl ve fürû'da başkasına tâbi olmayan
müctehidin müstakil ictihadıdır. Usûlde umumiyetle bir müctehide bağlı kalıp
fürû'da yani ictihad yoluyla varılan hükümlerde müstakil olan ictihadın (mutlak
müntesib ictihad) daha uzun zaman devam ettiği târihî bir gerçektir.(14)
Nazarî olarak "bir asrın müctehidsiz kalmasının (hulüvvü'l-asr ani'l-müctehid)
caiz olup olmadığı, tatbikatta da böyle bir durumun vuku bulup bulmadığı
hakkındaki uzun münakaşalara burada girecek değiliz.(15)
Bizim tesbitimize göre hiçbir asır müctehidsiz kalmamıştır. Fakat yukarıdan beri
arzedilen siyasî, ictimâî, ilmî ve ahlâkî değişmelerin bir neticesi olarak
dördüncü asırdan itibaren "mutlak ictihad" azalmış, ehliyet sahibleri horlanmış,
ihtiyaca rağmen imkânlar daralmıştır.
C- TEDVİN HAREKETİ:
Mezheb imamlarının müctehid talebelerinden sonra başlayan bu devirde tedvîn
hareketini gayesine ve yöneldiği hedefe göre birkaç sınıfa ayırmak gerekir:
I- Mezheb Hükümlerinin Usûl ve Mesnedini
Tesbit İçin Yazılan Kitaplar:
Mezheb imamının ictihadını açıklayabilmek, boşlukları onun ictihad usûlüne göre
doldurabilmek için imamın usûlünü, hükümlerin illetini (mesned, dayanak) bilmek
gerekmiştir. İllete "menât" bunu bulup ortaya koymaya "tahrîcu'l-menât"(16) bu
ehliyeti taşıyan âlimlere "ehl-i tahrîc" yahut da "el-muharricûn" denir.
Bilhassa hanefîler -imamlarından kendilerine yazılmış bir usûl kitabı intikal
etmediği için- tahrîc işiyle meşgul olmuşlar; imamların hüküm, ictihad ve
mütalâalarından faydalanarak onların usûlünü, hükümlerinin illetini tesbite
çalışmışlardır.(17)
Ebu'l-Hasen el-Kerhî (v. 340/951), ed-Debûsî (439/1047)'nin risaleleri ile Ebû-Bekir
er-Râzî el-Cessâs (v. 370/980), Ali b. Muhammed el-Bezdevî (v. 438/1046) ve
Şemsu'l-eimmeti's-Serahsî'nin (483/1090) usûlu'l-fıkh'a ait kitapları bu
maksatla yazılmış eserlerdir.
İmam Şafiî usulünü bizzat yazdığı için mezhepte furû'dan usûle değil, usûlden
furû'a bir metod gelişmiştir. Aynı devirde bu metoda (Şâfi'î veya kelâmcılar
metoduna) göre de eserler yazılmıştır: Ebu'l-Hüseyn Muhammed b. Alî el-Basrî (v.
413/1022), el-Mu'temed; İmamu'l-Haremeyn el-Cuveynî (v. 478/1085), el-Bürhân;
el-Gazzâlî (v. 505/1111), el-Müstesfâ...
14. Muhammed Ebû-Zehra'nın tesbitine göre "mutlak müntesib müctehidler" beşinci
asra kadar azalarak bulunmuş, beşinci asırda onların yerini "ehl-i tahric"
almıştır. Bunların da ilk sırasında "müctehid fi'l-mezheb" denilen fıkıh
bilginleri vardır. Bunlar usûl ve fürûda bir imama bağlı kalıp, onun usûlüne
göre boşlukları dolduran müctehidlerdir. Mevsû'atü'l-fıkh, s. 58 vd.
15. Bak. İctihad, s. 184 vd.
16. Nassa dayanan hükümlerde illet belli değil ise -kıyas yapabilmek için-
illeti bulup ortaya koymak gerekir ve buna da "tahrîcu'l-menât" denir. Burada
illet naslarda, yukarıdaki tahric işleminde ise ictihad ile sabit hükümlerde
aranmaktadır.
17. Şah Veliyullah, el-İnsâf, Mısır, 1327, s. 29 vd.
2- Tercih
Gayesine Yönelmiş Kitaplar:
Bir mezheb içinde, aynı konuda birbirini tutmayan görüşler ve hükümler arasından
birini tercih için yapılan çalışmalar da iki gruba ayrılır:
a) Rivayete dayanan tercih:
Mezheb imamlarının ictihad ve reylerini yazılı veya şifâhî olarak nakledenler
birden fazla olunca ve çelişen hükümler de nakledilince "rivâyet bakımından
tercîh" bahis mevzûu olmaktadır.
Meselâ Ebû-Hanife'nin görüşlerini İmam Muhammed, Ebû-Yûsuf ve diğer bazı
talebesi -ya doğrudan doğruya yahut da yekdiğerinden alarak- nakletmişlerdir.
İmam Şâfiî'nin mezhebini er-Râbî b. Süleyman, el-Müzenî, Harmele, el-Buveytî
gibi talebesi nakletmişlerdir.
İmam Mâlik'in mezhebini İbn el-Kâsim, İbn Vehb, İbn el-Mâceşûn, Esed b. el-Fürât...(18)
rivayet etmişlerdir.
Nakledilen iki görüşün çelişmesi ya talebenin yanlış anlaması yahut da İmam'ın
önce bir reyi benimsemiş iken sonra bunu terkedip zıddına kani olmasından neş'et
etmektedir.
İşte bu durumda daha sonra gelen mezheb âlimlerine, rivâyetleri karşılaştırarak
en kuvvetli olanı tercih etmek vazifesi düşmektedir.
Bu cümleden olarak hanefîler İmam Muhammed'in kitaplarından mevsuk olarak
nakledilenleri tercih etmişlerdir. Ebû-Hafs el-Kebîr, el-Cevzecânî gibi
hanefîlerin rivayetine dayanan kitaplar bu kabildendir ve "zâhiru'r-rivâye"
adını alırlar.
Şâfiîler er-Râbi'in rivâyetini, el-Müzenî ve diğerlerininkine tercih
etmişlerdir.
Mâlikîler de İbnu'l-Qâsim'in naklini daha sağlam bulmuşlardır.
b) Usûle ve delile dayanan tercih:
İmamdan nakledildiği kesin olarak bilinen iki zıt görüşü veya biri imamdan
diğeri de onun talebe ve tâbilerinden nakledilen iki görüşü, usûl kaidelerine,
Kitap, Sünnet gibi delillere bakarak karşılaştırmak ve birisini tercih etmek işi
de bu devirde başlamış, her mezhebden buna ehil birçok fıkıh bilgini bu konu ile
meşgul olmuşlardır.
Bu kısma giren eserler daha ziyâde fürû kitaplarıdır.
İmam Muhammed'in mevsuk altı kitabını el-Hâkimu'ş-şehîd Muhammed b. Ahmed el-mervezî
(v. 334/945) el-Kâfî isimli eserinde hulâsa etmiş; es-Serahsî de mezkûr eseri
el-Mebsût ismiyle onbeş ciltte şerhetmiştir (Bkz. Mebsut'un girişi)
İmam Mâlik'in mezhebini câmi olan el-Müdevvene'yi İbn Ebî-Zeyd el-Kayravânî (v.
386/996) ve Ebû-Saîd el-Berâdi'î (v. 372/982) ihtisar etmişlerdir.
Şâfiî mezhebinde eş-Şirâzî'nin el-Mühezzeb'i devrin aynı mahiyetteki
kitaplarından birisidir ve en-Nevevî (v. 676/1277) tarafından bu esere büyük bir
şerh yazılmıştır.
Gazzâlî'nin el-Basît, el-Vesît ve el-Vecîz'i de bu kabil eserler arasındadır.
18. İsmi geçen fıkıh bilginleri hakkında, bundan sonra gelen "Devrin Fukahâsı"
bölümünde kısa bilgi verilecektir.
3-
Mezheb Müdâfaasını Hedef Alan Çalışmalar:
İlmî münazara ve münakaşalar meclislerde sözlü olarak yapılmakla kalmamış
kitaplarda da yürütülmüştür. Bu maksatla yazılan kitaplar "el-Hilâf" ilmini
taşımaktadır ve mezheblerin mukayesesini mevzû olarak almışlardır.
Hilâf veya mezheblerin mukayesesi konusunda yazılan kitapları da iki kısma
ayırmak gerekiyor:
a) Mutlaka mezhebinin üstünlüğünü isbat maksadıyla yazılanlar: Hemen her büyük
mezhebin âlimleri bu maksadla kitaplar yazmışlardır. Yukarıda adı geçen el-Mebsût
ve el-Mühezzeb'de hilâfa da yer verilmiştir. Hanefî ed-Debûsî'nin bu mevzûdaki
eseri, "ilk hilâf kitabı" olarak kabul edilmektedir.(19)
b) Muayyen bir mezhebin galebesini temin maksadıyla değil, gerçeğin, en uygun
hükmün -Kitab, Sünnet, kıyas gibi delillere göre- tesbitini ve te'yidini te'min
için yazılan kitaplar, İbn Cerîr et-Taberî (v. 310/922)'nin İhtilâfu'l-Fukahâ'sı
böyledir. İbn Rüşd'ün (v. 595/1198) Bidâyetü'l-müctehid ve Nihâyetü'l-muktesıd'ı;
İbn Kudâme'nin (v. 620/1223) el-Muğnî'si; İbn Hazm'ın (v. 456/1063) el-Muhallâ'sı...
umûmî hatlarıyla burada yer alabilir.
19. İzmirli İsmail Hakkı, İlm-i Hilâf, s. 8 vd.
D- ADLİYE TEŞKİLÂTI
VE KANUN:
Hz. Peygamber (s.a.) devrinde riyâset, risâlet gibi vazifeler yanında kadılığı
da bizzat kendisinin icrâ ettiğini; Hz. Ömer zamanında adlî hâdiseler çoğaldığı
ve memleket genişlediği için ayrı kadılar tayin edildiğini, Emevîler devrinde de
kadıların müctehid ve müstakil bulunduklarını yerinde kaydetmiştik.
Bu devrelerde kadılar dâvalara önceleri evlerinde bakarken sonra mescidlerde
bakmağa başladılar
Mahkemede kâtib ve hükümlerin kaydedildiği sicil yoktu. Hüküm verilince derhal
infaz ve icrâ edilir, infazı da yine kadı deruhte ederdi.
Hz. Alî muayyen bir gün tayin etmemekle beraber şikâyet vukuunda adlî
haksızlıklar ile meşgul olur, adâletin gerçekleşmesini sağlardı.
Emevîlerden Halîfe Abdulmelik (685/705) haftada bir gününü bu işe tahsis etmiş,
baş kadısından da istifade ederek önemli dâvâlara bizzat bakmıştır. Zamanla
inkişâf ederek -bugünkü tabirler ile- Yüce Divan, danıştay ve temyîzin de
vazîfelerini ifâ eden bu müesseseye "Dîvânu'l-mezâlim" adı verilmiştir. Aynı
zamanda büyük devlet ricâlini de muhâkeme eden bu mahkemede ya halîfe veya onun
vekili (kadı'l-mezâlim, sâhibu'l-mezâlim) ile muhâfızlar, hâkimler, fukahâ,
kâtip ve şâhidler bulunurdu.
Abbâsîlerin birinci devrinde (H. 232-334) ictihad rûhu zâyıflamış, mezhebler
teessüs etmiş ve kadılar hükümlerini bu mezheblerden birine göre vermeye mecbur
kılınmışlardır: Irak'ta hanefî, Şam ve Mağrib'de mâlikî, Mısır'da şâfiî...
Mahkemeye kadının mezhebi dışından birisi başvurursa kadı o mezhebden bir âlimi
nâib kılmaktadır.
Yine bu devirde siyâset kazâya tesir etmiş, Abbâsî halifeler tasarruflarına
meşrûiyet vermek için kadılardan faydalanmışlar ve bu yüzden Ebû-Hanîfe gibi
bazı âlimler mezkûr vazîfeyi kabul etmemişlerdir.
Kadıların vazîfe ve selâhiyeti de genişlemiş, daha önce medenî ve cezâî dâvalara
bakan kadılar artık vakıflar ve vasîler; emniyet ve belediye işleri, darphâne,
beytü'l-mal gibi müesseselerle de meşgul olmuşlardır.
Hârun Reşid devrinde kadı'l-kudâtlık makamı ihdas edilmiştir. Bu makam
günümüzdeki adliye vekâletine benzer ve geniş selâhiyetleri vardır.
Abbâsîlerin ikinci devrinde (H. 334-656) ve bilhassa şîî Büveyhîlerin Bağdâd'a
hâkim bulundukları zamanda kadılık makamında oturabilmek için her yıl önemli bir
meblâğ ödemek gerekmiştir.
Kadı'l-kudât'ın büyük bir dairesi; kâtib, muhâfız, mübâşir, sicil muhâfızı gibi
memurları vardır. Şâhidlerin tezkiyesi gerekmektedir.
Kadılar -Abbâsîlerin şiârı olan- siyah cübbe giyerler, uzun bir kavuk üzerine
siyah sarık sararlardı.(20)
Selçuklular'ın hâkimiyet bölgesinde kazâ umûmî hatlarıyle Abbâsîler'in ilk
devrinde olduğu gibidir. Hanefî ve kısmen Şâfiî mezhebine göre hüküm verilirdi.
Şer'î mahkemelerin yanında inzibatsızlık, itâatsızlık, siyâsî mâhiyetteki suçlar
vb. ile meşgul olan "örfî mahkemeler" de vardı. Ayrıca orduya mensup kimseler
ile alâkalı şer'î davâlara bakan kadı-askerler mevcuttu.(21)
Daha önce de işaret edildiği üzere Osmanlılar devrine kadar, hükme esas olmak
üzere vazedilmiş "kanunlar" yoktur. Fıkıh ve fetvâ kitabları ile mesâlih, örf-ü
âdet gibi kaynaklar kanun mesabesindedir.
Bazı müelliflere göre Selçuklular, "Uygurlar ve Hazarlar'da mevcut din ve dünya
işlerini birbirinden ayıran" bir devlet telâkkisini İslâm âleminde ilk defa
tatbik etmişler; "dinî İslâm hukukunun, nüfuzu altında bulundurduğu devlete
serbest faâliyet imkânları tanımayan, mahdut ve çok kere tatbikî değerden mahrum
nazariyelerine karşılık, âmme menfaatlerini korumakla vazifeli devlet sultasının
her şeyden üstün olduğu düşüncesine" hayatiyet vermişlerdir.(22)
Bu iddiâya delil olarak halîfelerin dünya işlerine karıştırılmaması, şerîata
aykırı vergiler ve cezalar, bazı Türk örf-ü âdetlerinin tatbiki, toprak
üzerindeki tasarruflar (askerî ıktâ usûlü)... gösterilmiştir.
Kanâatimize göre bu iddiâ ileri sürülürken İslâm'ın ülü'l-emre tanıdığı
selâhiyet sâhası nazar-ı itibara alınmamıştır. Selçuklu idaresine "lâik"
diyebilmemiz için âciz, zayıf "sözde halifelerin", siyasî maksadlarla dünya
işlerine karıştırılmamış olması vâkıası kâfî değildir. Diğer İslâm devletlerinde
olduğu gibi Selçuklularda da şerîatın yani Kitab ve Sünnet'in, bunlardan
çıkarılan hükümlerin temas ettiği din ve dünya işlerinde şerîat aynen tatbik
edilmiştir.
Verilen örneklerde şerîatın terki veya ona aykırı davranış değil, bizzat
şerîatın verdiği salâhiyete dayanan tasarruflar vardır. "Amme menfaatini
korumak" İslâm'ın "mesâlih prensibi" içinde yer alır ve daha hulefâ-i raşidin
devrinde zarûret ve maslahat dolayısıyle bazı nasların -geçici olarak- tatbik
edilmediği görülmüştür.(23) Buna izin veren de yine şerîattır; Kitap ve
Sünnet'tir.
Bir tasarrufun İslâm esaslarına göre meşrûiyetini müdâfaa ve îzah etmek mümkün
oldukça o şer'îdir, İslâmîdir yani dînîdir. Kitab ve Sünnet'e aykırı olmayan
millî örf ve âdetlerin yaşatılması şerîate aykırı değildir ve bunu -araplar
dahil olmak üzere- başka müslüman milletler de yapmışlardır.
Iktâ usûlü Hz. Ömer zamanında başlamıştır. Nizâmü'l-mülk"ten itibâren yapılan
değişiklik bunun sadece bir nev'i olan "askerî ıktâdır.(24) Bu da "mesâlih"
prensibi ile İslâm'ın idarecilere verdiği selâhiyet çerçevesi içinde
yapılmıştır.
Hudûd sâhasına girmeyen ceza (ta'zîr) mevzûunda İslâm'ın idarecilere tanıdığı
geniş selâhiyeti bilmeyen yok gibidir.(25)
Yönetim ve kazâda şerîate bağlılığın, zâhiren de olsa tasarrufların şerîate
uydurulması vâkıasının örnekleri ileride de görülecektir.
20. Dr. H. İ. Hasen ve Dr. A. İ. Hasen, en-Nuzumu'l-İslâmiyye, Kahire, 1962,
273-290, 294.
21. İ. A. "Selçuklular" maddesi, s. 400; Prof. İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı
Devleti Teşkilâtına Medhal, s. 21, 132.
22. İ. A. Selçuklular ve Kanunnâme maddeleri; Tarih Dergisi, Mart 1965, s. 178,
182-183; Prof. F. Köprülü, "Orta Zaman Türk Hukuk Müesseseleri", Belleten, II,
s. 39 vd.
23. Bak. Sahabe devri.
24. Selçuklular'da toprak meselesi için bak. Prof. Osman Turan, Selçuklular ve
İslâmiyet, İst. 1971, s. 69-91.
25. Bak. H. Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, s. 141 vd.
E- BAŞLICA FIKIH
BİLGİNLERİ:
Hicrî dördüncü asrın başlangıcından sekizinci asrın başlarına kadar devam eden
bu uzun devre içerisinde çeşitli mezheblere mensûb sayısız fıkıh bilgini gelip
geçmiştir.(26) Bunlar arasında bir ölçüde ictihad derecesine varmış veya önemli
eserler vermiş olanlardan bazılarını kısaca tanıtmak devre bir başka yönden ışık
tutmuş olacaktır.(27)
Hanefîlerden:
1- Ebû-Ca'fer Ahmed b. Muhammed et-Tahâvî (v. 321/933); Mısırlı, şâfiî iken
sonradan hanefî olmuştur, mezhebde müctehid derecesindedir.
Eserleri: el-Muhtesar, Şerhu-ma'âni'l-âsâr, Ahkâmu'l-Kur'ân.
2- Ebu'l-Hasen Ubeydullah b. el-Hüseyn el-Kerhî (v. 340/952) zamanında Bağdad
hanefî fukahâsının başı, "mezhebde müctehid" derecesinde.
Eserleri: el-Muhtesar, İmam Muhammed'in el-Câmiu's-Sağir ve el-Câmi'u'l-kebîr'inin
şerhleri, er-Risâle.(28)
3- Ebû-Bekr Ahmed b. Alî el-Cessâs (v. 370/980); el-Kerhî'nin talebesi, mezhebde
müctehid.
Eserleri: Hocasının el-Muhtesar'ının şerhi, et-Tahâvî'nin Muhtesâr'ı, İmâm
Muhammed'in el- Câmi'inin şerhleri, Usûlu'l-fıqh, Edebu'l-kudât.
4- Ebu'l-Leys Nasr b. Muhammed es-Semerqandî (v. 373/983); büyük hanefî fıkh
bilgini ve mutasavvıf.
Eserleri: Hizânetü'l-fıqh, Uyûnü'l-mesâil, en-Nevâzil, el-Fetâvâ, İmam
Muhammed'in el-Câmi'u's-sağîr'inin şerhi.
5- Ebû-Abdillah Yûsüf b. Muhammed el-Cürcânî (v. 398/1007); el-Kerhî'nin
talebesi; Hızânetü'l-Ekmel isimli altı büyük ciltlik eserinde şu kitapları
cemetmiştir: el-Kâfî li'l-Hâkim; el-Câmi'ayn li-Muhammed, ez-Ziyâdât, el-Mücerred,
el-Münteqâ, Muhtesâru'l-Kerhî, Şerhu't-Tahâvî, Uyûnu'l-mesâil.
6- Ebu'l-Hasen Ahmed b. Muhammed el-Qudûrî (v. 428/1037); Bağdadlı, mezhebde
müctehid.
Eserleri: Kendi adıyla anılan el-Muhesar, Şerhu-Muhtesari'l-Kerhî, et-Tecrîd; bu
eser Ebû-Hanîfe ile Şâfiî arasındaki ihtilâflı müsâili muhtevî olup mesailin
delilleri verilmemiştir.
7- Ebû-Zeyd Ubeydullah (veya Abdullah) b. Ömer ed-Debûsî (v. 430/1039);
Semerkanlı, ilm-i hilâfın vâzı'ı, kadı ve münazaracı.
Eserleri: el-Esrâr, el-Fetâvâ, Te'sîsu'n-nazar, Taqvîmu'l-edille.
8- Ebû-Bekr Hâherzâde Muhammed b. el-Hüseyn el-Buhârî (v. 433/1041); Mâverâu'n-nehr
bölgesinin büyük bilginlerindendir.
Eserleri: el-Muhtesar, et-Tecnîs, el-Mebsût.
9- Şemsü'l-eimme Abdulaziz b. Ahmed el-Halvânî (v. 448/1056); Buhâralı mezhebde
müctehid.
Eserleri: el-Mebsût.
10- Şemsü'l-eimme Muhammed b. Ahmed es-Serahsî (v. 483/1090); el-Halvânî'nin
talebesi, Horasanlı, mezhebde müctehid, mücahid, münazaracı.
Eserleri: Hücre hapsinde iken talebesine -yarısını kitaba bakmadan- imlâ
ettirdiği otuz cüzlük el-Mebsût, Usûlu'l-fıqh, Şerhu'l-Câmi' li-Muhammed,
Şerhu's-Siyeri'l-kebîr lehu, Şerhu-muhtesari't-Tahâvî.
11- Ali b. Muhammed el-Pezdevî (483/1090); Semerkandlı, mezhebde müctehid.
Eserleri: el-Mebsût (onbir cilt), Şerhu'l-Câmi'ayn li-Muhammed, Usûlü'l-fıqh (Usûlü'l-Bezdevî
diye meşhurdur), Gınâu'l-fukaha.
12- Sadru'ş-Şehîd Hüsâmüddîn Ömer b. Abdulazîz (v. 536/1141); Horasanlı
Buhâra'da medfûn.
Eserleri: el-Fetâvâ, Şerhu-Edebi'l-qâdî li'l-Hassâf, Şerhu'l-Câmi'is-sağîr.
13- Tâhir b. Ahmed el-Buhârî (v. 542/1147), devrinde Mâverâu'n-nehr hanefilenin
üstadı, mezhebde müctehid.
Eserleri: Hulâsatü'l-fetâvâ, Hızânetü'l-vâkı'ât.
14- Ebû-Bekr b. Mes'ûd b. Ahmed el-Kâsânî (v. 587/1191); melikü'l-ulemâ
lâkabıyle anılan büyük hanefî fıkıh bilgini.
Eserleri: Alâuddîn Muhammed b. Ahmed es-Semerkandî'nin Tuhfetü'l-Fuqahâ'sı
üzerine yazdığı şerh "el-Bedâyi'u's-sanâyi" güzel tertipli, delil ve münakaşalı
bir fıkıh kitabıdır.
15- Fahruddîn Hasen b. Mansûr el-Özcendî (v. 592/1196);
Ferganalı, Kadıhân diye meşhur, mezhebde müctehid.
Eserleri: el-Fetâvâ, el-Vâqı'ât, el-Emâlî, Şerhu'z-Ziyâdât, Şerhu-Edebi'l-Qâdî
li'l-Hassâf.
16- Ali b. Ebî-Bekr el-Merginânî (v. 593/1197); Ferganalı, mezhebde müctehid.
Eserleri: el-Hidâye, el-Münteqâ, Muhtârâtü'n-nevâzil, et-Tecnîs, el-Ferâiz,
Menâsikü'l-hacc.
17- Muhammed b. es-Sadri's-sa'îd Bürhânüddîn (v. 616/1219); Horasanlı, Sadr-ı
şehîd'in talebesi, mesâilde müctehid.
Eserleri: el-Muhîtu'l-burhânî (Kırk cilt olduğu söylenen bu eser İmam
Muhammed'in eserleri ile sonraki fetâvâyı câmi'dir) ez-Zehîra, et-Tecrîd.
26. Mezheblere âit "tabakâtu'l-fukahâ" kitapları asır asır takip edilince bu
devrede binlerce fakîhin biyografisine rastlanmaktadır.
27. Müctehid imamlar ve talebeleri "Fıkıh Mezhebleri" bölümünde verilmiştir.
28. Fukahânın, fıkıh sâhasındaki önemli eserleri kaydedilecektir.
Mâlikîlerden:
1- Muhammed b. Yahyâ b. Lubâbe (v. 336/947); Endülüsten, mezhebde müctehid.
Eserleri: el-Müntehabe, Şerhun alâ mesâili'l-Müdevvene.
2- Bekr b. el-Alâ el-Kuşeyrî (v. 344/955) aslen Basralı, sonra Mısır'a geçmiş ve
orada kadı İsmâil'in talebelerinden ders almıştır.
Eserleri: el-Ahkâm, er-Raddü ale'l-Müzenî, Usûlü'l-fıqh, el-Kıyâs.
3- Ebû-İshâk Muhammed b. el-Qâsim (v. 355/966); zamanında Mısır mâlikîlerinin
üstadı.
Eserleri: ez-Zâhi'ş-Şa'bânî.
4- Muhammed b. Hâris b. Esed el-Huşenî (v. 361/972); Kayrevan'da okudu sonra
Endülüs'e geçti ve Kurtuba'ya yerleşti, fetvâ ve mesâil üzerine kıyas yapmakta
üstad idi.
Eserleri: el-İhtilâf fî mezhebi-Mâlik, el-Fütyâ.
5- Ebû-Bekr Muhammed b. Abdillah el-Mu'aytî (v. 367/977); Endülüslü, mâlikî
mezhebini en iyi bilenlerdendir. Emîru'l-mu'minîn el-Hâkem'in isteği üzerine,
İşbiliyeli Ebû-Ömer ile beraber el-İstî'âb'ı tamamlamıştır. Bu eser sadece
Mâlik'in ictihadlarını toplamak maksadıyla yazılmağa başlanmış, müellifi altı
cildini yazınca vefat etmişti. el-İstiâb tamamlanınca yüz cilt olmuştur.
6- Yûsüf b. Ömer b. Abdi'l-Berr (v. 380/990); Endülüslü büyük muhaddis ve
ictihad derecesinde fıqıh bilginidir.
Eserleri: el-İstizkâr bi-mezâhibi-ulemâi'l-emsâr (Muvatta' şerhi), el-Kâfî fi'l-fıkh...
7- Ebû-Muhammed Abdullah b. Ebî-Zeyd el-Kayrâvanî (v. 386/996); mezhebde
müctehid, Mâlik'in mezhebini tedvîn ve şerhetmiş ve kendisine küçük Mâlik
denmiştir.
Eserleri: en-Nevâdir ve'z-ziyâdât ale'n-nevâdir, Muhtesaru'l-müdevvene,
er-Risâle.
8- Ebû-Bekr Muhammed b. Abdillah el-Ebherî (v. 395/1005); Irak'ta altmış yıl
mâlikî mezhebini okutmuş, savunmuş ve fetvâ vermiştir.
Eserleri: Şerhu'l-muhtesar, er-Raddü ale'l-Müzeni, Usûlü'l-fıqh, İcmâ'u-ehli'l-Medîne.
9- Ebû-Abdillah b. Muhammed b. Abdillah "İbn Ebî-Zemenin" (v. 399/1008);
Gırnatalı, Kurtuba'da yetişti, mezhebde müctehid ve hadîs bilgini.
Eserleri: "l-Muğrîb fi'l-Müdevvene, el-Müntehab fi'l-ahkâm, el-Mühezzeb.
10- el-Qâdî Abdu'l-Vehhâb b. Nasr (v. 422/1031); Bağdadlı, Mısır'a da gelmiş ve
saygı görmüştür, mezhebde müctehiddir.
Eserleri: el-Edille fî mesâili'l-hilâf, Şerhu-Risâleti-İbn Ebî-Zeyd, Şerhu'l-Müdevvene.
11- Ebu'l-Qâsim Abdurrahman b. Muhammed el-Hadramî (v. 440/1048); Kuzey-Batı
Afrika'dan, İbn Ebi-Zeyd'in talebesi, el-Müdevvene mesâilini ve onun dışında
kalan rivâyetleri, fetâvâyı câmi 200 cüz'e yakın bir fıkıh kitabının
müellifidir.
12- Ebu'l-Velîd Süleyman b. Halef el-Bâci (v. 474/1081); Endülüslü, İbn Hazm'ın
muâsırı olup onunla münazaralar yapmıştır. Mezhebde müctehiddir.
Eserleri: el-Münteqâ fî şerhi'l-muvatta', Mesâilu'l-hilâf, el-Muhezzeb
fi'htisâri'l-Müdevvene, İhkâmu'l-füsûl fi ahkâmi'l-usûl.
13- Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd (v. 520/1126); Kurtubalı,
zamanında Endülüs ve Mağrib'de mâlikîlerin üstadı.
Eserleri: el-Beyân ve't-Tahsîl, el-Muqaddimât (Müdevveneye giriş).
14- Ebû-Abdillah Muhammed b. Ali el-Mâzerî (v. 536/1141); Kuzey Afrika'nın
imamı, mezheble müctehid.
Eserleri: Şerhu-Müslim, Şerhu't-Telqin li'l-Qâdî Abdi'l-Vehhâb, Şerhu'l-Burhân
li-İmâmi'l-Haremeyn.
15- Ebû-Bekr Muhammed b. Abdillah "İbn el-Arabî" (v. 543/1148); İşbiliyeli,
mezhebde müctehid.
Eserleri: Ahkâmu'l-Kur'an, el-Mahsûl fi usûli'l-fıqh, el-Mesâlik (Muvatta
şerhi).
16- el-Qâdî Ebu'l-Fadl Iyâd b. Mûsâ (v. 541/1146); Aslen Endülüslü, Gırnata'da
kadılık etti ve Merakeşte öldü.
Eserleri: eş-Şifâ bi-ta'rifi-hukukı'l-Mustafâ, İkmalu'l-mu'lim fî
şerhi-sahîhi-Müslim, Tertîbu'l-medârik (Tabakat).
17- Muhammed b. Ahmed... b. Rüşd el-Hafîd (c. 595/1199); Endülüs'te onun gibisi
yetişmemiştir, aklî ilimlerde daha güçlüdür, mezhebde müctehid derecesinde
fakihdir.
Eserleri: Bidâyetü'l-müctehid ve nihâyetü'l-muktesıd, Muhtesaru'l-Müstasfâ...
Şâfiîlerden:
1- Ebû-Bekr Muhammed b. Ali b. İsmâil el-Qaffâl eş-Şâşî (v. 336/947); İbn
Surayc'in talebesi, mutlak müntesib müctehid, Mâverâu'n-nehir'de şâfiî fıkhını
neşreden fakıhtir.
Eserleri: Usûlu'l-fıkh, Şerhu'r-risâle.
2- Ebû-İshâk İbrâhim b. Ahmed el-Mervezî (v. 340/951); İbn Sürayc'den sonra
Irak'ta şâfiî'lerin üstadı olmuştur, müctehid fi'l-mezhebidir, Mısır'da vefât
etmiştir.
Eserleri: Şerhu'l-Müzenî.
3- Ebu-s-Sâib Utbe b. Ubeydillah (v. 350/961); şâfiî'lerden Bağdad'da ilk kadı'l-kudât.
5- Ebû-Hâmid Ahmed b. Bişr el-Merzevî (v. 362/973); bu da Ebû-İshak'ın
talebesidir.
Eserleri: el-İfsâh fi'l-mezheb, el-Kifâye, el-Kıyâs ve'l-ılel, Edebu'l-müftî.
7- Ebû-Ali el-Huseyn b. Şuayb (v. 403/1012); Horasan'ın büyük âlimi, Irak ile
Horasan yöntemlerini (tarîk) ilk defa kendisinde cemeden fakıh, el-Kaffâl ve Ebû-Hamîd'in
talebesi.
Eserleri: Şerhu'l-Muhtesar, Şerhu-Fürû' l-İbni'l-Haddâd.
8- Ebû-Hamîd Ahmed b. Muhammed el-İsferâyînî (408/1017); Irak tarîkının üstadı,
ictihad derecesinde fıkıh bilgini.
Eserleri: Te'âlîq fî şerhi'l-Müzenî.
9- Abdullah b. Ahmed el-Oaffâlu's-Sağir (v. 417/1026); Horasan'ın meşhur
fakihlerindendir.
10- Ebû-İshâq İbrâhîm b. Muhammed el-İsferâyînî (v. 418/1027); Irak ve
Nisâbur'da kendisini kabul ettirmiş, mezhebde müctehid bir fıkıh bilginidir.
Eserleri: Ta'liqa fî usûli'l-fıqh.
11- Ebu't-Tayyib Tâhir b. Abdillah et-Taberî (v. 450/1058); Iraklı, mezhebde
müctehid, münazaracı ve Kerh kadısı.
Eserleri: Şerhu'l-Müzenî, el-Hılâf.
12- Ebu'l-Hasen Ali b. Muhammed el-Mâverdî (v. 450/1058); eserleriyle asırlarca
tesirini devam ettirmiş, büyük bir bilgin ve mezhebde müctehid fakih.
Eserleri: el-Hâvî, el-Ahkâmu's-sultâniyye, el-İknâ, Qânûnu'l-vizâre ve
siyâsetü'l-mülk.
13- Ebû-Âsım Muhammed b. Ahmed el-Herevî (v. 458/1066); Heratlı, ibâresinin güç
anlaşıldığı söylenir.
Eserleri: ez-Ziyâdât, el-Mebsût, el-Hâdî, Edebu'l-kadâ, Tabaqâtü'l-fuqahâ.
14- Ebû-Abdillah el-Qâdî el-Hüseyn el-Merverrûzî (v. 462/1070); el-Qaffâl'in
talebesi ve İmâmu'l-Harameyn'in üstadı, mezhebde müctehid.
Eserleri: et-Ta'lîka.
15- Ebû-İshâq İbrâhîm b. Alî eş-Şirâzî (v. 476/1083); mezhebde müctehid,
münazarada güçlü, velûd bir fıkıh bilginidir.
Eserleri: et-Tenbîh, el-Muhezzeb, en-Nüket (hilâf), el-Luma', et-Tebsıra (usûl),
el-Mülahhas (cedel), Tabaqâtu'l-fuqahâ.
16- Ebû-Nasr Abdu's-Seyyid b. Muhammed "İbn es-Sabbâğ (v. 477/1084); mutlak
ictihad derecesinde bir fakihtir. Bağdad Nizâmiye'sinde ilk ders veren
bilgindir.
Eserleri: eş-Şâmil, el-Kâmil, Kifâyetü's-sâil, el-Fetâvâ.
17- Ebu'l-Me'âlî Abdu'l-Melik b. Abdillah el-Cüveynî, İmâmu'l-Harameyn" (v.
478/1085); mezhebde müctehid, Nisâbur'un hatta Şark'ın imamı kabul edilmiştir.
Mekke'de dört yıl mücâvir kaldığı için "İmamu'l-Harameyn" lâkabiyle anılır.
Nizâmiye medresesi onun için yaptırılmıştır.
Eserleri: en-Nihâye, el-Burhân (usûl), et-Telhîs (et-Taqrîb ve'l-irşâd'ın
muhtasarı, usûl), el-Veraqât (usûl), Muğîsu'l-halk (Şâfiî mezhebinin tercîhi
mevzûunda).
18- Abdu'l-Vâhid b. İsmâil er-Rûyânî (v. 502/1108); mezhebde müctehid,
Taberistan ve Rûyân kadısı.
Eserleri: el-Bahr (el-Mâverdî'nin el-Hâvî'sini -bazı eklerle- muhtevîdir.
19- Ebû-Hâmid Muhammed b. Muhammed el-Gazzâlî (v. 505/1111); mezhebde müctehid,
müceddid İslâm bilgini, Nizâmiye hocalarından.
Eserleri: el-Veciz, el-Vesît, el-Besît (fürû), el-Müstasfâ, el-Menhûl (usûl),
Şifâu'l-alîl, Bidâyetü'l-hidâye, el-Meâhiz (hilâf).
20- Ebû-Sa'd Abdullah b. Muhammed b. Hibetullah "İbn Ebî asrûn" (v. 573/1177);
Dimaşk'ta yerleşti ve kadı'l-kudât oldu, birçok eseri vardır.
Eserleri: Safvetü'l-mezheb (7 cilt), el-İrşâd fî nusrati'l-mezheb, et-Teysîr
(hilâf).
21- Ebu'l-Qâsim Abdu'l-Kerim b. Muhammed er-Râfi'î (v. 623/1226); Kazvinli,
ictihad derecesine varmış bir fıkıh bilgini.
Eserleri: el-Azîz fî şerhi'l-Veciz, el-Muharrar.
22- Muhyiddin Yahyâ b. Şeref en-Nevevî (v. 676/1277); Tercîh ehliyetini hâiz
büyük fıkıh ve hadis bilginidir.
Eserleri: er-Ravda (Râfiî'nin el-Vecîz şerhinin hülâsası), el-Mecmû fî şerhi'l-Mühezzeb.
Diğer mezheblerden:
1- Ebû-Bekr Ahmed b. Muhammed el-Hallâl (v. 311/923); Ahmed b. Hanbel'in
mezhebini cemeden, bunun için bir ömür harcayan fıkıh bilginidir. "el-Câmi'"i
Hanbelî fıkhına âittir.
2- Ebu'l-Qasım Ömer b. el-Huseyn el-Hıraqî (v. 334/945); Selef'in aleyhine
davranışların çoğaldığı sırada Bağdad'ı terkederek Dimaşk'a gelmiş ve orada
vefat etmiştir, hanbelîdir.
Eserleri: el-Muhtesar.
3- Ebû-Alî Muhammed b. Ahmed el-Hâşimî (v. 428/1037); Ebû-İshak eş-Şîrâzî bu
hanbelî fakîhî övmüş, ondan çok istifâde ettiğini ifâde etmiştir.
4- Ebû-Muhammed Abdullah b. Ahmed "İbn Kudâme" (v. 620/1223); Filistin'de doğdu,
Dimaşk, Bağdat ve Mekke'de yetişti, yine Dimaşk'ta vefat etti, büyük bir hanbelî
âlimidir.
Fıkhî eserleri: el-Muğnî (el-Hıraqî'nin Muhtasar'ı üzerine 10 ciltlik bir
şerhtir), el-Kâfî (dört cilt), el-Muqni', Muhtasaru'l-hidâye, el-Umde...
5- Ebu'l-Hasen Abdullah b. Ahmed "İbn el-Muğallas" (v. 324/936); zâhirî
mezhebinde müctehid, el-Muvaddah isimli önemli bir eseri vardır, zâhiriyye
mezhebini yayanlardandır.
6- Ebu'l-Hasen Abdu'l-Azîz b. Ahmed el-Harazî (v. 391/1001); zâhirî, müctehid,
Adudu'd-devle'nin isteği üzerine Ebû-Bekir el-Bâkillânî ile Şîraz'dan Bağdad'a
gelmiş ve orada zâhirî mezhebini neşre çalışmıştır.
7- Ali b. Ahmed b. Saîd "İbn Hazm" (v. 456/1062); Kurtuba doğumlu, vezirlikten
ayrılarak kendisini ilme vermiş ve zâhirî mezhebinin yayılmasını temin etmiştir.
Eserleri: el-İhkâm fî usûli'l-ahkâm (usûl), el-Muhallâ (fürû, 10 cilt); İbtâtu'l-Kıyas.(29)
29. Fukahâ hakkında daha geniş bilgi için tabakat kitaplarına ve bilhassa şâfiî
İbn es-Sübkî, hanefî Kureyşî ve Lüknevî, hanbelî Ebû-Ya'lâ ve İbn Receb, mâlikî
İbn Ferhun'un kitaplarına; eserler için Keşfu'z-zunûn ve zeyillerine,
Brockelmann'ın kitabına; müellifler hakkında kısa bilgi için ez-Ziriklînin el-A'lam'ı
ve Ö. R. Kehhâle'nin Mu'cem'ine; zâhirîler için M. Ebû Zehra'nın İbn Hazm isimli
eserine bakınız.