Önsöz
Yeni Şafak'ta çıkan Pazar yazılarım günlük olmadığı için gündemi de daha geniş
bir çerçeveden kapsıyor, hafta içinde benim algı antenlerime takılan olaylara
kendi düşünce, inanç ve değerler sistemi penceremden bir bakışı, bir
değerlendirmeyi yansıtıyor, bu vasfı ile de çoğu kalıcı bir mahiyet arzediyordu.
Yazılarımı okumak lütfunda bulunan okuyucularım ve dostlarım gibi dağıtım
aksaklığı sebebiyle gazeteye ulaşamamış bulunan ilgililer de bu yazıları bir
kitapta toplamamın uygun ve gerekli olduğunu ısrarla söylüyorlardı. Sevgili
İlhan Kutluer'in girişimi, karar terazisinin "basılsın" kefesini aşağıya çekti;
eserin İz Yayıncılık tarafından neşredilmesi kararlaştırıldı ve bu kervana biz
de katılmış olduk.
Yazıları konularına göre bölümlere ayırırken güçlük çektiğimi söylemeliyim;
çünkü birçok yazı birden fazla konu ile ilgili bulunuyor ve bölümleme bakımından
hangisine öncelik verilmesi gerektiği konusu tereddüt uyandırıyordu. Ancak
kitabın çoğunluk tarafından -belli bir bölümünün değil- bir bütün halinde
okunacağını düşündüğümüz için ayırma konusunda da fazla titiz davranmadık.
Bu satırların yazarına göre biz müslümanların hedefi batılılaşma değildir,
müslümanlaşmadır; batılılaşma ise meselelerimizin ve çıkmazlarımızın baş sebebi,
aslî failidir. Çaremiz müslümanlaşmada, bu yoldaki kusurlarımızı gidermede,
eksiklerimizi tamamlamadadır. Bu çağda gerekli bulunan ve ötekilerin icat
ettikleri, ürettikleri bazı alet ve araçları kullanmak -hem seçmede, hem de
kullanmada İslam'ın ölçülerine ve hassasiyetlerine riayet etmek şartıyla-
batılılaşmak manasına gelmez ve müslümanlaşmaya da aykırı değildir. Hz.
Peygamber (s.a.) de cahiliyyeden gelen birçok aleti ve aracı kullanmıştır, ancak
cahiliyyeye (İslam öncesine, İslama göre "ötekine") ait zihniyeti, inancı ve
düzeni değiştirmiş, daha doğrusu Allah'ın değiştirici hüküm ve buyruklarını
tebliğ ve tatbik etmiştir. Bugün cahiliyye ve öteki "Batı"dır, onbeş asır önce
cahiliyyeye karşı takınılan tavır bugün Batı'ya karşı takınılacaktır.
Bu kitaptaki yazıları ve başka yerlerde söyleyip yazdıklarımızı bu mana ve
maksat çerçevesinde anlamak gerekir.
Gayret kuldan, başarı Allahtan'dır.
Hayreddin Karaman
İslâm, İslâmcılık,
İslâm Dünyası
Tecdidden İslâmcılığa
"Allah Teala bu ümmete, her yüzyılda bir dinini yenileyecek kimseler
gönderecektir" mealindeki hadiste geçen "men yuceddidu:yenileyecek olan"
ifadesinden türetilen "müceddid" ile bu kelimelerin mastarı olan "tecdid",
zamanla lugat mânâsını aşan mânâlar kazanmış ve birer islâmî terim haline
gelmiştir. Hadiste geçen kelimeyi, İslâmın genel ilkeleri ve bağlayıcı nasları
bağlamında ele alan yorumcular tecdidi "eskiyen kısımları yenilemek, yenileri
ile değiştirmek" şeklinde anlamamışlardır, çünkü en azından İslâmın ilk asrında,
vahyin getirdiği hükümler ve çözümler ile bunların ışığında yürütülen ictihad,
ümmetin gelişmesine ve genişlemesine rağmen ihtiyacı karşılıyor, bu alanda bir
eskime ve değiştirme ihtiyacı gözükmüyordu. Buna karşılık İslâma yeni giren
topluluklar ve kültür zeminlerinin taşıdığı çeşitli inançlar, gelenekler, dinî
davranışlar ve semboller vardı; bunlar belli bir yoğunluğa ulaştığında dinî
olmasa da ictimai meşrûiyyet kazanıyor, bu gelişme de dinin inanç, ibadet ve
varlığa bakış alanlarını kirletiyor, Allah'ın nezdindeki dini değilse de ümmetin
yaşadığı dini kısmen değiştiriyor ve eskitiyordu. Hadiste "ümmetin dinini
yenileyecek olan" ifadesinin kullanılmış olması bu bakımdan anlamlı idi.
İşte bu sebeple asırlarca mezkûr hadisteki yenileme, "dine sonradan katılan,
dinden olmadığı, dine dahil bulunmadığı halde böyle telakki edilen katkıların
temizlenmesi, ayıklanması, İslâmın ilk saflık ve berraklığına iade edilmesi"
şeklinde anlaşılmış, bu mânâda hurafe ve bid'atleri tesbit ederek ayıklamaya
çalışan, İslâma sokulmak istenen sapık inanç ve düşüncelere karşı mücadele
veren, Raşid Halifeler dönemine ait dinî, siyasî, sosyal yapıyı, İslâmın
amaçlarına ters düşecek şekilde mihverinden saptıranlara karşı muhalefet
bayrağını açan kimselerin bu faaliyetlerine "tecdid", kendilerine de "müceddid"
denilmiştir. Eğer bu hareket iman ve ibadet hayatından siyasete kadar bütün
alanları kaplıyorsa "külli tecdid"den, bir veya birkaç alanla ilgili bulunuyorsa
"cüz'i tecdidden" söz edilmiştir. Örnek vermek gerekirse Emeviler devrinden
itibaren siyasî sapmalara karşı muhalefet bayrağını açan Hz. Hüseyin, Abdullah
b. Zübeyr, Zeyd b. Ali, Ömer b. Abdulaziz, dinî sapmaları önlemek üzere Sünnet
kaynağını tesbite çalışan ilk muhaddisler, fıkhı tedvin eden ilk fıkıhçılar,
mezheb imamları, İslâm inancını aslına uygun olarak formülleştirip ümmete takdim
eden itikadi mezheb imamları, felsefe ve bâtınî hareketlerin bozduğu dengeyi
yeniden kurarak öz din ilimlerine itibarını iade etmek üzere yola çıkan Gazzali,
bunlara ek olarak amacından ve usulünden sapmış tasavvuf hareketleri ile beşeri
olan ile ilahi olanı birbirine karıştıran mezhebcilik ve taklide karşı mücadele
veren İbn Teymiyye ve takipçileri, tasavvufun özellikle irfan boyutunda ortaya
çıkan ve "şeriat, tarikat, marifet, hakikat" arasındaki dengeyi bozan çıkışlara
ve zuhurlara karşı, seyr-i sülûku tamamlamış, irfan merdivenlerini hemen bütün
basamaklarını geçmiş, içeriden biri olarak bu dengeyi yeniden kurmaya, tasavvufî
irfanı ve bunu temsil eden zevatı harcamadan şeriatı kurtarmanın ve her şeyi
yerli yerine oturtmanın formüllerini bulmaya çalışan İmam-ı Rabbani, bir yandan
İbn Teymiyye gibi selefileri, diğer yandan kelam, fıkıh, felsefe ve tasavvuf
okullarını daha külli bir bakış açısından ele alarak "cümlenin maksudu bir,
lakin rivayat muhtelif" gibi bir sonuca ulaşan ve bu mânâda ümmetin birliğini
tesis etmeye çalışan Şah Veliyyullah, müceddidler tarihinde şerefle yerlerini
alan isimler arasındadırlar.
Moderniteye kadar geçen dönemde İslâm ve diğerleri arasındaki ilişki, aziz ile
zelil, üstün ile aşağı, hak ile batıl, davet edilen ile çağırılan arasındaki
ilişkidir. Bundan bir dereceye kadar istisna edilebilecek ilişki ve hareket,
İslâm felsefesi için söz konusudur; çünkü bazı İslâm filozofları, vahyin
getirdiği bilgi ve metodoloji ile aynı konularda Yunan filozoflarının ortaya
koyduklarını karşılaştırmış, birincisinin ya hakikatinin yahut da zahirinin
yetersiz, gerçeği ifade etmekten uzak olduğuna hükmetmiş, Yunan filozoflarının
düşüncelerine İslâmî elbiseler giydirmek için çaba sarfetmişlerdir. Bunlar ile
muasır İslâmcıların modernist olanları arasında bir dereceye kadar benzerlik
bulmak mümkündür.
Sanayi inkilabı öncesi gelişmeler ile bu inkılabdan sonra Batı'nın madde
dünyasına ait bilim, teknoloji, servet ve askeri güç sahasında gerçekleştirdiği
gelişmeler ve atılımlar İslâm dünyasında, diğerlerine bakış açısını değiştirmiş,
üstten bakanların bir kısmı alttan bakmaya başlamışlardır. Hiç şüphe yok ki,
İslâmın ilk dört asrında yaşayanların din anlayış ve uygulamaları, kurdukları
madde-mânâ, dünya-ahiret dengesi, bu meyanda daima canlı tuttukları tefekkür,
ictihad ve -belli sınırları içinde de olsa- hürriyet devam etseydi, bunları
bozan ve gerileten tarihi sebepler bulunmasa veya bunların üstesinden
gelinebilseydi madde dünyasındaki ilerleme ve güç de "diğerlerine"
kaptırılmayacak, müslümanlar maddi ihtişama ve güce aşağıdan bakarak kendi
evrensel ve paha biçilmez değerlerini zayi etmiyeceklerdi. Ama ne yazık ki,
böyle olmadı, dengeler bozuldu, tefekkür ve ictihadın yerini donukluk, tabiiyyet,
fikri ve fiziki tembellik, taklid aldı; zarf bozuldukça mazrufu da muhafaza
edemez oldu.
Madde alanında ilerlemiş, gelişmiş ve güçlenmiş olan, bu güçlerinin bir kısmını
da müslümanların servet ve istiklallerine kast ve bunları gasbederek elde etmiş
bulunan diğerleri karşısında varlığını koruma çabasına düşen İslâm aleminde
birden fazla tavıralış, yaklaşım, reçete ortaya çıkmıştır. Bunlardan biri "ver
İslâmı al medeniyeti, refahı ve gelişmeyi" formülü ile ifade edilebilir ve bu
formülün peşinde koşanlar İslâmcılık ve İslâmcılar bahsinin dışında kalırlar.
Bir diğeri "biz, belli bir döneme kadar gelmiş dinî hükümleri ve bunların beşeri
yorumlarını (tefsiri, fıkhı, tasavvufu) aynen koruyalım, bunlara göre amel
edelim, günlük ibadetlerimizi yapalım, fıkıhçıların ve tefsircilerin önümüze
koydukları helal-haram, caiz-memnu ölçülerine bağlı kalalım, bu davranış biçimi
bize sonunda zaaf ve yok oluş getirse de bunu düşünmeyelim, akıbetin Allah'a ait
olduğu cümlesini tekrarlayalım..." diyenlerdir. Bunların da İslâmcılık ve
İslâmcılarla bir alakaları yoktur.
İlk dönem İslâmcıları (bizde Sultan Abdulhamid devrinden Cumhuriyete kadar)
düşünce ve hareketlerinin yarısında müceddidlerle beraberdirler: İslâmın beşeri,
yabancı, eskimiş katkılardan ayıklanması, ilk saflığına döndürülmesi, tefekkür
ve ictihad kapılarının açılması, bunun için çaba gösterilmesi gerekir. İkinci
yarısında ise kendi çağlarının özellik ve ihtiyaçlarına paralel olarak
farklıdırlar. Belli bir alanda güçlenmiş, ilerlemiş ve müslümanların varlığını
tehdit eder hale gelmiş diğerlerinin yapıp ettikleri ile İslâm arasında bir bağ
kurmak, bunların zaruri görülenlerini, İslâmî deliller ve terimler çerçevesine
alarak meşrûlaştırmak, bu sentez içinde yeniden formülleştirilecek İslâmı,
ümmetin siyasî, sosyal, hukukî, iktisadî, ahlâkî... hayatlarının temeli kılmak.
Bu mânâda İslâmcılığın ve İslâmcıların yaşayan temsilcilerinden söz etmek
mümkündür.
Yine İslâmcılık kategorisi içinde gördüğümüz iki yaklaşım daha vardır: a)
Yalnızca beşeri yorumların, ictihadların ve çözümlerin değil, vahyin
getirdiklerinin de kısmen tarihi olduğu tezinden hareketle bunların eskidiğini
ileri süren ve bunları çağın (ileri sayılan diğerlerinin) getirdikleri ile
değiştirmek, ilkeler ve amaçlar çerçevesine çekilmiş bir İslâmı, İslâm
topluluklarının hayat rehberi kılmak, hatta bu ilkelerle çağı aşılamak
isteyenler, bu reçetenin geçerli olduğunu savunanlar. b) İslâmın ilk
dönemlerinin tefekkür, ictihad ve hürriyet ortamını ihya ederek bu zeminde
geliştirilecek fikir ve fiil ile çağı aşmak, İslâmın öz modellerini oluşturup
çağa sunmak ve "Allah yoluna çağır..." emrini çağa yaraşır bir biçim ve boyutta
yerine getirmek için bir yol tutan ve çaba sarfedenler.
İslâm dünyasında, İslâmın değiştirmek istediğini diriltip yaşatmak, bunun için
de gerekirse İslâmı kısmen veya kül halinde terketmek yolunu tutanları
bahsimizin dışına çıkararak farklılık ve özelliklerini tesbite çalıştığım
müslüman mütefekkirleri ben İslâmcılar içinde görüyor, ihlasla, iyi niyetle
tutulan yolların bir caddede buluşacağını, bu caddeyi takip edecek olan
müslümanların da bir gün selamete çıkacaklarını umuyor, bekliyor ve gerekli
çabaya katılıyorum.
Hangi İslâm?
Müslümanlara göre bir İslâm vardır, bu da Hz. Adem'den Hz. Hatemu'l-Enbiya'ya
(s.a.) kadar bütün peygamberlere vahyedilmiş bulunan hak dindir. Bu dinin
gelişme ve değişmeye açık bulunan kısmını Allah Teala, gerektikçe değiştirmiş ve
birbirini takip eden peygamberleri vasıtasıyle bu değişikliği kullarına
(ümmetlere) bildirmiş, değişmeyen İslâm'ın, farklı kültür ve medeniyetlerin
ihtiyaçlarına göre değişik şekilleri farklı isimler almış "İbrahimî, Musevî,
İsevî..." denilmiştir.
Son Peygamber'e vahyedilen İslâm'ın, kıyamete kadar insanlığın katedeceği uzun
yolda gerçekleştireceği medeniyet ve hayat şekillerine göre değişmesi,
yenilenmesi gereken kısmı artık yeni bir din ile değil, bu din içinde, bu dinin
bilgi ve hüküm kaynaklarını kullanarak yapılacak ictihad ile olacaktır. Bugüne
kadar gelmiş geçmiş bütün müctehid ve müceddidlerin birleştiği noktalardan biri
de "İslâmın, yalnızca inanç ve ibadetlerden, sosyal amaçlardan ve ilkelerden
ibaret olmadığıdır." İslâmda bunlar değişmez ve önemli olarak vardır, ancak
bunların yanında yine değişmez ve önemli olarak başka hükümler (helaller,
haramlar, farzlar, şartlar, şekiller, detaylar...) vardır. Bunların da bir kısmı
iman ve ibadetle, diğer kısmı ise dünya hayatı (hukuk, siyaset, ahlak, iktisad,
estetik, cemiyet...) ile ilgilidir. Allah'a iman, Kur'an'ın Allah'tan geldiğine,
hakkı ve doğruyu getirdiğine, insanlara hayatlarında rehber olsun diye
gönderildiğine iman nasıl İslâmdan ise ve değişmesi mümkün değil ise aynı
şekilde domuzun, puta kurban edilmiş hayvanın, faizin, kumar, rüşvet, gasp
gelirinin yenmiyeceği, haram olduğu, keza bir kadın veya erkeğin -evlenmesi caiz
olan biriyle- evlenmedikçe onunla cinsî hayat yaşamasının caiz olmadığı,
Allah'ın irade ve rızasına aykırı bulunan hiçbir kimsenin emrine itaat
edilemiyeceği, müminlere ancak müminlerin hükmedebileceği (velayetin ancak
müminler arasında geçerli olacağı) hükümleri de İslâmdandır ve değişmez. Bu
anlayış müsteşrikler ve modernistlere kadar gelen İslâm anlayışıdır.
Buna karşı oryantalizm farklı İslâm anlayışları ortaya çıkarmış, bir kısım
modernistler de bunlara paralel anlayışlar ileri sürmüşlerdir. Bunlardan oldukça
yaygın olan bir anlayışa göre siyasî İslâm (köktendincilik, dünya hayatını,
toplumu, devleti yönetmeye talip olan İslâm) iflas etmiştir, bundan sonra da
başarısızlığa mahkûmdur. Müslümanlar bu sevdadan vazgeçmeli, içlerindeki
köktendincilere cephe almalı, onları marjinalleştirmeli ve yok etmelidirler.
Müslümanların yaşamaları ve yaşatmaları gereken İslâm, iman ve ibadetler, sosyal
ve ahlâkî ilkelerden ibaret olan İslâmdır. Batılılara göre de böyle bir İslâmın
zararı (!) yoktur, böyle bir İslâma bağlı olan müslümanlarla bütünleşmek de
mümkündür. Çünkü böyle bir İslâm, fenerinden çıkarılmış mum gibi sönmeye, suyu
kesilmiş bir ağaç gibi kurumaya, bağışıklığı yok edilmiş bir bünye gibi hasta
olup yok olmaya mahkûmdur, gerisi bir zaman meselesidir.
İçimizden bazıları "Batı ile birleştiğimiz ve Batılı toplumlar gibi yaşadığımız
takdirde dinimize bir şey olmaz, biz yine biz olarak kalırız, hatta Batı'ya da
İslâm aşılarız" diyorlar. İslâmı yalnızca iman ve ibadet, hatta yalnızca iman
olarak alan ve böyle yaşayanlardan bu kanaatte olanların hali meşhur afyon
müptelasının haline benziyor. Adam attara gelmiş, 'hamama gidip afyon çekeceğim,
bana iyi tutanından (iyi uyuşturanından) bir parça afyon ver' demiş, attardan
aldığı afyonu hamamda yutmuş, afyon ona yapacağını yapmış ama kendisi farkında
değil, üzerinde peştemalı, ayaklarında nalınları vurmuş sokağa, dikilmiş attarın
karşısına ve çıkışmış "Bre attar, niçin bana bu meretin iyisini vermedin?" Attar
cevap vermiş: "Dua et ki sana bu afyonu vermişim, eğer daha sertini verseydim
bana peştemalsiz gelirdin!"
Çağın afyonlamasıyle uyuşmuş oldukları için üzerlerinde İslâmdan neyin
kaldığının farkında olmayan, bu sebeple bize batılı olmak tesir etmez, biz yine
böyle kalırız diyenlere bu kıssadan bir hisse var mıdır dersiniz?
Birliğe Çağrı
Bursa'dan yazan sayın Selim Can, bizim de ilgilendiğimiz Ensar Vakfı'nın "İslâm
hizmetine yönelik birleştirici ve kuşatıcı hareket anlayışını" söz konusu ederek
şunları kaydediyor: "Görebildiğim kadarıyle mevcut cemaatler ve vakıflar da
kendileri için aynı şeyleri söylüyorlar. Böylece bir kısır döngü oluşuyor. İşte
benim üzüldüğüm konu da bu. Bu ortam içinde herkes kendi cemaatini ve vakfını
öne çıkarıyor, diğerleri bize gelsin diyorlar. Tabii bu, tabandaki kişilerin
sözleri. Bilmiyorum bunları baz alarak mutaassıplıktan söz edebilir miyiz? Üst
kademelerde birleşme ile ilgili görüşmeler yapılıyor mu?"
Sayın Can'ın temas ettiği ve yakındığı durum bugün -hatta tarih boyunca- İslâm
dünyasına musallat olmuş en önemli musibettir; geri kalma, zayıflama, çürüme
amillerinin başta gelenidir. Bu yüzden Kitap ve sünnet müslümanları ictihada ve
tefekküre teşvik etmiş, farklı görüşlerin tartışılmasını, her şahsın veya
gurubun benimsediği ictihada göre amel etmesini serbest bırakmış, hatta teşvik
etmiş, fakat tefrikayı, bölünüp parçalanmayı nefretle karşılamış ve şiddetle
yasaklamıştır. Tefrika müslümanların, farklı görüş, düşünce, tercih, coğrafya,
ırk, iktidar esasına göre guruplara ayrılması ve her bir gurubun kendi tercih,
konum ve anlayışını İslâmla aynılaştırması, diğer anlayışları ve konumları İslâm
dışı sayması ve bunlara karşı olumsuz tavır takınması (işte taassup da budur)
ile başlar, araya başka unsurların da girmesiyle gelişir, büyür, müzminleşir...
Birleşme bir adımda olamaz önce müslüman guruplar arasında hoşgörü tavrını ve
ilişkisini oluşturmak gerekir, arkadan ortak konularda ve ihtiyaçlarda işbirliği
yapılabilir, bu işbirliği gurupları birbirine daha da yaklaştıracağı için
sonunda kısmen de olsa birlikler, birleşmeler aşamasına gelinecektir. İşte bu
hoşgörüden birliğe giden yolda yürümek üzere bütün müslümanlara çağrı yapacak,
bu yolculuğun başlamasına öncülük edecek bir gurubun ortaya çıkmasına ve
çalışmalarına ihtiyaç vardır. Ensar Vakfı ile Gönüllü Kuruluşlar Vakfını bu
hizmetin öncüleri ve gönüllüleri olarak kabul etmek mümkündür.
Ensar Vakfı'nın, kendi cemaat veya kurumunu öne çıkaran guruplardan farkı şu
maddelerde görüldüğü gibidir:
a) Ensar Vakfı, herhangi bir İslâmî gurup mensubunu, kendi cemaatini terkederek
Ensar çatısı altına gelmeye çağırmıyor. Kişinin kendi gurubuna mensubiyetine "cüz'i
rabıta: parça veya gurup bağı", Ensar çatısı altındaki bağına ise "külli rabıta:
bütüne ait bağ" adını veriyor ve her bir müslümanı, istiyorsa cüz'i rabıtasını
koruyarak Ensar çatısının altında külli (çeşitli gurupları birbirine bağlayan
İslâm) bağı ile bağlanmaya ve ortak İslâm hizmetine çağırıyor. (Diğer guruplar
-genellikle- ya çağırmaz yahut da kişinin bulunduğu yerden koparak gelmesini
ister.)
b) Ensar Vakfı, bütün müslümanlar arasında ortak olan kutsallara ve değerlere
dayanır. En büyük ve eşsiz örnek Allah Resulüdür (başka eşsiz ve en büyük örnek
yoktur). En büyük ve eşsiz kitap Kur'an-ı Kerim'dir (başka en büyük ve eşsiz
kitap yoktur; yani başka şahıslar ve kitaplar için böyle bir iddia ileri
sürülemez).
Doğru İslâm anlayışı belli bir şahsın veya gurubun inhisarında değildir; doğruyu
bulmanın yolu usule göre ana kaynaklara başvurmak ve asırların bilgi
birikiminden de yararlanmaktır. Bu yoldan yürünerek üzerinde ittifak edilen
bilgi ve hükümler bütün müslümanları, ihtilaf edilenler ise benimseyenleri
bağlar, diğerlerine müsamaha edilir. (Herhangi bir şahsın, gurubun İslâm
anlayışı mutlak İslâm ile aynılaştırılıp diğer anlayışlar ve guruplar İslâm
dışı, batıl, sapık... kabul edilemez. Böyle kabul edilmek için -bir guruba
mahsus olmayıp bütün İslâm alimlerinin benimsediği ölçütler kullanılır.)
c) Ensar Vakfı, İmam-Hatip mensup ve mezunlarını bu hizmetin öncüleri olarak
kabul eder; ancak İmam-Hatipçi değildir, deyim yerinde ise İslâmcıdır, ona göre
kardeşlik, birlik, dayanışma ve değerlendirme ölçütü İslâmdır.
Henüz tavanda, sıralamaya çalıştığımız esaslar dahilinde bir hoşgörü, işbirliği
ve birlik çağrısı faaliyeti görülmedi. Bu başladığında bir inkılab başlamış
olacaktır, Ensar Vakfı'nın faaliyetlerini "bu çağrıya" çağrı olarak algılamak
mümkündür. Yeni Şafak da işte bu dâvanın gazetesidir.
Allah'ın Hükmü
Kur'an-ı Kerim'de, Allah'ın indirdiği (Peygamberine vahyettiği talimat) ile
hükmetmeyenlerin:yani bunlara iman etmeyen ve hayatlarında uygulamayanların
zâlim, fâsık ve kâfir oldukları ifade buyurulmuştur. Bu emir yalnızca toplumu ve
devleti değil, ferdi de bağlamaktadır; Allah'ın dinini hayatın dışına atan
toplum ve devlet, Allah karşısında ne kadar sorumlu ise aynı şeyi yapan fert de
o kadar sorumludur. Devlet ve toplum hayatında dinin uygulanmasını talep edenler
ve bütün dikkat ve mesailerini bu nokta üzerinde yoğunlaştıranlar kendi
nefislerinde, ferdî hayatlarında, diğer insanlarla ilişkilerinde Allah'ın
indirdiği ile hükmetmezlerse, devletin ve toplumun müslüman olması onları
kurtarmaz.
Allah'ın indirdiği (hükmü ve talimatı) Kur'an-ı Kerim'de ve Sünnet'te yer alarak
bize kadar ulaşmıştır ve insanlık yaşadığı müddetçe gelecek nesillere de
ulaşacaktır. Ancak bu talimatı asırlar boyu gelip geçmiş bütün insanlar,
ilişkiler, nesneler ve olaylara uygulamak istediğimizde ictihad zaruri
olmaktadır; çünkü bütün bunları mezkûr iki kaynakta tafsilatıyle ve özel (her
birine mahsus) açıklamalar şeklinde bulmak mümkün değildir. Alimler ictihad
ederek; yani anlama, kıyas ve faydalıyı tercih gibi yöntemleri kullanarak
sayıları ve konuları sınırlı olan ayet ve hadislerden, her asrın ihtiyacına
cevap veren hükümleri çıkarırlar. Hükmü doğrudan ayet ve hadis bildiriyorsa,
araya ictihad girmiyorsa bu kesin olarak Allah'ın hükmü ve talimatıdır. Araya
ictihad giriyorsa elde edilen hüküm muhtemelen (ictihadı yapana göre) Allah'ın
hükmüdür. Birincisine hiçbir müslüman itiraz edemez, ikincisine ise başka
müctehidler itiraz ve muhalefet edebilirler. Ortaya birden fazla ictihad
çıktığında bu ümmet için rahmettir, çeşitli çözümler ve seçenekler sunulmuş
demektir.
Bu malumu ilam etmemizin (bilineni bildirmemizin) elbette birden fazla sebebi
var: Bazı müslümanlar, hem de ehli olmadıkları halde ictihad ediyorlar, belli
bir ayet ve hadise dayanarak bir hüküm çıkarıyorlar, sonra da bu hükmü
benimsemeyenleri küfürle, şeytan ve bel'am olmakla, Allah'ın hükmüne uymamakla
suçluyorlar, suçlamakla da kalmıyor, gıyabında hüküm vererek eyleme
kalkışıyorlar. Düşünmüyorlar ki, bu davranış da Allah'ın indirdiği ile
hükmetmeye aykırıdır. Bilmiyorlar ki, Allah Resulü (s.a.) ictihadın hata da
edebileceğini ifade etmiş, ictihad ile varılan hükmün başka müctehidleri
bağlamıyacağına işaret buyurmuştur. Ehliyetli bir hâkimin bile hata ederek
cezalandırması yerine, hata ederek beraat ettirmesini tercih ve tavsiye
eylemiştir.
İctihad ve kanaatlerimizi dinin kesin hükümleri yerine koyduğumuz müddetçe
tevhidi yakalamamız mümkün değildir. Ümmetin üzerinde ittifak ettikleri ölçüler
yerine şahsımızın veya gurubumuzun ölçülerini koyduğumuz müddetçe de vahdeti
bulmamız imkan haricindedir.
Bu kör döğüşünden kurtulmanın yolu, bütün gurupların temsilcilerinden veya bütün
gurupların razı oldukları alimlerden oluşacak bir "ulema meclisinin"
oluşturulması ve müslümanlar arası anlaşmazlıklarda bu meclisin hakem
kılınmasıdır.
Allah'ın Evinden
Sevgilinin Yurduna
Yeni Şafak'ın çıkmaya başladığı gün dinlenmek, hasret gidermek, ibadet ve dua
etmek üzere Allah'ın Evine misafir olmaya, Sevgilinin Yurduna arz-ı hürmet ve
mahabbet etmeye gitmiştik. Bu Yeni Şafak'ın, müslümanların birlik ve
uyanışlarının şafağı olması için dua ettik, hem de Kabe'yi ilk gördüğümüz
dakikalarda ettiğimiz dualar içinde bu dileğimizi Cenab-ı Kâdir ve Kayyum'a
arzettik.
"İslâm alemi bu durumda iken, bunca fakir ve muhtaç var iken nafile bir ibadet
olan umreye gidilir mi?" sorusu hep sorulur, bunu ben de kendime defalarca
sormuşumdur. Sonunda -nefsin payının asgari olduğunu umduğum- şu cevaba
ulaşmışımdır: Önce bu, gidiş amacına ve uygulamada bu amacın gerçekleşme
derecesine bağlıdır; alış-verişe mi gidiyorsun, herkes gidiyor, itibar artırıyor
diye mi gidiyorsun... Yoksa cihadın ve infakın da kendisine bağlı bulunduğu
iman, ihlas ve mahabbet arttırmaya, manevi enerji depolamaya, İslâm aleminin her
bir köşesinden gelmiş sıradan insanlar, mütefekkirler ve alimler ile görüşüp
fikir alış-verişinde bulunmaya mı gidiyorsun...? Saniyen bu gidiş, ülkenin ve
İslâm aleminin dertlerine çare bulma çabanıza müsbet mi tesir ediyor, yoksa
menfi mi? Amacınız güzel ise, uygulamada hedefler nisbeten de olsa tutturulmuş
ise, İslâmî hizmetlere katkınız ya aynı kalmış yahut da dönüşünüzde artış
kaydetmiş ise belli aralıklarla bu seyahat yapılmalıdır.
Allah'ın evinde, O'nun misafiri olma duygusu tarif edilemez bir duygudur. Gerçi
insanın maddi vücudu dahil her şey Allah'ındır, mahluktan hareketle Halik'a
ulaşmak her zaman, her şeyde mümkündür, ancak Kâbe gibi bazı varlıkların bu
amaca daha uygun olduğunda da şüphe yoktur. Allah inanç ve düşüncesinde mutlak
kemal ve mutlak tenzih hakimdir. Ama kullar madde içinde mahbus, çeşitli
eksiklik ve zaaflarla maluldürler. İnsanı insan yapan ilahi ruh (menfuh,
üfürülmüş ruh) nefis ve madde perdelerinin ardında kalmış, üzerini örten madde
katmanları altında varlığını hissettiremez olmuştur. Allah'ın Evi etrafında
silkinerek her dolaşışımda kesafet perdeleri birer birer sıyrılmakta, ilahi ruhu
örten katmanlar teker teker dökülmekte, ruh ile aslı arasında keyfiyetsiz bir
ilişki kurulmakta (vuslat hasıl olmakta), binlerce insanın merkez etrafında
dönüp duran bir girdabı andırdığı kitle içinde belirsiz bir damla olma düşüncesi
tavaf edene Hak'ta fani olma hal ve mutluluğunu yaşatmakta, tevhidi "kal"den
"hal"e geçirmektedir. Bu sebeple tavaf esnasında kalıplaşmış duaların şuursuz
tekrarı yerine bu duygu ve düşüncelerin ve bunlara uygun olan zikrin, özellikle
kelime-i tevhid ve tenzihin tercih edilmesi uygun oluyor.
Sevgilinin yurdunda aşıka, manevi olanın yanında maddi vuslat duygusunu da
tattıracak unsurlar var; Mescidu'n-nebi var, yeşil kubbenin altında O'nun
mübarek vücudunu saran cennet toprağı ve bahçesi var, O'nun gözünün ve elinin
değdiği, kanının aktığı mekânlar var, nur kaynağı alnını öpen mihrabı,
ayaklarını öpen minberi var... Mescid-i Haram'da hakim bulunan celal, azamet,
tevhid ve tenzihe karşılık burada hakim olan cemal, edeb ve mahabbet var.
Sevgilinin Yurdun'da O'nun siret ve hayatını bir daha hatırlamak, canlandırmak
ve adeta yeniden birlikte yaşamanın insanda bıraktığı tarifsiz zevkler,
heyecanlar, mutluluklar, irfanlar ve ibretler var.
Bütün bu varlıklar içinde maddede ve mânâda ümmetin fakirliğini açıklamakta
güçlükler var. Ancak Kabe'nin etrafındaki tavaf girdabı yükseliyor, Peygamber
Mescidinin minarelerinden bir başka eda ve sada ile yayılan ezan sesleri
gittikçe daha uzaklara ulaşıyor. Dileğimiz bu tecellilerin kafalarda ve
gönüllerde bir an önce beklenen uyanış ve dirilişi hasıl etmesidir.
Ümmetin üstüne titreyen sensin
Müjdeci, uyaran, gel diyen sensin
Kulunu Allah'a sevdiren sensin
Gecemi gündüze çeviren sensin
Ey Hakk'ın Şahidi yüzünü göster
Kul Şehadetinle tanınmak ister
Hakkın halîlisin habîbi sensin
Gönüllerin eşsiz tabîbi sensin
En güzel hutbenin hatîbi sensin
Ümmetin en büyük nasîbi sensin
Aşkımın Leylâsı yüzünü göster
Gönül seni gözden sakınmak ister
En güzel, en üstün ahlak senindir
Cömertlikte kemâl el-hak senindir
Şefâatte en son durak senindir
Mirac senin, Refref, Burak senindir
Sen gördün bize de cemâlin göster
Pervane şem'ine hep yanmak ister.
Vadedilmiş Topraklar
Vâdedilmiş toprakların (arz-ı mev'ûdun) ne zaman, nerede, kimlere, ne şartla
vadedilmiş olduğunu öğrenmenin yolu bu va'di yapanın kitabına (verilen sözün
vesikasına) bakmaktır. Yeryüzünde Allah'a ait olduğu bilinen ve hiçbir harfine,
kelimesine dokunulmadan bize kadar gelen tek kitap Kur'an-ı Kerim'dir. Kitab-ı
Mukaddes denilen mecmuanın ihtiva ettiği Tevrat ve İncil'in -aslı Allah Teala
tarafından vahyedilmiş olmakla beraber- O'ndan geldiği gibi muhafaza
edilmediğini, değiştiğini, kısmen kaybolduğunu, kısmen peygamberlere ve
başkalarına ait sözlerin araya girdiğini yahudiler ve hıristiyanlar da kabul
etmektedirler. Bu sebepledir ki Allah Resulü (s.a.): "Ehl-i Kitab size bir bilgi
getirdiğinde buna ne doğrudur deyin, ne de yalanlayın; Allah'ın gönderdiğine
inanırız, O'nun göndermediğine inanmayız deyin" buyurmuştur. "Buna göre ehl-i
kitabın elinde bulunan kitaplarda yazılı bilgileri ve haberleri Kur'an-ı Kerim
ve sahih sünnet ile karşılaştırmak, bunlara uyanları almak, kabul etmek, doğru
saymak, uymayanları ise -aykırı olmamak kaydıyle- doğru ve yanlışa eşit
ihtimalli saymak gerekecektir.
Son günlerde gündeme gelen "vadedilmiş toprak" meselesine yukarıda açıklanan
usul içinde bakalım. Konuya hem Kur'an-ı Kerim'de, hem de Eski Ahd'in
(Tevrat'ın) Sayılar ve Tesniye kitaplarında temas edilmiştir:
Bir zamanlar Musa kavmine şöyle demişti: Ey kavmim! Allah'ın size lütfettiği
nimetini hatırlayın; O içinizden peygamberler çıkardı ve sizi hükümdarlar kıldı.
Alemlerde hiçbir kimseye vermediğini size verdi/Ey kavmim! Allah'ın size yazdığı
mukaddes toprağa girin ve arkanıza dönmeyin, yoksa kaybederek dönmüş olursunuz.
(Maide: 5/20-21).
Bu iki ayete göre Arz-ı mukaddes'in İsrailoğullarına vatan olarak yazılması
(Allah'ın bu va'di ve takdiri) ebedî değildir ve şarta bağlıdır. Ebedi olmayıp
Hz. Musa'nın asrına ait olduğunun delili, 20. ayetteki ifadedir: Allah onlara
birçok nimet vermiştir, hatta bu nimetlerin bir kısmı o zamana kadar dünyada
hiçbir ferde ve topluma verilmemiştir, bunlar arasında Mukaddes Toprağın onlara
vatan olarak yazılması da vardır. Daha sonraki çağlarda ise Allah Teala başka
toplumlara, ümmetlere, İsrailoğullarına vermediği nimetler vermiştir.
Bu yazı ve vaat şarta bağlıdır, çünkü 21. ve devamındaki ayetlerde bu yazının
hayata geçmesi İsrailoğulları'nın buna layık olmalarına ve bunun için fedakârlık
etmelerine bağlanmıştır. Hatta onlar bu şartı yerine getirmedikleri için Allah
Teala onlara kırk yıl buraya giremeyip dar bir bölgede yaşama cezası vermiştir.
Daha sonraki zamanlarda da İsrailoğulları güç ve ahlak bakımından layık
oldukları müddetçe buralarda oturmuşlar, liyakatlerini kaybettikçe de aynı
yerler başka toplumların yurdu olmuştur.
Tevrat'ın Tesniye bölümünün birinci babında yer alan bilgilere göre vadedilen
topraklar hem yalnızca İsrailoğullarına vadedilmiş değildir, hem de dünkü ve
bugünkü Filistin topraklarından ibaret değildir. Va'dedilen topraklar Lübnan,
Irak, Suriye ve Fırat havzasına kadar Anadolu'yu kısmen içine almaktadır. Va'din
muhatabı olan toplumlar ise "İşte diyarı önünüze koydum, girin ve Rabbin
atalarınıza, İbrahim'e, İshak'a, Yakub'a, kendilerine ve kendilerinden sonra
onların zürriyetlerine vermek için and ettiği diyarı kendinize mülk edinin"
cümleleriyle belirlenmiştir.
Son Peygamber Muhammed Mustafa (s.a.), Hz. İbrahim'in, oğlu İsmail kolundan
gelmiş bir zürriyetidir, torunudur, şu halde O'nun ümmeti olan müslümanlar da
-şartlarını yerine getirirlerse- Allah'ın vadettiği Mukaddes Topraklara malik
olma ve burasını vatan edinme hakkına sahiptirler. Tarihi gerçek de böyle olmuş,
Hz. Ömer devrinden itibaren bu topraklar müslümanlar tarafından fethedilerek
dâru'l-İslâma dahil edilmiştir.
Kur'an-ı Kerim haksız yere yurtlarından çıkarılan müslümanlara, haklarını almak
ve zulmü önlemek üzere savaşma izni verildiğini bildirdiği ayetin devamında,
tamamı Allah'a ait bulunan yeryüzünün bir parçasını yurt edinme hakkının ahlâkî
ve hukukî şartlarını da açıklamıştır: "Onlar, başka değil, sırf 'Rabbimiz
Allah'tır' dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer
Allah bir kısım insanları, diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, içinde
Allah'ın ismi çokça anılan kiliseler, havralar, mescidler ve camiler şüphesiz
yıkılıp giderdi. Allah kendine yardım edenlere (şart ve sebepleri yerine
getirenlere) muhakkak yardım eder. Hiç şüphesiz Allah güçlüdür, galiptir./Onlar
ki, eğer kendilerine yeryüzünde yurt ve iktidar verirsek namazı kılar, zekatı
verirler, iyiliği emreder ve kötülükten menederler, işlerin sonu Allah'a varır."
(Hac: 22/40-41).
Müslümanların tarih boyunca hakim oldukları yerlerde din ve vicdan hürriyeti
bulunmuş, camilerin yanında kiliseler ve havralar da açık kalmış, buralarda
Allah'ın adı anılmış, ayinler ve ibadetler yapılmıştır. İnsanlara dinleri,
ırkları, renkleri, bölgeleri, kabiliyet ve varlıkları farklı diye zulmedilmemiş,
herkese fırsat eşitliği tanınmıştır. Siyonist yahudiler ise ırkçılığı din haline
getirmişlerdir, kendilerini Allah'ın has kulları, diğer insanları ise sağılacak
inekler ve kullanılacak köleler olarak görmektedirler. Her vasıtayı mübah
sayarak kendilerinden olmayan toplumların maddi ve manevi değerlerine,
varlıklarına tecavüz etmektedirler. Zulümle, kanla, hile ile yerleştikleri
Mukaddes topraklarda başkalarına hayat ve ibadet hakkı tanımamakta, yerlerinden
yurtlarından ettikleri insanların ıztırapları karşısında duygusuz
kalmaktadırlar. Bütün bunlar olup dururken Allah Teala elbette Mukaddes
toprakları onlara yurt etmeyecektir; çünkü o topraklarda oturmaya ve Allah'ı
anmaya layık olanların vasıfları hem kendi kitaplarında, hem de bütün kitapların
doğruluk miyarı olan Kur'an'da açıklanmıştır ve orada Allah şöyle buyurmaktadır:
"Andolsun ki, zikirden sonra (Tevrat'dan veya levh-i mahfuzdan sonra) Zebur'da:
'Şüphesiz yeryüzüne iyi kullarım varis olacaktır' diye yazdık." (Enbiya:
21/105).
Vahiy mi, İlham mı?
Orta İslâmı anlatan kitaplara göre bağlayıcı olan ve gerçeği yansıtan bilgi üç
kaynaktan alınır; sağlam duyu organları, doğru haber ve akıl. Doğru haber, vahye
dayanan Kitap (Kur'an-ı Kerim) ve Sünnet kaynaklarında yer alan bilgidir. Bu
bilgiler ile amel etmek, bunları hayata geçirerek yaşamak suretiyle olgunlaşan,
nefsine hakim olan ve Allah'a has kul, Resulullah'a has ümmet olan insanlara
veli (çoğulu evliya) denir. Daha çok Allah'ın veli kullarına bazen de sıradan
insanlara gelen vasıtasız bilgiler de vardır. Bunların Allah'tan gelenine ve bu
sebeple doğru, vahye uygun bulunanlarına "ilham" denir. Tahdîs, ilm-i ledün,
doğru çıkan rüyalar da ilham çerçevesine girer. Ancak dinde delil ve dayanak
kılınan, herkes için bağlayıcı olan bilgi yukarıda zikredilen üç kaynaktan gelen
bilgidir. İlham kabilinden olan bilgiler ise hem -kendisine ilham vaki olan
kişiden- başkası için bağlayıcı ve delil değildir, hem de genel olarak muteber
olması, vahiy yoluyla elde edilmiş bulunan Kur'an ve Sünnet bilgilerine aykırı
olmamasına, onlara ters düşmemesine bağlıdır.
Müslümanlar dinlerini doğru öğrenmek ve yaşamak istiyorlarsa -ki bunu istemeye
mecburdurlar- önce vahye dayanan ve herkes için bağlayıcı olan bilgileri elde
etmek durumundadırlar. Bu bilgileri elde etmek de kimsenin tekelinde değildir,
dileyen her müslüman usulüne göre okuyarak, ders alarak, eğitim ve öğretim
görerek bunlara sahip olabilir. Bu sağlam din bilgilerini elde etmedikçe
müslüman, ilham, rüya vb. kaynaklara dayandığı iddia edilen bilgilere itibar
edemez; çünkü henüz bunları test edecek "ölçüt, mihenk" bilgileri elde
etmemiştir, böyle olunca da yanıltılması, saptırılması mümkündür. Vahye dayalı,
bu sebeple de sağlam olan bilgileri elde ettikten sonra bir şahsa ilham
kanalından bir bilgi ulaşırsa buna itibar etmeden önce bunları, sağlam vahiy
bilgisi ölçütüne vurmak durumundadır. Kur'an'da ve Sünnet kaynaklarında bulunan,
İslâm tarihi boyunca güvenilir alimler tarafından sistemleştirilmiş, tasnif ve
telif edilmiş, açıklanmış olan bilgilere uymayan, bunlara ters düşen bilgi hangi
kaynaktan ve kimden gelirse gelsin muteber değildir, böyle bir bilginin sahibine
de veli denemez.
Dinimizde istişare emredilmiş, istihare de tavsiye buyurulmuştur. Müslümanın
kararında birinci derecede amil ve müessir istişare (erbabına danışma, müzakere
etme, tartışma...) olmalıdır. Bu arada iki rek'at namaz kılınır ve arkasından da
"işin hayırlı olması, hayırlı değilse nasip olmaması" dileğini de ihtiva eden
istihare duası okunursa hem sünnet yerine getirilmiş, hem de manevi bir tedbire
daha başvurulmuş olur. İstihareyi anlatan sağlam hadis kitaplarında bu duadan
sonra uykuya yatıp rüya beklemek ve rüyada görülen işarete göre hareket etmek
diye bir şey yoktur. Buna rağmen yapılır ve bir rüya görülürse buna da ne
dereceye kadar ve hangi şartlar dahilinde itibar edileceği yukarıda
açıklanmıştır.
Resulullah (s.a.) bize en güzel ve en mükemmel örnektir, O'nun sünneti, O'nun
yolu ve davranışları demektir, bunu izleyen başarı ve mutluluğa ulaşır, buna
uymayan yollara (bid'ate) sapan ise doğru yoldan sapmış olur.
İslâma Dönüş ve
Hizmet Gurupları
Rönesanstan sonra ve özellikle sanayi devrimini takip eden zamanlarda Batı'da,
bilim ve teknolojide kaydedilen gelişme, ilerleme arkasından zenginlik ve güç
getirmiş, yoksul ve zayıf ülkeler de aynı seviyeyi yakalamak üzere yola
koyulmuşlardır. Çağdaşlaşma terimi ile ifade edilmesi mümkün bulunan bu
hareketin öncüleri arasında "dini, ilerleme ve çağdaşlaşmaya engel görenler"
zuhur etmiş, Tanzimat'tan sonra gittikçe güçlenen bu kanaat Cumhuriyet döneminde
dinî, sosyal hayatın dışına çıkarma, ferdin vicdanına ve ferdi hayatına hapsetme
eyleminin gerekçesi/bahanesi kılınmıştır. Cumhuriyetin ilk elli yılında
eğitimden hukuka, devlet yönetiminden iktisada ve teşrifata kadar her alanda
Batı taklit edildiği, örnek alındığı, İslâm bu alanlarda işe karıştırılmadığı
halde önemli bir ilerleme elde edilememiş; bilimde, teknolojide ve bunların
sağladığı güçte Batı'nın asgari seviyesine bile ulaşılamamıştır. Hem bu sonucu
değerlendiren, hem de din ve vicdan üzerindeki baskıdan bunalan halk ve onların
sözcüleri, münevver temsilcileri kelleyi koltuğa alarak bilhassa 1940'lı
yıllarda muhalefetlerini dile getirmeye ve İslâma dönüş çağrısı yapmaya
başlamışlardır. Zayıf da olsa basında İslâmî muhalefet ve cemaat hareketleri bu
yıllarda başlamıştır. Bundan önceki direnişler ve fedakârlıklar yayılmaya ve
değiştirmeye değil, yaşamaya ve muhafaza etmeye yöneliktir. Kırklı yıllardan
sonraki muhalefet yayılmayı, dönüşü ve değiştirmeyi hedeflemektedir.
Sebilürreşad, İslâmın Nuru, Müslümanın Sesi gibi birkaç dergi ile merhum
Bedîüzzeman'ın faaliyetlerini ilkler arasında saymak gerekir, arkadan
-aralarında önemli farklar bulunsa da mevcut uygulamaya cephe almada ve değişim
istemede birleşen- Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Peyami Safa, Ali Fuat Başgil
gibi düşünür ve yazarlar ile İmam-Hatip okulları, merhum Süleyman Efendi'nin
kursları, Diyanet, bazı siyasî partiler, cemaatler ve tarikatlerin faaliyetleri
gelmiştir. Bunlar içinden İmam-Hatip Okulları ve Diyanet gibi resmi olanları,
muhalefeti söylem olarak ortaya koymamışlardır, fakat faaliyetleri resmi görüş
ve gidişin tersine olmuş, İslâmî muhalefete ve dönüşüme destek vermiştir.
Eğer bugün ülkemizde bir İslâmî şuur ve muhalefet hareketi varsa bunun yakın
kökenini yukarıda sıralanan kişi ve kurumların faaliyetlerinde aramak, her
birinin hakkını vermek, hiçbirinden şükran ve takdirleri esirgememek gerekir.
Gereken bir başka husus da vasıtayı gaye ile karıştırmamak, birincisini
ikincisinin yerine koymamak, islâmî hizmet guruplarını farklı dinlere ve
ideolojilere mensup guruplar gibi görmemektir. Allah'ın rahmeti, ecri ve İslâma
hizmetin şerefi her şahsa ve guruba yeter, tekelciliğe gerek yoktur. Bütün
hizmet gurupları, hizmet ettikleri yüce dinin mensupları ve hadimleri olarak
kardeşlerdir, yoldaşlardır ve dostlardır. Bu gönül ilişkisini gurup farkı
bozuyorsa dengeler bozulmuş, vasıta gaye haline gelmiş demektir. Hoşgörü de
birinci derecede bu hizmet gurupları arasında olmalı, her bir gurup diğerinin
ictihadına, tercihine -meşrû sınırlar içinde kaldığı müddetçe- saygı
göstermelidir. Birbirine karşı tenkitleri, değerlendirmeleri ilme, insafa ve iyi
niyete dayanmalı, ıslahı amaçlamalıdır.
Bugün İslâma yapılabilecek en büyük kötülük, tefrikaya düşmek, bölünüp
parçalanmak, enerji ve imkanları birbiri ile uğraşma yolunda sarfetmektir.
"Girmeden tefrika bir millete düşman giremez/Toplu vurdukça yürekler onu top
sindiremez."
Şeriat
"Şeriat ve Kadın" konulu bir panelde konuşan biri felsefeci, öteki sosyal
bilimci iki profesörün şeriatle ilgili bazı tanımları ve değerlendirmeleri
gazetelerde yayınlamıştı. Birçok benzerleri gibi bu tanımlar ve değerlendirmeler
de tashihe muhtaç bulunuyor.
Prof. N. Arat'a göre "şeriat, Tanrı'nın bütün zamanlarda geçerli olmak üzere
insanlığın iyiliği için koyduğu kurallardır; ancak teori ile pratik arasında
çarpıklıklar vardır... İlim adamları terminolojik anlamda bir tartışma yaparken
siyasallaşmış islâmın militanları kendi doğrularını yaygınlaştırmak için
koşuşturuyorlar... Demokrasinin tüm nimetlerinden yararlanan şeriatçılar rahatça
hareket ediyorlar ve aydınlar ise uzlaşma ve hoşgörü adına kendi bindikleri dalı
kesiyorlar..."
Şeriat vahye ve ictihada dayanır. Vahyi bize Kur'an-ı Kerim ve ilahi iradeye
tercüman olan sahih hadisler taşır. Şeriat insanlığın iyiliği için
gönderilmiştir; ancak bu iyilik yalnız akla ve bilime göre iyi olan değil, aynı
zamanda bunları aşan ilahi irşada ve beyana göre de iyi olandır, yalnızca
insanlığın geçici dünya hayatlarında/hayatları için değil ebedî hayatları için
de iyi olandır. Yalnız bireyler için değil, bireyin içinde yaşadığı toplum için
de iyi olandır; bireyin iyisi ile toplumun iyisi (menfaatler) çatıştığı zaman
âdîl dengede oturan iyidir.
Şeriatın bütün zamanlar için geçerli olan kısmı yanında değişmeye açık olan
kısmı da vardır; zamanın değişmesi ile hükümlerin de (bir kısım şeriat
kurallarının da) değişeceği genel bir kaide olarak kabul edilmiştir. Ancak
değiştirme, yenileme (tecdid), geliştirme vahyin ışığında müslüman aklı ile
gerçekleştirilen ictihad sayesinde olacağından, ictihad da "yeni durum ve
şartlarda Allah'ın hükmü ne olabilir?" sorusuna, usulüne göre cevap arama
çabasından ibaret bulunduğundan ortaya çıkan/konan hükümler de şeriattır;
değişme şeriattan şeriata olmaktadır.
"Siyasallaşmış İslâmın militanları" şeklinde başlayan ifade talihsiz ve sahibini
suçüstü yakalatan bir beyandır. Bünyesinde siyaseti taşımayan bir din
siyasallaştırılamaz. İslâm fert ve toplum olarak insanın bütün hayatını kısmen
düzenlemeler yaparak, kısmen de düzenlemelerin genel çerçevesini ve usulünü
vererek kapsayan bir dindir. Bir müslümanın namazı ne kadar Kur'an'da yer
alıyorsa "kime, neye, hangi şartlarda itaat ve isyan edeceği, kamu düzeni,
güveni ve menfaatini ne zaman, nasıl, nereye kadar koruyacağı, siyasî otoritenin
kaynağı ve temsili, kiminle savaş, kiminle barış yapacağı, hangi fiillerin suç
ve günah olduğu ve bunların cezaları..." da o kadar yer almaktadır. İslâma
inanan insan (mümin) bunlara inanır, ferdî ibadetlerini yaptığı gibi Allah'ın
sosyal talimatını da takip eder, hayata geçirmeye çalışır, o ibadet ve bu gayret
militanlık değil, kulluktur. Allah'ın kulları kendi doğrularını değil, Allah'ın
doğrularını (insanlık için rahmet olan dinîni) insanlara taşır ve tebliğ
ederler; kimseyi dine ve inanca zorlamazlar, tebliğde güzel örneği, güzel sözü
ve güzel tartışmayı araç olarak kullanırlar. Tebliğ sonunda müslüman olanları
kardeş bilirler, müslüman olmayanlara da din ve düşünce hürriyeti başta olmak
üzere temel insan haklarını tanırlar, verirler; onların düşmanlıklarından zarar
görmemek için de gerekli tedbirleri alırlar, müslümanca hoşgörü de bundan
ibarettir. Demokrat geçinen bazı kimseler bu anlayış ve hoşgörüyü istemiyorlarsa
kendileri bilirler, sonucuna da katlanırlar.
Demokrasinin nimetleri varsa bunlar, Türkiye'de yaşayan ve kendileri "siyasal
islâmın militanları olmayan" insanların babalarının malı değildir. Demokrasi
nimetlerini kullanma konusunda imtiyaz kabul etmez. Ortada kullanılacak bir
nimet varsa demokratik nizam içinde yaşayan bütün fertler o nimetten istifade
ederler. Bir kimsenin hem demokrat geçinmesi, hem de kendisi gibi inanmayan ve
düşünmeyen insanları demokrasinin nimetlerinden mahrum etmeye kalkışması ibret
verici bir çelişkidir. Şeriatçıların serbest hareket etmelerinden şikayet
etmesi, onlara hoşgörülü davranıyorlar ve uzlaşmaya gidiyorlar diye aydınları
kınaması ise militanca davranışın veya demokrasi elbisesi giymiş totaliterliğin
fotoğrafıdır.
Prof. T. Ateş'in de aynı panelde "şeriatın kaynakları konusunda konsensüs yoktur
ve herkes kendi bildiğini okur" dediği kaydedilmiştir. Bu söz sarfedilmiş ise
ortada bir bilgi eksikliği ve yanlış değerlendirme var demektir. Beşeri
hukuklarda hukukun kaynakları vardır ve bu kaynaklardan biri de ictihaddır.
Hakîm kanunu lafzı ve ruhu ile anlar ve uygular, boşluk bulunan yerleri ise
kendini kanun koyucunun yerine koyarak doldurur. Bu ictihadda da -kaynaklar aynı
olduğu halde- farklılıklar olur. Şeriatte de durum böyledir: kaynaklar bellidir,
herkes bildiğini okumaz, bütün müslümanlar için bağlayıcı olan kaynakları okur
ve farklı görüşler, farklı anlayış ve ictihadlardan meydana gelir, bunlar da
şeriatın canlılığını ve zenginliğini temin eder. "Ümmetin ihtilafı; yani farklı
ictihadları rahmettir".
Sünnet
Geçen senelerde Konya'ya gitmiştim, gece işlek bir caddenin kaldırımında
yürüyordum, önümde de ortanın üstünde yaşlı bir çift yürüyordu. Kadın siyah
çarşaflı idi, erkek de yün örgüden takke, cüppeye benzer bir pardesü ve şalvar
giymişti. Tabii sakalı da vardı. Bu kıyafetin Konya örfünde yadırganacak bir
tarafı yoktu ve bunlar dahil birçok müslüman bu kıyafeti sünnet bilerek; yani
Hz. Peygamber (s.a.) in ve ailesinin kıyafetine uygun olan budur kanaatiyle
kullanıyordu. Bu -sünnet ise- sünnetin dışı idi, bu kıyafeti kullananların,
sünnetin içini; yani Sevgili Peygamberimiz'in ahlakını da örnek aldıklarını
düşünmemiz tabii idi.
Bir müddet onlar önde, ben arkada aynı istikamette yürüdük, sonra erkek karısını
elinden tutarak yolun karşısına geçmek istedi. Bu sırada kendilerine doğru bir
taksi hızla gelmekte idi, kadın direndi, erkek zorladı, sonunda kadın elini
kurtardı, erkek yürüdü, taksi acı bir fren yaparak ve yolun karşı tarafına
(karşıdan gelen arabaların yoluna) kırarak adama çarpmayı güçlükle ve kılpayı
kalarak önledi. Bu sırada yol boşalmış olduğu için kadın sağa sola baktı ve
sakin bir şekilde karşıya geçti, kocası kendi yaptığını düşünecek yerde karısına
doğru dönmüş bağırıyordu. Kadın karşı tarafa varır varmaz kocası başına iki defa
vurdu ve ağza alınmayacak küfürler etti; sebebi de kadının onunla beraber
tehlikeye atılmaması, yolun uygun hale gelmesini beklemesi idi.
Hadise beni üzdü, böyle birçok insanımızın bulunduğunu düşündüm. Bunlar sünnetin
-veya sünnet telakki edilen örf ve adetin- dışa ve şekle ait olanını büyük bir
titizlikle uygularlar, buna nafile ibadetleri (namaz, oruç, umre vb.) de
katarlar. Sünnetin içine, İnsan-ı Kâmil'in örnek ahlakına ve hayat tarzına
gelince, burada nefsin ve menfaatin peşine düşerler; bencildirler,
merhametsizdirler, kabadırlar, despotturlar, iç dünyalarında sevgi yerine öfke
ve nefret hakimdir... Böyleleri yüzünden, henüz yeterince islâmîleşmemiş
insanlar, sünnetin sembolü haline gelmiş bulunan sakal, sarık, cüppe gibi
kıyafetlerden ve bunları giyenlerden nefret eder, hatta belki -İslâm bu ise
diyerek- İslâmdan da uzaklaşırlar.
Sakal, sarık, çarşaf gibi sünnet bilinen kıyafetleri -bu mânâda sünnetin dışını-
kullananlara büyük bir sorumluluk düşmektedir; çünkü böyleleri ince ve ileri
derecede müslüman sanılmaktadırlar, İslâm onların şahıslarında görülmekte ve
değerlendirilmektedir, dinimizi sevdirme veya ondan uzaklaştırma konusunda
kendileri önemli bir rol üslenmiş durumdadırlar. İçi sopa, dışı insan
kıyafetinden ibaret korkuluk olmak yerine, dışı gibi içi de İnsan-ı Kamil'in
örnekliğini temsil eden insanlar olmak için gayret göstermelidirler,
göstermeliyiz.
Osmanlı ve İslâm
Türkler Osmanlı devletinin kurulmasından beş asır önce gönüllü olarak İslâma
girmiş ve müslüman Türk toplulukları olarak birden fazla devlet kurmuşlardır. Bu
toplulukların siyasî ve ictimai hayatlarında -bazı eksiklikler ve İslâm
öncesinden kalma âdetler ve uygulamalar bulunsa da- hakim düzen, bağlayıcı
kurallar manzumesi islâmîdir. Osmanlı toplumu ve devleti de bu geleneği temsil
etmektedir.
Medreseler, mescidler, tekkeler, sohbet meclisleri toplumun bütün katlarına ve
cüzlerine yayılmış eğitim ve öğretim kurumlarıdır, bu kurumların eğitim ve
öğretimde dayandıkları fikri ve ideolojik temel İslâm öğretisidir ve tartışılmaz
örnek de Resul-i Ekrem (s.a.)dir. Bu örneğin alternatifi, eşi dengi yoktur;
bütün diğer örnekler bu vasıflarını, belli derece ve boyutlarda Allah Resulü'nün
ve O'nun ashabının ahlakını temsil etmelerine borçludurlar. Ailenin kuruluşu,
bozuluşu, roller, komşuluk ve dostluk ilişkileri, dayanışma ve yardımlaşma,
eğlenceler, ihtifaller, merasimler, kılık kıyafet, ticari ve iktisadî işlemler
hep bu örnekliğe ve İslâmın yol gösterici veya bağlayıcı kurallarına
dayanmaktadır.
Devlet hayatının önemli unsurları iktidar, yasama, yargı ve yürütmedir.
Osmanlı devleti bir hanedan sultanlığı olarak kurulmuş, iktidar belli bir usule
göre Osmanlı ailesi içinde el değiştirerek devam etmiştir. Yavuz devrine kadar
yalnızca sultan olan Osmanlı padişahları bu devirden itibaren halife-sultan
olmuşlardır. Kâmil mânâda islâmî hilafet uygulamada, raşid halifeler diye
bilinen ilk dört halife devrine münhasır kalmış, Hz. Hasan'ın Mu'aviye lehine
iktidardan çekilmesiyle gerçek mânâda hilafet, halife ünvanlı sultanların temsil
ettiği saltanat rejimi ile yer değiştirmiştir. Osmanlı sultanlarının devam
ettirdikleri siyasî gelenek de genel çizgileriyle bu saltanat sistemidir.
Emevilerden itibaren kurulmuş İslâm devletlerinde sultan ve saltanat ne kadar
meşrû ve islâmî ise Osmanlı saltanatı da o kadar meşrû ve islâmîdir. Fıkıhçılar,
güce dayanarak iktidara gelen sultanın, yönetimde islâmî hilafet usulüne riayet
ettiği takdirde -istila yoluyla iktidara gelmiş- meşrû halife sayılacağına karar
vermişlerdir. Bu karara göre sultanın halife sıfat ve ünvanına liyakati
yönetiminde İslâma verdiği yer ile ölçülecektir. (Bu konunun tartışma zemini
İslâm Anayasa Hukukudur ve bu konuyu işleyen eserlere bakılmalıdır.)
Osmanlı sultanlarının ve dolayısıyle devletin, yasama, yargı ve yürütmede İslâma
ne ölçüde bağlı oldukları konusu bu devlet tarihe intikal ettikten sonra
tartışılmıştır. Laik çizgide olan ve Osmanlı'nın da laik (veya seküler) bir
sistemi uyguladığını isbat ederek Cumhuriyet rejimine buradan da bir dayanak
arayan bazı bilim adamları, teşrifat kuralları, vergi, kanunnameler gibi bazı
kurumlara ve uygulamalara dayanarak Osmanlı devletinin siyasî hayatta şeriatı
tatbik etmediğini iddia etmişlerdir. Halbuki şeriat, siyasî hayatın bütün
cüzlerini, bütün zamanlar için bağlayıcı olan hüküm ve kurallarla doldurma
yoluna gitmemiş, gerekli hükümleri koyduktan ve örnekleri gösterdikten sonra
ulü'l-emrin meşveret ve ictihad ile dolduracağı/değiştireceği geniş bir alan
bırakmıştır. Tarih boyunca kurulmuş bulunan İslâm devletlerinde -ferdin
müslümanlığındaki kusurlar gibi devlet hayatının da bazı kusurları istisna
edilirse- siyasî ve idari tasarruflarda şeriata riayet edilmiş, boşlukların
doldurulması ve gerekli görülen değişikliklerin yapılması, şeriatın iznine ve
verdiği selahiyete dayandırılmıştır.
Osmanlılar Karacahisar'ı fethedince Dursun Fakih buraya kadı olarak tayin
edilmiştir. Sancak ve daha küçük yerlerin idari ve adli işleri kadılara
bırakılmıştır.
Osmanlıda en büyük ilmiye makamı Bursa kadılığı idi. Birinci Murat zamanında
kadıaskerlik makamı ihdas edilince üstünlük bu makama intikal etmiştir. Önceleri
kadılar fetva işleriyle de meşgul olurken Yavuz Selim zamanında şeyhülislâmlık
(meşîhat-ı islâmîyye, müfti'l-enamlık) ihdas edilmiş ve bu makam zaman içinde
sadrıazamlık makamı ile aynı derecede tutulmuştur. Şeyhülislâmlar ilmiye
sınıfının reisi ve şer'i mahkemelerin nazırı olmuşlardır. Mahkemelerde ve
fetvalarda bağlayıcı kaynak Hanefi mezhebinin fıkıh ve fetva kitaplarıdır. Kamu
hukuku alanında boşluklar, şeriatın verdiği selahiyete dayanılarak ulü'l-emr
tarafından kanunnamelerle doldurulmuştur.
Osmanlı devletinin ictimaî ve siyasî hayatında İslâma (şeriata) bağlılığı
çeşitli vesilelerle en selahiyetli ağızlardan ve bağlayıcı metinlerde şöyle
ifade edilmiştir:
1. Sultan Osman ümerâya bir fermânında "bütün hareketlerinde ulemâdan fetvâ
alarak şer'î hükümlerden ayrılmamalarını emretmiş ve ulemâdan kadılar tayin
eylemiştir."
2. Sultan Orhan zamanında şer'î mahkemelere tam istiklâl verilmiştir. (H. 727)
3. Yavuz Sultan Selim bir fermânında "Şer'î hükümlerden kıl ucu kadar
ayrılanları ve insanlara zerre kadar zulüm ve haksız muâmele edenleri en
şiddetli ceza ile cezalandıracağını" ifâde etmiş, resmen şeyhulislâmlık makâmını
kurmuştur.
4. Kanûni Sultan Süleyman devrinde şer'î hükümler aynen yürütüldüğü gibi gerekli
sâhalarda yeni kanunnâmeler çıkarılmış ve eski kanunnâmeler tamamlanmıştır. Bu
kanunnâmelerin şeriâta aykırı olmamasına titizlikle riâyet edilmiş ve
Şeyhulislâm Ebusuûd Efendi'nin fetvâlarına dayanılmıştır.
Yine mezkûr Şeyhulislâma ait "Marûzat"ın mukaddimesinde hükümlerin fıkha
dayandığı ve bazı meselelerde diğer mezheblerin içtihadlarına başvurulduğu sarih
olarak ifade edilmiştir:
5. Kanûnî devrinde neşredilen ve ileride bazı maddelerini nakledeceğimiz cezâ
kanunnâmesi tamâmen İslâm ceza hukukuna uygundur.
6. IV. Murat memur ve kadılardan, Kur'ân üzerine yemin ettirerek şeriat
hükümlerini lâyıkıyle tatbik edeceklerine dâir söz almıştır.
7. IV. Mehmed zamanında çıkarılan kanunnâmede kadıların salâhiyeti açıklandıktan
sonra "emmâ nizam-ı memleket ve hıfz-u hırâset-i raiyye ve siyâsete müteallık
ümuru... vükelây-ı devlete havâle..." denilerek ta'zîr ve siyâset sâhası ile
hudûd ve kısâsın yekdiğerinden ayrılığına, birinci sâhada devletin müdâhale ve
salahiyetine işaret edilmiştir.
8. İkinci Mahmud, Alemdar Mustafa Paşa'nın sadâretine dair hatt-ı hümâyûnunda şu
satırlara yer vermiştir:
"... inâyetullah'tan ihsan buyurulan devlet-i Muhammedî ve saltanat-ı Ahmedî
olduğundan evvelâ tenbih-i humâyûnum budur ki vedîa-yı Cenâb-ı Müste'ân olan
cümle ümmet-i Muhammed'in vesâir reâyâ ve berâyânın ve devlet-i aliyyenin bi-ecmaihim
ümur ve hususlarını şer-i şeriften istiftâ ve ihkak-ı hak idüp şerîat-ı garrâyı
icrâda şol kadar dikkat ve ihtimâm idesün ki Devlet-i aliyyenin ve cemî-i
ibâdullah'ın üzerine şeriatın nûrâniyetini zâhir ve bâhir idüp âmme-i muvahhidîn
müsterîhu'l-bâl olalar..."
9. Sultan Abdulmecîd devrinde Gülhane'de okunan hatt-ı hümâyûndan bazı pasajlar:
"... Devlet-i aliyyemizin bidâyet-i zuhûrundan berû ahkâm-ı celîle-i Kur'ânniyye
ve kavânîn-i şer'iyyeye kemâliyle riâyet olunduğundan..."
"... yüz elli sene vardır ki gavâil-i müteâkıbe ve esbâb-ı mütenevviaya mebnî ne
şer-i şerîfe ve ne kavânîn-i münîfeye inkıyâd ve imtisâl olunmamak hasebetiyle
evvelki kuvvet ve ma'mûriyet bilâkis za'f ve fakra mübeddel olmuş..."
"... fimâba'd ashâb-ı cünhanın (suçluların) dâvâları kavânîn-i şer'iyye
iktizâsınca alenen ber-vech-i tetkik görülüp..."
Bazı yeni kanunlar vazedileceğinden bahsettikten sonra:
"... işbu kavânîn-i şer'iyye mücerred din ve devlet ve mülk ve milleti ihyâ içün
vaz'olunacak olduğundan..."
Bu ifade ve vesikalar ile uygulamanın delâlet ettiği gerçek şudur: Umûmiyetle
Osmanlılar'da islâm hukuku (şeriat) hâkim olmuş, bu arada ceza sâhası da fıkıh
ve fetvâ kitapları yanında zaman zaman çıkarılan kanunnâmeler ile tanzim
edilmiştir. Ancak mezkûr kanunlar, hudûd ve kısâsa ait hükümleri umûmiyetle
olduğu gibi almış, tanzîmi devlete bırakılan ta'zir cezalarını ise hal ve
zamanın gerektirdiği şekilde vazetmiştir. (Kaynaklar için bak. H. K., Mukayeseli
İslâm Hukuku, c. I, s. 160-163)
Ondokuzculuk
Ondokuzculuk bir nevi hurufiliktir; harf, kelime, ayet, sure sayılarının ondokuz
ile ilişkisinden yola çıkarak (ondokuz rakamı ve katlarına uygun düşmesini delil
gibi kullanarak) bir sonuca varma teşebbüsüdür. Amerika'da yaşamış ve öldürülmüş
bulunan bir şahıs bu ilişkiyi keşfettiğini ve bu keşfin (ona göre ilhamın, hatta
vahyin) onun doğruluğunun bir delili, elçiliğinin (Allah Resulü olmasının)
mucize nev'inden bir tasdiki olduğunu iddia etmiş, iki ayet bu ondokuz
nazariyesine uygun düşmediği için bunların ayet olmadığını, Kur'an'a sonradan
katılmış olduğunu... ileri sürmüştü. Bu iddiaların hiçbir ilmî ve dinî temelinin
bulunmadığı meydandadır, ayrıca Kur'an ayetlerinin ondokuz nazariyesine
uydurulabilmesi için zorlamalar yapıldığı, önceden ortaya konan ilkelerden
sapıldığı, keyfi tasarruflarda bulunulduğu tesbit edilmiş ve bu nazariye -bu
yönden de- çürütülmüştür (Sayın Dr. Orhan Kuntman'ın bu konu ile ilgili
incelemesi kitap olarak da basılmıştır.) Kur'an-ı Kerim insanlara doğru yolu
göstermek üzere gönderilmiş açık ifadeli bir kitaptır, Hz. Peygamber'in (s.a.)
açıklama ve uygulamalarıyle daha da açık ve anlaşılır hale gelmiş, Allah'ın
kullarına bildirmek istediği hiçbir dinî husus kapalı kalmamıştır. Eğer Hz.
Peygamber'den sonra elçiler gelecek ve Allah'tan vahiy alacak olsalardı bunun
mutlaka Kur'an'da bildirilmiş olması gerekirdi. Bu elçilerin mucizeleri ondokuz
olsaydı bu da, Kur'an'da geçen birçok rakam gibi bir başka münasebetle -iddia ve
nazariye ile hiçbir ilgisi olmadan- değil, mezkûr özelliği ile zikredilirdi.
Ayrıca geçmişten günümüze ortaya çıkan birçok yalancı peygamber, Kur'an'ın
getirdiğinden başka ve ona nisbetle insanlığın din ihtiyacını karşılamaya daha
uygun hiçbir nizam, çözüm, model ve hidayet de getirmiş değildir.
Vaktiyle bu batıl yolun kervanına katılmış -sonradan kısmen bu yolu terkettiğini,
bu düşünceleri çöp sepetine attığını söylemiş- bulunan bir şahıs, maalesef
dinleme imkanını bulamadığım bir televizyon programında başka iddial, iftira,
hakaretlerde bulunmuş, büyük bir müslüman kitlenin dinî duygularını rencide
etmiştir. Bana nakledilen iddialarının hemen hiçbiri yeni ve kendisine mahsus
-bu mânâda orijinal- değildir; eskiden yeniye "Kur'an'ı doğru anlama, şirk ve
tevhid, dinde sünnetin yeri ve Hz. Peygamber'in rolü" gibi konularda onun
söylediğini söyleyenler, iddialarını paylaşanlar olmuştur. Bu gibilerin yaptığı
klasikleşmiş anlayışa ve usule hücum etmek, bunu edep dışına çıkan bir üslup
içinde mahkûm etmek, yalnız kendinin bilgili, geri kalanların cahil olduğu
intibaını vermeye çalışmak, temelsiz ve tutarsız iddiaları peşipeşine
sıralamaktan ibarettir. Böyle bir tavır ve yaklaşıma ilmî cevap verilemez,
tenezzül edilirse "saçmalıyorsun, deli misin, yoksa vazifeli misin?" gibi bir
üslup ile mukabele edilir.
Sünnet'in dindeki rolüne bundan önceki yazımızda işaret etmiştik. Kur'an'ı doğru
anlama ve dini ona dayandırma konusunda karşımıza yeni çıkmamış olan yaklaşımlar
için ne düşündüğümüze de aynı yazıda işaret etmiştik. Bu konuda iyi niyetli,
ciddi ve ilmî yaklaşımlar da vardır, onları da çeşitli ilmî meclislerde
tartışıyoruz, sonunda aşırılıkların yontulacağını ve ümmet için hayırlı olacak
bir sonuca ulaşılacağını da umuyoruz. Büyüklük hastalığı veya bir başka arızaya
yakalanmış, ne dediğini bilmez, bulutlardan yere inmez kimselere gelince onların
da muhatap alınmalarını doğru bulmuyoruz; bunları sırf habercilik
(televizyonculuk, reyting) aşkıyla programa çıkaranları da yaptıklarını bir daha
düşünmeye çağırıyoruz.
Kur'an Müslümanlığı
Bir bakıma bütün müslümanlar Kur'an müslümanıdır; çünkü İslâmın temel kaynağı
Kur'an'dır, başta sünnet olmak üzere diğer kaynaklar hem meşrûiyyetlerini bu
ilahi kitaptan alırlar, hem de ona aykırı olamazlar. Bu bakımdan diğer
kaynakların verilerini kanunlara benzetirsek Kur'an bunlara nisbetle anayasa
gibidir. Ancak günümüzde "Kur'an müslümanlığı" denildiği zaman bundan, bu genel
mânâ değil, başka kaynakları -özellikle sünneti- dışlayarak İslâmı yalnızca
Kur'an'dan anlamayı ve almayı mezheb edinen bir gurubun yaklaşımı
kastedilmektedir. Bunları da arapça ve usul bilenler ile bilmeyenler diye ikiye
ayırmak, "mealcileri" ikinci gurup içinde görmek mümkündür.
Biz bu yazımızda Kur'an müslümanlığı davasını güdenlerin iyi niyetle yola
çıktıklarını, başka kaynakların İslâmı yozlaştırıcı etkilerinden kurtulmak için
böyle bir yöntemi benimsediklerini kabul ederek/varsayarak kısa bir tenkit
denemesi yapacağız. (Kötü maksatlarını gizlemek için böyle bir sloganın peşine
düşenler olabilir ve bunlar, bu yazının muhatabı değildir.)
1. Hz. Peygamber (s.a.) olmasaydı Kur'an da olmazdı. Bize bir kitap getiren ve
"bu Allah'tandır" diyen odur, kendi sözlerini titizlikle Kur'an ayetlerinden
ayıran odur, Kur'an'ın varlığı ve sıhhati Hz. Peygamber'i devrede tutmaya
bağlıdır.
2. Kur'an'ı vahiy yoluyla Allah'tan alıp ümmete tebliğ eden Peygamber'e Allah
Teala, yine bu kitabın içinde, tebliğ vazifesinden başka vazifeler vermiş ve
onun bazı özelliklerinden/imtiyazlarından bahsetmiştir. Kur'an'a göre O (s.a.)
alemlere rahmettir, şahiddir, uyarıcıdır, müjdeleyicidir, Allah'a çağırıcıdır,
etrafını aydınlatan bir ışıktır, Allah'ın güzel dediği örnektir, vahyi
açıklayandır, uygulayandır, yapıp ettikleri Allah Teala tarafından denetlenen ve
yanıldığı takdirde uyarılan ve yanlışı düzeltilendir, Allah'ın ve meleklerin
salâtına (yusallûne ale'n-nebiyy) mazhar olan, müminlere de, O'na salât ve selam
vazifelerini yerine getirmeleri emrolunandır, hakkında "Resule itaat eden
şüphesiz Allah'a itaat etmiş olur", "Allah'ı seviyorsanız bana uyun, peşimden
gelin ki, Allah da sizi sevsin", "Resul size neyi getirirse onu alın, neyi
yasaklarsa ondan da uzak durun" buyurulandır... Bütün bu özellikleri görmeyip,
bunları Kur'an mantığı ve fıtri akıl ile çelişen yorumlara ve saptırmalara tabi
tutup O'nu bir hoperlör mevkiine koymak, aldığını nakletmenin ötesinde bir
vazifesi ve selahiyetinin bulunmadığını ileri sürmek hem gaflettir, hem de
-hangi mânâda olursa olsun- Kur'an müslümanlığına aykırıdır. Hem Kur'an
müslümanıyım diyeceksin, hem de Peygamberi, Kur'an'ın tarifi ile
benimsemeyeceksin; böyle saçmalık olmaz!
3. Kur'an'ı doğru okuma ve anlamanın doğru/uygun yöntemi Hz. Peygamber'e
dayanmak durumundadır, çünkü O, ilahi kitabı -anlamadan- tebliğ etmemiştir,
vazifesi/işlevi tebliğden ibaret değildir; tebliğ ettiğini anlamış, anlatmış ve
uygulamıştır. İşte sahih sünnet bu "anlama, anlatma ve uygulamadır". Bu sünnetin
içinde anlama usulünün (yöntemin, metodolojinin) temel ilkeleri, nirengi
noktaları vardır. Bunları gözardı ederek ortaya konacak bir yöntemin isabet ve
uygunluk ihtimali azdır, buna aykırı yöntemlerin uygunluk ihtimali ise sıfırdır;
çünkü Hz. Peygamber'in anlama yöntemi Allah'ın kontrolü altında oluşmuş ve
işlemiştir.
4. Kur'an tercümeleri (mealleri) birer tefsirdir, hiçbiri Kur'an'ın aynı
değildir, hiçbir meal Kur'an'ı bütün mânâları, mazmunları ve muhtevası ile
kapsayamaz, ihata edemez, tüketemez, ilahi kitap bütün mealleri ve tefsirleri
aşar ve onların dışına taşar. Meallerden ve tefsirlerden faydalanılır, ancak
bunlar Kur'an'ın yerine konamaz, onlarla yetinilemez.
Hasılı Kur'an müslümanlığı, Muhammed Mustafa (s.a.)nın, O örnek ve kâmil insanın
anladığı, açıkladığı, hem kendi hayatında hem de -örnek olmak üzere
yetiştirdiği- ilk ümmet nümunesinin hayatında uyguladığı müslümanlıktır. Kadim
müctehidler bu örnek üzerinden yürümüşler ve İslâmı doğru anlamışlardır. Bu
yoldan ayrılıp doğru yaptıklarını -kendilerinin değil, eskilerin yanıldığını-
söyleyenlerin rehberi şeytandır ve nefistir.
Selefiyye'den
Kur'an Müslümanlığına
Selef "geçmiş, öncekiler" demektir, İslâm ilimlerinde selef ilk üç nesil
(sahabe, tabi'un, ve etbâ'u't-tâbi'în) müslümanlığını ifade eder. Bu dönemde
-genellikle alındığında- saf iman, amel ve ihlas vardır, henüz itikad ve amel
mezhebleri -en azından bugünki mânâsında- oluşmamıştır, müslümanların dinî bilgi
ve davranışları ya doğrudan veya bir bilene sormak suretiyle Kur'an'a ve
Sünnet'e dayanır, tevil (nasları hakikat mânâsından başka mânâlara götürerek
yorumlama), bid'at ve beşere tazim konusunda sert bir karşı tavır mevcuttur,
tevhid konusunda titizlik gösterilmiştir.
Fetihlerin, diğer siyasî ve ticari ilişkilerin yol açtığı kültür karışması
-bilahare sünni olan ve olmayan diye iki ana guruba ayrılan- mezheblerin,
düşüncelerin ve davranışların doğmasına sebep olmuş, önceki zühd hayatı da
sistemli bir tasavvuf ve tarikatler hareketine dönüşmüştür. Bütün bu yolların ve
düşüncelerin samimi mensupları yanında kötü niyetle sızmış, suret-i haktan
görünmüş şahıs ve gurupları da olmuştur. Bütün bu düşünce, siyaset ve eğitim
hareketlerinin, İslâm için iyi tesir ve sonuçları yanında kötülükleri de
dokunmuş, inançta, düşüncede, dinî davranışta önemli sapmalar meydana gelmiştir.
Bu sapmaların doruğa çıktığı bir dönemde (13. asırda) İbn Teymiyye ve talebeleri
iman, ibadet ve eğitim usulünde selef devrine dönüş, bu devri örnek alış
hareketini başlatmışlar ve bu cereyana da bilahare "selefiyye hareketi"
denilmiştir. Daha ilmî olanı -ilk dönem selefinin sonraki temsilcileri
mânâsında- sonraki selef (müteahhir selef) ifadesidir. İnançla ilgili nasların
tevili ve bid'atler karşısında sert tepki gösteren sonraki selef, en azından
söylem olarak zaman zaman aşırılığa düşmüş veya kastı aşan ifadelerde
bulunmuştur. 1792 yılında vefat eden Muhammed b. Abdulvehhab bu ikinci selef
hareketini örnek alarak yola çıkmış, selef anlayışı çerçevesinde bir İslâm
devleti kurmak üzere siyasî ve askeri bir harekete girişmiş, bu hareketin siyasî
sonucu da bugün -karşıtlarının kendilerine Vehhabiler dedikleri- gurubun kurduğu
devlet (Suudi Arabistan) olmuştur.
Vehhabiliğin ve sonraki selef hareketinin lehinde ve aleyhinde bir kütüphaneyi
dolduracak kadar -Doğu'da ve Batı'da yazılmış- eser vardır; biz burada mezkûr
hareketi değerlendirecek değiliz, ancak bu hareketin "müsamahasız ve dar
görüşlü" olarak değerlendirilen ilk temsili bir yana sonraları selefiyyecilik
"İslâm dünyasında dinin, yozlaştırıcı düşünce ve tutumlardan ayıklanmasını
savunan ve din üzerinde bağımsız (ictihada dayalı) hükümler verme, yorumlar
yapma" faaliyetinin de genel adı olmuştur.
Günümüzde mealcilik, Kur'an müslümanlığı, hatta Ondokuzculuk gibi bazı akımlar
kendilerini -veya başkaları bunları- selefçiliğe nisbet etmekte, selefiyye
hareketinin zamanımıza mahsus temsilleri olarak kabul etmektedirler.
Bize göre bu akımlarda selefiyyenin bazı tutum ve ilkelerine raslâmak mümkün ise
de onlara uymayan, onlarla çatışan tarafları galip bulunduğundan bu nisbet
(mensup göstermek, devamı ve temsilcisi kabul etmek) isabetli değildir.
İslâma Göre
Müslümanlar inanç, düşünce ve davranışlarını İslâmın tesbit ve taleplerine uygun
düşürmek mecburiyetindedirler. İman etmeden önce hürriyet içinde (hiçbir
mecburiyet sözkonusu olmaksızın) düşünürler, iman ve inkârın delillerini
karşılaştırırlar (bunu herkes kendi akıl ve bilgi seviyesine göre yapar);
sonunda imana karar verir, imanda karar kılarlarsa artık inanç, düşünce ve
davranış parçalarının tutarlı bir bütün oluşturması zarureti vardır. Bu sebeple
müslümanlar düşünce ve davranışlarını İslâmî meşrûiyyet ölçütüne vurur, buradan
icazet aldıktan sonra yollarına devam ederler.
"İslâma göre meşrû" olma hükmünün -yükümlülerin bilgi seviyelerine göre- farklı
kaynakları vardır. İslâm müctehidlerinin kaynağı Kur'an-ı Kerim ve Sünnet'tir;
diğer kaynaklar ve metodlar da bu iki kaynağa racidir. Fıkıh Usulü'nde "mukallid"
denilen "islâmî bilgisi ve eğitimi zayıf" kimseler ise meşrû hükmünü, bir
müctehidin fetvasına, açıklamasına dayanarak, onu öğrenerek, naklederek elde
ederler. Gerek ictihad ve gerekse taklit yoluyla elde edilen bilginin, hükmün
kesin olmadığı, isabetsizlik ihtimalinin bulunduğu, galip zanna dayandığı
genellikle kabul edilmiş, din de ameli hayatın böyle bir hükme dayandırılmasına
izin vermiştir. İmam Şafi'î, ayet ve hadisin mânâ ve hükmü üzerinde ittifak
hasıl olmuş ise bununla hükmettiğimizde "hem zahirde, hem bâtında hak ile
hükmettik" deriz, hükmün dayanağı böyle değil ise "zahirde hak ile hükmettik"
deriz açıklamasını getirerek bu farka işaret etmiştir.
Meşruiyeti "hem şekil, hem amaç yönünden meşrû" ve "yalnızca şekil yönünden
meşrû" olmak üzere ikiye ayırmak gerekir. Asıl "İslâma göre" oluş, düşünce,
inanç ve davranışın hem şekil, hem de ruh, mânâ, amaç yönlerinden İslâma uygun
olmasıyle gerçekleşir. Bu meşrûiyyeti yakalamanın yolu ise İslâmın temel
kaynaklarına kirlenmemiş (başka felsefe ve dünya görüşleri ile şartlanmamış) bir
akıl ve halis niyet ile yaklaşmak, Allah rızasını her rızanın önünde ve üstünde
tutmaktır; başka bir deyişle dinin semasında biri doğru bilgi, diğeri üstün
ahlaktan oluşan iki kanatla yükselmektir. İctihad ehliyeti ve ihlas ahlakının
yaygın olduğu devirlerden sonra müslümanlar "yalnızca şekilde meşrûiyyetin, işin
kitabına uygun düşürülmesinin, şerî hilelerin" peşinde oldular.
Çağların dayattığı anlayış, ilişki ve işlemleri -İslâmın ruhuna ve amacına
aykırı da olsa- şekil yönünden ayet ve hadislerin veya verilmiş fetvaların
çerçevesine sokmakla yetindiler; bunun için dolambaçlı yollardan yürüdüler,
olmadık tevillerde bulundular. İslâmın getirdiği ferdî ve ictimaî ahlaka,
cemiyet düzenine aykırı düzen ve düzenlemeleri, sistemleri -ayetlerin ve
hadislerin boyunlarını bükerek, kendi amaçlarına uygun okuyarak- İslâma göre
meşrû kalıbına veya kıyafetine soktular. Zemzem kabına da konsa rakının rakı
olduğunu, alış-veriş kıyafetine de sokulsa faizin faiz olduğunu düşünmediler...
Bu gidiş sonunda dışı ve adı İslâm, içi ve tadı gayr-i İslâm olan bir ucûbe
ortaya çıktı.
Şimdi birçok müslüman, ticaretinde, yatırımında, beşeri ve sosyal ilişkilerinde,
dünyadan nasiplenişinde tıpkı Batılılar gibi, hıristiyanlar ve yahudiler gibi
yaşamakta, onlar gibi duyup düşünmekte, fakat kıyafeti, haccı, namazı, faizi ve
meşrû olmayan kazancı besmele çekerek yemesi bakımından da -böylece dış görünüş
ve şekil yönünden- müslüman sayılmaktadır.
Rakıyı zemzem kadehine koyarak içmek (mesela faizi tevil ederek, yahut araya
ciddi olmayan bir satım işlemi sokarak yemek) caiz olmadığı gibi, zemzemi rakı
kadehine koyup içmek de caiz değildir, ancak birincisi ikincisinden daha kötüdür
ve dayanağı da şeklî meşrûiyyettir; ruhu, mânâyı, amacı gözardı etmektir.
Çelişen İftiralar
Bir dost radyonun dinleme fırsatı bulamadığım bir programında, bizim nesilden
bir hoca aleyhimde konuşmuş, artık revaçtan düştüğünü sandığım bazı yakıştırma
ve karalamaları sıralamış, bu arada gıybet hududunu da aşarak iftirada bulunmuş.
Kendine göre dine zararlı bulduğu, din anlayış ve uygulamalarını beğenmediği
bazı kimseleri değerlendirdikten ve çöpe attıktan sonra benim, onların akıl
hocaları olduğumu söylemiş. Bunu dayanaksız bir yakıştırma olduğu için cevap
vermeye değer bulmuyorum. Sonra İhlas Holding'ten söz açmış, sorumlularını
tenkit etmiş ve "onların da müşaviri ve akıl hocası olduğumu" söylemiş. Ben
kendimi fıkıh hocası zannediyordum, meğer talebesi çok olan bir akıl hocası
imişim de haberim yokmuş!
Burada asıl üzerinde durmak ve başkalarını da yanıltmasın, suizanna sebep
olmasın diye düzeltmek istediğim konu bu "İhlas Holding ile hiçbir ilişkimin
bulunmadığını, Sayın Ali Coşkun, İhlas Finans Kurumu'nun (faizsiz çalışan İslâm
bankasının) genel müdürü iken birkaç hoca ile birlikte beni de birkaç kere davet
ederek dinî sorular sorduğunu, buna cevap verdiğimizi" ifade etmiştim. Ali
Bey'in ayrılmasından sonra böyle bir danışma da vuku bulmamıştır. Talep
olduğunda bütün finans kurumlarına böyle bir yardıma hazır olduğumu, esasen
bunun, bütün din alimlerinin de vazifeleri bulunduğunu tekrarlamak isterim.
Beni yıpratmak için uydurulan bu yalan mumları bazen yatsıdan önce sönüyor,
sönmesi için de benim üfleme zahmetine katlanmam gerekmiyor; evet bu iftira, bir
başka iftira ve karalama ile çelişmiştir. Şöyle ki, radyo konuşmasının yapıldığı
günlerde İhlas Holding camiasına ait bulunan Türkiye Gazetesi'nde, "Bir Bilene
Soralım" köşesinde bir yazı çıktı. Bu yazıda "telfik macunu" diye bir ikinci
başlık var, bu başlık altında ilim ve insaf ile bağdaşması mümkün olmayan bir
alayname yer almakta. Tasavvur ettikleri telfik macununu oluşturan unsurlar
içinde İbn Teymiyye'den Mevdudî'ye, Hamidullah'a kadar birçok zevatın bir
şeyleri yanında "Karaman'ın da tersi" bulunmaktadır. Bu köşede sıkça aleyhimde
-bazen açıkça, bazen ima yoluyla- söz edilmektedir. Bu son yazıdaki tenkit
konusu ile sözü geçen radyodaki karalamalar arasında önemli ölçüde benzerlik
vardır. Her ikisi de belli şahısları tutmakta, belli şahıslara laf atmakta,
benzeri kanaatleri paylaşmaktadırlar. Şu halde İhlas Holding'e müşavir veya akıl
hocası olmak benden fazla aleyhimde konuşana yakışmaktadır. Ama ben, bu
paralellikten yola çıkarak "filan kişi, filan kurumun veya şahsın akıl
hocasıdır" diyemem, bu gerçeğe aykırı olabilir ve müslüman böyle yakıştırmalar,
zanlar, tahminler üzerinden yürüyerek insanları karalayamaz.
Özetlemek gerekirse aleyhimde bulunan iki kişiden biri gazetede bana iftira
ediyor, karalıyor, diğeri "H. Karaman onun holdinginin akıl hocasıdır" diyor;
işte bu çelişkiye dikkat çekmek, günahlarını arttırmamak için bazı müslümanları
ikaz etmek istedim.
Telfik ve mezhebden mezhebe geçme konuları ilmî konulardır. Gazete köşelerinde
halledilemez. Kendilerine güvenenler gelsinler, bu konuları ait oldukları ilim
meclislerinde müzakere edelim.
Okuyucularıma ve tesadüfen mezkûr konuşmayı dinleyen, yazıyı okuyan ve üzülen
dostlarıma şunu söylemek isterim: Kişinin aynası işidir. Benim işimi okuyup
yazmak, öğrenip öğretmek ve doğru bildiğimi yaşamaktır. İşte bunlara dayanarak
(benim hayatımda, yazdıklarımda ve söylediklerimde) bir aksaklık olduğunu iddia
eden olursa bunu kale alır, yanlış ise düzeltmeye, doğru ise karşı tarafı ikna'a
gayret ederim. Dedikodu yapmam, yapanları sevmem ve onların yaptıkları ile
meşgul olarak vaktimi zayi etmem.
Bizim davamız İslâmdır; tuttuklarımızı İslâma hadim olduklarını bildiğimiz veya
böyle sandığımız için tutarız, karşı olduklarımıza da İslâma karşı tavırları
sebebiyle bunun ölçüsüne göre karşı oluruz. İnsanları değerlendirmede ve onlarla
kuracağımız ilişkinin keyfiyet ve sınırlarını belirlemede kullandığımız ölçü
şudur: Müslümanım diyen kimse -en geniş ve hoşgörülü islâmî ölçülere göre dinin
içinde kaldığı müddetçe- müslüman kabul edilir. İctihada, yoruma, tevile açık
konularda farklı inanç, benimseme ve eğilimlere hoşgörü ile bakılır,
gerektiğinde usulüne uygun olarak konular tartışılır, karşı tarafı ikna etmeye
çalışılabilir. Her şahıs ve gurup kendi ictihadını veya taklidini yaşar, bu
farklılıklar din kardeşliğine ve dinin ortak alanında dayanışma ve yardımlaşmaya
engel teşkil edemez. İslâmın dışında kalan insanlarla nasıl bir ilişki içinde
olunacağı da kaidelere bağlanmıştır. Genel tavır, usulüne göre tebliğ ve davet
tavrıdır. En sakıncalı olan inanç ve davranış ise belli bir şahsın veya gurubun
kendi mezhebini, meşrebini, tarikatını... din ile aynılaştırması ve bunun
dışında bir İslâmı (İslâm anlayış ve uygulamasını) reddetmesidir. Böyle bir
tavrın doğuracağı sonuç tefrikadır, parçalanmadır, ümmeti zayıflatmak ve
düşmanın ekmeğine yağ sürmektir. Rabbim cümlemize basiret versin!
Hangisi Daha İyi
Müslüman?
"Kuş'u kaçıran" partinin bir temsilcisi, yeni hükümetin dış politikadaki yeni
meyil ve açılım işaretlerinden rahatsız olmuş olacak ki, verdiği bir beyanatta
"yetmiş yıldır izlenen dış politika çizgisinin dışına çıkmanın tehlikeli bir
macera olduğunu, tarih boyunca Arapların bize hiçbir faydalarının dokunmadığını,
onlardan bize bir hayır gelmediğini, onlardan öğrenecek bir şeyimizin
bulunmadığını ve bizim müslümanlığımızın da onlarınkine nisbetle daha iyi
olduğunu" ifade etti. Bu tip politikacıları anlamak -çok zor demeyeceğim- çok
kolay; millî iradeden ve tarihi misyonumuzdan kaynaklanan kısa ve uzun vadeli
hedefleri yok, bu hedeflere varabilmek için ince elenip sık dokunarak tesbit
edilmiş stratejileri ve programları yok; beyanları, kararları, tedbirleri
tepkisel; dünyada ve ülkedeki güncel gidişat ve esintilere bağlı, hepsinden
önemlisi de iktidarı karalamaya ve yıpratmaya, bir an önce iktidar koltuğuna
oturup nimetlerini dermeye yönelik. Böyle olmasaydı bu ve benzeri
siyasetçilerimizin şöyle düşünmeleri gerekirdi:
1. Yetmiş yıldır değişmeyen bir dış politika çizgisine sadık kalmak, dış
politikayı yetmiş yıl öncesinde bırakmak, yetmiş yıldır değişen şartlara göre
bir dış politika çizgisi oluşturma kabilinden mahrum olmak demektir. Kaldı ki,
dış politikamızın yetmiş yıldır değişmediği de bir hurafeden ibarettir; yalnız
değiştirenler, değişikliği empoze edenler başkalarıdır, verilen rolü oynayanlar
ise bu ülkenin yöneticileridir. "Başkaları" yeni hükümetin yeni kararları ve
birkaç atağının, "verilen rolü oynamama eğiliminin işaretleri olabileceğinden
hareketle" durumu yakın takibe almışlar, bizimkiler de hükümeti şahsiyetli dış
politikaya teşvik edecek yerde "başkalarının endişelerine katılmayı" tercih
etmektedirler.
2. "Araplardan tarih boyunca bize hayır gelmediği" iftirası, "Türklerden
Araplara hiçbir hayır gelmedi, onlar bizi sömürdüler ve geri kalmamıza sebep
oldular" iftirasıyle beraber Osmanlı devletini parçalayıp yıkan ve ümmetin
birliğini bozan ecnebilere, ümmet devletinin düşmanlarına aittir. Düşmanın
oyununa gelenler önce onlarla işbirliği yaparak devleti parçaladılar, parçalar
kendi başlarının çaresine bakmaya koyuldular, her biri iyilik meleği görünümüne
giren yabancı şeytanın etkisinde kaldılar, birçok yanlışlıklar oldu. Bugün bize
düşen bir tarafı suçlayıp soğukluğu devam ettirmek değil, geçmişten ibret almak,
"gâvurdan dost, domuzdan post olmaz" vecizesini unutmayarak kendimize (İslâm
âlemine) dönmek, bu alem içinde bütünleştirici dış politikalar üretmek ve takip
etmektir. Birleşmek, bütünleşmek, dayanışmak başlı başına bir hayırdır,
faydadır; bundan güç doğar, gücü de iyi kullandığımız zaman dünyanın efendileri
arasına gireriz.
Yetmiş yıldır izlenen dış politika bizi efendilerin hizmetçileri arasına soktu,
statümüzü birazcık -dünkü teba'amız Yunanlılar kadar- değiştirmek için
yaptığımız başvurular, yalvarıp yakarmalar, yaranmak için kılıktan kılığa
girmeler hiçbir fayda vermiyor; çünkü çağımızda haklı olmak, hak elde etmek için
güçlü olmak gerekiyor. Osmanlıyı zayıflatıp, parçalayıp yıkanlar onların
çocuklarını güçlendirmezler. Şu halde bizim gücü başka yerlerde ve politikalarda
aramamız gerekiyor.
Ümmet şuuru bir kere kaybolmaya görsün -o zaman- her eski ümmet gurubu (ulus)
egoizme sapar, diğerlerine -kasap gibi- ne kadar yağ çıkar diye bakar. Hoş
Cumhuriyet devri siyasîleri böyle bile bakmayı beceremediler ya!
Becerebilselerdi bugün kalkınmış ülkelerin, Osmanlının yıkılışından beri
Araplarla -ve diğer İslâm ülkeleri ile- kurdukları ilişkilerin benzerlerini
kurar, zenginliklerini borçlu oldukları menfaatleri elde ederlerdi. (Bunu
beceriksizliklerini ifade etmek için söylüyorum; yoksa ümmetin bir parçasının
diğerine zulmetmesi, onu sömürmesi, ondan haksız kazanç elde etmesi caiz ve
mümkün değlidir.) Bu ilişkileri kuramamanın baş sebebi beceriksizlik de
değildir, -üzülerek kaydediyorum- İslâm korkusudur. İslâm dünyası ile
bütünleşme, yardımlaşma ve dayanışmanın ülkede siyasî islâmın (!) güçlenmesine
sebep olması ihtimalidir. Batı ile efendi-hizmetçi ilişkisi, İslâm ile
efendiliğe tercih edilmektedir.
3. "Bizim Araplardan ve diğer müslüman topluluklardan daha iyi müslüman
olduğumuz, İslâmın da iyisinin bizde bulunduğu" iddiası -her nedense daha çok
üst makamlardaki siyasîlerden- sık sık sâdır olmaktadır. Bu kişiler, İslâmı
doğru anlama, fert ve toplum olarak daha iyi (kâmil) uygulama açısından bir
mukayese yapamıyacaklarına -bunu bilemiyeceklerine, esasen bilmenin de pek kolay
olmadığına- göre satır arasında bir başka şeyi söylüyor olmalılar. Bu "şey" ne
olabilir diye biraz düşününce, onların da zaman zaman dile getirdikleri şu
tesbit maksadı anlamaya yardımcı oluyor. "İslâm dünyasında laikliği en kâmil
mânâda uygulayan tek ülke Türkiye'dir."
Bu iki cümle yanyana getirildiğinde satır aralarını şöyle okumak mümkündür:
"Diğer İslâm ülkeleri az veya çok şeriatı işe karıştırıyorlar -laik değiller-,
biz din ve dünya işlerini kesin olarak birbirinden ayırdık, dini devletin
kontrolüne verdik, müslümanlığa farklı bir yorum getirdik (şeriatsız müslümanlık
olur dedik), halkımız inanç ve ibadetlerinde istedikleri kadar (!) müslüman
olabiliyorlar, bu da bize yetiyor; işte en iyi İslâm anlayışı ve uygulaması
budur, bunu da -İslâm dünyası içinde- yalnızca biz gerçekleştirdik.
Ben satır aralarını okudum ki, halkımız bir şey bilir zannettikleri bazı
siyasîleri dinleyip ümmetin diğer parçaları hakkında kötü düşünmesinler!
Batı ve İslâm
Batı diye ifade edilen kültür, medeniyet ve sistem havzası içinde yaşayan
insanların dinlileri ve dinsizleri, her iki gurubun da sonu gelmez çeşitleri ve
farklı yönleri vardır. Bu farklılıklar içinde yer alan insanların İslâm
hakkındaki bilgi ve kanaatleri, ona karşı tavırları konusunda genelleme yapmak
hatalı olacağı gibi müslümanların Batı insanı hakkında genelleme yapmaları da
doğru değildir. Kanaat, tavır, ilişki insanları ve gurupları doğru olarak
tanıdıktan sonra belirlenmelidir.
Batı'nın İslâm Doğu'ya karşı -kültür ve uluslararası ilişkiler politikası
bakımından- tutumu Batı insanının tavır ve tutumu kadar karmaşık, teşhisi ve
tayini güç bir mahiyette değildir. Batı kendine göre kalkınmasını
gerçekleştirirken ve gerçekleştirdikten sonra İslâm Doğu ile iyi/adil/insani
ilişkiler kurmak yerine onu sömürme, gücünü ve zenginliğini onun zararı ve
zayıflaması pahasına elde etme yolunu seçmiştir. Dün sömürgecilik yolu ile
yaptığı gibi bugün de yeni dünya düzeni formülüne (hilesine) dayanarak İslâm
ülkelerini sömürmeye, onları kendi menfaati istikametinde yönlendirmeye devam
edebilmek için Batı'nın uyguladığı plan şudur: "Ne kendileri olsunlar, ne de
bizden olsunlar".
İslâm ülkeleri, hangi bütünleşme gurubu içinde olursa olsun Batılı ile eşit hale
gelirse sömürenler sofrasına çok nüfuslu yeni üyeler oturacak, pasta küçülecek,
büyütme imkânları da daralacaktır. Müslümanlar kendileri olur, kimlik ve
kişiliklerini bulur, öz kültür ve medeniyetlerine sahip çıkarlarsa dünyanın güç
dengesi bozulacak, güdülen koyunlar çoban olacak, piyonlar şahlığa, vezirliğe
soyunacaklar, müslümanlar "kültürde, medeniyette, bilimde, teknolojide, askeri
güçte, dünya nimetlerini paylaşmada... biz de varız" diyeceklerdir. Böyle bir
oluşum bütün düzenleri altüst eder, düzenbazların oyunlarını bozar. Şu halde
Batı ne edip edecek, İslâm Doğuya karşı uygulamakta olduğu planı engelleyecek
her teşebbüsün, her gelişmenin önüne geçecek, bütün yolları deneyerek buna mani
olacaktır.
The Times gazetesinde yayımlanan başyazı, Batı'nın, İslâm Doğu'ya karşı
tutumunun beklenmesi gereken bir yansımasıdır. Yazıda şu satırlar görülüyor:
"Refah'a iktidar olma şansının verilmemesi gerekir. Refah'ın iktidara gelmesi,
Türkiye'deki laik rejimin çökmenin eşiğine gelmesi ve Türkiye'nin Batı ile olan
ilişkilerinin tehlikeye girmesi anlamına gelir. Bu yüzden Türkiye'deki seküler
güçler, İslâm tehlikesine karşı, Refah'ı iktidara getirmemek için birleşmek
zorundadırlar... Refah'ın iktidara gelmesi, Türkiye'deki laik rejimin bekçileri
olan askerlerin de sabrını taşırabilir..."
Yazı şunu demek istiyor: Türkiye rejim olarak İslâma dönmemelidir, bu (İslâm)
Batı için tehlikedir, laik (Batı'nın izinde) bir yol izlemelidir, Refah iktidarı
ülkeyi İslâmî rejime götürebileceği için bizim yolumuzda olanlar birleşmeli, bu
iktidara meydan vermemelidirler, eğer onların buna gücü yetmez ve millet kendine
dönmek ve kendi olmakta ısrar ederse bizim yolumuz ve sistemimizin bekçisi olan
ordu duruma müdahale etmeli ve değişimi engellemelidir. Yazıda geçmeyen bir
tedbir daha vardır ki, o da ordunun da gücü yetmemesi halinde Batı'nın bizzat
işe el koyması, bazı liderleri öldürterek, ülkede karışıklıklar çıkararak,
komşuları ülkenin üzerine kışkırtarak, ambargolar koyarak, daha olmadı doğrudan
asker sevkedip ülkeyi işgal ederek değişimi engellemektir.
Batı için tehlikeli olan, ülkede -kısmen- şeriatın uygulanması (bu mânâda ülkede
şeriata dönülmesi) değildir; böyle olsaydı Suudi Arabistan başta olmak üzere
ülkelerinde (kısmen) şeriatı uygulayanlar ile uğraşırlardı. Onlar için tehlikeli
olan, sistemden (sömürü aracı olan dünya düzeninden) çıkmaktır, bu düzene karşı
alternatif oluşturmaktır, bu düzenin bozucu, çürütücü, yozlaştırıcı plan ve
eylemlerine karşı direnmektir. Kral Faysal ve Zıyau'l-hak bunun için
öldürülmüşlerdir, Cezayir'de bu sebeple demokrasiye karşı askeri darbe
yaptırılmıştır, İran'a ve Sudan'a aynı sebeple olumsuz tavırlar takınılmakta,
iftiralar atılmaktadır.
Bütün bu olup bitenler karşısında bu ülkenin müslümanları, hedefin Refah değil,
İslâm olduğunu, ülkeyi adım adım İslâma götürecek her örgüt, program ve eylemin
Batı için tehlike oluşturduğunu, bugün Refah'a karşı Batıcıları birleşmeye
çağıran Batı'nın yarın İmam-Hatiplere, geleneğe bağlı özel okullara, cemaat ve
dernek faaliyetlerine, hasılı her çeşit İslâmî hizmet faaliyetine karşı
çıkacaklarını ve zinde güçlerini bunlara karşı kışkırtacaklarını anlamayacak,
hala birbirleri ile uğraşmaya ve yekdiğerini çelmelemeye devam edecekler mi?
Müslümanlar bu tefrika içinde güç harcarken atı alan Üsküdarı geçerse Allah
onlardan bunun hesabını sormayacak mı?
Safları sıklaştıralım, küfrün -İslâma karşı- tek millet olduğunu unutmayalım,
sen ben davasını bırakalım, düşmanın oyununa gelmeyelim. Her ülkenin şuurlu
müslümanları islâmî hayatı güçlendirmenin ve en geniş çerçeveli İslâm
kardeşliğini oluşturmanın yollarını arasın. Milyonların imanı ve birliği öyle
bir güçtür ki, tarih boyunca onu sindirecek bir silah icat edilememiştir.
Not: Hümanistler bizim, müslümanlar ve diğerleri diye ayrımcılık yaptığımızı,
bütün insanların kardeşliğine çağırmak yerine İslâm kardeşliğine çağırmanın
insani olmadığını düşünebilirler. Hayal değil de gerçeğin peşinde olacaksak
kardeş olmak için insan olmanın yetmediğini görmemiz gerekir. Bütün insanların
tabii haklarını elde etmeleri ve adaletin hakim olduğu bir dünyada yaşamaları,
dünya düzenini müslümanların kontrol etmelerine bağlıdır.
Ayrılıyor muyuz?
Vedalaşma, veda konuşması ve yazısı, ayrılanlar içindir. Sevgili öğrecilerim,
İslâmı öğrenme ve yaşama cehdinde bir müddet beraber olduğumuz dünya ve ahiret
kardeşlerim, biz ayrılıyor muyuz, beraberliğimiz bitti mi, bundan böyle her
birimiz kendi yoluna mı gidecek? Hayır, elbette hayır! Biz ezel bezminde
birbirimize yakın düştük, bu dünya hayatında bu sebeple kolayca tanıştık ve
birbirimize ısındık, aynı iman, hayat tarzı ve dâvâ bizi birbirimize kardeş
kıldı. Büyük Örneğimiz, bu mânâda ölümsüz Rehberimiz (s.a.) tebliğ ettiği
Kur'an'da ve onu yaşayarak bize sunduğu örnek hayatta dünyaya niçin geldiğimizi,
ne yapacağımızı, neyi başarmaya çalışacağımızı açık açık anlattı ve gösterdi.
Tahsil yıllarımızda bunları öğrenmeye çalıştık, öğrenme ve öğrendiğimizi yaşama
cehdimiz ömrümüzün sonuna kadar devam edecek. Belli bir merhaleye geldik, artık
omuzlarımıza tebliğ vazifesi yüklendi. Muhammedî ordunun birer neferi, Rahmet
Peygamberi'nin rahmet müjdesini taşıyan birer postacı gibi, bizi dört gözle
bekleyen veya susuzluktan yandığı halde onu bulamadığı için şaşkınlık içinde
sağa sola yönelen insanlara gideceğiz, "Bir"den ve birliğimizden güç alarak,
gerektikçe iletişim kurup yeniden güç kazanarak bu kutsal vazifeyi (İslâmı
yaşayarak ve anlatarak tebliğ etme, İslâm öğretim ve eğitimi yapma görevini) ifa
etmeye çalışacağız. Daha önce doğum yerlerimiz, ailelerimiz farklı olduğu halde
aynı şeyi yaşamak üzere öğrenmek için bir araya geldiğimiz kurumlarda aile
olmuştuk, aramızda kardeşlik oluşturmuştuk, şimdi de bu aileye mensubiyet şuuru
içinde aldığımız vazifeyi ifaya, bizden bekleneni yapmaya gidiyoruz. Tahsil
yıllarınızda ben evimde iken sizin fakültede veya meskeninizde okuyarak
yetişmeye çalıştığınızı düşünüyor, hayali olarak kendimi aranızda hissediyordum.
Şimdi ise ülkenin doğusundan batısına yayılmış binlerce benzeriniz içinde
sizleri İslâm hizmetinde düşünecek ve kendimi de bir nefer (veya subay) olarak
aranızda hissedeceğim. Duygu, bilgi, yardım alış-verişimiz devam edecek, bunun
için mümkün olan bütün vasıtaları kullanacağız.
Hasılı ayrılmıyoruz, aileyi terketmiyoruz, birbirimizi unutmak üzere aramıza
mesafeler koymuyoruz. Her an birliğimizi hissederek, ilişki ve iletişimi devam
ettirerek bir kovandan çiçeklere doğru uçan arılar gibi etrafa yayılıyoruz,
ballar balını bulmak ve onu muhtaç olanlara ulaştırmak için dağılıyoruz; fakat
biz, buraya dönsek de, dönmesek de bir kovanın arılarıyız ve arıbeyimize
bağlıyız; birbirine böyle bağlı olanlar için ayrılmak ve vedalaşmak yoktur.
İlim-İbadet-Cihad
Birbirini tamamlayan, birinin diğeri yerine konması caiz olmayan amel, kurum ve
kavramlardan ikisi de "ibadet ve cihad"dır. Hiçbir şey ilimsiz olmayacağı için
bunların başına bir de "ilim" eklenmiştir.
Dinlediğim bir konuşmada oldukça popüler bir siyasî hatip, "İslâm devletini
kuruncaya kadar önceliğin cihada verilmesi gerektiğini, nafile ibadetler ve
diğer faaliyetlerle uğraşmanın caiz olmadığını" söylüyor, bu teklifine delil
olarak da Hz. Peygamber (s.a.)'in Medine'ye hicret edip devleti kuruncaya kadar
bazı farz ibadetleri bile yerine getirmediğini ileri sürüyordu.
İslâm'da cihad vazifesini yalnızca "İslâm'ı yaymak ve korumak için yapılacak
sıcak çatışma ve savaşmaya" inhisar ettirmek doğru değildir; şüphe yok ki, bu
cihaddır ve cihadın ecirli ve şerefli bir kısmıdır, çeşididir. Ancak nefsi kâmil
mânâda müslüman edebilmek için verilecek savaş (eğitim, gayret, sabır, çile...)
cihad olduğu gibi mazlumun yanında yer almak, zalime karşı olmak ve hakkı ayakta
tutmaya çalışmak, bunun için meşrû ve mümkün olan bütün araçları kullanmak, her
alanda çaba sarfetmek, fedakârlık etmek de cihaddır.
Cihadın hangi çeşidi olursa olsun hakkıyle gerçekleşmesinin iki asgari şartı
daha vardır: İlim ve ihlas.
İlim bütün müslümanlara farz olan din ve dünya bilgisi ile herbir müslümanın,
meşgul olduğu meslek ve alan ile ilgili olup bilmesi gereken din ve dünya
bilgisidir. Bu bilgilerin önceliği vardır ve bunlara sahip olunmadan yapılacak
çaba iyi niyetli kötülük ve İslâmın gelişmesine ket vurma sonuçlarını da
doğurabilir.
İhlas, atılan her adımda meşrûiyyetin ve Allah rızasının gözetilmesidir. Bu
hayatımızın genelinde bulunan ihlastır; özel ibadetlerde ihlas ise saikın
yalnızca Allah rızası olması, ibadete O'nun rızasından başka bir amacın
karışmamasıdır. Müminin ihlas faziletini elde edebilmesinin yolu eğitim, en
etkili aracı ise "farzı, nafilesi, vacibi ile ibadetlerdir". İbadetler sayesinde
Allah'a daha ziyade yakın olma ve nefsi ortadan kaldırma devletine erenler
ihlasın sonsuz merdivenlerine de tırmanmış olurlar. İlim, ibadet ve ihlas
üçlüsünün içinde cihad da vardır. Cihad bir ibadettir, bunu diğerlerinin yerine
koymak mümkün değildir; öncelikten söz edilecekse ilmin ve has ibadetlerin
(namaz, oruç, zikir, tefekkür...) önceliği vardır; ancak bu öncelik de daha
ziyade derece önceliğidir, tehir ve ihmal önceliği değildir.
Hz. Ali (k.v.) bir düşmanı alt edip öldüreceği sırada düşman "son arzumu dinle"
demiş, o da eğilince yüzüne tükürmüştü. Hz. Ali düşmanı bırakıp ayağa kalktı, o
da şaşkınlık içinde ve yerinden kalkmadan sordu: "Beni bunca eziyet ve tehlikeye
katlanarak yendikten sonra niçin işimi bitirmiyor, serbest bırakıyorsun?" Hazret
şu cevabı verdi: "Son ana kadar seninle savaşım Allah rızası içindi, sen yüzüme
tükürünce savaşıma şahsî (nefsî) öfkem ve kinim de karıştı, seni onun için
bıraktım." Evet Hz. Ali cihadının nefsanî tahrik sebebiyle katle dönüşmemesi
için düşmanı serbest bırakmış, öfkesinin savuşmasını beklemiştir. Bu kemali elde
etmenin yolu ise ilim ve ibadettir. İslâmın geldiği ilk günden itibaren Sevgili
Peygamberimizin (s.a.) ve sahabenin yaptıkları ve birinci derecede önem
verdikleri iş (amel) öğretim, eğitim ve ibadetler olmuştur. Esasen İslâm
devletinin kuruluş amacı da insanların hür iradeleri ile hak dine girmelerine ve
Bir Allah'a kulluk etmelerine imkan sağlamak, ümmet ve insanlık hayatında hakkı
ve adaleti hakim kılmaktır. Bu sonuca bütün çeşitleriyle ibadet ederek gidilir
ve gidilince de ibadete devam edilir.
Kıt bilgilerimize ve nefsani dürtülere mağlup olarak İslâmı parçalamıyalım,
kendimizi onun kalıbına dökmek yerine onu kendi kalıbımıza dökmeyelim.
İslâmî Muhalefet
İslâm, Batı'da söylenen ve anlaşılan mânâda bir din olmayıp, inanan ve inanmayan
bütün insanlığı ilgilendiren, değerler, değerlendirmeler, hükümler,
düzenlemeler, çağrılar ihtiva eden bir ilahi nizamdır; bilgi, inanç, ibadet,
düzen ve düzenlemeler bütünüdür. Bu bütün, beşer üstü bir kaynaktan (Allah'tan)
gelen vahye dayanır, vahyin bilerek ve sebepli (hikmetli) olarak açık bıraktığı
(meskût geçtiği) alanlar ictihad ile doldurulur; ancak ictihad da vahiyden
müstakil bir bilgi ve hüküm üretim aracı değildir, vahyin ışığında ilahi irade
ve rızanın keşfine çıkıştır, bulunan ve bilineni, Allah'ın iradesi bu olmalıdır
zannı ile kabulleniştir. Durum böyle olunca da gerek açık vahyin getirdiği ve
gerekse bunun ışığında ictihad ile elde edilen bilgi ve kurallar -inananlara
göre- tek doğrudur, tek meşrûdur. Bu bilgi ve kurallar yalnızca ferdin özel
hayatında ve vicdanında değil, dünya ve insan hayatının bütününde geçerlidir.
İslâmın karşısında laik ve seküler düşünce ve sistemler vardır. Burada akıl,
vahiyden müstakildir, vahye muhtaç değildir, doğruyu ve meşrû olanı bilme ve
bulma kabiliyet ve selahiyetine sahiptir, dünya ve kamu hayatı aklın bilgi ve
bulgularına göre düzenlenmeli ve yönetilmelidir, din bu alana karıştırılmamalı,
fertlerin özel hayatlarında ve vicdanlarında kalmalıdır.
Bu iki inanç, düşünce ve düzen sisteminin birbirine zıt, muhalif, birbirinin
karşısında olduğu apaçık ortadadır. Bu iki sistemden birine mensup olanın da
diğerine muhalif olması kaçınılmazdır. Bu muhalefet İslâm tarafınca uzlaşma
kabul etmez bir muhalefettir; çünkü uzlaşma, ihtilaf noktalarını ortadan
kaldırmakla gerçekleşir, ihtilaf noktalarını ortadan kaldırmak ancak karşı
tarafın İslâma uyması, islâmî sistemi benimsemesiyle gerçekleşebilir. Bu olunca
da ortada iki kalmaz, bir kalır, birlik oluşur.
Müslümanlar ister galip ve hakim olsunlar, ister mağlup ve mahkûm bulunsunlar
başka sistemlere mensup insanlarla beraber olabilir, birlikte (bir yerde,
yurtta, işte, dünyada...) yaşayabilirler, ancak bu (birlik değil) beraberlik,
uzlaşmaya değil, anlaşmaya bağlanır ve dayanır. Müslümanlar hakim olduklarında
diğer inanç guruplarına başta din, düşünce ve vicdan hürriyeti olmak üzere
gerekli insan haklarını tanırlar, verirler; Hz. Ali'nin deyişiyle -inanç
farkının zaruri kıldıkları dışında- hak ve yükümlülükte (hukuk karşısında)
müslümanlara eşit olurlar. Adı ve çağı ne olursa olsun başka bir sistem ve rejim
hakim, müslümanlar da mahkûm olduklarında başta düşünce, din ve vicdan hürriyeti
olmak üzere bir kısım temel insan haklarının onlara verilmediği, kendilerine
baskı yapıldığı, başka sistemlerin dayatıldığı görülmüştür, görülmektedir. Bu
durumda müslümanlar sistemin imkanlarından yararlanarak haklarını talep ederler,
verilirse bir anlaşma zemininde kendi sistemlerini yaşarlar, başkalarına da
inançlarını dayatmazlar, anarşi ve teröre baş vurmazlar, onlardan ülkelerine ve
diğer insanlara ancak hayır ve iyilik gelir. Hakları verilmez, baskı da
yapılırsa kırılır ve incinirler, izhar edemedikleri muhalefetlerini içlerine
gömerler, fırsat kollarlar, baskı artarsa bazen ölçüyü de aşabilen savunma
mekanizmalarını harekete geçirebilirler.
Bütün dünyada İslâm ve karşısındakiler arasındaki ilişki, yukarıda özetlemeye
çalıştığımız ilişkiler ve tavırlar yumağı içinde gerçekleşmektedir. İslâmı ve
müslümanları yumuşatmaya, uslandırmaya, sistem içine sokmaya (budamaya,
kendilerine uydurmaya, benzetmeye, uzlaştırmaya) çalışanlar bilmelidir ki, İslâm
-bugün yeryüzünde yaşayan- bir başka dine ve sisteme benzemez, o tektir,
farklıdır, muhaliftir ve böyle kalacaktır. Bugün bir buçuk milyar, yarın dünya
nüfusunun yarısından fazla olacak olan müslümanları yok etmek mümkün
olmayacağına göre iş başkalarına düşmektedir; yapacakları da ya uzlaşmak yahut
da anlaşmaktır.
İslâmî hizmetin
neresinde?
"İslâmî hizmet" kavramında iki unsur vardır: İslâma hizmet ve islâmca hizmet.
İslâma hizmet onu iyi temsil etmek, korumak, tebliğ etmek, çevreyi hür irade ile
islâmlaşma eylemine açık tutmak ve müsait kılmakla gerçekleşir. İslâmda hizmet,
İslâma hizmetin meşrû yoldan, normal hallerde veya zaruret hallerinde
müslümanların kullanmaları, faydalanmaları caiz görülen araçlarla yapılması
demektir.
Yeni Şafak İslâmî hizmet için yola çıkmış, bunu amaç edinmiş bir gazetedir.
Ensar Vakfı'nın gelenekleştirdiği kır toplantılarından birinde (güzel bir
münasebet olarak da Osmanlı Devletinin kuruluşunun gerçekleştiği Kocayayla'da)
gazeteyi satın alacak olan üç Ensar Vakfı mensubu ile yapılan istişare sonunda
çıkma kararına varılmıştı. Bu üç Ensarlı (iki Kış kardeşler, bir de A. Şişman)
bu gazeteden kendileri (ticaretleri, partileri, gurupları...) için hiçbir şey
beklemiyor, tam aksine dayanabildikleri kadar bu hizmeti finanse etme azmi
içinde bulunuyorlardı. Bugüne kadar da bu tavrı ve azmi gölgeleyecek hiçbir
davranışta bulunmadılar. Bir gazete patronu gibi değil, ekip halinde yürütülen
hizmetin birer neferi gibi hareket ettiler, gazetenin emekçileri, mutfak
elemanları ve yazarları ile eşit mesafede durmaya çalıştılar, işleri şura
(danışma) ile yürüttüler.
Ensar Vakfı, İmam-Hatip neslini derleyip toparlamak ve İslâmî hizmet için
seferber etmek üzere kurulmuş, bundan birkaç yıl önce de yeni bir uyanış ve
hamle dönemine girmiştir. Açtığı şubeler, hazırladığı programlar ile bu kutsal
hizmeti gerçekleştirme gayreti içindedir. Ensar Vakfı bir gurubun (mesela
İmam-Hatiplilerin) vakfı ve bu mânâda bir gurup hareketinin ocağı değildir.
Ensar Vakfı'nda hizmet etmenin şartı İmam-Hatipli olmak değil, yalnızca müslüman
olmak ve İslâmî hizmeti hayatın öncelikli işi bilmektir. Burada İmam-Hatip
nesli, halihazır şartlarda elde bulunan, uygun bir öncü gurup, hizmet nesli
olarak devrededir. Vakıf hem bu millet emanetini (İmam-Hatip Okullarını ve
neslini) koruyacak, geliştirecek, hem de onlarla başlayarak, milleti ile
bütünleşerek islâmî hizmeti gerçekleştirmeye gayret edecektir.
Yeni Şafak İslâmî hizmette Ensar Vakfı'nın sesi, gözü ve kulağıdır, bu mübarek
hizmetin çok önemli bir aracıdır. O'nun inandığı ve hizmet etmek istediği İslâm,
aşırı yorumlardan, temsillerden ve uygulamalardan uzak bir "orta İslâm"dır. Bu
İslâmın neden ibaret olduğunu ortaya koyan bilginin kaynağı objektif, klasik,
her bilenin kontrol ve katkısına açık İslâm bilgisidir. Kur'an-ı Kerim'den başka
"tek ve eşsiz kitabı", Hz. Peygamber (s.a.)'den başka tek ve yanılmaz rehberi,
mürşidi, üstadı... yoktur. Ne gelenek kölesi, ne de gelenek inkârcısıdır.
Yeni Şafak'a göre "biz" müslümanlardır, "öteki" ise müslüman olmayanlardır.
Müslümanlar kardeştir, kardeşi İslâm dairesinden çıkarmayan düşünce ve
davranışlar usulüne göre hoşgörü ile karşılanır, ihtilafın rahmet olması için
gayret edilir, hatalar abartılmadan ıslah edilir, her hal ve kârda birlik ve
kardeşliğin muhafazasına çalışılır. Ötekiler iki guruba ayrılır: İslâma düşman
olanlar, islâmî hizmeti engellemek için çaba gösterenler; bunlarla usulüne göre
mücadele edilir, islâma ve islâmî hizmete zarar vermemeleri için gereken ne ise
o yapılır. Müslüman olmamakla beraber İslâma da düşman olmayan, islâmî hizmeti
engellemeyen, din, düşünce ve vicdan hürriyetine saygı gösteren ötekiler ile
müslümanlar iyi ilişkiler kurar, hukuk ve adalet çerçevesinde bir arada, sulh ve
sükun içinde yaşarlar.
İşte Yeni Şafak budur. Bu hizmete kimi parası ile, kimi kalemi ile, kimi de
emeği ile omuz veriyor. Bu arada okuyucuya düşen vazife okumak, okutmak, bozuk
giden tarafları yazarak bildirmek ve gazetenin abonesini, okuyucusunu çoğaltmak
için elden gelen çabayı sarfetmektir. Eğer bu hizmet meş'alesi, ona sahip
çıkmayan okuyucu kitlesinin gayretsizliği yüzünden sönerse sorumluluk onlara ait
olacaktır.
Kırk yıldır sürüp giden çilem ve çabam içinde edindiğim dostlarımdan bu gazeteye
sahip çıkmalarını istiyorum; ben "tebliğ ettim".
İbadetler ve
Köktendincilik
Bir kısım laikler ve genel olarak laikçiler ellerine makası alarak dini,
inanç-ibadet ve dünya düzeni ile ilgili hükümler şeklinde ikiye biçtiler;
inananların birinci alanda serbest olduklarını, ibadetlerini hiçbir engel ile
karşılaşmadan ve kınanmadan yapabileceklerini, ikinci alana yani dünya hayatını
düzenleyen dinî hüküm ve talimata gelince devlete uymak zorunda olduklarını ilan
ettiler, bunu sağlamak için hukuk, idare, eğitim gibi bütün baskı araçlarını
kullandılar. Aradan bir müddet geçtikten sonra "fundamentalizm, temelcilik,
köktencilik, köktendincilik" diye bir kavram aktardılar ve dinin bütününü
(özellikle dünya hayatını düzenleyen kısmını) hayatında uygulamak isteyen fert
ve guruplara "fundamentalist, köktendinci, şeriatçı" demeye ve bu vasfı taşıyan
müslümanları kınamaya, kötülemeye, el-âleme kötü göstermeye başladılar, bunları
yok etmek veya engellemek için yabancıları işbirliğine çağırdılar.
Son yıllarda laikçiler, şeriatçılara baskı yapmak ve şeriatçı talepleri
sindirmek için aldıkları tedbirler ve uyguladıkları yöntemleri yetersiz bularak
köktendincilik kavramının çerçevesine "ibadetler, helaller ve haramlar"dan da
bazı unsurları dahil etme girişiminde bulundular. Buna göre okullarda, kışlada,
kamuya ait bazı mekânlarda namaz kılmak, okullarda, resmi dairelerde vb.
yerlerde kadınların başlarını örtmeleri, bazı kurum mensuplarının namaz
kılmaları, eşlerinin başlarını örtmeleri şeriatçılık, köktendincilik işareti
sayıldı, bu ibadetleri -sırf inançları gereği ve Allah rızası için- yapanları
cezalandırdılar, engellediler, kalplerine girmişcesine "bunlar samimi değil,
dini istismar ediyorlar, ibadetler kişinin özel mekânında yapılır..." gibi
vecizeler döktürdüler. Aslında bu laikçi kesim samimi değildi, içlerindekini
dışa vurmaya cesaretleri yoktu, onun için ibadetleri sudan bahanelerle
engelliyorlardı. Asıl bilgi ve niyetleri ise şu idi: "Müslümanların toplum
içinde, resmi ve gayr-i resmi mekânlarda ibadetlerine, haram ve helal
inançlarını yaşamalarına izin verirsek, laiklik, din ve vicdan hürriyeti, insan
hakları adına bunlara müsamaha edersek bu davranışlar dinin yayılmasına, sun'i
(yapay) sınırları ve sınırlamaları zorlamasına yol açar, bu sebeple bizim
laiklik ve insan hakları anlayışımız Batı'dan farklı olmalı, bizim amacımıza
uygun sınırlar içinde uygulanmalıdır." Kurban bayramlarında yaşadığımız deri ve
et toplama sıkıntısı da bu anlayış ve davranışın bir başka örneğidir. Görünüşte
"millet hizmetinde bir kurumun masum yardım toplama" talebi, gerçekte ise islâmî
kurumların güçlenmesini ve islâmın yayılmasını engelleme teşebbüsü.
Cumhuriyet devri boyunca bu baskıcı zihniyeti temsil edenler, millete bir parça
nefes aldırmak isteyenleri asanlar, yanıldılar,. Bu yanlışa ısrarla devam
ediyorlar. Gözlerini hırs, öfke, kin, nefret, bağnazlık kör ettiği için bir adım
ileriyi göremiyorlar, sonunda müslümanların ibadet, helal-haram hayatlarına da
el atıyor, sınırlamalar getiriyorlar. Ancak müslümanların üzülmelerine gerek
yoktur; çünkü bu baskıların ve sınırlamaların islâmî şuurlanmaya, islâmın
gelişip yayılmasına etkisi, doğrudan bu amaca yönelik faaliyetlerden daha
güçlüdür, daha sonuç aldırıcıdır.
Allah dinini, fâcir ve fâsıkları kullanarak da teyit eder.
İslâm Birliği
Kur'an-ı Kerim'de ve Sünnet'te insanın aslı, farklı renklerde ve dillerde insan
guruplarının yaratılma hikmeti, müslümanlar arası sosyal ilişki (kardeşlik) ve
bu ilişkinin gerektirdiği yardımlaşma, dayanışma ile ilgili birçok ayet ve hadis
vardır. Bunlara bakıldığında İslâm'ın tasarladığı toplum modelinin "ümmet
modeli" olduğu açıkça görülür. Ümmet, inanç birliğine dayanan, ırk, dil, renk,
soy, coğrafi sınırlar gibi unsurların ayırıcı olmadığı büyük insan gurubunu,
topluluğunu ifade etmektedir. Ümmeti diğer insan topluluklarından ayıran önemli
özellikler arasında iman, örneklik ve dünya üzerinde adalet, hürriyet ve
güvenliğin tesisi vazifesi vardır. Yani müslümanlar birlik olup bilimde,
teknolojide, ekonomide, askerlikte, dünyanın en üstün gücüne ulaşmayı
hedeflerken bunu, zayıf toplulukları sömürmek ve hizmetinde kullanmak için
değil, yüce islâmî ve insani amaçları gerçekleştirmek için istemektedirler.
Çağımızda hakim güç bir süre önce iki merkezli idi, son on yıl içinde tek
merkezli hale geldi. Her iki durumda da görüldü ki, gücü elinde bulunduranlar,
bunu hem birbirini dengelemek ve caydırmak için hem de daha zayıf olan
toplumları yönetmek, sömürmek, kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek ve
kullanmak için devreye sokmuşlardır. Örnek olarak Amerika'nın, Irak-Küveyt
çatışmasını bahane ederek Orta-Doğu'da oynadığı rolü, sağladığı kontrolü,
ekonomisini düzlüğe çıkaran menfaati hatırlamak yeterlidir.
Görünürde ve slogan olarak insan hakları, demokrasi, adalet adına hareket eden,
gerçekte ise zulmü, sömürüyü, ulusal -veya belli uluslar birliğine ait- çıkarı
hedefleyen güç temerküzleri karşısında müslümanların tek sığınakları,
kendilerine (müslüman guruplar birliğine) ait güç birliği olabilecektir. Bosna,
Çeçenistan, Keşmir, Kıbrıs gibi onlarca tecrübe "Ümidin kes zaferden
gayrından(başkasından) imdad lazımsa" mısra'ını teyit etmiştir. Müslümanlar için
tek çıkar yol ve kurtuluş ümidi, içte ve dışta birlik iken neden yıllardan,
hatta asırlardan beri bu amaca ulaşılamadı? Bu sorunun şüphe yok ki, uzun
makalelere veya kitaplara sığacak cevabı vardır, ancak burada biz iki sebep
üzerinde durmak istiyoruz:
1. Parçalanmış ümmetin ulus devletler şeklinde oluşmuş bulunan parçalarında
sürdürülen çarpık ve çok defa parçalayan güçlerin yönlendirmesinde yürütülen
eğitim, müslümanların kafalarını karıştırmış, müslümanlar arası birlik şuurunu
ve iradesini ortadan kaldırmıştır.
2. Dünya güç dengelerini kontrol eden ve çıkarlarına uygun dengeleri korumak
kendileri için ölüm-kalım meselesi olan dış güçler, bu dengeleri altüst edecek,
çıkar çatışmasına yol açacak ve pastaya yeni ortaklar getirecek yeni güç
temerküzlerine izin vermemektedirler. Bunun için propaganda, eğitim, ekonomi ve
siyaset başta olmak üzere her vasıtayı kullanmaktadırlar.
İslâm ülkelerinin büyük bir kısmında yöneticiler, ümmeti temsil etme vasfından
ve ehliyetinden uzak, yabancıların menfaatlerine hâdim kimselerden oluştuğuna
(böyleleri işbaşına getirildiğine ve orada tutulduğuna) göre İslâm birliği başka
bahara mı kalmaktadır? Hayır! Her İslâm ülkesinde mevcut çok sayıda müslümanın,
birlik amacıyla oluşturacakları sivil örgütler ve bu sivil örgütler arasında
kurulacak bağ, sürdürülecek işbirliği, kısa zamanda oyunları bozabilecek ve
uzakları yakınlaştırabilecektir.
Bu yazı durup dururken değil, yerli ve yabancı medyanın, İslâm ülkeleri
arasındaki yakınlaşma ve yumuşamayı sabote eden, ihtilafları abartan ve
körükleyen tutumu sebebiyle kaleme alınmıştır.
Filistinli Ne Yapsın?
Filistinlilerin yurtlarındaki tarihi varoluşları milattan öncesine kadar
uzanmaktadır. Yahudiler Mısır'dan göç ederek bu topraklara geldiklerinde (M.Ö.
12. yüzyıl) orada yaşayan halklar arasında Filistinliler de vardı. Hz. Ömer'in
fethinden itibaren Filistin toprakları İslâm hakimiyetine girdi ve hakim nüfus
da bugün adına Filistinliler dediğimiz müslümanlaşmış araplar oldu. Diğer
halklar gibi yahudiler de Osmanlı döneminin sonuna kadar bu topraklarda huzur ve
adalet içinde yaşadılar, göçlerle çoğaldılar. Her şeye rağmen 1947 taksim
planında bir milyon Filistinli müslümana karşı beşyüz bin yahudiye toprakların
yarıdan fazlası verildi. Hazırlıklı yahudi kıtaları, Arapların parçalanmışlık ve
dağılmışlıklarından yararlanarak ve arkalarına Amerika, İngiltere gibi
destekçileri de alarak, 1948'de Filistinlileri -ülkenin yüzde yetmişine ulaşan-
topraklarından sürüp çıkardılar, bunu yaparken hiçbir meşrûiyyet ölçüsüne
dayanmadılar, hiçbir uluslararası kural ve karara uymadılar. 1967'de ise Gazze
ve Batı Şeria'da (Filistinin yaklaşık onda birinde) sıkışmış olan Filistinlileri
buradan da sürdüler, yerlerini işgal ettiler ve kalanları da yönetimleri altına
aldılar. Dağılmış, birbirine düşmüş, her birinin yönetimi halktan kopmuş, belli
bir ideolojinin -ve bu ideolojiyi temsil eden dünya gücünün- dümen suyuna girmiş
İslâm ülkeleri bu olup bitenler karşısında ya hissiz ve ilgisiz, yahut da aciz
kaldılar. Bir avuç Filistinli zulme ve yok edilmeye karşı direndi.
Filistinli direnişçiler "niçin direndiler?" İnsan tabiatı, hukuk, ahlak, dinler,
"İsrail'in yaptıkları karşısında direnmeyi, boyun eğmemeyi gerektirdiği, hatta
emrettiği için" direndiler. İsrail ülkede, sulh ve adalet içinde kendine de bir
yurt edinmenin peşinde değildi. Onun amacı Fırat'tan Mısır'a kadar uzanan bölge
içinde yalnızca yahudilere ait bir yurt edinmek ve bu yurt içinde başka hiçbir
bağımsız, insan haklarına sahip insan gurubunu barındırmamak idi. Bu amaç
karşısında binlerce yıldan beri bu topraklarda yaşamış Filistinli ya yok olacak,
yahut da direnecekti. Direnmeye karar verildi. Elinde yumruğu, tırnağı ve
taşından başka silahı yoktu. Eğer silah bulabildiyse, bu da, İsrail'in elindeki
gelişmiş silahlara karşı birkaç küçük el silahı, bomba ve modası geçmiş küçük,
kısa menzilli füze idi. Filistinli işte bu imkansızlıklar içinde direndi,
direniyor, İsrail'i korkutuyor, rahatsız ediyor, âdil bir barışa zorluyor...
Elli yıldan beri Filistinlinin yahudiden neler çektiğini bilmeyen, İsrail'in
etkili propagandasına aldanmış, gaflete hatta hiyanete düşmüş birçok müslüman,
direnen Filistinlileri ayıplıyor, zulümden ve aldatmacadan ibaret olan barışa
razı olmasını istiyor, direnişte kullandığı yöntem ve araçları normal -hatta
tarihi- şartların kurallarına göre değerlendiriyor, sorguluyor ve mahkûm
ediyorlar. Sivillere zarar veren, eylemciyi de yok eden bazı eylemlerin meşrû
olmadığını savunuyorlar. Onlara şu birkaç hususu hatırlatmak belki faydalı olur:
a) Şimdi savaşlar kılıç, ok ve mancınıkla değil, ateşli silahlarla yapılıyor ve
bu silahların zarar veren etkisini askerlere tahsis -sivillere zarar vermeden
savaş- mümkün olmuyor.
b) Normal hallerin kuralları, fevkalade hallere, çaresizlik içinde yapılan
eylemlere uygulanmaz; zaruretler gerektiği ölçüde yasakları, haramları kaldırır.
Gazzali'nin kaide kalıbına soktuğu şekliyle ifade etmek gerekirse "zaruret
topluma ait (genel) ve kesin olunca nasların yasaklarını -geçici olarak-
kaldırır." Yine onun verdiği örneği kullanmak gerekirse "Önlerine müslüman
esirleri siper edinerek İslâm ordusuna veya kalesine doğru ilerleyen düşman
askerlerini yok etmek için müslümanlar atış yaparlar. Bu atışta müslüman
esirlerin isabet almaları kaçınılmazdır, ancak bunda zaruret vardır ve atışı
yapan müslümanların maksadı esirlere zarar vermek değil, düşmanın ilerlemesini
durdurmaktır."
Garaudy'nin İslâmı - 1
Rahatsız olduğum günlerde Ankara'da ve İstanbul'da yapılan uluslararası ilmî
toplantılarda konuşanlar arasında ünlü düşünür R. Garaudy de vardı. 1940'lı
yıllardan itibaren kırk yıl marksist ve komünist olan ve parti içinde önemli
mevkilere gelen Garaudy 1981 yılında müslüman olduğunu açıkladı. Sistemler,
dinler ve düşünürler ile ilgili tenkitlerini ve bu arada İslâm anlayışını ihtiva
eden birçok kitabı, makalesi ve konuşmaları türkçeye çevirildi, düşünce ve
ifadeleri etrafında olumlu ve olumsuz tepkiler ortaya kondu. Türkiye'yi son
ziyaretinde yaptığı konuşmalarında ve özellikle Yeni Şafak'ın 31 Mart-1 Nisan
nüshalarında neşredilen "el-Mecelle" dergisinden alınma röportajında ileri
sürdüğü fikirler dikkatleri yine onun üzerine çekti.
Garaudy'ye göre bütün büyük dinler ve yükselen düşünce sistemleri aynı
gerçekleri -sembollerle, farklı ifade şekilleriyle, tarihi şartların
gerektirdiği üslub içinde- söyler. İslâm da en azından Hz. İbrahim'den beri
vahiy alan peygamberlerin tebliğ ettikleri dinlerin genel adıdır. Bu dinler de
doğru okunduğunda aynı gerçekleri ve ilkeleri ihtiva ettikleri görülür.
Müslümanlar Kur'an'ı doğru okumalı ve yorumlamalıdırlar. Doğru okuma, Kur'an
bütününü göz önüne alan, ilkelere yönelen, tarihsellik (Kur'an'ın ayetlerinin ve
parça hükümlerinin indiği tarihe ait olduğu, diğer asırlar için bağlayıcı
olmadığı) ilkesini esas alan okumadır. Sünnet gelenektir. Hadislerin çoğu
Emeviler devrinde siyasî otoriteyi teyit için uydurulmuştur. Bilge müslüman, tek
tek ayetleri, geleneği, hadisleri bağlayıcı saymayacak, bunların ötesine geçerek
İslâmî ilkeleri keşfedecek, çağının mesele ve ihtiyaçlarına bu ilkelerin
ışığında çözümler getirecek, bütün insanlık için yeni bir hayat modeli
sunacaktır. Çoğunu Fazlurrahman'dan kopya ettiği anlaşılan bu usul çerçevesinde
Garaudy'nin ürettiği, islâmî ilkeler çerçevesinde oluşturduğu ilginç ictihadları(!)
var: Kadına mirastan iki misli pay verilmelidir, hırsızlar artık elleri ile
çalmıyorlar, kafaları ile, bilgisayarlar yardımı ile çalıyorlar; bu sebeple el
kesme cezasının anlamı kalmamıştır, şeriat sosyal adalet demektir, namaz şekil
ve hareket (sportif hareket diyor) değil, Allah'ı düşünmektir; bu sebeple
kendisi bilinen şekli ile namazı kılmasa da daima namazdadır, oruç gecesi
gündüzü birbirine yakın uzunlukta olan yerlerde tutulur, kutuplara doğru
gidildikçe bu ibadet ortadan kalkar (eski fıkıh alimleri bu gibi meseleler
üzerinde durmamışlardır), içki kesin olarak yasaklanmamış, yalnızca
zararlarından söz edilmiştir; şu halde zararsız dozda ve miktarda içki
alınabilir, kadının örtünmesi bir gelenek meselesidir, önemli olan kadınların,
giyimli veya giyimsiz vücutlarını, erkeklerin dikkatlerini çekmek için
kullanmamalarıdır, böyle bir davranışa yönelmemeleridir (İslâm ve insanlığın
Geleceği, s. 140-152; 20. Yüzyıl Biyografisi, s. 291-317; Yeni Şafak, anılan
nüshalarda neşredilen röportaj.)
Röportajı yapan Garaudy'ye önemli bir soru yöneltiyor:
Herkes kendi görüşü ve yaşadığı ülke şartlarına göre karar verirse dünya
fıkıhçılarla dolup dinin elden gideceği bir anarşiye yol açmaz mı?
Garaudy'nin cevabı:
Ama bu üzerinden yüzlerce yıl geçen, zamanımıza uygun olmayan, çağdaş fıkhın
ortaya çıkması önünde engel teşkil eden eski fıkıh hükümlerine bağlı kalma
tehlikesinden daha azdır.
Garaudy iki şerden birini, kendine göre daha ehven olanı tercih ediyor, marksist
felsefeden İslâm'a geldiği, tenkit ettiği çağdaş hayat biçimini kısmen de olsa
referans olarak aldığı, temel islâmî ilimlerde yaya kaldığı ve usul konusunda
Fazlurrahman ve benzerlerini taklit ettiği için hataya düşüyor, şer ve tehlike
ihtiva etmeyen orta yolu bulamıyor, İslâm İslâm diyerek onun hakkından gelecek
bir yol açtığının farkına varamıyor.
Garaudy'nin İslâmı - 2
Garaudy'nin İslâm anlayışının hatalı, eksik, doğruya nisbetle eğri bulduğumuz
noktalarını ve bunların nereden kaynaklandığını bir önceki yazımızda
özetlemiştik. Bu yazıda hatalar, usûl ve örnek çözümler şeklinde iki paragrafta
konu biraz daha açılacak ve mukabil düşüncemiz açıklanacaktır.
Usul:
"Çağdaş fıkhın ortaya çıkmasının önünde engel teşkil eden eski fıkıh" cümlesinde
bir "çağdaş", bir de "eski" fıkıhtan söz ediliyor. Fıkh'ın (ameli din bilgisi ve
çözümlerinin) güzel, meşrû ve işe yarar olması eski veya yeni (çağdaş) olmasına
değil, dayandığı düşünce sistemine (zihniyete, akla) ve delillere bağlıdır. Eğer
bir fıkıh islâmî zihniyete, sahih islâm düşüncesine ve muteber delillere
dayanıyorsa onun getirdiği bilgiler ve çözümler iyidir, doğrudur, meşrûdur,
engel oldukları ise -İslâmı yozlaştıracağı, bozacağı, kendisi olmaktan
çıkaracağı için- zaten engellenmesi gereken fıkıhtır; bunun adının çağdaş olması
sonucu değiştirmez.
Sahih islâmî akıl ve zihniyet, müslümanın Kur'an ve sünnetle bütünleşmesi,
bunları temessül etmesi (özümsemesi) sonucunda elde edilir. Bu amaca ulaşmak
için yalnızca bilgilenme (öğrenim) yetmez, ayrıca eğitime (İslâmı yaşayarak elde
edilecek kemale ve temyiz kabiliyetine) ihtiyaç vardır. Müslüman bu öğrenim ve
eğitim sayesinde zihniyet ve kültür kirlenmesinden ne kadar arınırsa sahih
islâma o kadar yaklaşmış olur; bu noktadan itibaren de Kur'an'ı ve Sünnet'i
doğru okur, doğru anlar.
Eski fıkhı ve usulü (metodolojiyi) olduğu gibi alıp tabulaştırmak da, tamamen
silip yeniden işe başlamak da yanlıştır, müslümanın yolunu şaşırmasına sebep
olur. İctihad yoluyla tesbit edilecek olan "değişmezler" kalacak, "değişmeye
açık olanlar" ise değişecektir. Değişmezleri yalnızca "ilkeler, sosyal ve ahlâkî
amaçlar" ile sınırlamak hatalıdır, sübjektiftir, delil ve dayanaktan yoksundur.
Amentü formülünden namaz ibadetinin şekline, faiz yasağına, islâmî zina
kavramına kadar birçok değişmez "parça hüküm", "nokta talimat" vardır. Kirlenmiş
bir zihniyet, dayatılmış bir çağdaş hayat ve çağdaş ilkelere dayalı ve İslâmın
hem bağlayıcı naslarına, hem de özüne aykırı olduğu halde "gerçek İslâm veya
çağdaş fıkıh" diye takdim edilen ilkeler ve ictihadlar(!) İslâm değil, yeni bir
din olur; bu dinin kaynağı da vahiy değil, islâmîleşmemiş akıl olur.
Vahyin ilk muhatap kavmin kültürünü göz önüne aldığı, üslub ve hükümlerinde bu
kültüre -bir ölçüde- riayet ettiği inkâr edilemez. Bu gerçeğe "İslâm bazı
cahiliyye devri hukuk kaidelerini aynen tasvip edip meşrûlaştırmış, bazılarını
değiştirerek almış, bir kısmını da kaldırarak yerine yenilerini getirmiştir"
ifadesiyle hukuk tarihi kaynaklarında işaret edilmiştir. Ancak Kur'an-ı Kerim'de
ve Sünnet'te tarihilik değil, evrensellik esastır. Tarihi çözümlerde ve
ifadelerde bile şartların ve ilişkilerin özelliği ve tarihi yönü değil, hükmün
genel yönü, ümmet var oldukça onlara yol gösteren mânâsı maksuttur (örnek bu
amaca yöneliktir). "İslâmîlik ölçütü" evrensel açıklamalar yanında bu tarihi
örneklerden de yola çıkılarak elde edilecektir. "Kur'an lafzı ve parça çözümleri
ile tarihseldir" demek, Kur'an-ı Kerim'i inkâr etmeye denk bir sapıklıktır, onu
keyfi okumalara, yorumlamalara ve çağdaş batınîliğe yol açmaktır.
Ümmete sünneti hadisler taşır. Hadislerin sahih olanı ve olmayanı vardır,
ümmetin alimleri bu konuyu hakkıyle incelemiş ve sahih hadislerin, tarihi
vesikaların taşıdığı sünneti ortaya koymuşlardır. Sünneti ortadan kaldırmak için
hadislerin büyük ölçüde uydurulmuş olduğu iddiası müslüman olmayan müsteşriklere
aitti, ne yazık ki onu şimdi bazı müslümanlar da benimsemiş oluyorlar. Böyle bir
genellemenin (hadislerin uydurma olduğu hükmünün) ilmî delili yoktur, bunun
aksini isbat eden ilmî çalışmalar, tezler mevcuttur. (Yazının sınırı usul
konusunu burada kesmeyi gerektiriyor.)
Örnek çözümler:
1. "Kadına mirastan iki misli pay vermek" kadını buna muhtaç hale getiren
değişimi meşrû bulmaya dayanır, önce bu değişimin sorgulanması gerekir.
2. "Hırsızlar şimdi elleri ile değil, kafaları ile çalıyorlar" gerekçesine
dayanarak el kesilmeyeceğini söyleyenin, "kafalarını kesmek gerekir" demesi daha
mantıklı olurdu. Hırsıza verilen el kesme cezası, hırsızlığı -kullanılan aracı
yok ederek- zorlaştırmak değil, caydırıcı bir ceza ile ortadan kaldırmak
içindir. Bu ceza hırsızlık ne ile ve nasıl yapılırsa yapılsın caydırıcıdır.
3. Allah'ın ümmete örnek kıldığı Resul (s.a.) her an Allah'ı düşündüğü, O'nunla
olduğu halde bildiğimiz şekilde namaz kılıyordu ve gece gündüz, durmadan
kılıyordu. Tefekkürü namaz yerine ikame etmek "başka bir dinin ibadeti"
olabilir, ama İslâmın namazı olmaz.
4. Fıkıhçılar asırlarca önce kutuplara doğru gidildikçe namaz ve oruç
ibadetlerinin nasıl yapılacağı üzerinde durmuş ve düşünmüşler, İslâmın naslarına
ve ruhuna uygun çözümler de sunmuşlardır, ama bunları bilmek için okumak
gerekir.
5. Kur'an-ı Kerim yalnızca içkinin (sarhoş eden nesnelerin) zararından söz
etmemiş, bunlardan kesin olarak uzak durulmasını, kurtuluşun buna bağlı olduğunu
da buyurmuş ve bildirmiştir (Maide: 5/90).
6. İslâmda kadının kıyafeti değil, tesettürü, bağlayıcı kaideler çerçevesine
sokulmuştur. Kadının başı dahil vücudunun belli yerleri örtülecektir, bu örtünme
emri gelenek meselesi değil, din emridir, dinin getirdiği "geleneği değiştirici"
hükümdür. Örtünmeyen kadının maksadı "erkeklerin dikkatini üzerine çekmek"
olmayabilir, ancak örtünmeyen kadın, kendini tatmin için kadının açık yerlerine
bakan kimsenin bu maksat ve eylemine imkan vermiş olmaktadır.
Hasılı çağdaş İslâm, çağdaş fıkıh, Kur'an'ın tarihselliği, yeni metodoloji, yeni
okuma ve yorum diyerek yola çıkanların büyük hizmet ve yüksek tefekkürlerinin
mahsulü ilahi Kitabın ve nebevi Sünnet'in müslümanın hayatındaki rehberlik
fonksiyonunu ortadan kaldırmak, "faiz yiyen, örtünmeyen, namaz kılmayan,
gündüzler uzun ise oruç tutmayan, Allah'ın değişmez sınırlar dediği hükümleri
çiğneyen, yerlerine çağdaş hükümler koyan" bir müslüman tipini ortaya koymak
olmuştur.
Biz böyle bir İslâmı ve müslüman tipini tanımıyoruz.
Peygamber Çırağı Mevlânâ
Ahmed Yesevi, Yunus, Mevlana ve daha nice İslâm büyüğü, âhir zaman Peygamberi
Muhammed Mustafa'nın (s.a.) çırağıdırlar, onu sevdikleri, ona bağlandıkları ve
yolunu izledikleri için veli, insan-ı kâmil, Hakka ve halka makbul olmuşlardır.
Diğerleri gibi Mevlana da takva derecesinde İslâmı yaşamış; haramlardan uzak
durmuş, namaz kılmış, oruç tutmuş, her an Allah'ı zikretmiş, dünyaya metelik
vermemiş, kendini, insanlara Allah'ı ve Peygamberi sevdirmeye, İslâmı anlatmaya
ve benimsetmeye adamıştır. "Gel, yine gel! Ne olursan ol gel! Putperest,
ateşperest... olsan da gel!" derken insanları içinde bulundukları hal üzere
devam etmeye değil, İslâma ve Hz. Peygamber'in sünnetine göre değişmeye
çağırmıştır. Onun dergahı, hak-batıl demeden dinler ve inançların karışımından
yapılmış bir çorbanın içildiği, İslâm ve şeriat kaydının geçildiği bir dergah
değil, yol olarak İslâmın, örnek olarak Resul-i Ekrem'in seçildiği, eğitimin
buna göre yapıldığı bir mekteptir. Mevlana'yı sevenlerin, onu büyük bilenlerin
öncelikle sevmeleri ve saymaları gereken zatın (örneğin, rehberin, mürşidin) Hz.
Peygamber olması gerektiğini geliniz onun Mesnevi'sinden öğrenelim:
"Peygamber Mekke'yi fethe uğraştı diye nasıl olur da dünya sevgisi ile ittiham
edilir? O öyle bir kişi idi ki, imtihan günü (yani miraçta) yedi gökün
hazinesine karşı hem gözünü yumdu, hem gönlünü kapadı... Gökler ve melekler onun
için bezendi, fakat onda sevgiliye aşktan başka bir meyil ve heves nerde ki! O,
tanrı ululuğu ve celali ile öyle dolmuştu ki, bu dereceye, bu makama Tanrı ehli
bile yol bulamaz. 'Bizim makamımıza ne bir şeriat sahibi peygamber erişebilir,
ne melek, hatta ne de ruh' dedi, artık düşünün, anlayın..."
"Tanrı lutufları Mustafa'ya vaitlerde bulundu, dedi ki: Sen ölsen bile bu din,
bu iman ölmez... Senin kitabını, mucizeni ben yüceltirim. Kur'an'da bir şey
eksiltmeye, ona bir şey katmaya yeltenen kişiye ben mani olurum. Ben seni iki
cihanda da korurum. Sözünü kınayanları terkeder, onları hor ve hakir bir hale
korum... Senin parlaklığını (nurunu) gün geçtikçe artırır, adını altınlara,
gümüşlere bastırırım. Senin için minberler, mihraplar kurdururum. Ben seni öyle
seviyorum ki, senin kahrın benim demektir..."
"Peygamberlerden kalan mühürleri Ahmed'in dini hürmetine kaldırdılar. Açılmamış
kilitler vardı, onlar "inna fetehna" eliyle açıldı. O bu dünyada da şefaatçidir,
o dünyada da; bu dünyada insanları dine götürür, o dünyada cennetlere... Ona
benzer ne gelmiştir, ne de gelecek; bu yüzden son peygamber olmuştur. Sanatında
son derece ileri gitmiş bir üstadı görünce bu sanat sende bitmiştir demez misin?
Ey Peygamber! Mühürleri kaldırmakta, kapalı kapıları açmaktasın, hatemsin, bu iş
seninle ve sende bitmiştir, can bağışlayanlar aleminde bir Hatem'sin sen."
"Şeyh "ben tanrıyım" dedi, ama ileri gitti. Bütün körlerinb boğazını sıktı.
Kulun varlığı, tanrının varlığında yok olunca ne kalır, bir düşün a çıfıt! Gözün
varsa aç da bir bak; "lâ" dedikten sonra artık ne kalır?... Fermanında 'sen
olmasaydın gökleri yaratmazdım' hadisi yazılı olan zat bir zattır ki, herkes
onun nimetlerine, onun rızık taksimine muhtaçtır. O olmasaydı gökyüzü olmazdı,
dönmezdi, nurlanmazdı, meleklere yurt kesilmezdi..."
İnsan, Kültür, Kimlik
Kimliğimizin İki Unsuru ve Çağdaşlık
Müslüman Türk milletinin kimliği iki unsurdan oluşmaktadır: Müslümanlık ve
Türklük. Türklük tabiî ve fıtrî (yaratılıştan gelen), edinilmesi kişinin elinde
ve iradesinde olmayan bir unsurdur. Müslümanlık ise tarihen sonradan edinilmiş,
halen de edinilmesi kişinin irade ve ihtiyarında bulunan bir unsurdur. Ferdin
varlığı topluma, toplumun varlığı ise başka toplumların var olmalarını ve ayakta
durmalarını sağlayan güç ve değerlerin benzerine veya dengine sahip olmaya
bağlıdır. Bu güç ve değerlere sahip toplumlar çağdaş, sahip olmayan toplumlar
ise çağın gerisinde olarak kabul edilmektedirler. Aşağıda bu üç özelliğin
varoluş ve meşrûiyyet açılarından birbiri ile ilişkisi ele alınacaktır.
1. Müslümanlık ve Türklük
İslâmın mensuplarını dâvet ettiği câmia (ümmet) gerçekleştiği takdirde hiçbir
müslüman fert ve gurup bu câmianın dışında kalmayacak, ona dahil olacaktır.
Milliyet ve milliyetçilik bu câmianın dışında kalmaya ittiği ve sebep olduğu
zaman -İslâm yönünden- meşruiyyetini kaybeder. Böyle bir câmia fiilen
gerçekleşmemiş veya bozulmuş olursa müslümanların guruplar (bu arada kavimler,
bu mânâda milletler) halinde birlikler, toplum yapıları oluşturmaları birlik ve
değerlerini korumak için gerekli tedbirleri almaları tabiî ve zaruridir. Bu
zaruretle karşı karşıya bulunan gurup (topluluk, toplum) bugün anlaşılan mânada
bir millet ise milliyetin temel unsuru (kimliğin belirleyici öğesi) İslâm
olacaktır. Toplum, mevcut yapısını tarihi bir zaruret ve ârıza olarak görecek,
imkânların elverdiği ölçüde ümmet yapısına geçmeyi, bu yapıda birleşmeyi amaç
edinecektir. Bu kayıt ve şartlar içinde ve bu mânada bir milliyet ve
milliyetçilik meşrûdur ve günümüzde zaruridir.
Bugün dünyada elliden fazla İslâm ülkesi vardır ve müslümanların kimlikleri üç
unsurdan oluşmaktadır: Dini, kavmiyeti ve ülkesi. Günümüzde bir müslüman "T.C.
vatandaşı, müslüman, Türk", "İran İ.C. vatandaşı, müslüman, Farısî", "A.B.D.
vatandaşı, müslüman, zenci" ... şeklinde tanımlanmaktadır. Müslüman hangi
ülkenin vatandaşı ve hangi kavmin, etnik gurubun mensubu olursa olsun her şeyden
önce müslümandır, sonra bir ülkenin vatandaşıdır, sonra da bir etnik gurubun
mensûbudur. Bu sıra bozulmadığı, her bir unsurun hakkı verildiği, amaç bölünme
değil, bütünleşme olduğu müddetçe müslümanlar arasında kimlik farkı kısmen tabiî
ve kısmen zaruri olarak meşrûdur, zararsızdır, faydalıdır, "tanışmanız,
tanımlanabilmeniz için" buyruğuna uygundur.
2. Türklük ve çağdaşlık
Çağdaşlığa ister "Batı standartları ve değerlerine ulaşma" mânası verilsin,
ister "Batınınkine denk ve alternatif bir kültür ve medeniyeti temsil etme"
mânası verilsin halen (çağımızda) bütün dünyada milletler ve ülkeler kendi öz
kültürüne sahip çıkmakta ve millî menfaatine öncelik tanımaktadır. "Globalleşme,
küreselleşme" kavramlarının pratikte yeri yoktur, yahut -daha doğrusu- dünya
hâkimiyetine oynayan milletlerin ve birliklerin amaç, strateji ve taktiklerini
ifade etmektedir. Buna göre Türklük ve Türkleşme ile çağdaşlaşma arasında bir
çelişki mevcut değildir. Meşruiyyet ve öz kültürü koruma açısından Türkleşme ile
çağdaşlaşmanın birbirine bakışı farklı, problemli ve tartışmalıdır.
3. Müslümanlık ve çağdaşlık
Varoluş açısından İslâmsız bir dünya hayatı ve çağın gerisinde kalan bir İslâmî
hayat mümkündür; ancak yalnızca aklına güvenen, ilâhî irşada kulaklarını tıkayan
bir insanlığın et, kemik, toprak seviyesinden yücelere çıkması, kâinâtın
gözbebeği ve insân-ı kâmil olması mümkün değildir. Her an hareket ve gelişme
içinde olmayan, kendini -özünü bozmadan- yenilemiyen, maddi ve manevî güç
bakımından çağın gerisinde kalan müslümanların da varlıklarını devam ettirmeleri
imkânsız gibidir.
Meşruiyet bakımından modernistlerle post-modernistlerin dine bakışları
farklıdır. Aydınlanma devrini takip eden modernist düşünceye göre insanlığın
ilerlemesi, özgürleşmesi ve insanlığını gerçekleştirmesi dinin baskı ve
hakimiyetinden kurtulmasına bağlıdır. İnsana yol göstermek için (mürşid olarak)
akıl ve beşerî bilgi yeterlidir. Din sosyal bir olgudur. Fertlerin vicdanlarında
kalmalı; siyasî, sosyal, ekonomik, hukukî, hatta ahlâkî hayatı düzenlemesine, bu
sahalara girmesine izin verilmemelidir. Eğer bir din -meselâ İslâm- bu sâhalara
girme ve düzenleme istidadı ve meyli taşıyorsa, ya tamamen toplum hayatından
uzaklaştırılmalı yahut da reforme ve modernize edilerek kendi kabı ve yeri
olması gereken vicdanlara çekilmelidir. Bu sebeple -modernistlere göre- sosyal
hayatı düzenlemeye kalkışan din ve bu kalkışmalar -ki bazıları bunu
fundamentalizm, köktencilik kelimeleriyle ifade etmektedirler- meşrû değildir,
buna izin verilmez. Post-modernistlere göre mutlak gerçeklik de, mutlak değerler
de yoktur; görecelik vardır. Bu düşüncenin sosyo-kültürel ve politik uzantısı
katılımcı demokrasi, sivil toplum ve çoğulculuktur. Dinin verileri de, aklın
verileri de mutlak doğru ve mutlak iyi olmadığına göre her fert ve her gurup
kendi doğrularını, iyilerini yaşayabilmeli, biri, diğeri üzerinde baskı ve
hakimiyet kurmaya kalkışmamalı, özgürlükler kısıtlanmamalıdır. İslâm da bir din
ve düşünce sistemi olduğuna göre bunu benimseyenlerin bütünüyle yaşamaları tabiî
haklarıdır.
İslâma göre müslümanların, batılılaşma mânasında çağdaşlaşmaları caiz ve meşrû
değildir; çünkü çağdaş Batı'nın kültür ve medeniyetine temel (alt-yapı) teşkil
eden varlık ve bilgi anlayışı ile değerler sistemi İslâmınkine ters düşmektedir.
Bunun tabiî bir sonucu olarak Batı'nın dünya görüşü, insan ve kâinat anlayışı,
sistem ve düzenleri -genel manada- İslâma aykırıdır. İslâmın meşrû gördüğü,
mensuplarını teşvik ettiği çağdaşlaşma, "insanlığa alternatif kültür ve
medeniyet, dünya görüşü ve düzeni sunmaktır. Yalnız akla değil, aynı zamanda
vahye dayalı olan bu kültür ve medeniyeti koruyabilmek ve insanlığa sunabilmek
için gerekli bulunan bilim, güç ve teknolojiye sahip olacaktır." Bu mânada
çağdaşlaşamıyan müslümanlar geride kalırlar ve kalmışlardır.
Müslümanların bu mânada çağdaşlaşabilmelerinin önemli şartlarını şöylece
sıralamak mümkündür:
a) Kendi kültür ve medeniyetlerini tanımak ve kendilerine güvenmek.
b) Bunun için gerçek mânada "millî" bir eğitim seferberliği ilân etmek.
c) İslâmı doğru anlamak ve alternatif teorileri, sistemleri, projeleri ortaya
koyabilmek için ictihad kapısını açık tutmak, samimi müslüman ve gerçek âlim
olan "müctehidler" yetiştirmek.
d) Asırlardan beri insanlığın ortak gayretleri sonucu ortaya çıkmış, elde
edilmiş bulunan dünya bilgisini ve teknolojiyi alırken süzgeç kullanmak; bu
bilgi ve teknolojiyi kültürel bağlarından temizlemek ve sonuçlarını islâmî
amaçlar açısından kontrol altına almak.
e) İslâm dünyasının dağınıklığına mutlaka bir çare bularak olabildiğince geniş
ve sıkı işbirlikleri sağlamak, müslümanların beyinlerine ve servetlerine sahip
çıkmak, sömürülmeye son vermek, yüce amaçlar uğruna kullanılacak güçlü bir
ekonomiye ve teknolojiye sahip olmak.
f) Siyasi iradeyi bu amaçlara yönlendirebilmek için halkı eğiterek şuurlandırmak,
yönetilen-yöneten, aydın-halk ikiliğini, farklılığını, çatışmasını ortadan
kaldırmak, baskı-tepki ilişkisine son vermek.
Eğer bunlar gerçekleşirse, önce dünyanın bir parçasında, sonra belki bütün
dünyada şirk yerine tevhid, kölelik yerineb hürriyet, zulüm ve sömürü yerine
adâlet ve âdil paylaşma, insanları hayvanlaştıran, birbirinin kurdu yapan ahlak
anlayışı yerine onları kardeş kılan, yücelten, örtülü kalmış kabiliyet ve
kapasitelerini harekete geçirerek bilgi ve mutluluklarını artıran ahlak anlayışı
hâkim olacak, insanlar yaratılış amacına doğru ilerleme imkânına
kavuşacaklardır. İslâmın nihâî gayesi budur.
Çağdaşlaşma
Batıdan bazı şeyler alarak çağdaşlaşma yaklaşımı İslâm toplumu için
düşünülüyorsa öncelikle çözümlenmesi gereken problem, "İslâm kültür ve
medeniyetinin bir başka kültür ve medeniyetten neyi alıp sindirebileceği ve neyi
alamıyacağı" meselesidir.
Kültür ve medeniyet ilk bakışta insan eseridir. İnsanların eserleri fert ve
toplum olarak maddî ve manevî ihtiyaçlarından doğar. Hem ihtiyaçların
oluşumunda, hem de uygun bir şekilde karşılanmasında, bütün insanlar arasında
ortak bulunan biyolojik, psikolojik, sosyal, ekonomik faktörler rol oynadığı
gibi toplumdan topluma değişen inançlar, düşünceler, örf ve âdetler, değerler de
rol oynamaktadır. Kültür ve medeniyetlerin temel faktörleri bütün insanlar
arasında ortak bulunanlar çeşidinden olsaydı farklı kültürlerden bahsetmek
mümkün olmazdı. Mâdem ki farklı kültürler vardır, öyleyse kültürlerin temel
faktörleri de ortak değildir; toplumlara özgüdür, özgündür.
Bu mânada "inanç, düşünce, bilgi ve değerler" düzlemini ele aldığımız zaman Batı
toplumları ile İslâm toplumları arasında büyük farkların, hatta uçurumların
bulunduğu görülecektir. İslâm toplumları Allah'a, insanı ve kâinâtı Allah'ın
yarattığına, insanın dünya hayatına geçici olarak ve denemek için
gönderildiğine, kesin bilgi kaynağının ilâhî vahiy olduğuna, aklın idrâk
kapasitesinin sınırlı bulunduğuna, akıl ve diğer beşeri bilgi kaynaklarının
kendi sınırlı alanlarında geçerli olduğuna, en iyi hayat düzeninin (siyâsî,
iktisâdî, hukukî, sosyal, ahlâkî...) Allah'ın peygamberler göndererek, kitaplar
indirerek öğrettiği düzen olduğuna, bu ilâhî öğretinin ışığında aklı ve ilmî
olanların yapacakları tefsir ve yorum (tevil) ile yeni meselelerin
çözülebileceğine ve yeni ihtiyaçların karşılanabileceğine inanırlar. İslâm
kültür ve medeniyeti bu inanç, düşünce, bilgi ve değerler sistemi üzerine
kurulmuştur ve bu kültür, temellerine aykırı olan bir unsuru bünyesine alıp
sindiremez, reddeder.
Batı kültürü Allah'ın varlık ve birliği konusunda en azından şüphe içindedir,
vahiy yerine aklı ve beşerî bilgi kaynaklarını koymuştur, sekülerdir, laiktir,
insanın Allah tarafından insan olarak yaratıldığı ve kâinâtın göz bebeği,
yeryüzünde Allah'ın halifesi olduğu inancında değildir, değerler sistemi
oynaktır, izâfîdir, insanın aşkın boyutundan habersizdir, bütün bunların bir
uzantısı olarak amaçları dünya hayatı ile sınırlıdır. Bu kültürün toplum için
öngördüğü hiçbir düzen, İslâm toplumunun bünyesine uymaz, sinmez, sindirilemez.
Bilim ve teknolojiye gelince bunları da toplumun kültür bütününden soyutlamak,
karşılıklı etkileşimin dışında tutmak doğru değildir. Bilim ve teknolojiyi de
yabancı, seküler ve gayr-i ahlâkî unsurlardan temizleyerek islâmlaştırmak ve
gerekiyorsa, zaruret varsa bundan sonra almak gerekir.
Öz kültürü canlandırma yaklaşımı son yıllarda İslâm aydınlarının gündemini işgal
etmektedir. Buna göre İslâm kültür ve medeniyeti bir bütündür, savunma
mecburiyeti ve hayati zaruretler bulunmadıkça yabancı kültürlerden, bilim ve
teknolojiden bir şey olduğu gibi alınmaz. İslâm kültürünün kendi dinamikleri iyi
işletildiği takdirde o kendini yeniler, her çağın ihtiyacına cevap verir
(çağdaştır), asırlar boyunca bu kabiliyetini isbat etmiştir. Duraklama ve
gerileme çağlarında olandan İslâm sorumlu değildir, saltanat ve bilimsel
donukluk (ictihad yerine taklid) sorumludur. İslâm ümmeti içindeki tefrika ve
fitne sorumludur. Bunlara Moğol istilâsı gibi bazı dış âmiller de eklenince
İslâm medeniyet ve kültürü bir duraklama dönemine girmiştir. Duraklamanın
sebeplerine doğru teşhis konur, çözüm için ana kaynaklara dönülür, iyi bir
eğitim programı yapılır, tefekkür ve ictihad devreye sokulursa İslâm toplumları
aradıklarını kendi kültür ve medeniyetlerinde yeniden keşfeder ve bulurlar. Bu
kültürde insanı ve evreni -Allah'ın âyetleri olarak- inceleyip keşfetmek,
kâinâtta hâkim bulunan ilâhî kanunları bulup ortaya koymak, insanların dünyaya
geliş amaçlarını gerçekleştirme fırsatı elde edebilmeleri için onlara hayatı
kolaylaştırmak; yani tefekkür, ilim, teknik ve teknoloji azami ölçüde teşvik
edilmiş, bunların ihtiyacı giderecek ve ümmetin varlığını koruyacak ölçüde
gerçekleştirilmesi farz kılınmış, bir mânada ibâdet telakki edilmiştir. Ümmet bu
anlayış, inanç ve ibâdet sevkiyle işe koyulduğunda öz kültürünü yabancı ve
çürütücü yamalardan kurtarıp ihya etme ve insanlığa "alternatif bir kültür"
olarak sunma imkânına sahiptir.
Bizim, her alanda kalkınmamız, güçlenmemiz, kazanabilmemiz için batılı olmaya
değil, biz olmaya ihtiyacımız vardır. "Biz olmak", kimliğimizi bulmak, kimlik
bunalımını aşmaktır. Kimliğimiz bellidir; biz müslümanız, İslâm ümmetiyiz.
Tarihi zaruretlerle ayrı millî devletler oluşturmuş bulunsak da yeniden ümmet
câmiasını -şu veya bu şekilde- kurabiliriz. Yapılacak şey, yanlış yoldan dönmek,
yeniden müslüman olmak, müslümanca davranmak ve yaşamaktır. Bunun için gerekli
eğitim programını ve seferberliğini yapmaktır.
Evet yol budur; çünkü müslüman olmak kâinatta her şeyi doğru tanımak, yerine
koymaktır, Allah'ı tanımak ve O'na iyi bir kul olabilmek için kendini ve kâinatı
her an yeniden düşünmek, okumak ve keşfetmektir (düşüncedir, ilmî araştırmadır,
bilim üretmektir), insanın rûhu ile bedeni, aşkın boyutu ile toprak boyutu
arasında ideal dengeyi kurmaktır, toplumda sosyal adâleti ve refahı
gerçekleştirmektir, dünyada hak ve âdaletin (insan hak ve hürriyetlerinin) hâkim
olmasını sağlamaktır (bunun için çalışmaktır, cihaddır), maddî ve manevî
değerleri korumak, rûhu ve tabiatı temiz tutmaktır... Bütün bunları yapmayan,
yapmak istemeyen, gerçekleştirmenin tedbirlerini almayan, bilmeyen, öğrenmeyen
... müslüman değildir (adı müslüman olmak yetmez). Müslümanların elinde
yetiştirilecek insan, işlenecek yeraltı ve yerüstü servetleri, yollarına ışık
tutacak Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnet, kendilerine örnek olacak Kâmil İnsan Son
Peygamber vardır. Müslümanlarda eksik olan şuurdur, kendini ve değerini
bilmemektir, kendisi için ve kendinden olan yöneticidir, aydındır. Eğer zinde
güçler fırsat verirse dünyanın şurasında veya burasında örnek bir İslâm toplumu
oluşacak, kültürünü ve medeniyetini tecdid ederek yaşayacak ve dünyaya örnek
olacaktır (alternatif medeniyet).
Batıyla ve Batısız
Fert ve toplumun kimlik ve kişiliğinin yapılanmasında inançsızlık ve inanç (din)
birinci derecede önemli ve etkilidir. Aslında inançsızlık diye bir ruh hali ve
zihin tavrı yoktur. İnkâr da bir inançdır; burada inançsızlıktan maksat İslâm'a
inanmamaktır. İnsan eli değmemiş, Allah'tan geldiği gibi korunmuş vahiy (Kur'an
ve sahih sünnet) müslümanların kimliğinin, kişiliğinin, kültür ve medeniyetinin
temelidir, yapı taşıdır. Bu vahiy ile çelişen, çatışan, ona ters düşen kitaplar,
inançlar ve inançsızlıklar da sahiplerinin kimlik, kişilik, kültür ve
medeniyetlerini etkilemiştir. Bu temel düşünce ve olgudan yola çıkıldığında
Yunan, Roma, Hıristiyanlık, Yahudilik, yerli/kavmî, Aydınlanma sonrası Batı aklı
kaynaklarından beslenmiş Batı fert ve toplum yapısının, beşer üstü, ilâhi bir
irşad ışığında yolunu bulmuş, medeniyetini kurmuş İslâm insanına ters
düşeceğini, uygun gelmeyeceğini söylemek zor ve tutarsız olmasa gerekdir. Bu
tesbit doğru ise önümüze çıkan ikinci bir gerekirlik "Doğu-Batı (İslâm/gayr-ı
İslâm) ilişkisine bütünleşme, aynı değerleri paylaşma paradigmasından
yaklaşmamaktır. Çünkü bu iki değerler manzumesinin birbiri içine girmesi, bir
bütün teşkil etmesi mümkün değildir; böyle bir bütünleşme ancak taraflardan
birinin kendinden çıkıp diğeri olması, bu mânâda dönüşmesi ve başkalaşması ile
olabilir; bunu ise -en azından beyanlara göre- iki taraf da istememektedir.
Tarafların -beyan etmeseler de- istediği karşı tarafın değişip kendisinden
olmasıdır. Müslümanlar buna hidayet ve ihtida derler; İslâm bunu teşvik eder,
mensupları buna davet ve bunun için dua ederler. Karşı taraf da eskiden
misyonerlik yoluyla hıristiyanlaştırma, şimdilerde ise daha kapsamlı telkin,
medyatik taarruz ve beyin yıkama yollarıyla çağdaşlaştırma amacıyla müslümanları
değişmeye çağırırlar.
İslâm dünyası çağdaş Batının kurucu nesillerinin maddi ve manevi taarruzlarına
uğrayınca bir bocalama dönemine girdi, kendisinde bir şeylerin yetersiz
kaldığına hükmederek değişme üzerinde düşündü ve denemeler yaptı; teşhisler ve
ıslahat isabetli olmadığı için ne kendisi olarak kalabildi, ne de Batılı olarak
kalkınabildi.
Bugün İslâm ülkelerinde ve özellikle müslüman topluluklar olarak Batı
ülkelerinde yaşanan tecrübe, Batı ile yanlış alış-verişe girmenin ve
bütünleşmenin, hem maddi, hem de manevi bakımlardan müslümanların ve
İslâmlaşmanın aleyhine sonuçlar verdiğini göstermiştir. İslâm ülkelerinde Batı
eğitim ilkelerine göre yetiştirilen (daha doğrusu yetiştirilemiyen) genç neslin
büyük ölçüde öz kültürden ve imandan uzaklaştıkları görülüyor. Yurtdışında uzun
süre bulunan ailelerin üçüncü nesillerinin ise bırakın başka değerlerimizi
korumayı, anadillerini bile kullanamaz hale geldikleri müşahade ediliyor.
Küreselleşen hayatta, bir şehir haline geldiği söylenen dünyada müslümanların
Batı'yı yok saymaları elbette sağlıklı bir tavıralış değildir. Bir vakı'a, bir
insan varlığı, bir davet ümmeti (İslâm'a çağırılacak insanlık parçası) bir
beşeri (insan aklına ve tecrübesine bırakılmış) bilim, ürün, teknik ve teknoloji
birikimi, ekonomik ve askeri güç olarak Batı ve ötekiler vardır. Bu varlık
alanlarında müslümanlar dünyayı -gerekli çekinceler, menfaat dengesi, ihtiyatlar
korunarak- Batı ile yaşayacaklardır. İman, kültür ve medeniyet sahasına gelince,
burada yollarına Batısız devam edecek; içiçe değil, yanyana varolmaya
çalışacaklardır. İman, kültür ve medeniyetin bütün kurum, kavram ve kuralları
temel olarak vahye ve İslâm aklına dayanacak, bu alanda Batı ile ancak aslı
vahye veya fıtrata dayandığı için ortak olan ilke ve amaçlarda işbirliği
yapılacaktır.
Veliler de Nefret Eder
Müminlere göre bütün insanlar iki gurup teşkil eder: Son Peygamber'e (s.a.) iman
edenler ve etmeyenler. İman edenlere "davete gelmiş, icabet etmiş" ümmet,
inanmayanlara da "davet edilecek" ümmet denir. Kur'an-ı Kerim insanların
"hikmet, güzel ve ikna edici söz" ile Allah yoluna çağrılmasını ve onlarla en
güzel bir şekilde (usûlde, üslubda) tartışma yapılmasını istemektedir. Gazzali
gibi hakîmler de bu ayetten hareketle davet edilecek insanları dört guruba
ayırmışlardır. Bunlardan ilk üç gurubu istidatlarına göre ya hikmetle, ya güzel
söz ile yahut da tartışma (cedel, mücadele) ile Allah yoluna çağrılırlar.
Dördüncü gurup ise demirliktirler (ashâbu'l-hadîd), bunlar ancak demir; yani
müeyyide ile yola gelirler, itaat altına alınır veya cezalandırılırlar. Yine bir
ayete göre müminler kendi aralarında, birbirlerine karşı merhametli, şefkatli,
kâfirlere karşı ise sert ve acımasız olacaklardır (Fetih: 48/29).
Kâfirler dine ve mukaddesata saldırmadıkça, müslümanlara zarar vermedikçe
onlarla iyi ve insani münasebet kurmakta sakınca yoktur (Mümtehine: 60/8), ancak
saldırana, zarar verene acınmaz, en uygun bir şekilde mukabele edilir.
Müslümanların da günah ve ayıpları hoşgörülmez, engellenir ve ıslah edilirler;
merhamet, şefkat ve sevgi "günah ve ayıbın hoşgörülmesine kadar" genişletilemez.
Bir insanın geçmişi ne olursa olsun iman ettiğinde, mümin ise günahından tevbe
edip affedildiğinde diğer müminlere eşit hale gelir; tevbe ve iman kapısı ölüme
kadar açıktır.
Bir mümin için "Allah ve Resulü'nün sevmediklerini sevmek, hoş görmediklerini
hoşgörmek" düşünülemez. Neyi nasıl hoş göreceğimiz, neyi de nasıl ve niçin hoş
görmeyeceğimiz ilahi talimatta yazılıdır, Resulullah'ın örnekliğinde
yaşanmıştır. Allah sevgisinin rehberi Habibullah (s.a.)tır (Âli-İmran: 3/31); bu
sevgiyi O'nun rehberliğinde yaşayanlar da Allah'ın veli kullarıdır. Yukarıda
ifade edilen sevgi ve nefret, merhamet ve şiddet kaideleri Allah'ın velileri
için de geçerlidir; işte örnekler:
Yunus'tan:
Müslümanam diyen kişi şartı nedür bilse gerek
Tanrınun buyruğun tutup beş vakt namaz kılsa gerek
Her kim bu sözden almadı beş vakt namazı kılmadı
Bilün müslüman olmadı ol tamuya girse gerek
........
Miskin âdem oğlanı nefse zebun olmışdur
Hayvan canavar gibi otlamağa kalmışdur
Oğlanlar öğüt almaz yiğitler tevbe kılmaz
Kocalar taat kılmaz sarp rüzgâr o
lmışdur
.......
Yüzbin peygamber gele hiç şefaat olmaya
Vay eğer olmaz ise Allah'un inayeti
Nefsin müslüman eden Hak yolın toğru varur
Yarın ona olısar Muhammed şefaati
Ahmed Yesevi'den:
Zalim olup zulmeden yetim gönlünü ağrıtan
Kara yüzlü mahşerde, kolunu arkada gördüm
Cemaate gitmeyip namazı terkeyleyen
Şeytan ile bir yerde derk-i esfelde gördüm
........
Çok kişiler iddia eder nefsini gözetip
Yeyip içip hayvan gibi geceleri yatıp
Oruç tutmaz, zekat vermez hem utanıp
Hak Teala'nın değerini ne zaman bilir?
Mevlana'dan
Peygamberlerin izini izliyorsan yola düş, halkın bütün kınamalarını hava say.
Yol aşan, menzil alan yol erleri ne vakit köpeklerin havlamasına kulak astılar?
Sapıklar Kur'an'da sözden, laftan başka bir şey görmezler; şaşılmaz ki, körün
gözüne, nurlarla dolu güneşin ışıkları gelmez de yalnız hararet gelir.
Müminlerin halâsı için mel'un kâfirlerden el çekmek farz oldu. Hudeybiye ahdi
nasıl oldu oku da "Tanrı kâfirlerin ellerini çekti, size dokunamadılar" ne
demektir, tamamiyle anla... Nefislerine tabi olup Allah'ı unutanlar eşeklere
katılmışlardır...
İnsanın Kötüsü
"Andolsun ki, biz insanı ruh ve bedence mükemmel yarattık, sonra da aşağıların
en aşağısına indirdik; iman edenler ve salih amel işleyenler (iyi ve iyilik
yapanlar) müstesna..."
Bu mealin metni olan ayetler Al
lah buyruğudur. Yine Allah buyruğuna göre O, insanı yaratıp yeryüzüne halife
kılmak istediğini meleklerine bildirince onlar "Biz seni hamd ile tesbih
ederken, takdis edip dururken yeryüzünde fesat çıkaracak ve kan dökecek olan
insanı oraya halife mi kılacaksın?" diyerek hayretlerini bildirmiş, bu iradenin
hikmetini anlamak istemişlerdi. Yüce Yaratıcı da "Şüphe yok ki, ben sizin
bilmediklerinizi bilirim" dedi ve insanların kötüleri (fesatçı ve kan
dökücüleri) olduğu gibi iyilerinin de olacağına ve "bahçevanın, bir gül için bin
hâre su verebileceğine" işaret buyurdu. Kainat insanlar için, insanlar da kâmil
insan için yaratılmışlardır. Her insan kâmil insan ve eşref-i mahlûkat
(yaratılmışların en şereflisi) değildir, fakat her insanda böyle olmak istidadı
vardır. İnsan bu istidadı taşıdığı ve kâmil insan olmaya namzet olduğu için
değerlidir; ancak bu kuvve halindeki değerini zayi eder, fiil halinde nefsin ve
şeytanın peşine düşerse, imansızlık ve isyan yolunu seçerse kendini de zayi
etmiş ve aşağıların aşağısına yuvarlanır. Bu bilgilerde ve hükümde İslâm
filozofları, mutasavvıfları, kelâmcıları ve fıkıhçıları arasında görüş birliği
vardır. Eğer bir kimseden farklı bir ses çıkar, söz nakledilirse o kişi -islâmî
değerlere göre- ya sapıktır, yahut da sarhoştur; bu sarhoşluk ister içkiden
olsun, ister ilâhî aşktan olsun -zahiri itibariyle- muteber olmaması bakımından
sonuç değişmez.
Durum böyle iken "Yaratandan dolayı nasıl olursa olsun yaratılanı hoş görmek";
imanı, ahlâkı, ameli, eseri ne olursa olsun bütün insanları bir bilmek, bir
görmek, eşit saygı, sevgi ve değere layık telakki etmek İslâma göre batıldır,
yanlıştır, Yüce Yaratıcının buyruğuna ve hükmüne aykırıdır. Sayısız ayet ve
hadisi, söyleyenin haline ve maksadına göre birçok mânâsı olabilen sözlere göre
yorumlamak, eğip bükmek, yanlış hükümler çıkarmak yerine -yapılması gereken- kim
olursa olsun kulun söylediğini, Allah'ın buyurduğunun ışığı altında
değerlendirmek, bu sözleri o buyruğun çerçevesine sokarak anlamaktır.
Her insan -fiil halinde- iyi değildir, sevgi ve saygıya layık değildir. İnsanın
iyisi ve kötüsü vardır, kötüler irşad ve ıslâha muhtaçtır. Bunun böyle olduğuna
İllâ ki Ahmed Yesevî'den, Yunus'tan, Mevlâna'dan tasdik isteniyorsa onları da
zikretmek mümkündür.
Gümrüksüz Kültür İthali
İslâmdan önce Arabistan ve çevresinde dış ticaretten vergi alındığı
bilinmektedir. Hz. Peygamber (s.a.) gümrük vb. vergilerle devlet gelirini
arttırmaya, siteler ve ülkeler arası ticaretin gelişmesini ve genişlemesini,
ülkenin istifadesinin bu yoldan olmasını tercih ettiği için sözü geçen vergiyi
kaldırdı ve topluluklar arası andlaşmalara da bu verginin kaldırılması şartını
koydu. Hz. Ömer'in halife olduğu dönemde yabancı ülkeler, İslâm ülkesi
vatandaşlarından bu vergiyi almaya devam ettikleri için Halife de, mütekabiliyet
ilkesinden hareketle "onların aldıkları kadar vergi alınmasını" emretti. İslâm
toplumunun bu şekilde tanıştığı gümrük vergisi (uşûr), değişe gelişe günümüze
kadar sürüp gelmiştir. İlk ve örnek uygulamadan çıkarılacak sonuç, gümrük
vergisini alıp almama, gümrük duvarlarını kaldırıp kaldırmama hususunun bir
maslahat (kamu yararı, ülke çıkarı) konusu olduğudur; yöneticiler ülke çıkarını
ön planda tutarak bu konuda bir karara varacak ve bunu uygulamaya koyacaklardır.
Eğer Türkiye'nin, AB ile imzaladığı gümrük anlaşması yalnızca belli bir vergiyi
alıp almamakla ilgili bulunsaydı mesele basitti. Anlaşmanın kapsamı etkileri ve
amacı konusunda yapılan resmi açıklamalar bunun böyle olmadığını gösteriyor.
Açıklamalara göre gümrük anlaşması, Avrupa Birliği'ne (AB) katılma yolunda
atılmış önemli bir adımdır yahut da daha önce imzalanmış bulunan ve Avrupa ile
bütünleşmeyi hedefleyen anlaşmaların öngördüğü aşamalardan birinin gecikerek ve
zorlanarak da olsa gerçekleşmesidir. Bununla yetinilmeyecek, Birliğe katılmak
için kapının önünde beklenecek ve ısrarla zile basılacaktır. Ev sahibi arasıra
başını uzatıp "seni istemiyorum, dönüp evine git, benim evimde senin yerin yok;
çünkü senin dinin, kültürün, nüfusun, ekonomik, hukukî ve siyasî şartların
benimkine uygun düşmüyor, kolay kolay uygun düşeceğe de benzemiyor..." dese de
talip bunları duymazlıktan gelecek veya "bütün şartlarını kabul ediyorum, her
şeyimi senin isteğine uygun hale getireceğim, ne olur beni reddetme" diyerek
yalvarmaya devam edecektir.
Avrupa'da Kömür-Çelik Birliği ile başlayan, sırayla AET, AT ve AB'ne dönüşerek
devam eden bu sürecin ulaşması planlanan hedef, Avrupa Birleşik Devletleri (ABD)dir.
Bu devlet zemininde birleşecek milletlerin başta din ve kültür olmak üzere pek
çok müşterekleri vardır, buna rağmen yine başta kültür olmak üzere birçok sebep
ve saikle bazı Avrupa toplumları bu birliğe katılmayı reddetmekte, bazıları da
tereddüt göstermektediler. Halbuki birliğe girdikleri takdirde onların
kaybedecek çok şeyleri yoktur; çünkü İngiliz, Fransız, Alman... kültürü ve
değerleri kadar Avrupa kültürü ve ortak değerleri de bir gerçektir. Ya biz? Biz
bu birliğe dahil olur, tepeden tırnağa bütün toplum kurumlarını, hayat tarzını,
eğitim ve öğretim sistemini, diğer toplumlara karşı tavır ve tutumumuzu onlarla
birleştirir, bir ve beraber kılarsak ne oluruz. Geride bize ait ne kalır,
uğrunda kan döküp can verdiğimiz hangi maddi ve manevi değerlerimizi koruma
imkanı bulabiliriz? Bu soruları ciddi olarak soran ve yetmiş milyonun ortak
kalbini tatmin edecek bir cevap arayan hangi aydın, hangi yönetici, hangi
sorumlu kişi bu birliğe can atar, kovulduğu kapının önünde ısrarla bekler? "Biz
Avrupa Birliği'ne benliğimiz ve kimliğimizle gireceğiz, hiçbir değerimizi feda
etmiyeceğiz" diye masal söyleyenler sarhoş veya uykuda değil iseler veya
bilgisizliklerini yahut da samimiyetsizliklerini ortaya koymuş olmuyorlar mı?
Bu yazıyı okuyanların bu sorular üzerinde düşünmelerini ve kalkınmak, güçlenmek,
ilerlemek, maddi ve manevi değerlerimize göz koyanların gözünü yıldıracak bir
konuma gelebilmek için bir ve tek yolun değil, yolların bulunduğunu bilmelerini
ve bu yolları bilenlerin, bu yollara çağıranların etrafında toplanarak
değerlerini koruma cihadı vermelerini diliyoruz.
Bilgisizlik,
İletişimsizlik Çağı
Üçüncü bin yıla (niçin üçüncü bin de daha fazla veya daha eksik değil?) girerken
bilgi ve iletişim kelimelerine/kavramlarına fazlaca vurgulama yapılmakta, hatta
çağa "bilgi-iletişim" ismi verilmektedir. Çağa damgasını vuracağı iddia edilen
bu bilgi, dini ve metafiziği dışlayan, değeri ve gerçekliği beşeri bilgi
araçlarının ulaşabildiği sınırda tutan, bunun ötesini -en azından şimdilik- yok
sayan bilgidir. Bu bilgi, kaynağının kaynağını irdelemeyen, başı ve sonu devre
dışı bırakan, içe değil, dışa yönelen bir bilgidir. Buna rağmen "hayatta en
hakiki mürşit" vasfına layık görülmekte, dinlerin ve aşkın rehberliklerin yerine
teklif edilmektedir; bu noktadan itibaren bilim, bilimciliğe dönüşmekte, onunda
ümmeti ve kulları boy göstermektedir.
İslâma göre bilgisizliğin (cahilliğin) en kötüsü Allah ve hak din ile ilgili
olan bilgisizliktir. İletişimsizliğin en berbadı da kulun, Allah'a yönelik
iletişimsizliğidir. Hakiki Ma'bûd'u tanımamış, ona iman ve kulluk edememiş, hak
dini bilmemiş olan topluluklar "bilgisizlik (cahiliyye) toplulukları"dır. Bu
bilgisizlik ve ilgisizliğin zararı ebedidir, sonucu bedbahtlıktır. Madde alemi
ile ilgili bilgisizlik de zararlıdır, matlup değildir, ancak bunun zararı
geçicidir, en fazla dünya hayatı ile sınırlıdır.
En değerli bilginin taşıyıcısı ve en önemli iletişimin rehberi olan Allah Resulü
(s.a.) bilginin önemine ve gerekliliğine dikkat çektiği gibi şöyle de
buyurmuştur: "Allah'ın adıyla başlamayan her önemli iş güdüktür, amaca
ulaştırmaz". Buradan hareketle İslâm ilminin kül, çağdaş bilginin cüz (hem de
çok küçük bir parça) olduğunu ifade etmek mümkündür. İslâm ilmî kainatı kuşatır,
onu öğrenmeye ve keşfetmeye aşıktır, ancak İslâm alimi burada kalmaz, ötelere
geçerek varlığın ve bilginin kaynağını keşfetmek, O'nunla iletişim kurmak ister,
asıl maşuku da budur. Kendini ve çevresini bildikçe, tanıdıkça Rabbini
tanıyacağı, O'na keyfiyetsiz olarak vasıl olacağı düşüncesi ve inancı içinde
büyük bir vecd ile ilme, bilmeye, bilgiye yönelir. Allah'ın varlığının ve
sıfatlarının, gönderdiği dinin hak ve gerçek olduğunun "gözlem ve deney yoluyla
elde edilen" delilleri, Kur'an-ı Kerim'in ifadesiyle "âyetler"dir. Bu ayetler
insanın kendi varlığında başlar, madde aleminin sonuna kadar devam eder (Fussilet:
41/53). İslâm insanının/aliminin önünde iki bilgi kaynağı vardır: birisi
yetebildiği yere kadar bilgi üreten gözlem, deney ve tefekkür, diğeri bunların
yetmediği yerde başvuracağı vahiy ve ilham (Allah'tan gelen doğrudan bilgi).
İslâm insanı, Allah'ın "Oku" emrine uyarak hem Kur'an'da ayetler okur, hem de
keşfine çıktığı kainatta.
Çağımızda beşer üstü, akıl-gözlem-deney dışı (üstü) bilgi ve bu bilgiye dayalı
aşkın iletişim "çağdışı"dır. Bu çağda yaşayan insan çağdaş olmak istiyorsa -islâmî
mânâda- cahil kalacak, "âlim ve ârif" olmak istiyorsa çağdışı olacaktır. Ya
çağdaşlık adına, maddi ve manevi sayısız aleme nisbetle bir zerre olan "dünya"
çapında iletişimle yetinecek yahut da çağdaşlığı reddederek bilgi ve iletişimini
onsekiz bin aleme ve "Alemlerin Rabbine" kadar genişletecektir.
Çağdaş bilgi ve iletişim konusundaki "yükselen değer" vasfının sahteliğini,
mahiyetini ve tehlikesini keşfetmek isteyenler şu iki İslâm alimine kulak
verebilirler:
"Galile'den Descartes'a, 18. yüzyıl Fransız filozoflarından 19. yüzyılın büyük
buluşlarına kadar bilim, gittikçe artan bir şekilde mümkün olan tek bilgi olarak
ve doğanın karşısında tüm yapabilme gücüyle insana varlığının anlamını veren bir
şey olarak değerlendirildi. Bilimsel bilgilerin sürekli büyümesi üzerine kurulu
olan, insanlığın sınırsız gelişimine inanç, kabul görmüş bir çeşit dogmaya
dönüştü. Bilimin bilimciliğe doğru bu genelleşmesi birkaç gizli postulata
dayanıyordu... Bu bilimci anlayışın ana çizgilerini Auguste Comte belirlemişti
ve felsefeyi dışarıda bırakıyordu. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde bilimin
gelişmesi bu ölü ve küçültücü anlayışı ortaya çıkardı" (R. Garaudy, 20. Yüzyıl
Biyografisi, s. 51).
Halkın beynini yıkama aracı olarak kullanılan televizyon, kendi oyunlarının aynı
ilkesine göre çatısını kurarak ve 'Bilgisayar insanın yerini alabilir mi? saçma
sorusunu sormak nöbeti devralır. Tabii ki 'alabilir' diyerek her seferinde
insanların sorularını cevaplar. Fakat yalnızca insan, insani sorular sorar;
nedenin, amacın, anlamın sorularını... Bunun içindir ki Vietnam savaşından İran
İslâm Devrimine ve İran-Irak savaşına kadar, strateji uzmanları, bilgisayar
üzerine tahminlerinde kesin olarak yanıldılar: İnanç, elektronik devrelerine
giremez..." (s. 62-63).
Bu insan da sınanma yüzünden bölüklere ayrılmıştır... hepsi insan şeklindedir
ama üç kısımdır: Bir kısmı Mutlak Varlık olan Tanrıya dalmış, kendini kaybetmiş
olanlardır. Bunlar İsa gibi meleklere katılmışlardır... İkinci kısmı eşeklere
katılmış olanlardır. Bunlar kızgınlığın ta kendisi olmuşlar, tepeden tırnağa
kadar şehvet kesilmişlerdir. Bunlardaki meleklik sıfatı gitmiştir; çünkü o ev
dardı, o sıfat da büyük; sığmadı, geçip gitti... O hayvandan da fazla can
çekmesine (şehvete) sahiptir... Alemde ince işlere girişir. Onun örüp dokuduğu
hile ve şeytanlık, başka bir hayvandan zuhur edemez. Altın sırmalı elbiseler
dokur, denizin dibinden inciler çıkarır. Hendese bilgisinin ince noktalarını
bilir, yahut nücum, tıp, felsefe bilgilerini elde eder. Çünkü onun ancak bu
dünya ile alakası vardır. Yedinci kat göğe çıkmaya yolu yoktur. Bütün bu
bilgiler ahır yapısına yarar. Ahır da öküzle devenin varlığına destektir.
Hayvanların birkaç gün yaşamalarına yarayan bu bilgilerin adını şu ahmaklar
"remizler, ince şeyler" koydular. Tanrı yolunun, Tanrı durağının bilgisini ancak
gönül sahibi, yahut da gönül sahibinin gönlü bilir. İşte Tanrı, bu terkipte
latif bir hayvan (canlı) olan insanı yarattı, onu bilgilere eş etti... (Mevlana,
Mesnevi, IV, 123-124).
İnsanın Değeri
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin
Şeyh Gâlib
Bir İslâm büyüğüne, mutasavvıf şâirine insanı böyle tarif ettiren, onu "kâinâtın
süzülmüş özü, varlık ve oluşların gözbebeği" olarak telakki ettiren irfan, İslâm
irfanıdır. Bu irfanın kaynağı Kur'ân-ı Kerim'dir ve en kâmil insan örneği olan
Fahr-i Kâinât'tır. Bu kaynağa göre Allah Teâlâ insanı "ahsen-i takvîm üzere;
yâni yapı ve oluşların en güzeli, en mükemmeli içinde yaratmıştır. Ancak bu
mükemmel yapı bir potansiyeldir, bir kabiliyettir, eskilerin deyişi ile bi'l-kuvvedir,
onun fiil haline gelmesi, gerçekleşmesi insanın irade ve tercihine
bırakılmıştır. İnsandan başka bütün varlıkların tekâmülü ilâhî kaderin çizdiği
seyri takibeder, onu değiştirme iradesi ve cehdi varlığın kendisinden gelemez.
İnsana ise muhtemelen "emanet" ile bu kastedilerek akıl ve irade verilmiştir,
akıl ve irade ona bir yandan hürriyet, hür karar ve eylem alanı, diğer yandan
yükümlülük ve sorumluluklar getirmiştir. İnsan akıl ve iradesi ile doğru da
yapar yanlış da, günah da işler sevap da; egosuna, nefsine, güdü ve
heyecanlarına, şehvet, gadap ve hırsına... da kul olabilir Allah'a da;
meleklerden de üstün olur, hayvanlardan da aşağı...
İşte insanın yaratılış itibariyle yapı ve özelliği (fıtratı) budur; insan bu
fıtratta yaratılmıştır. Onu, fıtratı için mümkün olan en yüksek kemâl
mertebelerine ulaştıracak iki kanat iman ve amel-i sâlihtir. İman gaybedir
(Allah'a, peygamberliğe, âhirete, rûha, yaratılışa, dirilmeye, hesaba, mîzana,
sırata, cennete, cehenneme...dir), sâlih amel ise dünya hayatını, hür bir seçim
ve tercih sonucu olarak, Allah'ın irade ve rızası doğrultusunda yaşamaktır.
Allah'ın irade ve rızasının hangi konuda ne olduğunu öğrenmenin kaynağı Kur'an
ve Sünnet, anlama ve yorumlama usûlü ictihaddır. Bilenler ictihad eder,
bilmeyenler bilenlere sorar ve gereğini yerine getirirler. Allah'a kul olmayan
insanın hür olması mümkün değildir, hürriyetin ideal formülü "yalnız sana kulluk
eder ve yalnız senden yardım dileriz" şeklinde Fâtiha sûresinde ifade
edilmiştir. Allah'tan başkasına itâat etmek ve başkasından yardım dilemek
durumunda olan insan hür değildir; değişik şekillerde köledir. İnsan hak ve
hürriyetleri insanın kendinden ve mahiyetinden değil, misyonundan, yüklendiği
emanetten kaynaklanır; emaneti tevdi eden Yaratıcı, Rab, onu taşıyabilmek ve
amacına ulaştırabilmek için gerekli bulunan hak ve hürriyetleri de bahşetmiştir;
bu sebeple insan hak ve hürriyetleri vazgeçilmezdir, elden alınamazdır. İnsan
hayat ve varoluşundan Allah'ı dışladığı, aşkın boyutu ile alâkasını kestiği an
küçülür, düşer; et, kemik, beyin ve beyin fonksiyonlarından ibaret kalır, bu
insan hayatının en büyük ziyanıdır. "Asra yemin olsun ki insan ziyandadır; ancak
iman eden ve salih amel işleyenler müstesnâ...". İnsanın maddî ve manevî
techîzâtı, imkânları, kabiliyetleri "eşref-i mahlûkât" olduğunu isbat için, bu
oluşu gerçekleştirsin diye verilmiştir; bu kabiliyet ve imkânlar fânî dünya
için, biyolojik ve psikolojik hazlar uğruna sarfedilirse, uçmak için verilen
uçakla tarla sürmeye kalkışmışcasına bir ziyan, israf ve savurganlık yapılmış
olur. "Yemin olsun ki o gün, nimetlerden sorguya çekileceksiniz!"
İnsan değerini yalnızca insan olarak varoluşundan değil, varlığının amacını
gerçekleştirme yolunda attığı adımlardan ve katettiği mesafeden alır.
Müslümanın Kimliği
ve Aidiyeti
İslâm insanının (müslümanın) kimliğinde ailesi, kavmi ve dini vardır. Herhangi
bir müslüman belli bir aileye, kavme ve İslâm dinine mensuptur. Bu mensubiyet,
ilgi ve bağ unsurları bir araya geldiğinde onun kimliği ortaya çıkar, cemiyet
içinde fert olarak tanınmış olur. Müslüman cemiyetin milletlerarası teşkilât,
dayanışma ve ilişkilerde, kimliğinin unsurlarına bağlı bulunan gurubu, kampı,
bloku, birliği ile ilişkisine "aidiyet" diyoruz. Müslümanın kimliğinden ve
aidiyetinden dini (İslâm unsuru) çıkarmak ve onu -dini devreye sokmadan-
tanımlamak mümkün müdür? Bize göre mümkün değildir; çünkü bu hem eşyanın
tabiatına, hem de dinin talimatına aykırıdır.
Eşyanın tabiatına aykırıdır; çünkü İslâm insanı, müslüman, bu vasfını, bu
nitelikte varoluşunu İslâmdan almaktadır. Fert hem müslüman olsun, hem İslâmsız
tanıtılsın, cemiyet hem müslüman olsun, hem de İslâmı devreden çıkararak kimlik
ve aidiyet arasında bu mümkün değildir ve varoluş şartlarına aykırıdır.
Aydınlanma döneminden itibaren insanın tanımında ve ilişkilerinde dini dışlamak,
ona yalnızca insan ve belli bir kavme (millete) ve aileye mensubiyet açısından
bakılmak istenmiştir, fakat fert ve cemiyet olarak insanı ve ilişkilerini
tanımlamada ve belirlemede insanlık, kavim ve aile yeterli olamamış, insan
varlığının önemli bir kısmı bu ilişki kalıplarının ve tanım çerçevelerinin
dışında kalmış, teorik hesaplar yaşanan hakikate, varolan mahiyete uygun
düşmemiştir.
İnsanların kimlik, aidiyet ve ilişkilerinde ekonomik faydanın rolü bulunmakla
beraber asıl belirleyici unsurun hâlâ din ve ideoloji olduğu görülmektedir. Din
ve ideolojilerle ekonomik ilişkilerin hangisinin diğerini doğurduğu/etkilediği
tartışılmıştır, ancak kim ne derse desin dinin ekonomiden önce de, sonra da var
olduğu, etkisini hissettirip sürdürdüğü inkarı kabil olmayan bir gerçektir.
Dini, etnik, kültürel farklılıkları ortadan kaldırarak veya daha güçlü değerleri
bunlara hakim kılarak -fertleri birbirine kardeş- bir insanlık camiası
oluşturmanın bir ütopya olduğu açıktır. Batı ile doğu, güney ile kuzey
arasındaki aşılmaz duvarın yapı taşları etnik ve kültürel farklılıktır. Ne
batının bu farklılık içinde birliğe, kardeşliğe ve adil paylaşıma niyeti vardır,
ne de doğunun kendinden çıkarak batılı olmaya meyli ve istidadı mevcuttu. Eğer
kültürel farklılığa rağmen dünyada barış içinde insanca yaşanmak isteniyorsa
şimdiye kadar dünyanın denemediği ve iltifat etmediği başka proje ve modellere
ihtiyaç vardır.
İslâm, insanın kimlik ve aidiyetinde kavminin ve ailesinin yerini inkâr etmiyor,
bu unsurları silmek, ortadan kaldırmaya çalışmak gibi fıtrat ve tabiata aykırı
bir yol da tutmuyor, ancak unsurlar arasında denge kuruyor ve bu dengede
ağırlığı, belirleyiciliği dine, dinî mensubiyete veriyor. Kur'an-ı Kerim, Hz.
Nuh'un, dininden ve yolundan ayrılan ailesini onun ailesi saymıyor, "O senin
ailen değil" diyor (Hud: 11/46), buna karşı aynı imanı paylaşan akrabaya, etnik
ilişki içinde bulunan kişilere yardım ve alâkada öncelik veriyor. Sıra insanın
kendini tanıtmasına ve kimliğini ortaya koymasına gelince kavim ve aile
bağlarını, din ve ahlak bağlarının hakimiyeti altına sokuyor, gölgeliyor ve
şöyle diyor: "Allah'a çağıran, iyi ve güzel işler yapan (davranışları iyi olan)
ve elbette ben müslümanlardanım diyen kimseden daha güzel sözlü kim vardır (kim
bundan daha güzel bir şey söyleyebilmiştir)? Şu halde müslüman kimliğini ortaya
koymada, onu tanımlamada en güzel, en mükemmel formül onun dinini ve ahlakını
temel unsur olarak ihtiva eden formüldür.
Aidiyet konusunda İslâm, din unsurunun belirleyici olmasında ısrar ediyor. Bütün
insanları Hz. Adem'in ve Havva'nın (aynı ana-babanın) çocukları olarak takdim
ediyor, dini ve ırkı ne olursa olsun insana insanca muamele edilmesini, haksız
ve adaletsiz davranılmamasını, hatta iyilik edilmesini, ihsanda bulunulmasını
istiyor, fakat aidiyete gelindiğinde müslüman olanla olmayanı birbirinden kesin
olarak ayırıyor ve müslümanların başka dinden olanlarla aidiyet rabıtasını
kuramıyacaklarını söylüyor. Kur'an-ı Kerim'de aidiyetle ilgili üç terim vardır:
Bitâne (sırdaş), velayet ve uhuvvet (kardeşlik).
Müminler, kendileri gibi mümin olmayanlarla sırdaşlık ilişkisi kuramaz,
gizliliklerini başka din mensupları ile paylaşamazlar (Âli-İmran: 3/118).
Müminler ancak kendi dinlerinden olan, kendi imanlarını paylaşanlarla kardeş
olur, kardeşçe birlik ve beraberlik ilişkisi kurar, gurup, pakt, taraf...
oluştururlar (Hucurat: 49/10; Âli-İmran: 3/103).
Velayet terimi üç unsurdan oluşmaktadır: a) Kardeşçe yardımlaşma, dayanışma, b)
Temsil, c) Yönetme ve bağlayıcı karar alma yetkisi. Kur'an-ı Kerim'de sayısız
âyet müminlerin, başka dinden olanlarla velayet ilişkisi kurmalarını menetmekte,
böyle bir davranışın olumsuz sonuçlarını bildirerek müslümanları uyarmaktadır.
Bütün bunlardan çıkan sonuca göre çoğunluğu müslüman olan bir ictimaî gurubun
(milletin, kavmin, toplumun, topluluğun) milletlerarası guruplaşma ve
ilişkilerde yeri, tarafı, gurubu, paktı, birliği müslümanlar iledir,
müslümanların yanıdır. Müslümanlar böyle bir birlik, gurup, ekonomik, siyasî ve
askeri taraf oluşturmakla yükümlüdürler. Bu yükümlülüğü yerine getirmedikleri
sürece sorumlulukları devam eder, başka milletlerle (din ve kültür mensuplarıyle)
birlikte bulundukları taraflarda ikinci sınıf insan ve toplum muamelesi
görürler, kendi kimliklerinden tamamen uzaklaşmadıkça onlardan olamaz, onların
hoşnutluğunu kazanamazlar. İlişkilerin beklemeye tahammülü olmadığı için özde ve
gerçekte İslâm birliği oluşuncaya kadar parça parça müslüman topluluklarının
yabancı birlikler içinde oluşları veya onlarla işbirliğine girmeleri zaruret
icabıdır ve bu sınırı aşmamalıdır.
Kıyafetin Müslümancası
"Her türlü ibadeti, hayatı ve ölümü alemlerin Rabbi Allah için olan" müslümanın
bu inanç ve şuurunun kılık kıyafetine de yansıması tabiidîr. İslâm yalnızca iman
ve ibadetten ibaret olmayıp fert ve toplum hayatının bütününü kuşattığı için
kıyafetin kültürel yönü de İslâmı ilgilendirmektedir. Bu sebepledir ki Fahr-i
Kainat (s.a.), kılık kıyafetin inanç ile ilgili tarafı kadar kültürel yönüne de
temas buyurmuş, sınırları ve hassasiyet noktalarını açıklamıştır.
Bu açıklamalara göre bir elbisenin, saç ve sakal biçiminin, rozet ve takıların
İslâm öncesinden gelmesi, onu müslüman olmayan toplumların da kullanmakta
olmaları önemli değildir. Hz. Peygamber ve ashabının kullandıkları giysilerin
çoğu, İslâm öncesinde Arapların veya diğer kavimlerin (mesela İran ve Bizans
halklarının) de kullandıkları, giydikleri, taktıkları giysilerdir. Başörtüsü (hımar),
çarşaf (cilbab), gömlek kamis, şalvar ve don (sirval), hırka (bürde) bu
giysilere örnektir. Keza tevhid mücadelesinde müşriklerin önceliği bulunduğu
zaman diliminde saçlar, onlara benzemesin diye, ehl-i kitabın yaptığı gibi
ortadan ayrılarak taranmış, mücadele ve muhalefette öncelik sırası yahudi ve
hıristiyanlara geldiğinde ise saçlar geriye doğru taranır olmuş, yahudilere
benzememek için beyazlaşan sakal ve bıyığın boyanması, her iki zümreye
benzemesin diye sakalın uzatılıp bıyıkların kısaltılması, sarığın belli bir
biçimde sarılması tavsiye edilmiştir.
Bu örneklerde sınırları ve hassasiyeti belirleyen ölçü, kılık ve kıyafetin,
belli bir dinî gurubun yaygın adeti, işareti, millî ve dinî hususiyeti (şiarı)
olmasıdır. Bu şiarın, doğrudan bir dinî inanç ile bağlantısı önemli olduğu gibi
-müslümanların benzemekten uzak kalmalarının gerekliliği bakımından- bir kavmin
şiarı olması da önemlidir... Böyle bir niteliğinin bulunmaması halinde giyilen
kumaşın, giysi çeşidi ve biçiminin, tıraş şeklinin başka kavimlere mensup
insanlar tarafından da kullanılmış veya kullanılmakta olması sakınca teşkil
etmemektedir. Bu sınırlamayı kültür çerçevesine almak mümkündür.
Kılık kıyafet konusunda hassasiyet gösterilen diğer iki sınırlama da din (inanç,
ibadet, helal-haram ayrımı) ve fıtrat (cinsin özellikleri) ile ilgilidir. Birçok
ayet ve hadis müslümanların inançla, dinî hayatla ilgisi bulunan resimleri,
putları, şekilleri yapmamaları, alıp kullanmamaları gerektiğini ifade
etmektedir... Buradan hareket eden fıkıhçılar ve tefsirciler müslümanların,
yahudi ve hıristiyan din adamlarına veya dindarlarına mahsus bulunan kılık,
kıyafet ve sembolleri kullanmalarının caiz olmadığını ifade etmişlerdir. "Bir
kavme kendisini benzetmeye özenen kimseler o kavimden olurlar" mealindeki hadis,
dinî ve kültürel çerçevedeki taklitleri, özenmeleri, benzemeleri mahkûm
etmektedir. Aynı hadisin fıtratla ilgili benzeşmeleri de işaret yoluyla ihtiva
ettiği düşünülebilir. Giyilen elbisenin, avret yerlerini (dinin kapatılmasını
istediği uzuvları) kapatacak vasıfta olmasının istenmesi, avret yerlerini açıkta
bırakan veya kapattığı halde -ince olduğu için- gösteren elbiselerin
yasaklanması da dinî sınır ve hassasiyet örnekleridir. (Burada dinî tabirini dar
mânâda, "inanç ve ibadet hayatı ile ilgili olan alan için" kullanıyoruz; geniş
mânâda "dinî" sınırının içine kültür de girmektedir.)
Gösteriş, israf, böbürlenme unsurlarını içeren giyim-kuşamın hoş karşılanmaması
da dinî-ahlâkî sınırlamalara dahildir. Fıtratı (yaratıcının canlı ve cansız
varlıklara verdiği özellikleri) korumak, kılık kıyafet konusundaki ve tabiatına
daha uygun bulunan süslenmenin, bu cümleden olarak altın ve ipek kullanmanın,
bazı renklerin erkeklere yasaklanması, keza erkeğin kadınlara mahsus, kadının da
erkeklere ait bulunan kılık ve kıyafetlere bürünmesinin menedilmesi işte bu
gerekçeye dayansa gerektir.
Tarih boyunca müslümanların kılık ve kıyafetleri, müslümanca giyinişleri ve
giyinme kültürleri işte buraya kadar özetlenen sınırlar ve hassasiyetler içinde
oluşmuştur. Müslümanlar başta örtünme (tesettür) olmak üzere dinin amaç ve
sınırlamalarını göz önüne alarak kılık ve kıyafetlerine şekil vermişler, dış
görünüşlerinin bile gavura benzemesinden özenle uzak durmuşlardır. Çünkü
yukarıda meali verilen hadise/düstura göre dışını birilerine benzetenin içi de
ona ya benzemiştir, ya benzeyecektir.
Başörtüsü
İslâmda örtünme konusu Batı taklitçiliği döneminde (özellikle son yüzyıl içinde)
tartışılır olmuştur. Batı medeniyetini insanlığın medeniyeti olarak gören,
kültürde çoğulculuğa fiilen karşı çıkan, insan olmayı Batı medeniyetine
katılmaya bağlayan inanç ve düşünce sahipleri, İslâm kadınının örtünmesini
ilkellik. Haksızlık ve geri kalma sebebi olarak görmüş, buna karşı mücadele
bayrağını açmışlardır. Bu mücadele iki ayrı yaklaşım içinde yürütülmüştür:
1. Köktenci yaklaşım: Köktenci Batıcılara göre dinin, insanların düşünce ve
yaşayışlarını yönlendirme devri geçmiştir, insanlar akıl ve bilgilerinin
rehberliğinde yaşamalıdırlar. Örtünme emri de dinden geldiğine göre bu emre
uymak geriye dönmek, aydınlığı terkederek karanlığa gömülmek demektir. Bu
sebeple islâmî örtünmeyi engellemek gerekir.
2. Islahatçı yaklaşım: Bu yaklaşımı benimseyenlerin içinde İslâm modernistleri
ile modernizm öncesi ıslahatçıları vardır. Özellikle İslâm modernistleri, İslâmı
anlama ve yorumlamada asıl (bazıları tek) kaynak olarak Kur'an-ı Kerim'i
almakta, bunun da sözlerinden, kelime ve cümlelerinden, getirdiği hükümlerden
çok bunların gerisinde yatan maksada (sosyal ve ahlâkî amaçlara)
dayanmaktadırlar. Bunlara göre örtünme emrinden maksat iffeti ve kamu düzenini
korumaktır. Bunları koruyabilmek için örtünmenin gerektiği çağlarda ve şartlarda
dinler örtünmeyi emretmiştir, şartlar değişip kamu düzenini ve iffeti korumak
için örtünmeye gerek kalmadığında dinin bu -şarta ve geçmiş zamana ait- hükmü
değişir, lafız, örnek ve tarihi çözümden amaca ve çağdaş çözüme geçilir; örtünme
o çağ için islâmîdir, örtünmeme de bu çağ için islâmîdir. Bu yorumu yapanlar bir
taş ile iki kuş vurmakta, hem İslâmın örtünme emrini çağın istek ve gereğine
uydurmakta, hem de teorik olarak İslâmdan ayrılmamış, İslâmı sosyo-kültürel
hayatın dışına atmamış olmaktadırlar.
Modernist yaklaşımın karşısında muhafazakâr islâmcılar vardır. Bunlar da iki
guruba ayrılır:
1. Taklitçi muhafazakârlar: Burada taklitçiden maksat, kültür ve medeniyette
Batı'yı taklit edenler değil, dinî hayatını, geçmiş devirlerde yaşamış ve
ictihad ederek dini açıklamış bulunan alimlerden (müctehidlerden, mezheb
imamlarından) birinin görüş ve anlayışına göre yaşayanlardır. Taklitçi mesela
Hanbelî mezhebine bağlı ise ona göre kadının bütün vücudu avrettir,
örtülmelidir, eli ve yüzü dahil hiçbir yeri namahreme gösterilmemelidir. Eskiler
Kur'an'da geçen "cilbabı" (Ahzab: 33/59) çarşaf olarak tefsir etmiş ve bunun
bütün zamanlarda kadının dışarıdaki dış giysisi olacağını söylemişlerse
taklitçiye göre bu böyledir, kadın çarşaf giymeden dışarı çıkamaz...
2. İctihad ve tecdid yapan muhafazakârlar: İctihad, dinin kaynaklarına inerek,
bunlar üzerinde düşünerek dini açıklamak, dinin hükmünü tesbit ederek ortaya
koymaktır. Tecdid, dine sonradan katılmış olup onun özüne yabancı bulunan ve
dini bozan bid'at ve hurafeleri ayıklamaktır. İctihad ve tecdid yapanlar İslâmın
örnek devirlerinde kullanılan metodolojiyi kullanıyorlarsa biz bunlara
"muhafazakâr" diyoruz. Kaynaklar ve metodoloji bakımından kadim çizgiden
ayrılan, aklı ve çağın kabullerini vahyin, naklin önüne geçiren, buna göre
yorumlar yapanlara ise "İslâm modernistleri" denilmektedir.
Bize göre modernistlerin yaklaşımında iki zayıf nokta vardır: a) Dinin ahlâkî ve
sosyal amaçlarını belirlerken İslâm veya Kur'an aklından hareket edecek yerde
çağın felsefesinden yola çıkmak. b) Tesbit ettikleri amaç gerçeğe uygun olsa
bile bu amaca ulaşmak üzere dinin -geçmiş zamanda- getirdiği hükmün (aracın,
çözümün) çağımızda geçerliğini kaybettiğini ileri sürerken sağlam (dince
muteber) bir delile dayanmamak. Bu iki zayıf noktayı konumuza uygularsak şu
tablo ortaya çıkar: İslâmın örtünme emrinin amacı "iffeti ve kamu düzenini
korumaktır" şeklindeki tesbit isabetlidir, doğrudur. Bunun ötesinde bir amacının
olmadığı söylenirse bu doğru olmaz, haddi aşmak, Allah adına selahiyetsiz ve
bilgisiz konuşmak olur. Bu noktada doğru olan, "bizim bilgimize göre amaç budur,
gayb alemi ile ilgili başka sebep ve amaçlar varsa bunu da Allah bilir"
demektir. "Bu amaca ulaşabilmek için örtünme emrinin belli bir çağın sosyo-kültürel
şartlarına bağlı bulunduğu, bugün şartların değiştiği, bu sebeple hükmün de
değişmesi gerektiği" düşüncesi isabetli değildir; çünkü hem ilmî delili, hem de
dinî delili yoktur. Hiçbir ilim dalı kesin olarak "açılma ile iffeti koruma
arasında bir ilişkinin bulunmadığını" söyleyemez. Söylerse bu bir iddiadır, zan
ve tahmindir, kesin ilim verisi değildir. Din kaynaklarında da bu hükmün
(örtünme emrinin, geçici, şarta bağlı olduğuna dair bir işaret mevcut değildir.
İlgili ayet örtülmesi gereken yerlerin örtülmesine gerekçe olarak iffetin
korunmasını göstermiştir (Nur: 24/30-31). Şu halde ilmen ve dinen aksi sabit
olmadıkça bu amaca ancak bu araç ile ulaşılır. Buna karşı cilbab ayetinde,
dışarı çıkarken kadınların bütün vücutlarını örten bir giysiye bürünmelerinin
gerekçesi "hür ve iffetli kadınları bu giysi ile tanıtmak, kadınları rahatsız
edilmekten ve kamu düzenini bozmaktan korumaktır". Bu ayette hükmün
değişebileceğine dair bir işaret mevcuttur. Buna göre eğer hür kadınları başka
bir alamet ile tanıtmak mümkün olursa veya toplumda köle kalmazsa yahut da
sataşmaların önlenmesi ve kamu düzeninin korunması için başka bir yol bulunursa
kadınların dışarı çıkarken çarşafa bürünmelerine gerek kalmayacaktır. Fakat
örtünme emri değişmez bir gerekçeye bağlı bulunduğundan, kadın ve erkekte
örtülmesi gereken yerler devamlı örtülecektir; örtmenin şeklini ve aracını ise
zevkler, örfler ve ihtiyaçlar belirliyecektir.
İslâma göre kadınların başı avrettir; yani örtülmesi gereken bir vücut
parçasıdır. Bunun başörtüsü (hımar) ile örtüleceği Kur'an'da yazılıdır. İslâm
modernistlerinin yorumu sağlam temellere dayanmamaktadır. Bütün bu gerçekler
karşısında islâmî ilimlerle ilgisi bulunmayan birisi çıkar da "İslâmda başörtüsü
mecburiyeti yoktur, başını örtenler ve örtünmeyi savunanlar laikliği yıkmak
isteyenlerdir" derse ne buyurulur?
el-Cevab: a) Bunu diyen kişi çizmeyi aşmış, haddini bilmemiş olur. b) Din ve
vicdan hürriyetine, laikliğe aykırı davranmış, bunları yıkıcı bir yola girmiş
olur.
Sigorta Üzerine - 1
İslâm yardımlaşma ve dayanışmayı kimi yerde farz kılan, kimi yerde teşvik eden
bir dindir. Bir kimse malında ve canında bir zarara uğradığı zaman bu zararın
mümkün olduğu kadar telafi edilmesi, kaybın yerinin doldurulması ve bu bakımdan
insanların güvence içinde yaşamaları İslâmın genel ilkelerine ve özel
hükümlerine uygundur. İslâmın razı olmadığı, yasakladığı husus, primli
sigortacıların yaptıkları gibi insanların güven duygusunu istismar ederek haksız
kazanç sağlamaktır. Buna karşı İslâm alimlerinin formülleştirdikleri sigorta
şekli "üyelik sigortası"dır. Bu sigortada kurum, yardımlaşmanın aracı ve
aracısıdır ve hizmetin bedelini (hizmeti ne kadar bir bedeli hak ediyorsa onu)
alır. Sigortalıların ödedikleri meblağ onların hesaplarına kaydedilir, yan
şirketler ve işler yapılarak nemalandırılır, hasarlar ve zararlar nemalardan ve
anaparadan ödenir, geri kalan sigortalının parasıdır, istediği zaman sistemden
çıkar ve artan parasını alır.
Türkiye'de halen uygulanan primli sigortada sakıncalı olan taraflar: a)
Primlerin sigorta şirketinin malı olması ve verilen hizmete nisbetle büyük
meblağların alınmasıdır (fahiş kazanç), b) Toplanan primlerin faizcilik yoluyla
nemalandırılması ve nemaların da sigorta şirketine ait olmasıdır. Bildiğim
kadarıyle bir sigorta şirketi (en son kurulanı) mevcut sigorta kanununun bir
imkanından yararlanmakta, hasar yapmayan sigortalının bir sonraki sigorta
akdinde priminden indirim yapmak suretiyle -bir mânâda- önceden ödediğini onun
(sigortalının) namına kısmen muhafaza etmiş gibi olmaktadır. Bizce yapılması
gereken, kanunda gerekli değişiklik yapılarak veya özel bir kanun (yahut
kararname) çıkarılarak üyelik sigortasına imkan tanınmasının sağlanmasıdır.
Sigortaya cevaz verenler bunu, tazmin sorumluluğunun (güvence vermenin) bir
bedel karşılığında akde konu olabileceği esasına veya mevcut primli sigorta
şirketlerinin de sonuç olarak sigortalıların kendi aralarındaki dayanışmalarına
aracılık ettiği (bu manada üyelik sigortası gibi olduğu) anlayışına (yorumuna)
dayandırmaktadırlar. Şirketin meşrû olmayan yollardan primleri nemalandırması ve
ödediği hasar dışında kalan meblağın büyük (fahiş) olması hususlarını caiz
görmüyorlar, ancak bunlarsız da sigortacılık yapılabilir diyorlar.
Sigorta kumara veya müşterek bahise benzemez. Hem şekil, hem de amaç bakımından
arada önemli farklar vardır.
Sigorta Allah'ın iradesine karşı yapılmıyor; yani sigorta akdini yapanlar bu
akit sayesinde Allah'ın iradesini sınırlamıyor, olacağın önüne geçeceklerini
söylemiyor ve bunu amaçlamıyorlar. Sigorta akdi yapıldığı halde Allah'ın muradı
yerine gelir, bundan sonra sigorta akdi devreye girer ve hasıl olan zarar, hasar
mümkün olduğu (veya üzerinde anlaşma yapıldığı) ölçüde telafi edilir. Bunda
tevekküle, Allah'ın iradesine teslimiyete aykırı bir husus yoktur.
Sigortalı, primleri yatırırken belli bir müddet sonra daha fazlasını geri alayım
diye bunu yapmıyor. Onun amacı, binlerce sigortalının yatırdığı primlerden hasıl
olacak büyük meblağ ve bunun neması ile sigortalılardan bazılarının uğradığı
zararı ödemek, hasarı tamir ettirmek, hastalığı tedavi ettirmek...tir. Bu bir
yardımlaşma ve dayanışma şeklidir, az verip çok alarak para kazanma akdi
değildir ve bu bakımdan faizle alakası yoktur. Sigortacının (mevcut primli
sigortada) verdiği hizmete nisbetle büyük kazançlar sağlaması fahiş kazanca
girdiği için caiz değildir. Sigortalı fahiş gelir sağlayan değil, fahiş bedel
veren olduğu için -islâmî sigortalar kuruluncaya kadar- müslümanların, mevcut
sigorta şirketlerinde -hayat sigortası dışında kalan konularda- sigortalı
olmaları (sigortacı değil) zarureten caizdir. İmkan bulanlar mevcut
sigortacıları desteklemiş olmamak için kendi aralarında özel üyelik sigortaları
oluşturabilirlerse bu şüphesiz daha evladır ve tercih edilmelidir.
Sigorta Üzerine - 2
Sıradan bir insanın mutluluğu, içinde bulunduğu halde ve gelecekte temel maddi
ve manevi ihtiyaçlarının sağlanmasına/sağlanma ihtimaline bağlıdır; insanoğlu
bundan emin olmadıkça huzurlu ve mutlu olamaz. İnsanın bu güvenlik ihtiyacını
keşfeden kapitalizm, primli sigorta sistemini icad ederek tatlı bir gelir ve
sömürü kapısı açmıştır. Fıtrata (insanın tabiat ve yaratılıştan gelme
özelliklerine) uygun bulunan, Allah tarafından böyle takdir ve tanzim buyurulan
İslâm ise mezkûr güvenlik ihtiyacını şu şekilde düzenlemiş ve karşılamıştır:
a) İslâm toplumunun bütün mensupları, asgari bir hayat şartı ve geçim
imkânlarının temini bakımından toplumun ve devletin sigortası altındadırlar.
b) Kamu yararına borca girmiş bir kimsenin borcu, zekât gelirinden ödenir.
c) Kasdî olmayan öldürme, sakatlama ve yaralama durumlarında gerekli tazminat
kazayı yapanın dahil bulunduğu "diyet dayanışma gurubu (âkıle)" tarafından
ödenir.
d) Kişiler mallarına gelecek zarar veya başkalarının malvarlıklarına istemeden
verecekleri zarar karşısında üyelik sigortası kurabilirler. Bu sigortaya dahil
olanlar riziko durumlarına göre havuza belli bir meblağ öderler, bu meblâğ
üyelerin tamamı adına nemalandırılır, meydana gelecek zarar ve hasarlar bu
meblâğdan ve nemasından ödenir, kurum için gerekli masraflar çıkarıldıktan sonra
kalan para yine sigortalılara aittir. Belli bir müddet içinde yatırılan para ile
bunun geliri hasarları ödemeye kâfî geldiğinde üyeler, yeniden ödeme yapmadan
sigortalı olmaya devam ederler.
e) Günümüzde mevcut primli sigorta sisteminde sigortacıların yaptıkları işlem
usûle uygun olmadığı, toplanan primler gayr-i meşrû (haram) yollarla
nemalandırıldığı ve şirket, hizmet bedelini aşan gelirleri kendi hesabına alıp
sigortalıdan her yıl yeniden prim istediği için bu sistem meşrû değildir.
Müslümanlar böyle bir sigorta şirketi kurup işletemezler. Ancak bir önceki
maddede geçen üyelik sigortası tesis edilinceye kadar primli sigorta
şirketlerinde sigortalı olarak (sigortacı olmak değil) caizdir. Bu cevazın iki
dayanağı vardır: 1. Zaruret ve ihtiyaç. 2. Sigortalıların ödedikleri primler ile
kendi aralarında dayanışma yapmış olmaları (sigortalılar bakımından işlemin buna
raci olması).
Teşvik Kredisi
Devletin vazifeleri arasında halkın menfaatini gözetmek, servetini korumak, kamu
ihtiyaçlarını sağlamak da vardır. Serbest girişimcilerin itibar etmedikleri veya
rantabl bulmadıkları bazı bölgelerde veya üretim ve yatırım alanlarında yatırım
ve üretim yapılmasını sağlamak için -zaruret bulunmadıkça- zora başvurulamaz,
hür bir şahsa belli bir yerde, muayyen bir işi yapması için baskı yapılamaz. Bu
durumda öteden beri devletlerin başvurdukları çarelerden biri girişimciyi bu
yatırıma ve üretime teşvik etmek üzere ona bazı menfaatler sağlamaktır. Bu
menfaatler arasında çeşitli subvansiyonlar ve teşvik kredileri de vardır. Teşvik
kredisi uzun vadeli ve düşük faizli kredilerdir; bu krediler için öngörülen
faizler enflasyonun çok altında olduğu için "reel faiz" kapsamı dışındadır; yani
görünüşte, kâğıt üstünde bir faiz vardır, fakat gerçekte faiz yoktur, hatta
devletin verdiği ödünç sermayenin tamamının değil, bir kısmının geri ödenmesi,
diğer kısmının ise girişimciye bağışlanması söz konusudur.
Konuyu bir örnekle açmak gerekirse girişimci A, devletten bir yılda ödemek üzere
yüzde otuz faizli bir milyar lira teşvik kredisi aldığında bunun yıllık faizi
üçyüz milyondur. A yıl sonunda devlete bir milyar üçyüz milyon ödeyecektir,
halbuki ülkede yüzde doksan nisbetinde enflasyon var ise aslında ödemesi gereken
miktar bir milyar dokuzyüz artı üçyüz milyondur; bu rakkamın dokuz yüz milyonu
enflasyon farkıdır, bunu ödemedikçe borçlu kalır, üçyüz milyonu ise faizdir.
Buna göre A'nın ödediği meblağ, faiz bir yana aldığı anaparanın bile tamamı
değil, bir kısmıdır. Bunun böyle olduğunu devlet de bildiğine göre geri kalan
kısmı, kamu yararı bunda görüldüğü için devlet A'ya bağışlamaktadır. Devlet bir
faiz kurumu olmadığı için kâğıt üzerinde yazılan ve aslı olmayan (reel olmayan)
faizin de bir hükmü yoktur. Halbuki A bu işlemi faizci bir kurum ve mesela banka
ile yapsa idi işlem caiz olmayacaktı; çünkü bankanın amacının faizcilik (hem de
reel faizcilik) olduğu bilinmektedir ve ameller niyetlere göre değerlendirilir.
Teşvik kredilerini özellikle islâmî hassasiyet sahibi müslümanların almaları
gerekir; çünkü Allah korkusu ve vicdan sorumluluğu taşıyan bu kişiler hem
aldıklarını yerinde kullanacaklar, hem devlete karşı ödemelerini zamanında
yapacaklar, hem de kazandıklarını, insanlara dünya ve ahirette mutluluk
getirecek şekilde sarfedeceklerdir.
İnce düşünen müslümanlar devletten aldıkları krediyi enflasyon farkı ile ödemek
ister, devletin bağışını kullanmakta sakınca görürlerse bu takdirde yapacakları
şey -yukarıdaki misale göre- bir milyarı devlete ödemek, dokuz yüz milyonu da
Allah yolunda harcamaktır.
Kur'an'da Güzellik
"Kur'an'da güzellik" başlığını hem İlahî Kitabın söz ve muhteva güzelliğini, hem
de bu güzel Kitaba göre güzellik kavramını ifade etmek üzere kullanıyoruz.
İnsanlığın hem Yaratıcı ile hem de yaratılmışlar ile ilgili meçhullerinin önemli
bir kısmını açıklamak üzere vahyedilmiş olan bir kitapta, bu ilgi çekici
muhtevası ile yetinilip düz, san'atsız ve didaktik bir söylem seçilebilirdi.
Halbuki Kur'an'ı vahyeden Allah Teala, hayat ve mutluluk bahşeden muhtevayı
eşsiz bir üslub içinde sunmuş, muhataplarını, kutunun içinden önce dışının
güzelliği karşısında hayran bırakmıştır. Anlatıldığına göre daha önce dillere
destan olan ve Kâbe duvarına asıldıkları rivayet edilen yedi meşhur şiir bile
tahtından düşmüş, edebî güzelliğin tahtına Kur'an oturmuştur.
Kur'an bu eşsiz güzellikteki üslubunu muhatapların takdir ve sübjektif
değerlendirmelerine de bırakmamış, meydan okuyarak "benzeri bir kitap, bir sure,
on ayet, hadi olmadı bir ayet getirin" demiş, getiremiyeceklerini peşinen ilan
etmiş, bunu deneyenler de acizlerini itiraf eylemişlerdir. İşte Kur'an'ın bu
"âciz bırakan" özelliğine "i'câzu'l-Kur'an" denilmektedir. Şüphesiz bu eşsiz,
benzersiz, taklid edilemez ve aşılamaz güzelliğin tamamı dışa; söze ve şekle ait
değildir.
Burada muhteva güzelliğinin, gerçekliğinin ve mükemmelliğinin de büyük payı
vardır, ancak Kur'an nazmındaki dış güzellik, Arapça bilmediği halde Kur'an'ı
okuyan ve dinleyenlerin bile farkedebilecekleri bir açıklıkta ve çarpıcılıkta
tecelli etmektedir; cümlelerin kuruluşu, kelimelerin seçilişi, çeşitli söz
sanatlarının kullanılışı, söz dizisinin yansıttığı musiki bu güzel Kitabın
albenisini teşkil etmektedir.
Bu özelliklerin muhataplara telkin ettiği güzellik duygusu Kur'an'ın
yazılmasında, okunmasında ve mushafların kağıt ve cilt şekillerinde bile dışa
vurmuş, müslüman san'atının en seçkin örneklerini oluşturmuştur. Kur'an-ı
Kerim'de estetik çerçeveye giren güzellikle ilgili olarak şu kelimeler
kullanılmıştır: "Bedî', cemal, ihsan (ahsene), hüsn, hüsnâ, zinet, rîş".
"Bedî' "eşsiz, benzersiz, örneksiz, modelsiz yaratan Allah'ın isim/sıfatıdır,
gökler ve yer O'nun bu sıfatının tecelligâhı, adeta uçsuz bucaksız bir ilahi
san'at galerisidir.
"Cemal" binek hayvanlarında ve özellikle atta görülür.
"İhsan ve hüsn" mânâsında güzellik, Yüce Yaratıcı'nın bütün yarattıklarında,
onlara verdiği şekil, kabiliyet, renk (sıbğa) ve sıfatlarda; özellikle insanda,
onun suret ve siretinde, zâhir ve bâtınında, müstesna yapısında kendini
göstermektedir. Aynı kökten gelen "hüsnâ'da Allah'ın isimlerinin ve kullarını
mükâfatlandırmak üzere hazırladığı cennetinin sıfatıdır.
"Zînet" kelimesiyle ifade edilen güzellik göğü süsleyen yıldızlarda, süs
eşyasında, binek olarak kullanılan hayvanlarda, kadın ve erkek elbisesinde,
kadınların takıları (rîş) ile vücutlarının belli noktalarında, genellikle
insanları dünyaya bağlayan ve oyalayan maddi güzelliklerde yerini bulmaktadır.
Bütün bu güzelliklerin ya Allah'a ait olduğu yahut da Allah tarafından
yaratılarak kullarına sunulduğu ısrarla vurgulanmış, insanların eseri olan
estetik güzelliğe hemen hiçbir atıfta bulunulmamıştır. Bu tutum, İslâm san'atını
ve müslüman san'atkârları etkilemiş olmalıdır ki, onlar hiçbir zaman
yaratıcılıktan bahsetmemiş, yaratmaya özenmemiş, ilahi san'atı taklide veya
tahrife cür'et etmemişlerdir. Bütün yaptıkları öncelikle ilahi san'atın
temaşasından yüce Sâni'e (san'atla yaratana, güzel yaratana) ulaşmaya, O'nun
yücelik, kemal ve cemalini idrak etmeye çalışmak, sonra da O'nun güzeli
sevdiğinden hareketle yaptıklarında bunu (O'na layık olanı, kuluna yakışanı)
ortaya koymaya gayret etmek olmuştur.
Müslümanların estetik duygularını da bir ölçüde tatmin eden güzellik arayışı ve
yaşayışı daha ziyade ruhta, mânâda ve ahlakta olmuştur; çünkü İlahî Kitap,
güzelliği ifade eden hüsn, ihsan, cemil gibi kelimeleri, maddî ve estetik
güzelden ziyade manevi ve etik güzel için kullanmıştır. Mutlak kâmil ve mutlak
güzel Allah'tır. Mekândan ve maddeden münezzeh olan Allah'ın kemal ve cemalinin
en kâmil mânâda tecelli ettiği, kendisinde gerçekleştiği (Allah'ın ahlakı ile
ahlaklanan) kul, Muhammed Mustafa (s.a.) olmuştur. O'nun suretini değil de ahlak
ve siretini yaşamak, onunla bütünleşmek ise müminlerin en yüce amaçlarını
oluşturmuştur. Bu mânâda güzel, sünnettir (Hz. Peygamber'in ahlakı ve
kişiliğidir), ona en fazla yaklaşan, mutlak kemale ve cemale de en fazla
yaklaşandır. Şairin "Manada güzel, ruhta güzel, tende güzelsin" derken tasnif
ettiği güzelliklerden "mânâya ve ruha" ait olanlar, güzeli arayan müslümanları
daha ziyade cezb ve meşgul etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.) kadınını, güzel koku
ve helal lokmayı sevdiğini söylemiş, fakat ruhunun tatminini namazda bulduğunu
ilave etmiştir. Kadın zenginlik ve güzelliği sebebiyle de seçilir ama seçimde
öncelik onun ruh ve mânâdaki güzelliğine verilmelidir...
"Ey sevgili sen elde değil, bende güzelsin", "Güzelliğin on para etmez şu
bendeki aşk olmasa" gibi mısraların dile getirdiği "güzellikte izafiyet
(görecelik)" onu temaşa eden ve yaşayan açısından kabil-i ihmal olmasa gerektir.
Zatı itibariyle mutlak güzel olan Allah, ona inanmayanlara göre yoktur, mazharı
olduğu kemal ve cemal tecellisi bakımından eşsiz olan Allah Sevgilisini (s.a.)
ona inanmayan bir kısım insanlar düşman bilmişler, hayatına kastetmişlerdir.
Gökte, yerde ve insanda kendini arzeden ilahi san'at (güzellikler) bazılarının
ilgisini çekmezken Allah'ın ve Resulü'nün çirkin bulduklarına da bayılanlar
vardır. Bu görece güzellik kavramı, kültür ve medeniyetler arası san'at
farklarına da temel teşkil etse gerektir.
Kur'an'a göre güzel elbiseler insanlara gösteriş yapmak ve büyüklük taslâmak
için değil, ilahi huzura çıkmaya bir dış hazırlık ve huzur saygısına bir alamet
olsun diye giyilmelidir. Heykel de güzel olabilir ama ona tapıldığı veya
yaratmada Allah ile yarış tutulduğu zaman -bir başka ölçeğe göre- çirkinleşir.
Kadının yüzünden başka da güzel yerleri (zineti) vardır, ama bu güzellik teşhir
için değil, eş olan karşı cinse arz içindir; başkalarına arz ve teşhir edildiği
zaman -bir tablonun işportaya düşmüş kopyası gibi- bayağılaşır.
Hasılı Kur'an güzeldir, Kur'an'da güzelliğe ilgi ve atıf vardır, ancak bu
güzeller bir başka güzeldir ve birçoğu İslâma özeldir.
Zinayı Kınıyorum
Ülkemizde bir bakan, milletvekili, genel müdür, patron, san'atçı, zengin... zina
yapıyor, zina yaptığını açıklıyor, bazıları zina yaptığı kişi ile toplum önüne
çıkıyor, "bu durumdan hoşnut ve mutlu olduklarını, evlenmeyi düşünmediklerini,
insanlar birbirini sevdikçe atılacak bir imzanın hiçbir öneminin olmadığını"
açıklıyorlar; bu açıklamaları televizyonda (malum programlarda) ve günlük
gazetelerde yapıyorlar, üzerlerine ölü toprağı saçılmış, "hoşgörü, insan
hakları, bireysel özgürlük, çağdaşlık" büyüsü yapılmış toplumumuzdan tıs
çıkmıyor, hiçbir tepki gelmiyor. Kınama, ayıplama, ahlak ve edebe davet
tepkileri bir yana, bu çirkinlikleri (ayıpları, günahları) yapan, yaptıklarını
açıklayan ve genel ahlakımıza, geleneğimize meydan okuyan reziller hiçbir sosyal
itibar kaybına uğramıyor, hatta bazı durumlarda biraz itibar (!) da
kazanıyorlar. İşte bu durum bir toplumda ahlak erozyonunun yalnızca ilk
belirtileri değil, düpedüz ve kâmil mânâda resmidir.
Toplumumuzda yaygın hale gelen ve tepki görmeyen rezillik, ahlaksızlık,
edepsizlik, günahkârlık, değerlere baş kaldırma örnekleri saymakla bitmez, ancak
başta gelenlerini zina, açık-saçıklık, rüşvet, pislik, gözaçıklık yaparak
başkalarının hakkını çiğneme, alkollü içki ve uyuşturucu alma, gasıp,
üçkağıtçılık, yalan, iftira şeklinde sıralamak mümkündür. Bizim inancımıza ve
geleneğimize göre bu rezillikler toplumun gözü önünde işlenir veya işlendiği
söylenirse bunlara karşı çıkılır, uygun araçlar kullanılarak engellenir ve ıslah
edilir, her halükârda aleniyete (gözler önünde yapılmasına ve söylenmesine) izin
verilmez. Açıkta günah işleyen, ayıp yapan, ahlak ve edep dışına çıkan kimseler
kınanır, sosyal itibarlarını kaybeder, birçok haktan mahrum hale gelirler.
Tekrar itibar kazanmaları tevbe etmelerine, pişman olmalarına, kendilerini
düzeltmelerine (ıslah-ı nefs etmelerine) bağlıdır.
Ben inancına ve geleneğine bağlı (bunlara anayasalardan, uluslararası
andlaşmalardan, çağdaş uzlaşı ve ilkelerden daha fazla ve öncelikle bağlı) bir
insan olarak buradan, ülkemde -toplum çoğunluğunun inancına, değerlerine,
ahlakına göre- ayıp ve günah olan şeyleri açıkça yapan ve söyleyenleri
kınıyorum, bunların mevkileri ve sıfatları ne olursa olsun nazarımda düşük ve
küçük (ayıplı ve günahkâr) olduklarını ilan ediyorum. Hakları ve özgürlükleri
kısıtlayan maddeler (ilkeler) içinde yer alan "genel ahlak" ilkesinin doğru
yorumlanmasını ve bu yorumlamaya dayanarak aklı başında herkesin benim kınamama
ve tavrıma katılmasını bekliyorum.
Çifte Cinsiyet veya
Üçüncü Cins
Fıkıh kitaplarımızda "hunsâ" diye bilinen ve kendisinde erkeklik ile dişilik
organlarının birlikte bulunduğu veya ikisinin de belirli olarak bulunmadığı
kimseler ile cinsiyetlerini değiştirenlerin dinî durumları son zamanlarda
sıklıkla sorulmaya başlandı. Bu neviden bir soru listesini maddeler halinde
cevaplandıracağım:
1. Benim bilgime ve soruşturmalardan aldığım sonuca göre yaratılıştan (biyolojik
ve fizyolojik özellikleri itibariyle) kadın olan bir kimse ameliyatla erkek,
erkek olan bir kimse de ameliyatla kadın olamıyor; yani bazı organlarını
kestirip aldırsa ve bazı organlarında değişiklik yaptırsa da bütün fonksiyonları
ve özellikleri ile cinsiyetini değiştiremiyor ve hele hele erkek iken kadına
dönüştürülenler asla çocuk sahibi olamıyor, keza kadın iken erkeğe
dönüştürülenler de bir kadını hamile bırakamıyor.
2. Allah Teala Kitabında insanoğlunu, ya erkek veya dişi olarak yarattığını
bildiriyor, bu iki özelliği birden taşıyan bir üçüncü insan nev'i yarattığını
bildirmiyor. Şu halde fıtraten (yaratılıştan) insan ya erkektir yahut da
dişidir. Bu iki cinsiyetin belirleyici organ ve işaretlerini birlikte
taşıyanlar, ikisine birden sahip olanlar, bir mânâda fıtrata aykırı, sakat,
eksik veya fazlalıklı doğanlar gibidirler. İnsanın iki kulağı, bir burnu, iki
ayağı, on parmağı... vardır; bir çocuk bu organlarında bir fazlalık veya
eksiklik ile doğarsa bunu "Allah böyle yaratmıştır, demek ki O'nun yaratışına
göre bir insan çeşidi de budur" diye karşılamak yerine, sebeplerini keşfederek
-veya keşfetmeyi bekleyerek- anormal kabul etmek gerekecektir.
3. Yaratılış itibariyle kadın olan kendini kadın gibi, erkek olan da erkek gibi
hisseder. Eğer bu hissediş ve karşı cinse yönelik alakada bir değişiklik, bir
terslik varsa yine bunu yaratılışa değil, hastalığa, sakatlığa, irsiyet veya
eğitimden gelen bir bozukluğa bağlamak ve tedavisi için çareler aramak gerekir.
Çünkü normale uymayan anormaldir, düzeltilmesi gereken bir durumdur.
4. İslâm, canlı varlıkların yaratılıştan var ve normal olan özelliklerinin,
organlarının, şekillerinin değiştirilmesine izin vermemekte, bunu "Allah'ın
yaratışını değiştirmeye kalkışma" olarak değerlendirmekte ve lanetlemektedir.
Şayet normal dışı bir eksiklik, fazlalık, çirkinlik, arıza var ise bunun
düzeltilmesi (bu mânâda estetik ameliyat) caizdir, tedavi olarak kabul
edilmektedir. Bu genel hükme ve kurala göre biyolojik ve fizyolojik olarak erkek
veya kadın olan bir insanın, sırf kendisini karşı cinsten gördüğü, böyle
hissettiği, bu yüzden bunalıma girdiği için ameliyat edilerek karşı cinsin bazı
özelliklerine ve organlarına kavuşturulması asla caiz değildir. Bu tedavi değil,
bozma ve dejenere etmedir. Bu yüzden bunalıma girenler, başka sebeplerle
bunalıma girenler gibi erbabı tarafından tedavi edilmelidir. Bir kimse ruh
hastalığına tutulduğu için burnunu kurbağa, parmağını akrep zannetse, böyle
görüp, böyle hissetse, bu kimseyi tedavi etmek için burnunu veya parmağını kesen
bir tabibi ne duydum, ne gördüm, ne de bir yerde okudum!
5. Doğuştan iki cinsin de bazı organlarını taşıyan kimselere bakılır; bunlardan
hangisi fonksiyonları itibariyle güçlü ve etkili ise kişi o cinsiyette ve o
sıfatta kabul edilir, bu durumda diğer fazlalıklar anormal sayılarak ameliyat
yoluyla giderilir ve bu, altıncı parmak, üçüncü ayak gibi anormal bir fazlalık
olduğundan giderilmesinde dinî bir sakınca bulunmaz.
Gerçekte var olup olmadığını bilmemekle beraber her iki organ ve özelliği eşit
olarak taşıyan (hunsây-i müşkil) bir insan bulunursa onun psikolojisi, kendini
hangi cinsten gördüğü, saydığı, hissettiği esas alınır ve buna göre işlem
yapılır; yani dinî bakımdan kendisine böyle davranıldığı gibi tedavi ve ameliyat
bakımından da buna göre hareket edilir. Eğer doğuştan her iki cinsin de
belirleyici organ ve alametlerini taşımayan (bu çeşit hunsây-i müşkil) bir
insana raslanırsa ona da bir önceki maddede olduğu gibi davranılır; hissi ve
eğilimi göz önüne alınır. Günlük hayat, kılık kıyafet, tesettür, haklar ve
borçlar ... bakımından da hunsâlara yapılacak muamele, yukarıdaki maddelerde
açıklanan sonuçlara, işlemlere ve kabullenişlere göre olacaktır. Allah Teala'nın
bu gibi kullarına muamelesi, şüphesiz adalet, rahmet ve mahabbet çerçevesinde
olacaktır; yeter ki, onlar da diğer kullar gibi iradeleri dahilinde bulunan
alanda Allah'a itaat ve kulluktan ayrılmasınlar. Ayrılmaları halinde ise yine
muamele, normal olup da günah işleyen kullarınkine eşit olacaktır.
İdamlar ve Şeriat
Müslümanım deyip şeriata sövmeyi adet haline getirenler; yani laik müslümanlar
(!) veya laik müslüman geçinenler, Suudi Arabistan'da uyuşturucu kaçakçılığı
yaptılar diye boyunları kesilerek idam edilen Türkleri bahane ederek yine
şeriatı dillerine doladılar, en hafifinden "şeriat vahşettir" cümlesini tesbih
gibi çektiler ve laikliğe olan imanlarını tazeleyerek onu ölümleri pahasına
koruyacaklarına azm-ü cezm-ü kasteylediler. Konunun uzmanları tarafından tebliğ,
makale, kitap olarak yapılan yüzlerce çalışma ve açıklama "şeriatın ya dinin
bütünü yahut da ibadet, helal-haram ve dünya hayatı ile ilgili düzenlemeler
kısmı" olduğunu ortaya koyduğu halde bunu bilmezlikten gelerek şeriata; yani
dine hakaretler ettiler, ona inananları rencide etme pahasına bunu yaptılar.
Akıllarınca dine sövmemiş, hakaret etmemiş olmak için de yine "kendilerinin de
müslüman olduklarını, İslâmın ve şeriatın başka başka şeyler olduğunu, yüce
İslâma değil, vahşetten ve ilkellikten ibaret olan şeriata cephe aldıklarını"
tekrarladılar. İnsan inancı ve kanaati doğrultusunda davranır, kap içindekini
sızdırır, şeriata sövenler de kendi inançlarının gereğini yerine getiriyorlar
demektir.
Davranışlarını bu açıdan tabii gördüğümüzü ve öfkelenmediğimizi beyan ettikten
sonra değerli değil de önemli şahısların söylediklerini doğru sanarak kafası
karışması muhtemel bulunan bir kısım müslümanlar için bazı gerçekleri
açıklamakta fayda görüyoruz.
Şeriatta cezalar ikiye ayrılır: Hadler ve tazirler. Hadlerde suç da, ceza da
bellidir, vahiy ile bildirilmiştir. Tazir kısmında suçlar genel olarak bellidir,
fakat ceza takdiri ümmetin selahiyetli temsilcilerine bırakılmıştır. Bu temsilci
meclis ise tazir suçlarını ve cezalarını belirleyen, düzenleyen kanunlar çıkarır
ve bu kanunlar uygulanır. Uyuşturucu ile ilgili suçlar ve cezalar tazir kısmına
dahildir. İslâm (şeriat) devletinin temsilcileri din, ahlak, akıl ve ilmin
verilerinden faydalanarak uyuşturucu kullanımını, alım-satımını, yapımını,
kaçakçılığını ortadan kaldıracak -veya asgariye indirecek- cezaları koyarlar.
Eğer şeriata dayandığını iddia eden bir devlet bu nevi suçların cezalarını
koyarken hata etti veya aşırı gitti ise bunun vebali ve sorumluluğu o devlete
aittir; İslâma ve şeriata ait değildir. Sözün özü: İslâma göre uyuşturucu
kaçakçılığı yapanları idam etmek gerekli ve tek seçenek değildir.
Durum yukarıda açıklandığı gibi olmakla beraber herhangi bir suçtan dolayı idam
cezasının verilmesi ve uygulanmasını vahşet, insan haklarına aykırı olarak
değerlendirmek, üzerinde birleşilmiş bir değer hükmü de değildir. İdam cezası
yıllardan beri cezacılar ve siyasîler başta olmak üzere çeşitli kesimlerce
tartışılmaktadır; aleyhinde olanlar kadar lehinde görüş beyan edenler ve
uygulayanlar da mevcuttur. Katilin, zalimin, caninin hayatını korumak için insan
hakları kavramını ve ilkesini kullananlara biraz da mağdurların, mazlumların,
tecavüze uğrayanların insan hakları üzerinde düşünmelerini tavsiye ve teklif
ediyorum.
Bir de tarihi mukayese yapmama izin verilirse şunu ifade etmek isterim: Kızıl
sultan, zâlim, müstebit diye nitelenen, Cumhuriyet nesillerine bu niteliklerle
anlatılan Sultan Abdulhamid Han Osmanlı Devletini otuz yıldan fazla şeriatla
idare etmiştir. Cumhuriyet'in ilanından, çok partili yönetim dönemine kadar da
Türkiye otuz yıla yakın demokrasi ile yönetilmiştir. Eğer idam cezası vahşet ise
bu iki dönemde idam edilen insan sayısını göz önüne alarak "vahşet" sıfatını
uygun olan dönem için kullanmak gerekir.
Eğer yerme ve sövme idam cezasına değil de onun infaz şekline ait ise şeriatta
belirlenmiş ve değişmez bir idam şekli yoktur.
Uyuşturucu
Kaçakçılığının Cezası
Uyuşturucu maddeleri, tıbbi zaruretler dışında kullanmak üzere üretmek, alıp
satmak, bulundurmak hemen bütün ülkelerde yasaklanmıştır. Uyuşturucu
alışkanlığı, insanı insanlığından çıkaran, onu uyuşturucuya esir eden, bağımlı
hale getiren bir iptiladır. Bu alışkanlıkla mücadele etmek bütün insanların
başta gelen ödevleri olmalıdır. İnsanlara bu ölçüde zarar verme pahasına para
kazanmak bir insanlık suçudur. Bu suçun da kendi ağırlığına uygun bir cezası
olmalıdır. Hangi cezanın uygun olduğu ve ceza yanında ne gibi eğitici
tedbirlerin alınması gerektiği konusu yıllardır tartışılmakta, çeşitli ülkelerde
farklı cezalar ve tedbirler uygulanmaktadır.
Kur'an-ı Kerim'in nazil olduğu çağda, özellikle Arap yarımadası ve yakın
çevresinde insanlar uyuşturucuyu bilmiyorlar, keyif verici ve sarhoş edici olmak
üzere alkollü içki ve bilhassa şarap kullanıyorlardı. Kur'an ve Sünnet insanın
hayatını, sağlığını, aklını tehdit eden, bunlar için tehlike teşkil eden
nesnelerin vücuda alınmasını yasakladığı gibi malın korunmasını da emretmiş,
boş, faydasız, zararlı sarf mânâsında israfı şiddetle kınamıştır. Uyuşturucu
kullanımı da bu genel yasaklama çerçevesine girmektedir; çünkü kullanan
kimselerin akıl, ruh ve beden sağlığını bozmakta, kamu düzenine zarar vermekte,
yeni nesilleri dejenere etmekte ve malın boş yere ve zararlı sonuçlar verecek
şekilde harcanmasına sebep olmaktadır. Şu halde İslâma göre de uyuşturucu
kullanımı, alım-satımı, üretimi, bulundurulması mutlaka önlenmelidir. Önleyici
tedbir olarak eğitim başta gelmekle beraber kötü niyetli, merhametsiz, hırslı,
insanlık düşmanı üretici ve kaçakçılara da caydırıcı cezalar uygulanmalıdır.
İslâmda (şeriatta) cezalar hadler, kısas ve tazir şeklinde üç nevidir. Hadler
suç ve ceza olarak ayetler ve hadislerle belirlenmiştir; bunların içinde
uyuşturucu ile ilgili bir suç yoktur. Kısas, öldürme ve yaralama suçlarında
uygulanmaktadır. Bu iki nevi suçun dışında kalan suçlar tazir çerçevesine
girmekte, takdiri ümmetin temsilcilerine (yöneticilere, ulü'l-emre) bırakılmış
bulunmaktadır. Temsilciler meclisi konuyu görüşecek, toplu ictihad yoluyla bir
çözüm paketi getirecektir. Bunun içinde ceza da bulunacak, bu ceza ictihad
yoluyla şeriata dahil edilecektir. İctihad yoluyla şeriata dahil edilen diğer
hükümler gibi bunda da ümmetin ihtilaf etmesi, farklı cezaların teklif edilmesi
tabiidir. Bu durumda devlet başkanı ve temsilciler hangi cezaya karar
vermişlerse ülkede o ceza uygulanır ve şeriata (İslâm) uygun görülür. Bu cezanın
ölüm olması da mümkün ve caizdir.
Dindarların İktidarı
Seçimler yaklaştıkça Batılılar ve aynı çizgide düşünüp yaşayan yerliler,
dindarların iktidarını, daha yoğun ve daha hararetli bir şekilde konuşmaya
başladılar. Bu cümleden olarak bir Amerikalı uzman (Daniel Pipes) bir yazısında,
Türkiye ile İran'daki dindarlığı karşılaştırarak "İrandaki dindarlar (mollalar)
iktidara bir geldiler, bir daha da gitmiyorlar, ama Türkiye böyle değildir,
bunlar seçimle gelir ve yine seçimle giderler. ABD birinci tip dindarların
iktidara gelmemesi için mücadele etmeli, ancak ikinci tip dindarların iktidara
gelmelerini -geldikleri takdirde- kabullenmelidir" diyor.
Bundan önceki seçimlerde de ülkemizde aynı konu şu söylem çerçevesinde
tartışılmıştı: Sandıktan İslâmî yöntem çıkarsa demokrasi adına bu sonuca
katlanılacak mıdır, yoksa "demokrasi buraya kadardır, buradan ötesine yol
yoktur" denilerek müdahale mi edilecektir?
Yeniden canlandırılan bu tartışma sebebiyle, gözardı edilen bazı gerçeklere
işaret etmekte fayda görüyorum:
1. Tarihi vakıa olarak konuya baktığımızda, Hz. Peygamber (s.a.)'den sonra
meşrû, sahih İslâm iktidarının bey'at (iktidara lâyık olanı serbest irade ile
toplumun işbaşına getirmesi, ilahi iradeden sapmadıkça ona itaat sözü vermesi)
ile geldiğini, hile, baskı ve kuvvet ile düşürüldüğünü (böylece hilafetin yerine
saltanatın geçtiğini) görüyoruz. Şu halde gelmesi ve gitmesi için zora, kuvvete
ihtiyaç gösteren sahih islâmî iktidar değildir, diğerleridir.
2. İktidara gelip bir daha gitmeyen "dindarlar" için İran örneğinin seçilmesi
dünyaya şaşı bakmanın tabii bir sonucudur; çünkü pek çok İslâm ülkesinde şeriat
yönetimini temsil ettiklerini söyleyen totaliter iktidar sahipleri (krallar,
liderler, partiler...) yıllardan beri ülkelerini demir yumrukla yönetiyorlar ve
gitmeye de hiç niyetleri yoktur. Bunların örnek olarak zikredilmemesi, Avrupa ve
Amerika'nın kurduğu, yürüttüğü, çıkar dengelerini lehlerine işlettiği sözde yeni
dünya düzenine uyum göstermeleri, onunla ters düşmemeleri olsa gerektir. Böyle
olmasa, ölçü "iktidara bir gelince bir daha gitmemek" olsa önce bunların
zikredilmesi gerekirdi.
3. İktidarın değişmesini partiler ve kişilerin değişmesi olarak değil de farklı
ideolojilere dayalı sistemlerin, düzenlerin değişmesi olarak düşünürsek
bunlardan birinin, iktidarı şöyle yahut böyle bir yoldan bir kere ele geçirince,
her imkânı kullanarak -düzen değişikliği mânâsında- iktidar değişikliğine engel
olduklarını, halkın kahir ekseriyeti istese bile böyle bir değişikliğe rıza
göstermediklerini ve bu mânâda "bir gelince bir daha gitmediklerini" görürüz. Bu
tutum demokrasiye, insan haklarına, hukuk devleti ilkesine... sığıyor da neden
bir başka düzenin aynı tutumu benimsemesi ihtimali dünyanın sonu gibi takdim
ediliyor? Burada bir çelişki, hatta çelişkinin de ötesinde antidemokratik bir
baskı kendini göstermiyor mu?
4. Türkiye'de sahih ve kâmil İslâm'ın yakın bir tarihte ve bir adımda iktidara
gelemiyeceğini bilmeyenler çocuklar ile çocuk akıllı büyükler olsa gerektir.
İslâmın iktidar olması uzun ve ince bir yoldur ve ancak tabandan tavana bir
yöntemle gerçekleşebilir. Mevcut tezahürler ve örnekler yakıştırma yahut
iddiadır yahut da bir kapı, bir adımdır.
İnsanoğlunun zaaflarından biri de başkalarını kandırıyorum zannederek kendisini
kandırması olsa gerektir.
Grevin Suçlusu
Kapitalist, demokrat ekonomi ve siyaset düzeninde grev bir hak arama ve alma
aracı olarak öngörülmüştür, ancak toplum yalnızca işçi ve işverenlerden ibaret
olmadığı, millî servette tüyü bitmemiş yetimlerin bile hakları bulunduğu için bu
hak arama aracının kötüye kullanılmaması, amacını aşmaması için tedbirler
alınması, ek ve bağlı kurum ve kurallar ile dengelenmesi şarttır. Bu şartın
yeterli bir şekilde yerine getirildiğini söylemek mümkün değildir.
Grevler amacını aşmakta, güce dayanarak siyaseti yönlendirmeye alet edilmekte,
kimin ne kadar, neyi hakettiği konusunda tarafsız hüküm ve çözüm kurumları
oluşmamış bulunmakta, millî servetin büyük ölçülerde zarar görmesine sebep
olmaktadır. Bu düzen işçinin ve işverenin haklarını adil ölçülere göre
belirlemekte ve tarafların haklarını, başkalarına zarar vermeden almasını
sağlamakta başarılı olamamıştır.
Bizde şu günlerde cereyan eden grev hareketinin sebebi ve suçlusunu ararken iki
amilin öne çıktığını gördüm: Faiz ve israf.
İşçi temsilcileri ısrarla "Biz zam istemiyoruz, dolara, marka veya paranın bir
yıl önceki satın alma gücüne göre önceden aldığımızı istiyoruz" diyor ve haklı
gibi görünüyorlar. Haklılıkları ülkemizde ve dünyada "İslâma evet,
köktendinciliğe, şeriata ve şeriatçılığa hayır" diyenler bu üç mânâdan hangisini
kastediyor, hangi inanç, tavır ve yaklaşıma karşı çıkıyorlar belli değil!
İslâm dünyasında yalnızca Kur'an-ı Kerim'le yetinen, Arapça bilsin bilmesin her
müslümanın Kur'an'dan anladığı ile dinî hayatını yaşayıp düzenleyebileceğini
iddia eden, Kur'an'ı anlamada lafzı, sözün lugat mânâsını esas alan, mümkün
olduğu kadar tevilden uzak duran ve modernizme karşı çıkan müslümanlar vardır.
Ülkelerinde dinî (dine dayanan) bir düzen kurmak üzere gerektiğinde teröre
başvuran müslümanlar da vardır.
Bunlardan ayrı olarak Kur'an-ı Kerim'in belli ilimleri tahsil edenlerce
anlaşılabileceğini, gerektiğinde tevile gidileceğini, dini anlama ve uygulamada
Sünnet kaynağının da vazgeçilmez olduğunu söyleyen; bu kaynaklara göre doğru
anlaşılmış bulunan İslâmı hayatın her alanına hakim kılmak üzere -dinin ve
hukukun dışına çıkmadan ve teröre başvurmadan- gayret eden müslümanlar da vardır
ve bu sonuncular diğer iki guruba nisbetle daha büyük bir kitleyi temsil
etmektedirler.
Teröristler istisna edildiği takdirde diğer iki gurup kökten dincilerin inanç ve
davranışlarını düşünce, din ve vicdan hürriyeti alanının dışına çıkarmak, böyle
inanan ve davrananların temel hak ve hürriyetlerden yararlanamıyacağını ileri
sürmek için tabiî hukukun, insan haklarının ve bütün insanlığın üzerinde
birleştiği hukuk ilkelerinin dışına çıkmak gerekir. Ayrım gözetmeden
köktendincileri mahkûm edenler, onlara düşünce ve vicdan hürriyeti tanımayanlar,
hatta köktendinciliği komünizmden sonra hür ve demokrat dünyayı tehdit eden bir
tehlike olarak lanse edenler işte böyle bir çelişki içindedirler.
Köktendinciliğe karşı çıkan Batı'nın içine düştüğü bir başka çelişki daha var:
Dini ferdî ve sosyal hayata hakim kılmak isteyen, hatta bunu yaptığını, şeriat
devleti kurduğunu iddia eden ülkeler Batı'nın siyasî ve ekonomik menfaatlerine
ters düşmüyor; patron ülkelerin kurduğu dünya düzeni içinde kendilerine verilen
rolü oynuyorlarsa (teslimiyeti, verilenle yetinmeyi, arslan payını Batılı
patronların almalarına göz yummayı becerebiliyorlarsa) onların köktendinciliği
bir tehlike olarak görülmüyor ve gösterilmiyor, tam tersine korunuyorlar. Eğer
bir ülke, hayatının bütününe hakim kıldığı İslâmın talimatı gereği değerlerini
korumaya, İslâmın ve müslümanların izzetini kurtarmaya, kendi sistemini rakip
bir model olarak dünyaya sunmaya kalkışırsa bunların kökten dinciliği hür
dünyaya karşı bir tehlike olarak ilan ediliyor; birinci tip ülkeler krallıkla ve
istibdad ile yönetilse, ikinci tip ülkeler ise halkın iradesine dayansa, insan
hak ve hürriyetlerine riayet etse de bu tavır değişmiyor.
Eğer bu tesbitler doğru ise İslâm dünyası yeni bir oyun karşısında demektir;
köktendincilere -teröre göre ayrım yapmaksızın- karşı çıkanların maksadı üzüm
yemek değil, bağcıyı ve bekçiyi döğmektir, köktendinciliği bahane ederek
kurdukları soygun ve sömürü düzenini sürdürmek, buna engel olması muhtemel olan
oluşumları ortadan kaldırmaktır. Bu maksat bu kadar açık gözüktüğüne göre hiç
olmazsa müslümanlar oyuna gelmemeli, Batı'nın icad edip İslâm ülkelerine ihraç
ettiği kavram kargaşasına kapılarak birbirlerine düşmemelidirler.
Meşveret Usulü Olsaydı
İslâmın ana kaynakları ve tarihi tecrübeden çıkarılmış bulunan islâmî yönetim
şeklinin temel özelliklerinden biri, meşveret (danışma) olduğu için yönetim
şekli de bu kelime ile ifade edilir olmuştur.
Kur'an-ı Kerim'de Hz. Peygamber'e (s.a.) "onlara danış" (3/159) emri verildiği
gibi müminlerin vasıfları ve özellikleri sayılırken "işlerini danışma ile
yürütürler" (42/38) buyurulmuş, ana-babanın çocuklarını sütten kesmeye karar
vermelerini bile aralarında danışmadan sonra yapmaları gerektiğine işaret
edilmiştir (2/233). Buna rağmen Raşid Halifeler devrinden sonra yönetimde
meşveretin ihtiyarî hale getirilmesini ve fiilen çok kere ihmal edilmesini bir
siyasî ve ahlâkî sapma olarak değerlendiriyoruz.
İslâm esas teşkilatında ve siyaset teorisinde yeri vazgeçilmez ve ilke değerinde
olan danışmaya ümmetin en uygun usûl ile seçtiği veya ilmi, ahlâkî ve
güvenilirliği sebebiyle tabii seçimle ortaya çıkmış kişilerle yahut da bunların
karması ile yapılacaktır.
Başkan ve yöneticiler, hepsi islâmî çerçevede farklı projeleri olan guruplar
(özel mânâda partiler de denebilir) arasından seçilebilirse de şura üyelerinin
gurubu, partisi olmaz; onlar ümmetin iradesinde tecelli eden ilahi iradeyi
temsil ederler, yasama ve denetleme görevini islâmî ilke ve kurallara göre
yürütürler.
Yöneticiler başkana, başkan şûra meclisine, meclis ümmete, ümmet de Allah'a
karşı sorumludur. İslâm hiçbir insanı belli bir dini edinmeye veya edinmemeye
zorlamadığı, İslâm ümmeti içinde gayr-i müslimlerin (dinli dinsiz insanların)
bulunmasına izin verdiği, bunlara da temel insan hak ve hürriyetlerini tanıdığı
için mecliste temsilcileri bulunmak suretiyle veya başka bir şekilde onlar da
kendilerini temsil imkanı bulurlar. Farklı inanç ve ideoloji mensupları ile eşit
şartlarda siyasî uzlaşma ve mukaveleye dayanan sistem, geçiş dönemi için söz
konusudur. Medine vesikasının kurduğu sistemde Allah Resulü ve müminler duruma
hakimdirler. Sistemde İslâmın ve müslümanların hakim olmaları şartının
gerekçesi, insan hak ve hürriyetlerini korumanın başka bir hakimiyet altında
gerçekleşemiyeceği inancı ve vakıasıdır.
Eğer dünyanın herhangi bir yerinde yönetim bu esaslara göre kurulmuş ve
işletilir olsaydı mesela özelleştirme konusu nasıl ele alınır ve çözümlenirdi?
Cevap: Devlet kamuya ait bir malı veya işletmeyi başka çıkış yolu bulunmayan bir
sıkıntıya düşmedikçe satamazdı. İslâm hukukçuları bu konuyu tasvir ederken
"Allah korusun, devlet bir sıkıntıya düşse de..." cümlesiyle söze
başlamışlardır. Sattığı takdirde de en azından râyiç değerine veya bazı
ictihadlara göre iki katına satabilirdi. İktisadî teşebbüsleri devletin bizzat
işletmesinde sakıncalar bulunduğu ve bunun kamu yararına olmadığı şuraca tesbit
edilmesi halinde öncelikle bunlar elden çıkarılmadan işletmesinin özel kesime
devri düşünülür, mesela kâr ve zararda ortaklık esasına göre devredilirdi. Son
olarak tamamen devri en uygun çözüm olarak görülüyorsa bu da yapılabilirdi.
Ancak millet; tarafsız, ehliyetli, ahlaklı şura üyelerinin denetim ve
danışmanlığında yapılacağı için bütün bu tasarrufların, ümmetin menfaatine ve
Allah'ın rızasına uygun olduğundan emin olurdu.
Olur muydu, olabilir miydi? Eğer din istismar edilmiyor, çirkin, defolu
vücutları örtmek için bir elbise olarak kullanılmıyor da vücuda hayat veren ruh
oluyorsa -ki böyle olması gerekir- bu işler mutlaka böyle olur, böyle biterdi.
Halkın Sorumluluğu
İslâmda kamu görevi onu isteyene değil, layık olana, layık olduğu için istenene
(talib olana değil, matlûb olana) verilir. Uzun zamandan beri bu kaideye riayet
edilmemiş, insanlar belli görevlerin ve makamların peşine düşmüş, buralara
gelebilmek için her çareye başvurmuş, sonunda emellerine nail olmuşlardır. Bir
makamı ısrarla isteyenler -çoğu kez- bunu kendi menfaatleri için isterler,
menfaatleri devam ettiği müddetçe de burada kalmayı arzu ederler ve bunun için
ne yapmak, nasıl davranmak gerekirse öyle yapar, öyle davranırlar. Kamu görevi
aslında kamunun menfaati için öngörülmüştür, ancak kamu menfaati ile özel
menfaatler sık sık çatışır, görevli kamunun tarafını tutarsa makamını kaybeder;
çünkü kamu (halk) bizimki ve benzeri ülkelerde uykudadır, menfaatine ve bunu
koruyana sahip çıkmaz. Özel menfaat sahibi ise çıkarının peşindedir, bunun için
meşrûiyyet şartını da aramayabilir.
Kamu görevlerinin başında iktidar vardır. İktidarı temsil eden makamlara
(bakanlıklar, milletvekilleri, üst düzey bürokrasi) layık olanlar aranıp
bulunacak yerde buralara gelmek için çırpınanlar getirilirse balık baştan
kokmaya başlar. İşte bu kokuşmayı önlemek için işin en önemlisi, halka
(yönetilenlere) düşmektedir. Halk önce işe ve iktidara, bunu ısrarla isteyeni,
bunun için her düzenbazlığı yapanları değil, layık olanları bulup getirmelidir.
Bunlar genellikle müstağni oldukları, bu makamların sorumluluğundan çekindikleri
için kabul etmek istemezler. Halk bilhassa böylelerinin peşine düşmeli, rica ve
minnet ile onları işbaşına getirmelidirler. Sistem böyle kurulduğunda eğer
yanlışlıkla bir makama layık olmayan biri gelmiş ise yine halkın, denetimiyle
bunu tesbit etmek ve gerekli tepkiyi göstererek onu o makamdan uzaklaştırmak
sorumluluğu vardır.
Batı'da vatandaşlar, kamu görevlilerine -siyasîler, siyasî makamları işgal
edenler de buna dahildir- efendi diye değil, kamu görevlisi, hizmetlisi gözüyle
bakarlar, devamlı denetleme mekanizmaları kurmuşlardır; denetlerler, aksaklık
gördüklerinde derhal tepki gösterirler, "sen benim verdiğim vergi ile
geçiniyorsun, benim (kamunun) menfaatini korumak, ona hizmet etmekle yükümlüsün"
derler, görevli aksaklığı devam ettirirse mekanizmayı işletir ve onu alaşağı
ederler. İktidarı temsil edenler için de durum aynıdır. Muhalif, muvafık bütün
vatandaşlar iktidardan hesap sorar, bir dahaki seçimde hizmete ve halkın
menfaatine göre oy verirler.
Türkiye'de demokrasi uygulanıyor ama saltanat geleneği de tamamen silinmiş
olmadığından seçimle ve tayinle işbaşına gelenlere "velinimet, efendi, bey,
paşa" gözüyle bakılıyor, hizmetleri bir lütuf gibi kabul ediliyor, verdikleri
şükranla alınıyor, vermedikleri karşısında boyun bükülüyor. Siyaset partilerle
yapılıyor, parti menfaati kamu menfaatinin önünde tutuluyor, bunu istismar eden
siyasîler "parti için" diyerek kendi çıkarlarını koruyor ve kolluyorlar, partili
vatandaşlar da "partizanlık psikozu içinde" aka kara, karaya ak diyor, kendi
menfaatleri için sorumluluklarını yerine getirmiyor, ilgilileri denetlemiyor ve
hesap soramıyorlar.
Bu düzen değişmedikçe halkın imkanları ve hazinesi özel menfaat ve ilişki
sahiplerine peşkeş çekilecek, kamu görevi makamları padişahlık tahtı gibi
kullanılacak (bakan, genel müdür, müsteşar, memur... padişah, halk ise teb'ası
gibi olacak) makamlar özel ilişki ve menfaatlere göre alınıp satılacak,
görevliler buna göre değiştirilecek... sonunda ezilen ve kaybeden halk
olacaktır. Bu durum karşısında içimden hem acıyor, hem de "oh olsun!" diyesim
geliyor. Niçin mi? Akıl, irade ve sorumluluk sahibi olarak yaratılmış olan
insanların bu imkanlarını kullanmak yerine koyun olmayı, güdülmeyi, itilip
kakılmayı ve bundan bir nevi zevk almayı tercih ettikleri için...
Ey halkım! Silkin ve kendine gel, sana imdat ancak senden gelir. Allah muhtaç
olduğun kudreti sana vermiştir, onu kullan, maddi ve manevi menfaatine sahip
çık, aldanma, suret-i haktan görünenlere kanma. Kişinin aynası işidir; ahlaka,
işe ve esere bak, buna göre değerlendir, değerliyi tut, değersizi at; at ki
kurtulasın, kocakarılar gibi ağlamak fayda vermez, silkin ve kendine gel!
Şeriat mı, İnsan
Hakları mı?
Gündemdeki tartışmalardan biri de "din-siyaset" ilişkisidir. Bu tartışmaya
katılan taraflardan biri; yani "din siyasete karıştığı, iktidara talip olduğu
takdirde demokrasi ve insan hakları tehlikeye girer; çünkü dine dayalı yönetimin
(şeriatın, şeriata bağlı siyasetin) bulunduğu yerde demokrasi ve insan hakları
bulunamaz" diyenler bizce iki guruba ayrılmaktadır: a) Samimi olup şeriat-İslâm
ilişkisi ve bu ikisinin insan haklarına bakışı konusunda bilgi eksikliği
bulunanlar. b) Gerçeği bildikleri halde demokrasi ve insan hakları çağımızın
yükselen değerleri arasında bulunduğu için bundan yararlanarak İslâma karşı
cephe oluşturmak veya mevcut cepheyi güçlendirmek isteyenler. Biz bu yazıda
samimi, fakat bilgisi eksik olduğu için İslâmî yönetimden korkanları muhatap
olarak almak, onlara şeriat ile insan hakları arasındaki ilişki konusunda bazı
bilgiler sunmak istiyoruz.
Şeriat islâmî kaynaklarda iki mânâda kullanılmıştır: a) Din ve millet kelimeleri
gibi bir bakış açısından İslâmı (dini) ifade etmek için; bu mânâda din, İslâm,
şeriat, millet aynı mahiyetin farklı isimleridir. b) Dinin ibadet ve hayat
düzeni ile ilgili kısmını ifade etmek için bu mânâda şeriat, İslâmın bütünü
değil, bir parçasıdır.
İslâmın bilhassa toplum düzeni (siyaset, hukuk, iktisad alanları ki, buna
"muamelat" denilmektedir) ile ilgili bağlayıcı nasları (ayetler ve hadisler)
oldukça sınırlıdır. İslâmî ilimler arasında bulunan Fıkıh ilmi kitaplarının
ihtiva ettiği muamelat hükümleri; yani şeriat kanunları veya bu kanunlara kaynak
olan ifadelerin azı bu naslara, çoğu ise müctehidlerin yorumlarına ve
görüşlerine (ictihadlarına) dayanmaktadır. Nasların belli bir örfe ve adete,
geçici bir maslahata (faydaya) dayandırılmış olanları, örfün ve maslahatın
değişmesi bile değişir. Mesela kaza yoluyla öldürme olayında mağdurun ailesine
ödenecek tazminatın miktarı ile sorumluları, iktisadî ve sosyal gelişmelere,
değişmelere paralel olarak değiştirilmiştir. Nasların zaman ve mekân
boyutlarında evrensel olanları da, fert veya toplumda hasıl olan bir arızadan
dolayı uygulanamaz veya uygulandığı takdirde dayanılamaz; zararlı, güç durumlar
ortaya çıkarsa (zaruret halinde) askıya alınır, normal hal avdet edinceye kadar
uygulanmaz. İctihadla, yorumla ortaya konmuş hükümlere gelince bunlar, ehliyetli
alimler tarafından, usulüne uygun olarak yapılacak yeni ictihadlarla değişmeye
daima açıktır. Şu halde adına şeriat denilen dinî kanunlar bütününün donmuş,
değişmez, belli bir çağın şartlarını yeni çağlara taşıyan, uygulanamaz...
hükümler olduğunu söylemenin ilmî tutarlığı yoktur.
İnsan haklarını hukukî bir kavram, felsefî bir düşünce olarak değil de bir olgu,
bir fenomen olarak aldığımızda, onsekizinci asırdan günümüze kadar dünyamızda
insan haklarından değil, güçlülerin, sesini duyurabilenlerin, dayatabilenlerin
haklarından bahsetmek daha uygun olacaktır. İnsan haklarına ait kapsamlı
metinlerin ortaya konmasından önceki tarihe baktığımızda ise Hz. Peygamber'in
veda hutbesinde, Medine Site Devleti Anayasasında (Medine Vesikasında) ve
bunlara kaynaklık eden Kur'an ayetlerinde ortaya konmuş bulunan insan hakları
kavramının ve uygulamasının bir benzerine başka toplumlarda raslâmak mümkün
değildir.
Kavram ve düşünce bakımlarından insan haklarını ikiye ayırmak gerekir: a) Statü
hakları, insan olmaya bağlı olan, insan olan her varlığın sahip olduğu haklar.
b) Kesbe bağlı, emekle, bilgi ve beceriyle, ehliyetle elde edilen haklar. Bu iki
hak gurubunun kâmil mânâsıyle İslâm'da (şeriatta) bulunduğunu söylemek, hem
insan hakları, hem de şeriatın ne demek olduğunu bilenler için hiç de zor
değildir. Tartışılan daha ziyade din, düşünce ve ifade hürriyeti olduğu için
İslâmda bu hakların varlık ve konumuna kısaca temas etmek gerekecektir. Bilmeyen
ve bilmediği için korkanların ifadelerine göre şeriatla yönetilen bir ülkede,
müslüman olmayan, müslümanca düşünmeyen ve konuşmayanlara söz ve hayat hakkı
yoktur. Bu ifade ve inancın delili ise ikidir: 1. Tarihte görülen din savaşları,
din adına yapılan zulümler ve baskılar. 2. Günümüzde İslâmı (şeriatı)
uyguladığını söyleyen bazı ülkelerde görülen zulümler ve baskılar. Bu iki
görüntü de kısmen ve bir bakış açısına göre doğru olmakla beraber bunları
İslâmla, şeriatla aynılaştırmak yanlıştır. Tarihte en büyük savaşlar, insan
kıyımları dine değil, siyasete ve din dışı ideolojilere dayalı savaşlar ve
kıyımlardır. Mesela birinci ve ikinci dünya savaşlarının sebebi din değildir.
Stalin döneminde katledilen 40-60 milyon insanın kıyım sebebi de din değildir.
İslâm tarihinde görülen din savaşlarının da örtülü olmayan sebepleri din
değildir din siyasete alet edilmiştir.
Günümüzde kurulu bir dünya düzeni vardır. Bu düzeni kuranlar, tarihte dini
siyasete alet edenler gibi çağın dini olan demokrasiyi ve insan haklarını
siyasetlerine alet ederek dünyanın bir bölümünü sömürmektedirler. Sömürülen
ülkelerin çoğu İslâm ülkeleridir. Düzeni bozacak, sömürüyü durduracak,
haksızlıklara hayır diyecek, insan haklarını ve ictimaî adaleti gerçek
boyutlarıyle ortaya koyacak olan tek sistem İslâmdır.
Onun, dünyanın bir yerinde gerçek mahiyeti ve yüzü ile yaşanması ve görülmesi
demek, oyunun bozulması demektir. Bu sömürü oyununu kuran, dünya düzeninin
patronları bu sebeple İslâmın güzel yüzünü çirkin göstermek, islâmî oluşumları
dejenere etmek durumundadırlar. İşte bu yüzden yer altında filizlenen, şiddeti
kendilerine göre zaruri bir yöntem olarak görüp uygulayan gurupların şurada
burada meydana getirdikleri islâmî uygulamalarla kendilerini tepkisel olmaktan
kurtaramıyorlar. Baskı altında, hiddet ve şiddet içinde ortaya konan örnekler
her adımında hikmet ve adalet bulunması gereken islâmı kâmil mânâda temsil
etmekten uzak kalıyorlar. Bu da düzencilerin ekmeğine tereyağı gibi geliyor,
sürüp sürüp insanlara yediriyorlar.
Gerçek şeriatın yürürlükte olduğu bir ülkede her inanç ve düşünce sahibi -genel
ahlak, kamu düzeni, sağlık, güvenlik gibi sebeplere dayalı ve her sistemde
bulunan kısıtlamalar dışında- bir kısıtlamaya tabi olmaksızın inancını yaşama,
ifade etme, öğretme ve örgütleme hakkına ve hürriyetine sahiptir. Metinler bunu
söylüyor, örnek uygulamalar da bunu teyit ediyor. Aksini iddia edenlerle
detayları tartışmaya hazırız. Şimdi modern demokrasilere düşen, İslâmı ve
şeriatı karalamadan önce, onda olduğu ölçüde insan haklarını hayata geçirmektir.
İnsan Hakları ve Terör
İnsana hak veren, insanı hakka ehil kılan ne insanın kendisidir, ne de kendisi
gibi olan bir başka insandır; hakkı takdir eden ve veren, insanı yoktan var
eden, bir hikmete bağlı olarak vücuda getirendir; yani Allah'tır. Varlık
tesadüfen, kendi başına vücut bulmadığı gibi insan da kendiliğinden hak sahibi
olamaz. Olursa her hak sahibi, hakkı belirleyen bir tanrı olur ve diğer
insanların kendine kul olmalarını ister, "başkası cehennemdir" der ve kendinden
başkasını düşünmez. Çağımızda bireysel hak ve özgürlük anlayışı insanları
egoizme, yalnızlığa ve hiçliğe itmiş, bütün değerleri yiyip bitirmiştir.
İnsanlar ödevlerinden, görevlerinden bahsetmez olmuş, herkes kendisi için uygun
bulduğu hak peşine düşmüştür. İnsanların bu kaostan kurtulmaları tevhide, bir
Allah'ın kulluğuna dönmelerine bağlıdır. Yalnızca bir Allah'a kul olan t oplum
içinde kula kulluk olmaz, kula kulluğun olmadığı yerde zulüm yaşama zemini
bulamaz, herkes hakkını alır, bu hakkı kendisine veren Allah'a kulluk eder, yani
haklarını vazifesi için kullanır. Gayeyi ve vazifeyi haktan önce düşünen
insanlar, almada değil, vermede yarışırlar; böyle insanların oluşturduğu bir
toplum fazilet ve saadet toplumudur. İşte İslâm insanları bu hak ve vazife
anlayışına davet etmektedir.
Terör, meşrû olmayan bir amaca, meşrû olmayan şiddeti kullanarak ulaşma
eylemidir. Burada "meşrû olmanın ölçüsü" dindir, şeriattır, ilahi/tabii
hukuktur. Bu tanıma ve ölçüye göre terör günahtır, ayıptır, suçtur; herkesin ona
karşı çıkması ve onu lanetlemesi gerekir. Misal vermek gerekirse yahudiler, önce
İngilizlerin sonra da Amerika'nın himaye ve yardımı ile müslüman Filistin
topraklarını gasbetmiş, şiddet kullanarak insanları yurdundan etmiş, tüyler
ürpertecek işkenceler yapmışlardır ve bu eylemlerine dünyanın gözü önünde devam
etmektedirler. Kendileri için uzun vadede bile olsa tehlike gördükleri her
oluşumu ortadan kaldırmakta, bunun için -her ölçüye göre- meşrû olmayan yolları
ve yöntemleri kullanmaktadırlar. Filistin halkına zorla kabul ettirmeye
çalıştıkları barış ve antlaşma da maskeli ve katmerli bir zulümdür. İşte bütün
bu eylemler terördür, bunları yapanlar da teröristtir. Öte yandan Filistinli
mücahitlerin eylemleri terör değil, cihaddır; çünkü onlar canlarını, dinlerini,
mallarını, nesillerini, ruh ve akıl sağlıklarını korumak ve savunmak için eylem
yapmaktadırlar; yerine bir başkasını koymaları mümkün olmayan eylemler
yapmaktadırlar, yaptıkları meşrû müdafaadır ve meşrû müdafaa bütün hukuklara
göre insan hakkıdır.
Yeryüzünden zulüm kalkıncaya kadar, adalet yaygınlaşıp insanlar kula (veya
nefislerine) kul olmaktan kurtuluncaya kadar herkesin elinden gelen gayreti
sarfetmesi cihaddır, ibadettir; ne mutlu bu cihada katılanlara, tevhid ve cennet
topluluğuna!
Evlilik ve Aile
Hz. Peygamber'in Aileye Verdiği
Önem
İnsan için cemiyet, cemiyet için de aile ne kadar önemli ise Hak Din'in ve son
ve en kâmil tebliğcisi ve uygulayıcısı Fahr-i Kâinat (s.a.) Efendimiz de aileye
o kadar önem ve değer vermiştir. Çünkü O'nun tebliğ ve tatbik ettiği dinin
vâzı'ı ile kâinatın yaratıcısı birdir; Vahid, Ehad, Hakîm ve Alîm olan Allah'ın
iki eseri (din ve insan) arasında çelişkinin bulunmaması, birinin diğerine
elbise ile vücut gibi uyması tabiidir.
Resul-i Ekrem'in örnek uygulamasında kemaliyle tecelli eden İslâm'ın, aileye
verdiği yer ve önem şu tedbirler ve talimat tablosunda açıkça görülmektedir:
1. Allah Teala'nın insanlığa örnek olarak sunduğu sevgili Resulü bizzat
evlenmiş, aile kurmuş; baba, dede, eş, kayınpeder, enişte gibi aileye bağlı
sıfatlarla örnek davranışlar ortaya koymuştur. İlk evliliğini yirmi beş yaşında
iken, kendisinden onbeş yaş büyük ve dul olan bir hanımla (Hatice annemizle)
yapmış, elli yaşına varıncaya kadar bütün gençliğini bu tek hanımıyla yaşamış,
çevresinde yaygın bir adet olmasına rağmen ikinci bir eş edinmemiştir. Neslini
devam ettiren çocuklarının da annesi olan sevgili eşi vefat ettikten sonra
yaşlı, genç birden fazla hanımla evlenmiş ve geride kalan onüç yılını bu
hanımlarına manevi zenginlik ve mutluluk bahşederek geçirmiştir. O'nun
gençliğini yaşlı, dul ve tek hanımla geçirmesi evlilikte cinselliğin önüne geçen
amaçların bulunduğunu ve gerektiren ciddi bir sebep bulunmadıkça ailenin tek
hanımla kurulacağını göstermektedir. Daha sonraki eşlerini edinmesinde her
birine ait siyasî, ictimai, ahlâkî, dinî sebepler ve hikmetler vardır. Ayrıca
ümmetinde birden fazla hanımla evlenme bir sosyal vakıa olacağından bunlarla,
Allah'a kulluk çerçevesinde bir aile hayatı yaşamanın eşi bulunmaz örneği
verilmiştir...
2. Evlenmeyi teşvik etmiş, Allah'a daha fazla ve daha iyi kulluk edebilmek için
evlenmeyi, aile hayatını terketmek isteyenleri bundan vazgeçirmiştir. Sahabeden
üç kişi Resulullah'ın eşlerinden birine O'nun günlük ibadet hayatını sormuşlar,
durumu öğrenince kendi ibadetlerini az bulmuşlar ve o andan itibaren kendilerini
ibadete vermeyi kararlaştırarak; birisi gece sabahlara kadar namaz kılmaya,
ikincisi her gün oruç tutmaya, üçüncüsü de aile hayatı ile ilgisini kesmeye
azmetmişlerdi. Hz. Peygamber yaptıklarını öğrenince yanlarına geldi ve şöyle
buyurdu: "Yemin ederim ki ben hepinizden daha fazla Allah'tan korkar ve O'nun
koyduğu sınırlara riayet ederim, fakat (aynı zamanda) nafile oruç tuttuğum da
olur, tutmadığım da, gece namaz da kılarım uyku da uyurum, kadınlarla da evlenir
aile hayatı yaşarım; imdi kim benim yolumdan ayrılırsa benden değildir." (Buhari,
Nikâh, 1). O gençlere hitaben şöyle buyuruyor: "İmkân bulanlarınız evlensin;
çünkü gözü ve iffeti en iyi koruyan evliliktir..." (Buhari, Nikâh, 2-3.)
Resulullah'ın talimatından çıkan sonuca göre imkanı müsait ve evlilik hukukuna
riayet edebilecek olan kimselerin evlenmeleri gereklidir.
3. Evlenmeyi kolaylaştırmış, şeklini, şartlarını ve maddi külfetini asgariye
indirmiştir. Şahitler huzurunda yapılmak veya vekillerinin yahut da velilerinin
bir araya gelerek irade beyanında bulunmaları (seninle evlendim, seni eş olarak
kabul ediyorum gibi örf ve adete uygun bir ifadede bulunmaları) evliliğin
oluşması için yeterlidir. Erkeğin kadına vereceği veya borçlanacağı mal (mehir)
sembolik düzeyde olabilmektedir. Akit esnasında mehrin zikredilmemiş olması
akdin sıhhatine mani değildir.
4. Evlenmek, aile kurmak isteyip de maddi, manevi engeller yüzünden bunu
gerçekleştiremiyenlere yardımcı olmuş, evlenmelerini sağlamıştır. Kendileri bir
gün ashabı ile birlikte bulunurken bir kadın yanına gelmiş ve mehirsiz olarak
O'nunla evlenmek istediğini bildirmişti. Peygamberimiz (s.a.) kadına baktı,
sonra tekrar başını önüne eğdi, kadın O'nun, evlenme konusunda bir hükme
varmadığını görünce bir kenara oturdu. Sahabeden biri ayağa kalkarak "Ya
Rasûlallah! Eğer siz onunla evlenmek istemiyorsanız benimle evlendirin" dedi.
Efendimiz -adama- kadına verecek birşeyinin olup olmadığını sordu, olumsuz cevap
alınca da "Git bir ailene bak, belki birşeyler bulursun"dedi, adam gitti ve eli
boş döndü. Resulullah "Bak, demirden bir halka da olsa olur" dedi, adam gidip
aradı yine eli boş döndü ve "Demirden bir halka yüzüğüm de yok, yalnızca
üzerimdeki alt giysim (izarım) var" dedi (adamcağızın üst giysisi bile yoktu).
Efendimiz "Alt giysini nasıl vereceksin; sen giysen o giyemez, o giyse sen
çıplak kalırsın" dedi, adam yerine geçip oturdu, aradan uzunca bir süre geçince
de ümidini keserek kalkıp gitmeye yöneldi. Peygamberimiz onu geri çağırtarak
Kur'an-ı Kerim'den ezbere bildiği kısımların olup olmadığını sordu, birkaç
sureyi ezbere bildiğini öğrenince de şöyle buyurdu:
"Haydi al da git, bildiğin surelere karşı bunu sana veriyorum" (Buhari, Nikah,
14).
O'nun ve eşlerinin büyütüp yetiştirerek, cariye ise azad ederek, engeli varsa
yardımcı olarak evlendirdiği birçok erkek ve kadın olmuştur.
5. Ailede eşlerin amaca uygun olarak seçilmesi çok önemlidir. İnsanların eş
seçiminde kullandıkları ölçüler farklıdır ve çoğu kez geçici hevesler ve
zevklerin etkisi sözkonusudur. Bu sebeple Resulullah (s.a.) Efendimiz ümmetini
eş seçimi konusunda uyarmış ve sağlam ölçüler getirmiştir. Bir hadiste şöyle
buyurmuştur: "Kadın dört özelliğinden dolayı seçilir: Malı, soyu sopu, güzelliği
ve dindarlığı; evlilikten hayır görmen için eşin dindarını seç!" (Buhari, Nikah,
15)
Ashabı ile beraberken yanlarından bir adam geçti. Efendimiz "Bu adam hakkında ne
dersiniz?" diye sordu, "Bu kişi bir kızı isterse verilir, bir iş için aracı
olursa geri çevrilmez, konuşursa dinlenir" dediler. Bir müddet sükut ettiler,
sonra müslümanların yoksullarından biri geçti, Efendimiz "Bu adam hakkında ne
dersiniz" diye sorunca sahabe: "Bu adam birinden kız istese vermezler, bir iş
için aracı olup ricada bulunsa geri çevirirler, konuşsa dinlemezler." cevabını
vmerdiler. Peygamberimiz "Bu fakir, öbür zengin gibi dünya dolusu insandan daha
hayırlıdır." buyurdular. (Buhari, aynı yer).
Zengin ve güzel bir dul kadınla evlenmek istediğini söyleyerek fikrini soran bir
sahabiye kadının doğurgan olup olmadığını sormuş, çocuğu olmadığı cevabını
alınca "çocuğu olanı tercih et" buyurmuştur.
Peygamberimizin bu değerlendirmelerine göre eş seçiminde öncelik dindarlık ve
ahlaka verilecek, diğer iyi ve güzel vasıflar önem bakımından ikinci sırada
tutulacaktır.
6. İstikrarlı, huzurlu, verimli bir aile hayatı için gerekli bulunan hukukî ve
ahlâkî düzenlemeleri ilahi irşad doğrultusunda yapmış, aile hayatının değişime
açık yönlerini örf, adet ve gelişmelere bırakmıştır. Kitab ve sünnetten
hareketle ortaya konmuş bulunan İslâm aile hukuku (münâkehât, mufâraqât)
ciltlere sığmayacak zenginliktedir. Ailede roller, yardımlaşma, nafakanın
kemmiyet ve keyfiyeti, sosyal ilişkiler gibi konularda değişime açık bulunan
hüküm ve uygulamalar örf ve adete bırakılmış, bunların ma'rufa (müslümanların
iyi, güzel, uygun bulmalarına) göre yürütülmesi istenmiştir. (Nisa: 4/19).
7. Kurulmuş ailenin fertleri arasında çıkan anlaşmazlık ve problemler ile
ilgilenmiş, bütün imkânları aileyi sürdürme ve huzuru sağlama yönünde
kullanmıştır. Ümmetini de bozulan aile ilişkilerini düzeltmeye teşvik etmiş, bu
maksatla gerektiğinde yalan söylemeyi bile caiz görmüştür (Tirmizi, Birr, 26).
Bizzat kendi yakınlarında, daha doğrusu en yakınında, Hz. Ali ile eşi Fatıma
arasında meydana gelen bir kırgınlıkla nasıl meşgul olduğunu şu olayda
görüyoruz. Birinin babası, diğerinin amcazadesi olan Efendimiz bir gün Fatıma
annemizin evine gelmiş ve Hz. Ali'yi evde bulamamıştı. Kızına "Amcamın oğlu
nerede?" diye sorduğunda şu cevabı aldı: "Aramızda bir şey oldu, bana kızıp
dışarı çıktı, öğle istirahatini benim yanımda yapmadı." Bu cevap üzerine
Peygamberimiz birisini, Hz. Ali'yi aramak üzere gönderdi, arayan kişi biraz
sonra döndü ve onun mescitte uyumakta olduğunu haber verdi. Efendimiz mescide
geldiğinde Hz. Ali hâlâ uyuyordu, üzerinden ridası kaymış, vücudu toprağa
bulanmıştı. Sevgili kayınpederi bir yandan mübarek elleriyle vücudundaki toprağı
silerken diğer yandan "Kalk toprak babası, kalk toprak babası (Ebu Türab)"
diyerek onu kaldırdı, beraber eve gittiler, kırgınlık ortadan kalktı, mutlu
hayatın akışı kaldığı yerden devam etti. (Müslim, Fedailu's-sahabe, 38). Hz. Ali
bu tatlı hatırasını yadeder ve en sevdiği adının "toprak babası, topraklı"
mânâsına gelen "Ebu-Türab" olduğunu söylerdi.
Yine aynı yüce aileye, müminlerin sevgilisi ehl-i beyte ait bir başka örnek, Hz.
Ali'nin, eşi Fatıma üzerine -ikinci bir eşle- evlenme teşebbüsünde ortaya
çıkmıştır. Bunun Hz. Fatıma'yı üzeceğini, günaha sokabileceğini (fitne), ailenin
huzur ve mutluluğunu gölgeleyeceğini düşünen Hz. Peygamber (sa.) yangını ilk
kıvılcımında önlemek üzere derhal harekete geçmiş, "Ali eşi Fatıma'yı
boşamadıkça üzerine o kadını alamaz" demiş, sevgili damadı da eşini ve
kayınpederini üzmemek, aile mutluluğuna gölge düşürmemek için bu teşebbüsünden
vazgeçmiştir. (Buhari, Nikah, 109; Ebu-Davud, Nikah, 13; Avnu'l-Ma'bud, c. VI,
s. 76-81).
8. Çocukların eğitim ve istikballerinden birinci derecede aileyi sorumlu
tutmuştur. Allah Teala'nın "Ey iman edenler, kendinizi ve ailenizi, yakıtı
insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun..." (Tahrim: 66/6) buyruğunun nasıl
yerine getirileceğini ümmetine öğretmek üzere hem kendi ailesinde uygulama
örnekleri vermiş, hem de değeri zamanları aşan sözler söylemiştir:
"Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürüsünden mesuldür. Yönetici çobandır. Aile
reisi erkek ailesinin çobanıdır. Kadın evin ve çocuğun çobanıdır... Hasılı
hepiniz çobansınız ve sürünüzden mesulsünüz." (Buhari, Nikah, 90).
"Hiçbir çocuk yoktur ki fıtrat üzere doğmasın, sonra ana-babası onu yahudi veya
hıristiyan, yahut mecusi... yaparlar. Tıpkı bir hayvanın kendi cinsinden ve
azası tam bir yavru dünyaya getirmesi gibi, siz onda hiçbir eksiklik görür
müsünüz? Fakat kendiniz onun kulağını, kuyruğunu keser değiştirirsiniz."
(Müslim, Kader, 22-25).
"Çocuk yedi yaşına gelince ona namaz kılmasını telkin edin, on yaşına gelince
zorla da olsa kıldırın." (Ebu Davud, Salat, 24).
Malik b. el-Huveyris anlatıyor: Ben ve aynı yaştaki genç arkadaşlarım
Resulullah'ın yanına gelmiş, yirmi gün kadar kalmıştık. Kendileri çok merhametli
ve anlayışlı idiler, ailelerimizi istediğimizi veya özlediğimizi anlayınca
geride kimleri bıraktığımızı sordular, onları kendisine bildirdik, şöyle
buyurdular: "Aile ocaklarınıza dönün, onlarla beraber kalın, bildiklerinizi
onlara öğretin, gerekli talimatı verin... Namazı beni kılarken gördüğünüz gibi
kılın, namaz vakti girince biriniz ezanı okusun, en büyüğünüz de size imam
olsun." (Buhari, Salat, 18).
9. Yakından uzağa bütün aile fertlerinin aile bağlarına, bu bağın gerektirdiği
hukuk ve edebe riayet etmelerini emretmiştir. Bu emir, muhtaç olan akrabanın
geçimini sağlama (nafaka) gibi konularda bağlayıcı bir kanun hükmündedir. Şöyle
buyurmuşlardır:
"Öncelikle annenin rızasını gözet ve ona iyi davran, öncelikle annene, öncelikle
annene, sonra babana, sonra da yakınlık derecelerine göre diğer akrabana."
"Amellerin en değerlisi vaktinde kılınan namazdır, sonra ana-babaya iyi
davranmaktır, sonra da Allah yolunda cihaddır."
"Allah Teala şöyle buyurmuştur: Ben Allah'ım, ben Rahmanım (Rahmetimin sınırı
yoktur), akrabalık bağını yarattım ve ona kendi ismimden bir isim vererek
"rahim" dedim. O bağı devam ettirenle bağımı devam ettiririm, kesenle de bağımı
keserim."
"Üç kızı veya üç kızkardeşi olup da onlara karşı iyi davranan, onları hoşnut
tutan herkes cennete girer."
"Bir kimsenin çocuğunun terbiyesi ile meşgul olması sadaka vermesinden daha
hayırlı ve ecirlidir."
"Hiçbir kimse çocuğuna, güzel ahlaktan daha üstün bir bağışta bulunmuş olamaz."
(Tirmizi, Birr, 1-10, 33).
10. Ailenin bir okul, bir ibadethane, sıcak ve aydınlık bir yuva, bir sığınak,
bir sosyal rabıta birimi ve bir keyfiyetli nüfus üretim kaynağı olabilmesi için
diğer aile fertlerinden önce karı-koca arasında karşılıklı sevgi, saygı ve
şefkatin bulunması gerekir. Bu sebeple birbirini sevmeyen, birbiri ile
geçinemiyen, birbirinin haklarına riayet etmeyen çifti bir arada tutmanın mânâsı
yoktur. Bu gerçekten hareket eden İslâm, başka çare kalmadığında boşanmaya izin
vermiş, bunun da aile sırlarını dışarıya açmadan, İslâm kardeşliğine ve geçmiş
hukuka zarar vermeden yapılmasını istemiş, bu maksatla aile meclisi ve hakemlik
kurumuna yer vermiştir. (Nisa: 4/35).
Allah Resulü'nün boşanmaya, aile bağına son vermeye bakışını şu cümlesi beliğ
bir şekilde ifade etmektedir: "Allah'ın en sevmediği helal, boşamaktır." (Ebu
Davud, Talak, 3).
Ve Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur: "... Kadınlara iyi davranın. Onlarda
hoşunuza gitmeyen bir şey olursa bilin ki, bir şey sizin hoşunuza gitmediği
halde Allah sizin hakkınızda onu çok hayırlı kılmış olabilir." (Nisa: 4/19).
Sonuç: Genişten dara doğru birbiri içine girmiş, biri diğerini tamamlayan ve
koruyan insanlık, ümmet, kavim, kabile ve aile halkalarının çekirdeğini İslâm'da
vazgeçilmez bir kurum olarak aile teşkil etmektedir. İslâmın ve Hatemu'l-Enbiya
Efendimizin (s.a.) ona verdiği önem ve bu önemle mütenasib eğitim, yönlendirme
ve düzenlemeler sayesinde İslâm ailesi, asırlar boyu kendisinden bekleneni
vermiştir, vermektedir.
İmam Nikâhı - 1
Adına dinî nikah veya imam nikahı denilen nikahı yaptırmanın birden fazla sebebi
ve saiki vardır:
a) İki tarafın da niyeti evlenmektir, bunu hemen gerçekleştirmeye engeller
vardır, bu arada iki arkadaş gibi görüşme isteği mevcuttur, bu arkadaşlar
birbirini sevdiği ve evlenmek istedikleri için birbirlerine kardeş gibi
bakmaları mümkün değildir, böyle olunca da günah işleme (şehvetle bakma, elle
dokunma, başbaşa kalma, birlikte seyahat etme, muhtemelen ileri derecede olmasa
da sevişme...) ihtimali vardır, bu tehlikeyi (günah işleme ihtimalini) ortadan
kaldırmak için dinî nikah yapılmaktadır.
b) Taraflar henüz evlenmeye karar vermemişlerdir, biraz birbirini tanımak
istemektedirler, bu esnada günah işlememek için dinî nikah yaptırmaktadırlar.
c) Tarafların evlenip aile kurmak ve devamlı olarak aile birliği içinde yaşamak
gibi bir niyetleri yoktur, bir müddet karı-koca olarak yaşamak -mesela
öğrencilik, gurbet hayatı vb. den- sonra ayrılmak istemektedirler. Bu arada
cinsî ilişkileri meşrû sınırlar içinde olsun diye dinî nikah yaptırmaktadırlar.
d) Ülkemizde birden fazla eş ile evlenmek yasaktır. Buna rağmen ikinci bir
hanımla evlenmek isteyenler, çoğu defa birinci hanımı da duymadan ikinci hanımı
ile dinî nikah yaparak evlenip bu hayatı yaşamaktadırlar.
e) Bazıları karılarını üç defa boşadıktan sonra tekrar evlenmek istemekte, buna
şeriat -kadın başka bir erkekle evlenip boşanmadıkça- izin vermediği için kadın,
başka bir erkekle dinî nikah yaptırıp evlenmekte, sonra boşanıp birinci kocası
ile yeniden evlenmektedir.
f) Bazı kimseler resmi nikahı, rejim sebebiyle geçersiz saymakta, bunun için
zifaftan önce bir de dinî nikah yaptırmaktadırlar.
Muhtemelen bundan başka sebep ve saikler de vardır.
Bunların sırayla şer'i hükümlerini ve iyi-kötü taraflarını açıklayalım:
a) Tarafların niyetleri iyi, ana-babaları da durumu bilmekte ve razı
olmaktadırlar; bu şıkta hiçbir sakınca görmüyorum. Yalnız bu nikah -ve
diğerleri- sun'i, şakadan, yarı muteber... bir nikah olmadığı, bütün sonuçları
doğuran bir evlenme akdi mahiyetinde bulunduğu için taraflardan biri haklarını
talep edince karşıdakinin direnmesi, hayır demesi manevi sorumluluk doğurur.
b) Bu evlenme akdi meşrûdur, taraflar evlenmiş sayılır, haklar doğmuştur, ancak
kafalarında "anlaşamaz, kaynaşamaz isek ayrılırız, fiilen evlenme safhasına
geçmeyiz" niyeti bulunduğu için ve fiilen de böyle olabildiği için her iki
tarafın boşama hakkının bulunmasında fayda vardır. Erkekte bu hak zaten
mevcuttur, kız da akdi yaparken eşinden bu hakkı talep edip almalıdır; çünkü
ileride kız ayrılmak isteyip erkek bunu istemediğinde problem doğmakta,
istenmeyen olaylar vukubulmaktadır.
c) Müt'a nikahı, muvakkat nikah (cinsî ilişki için veya bir müddet evlilik
hayatı yaşamak üzere) yapılan nikah (evlenme akdi) normal hallerde, sünnilere
göre caiz ve geçerli değildir. Normal dışı hallerde, mesela devamlı evlilik
yapmanın mümkün olmadığı veya zor olduğu durumda kişi, evlenmediği takdirde zina
yapmaktan korkuyorsa, cinsî baskı onu bu fiile zorluyorsa, harama düşmemek için
geçici evlenme yapması bir iki sünni müctehide (dört mezhebde değil) ve
genellikle şi'aya göre caizdir. Şi'a, bazı kayıtlarla normal hallerde de geçici
evlenmeyi caiz görmektedir.
d) Birinci eşine haber versin vermesin bir erkeğin, ikinci bir eşle evlenme
hakkı -ilke olarak- mevcuttur. Ancak bu hakkın kullanılması bazı şartlara
bağlanmıştır; bu şartların bir kısmı hukukî, bir kısmı ise ahlâkîdir. Birinci
eşe bilgi verilmezse ahlâkî bakımdan sakınca vardır, iki yüzlülük, ahde
vefasızlık, bir sürü yalanlar, tertipler söz konusu olacaktır. Bilgi verilmesi
halinde ilk hanımın, bütün haklarını alarak boşanma hakkı vardır. İkinci eşle
evliliğin, iki tarafın ailesine ve çocuklara etkisi hesaba katılmalıdır;
özellikle bu işin nadir olduğu zaman ve zeminlerde etkisi olumsuz olacağından,
bunca olumsuzlukları hiçe saymanın -şehveti tatmin dışında- geçerli sebepleri,
saikleri bulunmalıdır. İkinci eşle yapılan dinî nikah geçerli -ilişkilerde
haramlığı ortadan kaldırıcı- olmakla beraber, şeriatın uygulandığı yerlerde,
kötüye kullanılması, aileye ve topluma zarar vermesi gibi hallerde yönetici
tarafından -danışma yapılarak- yasaklanabilir; bu takdirde ikinci eşle evlilik
hukuken (kazaen) geçerli olmaz.
e) Üç talak ile boşamaların çoğu usulüne uygun yapılmadığı için geçersiz
olmasına rağmen bazı ictihadlar bunları geçerli saydığı ve taklitçi fıkıhçılar
da buna göre fetva verdikleri için taraflar sıkıntıya düşmekte, evlilik hayatına
dönmek istediklerinde kendilerine, hülle adı verilen "başka bir erkekle evlenme
şartı" dayatılmaktadır.
Hülle nikahı (üç kere boşanmış kadını, boşayan kocasına helal kılmak için bir
başkası ile geçici olarak evlendirme, sonra boşandırma ve sonra ilk eşi ile
evlendirme işlemi) bir rezilliktir ve İslâma iftiradır, İslâmda böyle bir işlem
yoktur. Bir kere kocanın her aklına geldiğinde ve psikolojik durumu ne olursa
olsun karısına "boşsun" demesi ile kadın boş olmaz; kadın, bir temizlik içinde
(iki hayız arasında) ancak bir talak ile boşanır, kaç sayı zikredilirse
zikredilsin bir talak ile boşanmış olur, boşama temizlik başlayınca cinsî
birleşme yapılmadan vuku bulacaktır, aksi halde geçersiz olur. Koca boşarken
serbest iradesi ile (zora gelmeden) bu tasarrufta bulunacaktır, akıl ve ruh
dengesi yerinde olacaktır, öfkeye kapılmış bulunmayacaktır.
Bu şartlar dahilinde karısını üç kere boşamak bir anda olamaz, aylar içinde
gerçekleşir, bu şartlara rağmen usulüne göre ve uzun sürede karısını üç kere
boşamış bir erkek, onunla hemen yeniden evlenmek istemez. İstediği takdirde de
-bunu karşı taraf da istiyorsa- birinci eş istedi diye ve ona dönmek için ikinci
eş ile evlenme yapılamaz. İslâmda evlenme devamlı yaşamak için yapılır ve bunun
da hukukî, sosyal, psikolojik, ahlâkî şartları, gerekleri vardır.
İşte bütün bu şart ve gereklere uygun olarak ikinci evliliğini yapmış bulunan
bir hanım, ikinci eşinin kendisini boşaması veya vefat etmesi halinde, iki taraf
da istiyorsa birinci eşi ile tekrar evlenebilir. Bu imkan, bütün boşanan
kadınlar için de mevcuttur; yani ilk kocası üç kere değil de bir veya iki kere
boşamış, kadın da onunla yeniden evlenmeyip bir başka koca ile evlenmiş, bu
ikinci koca da onu boşamış veya ölmüş olursa bu hanım, istediği takdirde birinci
kocası ile yeniden evlenebilir. İşin gerçeği budur, gerisi hızlandırılmış
filimdir, oyundur, rezilliktir, günahtır.
f) Rejim ne olursa olsun, müslümanlar hangi çeşit yönetim altında bulunurlarsa
bulunsunlar yaptıkları ve kendilerine uygulanan hukukî işlemlere şeriat (İslâm
hukuku) açısından bakarlar. Bu bakımdan meşrû ve geçerli ise bunu geçerli sayar
ve uygularlar, eğer şer'î bakımdan eksiklikler ve sakatlıklar varsa bunu, kendi
sistemlerine göre yeni baştan yapar veya düzeltir, ondan sonra uygularlar.
Mesela ülkemizde, sistemin noterlik kurumu vardır, müslümanlar da bu kuruma
gider, çeşitli anlaşmalar, vekaletler, akitler yapar, bunları tescil ettirirler;
kurum sistemin ve rejimin kurumu diye -kendi inançlarına göre de doğru ve meşrû
olan- hukukî işlemler geçersiz olmaz, sakatlanmaz. Tıpkı bunun gibi muhtarlıkta,
belediyede, konsoloslukta -ki bunlar da rejimin kurumlarıdır- yapılan nikah,
şer'i bakımdan bir eksiklik taşımıyorsa geçerlidir. Esasen nikah akdini yapan,
sayılan kurumlar değildir, akdin iki tarafıdır, erkek ile kadındır. Kurum
yalnızca tescil ve ilan işini gerçekleştirmektedir. İmdi müslüman kadın ile
erkek, şahitler huzurunda, dinin geçerli saydığı bir nikah akdi yaptıklarında;
yani dinî bakımdan gerekli bulunan şartlara uygun bir akit yaptıklarında bu akit
niçin geçerli olmasın, niçin başka bir akde (imam nikahına) ihtiyaç bulunsun?
Nikah birdir, tektir; bu da İslâmın gerekli gördüğü şartlara uygun olarak
yapılan nikahtır, nikahın yerine veya merasimi yönetene göre "belediye, imam
vb." diye isim vermek sonucu değiştirmez; imam huzurunda olsun, belediyede olsun
nikah, şartlara uygun yapıldığında geçerli olur, yapılmadığında geçersiz olur
vesselam.
Hanefiler, ergenlik çağına gelmiş ve aklı başında bir kızın, nikah akdinde
bizzat kendini temsil edebileceğini, velisine gerek bulunmadığını ileri
sürmüşlerdir. Ancak yine Hanefilere göre, dengi ile evlilik yapmamış bir kızın
velilerine, mahkemeye başvurarak akdin feshini talep hakkı verilmiştir.
Zamanımızda, daha doğrusu ülkemizde velilerin böyle bir hakları yoktur, şer'i
bakımdan bu haklarını kullanmak için başvuracakları dinî bir merci (kaza
yetkisini haiz bir makam) de mevcut değildir. Şu halde veliler bu durumda
nikahın feshini sağlama imkanından mahrum bulunmaktadırlar.
İmam Nikâhı - 2
Geçtiğimiz günlerde vuku bulan bir ev basma olayı sayesinde vatandaşlarımız
fıkıh (İslam Hukuku) ile ilgili hayli bilgi aldılar, ancak bilgiler bir heyecan
ve tartışma ortamında alındığı ve açıklamalar çelişik ve çatışık olduğu için
kafaları da iyiden iyiye karıştı. Aslında müslümanların bu gibi konuları
öğrenmek veya tartışmak, var ise problemleri çözüme kavuşturmak için
başkalarının/ötekilerin tertip ve tahriklerini beklememeleri gerekir. Soğukkanlı
ve sağlıklı bir zeminde ehli tarafından konular açıklanmalı, tartışılmalı ve
problemler çözümlenmelidir. Halihazırda olan, karşı tarafın (şeriata, onların
deyişiyle köktendinciliğe, siyasî İslama... karşı olanların) tertibi ile bir
araya gelen bazı müslümanların (konu ile ilgili şahıslar ile hocaların), yine
onların yönlendirmeleri ile çekişmeleri, bağrışıp çağrışmaları, birilerinin kına
yakmalarına sebep olmalarıdır. Bu olup bitenlerden dahi dinin ve ümmetin hayrına
sonuçlar çıkmasını diledikten sonra bazı noktalara farklı yönlerden yaklaşmak ve
bakmakta fayda görüyoruz:
1. Medyanın konuya gösterdiği ilginin birinci sebebi seyirci toplayıp para
kazanmak, ikinci sebebi ise bazı müslümanların hatalarından istifade ederek
İslam'ı karalamak, şeriatı gözden düşürmek, kendi inanç ve yaşantılarına
meşruiyet kazandırmaktır. Maksatları bu olmasaydı konuya bu kadar değil,
gerektiği kadar yer verirler, sorularını tarafsız ve bütüncü (kendi kusurlarını
da içeren) bir bakış açısından yöneltirler, İslam'ın ve değerlerin yıpranması
için değil, yanlışların ortadan kalkması için gayret ederlerdi. Öteki cepheden
olup da medyada çalışan ve bu konuya karışanların ifadelerine bakılırsa
kendileri de müslümandır ve maksatları zulmü, ahlaksızlığı, istismarı, kötülüğü
teşhir etmek ve ortadan kalkmasını sağlamaktır. Eğer bu beyan doğru ise
Türkiye'de kadının cinsî bir araç gibi kullanılması, genç kızların çeşitli zaaf
ve ihtiyaçlarından faydalanılarak -bazen patronları ve amirleri tarafından-
iğfal edilmeleri, namus ve iffetlerini kaybetmeleri, para karşılığında
namuslarının peşkeş çekilmesi, fuhşa sürüklenmeleri... yeni bir olay mıdır, bu
hafta mı ortaya çıkmıştır? Genelevleri, randevu evlerini, patronları tarafından
iğfal edilen, baskı veya kandırma yoluyla ırzlarına geçilen kızları, kadınları
duymadılar mı, görmediler mi? Görmedilerse görmek için neden zenaatlerini
kullanmadılar? Yoksa onların hedefleri zina ve fuhuş değil de dinî nikâh mı?
İmam nikâhı ile evlenip evlilik hayatı yaşayan müslümanlar mı? Eğer bunlar da
müslüman iseler medyada, evli olmadıkları halde evli gibi yaşayan farklı cinsten
veya aynı cinsten çiftleri, ayıp günah demeden, kınamadan, hatta imrenerek ve
imrendirerek nasıl verebiliyor, ilişkilerini nasıl tabii ve meşru bir ilişki
imiş gibi sunabiliyorlar?
2. Nasreddin Hoca merhumun evine hırsız girmiş, hoca durumu öğrenip ah vah
etmeye başlayınca komşuları etrafına toplanmış ve her biri bir cihetten hocayı
tenkit etmeye, tedbirsizliğini ortaya koymaya girişmişler, sonunda canı sıkılan
hoca, "İnsaf edin yahu, hırsızın hiç mi suçu yok!" deyivermiş.
Kıssadan hisseye gelince: Mevcut hukuk sistemi, halkının yüzde doksan dokuzu
müslüman olan bir ülkede zinayı serbest bırakıyor da evlenmeyi yasaklıyor; evet
yanlış yazmadım, aynen böyle yapıyor. Siz böyle yaptığını neden mi farketmediniz?
Söyleyelim: Kelimeleri ve kavramları değiştirdiği, değerleri altüst ettiği için.
Bir müslüman, dininin hukukuna göre evleniyor (mesela ikinci bir hanımla nikâh
yapıyor, bu evlilikten çocukları oluyor). İslam'a göre bu evlilik -şartlarını
taşıyor ise- sahihtir, çocuk da babanın meşru çocuğudur, nesebi sahihtir.
Halbuki bu ülkenin hukukuna göre örneğimizdeki müslümanın yaptığı zinadır,
çocuğu da veled-i zinadır (nesebi belli ve sahih değildir). Öte yandan reşid
olmuş bekâr bir erkek ile bekâr veya dul bir kadın birbirlerini sevdikleri için
nikâhsız olarak cinsî temas yapsalar İslam'a göre bu zinadır ve cezası vardır,
halbuki bu ülke kanunlarına göre mezkûr fiil zina ve fuhuş değildir. Dinleri,
inançları ve gelenekleri ile bu derecede tutarsız, uyumsuz ve çelişen bir hukuk
sistemi içinde müslümanların yanlış yapmaları bazen kaçınılmaz hale gelebilir.
Bu yanlışlıkların ve hukuk ihlallerinin olmaması isteniyorsa kanunlar yapılırken
halkın inancı ve geleneği kaale alınmalı, hesaba katılmalıdır.
Bu yazıda karşı tarafa vuruldu, onların eksikleri, kusurları ve kötü maksatları
üzerinde duruldu. Peki müslümanların hiç mi kusuru, eksiği, sui istimali yok?
Olmaz mı, kul kusursuz olur mu? Bunları aşağıda ele alacağız.
İmam Nikâhı - 3
Müslümanın bir nikâhı vardır; o nikâh, dünya hayatını da düzenleyen dininin,
meşru ve makbul gördüğü, ilgili kaynaklarda tanımladığı, unsur ve şartlarını
açıkladığı nikâhtır. Bu şartlar ve unsurlar arasında imam yoktur, nikâhı imamın
kıyması yalnızca bir gelenektir, bu geleneğin oluşma sebebi de nikâh gibi önemli
bir konuda bir hatanın, bir kusurun bulunmasını, günaha girilmesini, bir bilenin
kontrolü ile engellemek olmalıdır. Şu halde imam nikâhından değil, İslam'a göre
muteber olan ve olmayan nikâhtan (evlenme akdinden) söz etmek gerekir.
Evlenme akdi dinî, hukukî ve ahlakî birçok hükümler getiren, sonuçlar doğuran
bir akittir. Bu sonuçları doğurmayacak bir evlenme akdi -muhtemelen zina
şaibesini ve günahını ortadan kaldırsa bile- eksiktir, veballidir, uluorta
uygulanmaması gerekir.
Müslümanların toplumdan gizleyerek, hukukî sonuçlarının uygulanmayacağını
bilerek nikâh yapmalarının sistemden ve toplumdan kaynaklanan sebepleri de
vardır. Üniversitede okuyan bir genç, etrafında meşru veya gayri meşru ilişkiler
içinde bulunan çiftleri görmekte, basın, medya ve sanat tarafından da durmadan
cinsî duyguları tahrik edilmektedir. Güçlü iradesiyle, oruç, zikir, güzel ve
eğitici dostluklar ile kendini frenleyebilen gençler yanında bunu yapamayanlar
da vardır. İşte bu ikinci sınıf gençlerin önünde iki yoldan biri açık hale
geliyor. Ya evlenecek yahut da birçok arkadaşının yaptığı gibi zina yapacaktır.
İnançlı ve iffetli bir genç zina yapamayacağına göre yolun biri daha kapanmış,
geriye evlenme yolu kalmıştır. Toplum evlenmeyi elinden geldiği kadar
güçleştirmiştir; genel kabule göre hem erkeğin aile geçimini temin etmesi
gerekiyor, hem de evlenmeyi gerçekleştirmek için neredeyse bir servet harcaması
icab ediyor. Hz. Peygamber (s.a.) evlenmeyi kolaylaştırdığı, Kur'an-ı Kerim
"...eğer onlar yoksul iseler Allah onları lütfu ile zenginleştirir" (Nur: 24/32)
buyurduğu halde toplumun çalıyı tersine sürümesi evliliğin kâmil manada oluşma
yolunu da tıkamış ve geriye ya zina yahut da -eksikleri bulunsa bile- bir
yanıyla kitabına uyan nikâh kalmaktadır. Bunu kâmil hale getirmek yalnızca
nasihatle, medyada tartışmakla olmaz; dinî, ahlâkî, sosyo-ekonomik tedbirler
gerekir.
İslam'dan önce Arabistan'da birçok evlilik çeşidi ve bir çok kadınla bir arada
evlenme imkânı vardı. İslam evlenme akdini bildiğimiz şekle (meşru tek evlenme
çeşidine) indirdi. Birden fazla kadınla evlenmeyi de en fazla dört adet ile
sınırladı, ayrıca bunu da ihtiyaç ve adalet şartlarına bağlayarak şartlara
riayet edilmeme ihtimali, tehlikesi, korkusu var ise bir kadınla yetinilmesini
istedi (Nisa: 4/3). Öte yandan kadınlara, evlenme akdini yaparken "kocasının
üzerine ikinci bir kadınla evlenmemesi şartını koşma" imkânını verdi. Yüklü bir
mehir koyan ve bu şartı da koşan kadının üzerine evlenmek her babayiğidin harcı
olmayacaktır. Birinci kadının rıza gösterdiği, her iki kadının da mağdur
edilmediği, ihtiyaçtan ve zaruretten kaynaklanan birden fazla kadınla evlenmeye
de kimsenin bir diyeceği olmamalıdır.
Cihadsız dinî-ahlakî hayat olmaz; en büyük cihad nefse, nefsanî arzulara karşı,
bu arzuları dengede tutmak ve meşru sınırlar içinde karşılamak için verilen
cihaddır, çabadır, mücadeledir, direniştir. Bu cihadı kolaylaştırmanın, sağlıklı
yürütmenin yolu Allah'a, Resulullah'a, Allah'ın sevdiklerine yönelik aşktır,
sevgidir, düşüncedir, hizmettir. Âlimler ve eğitimciler çevrelerinde toplanan
insanlara yenecek kuzu gözüyle bakmazlar, onları hizmete (Allah'ın razı olduğu
inanç ve hayata yöneltmek üzere çaba göstermeye) layık Allah'ın kulları, manevî
sermaye olarak görürler, görmelidirler.
Bütün müslümanlar dinin mübah kıldığı (mecbur tutmayıp serbest bıraktığı)
alanlarda yapıp edeceklerinin kendilerine, ailelerine, dine ve ümmete ne getirip
ne götüreceğini iyi hesap ederek davranmalıdırlar. Sırf şehveti (cinsî arzuyu)
daha ziyade doyurmak için etrafı kırıp geçirerek, insanlara gözyaşı döktürerek,
aileyi dağıtarak, kinler ve nefretler oluşturarak, yüzlerce yalan ve hileye
başvurarak... yapılan gizli-açık evlilikleri İslam adına savunmak mümkün
değildir. İzinler, cevazlar kullanılırken şartlar gözönüne alınmalıdır. Hz.
Ali'nin, eşi Fatıma üzerine evlenmek istemesine Hz. Peygamber'in (s.a.) karşı
çıktığını ve "kızımın günaha girmesine (fitneye) sebep olabilir" diyerek bunu
önlediğini biliyoruz. İslam izin verdiği halde gayr-i müslim kadınlarla
evlenmeye -müslüman kadınların aleyhine olabilir diye- Hz. Ömer'in karşı
çıktığını biliyoruz.
Bugün kötü örneklerin ve uygulamanın İslam'a zarar verdiğini de biliyoruz. Biz
biliyoruz da bazı mukaddeslerin arkasına sığınarak bedelini ödemeden nimetini
yemeye kalkışanlar biliyorlar mı, bu konuda kuşkuluyuz!
İslâm Ailesi
"İslâm ailesi" bir medeniyetin, kültürün ailesidir. İnsan sosyal bir varlık
olduğu için onun bulunduğu her yer ve zamanda bir topluluk ve bu topluluktan
ibâret yahut bunun içinde bir aile bulunmuştur. Beşerî medeniyet unsurlarını
insanlar yapmış, medeniyetler de insanları etkilemiştir. İlâhî-beşerî İslâm
kültür ve medeniyeti ise ilâhî irşâdın ışığında yürümüş İslâm insanının
eseridir. Onun her parçasında ilâhî vahyin boyası (sıbğatullah) ve halîfetullah
(yeryüzünde Allah iradesinin temsilcisi) olan insanın fırça darbeleri vardır. Bu
büyük medeniyet ve kültürün temelini, İslâmın getirdiği Allah, insan, kâinat
tasavvuru ve değerler sistemi oluşturur. İslâm ailesi de bu temele oturmuş ve
medeniyetin önemli bir parçası olmuştur. Onu bu bütün içinde görmek, tanımak ve
değerlendirmek gerekir. Bu perspektif terkedilir, İslâm ailesine pozitivist bir
sosyolog gözüyle bakılırsa onu, gerçeğe uygun olarak tanımak ve tasvir etmek
mümkün olmayacaktır.
İslâma göre Allah Teâlâ insanı yaratmış, ona bilgi edinme ve bilgiyi kullanma
kabiliyeti vermiş (Rahman: 55/4), onu başıboş bırakmamış (Kıyâme 75/36),
yeryüzünde halîfesi kılmış (En'âm: 6/165; Yûnus: 10/14..), başka hiçbir varlığın
yüklenemediği emaneti (yükümlülük ve sorumluluğu) ona yüklemiş (Ahzâb: 33/72),
kokuşmuş çamur mertebesinden kâinâtın gözbebeği mertebesine kendi irade ve
çabasıyle yükselmeyi ona amaç kılmıştır (Tîn: 95/5; Şems: 91/10).
Ana çizgileriyle İslâm insanı budur. Bu insan varolacak, çoğalacak, toplum ve
kültür oluşturacak ve bunu nesillere aktaracaktır. İslâm insanının kendini
gerçekleştirebilmesi ve amacına ulaşabilmesi için -kendi irade ve çabası
yanında- dayanışma ve yardımlaşmaya ihtiyacı vardır. Bu dayanışma ve yardımlaşma
İslâma göre, merkezden çevreye doğru şu daireler içinde gerçekleşecektir: Aile,
komşu, millet (kavim), ümmet (İslâm kavimleri, milletleri) ve insanlık.
Dairelerin merkezinde aile, sonra komşular ve yakınlar, sonra millet, sonra
ümmet ve nihayet insanlık vardır. Merkez aynı zamanda temeldir; aile temeli
olmadan diğer yapıların oluşması, varlıklarını koruması mümkün değildir.
Dayanışma ve yardımlaşma bir davranış biçimidir; her davranış biçimi gibi bunun
da motiflere ihtiyacı vardır; aileyi kurmaya ve aile içinde dayanışma ve
yardımlaşmaya iten başlıca motifler cinsî güdü, sevgi, korku, güvenlik ihtiyacı,
eğitim ve devamlılık arzusudur. İslâm aileyi kurarken bütün bu motifleri
gözönüne almış, gerekli teşvik ve yönlendirmeleri yapmıştır.
Feminist Talepler
Feministlerin, Türk Medeni Kanunu'nun aile kısmı ile ilgili değişiklik talepleri
ile genel olarak aile ve ilişkileri konusunda yaptıkları açıklamalara dayanarak
şöyle bir "feministçe aile" tanımı ortaya koymak mümkündür: Olmasa da olur bir
akitle (onlar buna kontrat da diyorlar) birlikte yaşamaya ve istenirse çoluk
çocuk sahibi olmaya karar vermiş, birbirini seven iki kişinin birlikteliği. Bu
birlikteliğin iki önemli unsuru, eşitlik ve özgürlüktür. Çiftin her biri diğeri
karşısında mutlak eşitlik hakkına sahiptir; cinsiyete dayalı hiçbir fark ve
farklı rol kabul edilemez. Mümkünse tabii ve biyolojik özelliklerin getirdiği
farklılıklar da ortadan kaldırılmalı ve mesela erkeğin hamile kalması, çocuk
doğurması ve çocuğunu beslemesi... sağlanmalıdır. Çifti birbirine bağlayan,
yalnızca sevgi (derinliği olmayan, manevi yönü zayıf, seks ile temellenmiş
sevgi) olmalı, bu ortadan kalktığı zaman derhal birlikteliğe de son vermelidir.
Ayrıca çiftin her biri, sevgi bağına dayalı olarak başkalarıyle de cinsî
ilişkiye girebilmeli, kaçamaklar büyütülmemelidir...
Feminist kesimin "kadının evlendikten sonra da kızlık soyadını taşıması,
gerektiğinde kocasının evinden başka bir evde oturabilmesi, çalışmak için
kocasının iznine ihtiyacı bulunmaması, evlilikte edinilen servete -kazanan
hangisi olursa olsun- ortak olması, kocanın aile reisliğine son verilmesi gibi
değişiklik talepleri, yukarıda tasvir edilen temel düşünce ve inançtan
kaynaklanmaktadır. Bu düşünceye göre masum gibi gözüken taleplerden başlanmalı,
kamuoyu oluşturuldukça arkadan diğer talepler gelmeli, sonunda "feministçe aile"
gerçekleşmelidir.
Sistem olarak liberalizmi benimseyen, tarihi, kültürü ve bunlara bağlı olarak
değerleri bizimkilerden farklı bulunan toplumlarda ve ülkelerde, asgari
boyutlarına indirilmiş bulunan sınırlamalar dışında özgür fertler diledikleri
gibi yaşarlar; genel örf, adet, ahlak ve din kayıtlarından azade bir hayat
sürerler. Böyle bir hayat tarzının aileyi ve dolayısıyle toplumu nasıl
etkileyeceği, hangi olumlu/olumsuz sonuçlara götüreceği, bu sonuçlara göre
alınması gereken/gerekmiyen tedbirler onların meselesidir. Ancak içimizde
yaşayan, toplumuna yabancılaşmış, şuurlu/şuursuz başka toplumları ve kültürleri
taklide yönelmiş marjinallerin, uçukların, zıpçıktıların, kendi dünya görüşleri
(!) çerçevesinde ileri sürdükleri ve gerçekleşmesini istedikleri taleplerinin,
toplumu bağlayacak ve etkileyecek bir kapsamda takdim edilmesi, milleti temsil
edenlerin de bunlara -çoğulculuk, insan hakları, demokrasi, çağdaşlık vb. adına-
kulak asmaları bizim meselemizdir, bizi ilgilendirmektedir.
Biz -yani milletin kahir ekseriyeti- binlerce yıldan beri bizi biz yapan ve
bunca tahribata rağmen ayakta tutan aile kurumumuzu canımız gibi koruruz. Onu
bozacak, sakatlayacak ve geleneğimizin kurallarını koyduğu, düzenlemesini
yaptığı aile ilişkilerinde bozulma varsa, aile fertleri hak ve yükümlülüklerini
ihlal ediyorlarsa, aile birliği -vazifeler ihmal edildiği, haklar kötüye
kullanıldığı için- bazı fertlerine maddi veya manevi zarar veriyorsa derhal
çaresine bakar, kendi eczanemizde mebzulen bulunan devaları kullanarak hastalığı
tedavi ederiz. Zulmü alkışlamayız, zalimi asla sevmeyiz, ancak gelenin keyfi
için geçmişe de kalkıp sövmeyiz, kendimiz olmaktan çıkıp ne idüğü belli olmayan
başkası asla olmayız.
Kadın Hakları ve
Medeni Kanun
1926 yılında İsviçre Medeni Kanunu'nun tercüme edilerek Türk Medeni Kanunu
adıyle kabulünden dokuz yıl önce Osmanlı Devleti, "Hukuk-ı Aile Kararnamesi"
adıyle bir aile kanunu düzenlemiş ve yürürlüğü sokmuştu. Fıkıhta "muamelat"ın,
bugünki hukuk taksimatında ise Medeni Kanunun önemli bir kısmını teşkil eden
aile kanunu böylece, diğer birçok hukuk alanını tanzim eden Mecelle'den sonra
çıkan, yerli ve islâmî ilk İslâm Dünyası Kanunu olmuştu. Bu kanun her bölümünde,
önce müslümanlara ait hükümleri, sonra da ayrı başlıklar altında musevilere ve
isevilere ait hükümleri ihtiva ediyor, böylece yasama sahasında din ve vicdan
hürriyetine riayet ediyordu. Hakim, karşısına gelen davacı ve davalının dinine
ve inancına göre ilgili maddeyi uyguluyor, böylece devlet-din-teb'a bütünlüğü
korunmuş, hakimin hükmü vicdanlara da oturmuş ve sinmiş oluyordu.
İsviçre Medeni Kanunu, şeriata dayalı bulunan Osmanlı Aile kanunundan daha iyi
ve daha üstün bilinerek, böyle olduğu kabul edilerek alındı ve benimsendi. Ancak
başka dinden ve değişik kültürden olan toplumlara mahsus bir kanun olduğu için
birçok sıkıntıya sebep oldu, uyumsuzluklara yol açtı. Ancak korku dağları
beklediği, baskı ruhlara sindiği için büyük kitle itirazını içine gömüyor,
inkılaplara aykırı bir davranış sergilememek için sükûtu tercih ediyor, fırsat
bulduğu nisbette, kendi aile hayatında kendi değerlerine göre bir çizgi takip
ediyordu. Derken nasıl olsa makbul sayılan bir Batı rüzgarı esti, kadın hakları
savunucuları bu ileri ve medeni kanunu geri bulmaya, kadın haklarını
kısıtladığını iddia etmeye başladılar. Giderek sloganlar ve propagandalar
tesirini gösterdi, kadının fendi erkekleri yendi, Medeni Kanunun kadın haklarına
aykırı bulunan maddelerinin değiştirilmesi teklifi Büyük Millet Meclisi'ne kadar
geldi. Değiştirilmesi istenen maddeleri bundan itibaren birkaç yazıda İslâm,
tabii hukuk ve akıl süzgecinden geçirmeye çalışacağız.
Konuya girmeden yadırgadığımız bir hususa da işaret etmekte fayda görüyoruz.
Bize göre kadın, erkek, büyük, küçük, zengin, fakir, kimseli, kimsesiz, okumuş,
okumamış, köylü, şehirli...den önce insan vardır; Allah'ın verdiği ve O'nun vaz'
ettiği, peygamberleri ve hakim kulları vasıtasıyla insanlığa ulaştırdığı, ilham
ettiği tabii hukukun bahşettiği "insan hakları" vardır. Savunmak için ille de
belli bir sınıfın, tabakanın, cinsin haklarının çiğnenmesini beklemek,
diğerlerinin çiğnenen hakları karşısında ilgisiz ve tepkisiz kalmak bizim
anlamakta güçlük çektiğimiz bir tavır ve davranış biçimidir. Bizim imanımızda ve
kültürümüzde ehl-i hak (hakkın ve gerçeğin tarafında olanlar, hakkın
savunucuları) yalnızca insanın değil, diğer canlıların, hatta cansız varlıkların
hakları verilmediği, haklarına riayet edilmediği zaman harekete geçerler, hakkı
çiğneyenlerin karşısında susmayı şeytana yakıştırırlar, Hz. Ömer'in hikmeti ve
Âkif'in deyişiyle:
Kenâr-ı Dicle'de bir kurt aşırsa bir koyunu,
Gelir de adl-i ilâhi sorar Ömer'den onu
şuuru içinde titreyip dururlar. Bugün yeryüzünde ve ülkemizde hakkı çiğnenen,
hakkı verilmeyen, kanunda veya uygulamada hakkına riayet edilmeyen her sınıf ve
tabakadan insan vardır. Ehl-i Hakk'a yakışan (insan haysiyetine yaraşan da
diyebiliriz) bütün insanlara ve insanlığa hakkaniyet ve adalet penceresinden
bakmak, hakkın yanında, zulmün ve haksızlığın karşısında olmaktır.
Aile Reisliği
Çoğu bekâr olan, evlilik birliğinin sıcaklık ve mutluluğunu tatmamış, biraz da
karşı cinsleşmiş bulunan kadın hakları savunucularının gözlerinde büyüttükleri
düzenlemelerden biri de "aile reisliği" ile ilgili maddelerdir. Savunuculara
göre bu maddeler kadın haklarına tecavüz etmekte, onu kocaya tabi kılmakta ve
derhal değiştirilmesi gerekmektedir.
Yürürlükte olan Türk Medeni Kanunu'nun aile reisliği ve buna bağlı hükümlerinin
(md. 152 vd.) özeti şudur: "Koca, birliğin reisidir, oturulacak evin seçilmesi,
karı ve çocukların uygun bir şekilde geçimlerinin sağlanması ona aittir. Karı,
kocanın aile ismini taşır. Birliği koca temsil eder (155. maddeye göre evin
daimi ihtiyaçları için koca gibi kadın dahi birliği temsil hakkını haizdir).
Karının bir iş veya san'at ile iştigal etmesi kocasının açık veya kapalı iznine
bağlıdır..." Kanun 170. maddeden itibaren karı koca mallarının idaresi konusunu
düzenlemiş ve ilk maddede, "mukavele ile bir başka usûl kabul etmedikleri
takdirde karı ve koca mallarının ayrı olacağı" hükmüne yer vermiştir.
Gerekçesine göre "pek iptidai olan eski kanunu yıkarak onun yerine geçen ve
çağdaş medeniyeti temsil eden" medeni kanun, yukarıda özetlenen maddeleriyle
-kadın hakları savunucularına göre- kadın haklarını çiğnemektedir.
Bu maddelere İslâm Hukuku açısından bakıldığında benzer ve farklı hükümlerle
karşılaşılır. İslâm Hukukunda:
a) Kadın kocasının soy adını taşımak mecburiyetinde değildir.
b) Aile birliğinin reisi kocadır. Ancak bu reislik bir amir-memur ilişkisinin
reisliği değildir. Aile küçük bir cemiyettir, topluluktur, düzensiz hiçbir
birlik ve topluluk payidar olmaz. Aile reisliği bu düzenin bir gereği olarak
öngörülmüş, kavramın çerçevesi, selahiyet görünümü içinde sorumlulukla
doldurulmuştur. İslâmda bütün cemiyet işleri danışma ile yürütülür, koca da aile
birliğini yönetip yürütürken birinci derecede karısı ile danışma yapacaktır.
İslâm ahlak ve ahkâmı herkesi bağladığı için hangi kurumun ve kuruluşun reisi
olursa olsun selahiyetini kötüye kullandığı, yönetimindekilere haksızlık ettiği
zaman hukukun, zulmü engelleyici elini yakasında bulacaktır.
c) Ailenin geçimini (nafakayı) sağlamak kocanın sorumluluk alanına girer. Medeni
Kanun'un 190. maddesine göre koca, karısının da geçim teminine, aile giderine
bir ölçüde katılmasını isteyebilir. İslâm Hukukuna göre kocanın böyle bir hakkı
yoktur, karı hiçbir şekilde aile giderine katılma mecburiyetinde tutulamaz.
d) İslâm aile hukukunda mal ayrılığı esas olduğu için karının zengin, kocasının
fakir olması ve gerektiğinde karının kocasına zekât vermesi caiz görülmüştür.
Öte yandan ailenin geçimini sağlamak kocaya ait olduğu için kocası zengin olan
karı da zengin sayılmıştır ve kendisine zekat verilmesi caiz görülmemiştir. Karı
kendi malında dilediği gibi tasarruf hakkına sahiptir.
e) Kadın evli, bekar, dul olduğunda geçimini sağlamak için çalışmak
mecburiyetinde olamaz. Geçimini sağlayacak malvarlığı olmayan kadın evli değil
ise, en yakın erkek akrabası onun geçimini sağlamak mecburiyetindedir. Bu
mecburiyet ahlâkî olduğu kadar hukukîdir; bu sebeple ihlali halinde mahkeme
nafakaya hükmedecektir. Kadın geçinmek için mecbur olmamak şartıyle çalışmak
istediği takdirde -islâmî sınırları ve hükümleri çiğnemeden- çalışma hürriyetine
sahiptir. Aile birliği içinde bulunan kadının çalışabilmek için birlik
başkanından izin alma mecburiyetini, birliğin dirlik ve düzeni gerekli
kılmaktadır. Aile birliği içinde isteyen istediği zaman evi terkeder, istediği
zaman döner, dilediği yerde, dilediği kadar bulunursa bu birliğin bozulmasından
daha tabii bir sonuç olamaz.
f) Evin geçimini koca temin edeceği için durumuna ve işine göre evin yerini
seçme selahiyeti de ona verilmiştir. Koca eşini, evlendikleri yerleşim
merkezinden bir başka merkeze taşımak istediğinde mehri ödemek
mecburiyetindedir. Mehri ödenmemiş kadın, kocası ile taşınmak mecburiyetinde
değildir. Bu hükmün gerekçelerinden biri de, muhitinden ayrılacak ve nisbeten
yakınlarının himayesinden uzak kalacak kadının, mehri sayesinde elde edeceği
imkan ile -ekonomik sebeplerle- baskı altında kalmasını engellemektir. Ancak
bütün uygulamalarda danışma esastır, haksızlıklar için hakemlere ve mahkemeye
başvurma yolları açıktır.
"İslâmda Kadın" Bilgisi
Gelenekçi, modernist veya post-modernist eğilimli müslümanlar ile İslâma dıştan
bakanların "İslâmda kadın" anlayış ve bilgileri önemli (bir arada olamaz,
karşıt) farklılıklar arzetmektedir. Konuya iyi niyetle yaklaşanları bu denli
farklı/ihtilaflı anlayışlar içine sokan, kimi zaman çıkmaz yollara saptıran
amillerin başında bilgi kaynağının, metodolojinin, araştırmacının içinde
bulunduğu sosyo-psikolojik şartların/şartlanmışlıkların bulunduğunu düşünüyorum;
bu sebeple doğru bilgiye ulaşmanın kaynakları, usulü ve engelleri üzerine
düşündüklerimi aşağıda satırlara dökmek istiyorum:
1. Bir konuda "İslâm ne diyor?" sorusunun cevabını alabilmek için başvurulması
gereken ilk kaynak, şüphesiz Kur'an-ı Kerim'dir. Bu ilahi rehberden doğru bilgi
almamızı engelleyen iki amil vardır: Ehliyet ve usul.
Müslümanın Kitabı'nı okuyup anlaması ve hayatında uygulaması için gerekli olanın
yanında gerekli olmayan şartlar da uydurulmuş, bu güç şartları sıradan
müslümanın gerçekleştirmesi mümkün olmadığından Kitab yalnızca sevap kazanmak,
ölülerin ruhuna bağışlanmak, ibadet yapmak... için okunur olmuştur. Halbuki
fetva vermek için değil ise de Allah ile doğrudan yakın ilişki kurmak, bir
mânâda konuşmak ve O'nun hitabını hayatının düsturu haline getirmek için her
müslüman, her dilde (çeviride) Kur'an-ı Kerim'i okuyabilir, üzerinde
düşünebilir, kendine gerekli olan birçok yerini anlayabilir ve böyle de
yapmalıdır.
İlâhî Kitabı âlimane (müctehidce) okumak, anlamak ve buradan bilgi üreterek fert
ve toplumun ihtiyacına sunmak için şüphesiz daha fazla hazırlayıcı bilgilere,
zekaya ve doğru bir usule ihtiyaç vardır. Bunu da belli bir çağa ait kılmak ve
belli şahısların tekeline vermek tıkanıklığa sebep olmaktadır. İslâmın ilk
nesillerinde âlimler de vardı, sıradan (âlim olmayan, bilgi ve zekâsı yeterli
seviyede bulunmayan) insanlar da vardı; ancak herkes Kur'an'ı anlamak ve
hayatında uygulamak için okuyordu, yetmediği yerde kişilerin şahsi reylerini
değil, Kur'an'dan anlamadığı yeri, Hz. Peygamber'in ilgili bir açıklaması olup
olmadığını soruyordu.
2. Doğru İslâm bilgisinin vazgeçilemez ikinci kaynağı Sünnet'tir. Sünnet,
kendisine Kur'an-ı Kerim ve bunun dışında gerekli olduğu kadar bilgi vahyedilmiş
bulunan Peygamber'in (s.a.) örnek davranışlarıdır (sözü, fiili ve onayıdır).
O'nun örnek olsun diye koymadığı (beşerî, tabiî) davranışları bulunduğu gibi
örnek davranışları ve çözümlerinin de tarihi, şahsi, özel... olanı ve olmayanı
vardır. Bu hususların birbirine karıştırılması İslâmda kadın konusunda doğru
bilgiye ulaşma noktasında önemli bir engel oluşturmaktadır. Mesela Hz.
Fatıma'nın başvurusu üzerine sevgili babası ve ümmetin Efendisi'nin (s.a.)
karı-kocanın rolleri ile ilgili olarak söylediklerini bazı müctehidler değişmez
kural olarak almışlar, bazıları ise bunun, verili şartlarda bir tavsiye ve
çözümden ibaret olduğunu, rollerin duruma göre değişmesinde bir sakınca ve
İslâma aykırılığın bulunmayacağını ileri sürmüşlerdir. Sünnet alanında doğru
anlayış ve bilgilenmenin engellerinden biri de Efendimizin (s.a.) söz veya
fiilinin eksik aktarılması veya yanlış anlaşılmasıdır. Kadının uğursuzluğu, "eğe
kemiğinden yaratılmıştır" diye eğri (eksik, kusurlu) sayılması, kocaya itaat
konusundaki abartılı ve dengesiz anlayış bu engelin -emsali çok olan- birkaç
örneğidir.
3. Kaynak olarak vahye dayansa bile beşeri olan, doğruya ve yanlışa ihtimali
bulunan ictihadlar, bu ictihadlar yanında İslâma giren her kavmin eski
kültüründen taşıdığı veya başka sebep ve etkilerle oluşturduğu anlayış ve
uygulamalar din ile, kutsal olan ile, değişmez kurallar ile karıştırılmış,
aynılaştırılmış, bu da doğru bilgi ve anlayışın önünde önemli bir engel teşkil
etmiştir. Bunun örnekleri karı-koca ilişkisinden kadın anlayışına, hak-hukuk
anlayışına, günlük hayata kadar uzanır ve sayılamıyacak kadar çoktur.
4. Kur'an-ı Kerim ve Sünnet kaynaklarının kadınla ilgili olarak getirdiği bazı
kurallar, hükümler, sınırlar hem bu iki kaynağın bütünlüğünden, hem de -bir
kısmına ait de olsa- tarihi bağlamından ayırılarak ele alınmış, tek başına veya
başka şartlar ve sistemlerin içine konarak değerlendirilmiş, bu da yanlış
anlamalara ve olumsuz değerlendirmelere sebep olmuştur. Kadının bazı mali
hakları, velayeti, kamu hizmetinde istihdamı, evi dışında hizmeti, tahsili gibi
konularda bu amilden kaynaklanan yanlış anlama ve değerlendirmeler vardır.
5. Geçmişte kadınla ilgili olarak haksız, aşağılayıcı, hak kısıtlayıcı bir takım
anlayışlar ve uygulamalar olmuş, kadının konumu birçok yerde ve zamanda İslâm'ın
maksadının ve planının dışına çıkmış, kadına kendini ifade ve hakkını arama
imkanı verilmemiştir. Dünyada olup bitenlerin etkisi ile İslâm toplumunda da bir
kısım değişimler yaşanıp kadınlar bazı hak ve imkanlara kavuşunca asırların
birikimi kazanı patlatmış, hikmetin yerini hissî ve tepki şeklindeki düşünce ve
davranışlar almıştır. Aynı tepki davranışı ve buna ek olarak savunmacı tavırlar
modernitenin meydan okumalarına karşı İslâmcı kanattan çağımızda da görülmüştür.
Bu toz duman bulutu içinde doğru düşünmek, doğruyu görmek, hikmet çizgisinden
sapmamak zorlaşmaktadır.
Ana kaynakların ve örnek anlayış ve uygulamaların açık ve kesin vasıflarıyle
ortaya koyduğu şu ilkeler ve kurallar dairesinde düşünülür, İslâmda kadın konusu
bu çerçeve içinde ele alınır, yukarıda sıralanan engeller de göz önünde
tutulursa sağlıklı bir sonuca ulaşma şansımız artacaktır:
İslâma göre kadın, kulluk ve insanlık değeri bakımından erkeğe eşit bir
insandır, yaratılış ve yükümlülük bakımlarından erkek kadar kâmil insan (has
kul, has ümmet, başka bir deyişle iyi bir müslüman) olma imkan ve kabiliyetine
sahiptir. Cinsi hayatın yalnızca nikahlı kadın-erkek arasında yaşanması, bunun
da aile kurulmasına, iyi müslümanlar (iyi bir nesil) yetiştirilmesine vesile
kılınması istenmektedir. Erkeklerin kendi aralarında, kadınların da kendi
aralarında farklı kabiliyetleri, eğilimleri, özellikleri olduğu gibi bütünüyle
erkek cinsi ile kadın cinsi arasında da farklı kabiliyetler, donanımlar ve
imkanlar vardır. İslâm bu farklılıkların -tabii ve fıtri olanlarını- anlamsız ve
yapay bir eşitlik uğruna ortadan kaldırmayı değil, ilahi irade doğrultusunda
insanca bir hayatı yaşamak, kültür ve medeniyet oluşturmak için bütünleştirmeyi,
dayanıştırmayı, diğeri ile tamamlamayı hedeflemektedir. Fıtrat çerçevesi içinde
her kadın ve erkek öncelikle kendi imkan ve kabiliyetlerine uygun düşen rolü
üstlenir, hizmeti yüklenir; şartlar gerekli kıldığında bir kısım rollerin
değişmesinde, bir kısım hizmetlerin her iki cins tarafından da ifasında bir
sakınca yoktur. Bu "bir kısımı" fıtrat, ihtiyaç ve İslâmın umumi kuralları,
amacı belirler. Hukuk da -şartlara göre değişen ve değişmeyen kısımlarıyle- bu
ilişkiler yumağının çerçevesini -bünyenin elbisesini- oluşturur.
Meşru Evlilik
Bir müslümana göre meşrû evlilik "evlenmelerinde sakınca (mani) bulunmayan bir
kadınla bir erkeğin veya temsilcilerinin, yeterli sayıda ve vasıfta şahit önünde
irade beyanında bulunmalarıyle" gerçekleşir. Akit yapılırken mehir belirlenmemiş
ve zikredilmemiş olursa mehr-i misli (kadının emsaline verilen mehir) erkek
tarafından borçlanılmış olur. İslâm müctehidlerince, "ergenlik çağına gelmemiş
küçüklerin velileri tarafından nikahlarının kıyılması (evlendirilmeleri) caiz
midir?" konusu tartışılmıştır. Bunu caiz gören müctehidlere göre çocuklar
ergenlik çağına gelince -fiilen evlilik hayatını yaşama, evliliği devam ettirme-
konusunda muhayyerdirler. İsterlerse yeniden akit yapmadan evliliği yaşamaya
başlarlar, istemezlerse akit bozulmuş olur.
Aile hukuku ile ilgili kanunları islâmî olmayan bir ülkede yaşayan müslümanların,
kendi inançlarına ve dinî hukuklarına göre yaptıkları nikah akdini, bu ülke
mahkemeleri geçersiz saymakta ve evlilere zina, iğfal gibi suçlar isnad etmekte,
bu evlilikten doğan çocukları da gayr-i meşrû (nesebi sahih olmayan)
saymaktadırlar. Şüphe yok ki, bu anlayış ve uygulama laikliğe, insan haklarına
ve özellikle din ve vicdan hürriyetine aykırıdır. Devletin dine ve dinî hayata
müdahalesidir. Bu çelişkinin ortadan kalkması, devlet-millet barışıklığının
sağlanabilmesi için kanun koyucunun, halkın manevi değerlerini göz önüne alması,
düzenlemeyi buna göre yapması gerekir. Kara Avrupası hukukunun kaynakları
arasında Hıristiyanlık da vardır ve bu durum, o ülkelerde laikliğe aykırı
telakki edilmemiştir.
Sarah ile Musa'nın evlilikleri İslâm Hukukuna göre geçerli bir evliliktir.
Tarafların evlenmelerine bir engel yoktur, her ikisi de ergenlik (büluğ) çağına
gelmişlerdir (şayet kız büluğ çağına girmemiş, adet görmeye başlamamış ise
velisi akde razı olmuştur). Nikah akdi, usûlüne uygun olarak yapılmıştır.
Türkiye'de ve İslâm dünyasında bu şekilde evlenmiş ve evlilik hayatı yaşayan
binlerce insan vardır. Bunları evli saymamak, daha da kötüsü zina ettiklerini
varsaymak hiç şüphe yok ki, müslümanları rencide eder. Çünkü müslümanın inancına
göre zina bu değildir; zina evli olmayan bir çiftin cinsî hayat yaşamalarıdır;
bunların yaşı ve başı ne olursa olsun, karşılıklı rıza bulunsun bulunmasın -İslâma
göre- böyle bir birliktelik zinadır. Dinini bilen ve yaşayan bir müslüman, kendi
inancına ve dinî hükümlerine göre evlenmiş olanları ayıplamaz, tebrik eder,
yardımcı olur, evliliği teşvik eder, zinaya karşı tavır alır ve zina hali
yaşadıkları halde "biz birbirimizi seviyoruz, halimizden memnunuz, şimdilik
evlenmeyi düşünmüyoruz..." diyenleri, hem de bunu medya önünde, yüzde doksan
dokuzu müslüman olan bir halka karşı söyleyenleri ayıplar, bu davranışı günah ve
çirkin olarak değerlendirir.
Bize böyle ne oldu ki, zina edenleri alkışlıyor, evlenerek aile kuranları
ayıplıyoruz?!
Asker ve İbadet
Son zamanlarda moda olan TV yorumlarını ciddi ve hava-civa diye ikiye ayırmak
gerekiyor. Havadan civadan bir yorumda, bir kısım subay ve astsubayların irticaî
faaliyet sebebiyle ordudan atılmaları ve bu tasarrufun yargıya açık
bulunmamasının meşrû ve isabetli olduğu şöyle savunuluyordu: 1. Bunlar öyle
yalnızca inanan ve ibadet eden ordu mensupları değildir; devleti şeriat
esaslarına göre kurmak isteyen, bu maksatla tarikat ve cemaatlerle işbirliği
yapan ordu mensuplarıdır, eğer böyle olmasalardı Erbakan gibi beş vakit namaz
kılan ve hacı olan bir başbakan bu tasarrufa imza atar mıydı? 2. Bu tasarruf
yargı denetimine açık olursa ve atılan bazı subaylar danıştay kararı ile orduya
geri dönerse orada ne disiplin kalır ne de düzen...
Bu yorumu yapan kişinin işine geldiğinde demokrasi ve insan hakları havarisi
kesildiğini, işine gelmediği zaman da saltanatı savunduğunu, yanardönerliğe
soyunduğunu bir yana bırakarak yorumun tahlil ve tenkidine geçelim.
Hukuk devletinde hiçbir tasarruf hukukun dışında ve üstünde olamaz, insan
hakları da her ilkenin önünde gelir. Bir kimseyi belli bir suç ile (mesela
devletin düzenini dinî esaslara göre değiştirmek üzere faaliyet göstermek ile)
suçluyorsanız bunun delillerine sahip olmanız ve hükmünüzün yanında bu delilleri
de açıklamanız gerekir. Ortada müsbit deliller yok iken, bir takım yakıştırmalar
yaparak, çok uzak ihtimalleri vâki sayarak, rüzgârdan nem kaparak hüküm vermenin
hukukla alakası yoktur.
Halka gerçekler açıklanmadığı için yapılanlar ve söylenenlerden çıkarılan genel
kanaat şudur: Namaz kılan, oruç tutan, eşi örtünen, subayların eğlence ve
kutlama toplantılarında içki içmeyen, yakınları içinde ileri derecede dindar
kişiler bulunan, tatil günlerinde dindar müslümanların sohbet toplantılarına
katılan, bazı dinî kitapları okuyan veya evinde bulunduran... subay ve
astsubaylar ordudan atılmakta ve yukarıda sayılan fiiller ve durumlar onların "müsned
suçlarına" delil sayılmaktadır. Bu böyledir veya değildir, fakat tasarruflar
yargı denetiminin dışında ve dört duvar arasında kaldığı müddetçe böyle
bilinecek ve böyle sanılacaktır. Eğer bu bilgi ve zan doğru ise, gerçek bundan
ibaret ise durum daha da vahim demektir; çünkü yukarıda sıraladığımız fiillerin
devletin düzenini dine uydurmakla hiçbir alakası yoktur. Bunlar masum, ferdî,
din ve vicdan hürriyetinin (insan haklarının) kişiye hak olarak verdiği/tanıdığı
dinî davranışlar, ibadetlerdir.
Disiplin her yerde gereklidir. İş yerinde olsun sivil bürokraside ve orduda
olsun disiplinsiz görev yürümez, verimlilik elde edilemez. Öte yandan insan
hakları ve hukuk devleti ilkesi de hiçbir amaçla feda edilemez. Kamu yararı,
ahlak ve disiplin, hukuku askıya almaya gerekçe olabiliyorsa aynı yorumcular
niçin her gün işkenceyi, medyaya yönelik düzenleme teşebbüslerini, ceza
evlerindeki bazı tasarrufları dillerine dolayıp duruyorlar!? Hepimiz askerlik
yaptık, ordudaki düzeni ve disiplini biliriz, haksız olarak ordudan atılan bir
subay yargı kararı ile geri döndüğünde onun üstleri ve astları ile ilişkisi
talimata göre olmak durumundadır, hukukun ve talimatın dışına bir milim sapamaz,
saparsa bedelini öder. Ayrıca bu kişiyi atan onun muhatap olduğu, birliğinde
bulunan üstleri değil, bir başka yerde bulunan askeri birimdir, subayın ve
astsubayın onlarla direkt bir ilişkisi yoktur, olsa bile disiplini bozma hakkı
ve imkanı mevcut değildir.
Ordu bizim çocuklarımız ve kardeşlerimizden oluşmaktadır. Bu millet asker
millettir ve askerini sever. Benim ailem çocukluğumdan itibaren bana hep şunu
söyledi: "Orduya hiyanet eden ve askerlikte hile yapan iflah olmaz". Bu telkinin
benim aileme mahsus olmadığını da biliyorum. İlgililerden ricamız yanlış işler
yaparak bu birliği bozmamaları ve bu duyguları zedelemekten kaçınmalarıdır.
Namaz kılan hacı başbakanın imzalarına gelince; bu imzaların tamamının hürriyet
içinde, işlere hakim olarak ve gönül rızası ile atıldığını düşünenler varsa
onlara ya gülmek yahut da acımak gerekir.
Hasılı, son zamanlarda dinlediğimiz bazı yorumlar hava-civadan ibarettir ve bu
millet ahmak değildir!
Medeni bir insan gibi..."
Bir orduevinde, şehit ailelerine madalya verilmek için toplanılmış. Şehitlerin
bağrı yanık yakınları arasında başları örtülü hanımlar bulunduğu gibi töreni
takip eden medya mensupları arasında da başörtüsü takmış bir gazeteci bayan var.
Her şeye rağmen milletimizin iftihar ettiği, gönülden bağlı bulunduğu, Peygamber
ocağı bildiği ordumuzun bir generali, gönülerine su serpeceğini bekledikleri
konuşmasını şöyle sürdürüyor: "Bugünden itibaren garnizon dahiline başı örtülü
bayanların girmesini yasaklıyorum, ya medeni bir insan gibi başlarını açarak
gelirler yahut da sınırdan içeri adımlarını atamazlar... Şehitlerimiz
bayrağımızın hür ve bağımsız ülkemizde dalgalanması için şehit oldular,
başörtüsü için değil..." Bir kısım şehit ailelerini de tahkir eden bu sözlerle
hızını alamayan komutan, başı örtülü muhabiri salondan çıkarması için bir asker
gönderiyor ve arkasından gürlüyor: "Sözü uzatma, çıkmıyorsa atın dışarıya..."
Bu olayın -ordunun bütününü bağlamamak kaydıyle- takdirini ve hükmünü gören,
dinleyen ve okuyan halkımıza bırakarak şu medeniyet anlayışını biraz açmak
istiyorum: Generalin anlayışına göre şehitlerin annelerine, bacılarına,
yakınlarına hakaret etmek, onları medeni değil, gerici ve ilkel saymak
medeniyettir, misafirlere karşı saygısızlık medeniyettir, başını örterek görev
yapıyor diye bir bayana hakaret etmek ve onu salondan atmak medeniyettir,
milletin bütününe ait bir mekânı, onları örtülü ve örtüsüz diye bölerek bir
kısmına kapatmak medeniyettir. Bütün bunları yapan medenidir de yalnızca inancı
gereği başını örten bir bayan medeni bir insan değildir, onun da medeni
olmasının tek şartı başını açıvermesidir.
Burada bir belirleyici, ayırıcı, ölçü olarak kullanılan medeniyetin Batı
medeniyeti olması gerekiyor; çünkü tarih boyunca İslâm medeniyetinde müslüman
hanımların, dışarı çıkarken, namahremle görüşürken başlarını örtmelerinin edep,
ahlak ve medeniyet gereği bulunduğunu bilmeyen yoktur. Bu sebeple İslâmı değil,
Batı medeniyetini ölçü alarak olayı ve sözleri test ettiğimizde varacağımız
sonucun generali doğrulamayacağı şüphesizdir. Çünkü Batı medeniyeti -en azından
son yüzyılda ve teorik olarak- insan hak ve hürriyetleri temelinde
gelişmektedir. Bu hürriyetlerden biri de din ve vicdan hürriyetidir. Batılı,
inancı gereği başını örteni değil, böyle bir bayana hakaret edeni, salondan
atanı, medeni olmayı şekle, baş açıklığına bağlayanı... medeniyet dışında ve
uzağında görür.
Biz bu olayın bir heyecan sonucu ve dil sürçmesi mahiyetinde olmasını diliyor,
'hatadan dönmek fazilettir' ilkesine göre özür dileneceğini umuyoruz.
Oruçluya Baskı
Son birkaç yıldır Ramazan aylarında basın -yayının bir yaygarasıyla
karşılaşıyoruz. Filan yerde müslümanlar oruç tutmayanlara baskı yapıyorlar, oruç
tutmayan filanı döverek hastanelik ettiler vb. Bu yayınların etkisinde kalanlar
da incelemeden, düşünmeden hükme varıyor ve müslümanları, daha da acısı İslâmı
suçlamaya kalkışıyorlar. Ülkemizde milyonlarca oruç yükümlüsü müslüman var,
bunların da milyonlarcası oruç tutmuyorlar. Eğer müslümanlar oruç tutmayanlara
baskı yapıyor, dövüp sövüyor olsalardı bu gibi olayları bulmak için köşe bucak
aramaya, bulamayınca da tertip etmeye ihtiyaç duyulmazdı, her yerde, her zaman
yüzlerce olay meydana gelirdi. Böyle olsaydı dahi, bazı müslümanların
yaptıklarından hareketle "İslâmın insanları ibadete zorladığı ve bunun için
baskı yapılmasını istediği" hükmüne varılamazdı; çünkü müslümanların her yapıp
ettikleri İslâmın aynası ve uygulaması değildir. Bu konuda doğruyu öğrenmek
isteyenlere, bir yandan -yukarıda işaret edilen- tarihi ve güncel uygulamaya,
sosyal vâkıaya dayanarak, diğer yandan dinin bilgi kaynaklarından alarak açıkça
ifade etmek isterim ki, İslâm insanları ibadet için zorlamaz, zorla, baskı ile
ibadet yaptırmaz; çünkü ibadetin ruhu ihlastır, ihlasın da mânâsı, ibadetin
serbest irade ile ve yalnızca Allah rızası için yapılmasıdır.
Müslümanların da ibadet yapmayanları baskı uygulayarak buna zorladıkları yoktur.
İddiamıza karşı ileri sürülen tarihi ve güncel olaylar ve uygulamalar -nadir
olmakla beraber- üç sebebe dayanmaktadır: 1. Kamu düzenini ve genel ahlakı
korumak. 2. Cehalet ve tahrik karşısında sabırsızlık. 3. Tertip, komplo.
Kamu düzenini ve genel ahlakı korumak için insanlara zorla namaz kıldırma, oruç
tutturma yoluna gidilmemiş, ancak bunları aleni (açık) olarak ihlal etmeleri
engellenmiştir; çünkü bu ihlaller -düzenin islâmî olduğu yer ve zamanlarda- kamu
düzenini bozmakta ve genel ahlakı olumsuz etkilemekte idi. Bu tedbir sayesinde
İslâm toplumlarında ibadet ve fazilet açık, günah ve kabahat gizli hale
gelmişti; doğrusu da bu idi. Şimdi ise ibadetin gizli, kabahatın açık olması
istenmektedir.
Dini vazifelerini yerine getirmeyenlere karşı nasıl davranılacağını bilmeyen
bazı müslümanların, karşı tarafın tahrikleri de eklenince sabredemeyip şiddete
başvurdukları olmuştur; bu davranış elbette tasvip edilemez; ancak bunu
genellemek ve İslâma maletmek de haksızlık olur.
İnsanlığın evrensel meçhulleri ile çözümsüz problemleri karşısında bunalan
insanlığın bir parçası huzuru, tatmini ve çözümü İslâm'da aramaya yönelmektedir.
Bu yönelişi kendi dünya görüşleri ve özellikle menfaatleri için tehlikeli gören
bazı çevreler, İslâmın güzel yüzünü çirkin, müslümanların sevgi ve merhamet dolu
gönüllerini katı göstermek için komplolar kuruyor, olaylar tertip ediyor, sonra
da yaptıklarını müslümanlara malederek basın-yayın aracılığı ile kamu oyuna
sunuyorlar. Bazı basın-yayın kuruluşları da bu tertibin içinde oldukları için
devenin kulağını, gövdesinden büyük göstermek için ellerinden gelen çabayı
sarfediyorlar.
Bizim tesbit ve kanaatimize göre Türkiye'de yetmiş yıldan beri baskıya maruz
kalanlar ibadet etmeyenler değil, tam aksine ibadet edenlerdir. Çeşitli kamu
kurum ve kuruluşlarında işe almamak, işten çıkarmak, terfi ettirmemek, güç ve
olumsuz şartlarda istihdam etmek, namaz kılacak yer sağlamamak, izin ve zaman
vermemek, sahur yemeği çıkarmamak, iftar yemeği vermemek, zorla oruç bozdurmak,
zorla örtülmesi gereken yerini açtırmak, alkollü içki almaya zorlamak, fıtır
sadakasını (fitreleri) ve kurban et ve derilerini zorla almak veya istenilen
yere verilmesini engellemek, abdest, gusül ve taharet için yer ve imkan
hazırlamamak... suretiyle müslümanlara baskı yapılmakta, (dolaylı, dolaysız
zorla) ibadetlerine engel olunmaktadır.
İşin garibi, mazlumun yerine zalimin sesinin çıkması, suçun güce dayanılarak
bastırılmasıdır. Tıpkı yahudi ile gözü açık müslüman çocuğun hikayesi gibi.
Yahudi mahalle mahalle dolaşarak incik boncuk satar, müslümanları kandırarak
paralarını alırmış. Zeki bir müslüman çocuk bunun farkına varmış ve yahudiye
itiraz etmiş, yahudi öfkelenerek çocuğa acı bir çimdik atmış, çevreden yardımına
gelecek olanları yanlış yönlendirmek üzere de çocuğun ağıdını bastıracak bir
şiddette ağlayıp bağırmaya başlamış. Gelenler durumu sorunca "bu edepsiz çocuk
beni çimdikledi ve ısırdı" demiş. Zavallı yavrucuk -günümüzün müslümanları gibi-
bir de gelenlerden azar ve şamar yemiş.
Türbanı Her Yere Sokmak
Çok satan bir gazetenin baş yazarı, Gümüşhane'de meydana gelen üzücü olayın
tahlil, tenkit ve değerlendirmesine tahsis ettiği bir yazısında, Sivas'ta türban
taktıkları için konuşma ve diploma hakları ellerinden alınmak istenen
kızlarımızı ve bunları destekleyenleri kastederek "türbanı her yere sokmak
isteyenler" ifadesini kullanıyor ve "bu isteme ve davranışı" yersiz, uygunsuz ve
tahrik edici bulduğunu ima ediyor. Bu başyazar gazetecinin anlayışına göre
türbanın da bir yeri veya yerleri vardır; bu yerlerin dışında onu takmamak
gerekir.
Türbanı giymenin gerekli olduğu yerler bulunduğu konusunda kendisine katılmak
mümkündür, ancak ihtilaf noktası bunu belirleme selahiyeti ile ilgilidir. Bu
yazara ve aynı zihniyeti paylaşan diğerlerine göre türbanın giyilmesi ve
giyilmemesi gereken yerleri belirleme selahiyeti laik devlete aittir. Devletin
ilgili kurum ve kuruluşları, kanunlar, tüzükler, yönetmelikler, yönergeler ve
daha bilmem nelerle kadınların nerelerde başlarını kapatabileceklerini ve nerede
açmaları gerektiğini amir hükümler halinde ortaya koyarlar. Bundan sonra
vatandaşlara düşen, bu bağlayıcı emirlere uymaktır; inandığı ve talimatına
uyarak yaşamak istediği dinin emri ile laik devletin emri çatıştığında,
inancının gereğini bir tarafa bırakarak buna aykırı olan devletin talimatını
uygulamaktır. Devlet mevzuatını hazırlarken kendisine vücut veren halkın ve
bunların içindeki inanç guruplarının dinî ihtiyaç ve duygularını hesaba katarak
buna göre düzenlemeler yapamaz, yaparsa "devleti dine uydurma ve dayandırma"
suçunu işlemiş, anayasanın laiklik ilkesini çiğnemiş olur.
Eğer bu zihniyet, bu devlet ve düzen anlayışı bizim aydınlarımızda ve
yöneticilerimizde devam edecekse toplumumuz gerçekten bir çıkmaz içinde
demektir; çünkü hiçbir inanç gurubu, inancına aykırı bir davranışa zorlanmaktan
memnun kalamaz, zorlayana iyi duygular besleyemez, onunla bütünleşip kaynaşamaz.
Bunun aksini düşünmek eşyanın tabiatına aykırıdır. İnancına baskı yapıldığı,
Rabbi ile devleti arasında tercih mecburiyetinde bırakıldığı duygu ve dşüncesini
taşıyan insanlar ya Rablerinden yahut da devletlerinden uzaklaşmak
mecburiyetinde kalırlar ve bu daha ziyade ikincisi aleyhine işler. Din ve vicdan
hürriyetine baskının tarihte ve günümüzde doğurduğu sonuçlar ortadadır; bu bir
zulümdür ve zulüm ile devlet payidar olamaz.
Çözüm ya laiklik ilkesinin yerini "din ve vicdan hürriyeti" ilkesiyle
değiştirmektir yahut da sağlıklı, tutarlı, demokratik bir laiklik anlayışına
gelmektir. Bu anlayışı benimsemiş bulunan ülkeler hem anayasalarını, hem de
diğer yasalarını hazırlarken halklarının inançlarını ve dinî ihtiyaçlarını göz
ardı etmemişler, tam aksine evlenme, boşanma, neseb gibi birçok konuda
düzenlemelerini, dinî inanç ve ihtiyaçları göz önüne alarak yapmışlar ve bunu da
"laikliğe aykırı, devleti dine dayandırma" olarak telakki etmemişlerdir.
Kadınların başlarını nerede, hangi durumlarda açıp örteceklerini belirleme
selahiyeti değil laik devletlerde, şeriat devletlerinde bile yoktur. İnananlara
göre bunu tayin edecek olan Allah'tır, O'nun peygamberleri vasıtasiyle insanlara
gönderdiği dindir. Laik devleti, dinin hak veya batıl olması da ilgilendirmez,
ona göre ilahi olsun, beşeri olsun din ve inanç kutsaldır, saygıya layıktır, din
ve vicdan hürriyeti ilkesinden istifade hakkı vardır. Bu sebeple laik devlet,
mesela İslâm'da başörtüsü var mıdır, yok mudur kabilinden bir araştırma ve
soruşturmaya da girişemez. Onu ilgilendiren buna inanan kimselerin bulunup
bulunmadığıdır. Türkiye'de milyonlarca kadın, Allah'ın çizdiği sınırlar içinde
örtünmenin gerekli olduğuna inanmakta ve bunu yaşamaya çalışmaktadırlar. Devleti
düzenlemelerini yaparken bu inanç ve iradeyi göz önüne almadığı müddetçe din ve
vicdan hürriyetini çiğnemiş, inananlara baskı yapmış, onları "ölümlerden ölüm
beğenme" cenderesine sokmuş ve suç işlemeyi, devletten soğumayı teşvik etmiş
olacaktır. Aklı, irfanı ve vicdanı olan hiçbir aydın, hiçbir yönetici bu
sonuçları isteyemez, istememelidir. Başyazarlar da türbanı, inançlarına göre
Allah'ın soktuğu yerlere sokanlarla değil, bazı yerlere sokmayanlarla
uğraşmalıdırlar.
Cuma Namazı ve Laikçiler
Öğle tatilinin, cuma günlerinde kamu görevlilerinin cuma namazını kılmalarına
imkan verecek şekilde ayarlanması ile ilgili kanun teklifi, "takke düştü kel
göründü" misali birçok gerçeği/ayıbı ayan beyan ortaya koydu. TV'de seyrettiğim
bir tartışmalı toplantı, konu etrafında söylenenlerin tamamını ihtiva ediyordu.
Teklifin lehinde konuşanlara göre kanun bir yenilik getirmiyor, fiili duruma
hukukî zemin hazırlıyordu, bunu idari tasarrufla da gerçekleştirmek mümkündü,
hükümet buna yaklaşmadığı için teklif verilmek mecburiyeti hissedilmişti. Karşı
görüşü savunanlara göre bu teklif laikliğe ve T.C. ilkelerine aykırı idi.
Laikliğe karşı olanlar 1950'li yıllardan beri ilkeleri parça parça ihlal ediyor,
ortadan kaldırmayı hedefliyorlardı. İsteyenler zaten cumayı kılıyorlardı, kimse
bundan engellenmiyordu ve şimdiye kadar cuma kılamadığından şikayet eden bir
memur da olmamıştı... Halbuki:
a) Cumayı kılmak isteyen kamu görevlilerinden ancak bir kısmının sıkıntı ve
huzursuzluk içinde, ezile büzüle edaya çalıştıkları bu önemli ibadeti, gönül
huzuru ile ifa etme imkanı getiren bir kanun veya idari tasarruf önemli bir
yeniliktir, fiili duruma nisbetle müsbet mânâda çok farklı bir hukukî zemindir.
b) Kendilerini çağdaş, ileri, aydın olarak niteleyenlerin, yetmiş yıl önce
konmuş ilkeler üzerinde gösterdikleri hassasiyet karşısında hayrete düşmemek
mümkün değildir. Zamanımızda demokrasi ve insan hakları ilkelerini benimsemiş
bulunan toplumların ilk adımda yaptıkları şey, bu ilkelere aykırı bulunan
tabuları ve modası geçmiş uygulamaları ortadan kaldırmaktır. 1950'den bu yana
yaşanan değişiklikler, çağdaş devlet ve toplumun ilkelerini değil, bunlara
aykırı bulunan tabuları yıkmaktır. Ülkemizde, son yıllarda İkinci Cumhuriyeti
savunan aydınlar da bunu istemektedirler.
c) Teklife karşı olanlar, laiklik karşıtlarının cür'etli(!) isteklerini
sıralarken Kitab üzerine yemini, Ayasofya'nın ibadete açılmasını, meclisin dua
ile açılmasını... zikrettiler. Bu efendilere gözlerini açıp bir dünyaya
bakmalarını, demokrasi ile yönetilen, hatta bu sistemin beşiği sayılan ülkelerde
buna benzer uygulamaların çok tabii görülerek yapıldığını hatırlatmakla
yetinelim.
d) T.C. Anayasasının 24. maddesi, "ibadet, dinî ayin ve törenler serbesttir"
diyor ve bunu 14. maddeye aykırı olmamak kaydına bağlıyor. 14. maddenin
sınırladığı davranış ise din ve mezheb ayrımı yaratmak ve dine dayalı devlet
kurmaktır. Cuma namazı kılan ne din ve mezheb ayrımı yapıyor, ne de dine dayalı
devlet kuruyor. Yapılan yalnızca bir ibadettir. Laik anayasa bu hürriyeti
verdiğine göre vatandaş hak ve hürriyetini kullanmak istediğinde bir engel ile
karşılaşmamalıdır; aksi halde sağ el ile verilen sol el ile geri alınmış, eli
kolu bağlı adama yürüme hürriyeti verilmiş olur. Kamu görevlisi de cumayı kılmak
istediğinde öğle tatili buna göre ayarlanmazsa açıkça ibadetten engellenmiş
bulunur ve asıl laikliğe, din ve vicdan hürriyetine, dolayısıyle anayasaya
aykırı olan bu dolaylı engellemedir.
e) Eski bir bakanın, "Bu kanun çıkarsa kamu görevlileri cuma namazı kılmaya
mecbur edilmiş olur" ifadesini anlamakta güçlük çekiyorum. Demek ki insaftan
ayrılan, mantıktan da ayrılmış oluyor.
f) "Hiçbir memurun cuma kılamadığı için şikayetçi olduğunu duymadık" sözü bir
intak-ı Hak'tır (normal hallerde söylemediğini Hak söyletiyor). Doğru,
duymadınız; çünkü yıllardan beri yaptıklarınızı halka sormak, halkın ne dediğine
kulak vermek gibi bir medeni ve demokratik adetiniz yoktur. Merak ediyorsanız
gidiniz, halkın içinde yaşayan, gönülleri ve kulakları sağır olmayan halk
adamlarına sorunuz; onlar size neler anlatacaklardır, neler! Bilmek isteyenlere
ben bir tanesini söyleyeyim: Namazı, orucu, cuması engellenen binlerce müslüman,
engelleyene şikayetin fayda vermediğini bildiğinden onları Allah'a havale
ediyor, O'nun haklarından gelmesini diliyorlar. Kimbilir belki de son yıllarda
yaşadıklarımız, bu tazallümlerin (Allah'a sızlanmaların) ve niyazların
sonuçlarıdır.
g) Batı, hıristiyanlar için bütün pazar gününü, yahudiler için de cumartesi
gününü tatil etmiştir. Cuma günü bir saati (yarım da olur) müslümanlar için
tatil etmeyenlerin çağdaşlığı, Batı'ya nisbetle kırksekizde bir oranında bile
değildir.
Kurban
Müslümanın imtihan için geldiği şu dünyada geçireceği hayatın gerektirdiği
faaliyetleri (dünyaya ait işleri) de bir mânâda ibadettir; burada ibadetin
mânâsı, kulun her bir davranışını Allah'a itaat şuuru içinde, O'nun buna izin
verdiğini, razı olduğunu düşünerek, bilerek icra etmesidir. Müslümanın bundan
başka yine dünya hayatında yerine getirdiği özel mânâda ibadet fiilleri vardır;
bunlarda amaç, dünya menfaati değildir, bu özel ibadetler dünya hayatının
gerektirdiği fiiller ve davranışlar da değildir; gaye, bunları Allah'ın
istediği, Peygamber'in gösterdiği gibi yaparak Allah'ı hoşnut kılmak, O'nun
rızasına nail olmak, nefsi arındırmak ve eğitmek, Hakk'a yakınlık devletini elde
etmektir. Namaz, oruç, hac, zekat, zikir, Kur'an okuma, sadaka nasıl özel
ibadetler ise kurban da böyle bir özel ibadettir.
Dar dünya planında, fizik ve biyolojinin tıkız kalıpları içinde boğazlanan, kanı
fışkırarak akan bir hayvanın, daha doğrusu bu işlemin insanı Allah rızasına
götüren bir ibadet olması keyfiyetini kavramak imkansız gibidir. Bilinen ve
söylenen, bu işlemin, en değerli varlık olan hayatı ve canı Allah'a sunmayı
temsil etmesi, nasıl olsa bir gün kesilip yenilecek bir hayvanın, Allah rızası
için tasadduk etmek üzere boğazlanması, birçok insanın mahrum bulunduğu önemli
bir gıdayı karşılıksız olarak muhtaçlara dağıtma fırsatının verilmesi...dir.
Hz. Peygamber (s.a.) kurban kesmiş, ümmetine de bunu tavsiye etmiştir; bu
sebeple kurban, bazı müctehidlere göre vacib (gerekli, olmazsa olmaz),
bazılarına göre sünnet bir ibadet olmuştur. Hali vakti yerinde olanlar, daha
ilmî bir deyişle zekat vermekle yükümlü olacak kadar zengin olanlar, bayram
namazından sonra, kurban bayramı günlerinde bu ibadeti yerine getirirler. Yine
Sevgili Peygamberimizin tavsiye ve örnek uygulamalarına göre birazını yer,
birazını ayırır, geri kalanını da Allah rızası için muhtaçlara dağıtırlar (tasadduk
ederler). Kurbanın derisi de eti gibi olduğundan ya kullanılmak üzere kesen
tarafından alıkonur yahut da tasadduk edilir.
Gariplikler ve çelişkilerle doldurulmuş güzel ülkemizde her kurban bayramı
arafesinde bir çekişme ve tartışma yaşanır: Tartışmanın konusu, kurban
derilerini ve etlerini toplayacak şahıs ve kurumlardır. Laik olduğu anayasasında
yazılı bulunan bu ülkenin devleti bir kanun çıkarmıştır. Kanun, kurban et ve
derilerini toplama hakkını ve imkanını, kısmen veya tamamen kamu hizmeti gören
kurum ve kuruluşlara vermiştir. Arkadan bir de yönetmelik çıkarılmış, burada
toplama hakkı yalnızca Türk Hava Kurumu'na verilmiştir. Laik devletin zekat,
fitre ve kurban eti ve derisinin toplanması ile ilgili kanun çıkarması
-kanaatimize göre- anayasaya aykırıdır. Anayasaya aykırı bulunan bir kanuna
aykırı yönetmelik çıkarması ise aykırıdan daha aykırıdır. Ama gelin görün ki,
anayasaların üzerinde hakim babayasalar bulunduğu için her yıl bu kaos yaşanır,
müslümanlar eza ve cefa görür, sıkıntılara düşer, baskılara maruz kalırlar.
Bütün büyük başlar, kanunşinaslar bu düzenlemenin haksız olduğunu beyan
ettikleri halde kaldırmaya ve düzeltmeye teşebbüs etmezler. 'Böyle koyunlara
böyle çobanlar haktır' diyerek konuyu fıkıh (dini hükümler) bakımından
özetleyelim:
Türk Hava Kurumu, ilgililerin beyanına göre pilot, planör ve paraşütçü
yetiştiriyor; asıl işi budur. Bunun gibi bir de Türk Kara Kurumu kurulabilirdi
ve bu kurum da şoför, makinist, vatman vb. yetiştirebilirdi. İşte böyle bir
kuruma ne zekat verilebilir, ne de fitre; yani bu gibi kurumlara zekat ve fitre
vermek caiz değildir; çünkü zekat ve fitrenin nerelere verileceği Kur'an ve
sünnette bildirilmiştir; bu yerler arasında T.H.K. benzeri kurumlar yoktur.
Kurban eti ve derisine gelince, bunların, kesen tarafından yenmeyeni ve
kullanılmayanı tasadduk edilecektir. Sadaka da bir ibadettir, Allah rızası için
uygun yere verilen nesnedir. T.H.K. sadaka verilecek bir yer de değildir. Etin
de, derinin de tasadduk edileceği yerler, yoksullar ile din hizmeti verenler, bu
hizmete katkıda bulunanlardır.
İlgililer mevcut uygulamayı savunurken kurumun toplama hakkına sahip
bulunduğunu, ancak topladıklarını tek başına sarfetmediğini, diğer bazı kurum ve
kuruluşlarla paylaştığını ileri sürmektedirler. Bize göre adı geçen kurumun
-sadaka vermeye uygun bulunmadığı için- et ve deri toplaması da uygun değildir.
En doğru olanı verme ve toplamanın tamamen serbest, müslümanların vicdanlarına
bırakılmasıdır. Eğer bu yapılmayacaksa toplama hakkının Diyanet'e verilmesi,
Diyanet'in de mahalli teşkilat aracılığı ile toplanan sadakayı ilgili yerlere
adalet dairesinde tevzi eylemesidir. Her halükârda dileyenin eti ve deriyi
istediği kimseye ve yere vermesinin serbest olması hukuk devletinin, din ve
vicdan hürriyetinin vazgeçilmez bir gereğidir.
Örtünme ve Baskı
İslâmın emirleri ve talimatı içinden bazıları vardır ki, bunlar daha önceki
anlayış ve uygulamaları değiştirmiş, bâtılın yerine hakkı, kötünün yerine iyiyi,
çirkinin yerine güzeli getirmiştir. Erkek ve kadınlarla ilgili giyinme ve
örtünme emri de hükümleri değiştiren ve düzelten talimat arasında yer
almaktadır. Cahiliye devri denilen İslâm öncesi dönemde kadınlar baş ve
göğüslerini kapatmıyor, baş örtülerini omuzlarından arkaya atarak gerdanlarını
açıkta bırakıyorlardı. İlgili âyet (Nur: 24/31), kadınlara başörtülerini,
elbiselerinin yakaları üzerine çekerek bağlamalarını ve böylece saç ve
gerdanları gözükmeyecek şekilde örtünmelerini emretti. Mümin kadınlar şevk
içinde, bir an tereddüt göstermeden bu emre uydular ve asırlar boyunca da
böylece örtünüp geldiler. İslâm dünyası yabancı kültürlerin istilasına uğrayınca
çarpık eğitimin tesiriyle öz kültüründen ve değerlerinden uzaklaşmaya başlayan
bazı kadınlarımız açılıp saçılmaya başladılar; bu fi'lî sapmayı örtünme emrinin
tartışılması takip etti. Klasik kaynaklarımızda hiçbir dayanağı bulunmadığı
halde İslâmda baş örtüsü takmanın gerekli olup olmadığı münakaşa konusu edildi
ve bazı modernistler gerekli bulunmadığını ileri sürdüler. İlgili âyetleri tevil
ettiler, hadisleri de ya inkâr ettiler yahut da peşin hükümleri doğrultusunda
yorumladılar.
Başka yazılarımızda İslâmda örtünmenin gerekliliğini ve sınırlarını geniş bir
çerçevede ve delilleri ile açıkladığımız için burada başka birkaç konuya kısaca
temas etmek istiyoruz:
1. Bir insan hakkı olan din ve vicdan hürriyeti, inancın birilerine göre sahih,
doğru, belli bir kalıba uygun olup olmadığına bakmaz, inancın birileri
tarafından benimsenmesini esas alır ve bunu benimseyenlere inancına uygun
düşünme, yaşama, açıklama, örgütlenme haklarını verir. Buna göre İslâmda
örtünmenin gerekli bulunduğuna inanan bir kimsenin örtünme hakkı "insan
hakkıdır", bunu onun elinden alan her sistem insan haklarına tecavüz etmiş
olmaktadır. Kanun koyucunun vazifesi, düzenlemeleri insan haklarını ihlal
etmeden yapmaktadır.
2. İslâma göre giyinen ve örtünen bir kadın veya erkek, zaruret halinde, mesela
bir cilt hastalığına yakalanıp tedaviye muhtaç olduğunda uzman doktora gider,
normal hallerde açması, göstermesi ve dokundurması caiz olmayan yerlerini açar,
gösterir ve dokundurur.
3. Genel olarak müslümanların zalimlere, inançlarını yaşamak isteyenlere baskı
yapanlara karşı direnmeleri, din ve vicdan hürriyetinin gereği bulunan haklarını
almak için gerekeni yapmaları farzdır, bu da bir cihaddır ve cihadın toptan
terkedilmesi büyük günahtır. Ferdi (bireye ait) veya ictimaî (İslâm toplumuna
ait) önemli bir ihtiyaç ve zaruret bir kızın veya hanımın başını açarak
okumasını, resim çektirmesini, görev yapmasını gerektiriyorsa, başka bir çare ve
yol mevcut değil ise baş açılır, görev yapılır, okunur ve resim çektirilir.
Zaruret ortadan kalkar kalkmaz da İslâma göre normal olan uygulamaya dönülür.
Ancak gücü ve imkanı olanlar -baskıya rağmen- direnmeye devam ederler, haklarını
ararlar, din ve vicdan hürriyetlerini korumak için ellerinden geleni geriye
koymazlar. Onların bu cihadları sayesinde bir gün bâtıl gider hak gelir, zulüm
kalkar adalet gelir, kin gider sevgi gelir, savaş gider barış gelir, vahşet ve
ilkellik gider medeniyet ve insanlık gelir.
Tesettür Mahkemede
Şeriata karşı demokrasiden ve laiklikten dem vuranlar, kamu alanlarında
kadınlarımızın örtünmelerine karşı çıkıyor, bunun laikliğe aykırı olduğunu ileri
sürüyorlardı. Bugünlerde sıra mahkemelere geldi. Laikçiler şimdi de avukat ve
hakim olan kızlarımız ve kadınlarımızın başörtülerine taktılar, kargaları bile
güldürecek gerekçelerle bunu engellemeye çalışıyorlar. Daha önce genel olarak
veya özellikle üniversitelerde başörtüsü kullanmayı siyasî bir davranış ve çıkış
olarak görüyor, Anadolu kadını ile üniversite öğrencisinin aynı kategoriye
konamıyacağını, birincilerin inançları veya adetleri gereği örtündüklerini,
ikincilerin ise bunu, siyasetin bir parçası olarak kullandıklarını ileri
sürüyorlardı. Doktor, hemşire, hastabakıcı gibi sağlık görevlileri örtünmeye
başlayınca yeni bir gerekçe daha aradılar ve "başörtüsünün mikroplu
olabileceğini, sağlık bakımından tehlikeli olduğunu" söylediler. Devlet
dairelerinde disiplin, sağlık alanında mikrop, üniversitelerde ve liselerde
siyaset, gerektiğinde kıyafet kararnamesi gerekçeleri mahkemede yetmedi, burada
yeni bir bahaneye ihtiyaç hasıl oldu, hemen bunu da buldular: "Başını örten
hakim kadın dinî kimliğini ortaya koyuyormuş, bu ise yargıya gölge düşürür,
halkı işkillendirir, yargıcın tarafsızlığını bozarmış." Başını örten avukat
bayanlara gelindiğinde henüz işe yarar bir bahane uydurulamadığı için konunun
baroda tartışılmasına karar verildi; diyelim ki baroda tartışıldı, sonunda
çoğunluk uygun bir gerekçe bularak avukat hanımların da örtünmelerinin bir
şeylere aykırı olduğunu kabul etti. Bu "örtünmeyen çoğunluğun" kararı ve kabulü
din ve vicdan hürriyetine, dolayısıyla insan haklarına aykırı olmayacak mı?
Kurt ile kuzu bir müddet arkadaşlık etmişler. Kurt, arkadaşı kuzunun semirdiğini
görünce onu yemeye karar vermiş, ancak arkadaş oldukları için bir bahane ve
gerekçeye de ihtiyaç duymuş. Susayıp bir dereden su içtikleri sırada, kendinden
daha aşağıda su içen kuzuya hiddetlenerek bağırmış: "Suyumu bulandırıyorsun!"
Kuzu "insaf et kurt kardeş, sen üst taraftasın ben aşağıdayım, senin suyunu
nasıl bulandırabilirim?" demiş. Bu defa kurt biraz daha hiddetlenerek "bir de
bana itiraz ediyorsun öyle mi?" diye haykırmış, kurdun asıl maksadını anlayan
kuzu şu cevabı vermiş: "Anlaşılan sen beni yemeye karar vermişsin, saçma sapan
bahaneleri ve gerekçeleri bırak da mertçe gel ve ye!"
Anadolu'da, İstanbul'da, köyde, şehirde, genç, yaşlı, memur, sivil, sağlık
alanında, mahkemede... örtünen kadınların büyük ekseriyeti (yüzde doksan dokuzu)
ya açık çıkmak ayıptır diye (ahlâkî gerekçe). Yahut da günahtır diye (dini
gerekçe) örtünmektedirler. Örtünmeyi siyasî bir araç olarak kullanan müslüman
kadın yoktur veya nadirdir, nadire ise hüküm bina edilemez. Din ve vicdan
hürriyetini insan hakkı olarak görüp bilenlerin dini-ahlâkî saikler ve
sebeplerle örtünen kadınlara bu hakkı tanımaları hukukun, laikliğin ve
çağdaşlığın tartışılamaz bir gereğidir. Kıyafet kararnameleri bir kanun bile
değildir. Kaldı ki kanunların dahi anayasalara aykırı olanları iptal edilir,
insan haklarına aykırı mevzuat ise anayasalara aykırı sayılır. Laiklik devletin
dine müdahale etmemesi, insanların inanmak veya inanmamakta serbest olmaları ve
inançlarının gereğini yerine getirme imkanına kavuşmalarıdır. Kıyafet mevzuatını
düzenleyenler inancı gereği örtünecek olanlara engel çıkarırlarsa laikliğe
aykırı hareket etmiş olurlar. "Çalışmak ve okumak istiyorsa başını açsın, başını
örtecekse evinde otursun" demek insanları -insan hakkı olan- çalışma ve okumadan
mahrum etmektir.
Mevzuatın inananları haklardan mahrum etmeyecek şekilde hazırlanması,
başkalarına belli bir giyimi veya şekli -din adına- dayatmadığı için dinin
devlete müdahalesi olarak algılanamaz ve Batı'da laiklik böyle anlaşılmıştır.
Sağlık alanında çalışanlar çıplak çalışmadıklarına göre hastalara yaklaşırken
giydiklerini nasıl mikroplardan koruyorlarsa baş örtülerini de aynı usûller ile
korurlar. Hakim, avukat ve subay da insandır, her insanın bir inancı, siyasî
kanaati ve tarafı vardır, bu insanları inanç ve kanaatten arındırmak mümkün
değildir. Önemli olan, görevini yaparken tarafsız olmak, adalet ve hakkaniyetten
ayrılmamaktır; bu ise kıyafete değil, vicdana ve eğitime bağlıdır. Tehlike
gelecekse kendini açıkça ortaya koyandan değil, dışı başka, içi başka olandan
gelir...
Hasılı, demokrasi ve laiklik havarileri ya samimi olacak, kimsenin örtünmesine
karışmayacak, dinî ve ahlâkî inanca/kanaate saygı gösterecek yahut da -dini
inanca ve davranışa karşı baskı uyguladıkları müddetçe- iki yüzlü olduklarını,
demokrasi ve laikliği istismar ve siyasete alet ettiklerini isbat ve tescil
etmiş olacaklardır.
Hac Hizmeti
Yıllarca önce hac ibadetini yapmak isteyen müslümanları bu ibadetin yapılacağı
mukaddes mekânlara götürmek, orada iaşe ve ibadetlerini sağlamak ve
ibadetlerinde rehberlik etmek gibi hac hizmetlerini özel şirketler ve şahıslar
yapıyordu; bu yıllarda hacıların çektiği çileler dillere destan olmuştur, en
perişan, sahipsiz ve bakımsız hacıların da Türkiye'den giden hacılar olduğu
bilinmektedir. Bu acı hatıralar hâlâ hafızalardan silinmemiştir.
Konu ile ilgili şikayetler ayyuka çıkınca Diyanet İşleri Başkanlığı hac
hizmetine talip oldu, gerekli düzenlemeler yapıldı ve Diyanet Vakfı ile de
işbirliği yaparak bu hizmeti, tek başına Diyanet üstlendi. İlk bir iki yılda
tecrübesizlik sebebiyle yaşanan aksaklıklar zamanla asgariye indi ve
hacılarımızın örnek durumu başka ülkelerde konuşulur, imrenilir oldu. Bu
hizmetin getirisine göz diken turizm şirketleri siyasîleri kullanarak usûlü
bozdurdular ve A tipi turizm şirketlerine de belli bir miktar hacı taşıma imkanı
getirildi. Bu şirketler hacıları bizzat taşıyacak yerde, kararnamenin öngördüğü
şartları taşımayan şirketlere büyük paralar karşılığında (kişi başına dörtyüz
dolar alarak) "hacı sattılar". Son günlerde ise turizm bakanının başı çektiği
bir karşı hareket başladı; hac hizmetleri Diyanet'ten tamamen alınmak ve turizm
şirketlerine verilmek isteniyor. Basından öğrendiğimize göre Turizm Bakanı
"Diyanet İşleri Başkanlığı sadece din işleriyle uğraşmalı, bu işin ticaretine
girmemelidir..." demiş. Bilindiği gibi bir Diyanet İşleri Başkanlığı, bir de
Türkiye Diyanet Vakfı vardır; birkaç yıl önce yapılan bir değişiklik ile Diyanet
İşleri Başkanı aynı zamanda Vakfın da başkanı olmuştur. Vakıf, Diyanet
hizmetlerini desteklemekte, elde ettiği gelirler ile yurt içinde ve yurt dışında
önemli hizmetler vermektedir. Hac hizmetlerinden elde edilen gelirler de bu
hizmetlerin finansmanında kullanılan gelirlerin önemli bir miktarını teşkil
etmektedir.
Buna göre Diyanet hac hizmetinin ticari yönünü bırakmalıdır diyenlerin iki
maksadı olabilir: 1. Bu tatlı gelir kamu hizmeti yapan ve Diyanet ve Vakfın
değil, özel şirketlerin olsun. 2. Diyanet hizmetleri sonuçta ülkede dinî şuurun
ve hayatın gelişmesine hizmet etmektedir, bu kurumun geliri ne kadar fazla
olursa hizmeti de o kadar fazla olacaktır, bu gelir kaynağı kesilmeli ve
hizmetler aksatılmalıdır.
Bu iki maksattan ikincisi meşrû değildir, ideolojiktir, müslümanların buna karşı
mücadele etmeleri gerekir. Birinci maksat ise bir kayıt ve şart ile meşrûdur:
"Hac hizmetlerini hem Diyanet, Vakıf, hem de belli şartları taşıyan diğer ilgili
kuruluşlar yapabilmeli, daha iyiyi yakalayabilmek için hizmet rekabete ve yarışa
açılmalı, en iyiyi yapan hak ettiği en fazla hizmet ücretini de alabilmelidir."
Buna bir diyeceğimiz olamaz; ancak hizmetin ve gelirin Diyanet'ten alınarak çoğu
bu işlere yabancı ve uzak olan "belli standartta özel turizm şirketlerine"
verilmesine karşı diyeceklerimiz ve yapacaklarımız olmalıdır ve bu teşebbüs
mutlaka engellenmelidir.
Bu konuda vicdani olarak rahatlamak isteyen müslümanlara tavsiyemiz, hac
hizmetlerinden elde edilen gelirleri Diyanetin ve Vakfın harcadığı yerler ile
özel turizm şirketlerinin harcadığı yerler arasında bir mukayese yapmaları ve
buna göre hareket etmeleridir.
Örtünme
Üzerine: Demokratik Çelişkiler
Sosyal demokrat olduğunu iddia eden bir partinin bir bayan milletvekili, kendi
fikriyatında olan kadınlara yaptığı bir konuşmasında "en küçük bir örtünme
teşebbüsüne karşı bile şiddetle mücadele etmeliyiz" diyor, gerekçe olarak da
"örtünmenin kadın özgürlüğü için bir kısıtlama mânâsı taşıdığını, bunu
isteyenlerin erkekler olduğunu ve bu isteğin temelinde de erkeklerin
zayıflıklarının bulunduğunu..." ileri sürüyor. Bu bayana göre -giyinen değil,
çünkü kendisi dahil bütün kadınlarımız elhamdülillah henüz giyiniyorlar-
örtünen; yani islâmî örtünmeye riayet eden kadınlar kendi inançlarına dayalı
özgür seçimleri ile örtünmüyorlar da erkeklerin zaaflarından kaynaklanan
baskıları sonucu örtünüyorlar. Erkeklerin örtünme taleplerinin de dine, inanca
dayanan bir tarafı bulunmuyor; bu sebeple örtünmeye karşı direnmek, örtünmeyi
önlemek bir "kadın haklarını savunma eylemidir" ve bu eylem titizlikle
yürütülmelidir.
Bu sosyal demokrat bayan milletvekili sosyal araştırmalara kulak verse, göz atsa
veya kendisi bu iddiayı ortaya atmadan önce bir alan araştırması
yapsa/yaptırsaydı örtünen kadınların büyük bir çoğunluğunun hiçbir baskı altında
kalmadan, yalnızca inançları sebebiyle örtündüklerini (avret yerlerini, yani
açılması haram olan yerlerini uygun giysilerle kapattıklarını), hatta önemli
sayıda müslüman kadının tam tersine (örtünmemeleri için) bir baskı var iken/buna
rağmen örtündüklerini görürdü. Böyle bir araştırmayı yapmamıştır, yapılanlara da
bakmamıştır; çünkü bu ve benzeri partilerin geleneksel yaklaşımı halka rağmen
halk adına ahkâm kesmek, belli bir ideolojiyi ve tabuları dayatarak yönetmektir.
Aynı günlerde televizyonda bir tartışmada bir sosyal bilimler doçenti
"demokrasinin insan hakları demek olduğunu, şeriat yönetiminin ise belli bir
inancı, ona inananlara ve inanmayanlara dayatmayı gerektirdiğini, bu sebeple
şeriat yönetimi ile insan haklarını korumak anlamında demokrasinin bir arada
olamıyacağını" savunuyordu. İslâmcı muhatabı kendisine özetle şu mukabelede
bulundu: "Asıl bugün bizde ve daha birçok ülkede uygulanan şekliyle demokratik
yönetim dayatmacıdır; çünkü bu yönetimler belli bir kültür ve eğitim programını,
hukuku devlet olarak oluşturmakta, inancı, ideolojisi gereği bunu benimseyenlere
olduğu kadar buna karşı olan vatandaşlara da dayatmakta, zorla empoze etmekte,
yaptırımlarla uygulatmaktadır. İslâmın özüne uygun bir toplum yönetimi modelinde
ise bu mânâda bir dayatma söz konusu değildir; ortak alanı teşkil edecek olan
insan haklarının korunmasını devlet üstlenir, farklı inanç guruplarını ise kendi
inançlarına uygun hukuk ve eğitimde serbest bırakır..."
Tabii bu "islâmî modelin" de henüz olgunlaşmamış, problemli, tartışmaya açık
yönleri vardır; ancak insan haklarını korumak bakımından demokrasi ile şeriat
yönetimini mukayese ederek hemen her defasında şeriatı mahkûm edenleri en
azından derin düşüncelere sevkedecek bir yaklaşım olduğunda da şüphe yoktur;
öyle ya bir tarafta insanları istedikleri sosyo-psikolojik sınıflandırmalara
tâbi tutan, samimi dinî davranış motivasyonlarını yok sayan ve inanca karşı
mücadele bayrağı açan sosyal veya liberal demokratlar var, bir yanda da
dayatmanın "de"si bulunmayan islâmî modellerden bahseden islâmcılar, şeriatçılar
var; "bunlar da nereden çıktı, biz demokrasi, insan hakları diye İslâm'a vurup
duruyorduk, bu oyun bozanlık da ne oluyor" diye derin düşüncelere dalmakta haklı
değiller mi?
Mescid ve Ordu
Yeni Şafak'ın 11 Temmuz 1996 tarihli nüshasında bir generalin "mescid talimatı"
yayımlandı. Aynı generalin "öncesi olan hiçbir metin aramadan ve böyle bir
metinden yararlanmadan" verdiği konferans gibi bu talimatın da öncesi (muteber
kaynağı) olmasa gerek ki, karşımıza tarih boyunca tanımadığımız bir mescid
kavramı ve kurumu çıkmıştır. Buna göre mescidde kişiler münferit olarak (cemaat
olmadan) namaz kılarlar, mescidde imam bulunmaz, hutbe ve vaaz verilmez, mescid
yalnızca mesai çizelgesinde belirlenen dinlenme saatlerinde açılır, rütbe ve
kıdemce üst durumda olanlar astlarla aynı safta veya onların gerisinde namaz
kılmazlar, namaz ancak eğitim kıfayeti ile ve eğitimde giyildiği şekilde
giyilerek kılınabilir...
Generalin bu talimatının -bütün mescidleri kapsayan ifadelere de yer verilmiş
olmasına rağmen- askeri mekânlara mahsus olduğunu zannediyorum. Komutanların
askeri disiplini bozmamak için gerekli tedbirleri alma selahiyet ve
sorumluluklarını da kabul ediyorum. Ancak talimatın bu amaçları aştığı noktalar
var:
1. Mescidlerin esasen cemaatle namaz kılınmak üzere kurulduğunda şüphe yoktur.
Kişilerin buralarda tek başına kıldıkları ya nafile namazlardır veya cemaatine
yetişilemiyen farz namazlardır.
2. "Dini kurallara göre" mescidde imam bulunur, ancak başlangıçta bu imam,
imamlığı meslek edinen kişilerden seçilmiyordu da cemaatin en alim ve faziletli
ferdi imam oluyordu. Cemaatin içinde devlet başkanı, vali, komutan... bulunursa
imamlık öncelikle bunların hak ve vazifeleri olarak biliniyor ve böyle
uygulanıyordu. Toplum ve yerleşim düzeni değiştikçe cemaatle ibadet aksamasın ve
karışıklıklar çıkmasın diye uygun nitelikteki kişilerin imam ve hatip olarak
tayin edilmelerine zaruret hasıl oldu ve uygulama da buna göre değişti. Camide
hutbe ve vaaz uygulaması ise Hz. Peygamber (s.a.) zamanından beri mevcuttur.
Cuma namazlarında hutbe farzdır.
3. Mescid devamlı olarak açık tutulabilir, güvenliği ve disiplini sağlamak üzere
buraya bir sorumlu tayin edilebilir, vazifesi gereği durumu müsait olanlar her
zaman mescide gelip namazlarını kılabilirler, vazifede olanlar ise ilk fırsatta
namazlarını -tercihan- mescidde kılarlar. Mescidin açılış ve kapanışının hizmet
çizelgesine tâbi kılınması uygun değildir.
4. Mescidlerde ön safta ve imama yakın yerlerde gerektiğinde imamın vazifesini
devam ettirebilecek kişiler bulunur. Bunun ötesinde hiçbir kimsenin önde bulunma
imtiyazı yoktur. Namaz kılanların tamamı eşit Allah kullarıdır, din
kardeşleridir, omuz omuza, dirsek dirseğe vererek sıcaklık, samimiyet ve
teslimiyet içinde bu müstesna ibadeti ifa ederler.
5. Mescidin içinde ibadet edildiğine, buraya bu maksatla gelindiğine göre
kıyafet de ibadete uygun olmalıdır. Mesela başında serpenekli (=siperlikli)
şapka bulunan birisi ya bunu çıkaracaktır yahut da geriye çevirerek giyecektir;
aksi halde secde edemez.
Batılı ülkeler örnek alınıyorsa buralarda orduda din subayları ve papazlar
vardır; mabed ve ibadetlerle ilgili konular bunlara danışılır. Bizim
geleneğimizden hareket ediliyorsa imam ve hatipler öncelikle komutanlardır ve
düşmanla fiilen savaş yapılırken bile -mümkün ise- guruplara bölünerek cemaatle
namaz kılınır (salâtu'l-havf). Maksat üzüm yemek değil de bekçiyi döğmek ise
mızrak çuvala sığmaz, sığdırdım zannedenler yalnızca gülünç olurlar.
Laik Düzende Dini Yaşamak
Laiklikle ilgili maddelerin anayasalarında yer alıp almaması ve uygulama
bakımından Batı ülkelerini birkaç guruba ayırmak gerekir. Birçok Batı ülkesi
anayasasında laiklik maddesine yer verilmediği gibi tam aksine maddeler konmuş,
mesela devletin vazifeleri arasında hıristiyanlığın ilke ve ahlakının yayılması,
korunması gibi tamamen dinî olanlar da zikredilmiştir. Şu halde Fransa'da ve
bizde olduğu gibi anayasada laiklik ilkesine ve terimine yer vermek ne
demokrasinin, ne de çağdaşlığın olmazsa olmaz şartıdır.
"Mevzuatında veya uygulamada laisizme yer veren bir ülkede fert ve toplum olarak
dinin yaşanması mümkün müdür?" sorusuna da tek bir cevap vermek mümkün değildir.
Bu cevap, sorulan ülkenin laiklik anlayışına ve uygulamasına göre değişik
olacağı gibi orada yaşanacak dine göre de farklı olacaktır. Eğer bir dinin
cemiyet hayatını da içine alan talepleri yoksa ve fertlerin dinî hayatlarını
yaşamaları ülkenin anayasal düzeni için bir tehlike teşkil etmiyorsa Batı'da
fertlerin, dinî hayatlarını -bu sınırlama içinde- serbestçe ve kolayca
yaşayabilecekleri söylenebilir. Ama mesela Fransa'da olduğu gibi "resmi
okullarda müslümanların inançlarına uygun giyinmeleri ve bu cümleden olarak
kızların başlarını kapatmaları anayasal düzen ve kanunlar ile çatışır" deniyorsa
ferdin dinî hayatını yaşaması önünde engeller var demektir; örneğimizdeki kız ya
başını açacak, yahut da resmi okullarda öğrenim görmekten mahrum kalacaktır.
Din İslâm, ülke de Türkiye Cumhuriyeti ise dinin serbestçe ve kolayca
yaşanabileceğini söyleyenler ya siyaset yapmakta, kendi yol ve yöntemi
bakımından böyle söylemekte fayda görmektedirler yahut da dini yaşamayı
denememişlerdir. Üçüncü ihtimal ise kişinin, dini eksik bilmesi, yaşadığını
İslâm zannetmesidir. Evet bu böyledir; çünkü İslâmın müslüman fertten olduğu
gibi müslüman cemiyetten de talepleri vardır. Fert dinin emri ile din dışı
otoritenin emri çelişip çatıştığında dinin emrine uymak zorundadır, ulü'l-emre
itaat şartlıdır; önce ulü'l-emr (yönetim) Allah'ın emirlerine uyacak, sonra da
yönetilenler yönetimin -dinin emirleri ile çatışması mümkün olmayan- emirlerine
itaat edeceklerdir. Müslüman toplum, hayatının bütününde Allah'ın irade ve
rızasını kollayacak, bunlara aykırı bir cemiyet hayatını düzeltmek için elinden
geleni yapacaktır. Türkiye'de böyle bir cemiyet hayatından söz etmek bile
laiklik ilkesiyle çatışır, hatta suç teşkil edebilir.
Devlet ve cemiyet hayatının İslâm dışı, lâ-dinî, laik olduğu, ilhamını yalnızca
akıl ve bilimden aldığı ülkelerde müslüman ferdin dinini yaşaması da büyük
güçlükler, bazen imkansızlıklar arzetmektedir. Şu örnekleri birlikte düşünelim:
Beş vakit namaz kılan bir müslümanın, vazife yaptığı veya bulunduğu yerde namaz
kılacağı bir mekân tahsis edilmemiş ise veya namaz kılanlar mimlenerek vazifeden
atılıyorsa bu ibadetini yerine getirmesi mümkün müdür? Kontenjan yüzünden hacca
gitmesine izin verilmezse hac ibadetini yapabilir mi? Din eğitimi ve öğretimi
-laik ve kendine göre bir ideolojisi bulunan- devletin denetim ve gözetimi
altında olursa, devlet, öğretmeninden müfredatına ve kitabına kadar her maddeye
müdahale ederse müslüman kendi inanç ve düşüncesine uygun din eğitimi ve
öğretimi yapabilir mi? Tasarruf teşvikinin büyük ölçüde faize dayandığı,
finansmanın da faizle yürüdüğü bir ekonomi zemininde, faizi haram bilen ve ona
yaklaşmak istemeyen bir müslüman müteşebbis, başka bir teşvik aracı ile sermaye
toplayabilir mi? Faize bulaşmadan sermaye bulabilir mi? Faize bulaşmayan bir
şirket bulup onun hisse senedini alabilir mi?
Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür ama bir gerçeği inkâr etmek mümkün değildir: Bu
şartlarda müslüman ferdin dinini yaşaması ya güçtür yahut da imkansızdır.
Dinden Arındırma
Kelimeyi sevmediğim ve yanlış bulduğum için "dinsel" demiyorum, ancak maksadım
budur. Tıpkı Sırp canavarlarının Bosna-Hersek'te uyguladıkları etnik arındırma
gibi ülkemizde de bürokrasiyi ve özellikle orduyu ve yüksek düzey devlet hizmeti
makamlarını dinden (buna dindardan da diyebiliriz) arındırma politikası ve
eylemi sürüp gitmektedir. Memur adayı dindar olduğunu gösterecek hiçbir iz ve
alamet taşımasa dahi kimi zaman ailesinin dindar olması, belli bir tarikat veya
cemaate mensubiyetle tanınması, kimi zaman içki kullanmaması, kimi zaman eşinin
başını örtmesi... eksi puan alması, memuriyete veya terfie giden yolda
engellenmesi için yeterli olmaktadır. Siyasal Bilgileri ilk sıralarda
bitirenlerin, Hukuk fakültelerinden yüksek başarı ile mezun olan ve parlak staj
dönemleri geçirenlerin -yalnızca İmam-Hatip lisesi mezunu veya ibadetlere
devamlı, helal-haram sınırına riayetkâr olmaları yüzünden- kaymakam, hakim,
savcı olarak tayin edilmediklerini, edilenlerin terfi ettirilmediklerini veya en
olmadık yerlerde vazifeye sürüldüklerini biliyor ve duyuyoruz.
Bir TV kanalında gösterilen reklam filminde, bir tarikatın zikir meclisinde
bulunan ve dervişlerle birlikte zikre katılan birkaç hakimimiz teşhir edildi ve
seyirciler, hararetle reklamı yapılan programı izlemeye davet edildikten sonra
da eklendi: "Adalet dağıtan kurumlarımız kimlere emanet". Aynı medyanın bir gün
sonra, bir başka münasebetle müslümanlara çatmayı, "siz milleti alevi-sünni,
sağcı-solcu, laik-müslüman diye ayırıyor, parçalıyor, birbirine düşürüyorsunuz"
demeyi ihmal etmedikleri görülecektir. O zaman sormak kaçınılmaz hale geliyor:
"Devlet dairelerine, yukarıda sıraladığımız kesimlerden yüksek seviyelerde
memurlar tayin ediliyor, belli bakanlıklar, belli bir mezhebe veya dünya
görüşüne sahip insanlarımızla dolduruluyor, bu durumda -onların deyimi ile
köktendinci- müslümanlar 'filan makamlar, falan vazifeler kimlere emanet!'
demiyorlar. Onlar da kalkar -karşı tarafın dediğini derlerse memleketin hali
nice olur? Bu durumda bölücülüğü, ayrımcılığı kim yapmış oluyor? Mason derneğine
mensup olanlar, ateist olanlar, akşamcı olanlar... devlet memuru olunca kıyamet
kopmuyor da namaz kılan, oruç tutan, sakal bırakan, Allah'ı zikreden insanlar
tayin edilince niçin sura üflenip kıyamet ilan ediliyor?
Soruyu sorduk, cevabı da biz verelim: Bunlar hem suçlu, hem güçlü olan dinden
arındırma şampiyonlarının tanıdık marifetleridir.
Maskeli Baskı
Malum çevreler sözbirliği etmişçesine Gümüşhane Baro başkanının öldürülmesinde,
türbanla ilgili talepler ve başörtüsüne karşı çıkanlara müslümanların
gösterdikleri tepkilerin cinayeti teşvik edici, azmettirici, tahrik edici rol
oynadığını iddia ediyorlar. Eğer bu mantık ve muhakeme tarzı doğru olsaydı bütün
haksız tasarruflar karşısında sükut etmek, tepki göstermemek, itiraz etmemek,
haksızlığı ve zulmü sineye çekmek gerekirdi. Aksi halde zalimin, haksızın başına
gelen her beladan, her musibetten, halini arzeden, haksızlıktan şikayette
bulunan mazlum sorumlu tutulur, "sen tahrik ettin böyle oldu" denilirdi. Hemen
her gün başta medya olmak üzere birçok kişi ve kuruluş, cumhurbaşkanından tutun
da kapısının önünü iyi temizlemeyen temizlik işçisine kadar herkesten şikayette
bulunmakta, haksız, yersiz ve uygunsuz gördüğü iş, eylem ve tasarrufların
sahiplerini ağır bir dille suçlamakta, renkli çarşafları ortaya sermekte, teşhir
etmektedirler. Şikayet ve tenkit konusu olan şahsın başına bir iş geldiğinde,
aklı karışmamış hiçbir kimse, haklı şikayette bulunan, tepki gösteren mağdurları
suç ve cinayetten sorumlu tutmamaktadır. Bu gerçek bu açıklık ve basitliği
içinde ortada iken bir cinayeti bahane ederek türban mağdurlarına ve onlara
destek verenlere ateş püskürmenin, adeta katili bir tarafa bırakıp bunları katil
suçuyla mahkemeye vermek için çare arayanların bir maksatları olmalıdır...
Evet gerçekten onların bir maksatları vardır; müslümanları sindirmek, tek parti
döneminde olduğu gibi sessiz, tepkisiz çoğunluk haline getirmek, bundan sonra da
köpeksiz köyde değneksiz dolaşabilmek. Bir avuç tepeden bakan, tepeden inmeci,
cebren ve hile ile yönetimi ele geçirmiş, güç odaklarına çöreklenmiş azınlık
olarak halka rağmen halkı yönetmek, kalkındırmak, ileri (!) götürmek, adam etmek
ve bir şeye benzetmektir. Bunu önceleri maskesiz, apaçık baskı ile, sindirme ve
korkutma metodlarını kullanarak yapıyorlardı, şimdilerde demokrasi oyununun
stili değiştiği için baskıyı maskelemek gerekmiştir; artık yahudi gibi hem
-hileyi sezen- çocuğu çimdiklemek, hem de ondan daha yüksek sesle ağlıyarak
çocuğun aleyhine kamuoyu oluşturmak lazımgelmektedir. Âma nafile! Ne yapsalar
faydası yok; çocuk büluğa ermiş, reşid olmuş ve hileyi sezmiştir. Baskının da
açığı olsun, kapalısı olsun onu yıldırmamaktadır. Ya insan haklarına kâmil
mânâda riayet edilecek ve birlikte insanca yaşanacaktır, yahut da keskin sirke
kabına zarar vermeye devam edecektir.
Hastanelere İmam
Haftanın belli bir gününde hastahanelere bir imamın gitmesi, hastalarla
görüşmesi, hastanın durumuna göre ümit, sabır ve metanet telkin etmesi, moral
vermesi, isteyenlerin dinî bilgilerini tamamlaması... uygulamasına başlanmış, bu
da hemen arkasından -kimi samimi, kimi örtülü ve hileli- gerekçelerle ne kadar
süreceği, nerede biteceği belli olmayan bir tartışmayı getirmiştir. Kesimleri
ayırmadan karşı çıkanların gerekçeleri, basına yansıdığı kadarıyle şöyledir:
Laikliğe aykırıdır. Papazlar örnek alınmıştır, Hıristiyanlığa özenme ve benzeme
mahiyetindedir. İslâmda din adamı yoktur, imam din adamı değildir. Hastahaneye
gitmesi de gereksizdir, buna ihtiyaç varsa herhangi bir müslüman yapabilir. Bu
uygulama hastalara olumsuz tesir eder, ölümü hatırlatır, iyileşmeyi
geciktirir...
Laiklik paranoyasına tutulmuş, nerede bir yaprak kıpırdasa orada laikliğe aykırı
bir hareket vehmeden hasta tiplerin gerekçelerini ciddiye almak gerekmez. Diğer
gerekçeler -her ne şekilde olursa olsun dinin sosyal hayata girmesinden, cemiyet
içinde kendini hissettirmesinden rahatsız olup suret-i haktan görünerek asıl
bunu önlemeye yönelik değil ise- üzerinde durmaya değer mahiyettedir. İslâmda
din adamı diye bir sınıfın bulunmadığı doğrudur, ancak dinin, fert hayatını
aşan, cemiyeti ilgilendiren, cemaatle ifa edilebilen talepleri vardır. Ezan,
cemaatle namaz, cuma ve bayram namazları, cenaze hizmetleri, din ve Kur'an
öğretimi... bu taleplerin önemli örnekleridir. Maişetini bu hizmetlerden
sağlamayan, bunları bir ibadet ve hizmet olarak yerine getiren ve cemiyetin
ihtiyacını karşılayan kimseler bulunduğu müddetçe anılan hizmetleri ücretle
yapan sorumlulara (bu mânâda hademe-i hayrata, din hizmetlilerine) ihtiyaç
bulunmaz. Ancak bu vasıfta kimseler bulunamaz ve hizmetler aksar ise ücretli din
hizmetlilerine ihtiyaç hasıl olur. Nitekim olmuştur ve böyle bir hizmet sınıfı
ortaya çıkmıştır, bunların maişetlerini ya hizmet verdikleri şahıslar ve
topluluklar yahut da vakıflar ve devlet sağlamıştır. Bu din hizmetlilerinin,
Hıristiyanlık ve Yahudilikte bulunan "din adamları" ve "din adamlığı" ile hiçbir
ilişkileri ve benzerlikleri yoktur. Bunlar yapacakları işin bilgi ve eğitimini
almış sıradan müslümanlardır, kutsal, yanılmaz ve günahsız değillerdir. İşte bu
hizmet sınıfı -nasıl her müslüman değil de özellikle bunlardan biri namaz
kıldırıyor, ezan okuyor, cuma kıldırıyorsa bunun gibi- hastahaneleri de ziyaret
ederek hastalarla görüşebilir. Bu bir ihtiyaçtan doğuyorsa, bu ihtiyacı, ziyaret
resmi vazifesi olmayan müslümanlar gideremiyorsa, ziyaretçisi olmayan hastalar
boynu bükük kalıyor, ziyaretçisi olan hastaların da dini bilen, yaşayan,
duasının makbul olacağı -hasta tarafından umulan- bir kimseye ihtiyacı varsa bir
din hizmetlisinin bu ihtiyacı karşılamasında din ve düzen açısından ne sakınca
olabilir? Sağlıklı kimsenin dinî hizmetlerde rehberi olan din hizmetlisi oluyor
da hastanın niçin olmasın?
Hastanın imamı görünce ölümü hatırlaması, imamın son nefesinde iman telkini için
geldiğini düşünmesi, bunun da hastayı olumsuz etkilemesi gerekçesi, "İslâmın
dünya görüşü ve hayat tarzı" ile taban tabana zıt ve bu sebeple şuurlu bir
müslümana ait olmaması gereken bir gerekçedir. Çünkü müslüman ölümden korkmaz,
onun için ölüm bir son değil, fâniden bâkiye ve ebedîye intikaldir. Müslüman her
an kendini, iyi bir ölüme (veya intikale) hazırlamakla meşguldür, ölümden evvel
ölmek, kendini her an hesaba çekmek ve büyük hesaba hazırlamak onun vazifeleri
arasındadır. Onun dünyada kalma arzusu, bu alemde Allah Tealaya biraz daha
ibadet etmek ve ahiret hayatına yatırım yapmak içindir. Hastalık visal (kavuşma)
gününün bayram alametidir. Gün gelmişse sevinerek gidilir, gelmemişse iyileşme
hasıl olur ve geçici kulluk hayatına dönülür.
İşte dünyaya, dünya hayatına, ölüme, ahirete böyle bakan bir mümin ölümü ne
zaman unutacaktır ki, imam ona bunu hatırlatsın, ölümden niçin korkacaktır ki,
onu hatırlayınca paniğe kapılsın ve hastalığı artsın! Bu gerekçe müslüman bir
toplumda yayılmış ise. Müslümanlar ölümü unutmuşlar ve ancak imamı gördüklerinde
onu hatırlıyor ve korkuya kapılıyorlarsa İslâm ahlak ve zihniyeti bakımından bir
arıza (hastalık) var demektir. O zaman tez elden imamları (mürşidleri,
eğitimcileri) seferber edip bu hastalığın tedavisi ile meşgul olmak gerekir. Bu
tedavi hastahanelerde de olabilir, dışarıda da.
Din Hizmetleri ve Devlet
İslâm, kulun (insanın) ferdî ve ictimaî hayatında Allah iradesine boyun eğmesi,
teslim olması, itaat etmesidir. Hayatın hiçbir alanı ve ilişkisi -bir müslümana
göre Allah'sız, dolayısıyle dinsiz, din dışı olamaz. Meselemize bu temel inanç
ve anlayıştan baktığımızda dindarlığın, dine bağlılığın bir bütün olduğunu,
dindarın Allah ile has ibadet mânâsında kulluk ilişkisi ile "dünya hayatını O'na
itaat şuuru içinde yaşaması" mânâsında kulluk ilişkisi arasında -otorite merkezi
bakımından- bir farkın bulunmadığını görürüz. Allah Teala kullarına, fert ve
toplum olarak bir takım haklar ve vazifeler vermiştir, bu vazifelerin toplumla
ilgili olanları ve ifasının teşkilatlanmayı gerektirenleri toplumun oluşturacağı
sivil ve resmi teşkilatlar aracılığı ile, ferdin bizzat yapabilecekleri de
fertler tarafından yerine getirilir.
Bir müslüman namaz kılmak, oruç tutmak, zekâtını uygun birine vermek, hac
vazifesini yerine getirmek, dil ve gönül ile yapılacak irşad ve eğitim
faaliyetinde bulunmak... için teşkilata ihtiyacı yoktur, bunları,
engellenmedikçe her hal ve şartta yerine getirir. Ancak din eğitimi ve öğretimi,
dinin insanlığa tebliği, cihad (maddi ve manevi değerleri düşmanlara karşı
koruma, din ve vicdan hürriyetini tesis etme faaliyetleri), Ramazan ve bayram
günlerinin ilanı, cuma, cenaze ve bayram namazları, cemaatle namaz, zekatın
amacına uygun olarak dağıtılması, haccın bir düzen, disiplin ve güvenlik içinde
yapılması... gibi ibadetler, adalet tevzii, suçluların cezalandırılması, iç ve
dış güvenliğin temini, toplumda dini-ahlâkî denetim (emr-i bi'l-ma'ruf...),
insanların huzuru, dileyenin rahatça kulluk vazifesini yerine getirme
imkanlarının ve sosyal adaletin temini gibi farz-ı kifâye olan hizmetler
müslüman ferdin tek başına yapabileceği vazifeler değildir. Bütün bunların
yerine getirilmesi için müslümanların, tarih boyunca çeşitli kurum ve
kuruluşları olmuş, devlet de bunlardan biri olarak müslümanların hayatında
yerini almıştır. Başta devlet olmak üzere bütün bu teşkilatlar, kurum ve
kuruluşlar insanlara hizmet içindir, insanlar da Allah'a -serbest iradeleri ile-
kulluk etsinler, Allah'tan başka maddi ve manevi otoritelere kul ve köle
olmasınlar diye yaratılmışlar, bununla yükümlü kılınmışlardır.
İslâmî yönetimde din ile devlet, dünya ile ahiret, Sezar'ın hakkı ile Tanrının
hakkı birbirinden ayrılmadığı, bütün otoritelerin, düzenlemelerin ve
uygulamaların temelinde Allah iradesi (bunu keşfetmek için de Kur'an ve
Sünnet'in rehberliği) bulunduğu için -teşkilatlanmayı gerekli kılan- ibadet
hizmetlerinin devlet tarafından veya sivil kuruluşlar eliyle yürütülmesi, teorik
olarak bir sıkıntı ve mesele çıkarmaz. Devlet, ilahi olana ters düşen iradesini,
dini kullanarak halka dayatamaz, bu mânâda dini istismar edemez, baskı aracı
olarak kullanamaz, kullanırsa yönetici meşrûiyyetini kaybeder ve değiştirilir.
Bu hizmetler kısmen sivil kurum ve kuruluşlar eliyle yürütüldüğü zaman da
istismar, fitne, fesat, parçalanma, bölünmeye alet edilemezler; çünkü İslâm
toplumunda ferdin de, devletin de üstünde ilahi irade vardır, O'nun buyrukları
ve sınırları vardır, bu sınırları korumakla yükümlü ümmet ve ümmetin, tamamen
müstakil rehberleri (ehlu'l-halli ve'l-akd: işleri çözüp bağlayanlar, faziletli
alimler) vardır. Her bir kurum ve kuruluşun neyi nasıl yapacağı ya teamül
halinde yahut da kanun ve nizam ile -ilahi iradeye ve hikmete uygun olarak-
tesbit edilmiştir; herkes buna uymak durumundadır.
Günümüzde bazı ülkelerde, bir kısım din hizmetlerini yürüten ve çeşitli
isimlerle anılan kurumların, laik devlete bağlanmaları sonu gelmez tartışmalara,
çelişkilere, güvensizlik ve kargaşalara yol açmaktadır. Laik devletin -çelişki
içerse de- bir din politikası vardır ve bu politikayı, çeşitli araçlarla, bu
arada kendine bağlı bulunan din hizmetleri kurumu ile dayatmaktadır. Daha da
kötüsü, devletin din politikasından öte, hükümetin politikalarına ve siyasî
çıkarlarına -kurum vasıtasiyle- dinin alet edilmesidir. Öte yandan toplumun
temelinde dinî inanç ve disiplin bulunmadığı için cemaatlere bırakılan din
hizmetleri de sonu gelmez fitnelere, fesatlara, istismarlara, bölünmelere...
sebep olmakta, zemin hazırlamaktadır.
Çare olarak bizim düşüncemiz şudur: Devlet laik de olsa bir kamu düzeni ve
hizmeti gereği olarak din hizmeti kurumlarının -inanmışların serbest iradeleri
ile- oluşmasına nezaret eder ve yardımcı olur. Türkiye örneğinden hareket edecek
olursak cemaatler, cami cemaatleri, İmam-Hatip Okulları ve İlahiyat Fakülteleri
temsilcilerinden teşkil edilecek bir kurucu meclis kurulur. Bu meclis, toplumun
muhtaç bulunduğu din hizmetlerini yürütecek sivil bir kurumu ve bunun
nizamnamesini tasarlar, tasarı meclisin kabul etmesi ile bağlayıcı hale gelir,
bir geçiş dönemi öngörülür ve bu geçiş dönemi içinde mevcut teşkilat
kaldırılarak yenisi onun yerini alır. Din hizmetleri kurumu sivil; ilmi, idari,
mali bakımlardan özerk, yalnızca ilgili heyetin temsil edeceği ilme ve İslâma
bağlı bir kurum olur. Hizmetlerin mali kaynağını temin için ya vakıfların bir
kısmı din hizmetleri kurumuna geri verilir yahut da müslümanlardan alınmak üzere
bir "din hizmetleri vergisi" konur. Müslümanım diyen, amelde kusuru bulunsa da,
Allah rızası için bu vergiyi isteyerek verir.
Türkiye'de yaşayan insanların büyük bir kısmı müslümandır, ancak müslümanlar
mezheb, meşreb, tarikat, cemaat, dinî uygulama (amel) bakımlarından farklı
guruplara ayrılmışlardır. Din hizmetleri kurumu, belli bir mezhebin veya
cemaatin din hizmetlerini değil, İslâmın öngördüğü din hizmetlerini yürüteceği
için bütün müslümanları temsil eder veya bütün müslümanlara hizmet verir, bu
sebeple ikinci bir kuruma ihtiyaç yoktur. Guruplar, ortak İslâm'dan farklı
inanç, düşünce ve uygulamaları için farklı hizmet kurum ve kuruluşları
oluşturabilirler; ancak bunlar genel hizmet kurumunun rakibi veya mukabili
değil, onun hizmet alanı dışında kalan küçük gurup hizmetlerini yürüten -ve
mensuplarının tamamı müslüman olduğu için bu mânâda- bağlı kuruluşlardır.
Kendilerini İslâmın dışında gören fert ve guruplar ise Türkiye'de
azınlıktadırlar ve onların da zaten kendilerine mahsus teşkilatları vardır.
Dünya İşi
Sekülarizm tartışmalarında din işi-dünya işi ayrımı konunun eksenini teşkil
etmektedir. İslâmın seküler bir düzen öngördüğünü savunanlar dolaylı olarak şunu
demiş oluyorlar: Fert ve toplum olarak insanın hayatında dinin karışmadığı, dini
ilgilendirmeyen, insanların kendi akılları ve deneyleri ile düzenleyip
yaşayacakları alanlar vardır, devlet de bunlardan biridir. Dinin de kendine
mahsus alanları vardır, din bu alanda özerktir, hakimdir, devlet de kendi
alanında...
İslâmî kesimde böyle düşünenlerin dayanakları dinin tabiatı ve amacı ile konuya
özel bir kısım naslardır. Onlara göre din, insan (fert) ile Allah arasındaki
ilişkileri düzenler, inananların ebedî hayatta (ahirette) mutlu olmalarının
yollarını gösterir. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.) dünya işini, ilgililerin
kendisinden daha iyi bildiklerini ifade buyurmuştur. Şu halde dünya işi
(siyaset, hukuk, sosyal düzen, iktisat, ahlak, eğitim, estetik, dünya bilimi
(tabii ve insani ilimler vb.), teknik ve teknoloji...) insana bırakılmıştır,
dinin alanı dışındadır, dünyevîdir. Nisbeten muhafazakâr olan bazılarına göre
dünya işi yalnızca dünya bilimi, teknik ve teknolojidir.
Bu iddiaya mesned teşkil eden iki delilden birincisi genellikle dinler ve
özellikle de İslâm için yanlış ve eksik bir tasavvura/tanıma dayanmaktadır.
Dünya işleriyle en ilgisiz, en ilişkisiz dinler bile mensuplarının iman ve
şuurları yoluyla dünya işlerini etkiler. İslâma gelince o, işi yalnızca iman ve
şuura bırakmamış, doğrudan dünya hayatını, "insan-Allah, fert-fert, fert-toplum,
fert-eşya..." ilişkilerini düzenleyen, yönlendiren, kurallara bağlayan talimat
göndermiş, bunlara uymanın mecburi olduğunu, müeyyidesini açıklayarak ilan
etmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.)in "Siz dünya işini daha iyi bilirsiniz" cümlesine gelince,
bu sözün hem bir söyleniş sebebi, yeri, hem de birden fazla -rivayete göre-
şekli vardır. Kendileri Medine'ye hicret buyurunca burada hurma ziraati ile
meşgul olanların, erkek hurmalarla dişi hurmaları aşıladıklarını
(tozlaştırdıklarını), bunun için vakit ve emek harcadıklarını görmüş, "Bunun bir
faydası olacağını zannetmiyorum", bir başka rivayette "Belki de yapmasanız daha
iyi olur" buyurmuş, bunu dinî bir talimat zanneden ilgililer tozlaştırma işini
terketmişlerdir, tozlaştırma yapılmayınca ürün olmamış, durum Resulullah(s.a.)'a
bildirilince de şöyle buyurmuştur:
1. rivayet: "Bu kendileri için faydalıysa yapsınlar, ben zan ve kanaatimi
söyledim, bunu söyledim diye beni sorumlu tutmasınlar, Ancak ben Allah'tan bir
şey bildirirsem onu uygulayınız; çünkü Allah adına asla yanlış ve yalan
söylemem."
2. rivayet: "Ben ancak bir beşerim, size dininizden bir şey bildirirsem onu
hemen alıp uygulayın, eğer bir rey ve kanaat bildirirsem ben de ancak bir
beşerim."
3. rivayet: "Siz dünyanızın işini daha iyi bilirsiniz." (Müslim, Fedâil,
139-141).
Hadise ve söylenen söz (çeşitli rivayetleriyle) birlikte göz önüne alındığında
ortaya çıkan sonuç şudur:
a) Hz. Peygamber'in Allah (din) adına düzenlemek, yönlendirmek, örnek olmak,
kaidelere bağlamak, müdahale etmekle vazifeli olduğu alan, yalnızca ahiret veya
fert-Allah ilişkisi alanı değildir. Bunun böyle olmadığı, Kur'an-ı Kerim ve
Sünnet'in yüzlerce talimatı ve düzenleme örneği ile sabittir.
b) Hz. Peygamber'in hangi alanda olursa olsun bütün söyledikleri ve yaptıkları
Allah adına (bu mânâda dini) değildir; O, bir beşer olarak, tamamen kendi
ictihadı, beşeri bilgi, tecrübe ve kanaatine dayanarak da bir söz söyleyebilir,
bir davranışta bulunabilir. Ancak -diğer insanlardan farklı olarak- O'nun söz ve
davranışında Allah'ın rızasına, dinin hükümlerine aykırı bir taraf bulunursa -ki
bu da ancak henüz kendisine doğru hüküm vahyedilmemiş bulunduğu için olabilir-
derhal Allah tarafından ikaz edilir, doğru olan bildirilir.
c) Hz. Peygamber'in hangi alanda ve konuda olursa olsun Allah'tan alıp Kur'an
veya Sünnet içerisinde ümmete tebliğ ettiği talimat, bilgi, hüküm, düzenleme
dindir, dinîdir. Bunların anlaşılması, uygulanması, şartlara göre ayarlanması,
değişmeye açık olanların değiştirilmesi "ictihad" denilen bir ilmî faaliyet ve
çaba ile gerçekleştirilir.
d) Dinin bir hükmü, düzenlemeye, talimata bağlamadığı, konu kılmadığı alanlarda
insanlar, beşeri bilgi ve tecrübe kaynaklarından yararlanır, gerekeni yaparlar;
bu alanda bilgi ve tecrübe sahibi olanlar, peygamber ve veli de olsa aynı konuda
bilgi ve deneyimi olmayanlardan -bu işleri- daha iyi bilirler.
e) Beşerin bilgi ve deneyimine bırakılmış bulunan alanlarda elde edilen
bilgiler, teknik ve teknolojiler hem elde edilirken, hem de uygulamaya
konduğunda din ile ilişkisiz olamazlar. Bir müslüman ilim adamının iman ve şuuru
dünya bilgisini de etkiler, bu bilgi ve teknolojinin uygulanması sırasında ise
her adımda Allah'ın emir ve rızası, dinin genel ilkeleri ve amacı
gözetilecektir.
Şehircilik ve beledî hizmetler de işte bu mânâda hem dünya, hem de din
işleridir.
Aklın ve Bilimin
Mürşidliği
9. yüzyıldan itibaren moda olan ve bir müddet düşünce dünyasında hakim olduktan
sonra terkedilen, yerini yeni teorilere bırakan determinizm ve pozitivizm ile
mutlak rasyonalizmin etkisinde kalan, bilimin ve felsefenin gelişmelerini yarım
veya çeyrek asır geriden takip eden kimseler hala "aklın ve bilimin (müsbet
bilimin) tek mürşid (yol gösterici, doğru bilginin ve değerlendirmelerin
kaynağı) olduğunu iddia eder, ayet okur gibi "hayatta en hakiki mürşidin ilim
olduğunu" tekrar eder dururlar. Aklın ve geniş ölçüde ona bağlı bulunan bilimin,
insanı insan yapan unsurların başında geldiğinde şüphe yoktur. Ancak "hayatta
mürşidin yalnızca akıl ve bilimden ibaret bulunduğu, bunların dışında kalan yol
göstericilerin hakiki değil, sahte, asılsız olduğu" iddiasına gelince durum
değişmektedir. Özellikle postmodern düşünce ve tavır alışlardan sonra bilim ve
düşünce tarihi takip edilirse, modernitenin hayli yıprandığı, aklın ve bilimin
kesin hükümlerine dayalı dikbaşlılığın ortadan kalktığı, daha alçakgönüllü,
hoşgörülü ve çoğulcu bir düşünce ve kültür ortamının doğduğu görülecektir. Bazı
nakiller yapmak gerekirse:
Einstein'in genel görecelik (izafiyet) kuramına geçildi... Son olarak
determinizm, Niels Bohr ve kuantum mekaniğiyle, dünyanın özerkliğinden ne varsa
kaybetmeksizin raslantısala geniş bir yer açtı... Araştırmalar, önce Husserl'in
ve ardından -özellikle- Gödel teoremiyle, önce matematiğin, sonra da mantığın
ilkelerinde bir krize yol açtı... Pozitivist yöntem tümleyici bir bilime, her
şeyin bilimine varmayı sağlıyordu (böyle olacağı düşünülüyordu). Bilimin
yanılmaz işleyişi, insan ve dünyasının olgusal ve yetkin bilgisine
ulaştıracaktı. Hiçbir global sistemin tasarlanamaz olduğunu öğrenmek zor bir
deneyimdi... Bu gelişmeler fizikte olasılığa ağırlık vermeye, başka alanlarda
ise ilkelerin geçersizleşmesi çoğu düşünürü belirsiz bir dekonstrüksiyon
deneyimine götürürken başkaları, geçmişin kesinliklerinde daha iyi tutunmak için
gözlerini kapıyorlardı." (Mehmet Küçük, Modernite Versus Postmodernite, Ankara,
1993, s. 18-19). "Denebilir ki postmodernite, muzaffer bir pozitif bilimin
kesinliklerinden, genelleştirilmiş bir belirsizliğe geçişi karakterize
etmektedir. (s. 23).
Hasılı bugün ulaşılan nokta şudur: Akıl ve bilim mutlak, kesin, aksi ve aykırısı
düşünülemez bilgiler ve hükümler vermekten uzaktır, aklın ve bilimin verileri
belli bir sınırlılık içinde karşıtları isbat edilinceye kadar geçerlidir. Kaldı
ki, bizim bahsimiz, beşer aklının, siyasî, sosyal, ahlâkî ve hukukî normlar
koyma ve koyduğu, insanları bağladığı bu normların, insanlığın amaçlarını
gerçekleştirmede ve onları mutlu kılmada yeterli olduğunu belirleme selahiyetine
sahip olup olmadığıdır. Beşer bilgi ve aklının böyle bir selahiyete sahip
bulunduğu iddiası ise bir "bilim" konusu değil, "felsefe" konusudur.
Meselemize bir de tarih ve uygulama açısından bakarsak şunları görürüz: Allah
Teala tarafından vahyedilmiş ve peygamberlerince de kullarına tebliğ edilmiş
dinlere bağlı bulunmayan toplumlarda en koyu şekilleriyle monokrasi ve
teokrasilerden demokrasilere kadar bütün rejimler ve siyasî sistemler
denenmiştir. Bunların tamamı, insan aklının eseridir ve tamamı insanları mutlu
edemediği gibi bütün akıl sahiplerinin tasdik ve beğenisine de mazhar
olamamıştır. Geçmiş rejimleri beğenmiyen, tenkit eden, alternatif sistemler
arayan akıllar vardır. Ayrıca demokrasilerde "egemenliğin millete ait olduğu"
ilke olarak kabul edildiği ve siyasî iktidarların meşrûiyyeti halkın rızasına
dayandırıldığı halde bu rızanın, devletin fonksiyonlarına tam olarak yansıması
sağlanamamıştır. Aydınlarıyla, okumuşları ve cahilleri ile halkın çoğunluğunun
oyuna dayanan iktidarların çıkardıkları kanunlar, ortaya koydukları uygulamalar
çoğu kez muhalifleri, bazen bunlara ek olarak kendilerine oy verenler tarafından
"yanlış, haksız, ihanet, felaket..." olarak değerlendirilmiştir. Yani aynı
şeylere, aynı zamanda ve aynı şartlar içinde "doğru, adil, uygun, iyi" diyen de
akıl, "yanlış, zulüm, uygunsuz, kötü" diyen de akıl; ortada doğruyu yanlıştan,
adil olanı haksız olandan, iyi olanı kötü olandan ayıracak bir miyar, bir ölçüt
de yok.
Meseleye daha global baktığımızda uzun deneme ve yanılmalardan sonra, daha
doğrusu insanlığa semavi dinlerden miras kalan değerlerin ilhamı ile bazı
doğruların, iyilerin yakalandığını ve bunların insanlık ilkeleri, küresel
değerler gibi etiketlerle milletlerarası metinlere geçirildiğini görüyoruz. Sıra
uygulamaya gelince yine insanlara -hem de en medeni, en gelişmiş olduklarını
iddia edenlerine- ait bulunan akıl ve vicdanın tasdiki ile çifte standart
uygulanıyor, millî veya bölgesel menfaatler bütün bu ilke ve evrensel değerleri
gölgede bırakıyor, yapılan haksız, insanlık dışı, çirkin uygulamalar meşrûluk
örtüsüne sokuluyor. İnsan akıl ve vicdanının acı tecrübelerden sonra keşfedip
gerçekleştirdiği hakem kurum ve kuruluşlar da hakkı, sahibine değil, güçlü olana
teslim ediyor.
İşte bütün bu tesbitler doğru ise akıl, bu doğrulardan bir başka doğru daha
çıkarır: "Bir kayıt ve şarta bağlı değilse, yetersiz kaldığı, yanıldığı yerde
onu doğrultacak bir mürşidden, bir rehberden mahrum ise her zaman halkın sesi,
hakkın sesi değildir."
Bizim hem imandan, hem de tarihi tecrübeden kaynaklanan tezimiz şudur: İnsanın
aklı, bilgisi ve tecrübesi çok değerlidir, insan bu sayede insandır, yükümlüdür
ve sorumludur. Ancak hayatta bunlar yeterli değildir, insanların beşer üstü bir
mürşide ihtiyaçları vardır. Akıl bu mürşidin irşad ışığı doğrultusunda yolunu
bulacak, gücünün dışında kalan alanlarda yanılmaktan kurtulacaktır, bu irşad
İslâmdır; Allah Teala'nın bütün peygamberleriyle gönderdiği din İslâmdır, onun
son temsili Hz. Muhammed Mustafa'nın tebliğ ve tatbik ettiği İslâmdır. İslâmda
hakimiyet, kayıtsız ve şartsız değil, vahyinde belirlenmiş olan Allah iradesine
bağlı (kayıtlı ve şartlı) olarak millete aittir.
Dünyadan Nasibimiz
Dünyada ilerleme ve kalkınma modası hakim olunca müslümanlar da kutsal metinleri
bu gözle okumaya, satırlardan veya satır aralarından dünya insanını memnun
edecek mânâlar çıkarmaya yöneldiler, "Din terakkiye mani değildir" cümlesi
vecizeler arasına girdi, şiirlerde mısralaştı, "Yarın ölecekmiş gibi ahiret
için, hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalış" sözü hadis diye piyasaya sürüldü,
bektaşileşen müslümanlar bu sözün de yarısını unutarak diğer yarısı (hiç
ölmeyecekmiş gibi dünya için çalış kısmı) ile amel ettiler, ancak bunu da
-taklit ettikleri toplumlar ölçü ve keyfiyetinde- beceremediler.
Bu arada "dünya için çalışma, dünyadan olabildiğince nasiplenme" ilkesini teyit
için bir de ayete başvuruldu; ayet mealen şöyle diyordu: "Allah'ın sana
verdikleri içinde ahiret yurdunu iste ve dünyadan nasibini unutma, Allah'ın sana
ihsan ettiği gibi sen de ihsanda bulun, yeryüzünde kötülük isteme, şüphesiz
Allah kötülük peşinde koşanları sevmez." (Kasas: 28/77) Bu ayeti ilerlemeci
felsefe aklıyle okuyanlar "dünyadan nasibini unutma" cümlesine "dünyadan zevk
al, istifade et, servet sahibi ol, olabildiğince nasiplen..." mânâsını verdiler.
Halbuki ayetin konusu, muhatabı (dünyaya tapan Karun'dur), evveli ve sonu göz
önüne alındığında böyle bir mânâ çıkarmak mümkün değildir. Allah Teala'nın,
dünyaya mağrur olup kendisini unutan birisine "dünyadan nasiplenmeyi unutma"
demesi abestir; çünkü adam zaten yalnızca dünyadan nasiplenmektedir ve ahiret
onun hesabında yoktur. İlahi murat -Allahu a'lem- şudur: Dünyaya dalıp ahireti,
ebedî hayatı unutma, Allah'ın sana dünyada verdiklerinden istifade ederek,
bunları yollu yolunca kullanarak ebedî saadeti elde etmeye bak, dünyadan
nasibini, yani burada yaşama ve yararlanma müddetinin, ömrünün kısalığını,
geçiciliğini unutma...
Başta Büyük Örnek (s.a.)'in hayatı olmak üzere birçok ayet ve hadis müslümanlara
zühd yolunu göstermektedir. Zühdün mânâsı ise dünyadan asgari ölçüde
nasiplenmek, bütün insanları ebedî saadeti elde etmek için kullanmak ve buna
yönelmektir. İslâmda makbul olan terakki (ilerleme, gelişme) insanın fert ve
cemiyet olarak ahlak ve fazilette ilerlemesi, toplumun fazilet toplumu haline
gelmesi, kâmil insan sayısının çoğalması, toplumda örnek alınan kişilerin "kâmil
insanlar" olmasıdır. Helal ve faydalı olmak şartiyle mesken, yiyecek, giyecek,
binek gibi dünya nimetlerinin en iyi, en güzel olanlarından faydalanmak haram
kılınmamış ise de teşvik de edilmemiştir.
İslâm ahlakından nasiplenmiş kimseler, çevrelerinde aç ve açık, ihtiyaç sahibi
kimseler bulunduğu müddetçe refah içinde yaşamaktan -hiç olmazsa- rahatsız
olmalıdırlar. Bilimde, teknolojide, ekonomide, askerlikte, hasılı bir toplumu
güçlü ve hakim kılan unsurlarda ileride ve üstün olmak İslâmın amacı değildir,
yüce amaçlar (dünyada adalet ve din hürriyetinin hakim olması) için araçtır ve
bu yüce amaçlar ne kadarını gerektiriyorsa o kadarı edinilir, fazlası israf
sınırına girer ve matlup olmaktan çıkar.
İslâm insanı, maddesiyle, mânâsıyle, ismiyle, resmiyle, kılık kıyafetiyle,
ahlakıyle, dünyadan nasiplenme şekliyle... diğer sistemlerin insanlarından
farklıdır, farklı olmak durumundadır. Bu fark ne kadar azalırsa kişinin
müslümanlığı da o kadar eksilmiş demektir.
Laiklik Sömürüsü
Ülkemizde ve dünyada çeşitli laiklik anlayışları ve uygulamaları var. Bunlar
içinde en dar ve katı olanı, din düşmanlığı/karşıtlığı şeklinde kendini gösteren
laikliktir. Bu anlayışa sahip olanlara göre din tamamen ferdin vicdanına ait bir
iştir, onun sosyal hayatta ve kamu alanında gözükmesine ve tesir icra etmesine
izin verilmesı caiz değildir, buna imkan ve izin verilemez. Ancak zaruri olan
ortak kamu düzenlemeleri dışında kalan alanlarda her bir gurubun kendi hukuk,
ahlak ve siyaset anlayışını kendi bünyesinde uygulamasına izin verilir, buna
müdahale edilemez. Devlet gerektiğinde din eğitimine ve dinî kurumlara dengeli
ve adil bir ölçü içinde kaynak da ayırabilir.
Ortada kalan bir başka anlayışa göre dinin dünya, siyaset ve kamu alanına
müdahale ve tesir etmesine izin verilmez, ama devlet ve siyaset dine müdahale
edebilir, onu kendi politikalarının gerektirdiği gibi biçimlendirme ve işlemeye
zorlayabilir. Bu anlayış ve uygulamalar samimi olduğu, bir inanç ve tercihe
dayandığı müddetçe nisbî meşrûiyyet çerçevesine girer ve tartışılabilir. Fakat
bir de laiklik istismarı vardır ki, bunun meşrû olduğunu ve tartışılması
gerektiğini söylemek -bizce- mümkün değildir.
Laiklik istismarı (sömürüsü) yukarıda sıralanan anlayışlardan birine veya bir
başkasına göre laik olan yahut da samimi bir şekilde laik de olmayan, fakat
laikliği, bir başka amaca alet eden, vasıta kılan şahısların tavrıdır. Bunların
ortak vasfı gizli veya açık din düşmanlığı/karşıtlığıdır. Laikliği hassas bir
nokta olarak korumaya ve daha başka tabularla laiklik arasında ilgi/bağlantı
kurarak onu takviye etmeye gayret ederler. Ülkede veya dünyada dinin
geliştiğini, bir dinî hareketin güçlendiğini, toplum hayatında dinin etki
alanının genişlemekte olduğunu veya bunun alametlerinin/öncülerinin ufukta
görüldüğünü hissettikleri anda harekete geçerler ve "laiklik elden gidiyor,
bunun sonu felakettir, Ortaçağa ve karanlığa dönüştür, bütün laikler ve
çağdaşlar bir araya gelip güç birliği kurarak bu gelişmeyi -her vasıta ile-
durdurmalıdırlar..." diye vaveyla koparırlar.
Son zamanlarda, siyasî hayatta başarılı olamamış bazı liderlerin de bu kervana
bir başka açıdan katıldıklarını görmeye başladık. Bu liderler sözde müslüman
olduklarını söylüyor, İslâmı kendilerine göre tanımlıyor ve siyasî İslâmı
dışlıyorlar, sonra da bazı siyasî rakiplerini siyasî İslâm yanlısı göstererek
anti-demokratik güçleri onlara karşı kışkırtıyorlar. Bu davranış dıştan
bakıldığında samimi bir laikçinin davranışı gibi gözükse de derine inildiğinde
çirkin bir laiklik istismarı olduğu görülecektir. Siyasi rakiplerini oyunun
meşrû kurallarına göre yenemeyince, kendi kadroları ve programları ile
seçmenleri ikna ederek yeterli oyu alamayınca laiklik istismarına kalkışıyor,
bir kısım rakiplerini bu yoldan etkisiz hale getirmek istiyorlar; işte bu,
çirkin bir laiklik veya laikçilik sömürüsüdür ve bazı siyasîlerin "siyaset
ayıbı"dır.
Habitat'ın Eksiği
Habitat'ın perde arkası, eksiklikleri, olması gerekenler üzerine çok söylendi ve
yazıldı. Çoğu havada uçup kaybolan, bir kısmı da kâğıtlara dökülen birçok
konuşmadan ve tartışmadan ibaret olan, fiil ve etki bakımından fazla bir
kıymet-i harbiyesi bulunmayan Habitat II toplantısının, bize göre gerektiği
kadar üzerinde durulmayan üç eksiği bu yazının konusunu teşkil edecektir:
1. İnsanların inandıkları ve hayatlarını önemli ölçüde yönlendiren dinleri,
insan üstü bir kaynağı bulunmayan, insanların uydurduğu ve sosyal problemleri
altında ezildiği, sıkıldığı, tıkandığı zaman sığındığı bir sosyal kurum olarak
gören ve değerlendirenler bu batıl inançlarından vazgeçmelidirler. Dinlerin,
henüz insan bilimlerinin ulaşamadığı ve kavrayamadığı aşkın kaynağı vardır.
İnsanların uydurduğu dinler ile bu aşkın kaynaklı dinler arasındaki fark açıkça
ortadadır, ilahi dinler zaman içinde değişip bozulsa bile kaynak birliğinin
izleri tamamen silinmemekte, ortak noktalar ya satırlarda yahut da satır
aralarında ve gelenekte görülmektedir. Dün olduğu gibi bugün de insanların
üzerinde dinin tesiri, insan davranışlarında din sâiki bütün sosyolojik
yorumları aşacak boyutta ve mahiyettedir. Habitat'ı tertip edenler bu
gerçeklerden hareket ederek insanın -yerleşim ve çevresindeki- problemlere
dinlerin bakışını, teklif ettikleri çözümleri ve bunlardaki ortak noktaları
ortaya çıkaracak bir "koza" daha oluşturmalı idiler.
2. Meskenin ve yerleşim bölgesinin insan hakkı ile yakından ilişkisini
vurgulamak, yerleşmenin bir insan hakkı olduğunu söylemek yetmiyor; bugün
dünyada evsiz barksız, temel ihtiyaçlardan mahrum yaşayan milyonlarca insan var;
bir de bunların yanı başında veya uzağında yaşayan bir eli yağda, bir eli balda,
dört mevsimde dört ayrı evde, bunlara ilave olarak da dünyanın en güzel
mekânlarında yaşayanlar var. İslâm, "Birisi yaşamak için bir şeye muhtaç ise
diğeri de ihtiyacından fazlasına sahip bulunuyorsa bu fazlada -ikincinin- hakkı
yoktur, bu fazla -yaşamak için- ona muhtaç olana aktarılmalıdır" ilkesini
getiriyor. Habitat dünyada fazlaya sahip olanlardan, yaşamak için ona muhtaç
bulunanlara servet aktarımı için nasıl bir tedbirler dizisi ve dünya düzeni
teklif ediyor? Bunun için hangi kurum ve kuruluşları öngörüyor? Bu konularda
elle tutulur bir şey görülmüyor.
3. Güçlüler kendilerine göre bir dünya düzeni kurmuşlar, yoksul ülkelerin ve
topluluklarının ellerindekine göz dikerek cebren veya hile ile onlara da el
koymuşlar. Rusya, Çin, Hindistan, Eski Yugoslavya, Ermenistan, İsrail ve -üstü
kapalı bir biçimde- Amerika bu gâsıpların, haksız işgalcilerin önde gelen
örnekleridir. Yalnızca İsrail'in Filistin'de yaptığı işgaller ve gasıp olayları,
Filistin halkının evsiz ve topraksız olarak mülteci kampları denilen
hapishanelerde geçirmekte oldukları hayat üzerine bir Habitat yapılsa değer.
Nedense bu Habitatt'a güçlü devletlerin yaptıkları işgaller ve insan hakları
ihlalleri konuşulmuyor, bu konuda kamuoyu oluşturmak ve mazlum topluluklarının
haklarını savunmak için bir faaliyet ortaya konmuyor da kan, harabe ve acılar
üzerinde hora tepiliyor, esas konulara gelmek yerine kenarlarda halay çekiliyor!
Siyaset ve Din
Sayısız ayet ve hadis beş temel değerin korunmasını emretmektedir: Hayat, din,
akıl, nesil, mal. Bunlara dinin temel amaçları (mekâsıdu'ş-şeri'a) denilmiştir
ve tamamı insanın dünya hayatının içindedir, dünyaya aittir, öldükten sonra
değil, yaşarken gereklidir, ebedî hayatta gerekli olan sermaye de bunlar
sayesinde elde edilecektir.
Siyaset iktidarı talep etmek ve elde edilince de bu güce dayanarak toplumu
yönetmekle ilgili bir süreçtir. Toplumu yönetenler durmadan kanunlar çıkarmakta,
kararlar almakta ve bunları yürürlüğe koymaktadırlar. Uygulanan kanun ve
kararların tamamı dinin korunmasını istediği temel değerlerle ilgilidir. Din bu
temel değerlerin yalnızca korunmasını istemekle kalmamış, nasıl kazanılıp
korunacaklarını da açıklamıştır. Hem kürtaj serbest bırakılır, kısas (kasten
adam öldürenin idam cezası) kaldırılır hem de hayat korunamaz, dinin serbestçe
öğrenilip yaşanması kısıtlanırsa din korunamaz; içkiyi ve uyuşturucuyu
yasaklamadan, aklı doğru kullanmayı sağlayacak eğitim ve öğretim yapılmadan,
akıl ve ruh sağlığı için gerekli tedbirler alınmadan akıl korunamaz, nesli
korumak islâm ailesinin kurulup işletilmesine bağlıdır; israf, kumar, faiz,
karşılıksız para, enflasyon, rüşvet, gasp ve diğer haksız kazanç yolları açık
tutuldukça malı (serveti) korumak mümkün değildir...
Bugün siyaset genellikle bir partiye intisap etmek suretiyle yapılmakta,
partinin menfaat, ilke ve kuralları, partililer için bağlayıcı olmaktadır.
İnsanlar yaşadıkları gibi düşünme eğiliminde olduklarından başlangıçta genel
ilke ve değerlerle çatışan parti talepleri, mensuplarının vicdanlarını rahatsız
ederken giderek bu rahatsızlık da ortadan kalkmakta, partililer tektip haline
gelmektedirler. Dinin bu mânâda bir partinin içine sokulması ve müslümanın da
böyle bir parti anlayışı içinde siyaset yapması caiz değildir. Parti bir
araçtır; amaç, dinin ve evrensel değerlerin korunmasıdır, parti bunları değil,
bunlar partiyi kontrol etmelidir. Bu kontrolün yapılabilmesi için de dinin ve
dindarın bir başka siyaset anlayışı ve uygulaması içine yerleşmesi elzemdir.
Müslümanlar için farz-ı kifaye olan siyaset (siyasî faaliyet) dünyada ve ülkede
olup bitenleri dinin ilke, hüküm ve menfaatleri bakımından -bunlara zıt olan
başka bir ilke, hüküm ve menfaat bakımından değil- takip etmek, alınan
kararların ve yapılan icraatın dinin temel değerleri ve hükümleri bakımından
neyi getirip neyi götürdüğünü tesbit etmek, buna göre gerekli tavır ve
tedbirleri almak şeklinde yürütülecektir. Müslümanın oyu, muvafık veya muhalif
tavrı partinin, katıldığı uluslararası kurum ve birliklerin kural, ilke ve
kararlarına göre şekillenemez; dinin korunmasını istediği değerlere ve
uygulanmasını istediği hükümlere göre şekillenir. Din Allah'ın iradesini temsil
eder, başka bir şey dinin üstüne çıktığı, ona hakim olduğu ve onu kontrol ettiği
zaman -bir mânâda ibadet olan itaat alanında- şirk gerçekleşmiş olur.
Din ve Düşünce Özgürlüğü
Çağımız insan hak ve hürriyetlerinin en fazla konuşulup tartışıldığı, bu kavram
ve kurumun, demokrasinin ögesi ve gelişmişliğin ölçüsü kılındığı bir çağdır.
İnsan hak ve hürriyetleri içinde en fazla önem verileni ve kurban edileni de din
ve fikir hürriyetidir. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi bu iki hakkı bir
maddede düzenlemiş, 18. maddesinde "Her şahsın fikir, vicdan ve din hürriyetine
hakkı vardır..." ilkesine yer vermiştir. Bu maddenin devamı din ve kanaatin
ifadesi, öğretilmesi ve uygulanması konularında geniş hürriyetler getirmektedir.
19. maddede ise düşüncenin ve bilginin her vasıta ile elde edilmesi ve yayılması
hakkını düzenlemiştir. Beyannamenin 29. maddesi hürriyetlerin sınırlanması ile
ilgili olup "başkalarının hak ve hürriyetlerini, ahlak, nizam ve genel refahı
korumak, Birleşmiş Milletler'in gaye ve prensiplerine aykırı olmamak"
sınırlarına yer vermiştir.
Bu vesikaya bütün milletler imza koyduğu ve daha sonraki milletlerarası
andlaşmalarda aynı hüküm ve ilkeler teyit edilerek tamamlandığı halde bazı
ülkeler, anayasalarında bu ilkelerden sapmışlar, fikir ve din hürriyetini
-ruhuna ve özüne aykırı- sınırlarla daraltmışlardır. Bu açıdan 1982 Anayasasına
baktığımızda görülen manzara şudur:
a) Din hürriyeti daha ziyade kayıt ve sınır içine alınabilmek maksadıyle fikir
hürriyetinden ayrılmış ve "din ve vicdan hürriyeti" başlığı altında 24. maddede
müstakil olarak düzenlenmiştir.
b) Maddede, Beyannamede olduğu gibi "din hürriyeti" denilecek yerde "vicdan,
dinî inanç ve kanaat hürriyeti" denilmiş, böylece kavramın içi boşaltılmıştır.
Çünkü vicdan, dinî inanç ve kanaat, insanın kafasının ve kalbinin içindedir. Ona
hiç kimsenin müdahale imkanı yoktur ki, bunu engellemek için hürriyet getirmeye
ihtiyaç hasıl olsun! Müdahale ancak, dinî inanç ve düşüncenin açıklanması, tek
başına veya toplu olarak, genel ve özel uygulama halinde ortaya konması halinde
söz konusu olmaktadır. Beyanname "ibadet, ayin, öğretim ve uygulama ile
açıklama" alanlarında din hürriyeti getirdiği halde 82 Anayasası yalnızca ibadet
ve ayin hürriyeti getirmiş, bunu da 14. madde başta olmak üzere birçok madde ile
sınırlamıştır. Başlangıç kısmına ve 14. maddeye göre "devlet düzenini dine
dayandırma" amacına yönelik olduğnu kabul edilebilecek herhangi bir açıklama,
Kur'an-ı Kerim ayetlerini tercüme etme şeklinde bile olsa yasaktır, ayrıca ceza
kanununun ilgili maddesine göre cezayı muciptir. 42. maddeye göre din eğitimi ve
öğretimi, belli ilke ve inkılaplar doğrultusunda, devletin gözetimi ve denetimi
altında yapılacaktır. Bu sınırlara uygun düşmeyen din eğitim, öğretimi ve
hürriyeti mevcut değildir. Ayrıca ilgili kanunlara göre dinî dernek kurmak, özel
bir dinî eğitimden ibaret olan tekke faaliyetlerinde bulunmak, dinî olduğuna
inanılan kılık ve kıyafeti kullanmak... yasaktır.
Özetlemek gerekirse yürürlükte olan anayasaya göre yalnızca ibadet ve ayin
hürriyeti vardır, o da çeşitli yönlerden sınırlanmıştır.
Fikir hürriyetine gelince; 25. maddede daha geniş çerçeveli bir hürriyet olarak
düzenlenmiş olmakla beraber bu maddenin devamı ile başlangıç, 14. madde vb. ile
hayli sınırlanmış, bu sınırlamalar, Evrensel Beyanname ile daha sonraki
vesikaların öngördüğü sınırları çok aşmış; yani daraltılmıştır. Bu sınırlamalara
göre birçok konuda ve daha ilginci bazı tarihi şahıslar ve olaylarla ilgili
bilgi nakli ve bu bilgilerin yorumlanması, ayrıca açıklanması caiz olan
düşüncenin de bazı dillerle açıklanması yasaklanmıştır.
Çağdaş, demokrat, insan hak ve hürriyetlerine saygılı, laik hukuk devleti olarak
nitelenen devletimizde, din ve düşünce hürriyeti ile ilgili durum ve seviye
bundan ibarettir.
Cumhuriyetin Düşmanı
Şeriat"
Bir TV programı izlerken yaşını başını almış bir tarihçinin, deve gibi neresini
düzeltsen düzelmez bir konuşmasına muttali oldum. Yaşlı tarihçi, hem genç ve
hızlı Cumhuriyetçi muhatabının, hem de aynı çizgiyi paylaşan nice çevrelerin
hoşuna gideceğini, böylece ahir ömründe itibar tazelemesini sağlayacağını umduğu
şu cümleleri sarfediyordu: "...Cumhuriyetin en büyük düşmanı -siz bilseniz de
söylemeye cesaret edemezsiniz- ben size söylüyorum: Şeriat. Evet Cumhuriyetin
düşmanı şeriattır. Halbuki İslâm'da şeriatın yeri yoktur; çünkü, 1. İslâmda
ruhbanlık yani hocalık yoktur, 2. Dinde zorlama yoktur, 3. Zamanın değişmesi ile
hükümler de değişir..." Sağ kesimden bazı çevrelerin itibar ettiği, kitaplarını
neşrettiği bu yaşlı tarihçinin fâhiş hatalarını sıra ile üç yazıda düzeltmeye
çalışacağım:
1. "İslâmda ruhbanlık; yani hocalık yoktur" cümlesinde ruhbanlığın, "hocalık"
olarak açıklanması da, ruhbanlığın olmamasının şeriatın olmayacağına delil
gösterilmesi de yanlıştır.
Ruhban, "rahib" kelimesinin çoğuludur, rahib de din adamı demektir;
Hıristiyanlığa mahsus bulunan bu din adamı anlayışına göre rahipler evlenmezler,
aile sahibi olmazlar, halktan ayrı bir sınıf teşkil ederler, kendilerini
Tanrı'nın ve kilisenin hizmetine verirler... Ayrıca Hıristiyanlıkta ruhbanlık
vardır ama en azından tarihin bazı dönemlerinde şeriat (dünya hayatını
nizamlayan din kuralları) yoktur.
İslâm kültüründe hoca vardır. Hoca din öğreticisi ve eğiticisidir; evlenir, aile
kurar, halktan ayrı bir sınıf teşkil etmez. Allah Resulü (s.a.) hayatta iken
O'nun emri ile din eğitim ve öğretimi başlamış, bilenler bilmeyenlere öğretmiş,
hocalık etmişlerdir. Bu bilen, öğreten ve eğiten kimselerin ünvanı önce
okuyanlar mânâsında "kurrâ", bilenler mânâsında "ulema", dini anlayanlar ve
anlatanlar mânâsında "fukahâ", müslümanların dinî meselelerini delillerinden
çıkarıp açıklayanlar mânâsında "müctehidûn" olmuş, sonra da her müslüman kavim
kendi dilinde bu mânâyı ifade eden kelimeler bulmuşlardır. Müslüman Türk
kavimlerinin bu mânâda kullandıkları kelimelerden biri de hocadır. O yaşlı
tarihçi bile yanlış bilmesi ve öğretmesine rağmen bir "hoca"dır.
İslâmda hocalar ruhban değildir, ama bu dinin şeriatı vardır; şeriat sadece
hocaların değil, İslâma tüm inananların Allah ile ibadet ve inanç ilişkilerini
düzenlediği kadar insanların birbirleri ile ferdî ve ictimaî ilişkilerini de
-çerçeve ve kısmen detay olarak- düzenlemekte, kaide ve müeyyidelere
bağlamaktadır; bu ilke, düzenleme, kaide ve müeyyidelerin bütününe "şeriat" ismi
verilmektedir. Özetle Kur'an ve Sünnet var ise şeriat da vardır. İslâmda hoca
yok, dolayısıyla şeriat da yok diyebilmek için insanın çok yaşlanmış olması
gerekir.
Dinde Zorlama
Yaşlı tarih yazıcısı "din vardır, ama şeriat yoktur" diyor, bu iddiasına delil
olarak da "dinde zorlama yoktur" mealindeki ayeti ileri sürüyordu. Bu anlayışa
göre şeriat (İslâm hukuku, kanunu) bir hukuk olduğu için müeyyidesi; yani
zorlayıcı gücü vardır, insanların hukuka uyması gerektiğinde yaptırım gücünü
kullanarak temin eder. Halbuki Kur'an-ı Kerim dinde zorlamanın, insanların
zorlanarak bir dini kabule ve uygulamaya götürülmesinin meşrû olmadığını
bildirmektedir; şu halde din (fertlerin serbest iradeleriyle benimseyecekleri
inanç, ibadet, dinî hayat) vardır, fakat şeriat yoktur. Şeriat dinin özüne ve
İslâma aykırıdır...
İslâmın ana kaynaklarına (Kur'an-ı Kerim'e ve Sünnet'e) dayanarak dini doğru
anlamanın bir usûlü (usûlü'l-fıkh) vardır; bunu bilmeden ayetlerden ve
hadislerden hüküm çıkarmaya kalkışanların sık sık, yukarıdakine benzer hatalara
düştükleri görülmektedir. Bu usûle göre mesela "dinde zorlamanın olup
olmadığını" anlamak ve tesbit etmek istiyorsak ilgili ayet ve hadislerin
tamamını, Hz. Peygamber'in ve örnek nesillerin (sahabe, tabiun ve etba) siretini
(davranış ve uygulayışlarını), imanlı, ahlaklı ve bilgili İslâm müctehidlerinin
bu konudaki anlayış ve yorumlarını bir bütün halinde gözden geçirmemiz gerekir.
Bütün bu kaynakların bağlayıcı olanlarını olmayanlarından ayırdıktan ve sağlam
anlama usûllerini uyguladıktan sonra bir sonuca ulaşmamız icabeder; bunları
yaptığımız takdirde ulaştığımız sonucun sağlıklı olması ihtimali galiptir.
İnsanları İslâma inananlar ve inanmayanlar diye iki zümreye ayırırsak bağlayıcı
nasların (ayet ve hadislerin) her iki zümreyi de bir mânâda zorladığını görürüz.
İnanmayanlar "kınanmak, ahirette görecekleri cezalar tasvir edilerek tehdit
edilmek, dünyada bir kısım haklardan (statüye bağlı insan haklarından değilse de
liyakat ve ehliyete bağlı insan haklarından) mahrum edilmek suretiyle manevi
mânâda imana zorlanmaktadırlar; buna "teşvik edilmektedirler" demek de
mümkündür. Bu zümre bakımından "dinde zorlama yoktur" ilkesinin mânâsı, "hiç
kimse, maddi müeyyide kullanılarak İslâma sokulamaz, İslâma girmeyen ve başka
bir dine ve inanca mensup bulunan insanların kendi din ve inançlarına göre
yaşamaları, zor kullanılarak engellenemez" demektir.
İslâma inananlara (müminlere, müslümanlara) gelince, bunların en azından
zahirde, kamuya açık alanda, toplum içinde bir kısım islâmî talimata uymaları,
ilahi ve dinî sınırları çiğnememeleri, gerektiğinde zor kullanılarak ve ilgili
mevzuat uygulanarak sağlanır. Mevzuatı hazırlarken dinin ana kaynaklarını
kullanmak ve bunlara uymak durumunda olan islâmî devlet faizi, içkiyi, kumarı,
fuhşu (birbiri ile evli olmayanların cinsel ilişkilerini ve buna götüren
davranışlarını), ihtikârı, rüşveti, hileyi, aldatmayı, murdar hayvanların
etlerinin alınıp satılmasını ve yenilmesini, mukaddesata hakaret edilmesini,
insanların avret yerlerini (örtülmesi gereken yerlerini) açarak dışarı
çıkmalarını, zulmü, israfı... yasaklamak; bu yasaklara uymayanları uygun
cezalarla cezalandırarak kanuna (şeriata) uyulmasını sağlamak mecburiyetindedir.
Bu yasaklar listesinin karşısında bir de emirler ve müsbet talimat listesi
vardır; bunların bir kısmı (cuma namazı, ezan, zekat gibi) ibadetlere, bir kısmı
da sosyal, iktisadî, siyasî hayata aittir.
Bu talimatın da yerine getirilmesi için devlet gerektiğinde zorlayıcı tedbirlere
başvuracak ve emri yerine getirecektir. Bir müslüman "ben müslümanım ama
şartlarını taşıdığım ve yükümlü olduğum halde cuma namazını kılmam, orucumu
aleni olarak yerim, zekatı ödemem, hukukî işlemleri istediğim gibi yaparım,
adalet, bey'at ve danışmanın gereklerini yerine getirmem..." diyemez. Dinin,
örneklerini sıraladığımız "yap ve yapma" şeklindeki talimatı şeriattır. Bunu
dinden çıkarmak, ayırmak ve dini bunlarsız yaşamak mümkün (sahih, caiz)
değildir, talimatın icrası gerektiriyorsa müeyyide ile sağlanır; şu halde "dinde
zorlama yoktur" ilkesinin belli bir uygulama sınırı vardır, genel değildir,
böyle bir ilkenin varlığına dayanılarak "şeriat yoktur" denilemez, denilirse
İslâma göre bu iddia geçerli olamaz.
Şeriatın varlığına rağmen farklı inanç ve dünya görüşlerine sahip insanların ve
toplulukların bir arada, tabii, fıtrî hak ve hürriyetlerden yararlanarak
yaşamaları mümkündür ve tarih boyunca bu sistem yaşanmıştır.
Değişme ve Şeriat
Şeriatın ortadan kalktığını iddia eden yaşlanmış tarihçinin ikinci delili,
"zamanın değişmesi ile hükümlerin de değişeceği" kaidesi idi. Bu kaide
Mecelle'nin 39. maddesinde "Ezmânın teğayyürü ile ahkâmın teğayyürü inkâr
olunamaz" şeklinde yer almıştır. Bir islâmî kanun mecmuası olan Mecelle'nin
zikredilen maddesinin şerhine bakıldığında, zamanın değişmesi ile değişecek olan
hükümlerin neler olduğu konusunda önemli açıklamaların bulunduğu görülecektir:
"Zamanın değişmesi ile değişen hükümler, aslında örf ve adete dayanan
hükümlerdir, naslara (ayetlere ve hadislere) dayanan hükümler değişmez. Çünkü
örf ve adet bâtıl (dince makbul olmayan) kabuller, anlayışlar ve uygulamalar
şeklinde de oluşabilir, halbuki nas için bunu düşünmek mümkün değildir. Örnek
olarak asırlardan beri kabirlere mum yakmak, insanları arkalarından çekiştirmek
(gıybet), altın ve gümüşün, peşin ve veresiye olarak, birbirinden farklı
miktarlar üzerinden alınıp satılması (bu mânâda faizcilik), bir malı kabı içinde
satıp tahminî darasını (kabın ağırlığını) düşmek... örf ve adet haline
gelmiştir. Ancak bunlar adet haline geldi, zaman değişti diye hükümlerin de
(bunların yasak ve haram olmalarının da) değişeceğini söylemek dinin ve imanın
tehlikeye düşmesini gerektirir..." (c. I, s. 102).
Görüldüğü üzere İslâm Hukuk geleneğinde, zamanın değişmesi ile değişen hükümler,
"aslında örf ve adete dayalı hükümler" olarak sınırlanmıştır. Fıkıh Usûlü
kitaplarında "örf ve adete dayalı bulunduğu sabit olan ve adet değişince
değişeceğine dair delil ve kaideler de bulunan "nas ile sabit bazı hükümlerin"
de değişebileceği kaydedilmiştir. Bu cümleden olarak hadislerde "altın ile
gümüşün tartılarak, hububatın ölçekle ölçülerek alınıp satılacağı" kaydedilmiş
olmasına rağmen, ilgili örf ve adet değişince mesela hububatın da tartılarak
alınıp satılması caiz görülmüştür.
İslâmın ana kaynaklarında böyle örf ve adete dayalı az sayıda nas vardır; ancak
nasların büyük kısmı İslâmın, insanı fert ve toplum olarak götürmek istediği
hedefe, tekâmül çizgisine uygun (götürücü) ve bu bakımdan devamlı (evrensel)
niteliktedir; bu nasların hükümleri değişmez. Bunların uygulanmasında -fert ve
toplum hayatındaki arızalar sebebiyle- sıkıntılar ortaya çıkarsa zaruret ilkesi
devreye girer, hükümler geçici olarak askıya alınır. Boşlukları ve yeni
ihtiyaçları ictihad (Kur'an, Sünnet ve bu iki kaynağın ışığında akıl ve
tecrübe... ile üretilecek hükümler) doldurur. Ve ister nas ile, ister ictihad
ile ortaya konsun, bütün bu hükümler şeriatı oluşturur.
Bir kimsenin "Zamanın değişmesi ile hükümler de değişeceği için şeriat
kalkmıştır" diyebilmesi için yalnızca yaşlanmış olması yetmez, aynı zamanda
cahil de olması gerekir.
Çevreyi Korumak
Bazı ilkel dinlerin mensupları tanrılarına hem tapar, hem de onu (temsil eden
putu) yerlermiş; mesela önce helvadan put yapar, ona tapar, sonra da bozup
mideye indirirlermiş. Bilhassa sanayi devriminden sonra dünyamızın insanları
bana bu putperestleri hatırlatıyor; bütün varlıklarını, ümitlerini, hesaplarını
dünyaya bağlamaları, onun için çabalayıp yaşamaları, ondan olabildiğince çok
nasiplenmeye bakmalarına dinî edebiyatta "dünyaya tapma" deniliyor. Ancak bu
kadar bağlandıkları dünyayı, havası, suyu, toprağı, toprak altı zenginlikleri,
bitki örtüsüyle hovardaca tüketiyor, tahrip ediyor, kirletiyor, hasılı oburca
yiyorlar. Türkiye nasıl, beşinci göbek torunlarımızın bile ödemek mecburiyetinde
kalacakları kadar borca batmış ise dünya insanları da göbekler ötesi nesillerin
dünyadan nasiplerini yemişlerdir, kirletmişlerdir ve yok etmişlerdir.
Kapitalizmin getirdiği üretim ve büyüme anlayışı, ham insan tabiatında meknuz
bulunan doymak bilmez hırs ve ihtirasa eklenince fatura "çevreye" çıkmış, olan
ona olmuştur. Şimdi bazı guruplar, kurumlar ve fertler -bir kısmı da göstermelik
ve başka amaçlara yönelik olarak- bir takım faaliyetler göstermekte, çevreyi
korumak için paçaları sıvamış bulunmaktadırlar. Bu çevreciler içinde
müslümanların bulunmaması/görülmemesi oldukça düşündürücüdür. Halbuki dünya
görüşü ve ahlakı itibariyle tabii çevreciler, çevre koruyucuları müslümanlar
olmalı, başka eylemlerinden önce bu vasıfları ile dünyanın dikkatini üzerlerine
çekmeli idiler.
Kur'an-ı Kerim'in ve Mutlak Örneğin (s.a.) getirdiği, müslümanlara kazandırmak
istediği dünya görüşü, iman ve ahlaka göre: Kıyamet kopmaya başlasa bile kişi
elindeki ağacı dikecektir; her zerresi Allah'ı zikreden -yaş iken, canlı iken
bir başka zikreden- bitki, ağaç, gereksiz olarak kesilmeyecektir, ırmağın
kıyısında abdest alınsa bile su boşa harcanmayacaktır (israf edilmeyecektir);
suya büyük ve küçük abdest bozulmayacaktır; çevre kirletilmeyecek, insanların
görerek, çarparak, üzerlerine bulaşarak rahatsız olacakları nesneler yola,
meydana... atılmayacak, atılanlar -herkes tarafından- kaldırılıp
temizlenecektir; etrafa pis koku yayılmayacak, ağzı pis kokan kimseler onu
gidermeden mescide bile gitmeyeceklerdir; dışın temiz ve arınmış olması büyük
ölçüde iç temizliğine bağlı bulunduğundan birinci derecede iç temizliğine önem
verilecek, iman, ibadet ve terbiye ile ruhun (nefsin) arındırılıp yüceltilmesi
sağlanacaktır.
Devlet ve Rejim:
Devlet Gemisi
Maksadı daha açık ve anlaşılır bir şekilde ifade edebilmek için devleti bir
gemiye benzetebiliriz. Geminin kendisi toprak unsuru (vatan), yolcuları insan
unsuru (halk, millet, ümmet), mülkiyet ve idaresinin yalnızca içindekilere ait
bulunması istiklal (bağımsızlık) unsuru, kaptan ve yardımcılarının seyir planı
ve rotası ise rejimdir, yönetim biçimidir. Geminin seyri, yolcularının
çoğunluğunun isteği doğrultusunda olur, diğerleri de buna müdahale etmezlerse
mesele yoktur. Ya yolcular iki veya daha fazla guruba ayrılır, her biri rotaya
müdahale etmeye kalkışırsa yahut da bir azınlık hileye veya güce dayanarak
geminin yönetimini ele geçirirse birden fazla mesele var demektir.
Yolcuların guruplara ayrılıp yönetimi ele geçirebilmek için aralarında mücadele
etmeleri geminin yapısına ve istiklaline zarar vermedikçe normal karşılanabilir.
Mücadele gemiye zarar verecek boyutlara vardığında bütün gurupların ellerini
çenelerine koyup düşünmeleri gerekir. Fahr-i Kâinat (s.a.) Efendimizin, gemi
benzetmesini de ihtiva eden bir hadisi konumuza ışık tutmaktadır. Şöyle
buyuruyorlar: "Allah'ın koyduğu sınırları (hukuku, düzeni) koruyanlarla
korumayanların misali, kura çekerek bir geminin farklı katlarına (kimileri üst
kata, kimileri alt kata) yerleşen yolcu guruplarıdır. Alt katta bulunanlar, suya
ihtiyaç duydukça üst kata çıkıp buradakileri rahatsız ettikleri için geminin
dibinden bir delik açarak su ihtiyaçlarını buradan karşılayalım dediklerinde,
üst kattakiler bunlara mani olurlarsa hepsi (bu arada gemi) kurtulurlar,
engellenemezlerse tamamı batar, helak olurlar." Bu hikmetli benzetmeden çıkan
sonuca göre devlet gemisi içinde yer alan bütün siyasî ve ideolojik gurupların
gemiyi gözleri gibi korumaları, devletin toprak, insan ve istiklal unsurlarına
bir zarar gelmemesi için işbirliği yapmaları din, akıl ve maslahat gereğidir.
Toprak, insan ve istiklal -ümmete ait bulunan- millî servet ve değerlerdir;
dinin başlıca amaçları içinde işte bu değerleri korumak da vardır. Korumada
önceliği yönetime verelim demek de makul değildir; çünkü gemi olmazsa yönetim de
olmaz.
Yolculara (millete) rağmen geminin yönetimini ele geçiren ve dümeni istedikleri
yöne kıran kaptan ve yandaşlarına karşı verilecek mücadelede de bu düstur
geçerlidir; yönetim ve rejim unsuru yabancıların eline geçti diye gemi ve
yolcular (toprak, insan ve istiklal) değerini yitirmez, unsur olma vasıflarını
kaybetmezler; yani bu takdirde devlet, başkalarının devleti olmaz, yolcuların
"yönetimi gasbedilmiş" gemisi gibi olur. Bu durum ve şartlar içinde yolculara
düşen, gemilerini gözleri gibi korumak ve fırsat bulduklarında -gemiye zarar
vermeden- yönetimi ele geçirmek ve gâsıpları işten uzaklaştırmaktır.
Bir de yolcuların, doğru rotada olan bir gemi bulduklarında gemilerini
terkederek ona taşınmaları seçeneği düşünülebilir. Ancak bu seçenek de -gemiyi
bir daha geri almamak üzere, tamamen- terketme niyetiyle kullanılamaz; çünkü
gemi, yolcuların en değerli varlıkları arasındadır, onu başkalarına bırakma
hakları yoktur.
Sonuç: Devlet gemisi (insan, toprak ve istiklal) korunacak, rejim bunlara zarar
verilmeden meşrûlaştırılacaktır.
Dâru'l-İslâm
Yazımızın önceki kısmında devleti bir gemiye benzetmiş "gemi vatan, yolcular
millet, geminin yalnızca içindekilere ait oluşu istiklal, kaptan yönetici ve
kaptanın izlediği rota ve talimat ise rejim, yönetim sistemi, hakimiyetin
uygulanış biçimi" gibidir demiş, kaptanın istibdada yönelmesi, millet iradesinin
-dolayısıyle milletin istediği idare biçiminin- dışına çıkması, devletin diğer
unsurlarını ihmal etmemizi, ihmalin de ötesinde feda etmemizi gerektirmez.
Devletin bütün unsurları ayrı değerlerdir, bunları korumamız gerekir, bu koruma
görevinin yanında uygunsuzlaşan unsurları uygun hale getirmek için elimizden
gelen çabayı göstermek gibi bir görevimiz de söz konusudur diye eklemiştik.
Devlette hakimiyet unsurunu ve özellikle yasama, yürütme ve yargının dayandığı
dinî veya la-dini temeli esas alan, diğer unsurları buna göre değerlendiren bazı
dostlar ve yazarlar bu düşüncemize/yazımıza tepki gösterdiler, "yasama, yürütme
ve yargının ilahi iradenin dışında cereyan ettiği bir ülke İslâm ülkesi
değildir. Biz bu ülkeyi vatanı ve milleti ile korumak vazifesini de yüklenmeyiz,
vazifemiz ne pahasına olursa olsun hakimiyeti Allah'a ait kılmaktır" inanç ve
düşüncesinden hareketle bizim doğrudan saptığımızı ima ettiler.
Bu konu geçmiş devirlerde İslâm ülkesinin (dâru'l-İslâm) hangi şart ve
durumlarda küfür ve harb ülkesine dönüşeceği meselesi çerçevesinde ele alınmış
ve tartışılmıştır. Tartışmaya katılan âlimler (müctehidler) kabaca iki guruba
ayrılmışlardır: birinci gurup hakimiyet unsurunu esas almış, şeriatın hakim
olmadığı, hakim olmaktan çıktığı ülkeleri harb ve küfür ülkesi saymışlar, ikinci
gurup (Hanefiler bu gurup içinde yer alırlar) bir kere İslâm ülkesi olmuş bir
memleketin yeniden küfür ve harb ülkesine dönüşebilmesi için orada,
müslümanların mal ve can güvenliğini kaybetmeleri, hiçbir islâmî uygulamanın
kalmaması ve ülkenin tamamen harb ülkeleri ile çevrilmiş bulunmasını (bu üç
şartın birlikte gerçekleşmesini) şart koşmuşlardır. İkinci guruba göre ülkede,
yasama, yürütme ve yargının İslâma göre olmaması elbette meşrû ve kabul
edilebilir değildir; ancak müslümanların vazifesi bu yüzden ülkeyi küfür ve harb
ülkesi sayarak bunun gereğini yerine getirmek değildir; aksine İslâm ülkesini,
içine düştüğü uygunsuz durumdan kurtarmak için gayret göstermek, emri bi'l-ma'ruf
vazifesini yerine getirmektir.
Ben benzetmemde bu ictihadı tercih etmiş oluyorum, bu ictihad da İslâm dışı
olmadığına göre doğrudan sapmış olmuyorum. Bir ayet mealini ölçü olarak alırsak
"Herkesin bir yönü vardır, ona yönelir, hayırda ve iyide yarışın" buyuruluyor.
İctihadlar işte bu yönlerdir ve bu yönlerin tamamı -kıblede ihtilaf edenlerin
farklı yönlere yönelerek kıldıkları namazda olduğu gibi- kıbledir. Hepimiz
ictihadımıza göre kıbleye yönelelim ve Hakk'a, yalnızca O'na kullukta yarışalım.
Fitne
Açık veya kapalı (zımnî) olarak ülke, millet, teşkilat, bağımsızlık ve hakimiyet
(yönetim şekli ve düzen de buraya dahildir) unsurlarını ihtiva etmeyen bir
devlet tarifine rastalanamaz; raslanırsa bu tarif eksik demektir. Bir insan
topluluğu, kendilerine ait olmayan bir toprakta; yani başka bir milletin
vatanında yaşasa, kendilerine teşkilatlanma ve inandıkları düzene göre yaşama
imkanı verilse "azınlık" statüsü kazanmış olurlar, ancak yine de devletleri
olmaz. İmdi bu unsurlardan biri, özellikle münakaşa konumuz olan düzen
(yönetimin dayandığı esas, rejim) arızaya uğradığı, yerli veya yabancı birileri
veya çoğunluk tarafından değiştirildiği, İslâma göre gayr-i meşrû bir şekle
sokulduğu, milletin bu rejime karşı olanlarına veya olması gerekenlere
dayatıldığı takdirde devlet yok mu sayılacaktır? Diğer unsurlar önem ve
değerlerini kayıp etmiş mi olacaktır? Devletin asıl sahipleri, bu diğer
unsurların tehlikeye girmesi halinde tepkisiz mi kalacaklardır? Bozulan ve
değiştirilen düzeni yeniden meşrûiyyet çizgisine getirmek üzere harekete
geçerken devletin diğer unsurlarını -mesela bağımsızlığını, milleti, ülkeyi-
tehlikeye atabilecek midir?
Bu son soru yazının başlığı ile de alakalıdır. İslâm müctehidleri devlette,
"kamu düzeninin bozulmasına, anarşinin hakim hale gelmesine, ülkenin ve milletin
varlık ve bütünlüğünün tehlikeye girmesine" fitne demişler, "zâlim ve gayr-i
meşrû" yönetime karşı isyan vazifesini açıklarken fitne kavramı üzerinde de
durmuşlar, isyanın meşrûiyyetini fitne ile bağlantılı kılmışlardır.
Ümmetin küçük çoğunluğu, tarih boyunca fitne çıkmasın diye zâlim ve gayr-i meşrû
yönetimlere karşı isyan etmemişler, ya "sabır", yahut da "temekkün" yolunu
tercih etmişlerdir. Sabır, işi Allah'a havale etmek, dua ve niyaz ile O'nun
ıslah etmesini beklemektir. Temekkün ise Allah'ın kullarına verdiği ıslah
vazifesini fitnesiz olarak yerine getirebilmek için hazırlanmak ve uygun zamanı
kollamaktır. Hz. Hüseyin'in kıyamını temekkün davranışının dışında görenler ve
onu -şartları hesaba katmadan- zulme karşı ayaklanmanın imamı kabul edenler bize
göre yanılmaktadırlar. Hz. Hüseyin şartları inceden inceye değerlendirmiş,
zamanı kollamış, planını -kendisini destekleme sözü veren binlerce kişiye göre-
hazırlamış, sonra da harekete geçmiş, ancak hiyanete uğramıştır.
İslâm müctehidlerinin, "devletin diğer unsurlarını tehlikeye atmamak için ıslah
ve isyanı ertelemeleri" bizim tezimizi desteklemektedir. İslâma göre zulme ve
gayr-i meşrû düzene muhalefet devam edecek, ancak devletin diğer unsurları da
korunacak, fitne hesaba katılacaktır.
Zaruret Üzerine
Devlet, rejim, İslâmı hayata hakim kılmak için izlenecek yol ve yöntemler,
bunların normal ve zaruri hallere göre farklılaşması konularında yazdıklarım
bazı dostların itirazlarına hedef olmuş, ben de -itiraz edenler birden fazla
olduğu için- isim vermeden özlü cevaplar vermiştim. Kendisine sevgi duyduğum ve
kardeş bildiğim sevgili Mehmet Pamak, isim vermeden cevap yazmamdan alınmış, bu
davranışı "kendisini küçümseme ihtimaline hamletmişti". Böyle bir zanna sebep
olduğum için üzüldüm; bir müslümanı küçümsemekten Allah'a sığınırım.
Son olarak sayın Pamak'ın kaleme aldığı ve Selam gazetesinde neşrettiği birkaç
yazı yine yukarıdaki konularla ve özellikle zaruret ve ikrah kavramları ile
ilgili idi. Cevapsız bırakmak saygısızlık olacağı ve bazı yanlış anlamaları
sabitleştireceği için maddeler halinde bir açıklama denemesi daha yapma zarureti
hasıl oldu.
1. Devletten rejim kastedilirse ve bu rejim de İslâma aykırı ise bunu gözümüz
gibi değil, kesilmiş tırnağımız gibi bile korumayız, aksine islâmî olanı ile
değiştirmek için elimizden geleni yapmak islâmî vazifemizdir. Devlet kavramı
içinde birer unsur olarak veya bu kavrama dahil edilmeden istiklal, toprak,
nüfus... varsa ve bunlar müslümanlara ait ise koruma konusunda görüş birliği
oluşmuştur.
2. Laiklik, demokrasi, sekülarizm, -epistemolojik, dini, siyasî ve ahlâkî-
çoğulculuk islâmî değildir (zimmî hukuku çoğulculuktan başka bir şeydir), bu
sistemlerin içinde yaşamak zorunda kalanlar imkanların elverdiği ölçüde (başka
bir ifade ile bu sistemlerden yararlanarak) islâmî alanı genişletmeye
çalışırlar; bunlardan yararlanmak başka, bunları islâmî saymak, böyle olduğunu
isbat için nasları eğip bükmek başkadır. Birincisini caiz görenler ve
uygulayanlar vardır, caiz görmeyenler de fiilen o sistemlerin içinde yaşamakta
ve bunlardan yararlanmaktadırlar; ikincisi (islâmî olmayanı islâmî diye
yutturmaya çalışmak) caiz değildir.
3. Zaruret ve ikrahın Kur'an-ı Kerim'de ve Sünnet'te tarifleri yoktur, ancak bu
iki hale hüküm bina edilmiştir. Çeşitli delaletlerden faydalanarak tarifi
yapanlar fukahadır, müctehidlerdir. Zaruret kavramı hem mefhum olarak hem de
uygulama alanı bakımından ikrahtan daha geniştir; fıkıhta tarifi verilen ikrah,
zaruret içinde yer alır, ancak her zaruret ikrah çerçevesine girmez. Mecelle'ye
ve dolayısıyle İslâm Hukukuna göre "Hacet umumi olsun, hususi olsun zaruret
sayılır." Hacet ihtiyaç demektir ve karşılanmadığı zaman ölüm getiren hacete
"zaruret" denir, karşılanmadığı zaman ölüm getirmeyen, fakat hayatı zorlaştıran,
müslümanları vazifelerini ifadan alıkoyan ihtiyaç ise zaruret değildir,
hacettir, fakat bir kısım haramları geçici olarak mübah ve helal kılması
bakımından zaruret hükmündedir. Doktorların mahrem yerlere bakmaları ve
dokunmaları, gerektiğinde içinde alkol bulunan ilaçların kullanılması, hakkını
almak için başka çare kalmadığında rüşvet vermenin cevazı, faizsiz ödünç
bulamayan hacet sahibinin faizli ödünç almasına cevaz verilmesi gibi birçok
örnek, ikraha girmez -çünkü bunlar yapılmadığında ne ölünür, ne de uzuv
kaydedilir, yalnızca acı ve ağrı çekilir, rahatsız olunur -fakat hacet mânâsında
zarurete girer, fıkıhçılar bunların cevazını zarurete bağlamışlardır (örnekler
ve kaynaklar için İslâmın Işığında Günün Meseleleri, II, s. 341 vd.). Zaruretin
böyle ferdî olanları yanında bir de ictimaî (umumi) olanları vardır. Mesela
önlerine müslüman esirleri siper edinerek bir islâm şehrini veya kalesini almaya
gelen düşmana ateş açmanın ve bu arada müslüman esirleri de istemeden öldürmenin
cevazı bu mânâda zarurete dayanmaktadır.
4. Peygamber Efendimiz'in (s.a.) söyledikleri ve yaptıkları -istisnaları bir
yana- dindir, din kaidesine ve hükmüne kaynak teşkil eder. Bu sebeple o, meşrû
amaca yine meşrû vasıtalar ile gitmek durumundadır. Onun uygulamasında, yukarıda
verilen örnekler (hacet-zarurete dayalı cevazlar) yoktur. Ancak din tamam
olduktan sonra ümmet, hacet ve zarurete düştüğünde hükmün ne olduğu da bilindiği
(tamamlanmış bulunan dinde sabit olduğu) için zaruret hükümleri dinin bozulma ve
yozlaşmasına sebep olmamaktadır. Eğer genel ihtiyaç diye girilen yol uzun vadede
dinin bozulmasına, dinî hayatın zayıflamasına, İslâmın gelmesine değil gitmesine
sebep oluyorsa, pirince gidenler evdeki bulguru da kaybediyorlarsa bu durumda
elbette zaruret hükmünden yararlanmak caiz olamaz.
İşte nefsaniyet veya iyi niyete dayalı ictihad bu noktada devreye girmektedir.
İctihadın devreye girdiği bir başka nokta da "başka çarenin bulunup
bulunmadığı", "başka çare yoksa bile batılın, hakka ulaşmak için -zarureten- bir
araç olarak kullanılıp kullanılamıyacağı konusudur. Bu konuda ictihad "olmaz"
diyen de "olur" diyen de ictihad ediyor; çünkü konuyu nokta tayini ile hükme
bağlayan nas yoktur, söyleyenler nasların "anlamı ve maslahat ictihadları" ile
yorumuna dayanmaktadırlar.
İyi niyetli tenkitler, ikazlar, müzakereler, istişareler ve kardeşlik duygusu
birçok meselemizi halledecek, sahih İslâmdan sapmadan yolumuzda ilerlememizi
sağlayacaktır inşaallah!
Selçuklular Laik mi?
Kültürümüzü yönlendirme makamında bulunan bir profesör, bir TV konuşmasında
şöyle buyurdular: "Tarihimizde laikliği ilk olarak Selçuklular uygulamışlardır;
çünkü bundan önce Arap İslâm devletlerinde halifeler hem dini, hem de dünyayı
yönetiyorlardı. Selçuklular ise hilafetin "dine ait olan otoritesini" bırakıp,
dünyaya ait otoritesini (saltanatı) aldılar, böylece laik yöntemi başlatmış
oldular..." Hem bu profesörümüzü tashihb etmek, hem de "profesör söylüyorsa
doğrudur" diyerek ona inananların doğruyu bilmelerini sağlamak üzere "işin
doğrusunu" yazmak zarureti hasıl oldu.
İslâma göre dinî otorite ve hakimiyet yalnız Allah'a aittir, Hz. Peygamber'in
dahi selahiyeti vahiy yoluyla aldığı dinî bilgi ve talimatı ümmetine aktarmak,
açıklayıp uygulayarak anlamlarını ve yaşamalarını sağlamaktır. Daha açık bir
ifade ile dini vazetme selahiyeti yalnızca Allah'a aittir. Onu uygulama vazifesi
ise fert olarak bütün inananlara, toplum olarak da ümmetin seçtiği temsilcilere
ve yöneticilere aittir. Dinin toplumu ilgilendiren, toplum hayatını düzenleyen
talimatını hayata geçirme yükümlülüğü Hz. Peygamber'den sonra Raşid Halifelere
geçmiştir. Raşid Halifeler Hz. Peygamber'in devlet yönetimini ve amaçlarını
aynen benimsemiş ve uygulamışlardır.
Bu yoldan ilk sapış, Emevilerin ilk hükümdarı zamanında olmuş, onun tasarrufu
ile hilafet saltanata dönüşmüş, bey'at ve danışma ilkeleri rafa kaldırılmış,
ancak devletin dine bağlılığı, dinî vazifeleri ortadan kalkmamış, aksayarak da
olsa devam etmiştir. Bu çizgi Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılar ve
diğer İslâm devletlerinde genel olarak aynıdır; yani hilafet, saltanat mânâ ve
mahiyetinde sürdürülmüş, devletin dine bağlılığı ve dinî vazifeleri inkâr ve
ihmal edilmemiştir. Milli Eğitim Bakanlığı'nın neşrettiği İslâm
Ansiklopedisi'ndeki "Selçuklular" ve "Kanunname" gibi maddelerde yer alan
"Selçukluların laikliği" görüşü isabetli değildir, tarihi vakıaya uymamaktadır.
Bu saltanatlarda sultan fermanlarının ve bilahare kanunnamelerin, fıkıh ve
şeriat yanında yürürlükte olması, sultanların bazı tasarruflarında şeriatın
dışına çıkmaları genel "dinilik, islâmîlik rengini ve vasfını" değiştirmez.
Bütün bu İslâm devletlerinde şer'î mahkemeler ve fetva makamı vardır. Kur'an ve
şeriat başlar üstündedir; eğer böyle bir sisteme "laik" deniyorsa bizim
haberimiz olmadan bu terimin mânâsı değişmiş demektir. O zaman da aramızda
ihtilaf kalmaz.
Laikçi İle İslamcı
Biri laikçi, diğeri islâmcı iki yolcu otobüste yanyana düşmüşlerdi. Her ikisi de
kılık kıyafet ve davranışları ile ideolojik aidiyetlerini belli ediyorlardı.
Bugünlerde yaşanan iç ve dış olaylar, laikçiye göre islâmcıyı vurmak ve açık
düşürmek için ele geçmez fırsatlar vermişti. Bunlardan yararlanarak hem tezini
isbat etmek, hem de hıncını almak üzere sözü o açtı:
Laikçi: Afganistan'ta olup bitenler İran devrimini de arattı. Türkiye'de
şeriatçı ve islâmcı olduklarını söyleyen ve şeriata dayalı yönetimi savunanlar
-gelemezler ya- bir gün iktidara gelseler neler olacağını da bu sayede biraz
daha anlamış olduk.
İslamcı: Şeriatçıların iktidarı ele geçirdiklerinde ülkede neler yapacaklarını
anlama konusunda iki eksiğiniz var: 1. İran, Sudan, Moritanya, Pakistan,
Bangaldeş, Suudi Arabistan gibi birçok ülkede bütünüyle, Malezya gibi bazı
ülkelerde de kısmen yıllardan beri şeriat iktidardadır. Buna göre örneğe bakarak
anlamada çok gecikmiş bulunuyorsunuz. 2. Afganistan'da şeriata dayalı yönetim
şimdi değil, komünist yönetimin işbaşından uzaklaştırılmasından itibaren
başlamıştır; Taliban yönetimini şeriat sayıp Rabbani yönetimini laik-demokrat
gibi değerlendirmek gerçeğe aykırıdır.
Laikçi: Onlar asıl/özgün/köktenci şeriat yönetimini temsil etmiyorlar, asıl
şeriat yönetimi örneği Taliban'ın verdiği örnektir. Türkiye'de sayıları -seçmen
yaşında olanlar ölçü olarak alındığında- yüzde yirmilerde kalan islâmcı/şeriatçılar
takıyye yapıyor, kendilerini hoşgörülü, yumuşak, din ve vicdan hürriyeti başta
olmak üzere insan haklarının tam olarak verilmesi ve uygulanmasına taraftar
gösteriyorlar, ama bu, gerçek yüzlerini örttükleri perdedir, gerçek yüzleri ise
Taliban'dan farklı değildir.
İslamcı: Tarihten günümüze, soldan sağa bakıldığında birçok demokrasi
çeşidi/örneği görmek mümkündür; bunların da her birinin temsilcileri
kendilerinin gerçek demokratlar olduklarını, diğerlerinin demokrasi kıyafetine
bürünmüş başka sistemlerden ibaret bulunduğunu söylüyorlar. Bu cümleden olarak
sosyal, Hıristiyan, laik, laik olmayan... demokrasilerden bahsetmek mümkündür.
İslâmî temsiller de bir ölçüde buna benzerler. Ben Taliban'ın temsil ettiği
sistemin İslâm ve şeriat olmadığını söyleyemem, ancak İslâmî anlayış ve
yönetimin başka şekillerinin ve temsillerinin de bulunduğunu kesin olarak
söyleyebilirim.
Türkiye'nin bir Selçuklu ve Osmanlı geçmişi vardır. Halihazırda sizin yüzde
yirmi ile kastettiğiniz kimselerin özel hayatlarında ve kamu hayatında
yaşayarak, yaparak verdikleri örnekler vardır. Ayrıca Türkiye'de islâmcılar bu
yüzde yirmiden ibaret de değildirler; buradan hareket ederek bir beklenti ortaya
konacak olursa Taliban anlayış ve temsilinin bize uymadığı ortadadır. Halen
yaşanmakta olan bir örnek olarak Sudan'daki şeriat yönetimi de Taliban'ınkinden
çok farklıdır. Türkiye'deki İslâmcıların bir ölçüde takıyye yaptıkları doğrudur;
ancak bu, tabularla, antidemokratik kanunlar ve uygulamalarla ilgilidir. İnsan
haklarına gelince, İslâmcıların ortaya koydukları modeller içinde -insanın
fıtratına ve amaca uygunluk bakımından- demokrat dünyada teorik olarak ortaya
konmuş bulunan, fakat eksik ve çifte standartlı olarak uygulanan insan haklarını
gölgede bırakanları vardır. İslâmcıların insan anlayışları, insana verdikleri
değer, bu çerçeve içinde -tabii olarak sınırlı- hoşgörüleri ve insan hakları
konularındaki açıklamaları samimidir, bunların takıyye ile ilgisi yoktur.
Özetlemek gerekirse güdümlü ve sınırlı demokrasiler, bütün boyutları ve
zenginliği içinde anlaşılacak ve uygulanacak olan bir islâmî yönetime nisbetle
daha ziyade dayatmacı ve baskıcıdır.
Laikçi: Hayır, sen de içindekini açık söylemiyorsun. Bu ülkede laikler dinini
yaşamak isteyene baskı yapmaz, başka bir inancı dayatmaz, ama islâmcılar daha
iktidar olmadan vicdanlara baskı yapıyorlar, bunun birçok örneğini
sayabilirim...
İslamcı: Herhalde şu "oruç tutmadığı için dövülenler", "başı açık olduğu için
otobüsten indirilenler" benzeri hikayeler anlatacaksınız. Hayır hayır beyefendi,
bu konuya girersek, müslüman ferdin Türkiye'de dinini yaşarken uğradığı
güçlükler ve engellemelerden bahis açarsak söz uzar gider...
Laikçi: Evet, bence de sözü uzatmaya gerek yok. Şunu bilin ki, sayınız ne olursa
olsun, hangi yöntemi kullanırsanız kullanın Türkiye'nin zinde güçleri, rejimin
bekçileri ve güvenceleri size iktidar olma fırsatını vermeyecektir!
İslamcı: İşte bu tavır da, bir başka inancın Talibancasıdır. Keşke her birimiz,
başkalarından önce aynanın karşısına geçip kendimize bakabilsek, objektif ve
insaflı olabilsek, tabuları aşabilsek, vehimleri geride bırakıp gerçekleri
görebilsek...
Tam söz bu noktaya gelmişken otobüs bir mola yerinde durur, bizimkilerden biri
mescide, diğeri lokantaya doğru hareket ederler ve konuşma, -TV programları
gibi- bir ortak noktaya gelmeden kesilmiş olur.
Din, Akıl ve Devlet
Bir avukatın, devlet-din-akıl ilişkisi üzerine söyledikleri ve bu konudaki
düşüncelerini dile getirirken kullandığı üslup, müslümanların haklı infiallerine
sebep olmuştur. Bu infialin sebebi düşünce açıklaması/açıklanan düşünce
değildir. İslâma inanan ve inandığı dini yaşamaya çalışan bir kısım
müslümanların kurdukları ve oy vererek destekledikleri bir partinin, sistemi
değiştirmeden bazı yangınları söndürmek amacıyla iktidara ortak olması
karşısında gösterilen hazımsızlıktır. Bir hukuk adamının, demokrasiyi savunurken
onu katleden, düşünce ve din hürriyetini korumak isterken onu engelleyen
paradoksudur. Ortada düzeni değiştirmeye yönelik hiçbir eylem ve düzenleme yok
iken, iktidar düzen içinde bir takım iyileştirmelerin peşinde olduğunu ilan edip
dururken, parti mensuplarının şahsi düşünce, inanç ve davranışlarından yola
çıkarak, bunları karine sayarak göz dağı vermeye, tehdide, hatta tahkire
kalkışmasıdır. Eğer avukatın bu açıklaması ve davranışı akla dayanıyorsa (bunun
temeline aklı koymuşsa) bu akıldan demokrasinin çıkmadığı ayan beyan
anlaşılmaktadır. Bu aklın/bu kafanın ortaya koyduğu şey despotizmdir,
dayatmadır, insanları vesayet altına almadır, temel hak ve hürriyetlerine göz
dikmedir...
Yapılan konuşmada "devletin temeline akıl konduğunda bundan demokrasinin, din
duygusu konduğunda da bundan şeriatın çıkacağı" ifade edilmiştir. Anlaşılan odur
ki, bu konuşmacıya ve aynı düşüncede olanlara göre İslâmcılar, devletin temeline
din duygusunu koymakta, bundan da şeriat düzenine ulaşmaktadırlar. Bu hüküm bir
dizi bilgi eksikliğine veya kasten çarpıtmaya dayanmaktadır; çünkü İslâmda
devletin temeline yalnız başına din değil, "din duygusu" hiç değil, din ile akıl
birlikte konmaktadır. Aslında din-akıl arası ikilem de İslâma göre değildir.
İslâmda ilahi aklın (vahyin) ışığında işleyen beşer aklı vardır, bütün dinî
hükümler naslara (ayetlere ve hadislere) ve nasların rehberliğinde işletilen
insan aklına (ictihada) dayanmaktadır. Şeriatın kaynağı din duygusu değildir,
dindir; din de yanılmaz akıl ile -yanılabileceği için- onun rehberliğinde
işletilen beşer aklının (ictihadın) eseridir.
Devletin temelinde dinin veya yalnız başına beşer aklının bulunması halinde
demokrasinin, insan hak ve hürriyetlerinin zayi olduğu tarih boyunca ve
günümüzde görülen sayısız örnek ile sabittir. Tarihte -bütün tarihinde olmasa
bile doğru anlaşılıp uygulandığı dönemlerde- devletin temelinde İslâm
bulunduğunda insan hak ve hürriyetlerinin korunduğu, adaletin hakim olduğu,
yalnızca yârın değil, ağyârın da şehadetiyle isbat edilmiştir. Bugün mesela
Sudan bir İslâmî toplum oluşturma denemesine girmiştir. Orada farklı dinlerden
olanlara da, müslümanlara da hiçbir baskı uygulanmamakta, her fert dilediğine
inanmak veya inanmamakta, inancını yaşamak veya yaşamamakta serbest bulunmakta,
insanlar İslâma yaptırım ile değil, teşvik, sevdirme ve eğitim ile davet
edilmektedir. Devletin temelinde İslâmın bulunduğu bir toplumda insanlar olsa
olsa ayıp ve günah olan davranışları kamuya açık yerlerde ortaya koyma
hürriyetinden mahrum olurlar.
Öncelikler
Müslüman da diğerleri gibi önce insandır. Ancak Yüce Yaratıcı "iman etmeyen ve
işi, davranışları düzgün, meşrû ve faydalı olmayan insanların ziyanda olduğunu,
ömür sermayesini zayi ettiğini" açıklamıştır.
Müslüman da diğerleri gibi bir aileye ve bir etnik guruba (kavme, millete...)
mensuptur. Fakat insanı yaratan ve ona mevcut özelliklerini lütfeden Mevla,
"insanların farklı renklere ve kültürlere göre guruplanmalarını teâruf (tanışma,
bilişme, irfan alış-verişi) hikmetine bağlamış, insanın elinde ve iradesinde
olmayan bu mensubiyetlerin kişiye bir üstünlük, bir imtiyaz, bir değer
bahşetmeyeceğini, değerin kesb (iradeye dayalı çaba ve eser) ile elde
edileceğini" ifade buyurmuştur. Hz. Nuh, kendisinden ayrılan, gemisine binmeyen
ve inanmayanlara katılan oğlu için Allah Teala'ya niyazda bulunup "Ya Rabbi,
oğlum ailemdendir..." deyince Cenab-ı Mevla'dan şu cevabı almıştır: "Hayır, o
senin ailenden değildir...". Nitekim İslâm miras hukukuna göre de dinleri farklı
olan aile fertleri birbirinin mirasçısı olamazlar; yani inanç farkı, aile
bağının önüne geçer.
Müslümanları kardeş kılan, bütün diğer bağların, ilişkilerin, ortaklıkların
önüne geçen, üstünde olan bağ, "iman bağıdır". "Müminler ancak kardeştirler".
Müminler topluluğunun kardeşliğini olumsuz etkileyecek, bağları gevşetecek veya
koparacak unsur yalnızca imandır ve iman çerçevesinde oluşmuş değerler
sistemidir.
"Herhangi bir müsbet ilişki kurmak, iş ve emaneti birinin uhdesine vermek söz
konusu olduğunda müminin karşısında iki kişi var ise tercihi hangi vasıflarına
ve özelliklerine göre yapacaktır?" sorusunun mümine göre tek cevabı vardır:
"İmana ve takvaya (ahlaka, fazilete) göre". Bu ilkeden sapıldığı, ırk, renk,
servet, mevki, parti, cemaat, tarikat, şahsi menfaat... öne çıkarıldığı, iman ve
fazilet aleyhine tercih sebebi kılındığı zaman kıyamet kopar; yani düzen
bozulur, krizler başlar, toplum huzursuzluk ve gerileme dönemine girer.
Hem seçim sath-ı mailine girdiğimiz, hem de kimliğimizin unsurlarının birbiri
ile ilişkisi ve hiyerarşik düzeninin tartışıldığı şu günlerde yukarıda
özetlemeye çalıştığımız İslâmî ilkeleri hatırlatmakta fayda gördüm.
Kardeşler ve
Ötekiler Arasında
"Bütün insanlar eşittir", "Hepimiz kardeşiz" sloganları kulağa hoş gelmekle
beraber gerçekleşen, gerçek olan insan hayatında eşitlik ve kardeşliğin yeri ve
boyutları çok farklıdır. Dünden bugüne insanlar, olması gereken alanlarda bile
eşit olamamışlar, okuyan-okuyamayan, zengin-fakir, asil-sıradan,
yöneten-yönetilen, akıllı-saf, güçlü-güçsüz, kadın-erkek, Doğulu-Batılı,
dinli-dinsiz, siyah-beyaz... arasında hep farklar, farklı konumlar ve
değerlendirmeler olagelmiştir. Bütün insanlar -genel inanışa göre- bir
ana-babadan geldikleri halde birbirlerini kardeş bilmemişler, Ademoğullarının
birbirlerine ettiğini canavarlar etmemiştir. İslâm tabiî, fıtrî (insanın fıtrat
ve tabiatına uygun, Allah Teala tarafından ona göre tasarlanmış) bir din olduğu
için eşitliği de, kardeşliği de gerçekleşme şansı en çok, en tabii olan alanlara
inhisar ettirmiş, bu alanlar dışında eşitlik ve kardeşliği öngörmemiştir.
İslâma göre hak ile batıl, alim ile cahil, ahlaklı ile ahlaksız, faydalı ile
faydasız, İslâma inanan ile inanmayan (mümin ile kâfir), günahsız ile günahkâr
arasında eşitlik yoktur; bunlardan birinciler üstün, makbul, saygıya ve mükâfata
layıktırlar; ikinciler davete, ıslaha, gerektiğinde cezaya muhataptırlar.
Buradaki eşitsizlikler, insan olmaya bağlı insan hakları (statü hakları)
alanında olmadığı, liyakat ve ehliyete (hak etmeye) bağlı haklar alanına ait
bulunduğu için "insan hakları" açısından da bir mesele, bir ihlal söz konusu
değildir. Fazilet toplumunda genel ahlak, fazilet temeline oturur ve bu ahlaka
aykırı davranışların alenen (açıkça) ortaya konması engellenir.
Hz. Nuh, sözünü tutmayan, ilahi emre uymayan oğlu için Allah Teala'ya yalvararak
"Ya Rabbi! Oğlum benim ailemdendir..." deyince Rabbin ona cevabı şöyle olmuştur:
"Ey Nuh! O asla senin ailenden değildir, şüphesiz o, salih bir amel değildir
(onun imanı farklı, zihniyet ve davranışı bozuktur)." Bu ilahi beyana bir de
miras, savaş, velayet gibi hukukî ilişkilerdeki hükümler ve "Müminler ancak
kardeşlerdir" ilkesi eklenince ortaya, İslâmın getirdiği yeni ve farklı bir
kardeşlik tablosu çıkmaktadır. Buna göre kardeş olabilmek için bir ana-babadan
doğmak yeterli değildir; aynı iman, zihniyet, dünya görüşü, hatta ahlakın
paylaşılması gerekir. İman farkı birçok hukukî ilişkide farklı hükümlere mesnet
teşkil ettiği gibi kesin olarak kardeşlik bağını da keser; zihniyet ve ahlak
farkı da en azından bağı zayıflatır, işlevini ortadan kaldırır.
Müslümanların, "bizden olan ve olmayan" değerlendirmelerinin ölçüsü de kardeşlik
kavramına bağlıdır/ bağlı olmalıdır. Kardeşliği belirleyen iman olduğuna göre, "bizden"i
belirleyen de parti, tarikat, cemaat, mezheb gibi guruplara mensubiyet değil,
imana ve İslâma mensubiyet olmalıdır. Bir müslümana göre -muteber ve meşrû olmak
kaydiyle en geniş ölçütler kullanılarak- iman ve islâm dairesi içinde kalanlar
"kardeştir, bizdendir", bu dairenin dışında kalanlar ise diğerleridir, bizden
değildirler, ancak bizden olmaya namzettirler, davete ve hidayete muhtaçtırlar,
müslümanlar onlarla beraber yaşayabilir, Allah'ın nimetlerini onlarla da
paylaşır, insan olmaya bağlı hak ve hürriyetleri onlara da tanırlar; ancak onlar
fiilen kardeş olmayıp, liyakat ve ehliyete bağlı haklarda da müminlere eşit
değildirler.
Bir arada yaşamanın modellerini bir başka yazıya bırakarak kardeşler arasında
ortaya çıkan, fakat taraflardan birini -en geniş ölçütlere göre- iman
dairesinden çıkarmayan ihtilaflara uygulanacak kurallardan birkaçını
hatırlatmakta fayda görüyoruz: Kol kırılır, yen içinde kalır. Kardeşler arası
ilişkilerde aslolan rahmettir, hoşgörüdür, ıslah kastıdır, yumuşaklık ve
tatlılıktır. Yumuşaklık beyanda (ifadede), hoşgörü de ictihad farkında kendini
gösterir. Farklı ictihadı dine eşdeğerde saymak ve doğruyu, ictihadlardan
birinin tekeline vermek müslümanca bir yaklaşım ve davranış biçimi değildir.
Birbirine Merhamet ve
Şefkat
Birisi Akit'te, diğeri de Selam'da çıkan iki yazıda adım anılarak haksız
değerlendirmelere ve hücumlara maruz kaldım. Kendimi savunmaktan ziyade konuyu
kısaca açıklamak ve kardeşler arasındaki temel ilişki için bir usûl teklif etmek
üzere bu yazıyı kaleme alma ihtiyacını hissettim.
Birinci yazı, devlet-rejim ilişkisi ile ilgili idi. Ben "rejimin, devletin
unsurlarından yalnızca birisi olduğunu, bir kere İslâmın olmuş bir ülkede ve
toplumda yalnızca rejimin, topluma rağmen islâmî olmayan bir mahiyete
dönüştürülmesi halinde müslümanların rejime karşı olmaları, bunu uygun bir
yöntemle değiştirmeye çalışmaları gerektiğini, ancak diğer unsurların ve mesela
istiklal, insanlar ve toprağın korunması gerektiğini" delillere dayanarak ileri
sürmüştüm. Buna karşı çıkan bir kardeşimiz de her şeyin rejimden ibaret
olduğunu, rejim islâmî olmayınca müslümanların sahip çıkacakları başka bir
unsurun da kalmıyacağını delillere dayanarak ileri sürdü. Ben bunun üzerine Yeni
Şafak'ta iki yazı daha neşrettim, kadim fıkıhçıların daru'l-islâm anlayışları
ile muhalefet anlayışlarına dayanarak tezimi savundum. Muhtemelen muhatabımı
ikna edemedim.
Selam gazetesinde çıkan ve adımın zikredildiği ikinci yazı ise milletvekili
yemini ile ilgili idi. Bu yazıda "İslâma aykırı olan bir yemin olayını meşrû
saymak suretiyle bunu yapanları rahatlattığımdan" söz ediliyordu. Kısaca
açıklayayım: Akit gazetesi bana milletvekili yemini ile ilgili soru sormadı.
İslâmda yeminin mahiyet ve hükmünü sordu, ben de bir kısmı gazetenizde
nakledilen ve doğru olan sözleri (yani İslâmda yemini) anlattım. Bunun
milletvekili yeminine uygulanması bana ait değildir. Ancak gerek bu düzen içinde
İslâma hizmet için kurulacak bir parti ve gerekse bu partinin iktidar olması ve
mevcut kanunlara göre milletvekillerinin yemin etmeleri konusunda yazardan
farklı düşünüyordum. Şahsen böyle bir oluşumun içinde yer almadım ve
almayacağım, İslâma kendi tercihim olan usûl ve araçlarla hizmet etmeye çalıştım
ve çalışacağım. Fakat başkalarının yapıp ettiklerini değerlendirirken ölçümüz,
kendi tercihimiz olamaz, ilim ve İslâm olmalıdır.
Meseleye İslâm ilimleri penceresinden baktığımızda gördüğümüz şudur: İslâmî bir
değişim ve dönüşümün birden fazla yolu vardır. Bunlardan biri de demokrasi ile
yönetilen ülkelerde mevcut sistemden yararlanmak, sistemin bazı kurumlarını
kullanmak ve adım adım sonuca varmaya çalışmaktır. İslâm dünyasında bu usûlü
kullanan birçok islâmî gurup vardır. Bunlara hata ettiklerini, bu yöntemin
kullanılmasının İslâma uygun olmadığını söylemek -böyle olduğunu düşünen ve
inananlara göre böyle bir değerlendirme yapmak- mümkün ve caizdir, ancak bunları
İslâmdan dışlamak büyük bir hata olur. Konu ictihada ve yoruma açık bir konudur.
Mezkûr yöntemi uygulayanlar, demokratik kurumlardan yararlananlar bunların
islâmî olduğunu, Hz. Peygamber (s.a.) tarafından kullanıldığını iddia etmiyorlar
(ederlerse hata etmiş olurlar), dayandıkları delil, ikrah (zorlanmak, baskı
altında kalmak) değil, zaruret ve takıyyedir. Bunlar başka yolların çıkar
olmadığını, başarıya ulaştırmayacağını düşünüyor, tek çıkar yol budur (bu yolu
izlemekte zaruret vardır, başka çare yoktur) diyerek böyle hareket ediyorlar.
Zaruretler geçici olarak yasakları kaldıracağı için de -normal hallerde
kullanılmayacak- usûlleri, yöntemleri kullanıyorlar ve mesela parti kuruyor ve
yemin ediyorlar...
İmdi böyle düşünen iyi niyetli, samimi müslümanlarla tartışmak, kardeşçe ve
"birbirlerine karşı merhametlidirler" ferman-ı ilahisine uygun üslupta karşı
fikir ileri sürmek, uyarmak... mümkündür, caizdir. Fakat onları tekfir etmek,
nehiy ani'l-münker yapmak caiz değildir. Çünkü bir kimsenin kafir olmasının
şartı iltizamdır (küfrü benimsemesidir), yahut da söz ve davranışının İslâm
içinde kalmasına müsait hiçbir tevile ihtimal taşımamasıdır. Nehiy ani'l-münker
de ancak iki tarafın meşrû olmadığında ittifak ettikleri konularda olur,
ictihada açık ve ihtilaflı konularda değil.
Sözünü ettiğimiz iki mesele ile ilgili açıklamamızı burada keserek usûl konusuna
geçiyorum:
Müslümanlar arasındaki normal ilişki "kardeşlik, velayet, birlik ve dayanışma"
ilişkisidir. Bu ilişkiyi bozacak davranışlarda bulunmak caiz değildir. Bir
müslüman fert veya gurup bir başka fert veya gurubun davranışını İslâma aykırı
buluyorsa -kendi buluşuna göre hüküm verip harekete geçmeden önce- hakemlere ve
şuraya başvurmak mecburiyetindedir. Bu sebeple de müslümanların tez elden sivil
bir hakemlik ve ilmî şura kurumu oluşturmaları gerekmektedir. Bu şuraya, bir
guruba mensup olsun olmasın, ilmi, ahlakı ve hizmeti ile temayüz etmiş, önemli
bir kitlenin güvenine mazhar olmuş "alimler" seçilir ve katılır. İhtilaflar bu
şuraya arzedilir. Şura fikir ve davranışın meşrû olmadığı konusunda ittifak
ederse bu karar -inananlara göre- bağlayıcı olur; ittifak edemezlerse, birden
fazla görüş, yorum, anlayış, ictihad ortaya çıkarsa bunların tamamının meşrû
olduğu kabul edilir ve guruplar birbirlerini hoş görürler, farklı mezheblere
mensup müminler gibi birbirlerinin arkasında namaz kılarlar, birliklerini
bozmazlar, kardeşliklerine gölge düşürmezler.
Böyle bir şura ve hakemlik kurumu oluşuncaya kadar da İslâm üzerinde düşünen,
okuyan ve yazanlar gerçeği bulma ve bilme tekelciliğinden vazgeçmeli, başka
müminlerin de bilgi, yorum ve anlayışlarına saygı göstermelidirler.
Bir not: Zaruretler kendi miktarlarını aşamazlar. Bunu câiz görenlere göre
yeminin yettiği yerde bununla yetinmek gerekir, zaruret gereği böyle
davranışlara başvurulduğu için "için için" ağlamak yerine alkış tutmak
yakışıksızdır.
Samimiyet İmtihanı
Daha çok Alevi kardeşlerimizin bulunduğu kahvehanelere açılan ateşle başlayan ve
milletini, memleketini seven, barıştan, sevgiden, huzurdan, kardeşlikten yana
olan insanlarımızı ziyadesiyle üzen olaylardan bazı ibretler ve dersler
alınmazsa akan kanı durdurmak, acıyla kavrulan gönülleri serinletmek mümkün
olmaz. Samimiyetin en önemli alameti hâl (durum, tutum, davranış) ile kâlin
(sözün) birbirine uymasıdır. İnsan hakları, sevgi, barış, kardeşlik gibi
kavramları yerli yersiz kullanmak, bu kavramların arkasına saklanarak şeytana ve
fesat erbabına hizmet etmek kimseye iyilik getirmez. Eğer "din, mezheb, renk,
ırk, görüş, bölge farkı gözetmeksizin bütün insanlar seviliyor ve sayılıyorsa,
yetmiş iki millete bir göz ile bakılıyorsa" sünni ve aleviler de bu sevilecek ve
sayılacak insanlar ve milletler arasındadır. Bunlardan birini sevgiden ve
saygıdan istisna edenler sözlerinde samimi olamazlar.
"Her koyun kendi bacağından asılır, suç ve ceza şahsîdir; sorumluluk, suçu
işleyene aittir, onu başkalarına sirayet ettirmek ve genellemek ilkelliktir,
kişinin suçu isbat edilmedikçe suçlu muamelesi yapılamaz, aksi sabit olmadıkça
suçsuzluk, masumluk esastır..." Bu ilke ve kurallarda ihtilaf (görüş ayrılığı)
bulunmadığı halde son günlerde meydana gelen olaylarda bu ilkelerden önemli
sapışlar yaşanmıştır: Birisi ağzından bir söz kaçırmış, defalarca özür
dilemesine, sözünü geri almasına rağmen tahrik edilmiş kalabalıklar etrafa
dehşet saçmışlar, millî serveti heba etmişler, huzur ve sükûnu bozmuşlardır.
(Halbuki medyada her gün sünnilerin değerleri küçümsenmekte, mukaddeslerine
hakaret edilmektedir.) Belediyenin, mevcut mevzuat gereği bir binayı kısmen
yıkması, sünnilerin alevilere karşı bir hareketi, din ve vicdan hürriyetine,
insan haklarına bir tecavüz olarak takdim edilmiş, alevi kardeşlerimiz olumsuz
davranışlara itilmiş, tahrik edilmişlerdir. (Halbuki sünnilerin de camileri,
kursları, yurtları -mevzuata aykırı olduğu için- defalarca yıkılmıştır).
Kimlikleri halen mechul olan caniler, kahvehaneleri silahla taramış, masum
vatandaşlarımızı hunharca katletmişlerdir. Sorumluluklarının farkında olmayan,
söylediklerini öncelikle vicdanlarına sunmayan bazı kimseler çıkmış, polisi
suçlamış, gerici dincilere verilmiş tavizlerden söz etmiş, faturayı sünni kesime
çıkarmaya çalışmışlardır. (Halbuki polisin yaptıkları kadar polise ve askere
yapılanlar da herkesin gözü önünde cereyan etmiştir. Emniyet güçlerinin orada
bulunmalarının sebebi can ve mal emniyetini korumak, daha fazla kan akmasını ve
millî servetin zayi edilmesini önlemektir. Ayrıca sünnilerin daha çok bulunduğu
nice mahallede, köyde, mezraada evler, camiler, kahvehaneler, dernek, vakıf ve
parti binaları kurşunlanmış, bombalanmış, nice canlar alınmış, kanlar
akıtılmıştır.)
Sünnilere yönelik olaylarda bunların liderleri çıkıp alevi kardeşlerimizi
suçlamamışlar, yalnızca cinayetleri kınamış ve faillerin yakalanmasını
istemişlerdir. Esasen herhangi bir yerde, bir veya birkaç sünninin veya alevinin
karşı tarafa saldırmasını, zarar vermesini genelleyerek bütün alevileri veya
sünnileri töhmet altında bırakmak, suçu ve cinayeti kitleye yaymak gaflet
değilse hiyanettir; getireceği sonuç da millî birlik ve beraberliğin bozulması,
aynı dine mensup veya önemli müşterek değerleri paylaşan kitleleri birbirine
düşman etmektir. Bu davranış biçimini sevgi ve barış elçiliği, insaniyet ve
insan hakları havariliği ile bağdaştırmak (hâl ile kâl arasında samimiyet bağı
kurmak) mümkün değildir.
Alevi, sünni, inanan, inanmayan, açık, kapalı, laik, islâmcı aklımızı başımıza
dermek, kısa vadeli menfaatler için devamlı ve hayati menfaatlerimizi feda
etmemek, pireye kızıp yorganı, sarhoşa kızıp mahalleyi yakmamak durumundayız. Bu
ülkeden başka bir ülkemiz, vatanımız yok; yabancıların hakimiyetinde müreffeh
yaşamaktan, kendi hakimiyetimizde yoksul yaşamak daha şerefli ve mutluluk
vericidir. İnsanlara zorla belli bir inanç ve kanaat benimsetmek mümkün
değildir. Baskı yalnızca kin, nefret ve iki yüzlülük doğurur. Farklılık içinde
birlik ve dirlik ancak karşılıklı hoşgörü ile, haklara saygı ile sağlanabilir.
En büyük gücümüz birlik ve beraberliğimizdir, düşmanlarımıza karşı tek yumruk
oluşumuzdur. Birlik ve kardeşliğimizi bozmaya yönelen mikroplara karşı uyanık ve
tedbirli olmak, düşmana fırsat vermemek aklın ve sağduyunun tek kârı olsa
gerektir.
Girmeden tefrika bir millete düşman giremez
Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.
Farklılaşma, Parçalanma ve Uzlaşma Üzerine
1. a) Toplumumuzda farklı dinlere mensup guruplar arasında gittikçe derinleşen
ve eskiden olana nisbetle -bu bakımdan- farklı bir değişme görülmüyor. Bir dinin
içindeki mezheblere mensup guruplar içinden de yalnızca sünniler ile şiîler
(aleviler) arasında nisbeten dozunu arttıran bir farklılaşma şuurundan söz
edilebilir. Nisbeten derinleşen ve genişleyen bir farklılaşma -bize göre- laik
müslümanlar ve dinsizler ile laik olmayan müslümanlar arasında söz konusudur.
Kavmî kökenleri farklı guruplardan yalnızca Türkler ile Kürtler arasında
gittikçe derinleşen bir farklılaşmadan söz ediliyor, ancak bütün Türkleri ve
Kürtleri içine aldığını söylemek mümkün değildir, hatta iki zümrenin de ucunda
ve kenarında bulunan az sayıda insanlarda böyle bir şuur güçlenmesinden
bahsetmek vakıaya daha yakın olsa gerektir. Ekonomik ve sosyal konumlar
bakımından toplumun farklı tabakaları arasında mevcut farklılaşmanın da nisbi
olarak kayda değer bir derinleşme arzettiği izlenimini taşımıyorum.
b) Var olduğunu düşündüğümüz alanlarda ve guruplar arasındaki farklılaşma ve
bunun gittikçe derinleşmesinin genel ve özel sebepleri vardır. Genel sebeplerin
başında millî eğitim ve kültür politikamız gelmektedir. Ümmet yapısından ve
kültüründen ulus yapısına ve kültürüne geçmeye karar veren Cumhuriyetin
kurucuları, ümmet bütünlüğünü sağlayan bağları ve tedbirleri bir kenara atmış,
hatta bunlara karşı olumsuz, bazen düşmanca tavırlar takınmışlardır. Buna karşı
düşündükleri ulus için tutarlı bir tanım ve birliği kuracak yeterli bir bağ da
getirememişlerdir. Kavramlarda ve yapıdaki bu tutarsızlık, temelsizlik,
yetersizlik hatta çelişki, ülkenin eğitim ve kültür politikasına da yansımış,
okuyanlar gelenekten uzaklaşmış, gelenekten uzaklaşanlar -toplumu kenetleyen-
millî ve manevi değerlerden de uzak kalmışlardır. Geleneğe dayalı değerlerimizin
yerine ikame edilmek istenen modern değerlerin tabiatında yalnızlaştırma ve
parçalama vardır. Farklılaşmanın diğer sebepleri arasında iç ve dış tahrikler,
haksız ve ölçüsüz kazançlar, ölçüsüz harcamalar ve tüketim çılgınlığı, millî
gelirin adil olmayan paylaşımı, sosyal ve adalet kurumlarının yetersizliği veya
yokluğu, medyanın ilkesizliği ve tahrikleri, hürriyetlerin kötüye kullanılması
ve çeşitli baskıları ve zulmü saymak mümkündür.
2. Toplumsal farklılaşma toplum için zenginlik, güzellik veren renkler,
mükemmeli yakalama yarışının saikleri ve dayanışma aracı olmaktan çıkıp bölen ve
parçalayan duvarlar haline geldiğinde toplumun birlik ve bütünlüğünü tehdit
eder, bunun arkasından zayıflama, gerileme ve ülkenin bölünmesi tehlikesi gelir.
3. "Devlet ve sistem tek belirleyici olduğu halde farklılaşma neden?" sorusunun
cevabını ararken öncelikle devlet ve sistemin belirleyicisini aramak ve
sorgulamak gerekir. Devletin ilkelerini, amaçlarını, işlevlerini ve yapısını
halk mı belirlemiştir yoksa kendilerini halktan üstün gören ve ellerine
geçirdikleri gücü halkı sindirme ve kendi ideolojilerini dayatma aracı kılan bir
aristokrat veya jakoben azınlık mı? Eğer birinci şık gerçekleşmiş ve halk
uzlaşarak devletin ve sistemin temel özelliklerini belirlemiş olsaydı
farklılaşmanın suçluları arasında devlet ve sistemin bulunmaması gerekirdi. Ne
yazık ki devlet ve halk adına (diyerek) belirlemeleri yapanlar halktan, onun
değerlerinden uzaklaşmış ve ona yabancılaşmış bir zinde güçtür, bir baskı
zümresidir; bunların ektikleri tohumdan şikayet konusu olan farklılaşma ve
parçalanmaların çıkması da kaçınılmazdır.
4. Toplumsal uzlaşmanın ön şartı, toplumu oluşturan kişi ve guruplardan
hiçbirinin kendi çıkar, düşünce, inanç, ilke ve ideolojisini diğerlerine
dayatmamasıdır. İkinci şart, kişi ve gurupların ileri sürecekleri uzlaşma
şartlarının ülkeyi bölecek ve parçalayacak cinsten şartlar olmamasıdır. Bu iki
şartı bütün guruplar kabullendikten sonra sıra müştereklerin (ortak değer, istek
ve kabullerin) tesbitine gelir. Yapılacak ön çalışmalar ile müşterekler tesbit
edilince bunlar ülkenin ana ve detay kanunları ve kuralları haline getirilir.
Üzerinde birleşme sağlanamayan, dolayısıyle müşterekin dışında kalan konularda
ülkenin ve toplumun zararına olmadıkça, umumi ahlakı, sağlığı, kamu düzenini ve
güvenliği bozmadıkça şahıs ve guruplara hürriyet ve özerklik verilir.
Meseleye islâmî açıdan bakılacak olursa, yukarıda özetlemeye çalıştığımız
uzlaşma modeli bir geçiş dönemi modelidir. Müslümanların nihai hedefi ise zora
başvurmadan, insanları ikna ederek, iyi örnekler göstererek (örnek bir islâmî
hayat ve toplum modeli sunarak) modelin islâmîleşmesini sağlamaktır. Modelin
islâmîleşmesi halinde toplum gerçek mânâda barış, hürriyet, istikrar, adalet ve
huzura kavuşacak; kurt ile kuzu, müslüman ile gayr-i müslim, güçlü ile zayıf...
yanyana, adalet ve hakkaniyet çerçevesinde yaşayacaklardır.
Zengin ve Yoksul
Bir Ramazan bayramını daha geride bırakıyoruz. Bu bayramın İslâm dilindeki adı "fıtır
bayramı"dır. Fıtır, dilimizde sıkça kullandığımız ve orucu açmak mânâsına gelen
iftar kelimesinin de köküdür. Müslümanlar Ramazan ayına ulaşıp oruç ibadetini
ifaya muvaffak olunca sevinçlerinden bayram ediyorlar, fakat müslümanın her şeyi
Allah'a kulluk çerçevesi içinde cereyan ettiği için şenlik, ziyaret, ziyafet
gibi faaliyetler yanında iki de özel ibadet yapıyorlar: Bayram namazı ve fıtır
sadakası.
Bizde "fitre" diye bilinen fıtır sadakası bayramın bir parçası kılınmış, onsuz
bayram eksik görülmüştür. İlk bakışta namaz ve sadaka ile bayramın ilişkisi
insana garip gelebilir. Ancak modernitenin etki alanına girmemiş İslâm insanı
için bu ilişkiyi anlamakta bir müşkil söz konusu olamaz. Neşe ve şenlik insanın
hakkı, ruh ve beden sağlığı için gerekli olmakla beraber bu hal, kulu Allah'tan
uzaklaştırmamalı, huzur ve şuuru bulandırmamalıdır. Vücut, hayat ve servet
Allah'ındır, Yüce sahip ve Yaratıcı tarafından kullara emanet edilmiş, tasarrufu
için de kaideler ve sınırlar konulmuştur. Allah'ın kullarından bir kısmı keder,
ıstırap ve yokluk içinde iken diğerlerinin sevinç, şenlik, rahat ve servet
içinde olmaları ilahi adalete ve rızaya aykırıdır. Zenginler ya yoksulların
temel ihtiyaçlarını sağlayacak ve onlarla beraber bayram sevincini
yaşayacaklardır yahut da -yoksullar ihtiyaç içinde kalmış iseler- zenginlerin
bayramları eksik olacaktır; refah, şenlik ve sevinç hakları olmayacaktır.
Zekat, kurban, fıtır sadakası, nafaka vb. yardımlar ve vergilerin amacı, toplum
içinde temel ihtiyaçlarını (yeterli mesken, yiyecek, içecek, giyecek, zorunlu
öğrenim, ulaşım, tedavi... giderlerini) karşılayamayan hiçbir ferdin
kalmamasıdır. Toplum içinde böyle biri kaldığı müddetçe zenginlerin yükümlülüğü
kırkta bir zekatla, yüzbin liralık fıtır sadakası ile yılda bir iki kilo et ile
yerine gelmiş, ifa edilmiş olmaz, toplum sorumluluktan kurtulmuş sayılmaz.
Yoksulluk yüzünden beslenemeyen, barınamıyan, tedavi göremiyen, okuyamıyan, kötü
yola düşen, emeği sömürülen, köle gibi kullanılan... insanlar bulunduğu müddetçe
toplum ve özellikle ihtiyacından fazla malı mülkü olanlar vebaldedir,
günahtadır. Bu günahı nafile haclar ve umreler de, namazlar ve tesbihler de,
lüks veya ikinci derecede ihtiyaçlara cevap veren hizmetler de ortadan
kaldıramaz. (Dilerim bu yazı, davetli olarak katıldığım umre ziyaretime isabet
eden vebale keffaret olur!)
Şuurlu, sorumluluk duygusuna sahip zenginlerden ve hayır için yola çıkmış heyet,
örgüt ve kurumlardan acilen şu hizmeti bekliyorum: Ayrı ayrı veya -daha iyisi-
bir çatı altında birleşerek bütün ülke yoksullarının ihtiyaçlarına cevap verecek
bir sivil kurum oluşturmak, bu kurum aracılığı ile ülkede "temel ihtiyaçlarını
temin edememiş bir fert bırakmayıncaya kadar" yardımlaşmayı sağlamak. Bu çağrıyı
birkaç yıldan beridir Ensar Vakfımıza yapıyorum, birkaç gün önce de MÜSİAD'ın
İzmir şubesinin iftarında yaptım. Bunlar ve benzeri kurumların hayırda ve bu
hizmete öncülükte yarışmalarını diliyorum. Bu yapılmadığı müddetçe, başımıza
gelen bir kısım belaları da yoksulların ahından, zenginlerin günahından bilmemiz
gerekiyor.
Birlik, Beraberlik
Merhum bir cumhurbaşkanı sık sık "Türkiye'nin önü aydınlık, çağ atlamak
üzereyiz, yeter ki bir hata etmeyelim ve birlik ve beraberliğimizi bozmayalım"
mealinde bir söz söylerdi. Buna benzer sözü hemen her gün her kesimden
kimselerin ağzından da işitmek mümkündür. Bu ifade bir varsayıma dayanıyor:
"Ülkemizde birlik ve beraberlik vardır..." Bu var sayılanın aslında var olup
olmadığı, varlığının şartları, birlik ile beraberlik arasındaki fark üzerinde
cesaretle ve gerçeğe talip olarak duranlara pek raslanmıyor.
Bize göre ülkemizde ne birlik vardır, ne de beraberlik; çünkü birliğin varlığı,
bütün ülke fertlerinin -veya büyük çoğunluğun- aynı değerler sistemine inanmış
ve bağlanmış olmasına bağlıdır. Yetmiş yıldan beri sürdürülen resmi eğitim ve
benimsenen hedeflerin ihtiva ettiği değerler sistemi ile bizim geleneksel
değerler sistemimiz çelişmekte ve çatışmaktadır. Bu elim vakıa milletimizin
birliği yakalamasının baş engelidir. Beraberliğin varlığı, farklı değerler
sistemine bağlı gurupların bir asgari müşterek -veya fasl-ı müşterek- belirleyip
burada ortak, bunun dışında birbirlerine saygılı ve müsamahalı hareket
etmelerini/yaşamalarını sağlayacak bir sistemin bulunmasına/oluşturulmasına
bağlıdır. Ufukta böyle bir sistem de görülmemektedir.
Bu karamsar tabloya rağmen nasıl ayakta duruyor, bölünüp parçalanmıyor, bir veya
beraber görüntüsü verebiliyoruz sorusu yerindedir. Cevabı uzun ve etraflı
tahlilleri gerektirir. Kısa bir cevap denemesi şu olabilir: Gözleri görürken
evinin bölümlerini, girdisini, çıktısını öğrenmiş bulunan birisi bir gün
gözlerini kaybederse eski bilgisi ve el yordamıyla yine yolunu ve aradığını
bulabilir. Ancak birileri evin düzenini değiştirdikçe görmezin işi zorlaşır,
yolu sarpa dolaşır.
Bu milletin gözü dini, ev düzeni de dini yaşayan nesillerin oluşturduğu
gelenektir. Dinin hayata kapatılmasına ve geleneğin resmi eğitimle yeni
nesillere aktarılmamasına rağmen maşerî şuur ve bilgideki kalıntılar yine de
millete rehberlik etmekte, çok genel mânâda da olsa yolun bulunmasını
sağlamaktadır. Tehlike bu şuurun yok olması ve izlerin silinmesinde yatıyor. Biz
böyle bir tehlikeyi çok yakın görmemekle beraber, çok uzak da görmüyoruz. Ayrıca
gözümüze ve izimize ve bunları elde ettiğimizde ulaşabileceğimize inandığımız
birlik veya beraberliğimize talibiz.
Bayram
Hz. Peygamber (s.a.) Medine'ye hicret buyurunca burada yerleşmiş topluluğun
yılda iki bayramları olduğunu öğrendi, sonra "Allah size (müslümanlara) onlardan
daha hayırlı iki bayram lütfetti" diyerek Ramazan ve Kurban bayramlarını ilan
etti. Böylece mezkûr iki bayram, müslümanların şiarları; sancak, bayrak, ezan,
cuma gibi belirleyici, tanıtıcı alametleri arasına girdi. Diğer sembollerin,
şiarların içine nasıl güzellikler, iyilikler yerleştirilmiş ise bayramlarımızın
da içine böyle güzel davranışlar, ibadetler, yardımlaşmalar, sıla-i rahimler
yerleştirilmiş, böylece bayramlar dini, sosyal, ekonomik, ahlâkî fonksiyonlar
yüklenmiştir. Aşkın boyutundan günlük hayatımıza ve maddi menfaatimize kadar
uzanan bayram bereketi karşısında bizim tavrımız ne oluyor, geçmişlerimiz ne
yaparlardı, biz ne yapıyoruz? Bu yazıda kısaca işte bu konuya temas etmek
istiyoruz.
Bayramı, yukarıda özetlenen maddi ve manevi mahiyeti, bereketi, rahmeti içinde
idrak eden, böyle algılayan ecdadımız, günlerce evvelinden bayram hazırlığına
girişirlerdi. Herkes kendi imkanına göre gerekli hazırlıkları yaptıktan sonra
bayram gününü bekler, ilk günün gecesinden itibaren bayramın rahmet ve neş'esine
girerdi. O rahmet kanatları ile günlük, adi, bencil hayatından ayrılarak
yükselir, Tek Bir Allah'ın Son Peygamberi'nin tek bir bütün olan ümmetinin
katına ulaşır, damlanın deryasına kavuşması gibi bir vuslet neş'esi yaşardı.
Çocuk, genç, yaşlı, hasta, sağlıklı, fakir, zengin herkes bu neş'eden bir nasip
alırdı.
Çocukluk ve ilk gençliğimizde böyle idrak edilen, böyle yaşanan bayramlar son
yıllarda değişti; şüphesiz bayramlar değil, çağdaşlaşan müslümanlar değişti.
Bizde çağdaşlaşma Batı örneğinde gerçekleştiği için maddi ve ferdî fayda ön
plana çıktı, diğeri ve başkasıyla ilişkiler soğudu, faydacılık, hazcılık ve
özgürlük sevdası insanımızı yalnızlaştırdı, yabancılaştırdı. Bu değişimden her
şeyimiz gibi bayramlarımız da etkilendi. Şimdilerde bayram hazırlığı "bir kaçış"
hazırlığı oldu; çaresizler ve imkansızlar dışında herkes bayram günlerini,
yakınlarından uzak bir köşede geçirmenin yol ve çarelerini arar, bulur hale
geldi. Ne ziyafet, ne ziyaret, ne sıla-i rahim, ne yardımlaşma, hatta ne de
ibadet... Bunlar olmayınca da bayram olamıyacağı için bayramlarımız gitti,
onların yerine tatiller geldi.
Biz ezanımız, cumamız, bayramımız, selamımız, kelime-i tevhid, hamd ve
şükürlerimizle müslümanız. Bunlar hayatımızdan gittikçe kabuğumuz değişir,
kabuğumuz değiştikçe içimiz de değişerek başkalaşırız. Başkaları terkediyor,
değiştiriyor, uzaklaşıyor diye aynısını yapmak şuurlu müslümanlara yakışmaz;
onlar iman ve ibadetleri kadar şiarları konusunda da hassas olmak
durumundadırlar. Gelin selamlaşalım, ziyaretleşelim, cemaate devam edelim,
besmeleyi, kelime-i tevhid, hamd ve şükrü dilimizden düşürmeyelim, bayramlarda
eş, dost, tanıdık ve bildiklerle olalım; bayramlaşalım, sevgi, rahmet ve nimeti
paylaşalım; evet bunları yapalım ki müslümanlığımız zayi olmasın, bize yüklenen
emaneti bizden sonraki nesillere olduğu gibi teslim edebilelim.
Tasavvuf
Tasavvuf camiasının ortaya koyduğu bilgi ve dinî davranış, camianın dışında
olanlara yabancı gelmeye başladığı günlerden beri tasavvufun İslâm'daki yeri
tartışılmıştır. Tasavvufa kelam ve fıkıh penceresinden bakanlar -farklı anlama,
yorumlama ve uzlaştırma usûllerine bağlı olarak- iki guruba ayrılmışlardır: Bir
guruba göre tasavvufun getirdiği farklı dinî bilgiler hatalıdır, yabancıdır ve
İslâm dışıdır, dinî davranışlar da bid'attır; dinin aslında bulunmadığı halde
ona sokulmuş eklerdir, katkılardır, temizlenmesi gerekir. Diğer guruba göre bu
bilgi, inanç ve davranışlar ikiye ayrılır: 1) Kitab ve Sünnet'in naslarıyle
çatışmayanlar halis kullukların, ibadetlerin bereketli ürünleri sayılırlar,
İslâm irfanına zenginlik katarlar. 2) İlk bakışta Kitab ve Sünnet'in nasları
(dinin zahiri) ile çatışır gözükenler de ikiye ayrılır: a) Beyan ettikleri
itikad ve ortaya koydukları ibadet ve amel bakımından müslüman, âlim, kâmil
oldukları zahir bulunan sofilerden zuhur edenler ancak dış görünüşleri
itibariyle zahire aykırı olabilirler; gerçeği araştırıldığı zaman ya bunların
zahirlerinin kastedilmediği, dil yetersizliği yüzünden eksik ifade edildikleri
ve yanlış anlaşıldıkları ortaya çıkacak yahut da sofilere ait hususi haller (sekr,
manevi sarhoşluk) içinde söylendikleri için keşif hatası (kalb gözü ile
görülenlerin yanlış anlaşılması, değerlendirilmesi ve ifade edilmesi) olarak
kabul edileceklerdir. b) Beyan ettikleri veya bilinen inançları, davranışları
bozuk, sapık, din dışı olanlardan zuhur eden ve tasavvufa sokulan, tasavvuf
kalıpları içinde ifade edilenler ise erbabı tarafından tesbit edilip
ayıklanacak, bunlarla İslâmın saflığının bozulmasına, müslümanların doğrudan
sapmasına meydan verilmeyecektir.
Gerçek tasavvuf hareketinin iki amacı vardır: Nefsin tezkiyesi yoluyla has
kulluğa ve kâmil ahlaka ulaşmak. Buna ek olarak kalbin tasfiyesi yoluyla gerçek
tevhide, kesin bilgiye (yakîn), gayb aleminin ve ledünni bilginin keşfine
ulaşmak. Bu iki amacın dine aykırılığından, İslâm dışılığından bahsetmek mümkün
değildir. Ancak bu iki hedefe, dinin zahirini ihmal ederek, inanç, ibadet gibi
dinî sınırlar çerçevesini (yani şeriatı) aşarak varmak da mümkün değildir.
Gerçek sofilere göre tarikat ve hakikat şeriatın hâdimleridir, sofinin
müslümanlığı ile avamın müslümanlığı ilmihal çerçevesinde davranış bakımından
farklı olamaz; fark dış ile için, zahir ile bâtının, suret ile hakikatin
birlikte, beraber, tam olarak bulunup bulunmamasındadır.
Her mümin, ya kâmil ve ehliyetli bir mürşidin terbiyesinde yahut da -sahtesi
gerçeğinden daha çok olduğu ve birbirinden ayırt edilmesi de güç bulunduğundan
kâmil mürşid bulunamayınca- iyi niyet ve samimiyetle ibadetlerine devam ederek
ve Resulullah'ın (s.a.) siyretini -elinden geldiği kadar- kendisine örnek alarak
müslümanlığını "ihsan" mertebesine çıkarmaya çalışmalıdır. Bu mertebeye doğru
tırmandıkça imanda sarsılmazlık, irfanda zenginlik ve derinlik, ahlakta kemal,
nefiste hakka teslimiyet hasıl olacak, gözün ve kalbin perdeleri açılacaktır.
Ancak ihsan mertebesinin basamakları, sonsuz olduğundan bu cehdin, çabanın ve
tırmanışın da sonu yoktur, ömür boyu devam edecektir. Sona vardığını ve cehde
(ibadetlere) gerek kalmadığını zannedenler ve söyleyenler nefislerinin esiri ve
şeytanın müritleridirler.
Sünni-Alevi İhtilafı
Çocukluğumu ve ilk gençliğimi Çorum'da yaşadım. Arkadaşlarımın birçoğu, ortak
kültürümüzün alevi rengine mensup aile çocukları idi. Yaramazlıkları da beraber
yapardık, teravihe de beraber gider, çocukluk idraki içinde eğlenceli bir ibadet
olan bu namazı birlikte kılardık. Dinî bayramlar hepimizin bayramı idi,
büyüklerimiz sünnisi, alevisi bayram namazını birlikte kılar, ayrım gözetmeden
bayramlaşırlardı. Büyüklerimizin şuurlarının derinliklerinde bir ayrım belki
vardı, daha çok kız alıp vermede bu ayrımın su üstüne çıktığı da olurdu, ama
yine de dile getirilen başka bahaneler olurdu. Onsekiz yaşımda okumak için
memleketimden ayrıldığımda halkımızın sosyo-kültürel havası bu idi.
27 Kasım darbesinden önce bazı yazarlar arasında, sünnilik-alevilik konusu
etrafında tartışmalar olmuş, bunlar gazete ve dergilerde neşredilmişti, ancak bu
tartışmaların halk tabanına bir ihtilaf, hele de bir tefrika kıvılcımı olarak
düşmesi vaki olmamıştı. Darbeden sonra bazı üniversite hocaları ve gazeteciler,
Diyanet İşleri Bakanlığı'nda aleviliğin de bir şekilde temsil edilmesi talebini
dile getirdiler ve bu talep zaman zaman tekrarlandı. Ancak bunun da tabandan
geldiğine dair bir alamet mevcut değildir.
Ülkemizde sünni-alevi ihtilafı, sağ-sol çatışmasıyla birlikte ve onun içinde
geliştirildi: Solcular, alevi kardeşlerimizi kendi saflarına çekerek sağcılara
karşı kullanmak istediler. Derken Çorum ve Maraş olaylarına kadar gelindi. Şimdi
yeni dünya düzeni diye bir oyunun içine girdik, Sovyet Rusya'nın dağılması
solculuğa önemli bir darbe vurdu, dağılan solcuların bir kısmı radikal
kemalizmin içinde yer aldılar, laiklik, demokrasi, insan hakları gibi yükselen
değerleri kullanarak, bunlara karşı gibi gösterdikleri bir kısım sünni
müslümanları mücadele hedefi olarak seçtiler, sünniliği "İslam'ın Arap yorumu",
aleviliği ise "İslâmın Türk yorumu" olarak ayırmaya, insanımızı parçalayıp
birbirine düşürmeye teşebbüs ettiler. Her iki zümre arasında eksik olmayan
cahil, heyecanlı, mutaassıp tipleri tahrik ederek çatışmalara sebep oldular.
Biz alevisi, sünnisi, türkü, kürdü, çerkezi, lazı... ile bu ülkenin müslüman
milletiyiz, asırlardır kardeşlik şuuru içinde yaşadık ve hem nimeti, hem külfeti
paylaştık. Birlik ve beraberliğe, dayanışmaya ve paylaşmaya en muhtaç
bulunduğumuz bu günlerde oyuna gelip parçalanacak mıyız, birbirimize düşüp
düşmanı güldürecek miyiz? Neyi paylaşamıyoruz? Niçin azami müşterekimizi
(yüzlerce ortak değerlerimizi) gözardı ediyor da aslında dinin özü ile alakası
bulunmayan farklı noktalarımızı kaşıyor, büyütüyor ve -tarihin küflü
sayfalarında bırakacak yerde- yeniden tartışma gündemine çekiyoruz? Türkiye'de
yaşayan her vatandaş sünni alevi olsa ülkemizin dertleri, meseleleri çareye ve
çözüme kavuşacak mı?
Ben çocukluk ve ilk gençliğimi aynı dinin mensupları, bir bütünün ayrılmaz
parçaları olarak birlikte yaşadığım alevi kardeşlerimle paylaştığımız duyguların
hasretini çekiyorum. Köprünün altından akan sular bu duyguları alıp götüremez.
Yeter ki, liderler, alimler, arifler, aydınlar, eğitimciler akıllarını başlarına
dersin, küçük hesaplar peşinde büyük değerleri heba etme gafletinden vazgeçsin
ve oyuna gelmesinler.
Hoşgörü
Kulağa hoş gelen, gönüllere rahatlık veren, iyi bir duygu ve tavır olduğunda
hemen herkesin birleştiği bir kavram "hoşgörü". Ne var ki, sıra uygulamaya
geldiğinde toplumumuzda hoşgörülü davrananların sayısı oldukça azalmış
gözüküyor. Okumuş, yazmış, önemli makamlara gelmiş kimselerin, kendi inanç,
düşünce ve değerlerine taassupla bağlandıkları, başkalarına neredeyse
insanlıktan pay, hayattan nasip tanımadıkları görünüyor. Kendilerini ileri,
aydın, çağdaş sayanlar, yetmiş iki millete bir göz ile baktıklarını etrafa
yayanlar, farklı inanan, düşünen ve yaşayanlara tahammül edemiyor, demokrasi ve
insan haklarının bunlar için geçerli olmadığını ya düşünüyor yahut da açıkça
ifade ediyorlar.
Biz millet olarak öteden beri böyle olsaydık "neden değişmiyor, iyileşmiyoruz?"
diye sorardık. Halbuki gerçek böyle olmadığı için "neden değiştik, kötüleştik?"
diye sormamız gerekiyor. Böyle bir değişmenin elbette birden fazla sebebi
vardır, ancak burada üç sebep üzerinde durmak istiyoruz: Bilgisizlik,
eğitimsizlik ve tahrik.
Farklı inanç, düşünce ve davranış gurupları birbiri hakkında, doğrunun yanında
eksik ve yanlış bilgilere sahip bulunuyor, ayrıca lafızları aynı, mânâları her
birine göre farklı kelimeleri kullanarak tartışırken, birbirlerini itham ederken
"durup bir anlamaya" yönelmiyorlar. Gönüller, kafalar kırıldıktan, millî servet
heba edildikten sonra "ben şöyle anlamıştım, ruhu kastetmiştim" demeye
başlıyorlar.
Hoşgörü yalnızca bir bilgi meselesi değildir, aynı zamanda bir eğitim konusudur,
eğitimle kazanılacak bir yaklaşım biçimidir. Bizim eğitim sistemimizde hoşgörüyü
de ihtiva eden kendi değerlerimizden yola çıkarak evrensel değerlere ulaşan bir
ahlak terbiyesinden söz etmek ne yazık ki mümkün değildir. Telkin edilen,
sınıflar, nesiller, tabakalar, bölgeler... arası çatışmadır, çelişmedir,
mutluluğu maddede arama, gerekli maddeye, meşrûiyyet sınırı tanımadan en kısa
yoldan ulaşmadır.
Bu milletin birliğini, beraberliğini, güçlenmesini, kalkınmasını çekemeyenler,
kendi menfaatlerine aykırı görenler, tabii sınırlarında kalması, hoşgörü ile
karşılanması gereken farklılık ve ihtilafları tahrik ediyor, büyütüyor,
çarpıtıyor, bilgi ve eğitim eksikliğinden de yararlanarak bölücülüğe vesile
kılıyorlar.
Eğer bu teşhiste ve sebep-sonuç ilişkisinde mutabık isek ülkesini ve milletini
seven insanlara düşen vazife, hoşgörüsüzlüğün sebeplerini ortadan kaldırmak için
harekete geçmek, genel bir ahlak eğitimi için seferberlik ilan etmektir.
Devletin Ayakları
Cumhurbaşkanının yeni devlet modelini üzerine oturtmayı düşündüğü beş ayağı,
eskisinden daha ileri ve insaflı olarak değerlendirmekle beraber "bir mutabakat
zemini" teşkil edebileceği kanaatini taşımıyorum.
Gerekçelerim şunlar:
1. Müslümanların, henüz içeriği tartışılmakta olan, kavramları oturmamış bulunan
laiklik, milliyetçilik ve demokrasi ile ilgili itirazları, çekinceleri vardır.
Bu üç ilkeye bağlı olanların da İslâm ile ve en azından ondan ayrı olarak
düşündükleri şeriat ile problemleri mevcuttur.
2. Laikliği en geniş ve yumuşak tanımı içinde benimseyenlerin bile müslümanların,
özel hayatlarında ve sosyal ilişkilerinde İslâmı uygulamalarına ve bu uygulamaya
imkan verecek bir yeniden yapılanmaya rızaları yoktur.
3. Müslümanlar kamu alanını tamamen ve devamlı olarak ilahi iradenin (dinin)
dışına çıkarıp beşer aklı ve bilgisinin çözüm ve düzenlemelerine terkedemezler.
4. Yeniden yorumlamak suretiyle bu dört ayağın her birine farklı kavramlar
yüklenip birbirine uygun hale getirildiğinde, belli mahiyetler bozulacak, her
birisi kendi olmaktan çıkacaktır.
5. Yukarıdaki maddeler göz önüne alındığında, tutarlı bir bütün teşkil etmesi
gereken ayaklar tutarsızdır, elmalarla armutlar toplanmış gibidir.
6. Bize göre bu aşamada yapılması gereken, devlet olmanın ve kamu düzen ve
güvensizliğinin zaruri kıldığı müştereklerin bağlayıcı, diğer alanların serbest
bulunduğu bir yapılanmayı gerçekleştirmektir. Serbest alanlar, benimseyenlerin
çoğalması sebebiyle galip veya müşterek hale geldiğinde yapılanma buna göre
yeniden ele alınmaya açık olmalıdır.
İslamî Düzende Parti
Siyasi partiler ondokuzuncu yüzyılda ortaya çıktığı için bundan önceye ait İslâm
bilgi ve hüküm kaynaklarında partilerle ilgili açık, doğrudan bilgi ve hükmün
bulunmaması tabiîdir. Siyasi partilerle ilgili hüküm, İslâmın genel ilkeleri ve
kaidelerinden çıkarılacaktır. Hükme varılırken teori ile pratik zaruretleri ayrı
ayrı değerlendirmek de kaçınılmazdır.
Teorik olarak siyasî partiler daima farklı ideolojik bölünmelere paralel
olmamıştır. Bir zamanda, bir ülkede, solcu, sağcı ve dinci ideolojiler
çerçevesinde; yönetim, öncelik, ağırlık, araçlar gibi nisbeten detay
sayılabilecek ayrılıklara bağlı birden fazla solcu, birden fazla sağcı... parti
kurulmuş ve bunlar birbirleriyle, farklı ideoloji partileriyle olduğu ölçüde
mücadele etmişlerdir. Ortak iktidar da kimi zaman sağcılar, kimi zaman da
sağcılar ile solcular arasında olabilmiştir. İslâmı bir hayat düzeni olarak
benimsemiş toplumlarda, bu düzene temelden aykırı ve karşı olan toplulukların
kendi ideolojilerini iktidar yapmak üzere parti kurmaları İslâma aykırıdır.
İzzetin Allah'a ve müminlere ait bulunduğunu (Nisa: 4/139, Münâfikun: 63/8),
Allah'ın tarafını tutanların (O'nun hizbinden olanların) üstün ve hakim
olacaklarını (Maide: 5/56, Mücâdile: 58/22), Allah Teâlâ'nın hak dini ve
Peygamberini bütün dinlere hâkim ve üstün olsun diye gönderdiğini (Tevbe: 9/33),
Allah'a iman eden, iyiyi ve iyiliği hâkim kılarak kötülüğü ortadan kaldırmak
için çaba gösteren ümmetin insanlara örnek ve rehber olarak hazırlandığını ve
görevlendirildiğini (Âlü-İmrân: 3/110), başka dinde olanların müminlerin başına
yönetici olarak geçirilmesinin caiz olmadığını (Mümtehine: 60/13, Maide:
5/51,55; Alü-İmran: 3/28...)... bildiren naklî deliller (âyetler) ile İslâmın
sosyal, siyasî, dinî ve ahlâkî amaçları İslâm toplumunda başka ideolojilerin
hâkim olmasına izin vermez.
Temelde İslâma karşı ve aykırı olmamakla beraber İslâmı anlama ve uygulama,
problemleri değerlendirme ve uygun çözümler üretme bakımlarından farklı düşünen
şahısların, gruplar oluşturarak kendi düşünce ve çözümlerini iktidara taşımak
üzere siyasî faaliyet göstermeleri, muhalefet etmeleri ve İslâmî değerler
çerçevesinde oluşacak böyle bir faaliyet grubuna parti adı verilecekse "parti"
kurmaları caizdir. Ancak bu partilere mensup olanlar, seçimden ve iktidara
gelecek gurup belirlendikten sonra başkana itaat sözü verecekler (bey'at),
iktidarın başarısı için yardımcı olacaklardır. Bu vazife, yönetimi denetlemeye,
tenkit etmeye ve gerektiğinde, yetersiz ve başarısız olduğunda düşürmek için
faaliyet göstermeye mani değildir. Böyle bir toplumda diğer din ve ideoloji
mensupları ancak, mecliste guruplarını temsil etmek ve haklarını savunmak...
üzere parti kurarlar ve meclise üye seçilirler.
Çok Partili
Demokrasilerde Parti
Bugün İslâm ülkelerinin önemli bir kısmı (çoğu) ya açık veya kapalı laik
demokratik sistem, yahut da meşrûti veya mutlak kırallıkla yönetilmektedir.
Bunlar içinde çok partili demokrasinin yaşandığı ülkeleri de -teorik olarak-
ikiye ayırmak gerekir: her fikir, inanç ve programın demokratik yoldan iktidara
talip olmasına ve bunun için parti kurarak faaliyet göstermesine izin veren
ülkeler, belli bir düşünceyi ve programı dayatan, diğerlerinin iktidar talebine
izin vermeyen ülkeler.
Birinci guruba giren ülkelerde (böyle bir ülke varsa) müslümanların, islâmî bir
devlet oluşturmak üzere parti kurmaları, program yapmaları ve bunu iktidara
taşımak üzere faaliyet göstermeleri elbette caizdir; hatta caizin ötesinde
farzdır, gereklidir, dinî vazifeleridir.
İkinci guruba giren ülkelerde islâmî bir devlet oluşturmak üzere parti kurmaya
ve faaliyet göstermeye izin verilmez; yahut başta izin verilse bile rejimin
tehlikeye girdiği ve düzen değişikliğinin gerçekleşeceği hissedilince engelleme
yoluna gidilir. Bu sebeple müslümanlar, bu ülkelerde iki yoldan birini tercih
konusunda anlaşmazlığa düşmüşlerdir. Bir gurup müslüman, dinlerinin kendilerini
mecbur ettiğine inandıkları düzen değişikliğini gerçekleştirmek için açık
muhalefet ve illegal örgütlenme ve faaliyetten başka çarenin ve çıkar yolun
bulunmadığına inanmakta ve bu yolu takip etmektedirler (bu yöntem totaliter
rejimlerde de zaruri bulunmaktadır). Diğer gurup veya guruplar ise yine kabaca
ikiye ayrılmışlardır: a) Her şeye rağmen, takıyye metodunu kullanarak parti
kurma, düzen içinde kalma, iktidara adım adım yürüme ve her adımda -fırsat
elverdikçe/fırsat elverdiği ölçüde- islâmlaşmayı gerçekleştirme, engellendikçe
yeni baştan işe koyulma yolunu ve yöntemini seçenler. b) Çeşitli eğitim usûl ve
araçlarını kullanma, tabanı islâmlaştırma ve böylece siyasî yapının da
islâmlaşmasını sağlama yolunu seçenler. Bunların da gerektikçe takıyye usûlünü
kullanmaları kaçınılmaz olmaktadır. (Devlet ve siyaseti programlarının dışında
tutan, yalnızca ferdî müslümanlıkla meşgul olan şahıs ve guruplar da vardır;
ancak bunlar buradaki bahsimizin dışında kalmaktadırlar.)
Gerek parti kurarak ve gerekse eğitim araçlarından yararlanarak -düzen içinde
kalmak ve zahirde düzene uyum göstermek kaydıyle- islâmlaşmayı amaçlayan
guruplar zaruret ilkesinden hareket etmekte, davranışlarını bu ilke ve delile
dayanarak meşrûlaştırmaktadırlar. Karşı tarafın bunlara itirazı iki noktadan
olmaktadır: 1. Başka yollar ve araçlar tamamen kapalı ve imkansız mıdır ki, bu
yol zaruri olarak caiz olsun? 2. Takıyye yaptıkça, uyum gösterdikçe varlığına ve
faaliyetine izin verilen müslümanların giderek yaşadıkları gibi olmalarını,
islâma aykırı olan sistemlerle bütünleşip onların erimelerini, islâm olmayan
şeye islâm demelerini nasıl engelleyeceksiniz? Bu yolların zaruri olarak meşrû
olduğunu savunan müslümanlar da bu iki itiraza veya soruya "evet başka yol
yoktur, var gibi gözükenler de çıkar yol değildir, içe yönelik eğitimle ve
muhalefet şuurunun canlı tutulmasıyle erime önlenebilir..." diye cevap
vermektedirler.
Bize göre bu tartışmalar ve tavır alışlar islâm siyaset kültürü ve siyaset fıkhı
için paha biçilmez zenginlikler ve uygulama örnekleridir. Samimiyet ve ehliyet
şartları bulunduğu müddetçe bütün müslüman gurupların tezleri birer ictihaddır.
İctihad ihtilafı ümmet için rahmet olmalı, asla bir tefrika sebebi teşkil
etmemelidir. "Müminler ancak kardeştir", "İctihad ictihadı nakzetmez (geçersiz
kılmaz)", "Müslüman ya kendi ictihadıyle amel eder, yahut da -ictihad ehliyeti
yoksa- itimat ettiği bir alimin ictihadına uyar", "İctihad ve tevil bulundukça
kişi tekfir edilemez".
Liderleri Dinlerken
Siyasi partilerin başkanlarını dinlerken -nereyi açsanız onlar çıkıyor,
dinlememek ne mümkün!- iki guruba ayrıldıklarını gördüm: Muhafazakârlar,
değişimciler. Bu terimleri okuduğunuzda hemen birincisinin içine RP'yi
yerleştirmiş olabilirsiniz; halbuki bana göre Refah ve YDH ikinci guruba,
diğerleri ise birinci guruba giriyorlar. Muhafazakârların her biri banka, ancak
her biri kendisinin Osmanlı Bankası olduğunu iddia ediyor! İdeolojileri,
hedefleri; sosyal, siyasî, ekonomik... programları arasındaki fark yüzeyde,
önceliklerde, üslupta; sistemin dışına çıkmadıkları gibi sistemin ileri
temsilcilerinin de gerisinde kalıyorlar; muhafazakârlıkları da buradan geliyor.
Buna rağmen aralarındaki farkları ve kadrolarını öne sürerek daha seviyeli
konuşmalar ve tartışmalar yapabilirlerdi. Bunu yapacak yerde sövüşmeyi,
karalamayı, şovu, durumu kurtarmayı, yalanı doğru gibi söylemeyi, kandırmayı
tercih ediyorlar. Bazen dozu o kadar kaçırıyorlar ki, belli bir yaştan küçük
olanların dinlemelerinde ve izlemelerinde sakınca görüyoruz.
Diğer gurupta konuşanların aralarında önemli, ilkeye ait, sistem bazında
farkları var; ancak birisi (RP) bütün Batı dünyasının benimsediği ve uyguladığı
sisteme karşı çıktığı ve alternatif bir sistem ileri sürmeye çalıştığı için
değişmecidir; diğeri ise karşı gurubun tabulaştırdığı, kutsallaştırdığı kadim
sistem unsurlarını yıkmak ve ileri temsillerine göre yenilemek istediği için
değişmecidir.
Gönül ister ki liderler, sokak kavgası yapacak, sen ben davası güdecek yerde
sistemi ve alternatifini tartışsınlar, önemli memleket meselelerinin çözülmesi,
halkın ihtiyaçlarının karşılanması ve yüksek hedeflerin yakalanabilmesi
bakımından hangi sistemin daha uygun olduğunu araştırsınlar, peşin hükümlerden
uzak olarak verileri ve fikirleri değerlendirsinler! Ama bu gidişle gönüller
daha çok isteyip duracağa benziyor.
Aynı Hamam, Aynı Tas
İyi niyetli, temiz kalpli, çabuk inanan saf milletim gözünü ve kulağını medya
sihirbazına dikmiş, akşam sabah hükümetin kurulmasını bekliyor, kurulma
geciktikçe yüreği daralıyor, ümitleri zayıflıyor. Aynı hikayeyi kaç kere
dinlediği ve aynı filmi kaç kere seyrettiği halde bıkıp usanmadan yahut da ibret
alıp doğru sonuçlar çıkaramadan yine seyrediyor, yine ümitleniyor; yoksulluğa,
her gün biraz daha daralan geçimine, yüzlerce çaresiz derdine, çözüm bekleyen
problemine bu ümitle katlanıyor. Bir kere de kendine gelip olup bitenleri fıtri
sağduyusundan geçirip şöyle diyemiyor: "Hamam da tas da aynı olduktan sonra
hamamcı, dellak, peştemalcı değişse ne olacak, değişmese ne olacak?
Hamamcının ve tasın değişmesinden maksat, devletin yapısında ve işleyişinde
gerçekleşmesi gereken köklü değişimdir. Bu değişim de iki çeşittir: Düzenin
değişmesi, düzen içinde kalınarak yapının ve işleyişin değişmesi.
İktidara talip olan partilerin programlarına bakıldığında düzen değişikliğini
öngören, bunu açıkça ilan eden ve programlayan bir partinin bulunmadığını
görüyoruz. Eğer bunun sebebi veya mazereti anayasa ve kanunlar ise; yani ülkenin
ana kanunu ve ilgili mevzuatı düzen değişikliğini öngören bir partinin
kurulmasına izin vermiyorsa ülkede gerçek mânâda bir demokrasinin mevcudiyeti
tartışma konusudur. "Hiçbir sistem kendisini ortadan kaldıracak bir başka
sisteme vücut veremez, meşrûiyyet tanıyamaz" vecizesi/kuralı(!) aynı zamanda bir
dayatmanın ifadesidir. Eğer birileri bu kuralı koyuyor ve milletin karşısına
bununla çıkıyor, ona bir sistemi dayatıyorsa bu oluşuma bir isim takmak gerekir,
ama bize göre bu isim demokrasi değildir. İnsan hakları ve özellikle düşünce ve
din hürriyeti ile sosyal adalet ve güvenlikten yararlanma hakları hangi sistem
içinde gerçekleşiyorsa o sistem meşrûdur, millet onu istediği takdirde kimsenin
engelleme hakkı olamaz. Şu halde düzen değişikliği bu değerlerin ortadan
kaldırılmasına değil, gerçek mânâda hayata geçirilmesine yönelik ise isimleri
değil, muhtevayı ve partinin bu muhtevayı gerçekleştirme şansını/ehliyetini
tartışmak gerekir; kelimeleri, isimleri, tabuları değil.
Düzen içinde (laik, demokratik, liberal, sosyal düzen içinde) kalınarak köklü
değişikliklere gidilecekse milletim, bu iddia ile ortaya çıkan kadroların
ehliyetine ve programına bakmalı, bu arada geçirdiği tecrübelerden, denediği
şahıs ve kadrolardan aldığı sonuçlardan da yararlanmalıdır. "Sonuç vermeyen
deney tekrarlanmaz", "Bir mümin, aynı yılan deliğine elini iki kere sokmaz" gibi
hikmetlerden istifade etmelidir. Bir kısmı kiralanmış veya satılmış medyanın
etkisi altında kalacağına onu da etkisi altına alarak, siyasete soyunanları da
şu sorulara açık, net, ikna edici cevaplar vermeye çağırmalı ve aldığı cevaplara
göre oyunu kullanmalı, seçtiklerini denetlemeli, bu soruşturma ve denetlemenin
mekanizmalarını oluşturmalıdır:
Ülkeyi iç ve dış borç yükünden nasıl kurtaracaksınız?
Enflasyonun baş sebebi faiz yerine bir alternatifiniz, bir sermaye temini
usûlünüz var mı?
Gelir dağılımında meydana gelen ve arşı titreten adaletsizliği nasıl ortadan
kaldıracak ve adil paylaşımı nasıl sağlayacaksınız?
Devleti hâkim konumundan hâdim konumuna hangi usûller ve değişikliklerle
getireceksiniz?
Toplumun ve öz değerlerimizin teminatı olan aileyi çürümekten ve dağılmaktan,
gençleri anarşiden, aylaklıktan, boşluktan, uyuşturucu iptilasından, yönünü
şaşırmış seks batağından -millî eğitim ve kültür alanında yapacağınız, millî ve
manevi değerlerimiz temeline oturtulmuş- hangi ıslahat ile kurtaracaksınız?
Önce kalkınmış ülkelerle rekabet edecek, sonra da daha insani çizgide dünyaya
örnek olacak bir ekonomi politikanız var mı? Bu politikayı yürütecek bilgi,
beceri ve karakter yapısına sahip insan unsurunu nasıl yetiştireceksiniz?
Şahsiyetli bir dış politika izlemek, uluslararası ilişkilerde piyon değil şah ve
vezir olmak için kısa ve uzun vadeli projeleriniz, planlarınız nedir?
Önemlilerini sıralamaya çalıştığımız bu ana problemleri çözecek kadrosu,
iradesi, programı ve ehliyeti bulunmayan partilerin biri gelmiş, biri gitmiş ne
yazar? Hamam ve tas değişmedikten sonra hükümet kurulmuş, kurulmamış neye yarar?
Politikacıya Mübah mı?
Politikacı ülke yönetimine talip olan, seçim sonucuna göre ya iktidarda yahut da
muhalefette yönetime katılan insandır. En azından teorik olarak toplumun bilgi
ve ahlak bakımlarından seçkin kesimine mensuptur. "Nasıl olursanız öyle
yönetilirsiniz" hikmetini ölçü aldığımızda toplumun aynasıdır; milletimizin
hayatında yaşayan değerlere göre -bazı aşınmalar olsa da- ahlâkî fazilette örnek
olmalıdır.
Ancak bu teorik gerçeklere ve gerekliliklere rağmen dönüp politikacılarımıza,
hem de bu kesimin en üst basamağa tırmanarak Büyük Millet Meclisi'ne girmiş
olanlarına baktığımızda -istisnalar kaideleri bozmaz, her koyun kendi bacağından
asılır- görülen manzara şudur: Meclis içinde adi suç işleyenleri, dolandırıcılık
yapanları, bölücülüğe soyunanları, tecrübesiz Anadolu kızlarını kandırarak
ırzlarına geçenleri, tecrübeli fahişelerle zina edenleri, kumar oynayanları, su
içer gibi yalan söyleyenleri, yakası açılmadık küfürler ile birbirlerine hakaret
edenleri, yağcıları, dalkavukları, menfaat karşılığında iş takibi yapanları,
devletin güç ve imkanlarından haksız olarak yararlananları, yakınlarına meşrû
olmayan menfaatler sağlayanları, bugün övdüğüne yarın sövenleri, bir gün kardeş
dediğini ertesi gün dövenleri, öldürücü silahlarla meclis arkadaşına hücum edip
yaralayan ve öldürenleri, parti disiplini adına aka kara, karaya ak diyenleri,
vicdani kanaatlerine ters düşen istikamette oy kullananları... devamlı veya bir
müddet için barındırmaktadır.
Evet yukarıda sıraladığımız ve muhtemelen bir kısmını da unuttuğumuz rezilet ve
ahlaksızlık örneklerini sergileyen insanlar, milletvekili sıfatıyle meclise
girebilmekte ve burada bir müddet veya dönem sonuna kadar kalıp milleti temsil
edebilmektedirler. Bu vakıa bir yandan, aynı meclis çatısı altında bulunan
faziletli insanların -şartları ve araçları eşit olmadığı için- seslerini
duyuramamalarına, yönetimde belirleyici olamamalarına sebep olurken diğer yandan
milletin faziletli evlatlarının gözlerini yıldırmakta, bu şerefli hizmete talip
olma şevklerini kırmaktadır.
Yukarıdaki tesbitler doğru ise sormak gerekiyor: Biz farkında olmadan uzun bir
uykuya daldık, Ashâb-ı Kehf (yedi uyuyanlar) gibi yıllar geçtikten sonra
uyandık, toplumun maruz kaldığı çürümeyi, bozulmayı farketmedik, bilemedik de
bunun için mi olup biteni yadırgıyoruz yoksa toplum yine bizim bildiğimiz
toplum, fazilet yine değerli ve ölçü olduğu halde toplumuna yabancılaşmış,
çürümüş ve bozulmuş bir kısım insanlar halkın gözünü boyayarak Büyük Meclise
girme imkanı mı bulmuşlar? İkinci şık doğru ise -ki biz bunun böyle olduğuna
inanıyoruz- "layık olmadıkları halde orada bulunan kimselerin bunca yapıp
ettikleri mübah mı?" sorusu yersiz olmaktadır; çünkü böyleleri için kendilerince
faydalı olmak şartıyle mübah olmayan davranış bulunamaz.
Sayıları az olmayan fazilet örneği milletvekillerimize şöyle seslenmek
istiyoruz: Ya meclise girdikten sonra fazilet erbabı ile işbirliği yapın yahut
da meclise girmeden önce kirlenmişlerin arasında politikaya soyunmayın!
Temsil
Temsil, serbest iradenin veya kanunun verdiği selahiyete dayanarak bir şahsın,
diğeri adına hareket etmesi, onun namına geçerli olacak tasarruflarda
bulunmasıdır. Temsil hukukî ve siyasî olmak üzere ikiye ayrılır; vekil, veli ve
vâsinin temsili hukukî temsil örnekleridir, vekalette vekil temsil selahiyetini
vekalet verenin serbest irade beyanından alır ve o nasıl isterse öyle hareket
eder, aksi halde fuzuli durumuna düşer ve vekalet verenin onayı olmadıkça
vekilin tasarrufları onun adına geçerli olmaz. Veli temsil selahiyetini kanundan
alır, hangi hallerde velayet hakkının kimlere ait bulunduğu kanunlarda
belirlenmiştir. Veli, velayeti altında bulunan küçük veya kısıtlı şahıslar adına
hukukî tasarruflarda bulunurken nelere riayet edeceği, başka bir ifade ile
tasarruf selahiyetinin sınırları kanunda belirtilmiştir. Bunlara riayet etmeyen
veli, adli takibata uğrar ve hak ettiği müeyyideye çarpılır.
Bizim üzerinde durmak istediğimiz siyasî temsil demokrasilerin bir çeşidi olan
"temsili demokrasi" ile ortaya çıkmıştır. Bilindiği üzere doğrudan demokraside
kimse kimsenin irade ve isteğini temsil etmez. Devleti bir köyden ibaret
düşünürsek köyün reşid olan bütün ahalisi uygun bir yerde toplanır, mesele ne
ise onu müzakere eder, tartışır, bir karara varırlar, yöneticilere de bu kararı
uygulamak düşer. Bu demokraside seçilmiş şahıslar seçenler adına karar alamaz,
kanun ve kaide koyamaz, yasama faaliyetinde bulunan bir meclis mevcut değildir.
Eski çağlarda Atina ve Isparta, şeklî bakımdan doğrudan demokrasi/hükümet
uygulamasına örnek gösterilmiş ise de pek küçük varlıklı bir gurubun vatandaşlık
hakkından yararlanabildiği bir toplumda demokrasiden bahsedilemiyeceği açıktır.
18. yüzyılda J.J. Rousseau doğrudan demokrasiyi savunmuş, fakat nüfusun çok,
yerleşimin dağınık olduğu ülkelerde bunun imkansızlığını görerek emredici temsil
kavramını getirmiştir. Halkın seçtiği vekillerin seçim bölgelerine bağlı
bulunduklarını ve kanunları yaparken onlara danışmaları gerektiğini, halkın
vekilleri azletme selahiyetlerini sözkonusu eden bu temsil anlayışı da
uygulanamaz olduğundan millî egemenlik ve temsilî vekalet kavramları
geliştirilmiş, uygulama da bunlara göre olmuştur.
Günümüzde doğrudan demokrasi sadece İsviçre'nin bazı kantonlarında
uygulanmaktadır. Temsili demokrasiler/hükümetlerde halk egemenliği değil, millî
egemenlik vardır, millet halihazırda yaşayan halk değil, geçmiş ve gelecek
nesilleri içine alan manevi bir varlıktır. Seçilen vekiler halkı değil, işte bu
milleti temsil etmektedirler; bu sebeple seçmenlerine ve bölgelerine bağlı
değildirler. Bu nevi temsil anlayışı, demokrasinin özünü teşkil eden "halkın
kendi iradesi ile kendini yönetmesi" ilkesi ile bağdaşmadığı için formüller
aranmış, "yarı temsilî", "yarı doğrudan" demokrasi çeşitleri ileri sürülmüştür.
Yarı doğrudan hükümet şeklinde, halkın egemenliğini kullanmaya doğrudan
katıldığı üç yol vardır: Referandum, halkın vetosu ve halkın kanun teklifi.
Temsil kurumunu demokrasi ile bağdaştırmak için birçok yollar aranmış ve
uygulanmış olmasına rağmen seçilmiş üç beş yüz kişinin halkın ve milletin istek
ve iradesini temsil ettiğini düşünmek ve temsilî sistemle yönetilen toplumlarda
gerçek mânâda demokrasiden bahsetmek yalnızca bir iddiadan ve yakıştırmadan
ibarettir. Kaldı ki, eğer mümkün olsa da hem yasamayı, hem de yürütmeyi doğrudan
halk yapsaydı bu yalnızca demokrasi olurdu, halkın iradesinin yasama ve
yürütmeye tam olarak yansıması olurdu, fakat geriye yine de bir soru kalırdı:
"Halkın sesi kayıtsız ve şartsız olarak Hakk'ın sesi midir?
Olduğunuz Gibi
Yönetilirsiniz"
Yukarıdaki yazıda müminlerin yöneticilerinin ancak müminlerden seçilebileceğini,
yöneticide aranacak vasıf ve şartların ikincisinin de amel olduğunu tesbit
etmiştik. Amel, inanılan dinin, insan hayatının bütün yönleri ile ilgili
talimatını uygulamak demektir. Bu uygulamayı -özellikle farz, vacib, haram ve
tahrimen mekruh davranışlar ve hükümlerde- eksik yapanlara İslâm literatüründe "fâsık"
denilmektedir. Bu bağlayıcı hüküm ve talimatta kusuru olmayanlar ise "salih,
adil, takva sahibi" müminlerdir. Salih ve ehliyetli mümin varken, fâsık müminin
veli (devlet başkanı, vali, kaymakam, hakim, muhtar, vezir, vekil, belediye
başkanı, şahit,...) olması İslâma göre caiz değildir. Müminler kendilerini
temsil edecek, kendileri adına hukuken geçerli işlemler yapacak, yönetimlerini
deruhte edecek kimseleri belirlerken bu kaideye uymak zorundadırlar. Bu
zorunluluk müslümanların siyasetle (yönetimle, rejimle, iktidara gelecek
olanların kişilikleri, ahlakları ve programları ile, çıkardıkları kanunlar,
aldıkları kararlar ve yaptıkları icra ve uygulamalarla) ilgilenmeleri
mecburiyetini de beraberinde getirmektedir.
Müminler, kendilerini yönetenlerin kararları ve icraatlarının bir yandan Allah
Teala'nın irade ve rızasına, diğer yandan toplumun dünya ve ahiret menfaatlerine
uygun olup olmadığını devamlı denetlemek ve uygun hale gelmesi için çaba
göstermek durumundadırlar. İslâm insanların dünya ve ahirette mutlu olmalarını
hedef edinmiştir. Bu iki alem mutluluğunun değerleri karşılaştırıldığında
ikincisinin ağır basması tabiidir; çünkü birincisi fâni, bu ise bâki ve
ebedîdir; birincisi araç, bu ise amaçtır. Şu halde aksine bir zaruret
bulunmadıkça öncelik ve tercihlerde ahiret menfaatine ağırlık verilecektir.
Ahiret menfaati insanların dünyada zayıf, geri, çilekeş, yoksul, mağlup, cahil
olmalarını gerektirmez; yalnızca dünya nimetlerinden yararlanırken bazı sınırlar
ve kurallara riayet etmeyi gerektirir. Bu sınırlar ve kuralların da tamamı son
tahlilde insanı aynı zamanda dünya hayatında kötülüklerden, hastalıklardan,
vicdan azaplarından, mutsuzluk ve huzursuzluklardan korumaya yöneliktir. Mümin
işte bu inanç, bilgi, duygu ve şuur içinde seçimini yapacak, seçtiğini
denetleyecek, değerlendirecek, öncelikleri belirleyecek, düzenini kuracaktır.
Yazının başına koyduğumuz cümle, aynı zamanda hadis olarak da rivayet edilmiş
bulunan bir sosyo-politik kanunu ifade etmektedir. İnsanların içinde
bulundukları sosyal ve ahlâkî şartların siyasete yansıması, hatta yansımanın
ötesinde iktidarı belirlemesi iki şekilde yorumlanabilir:
1. "Kişi sevdiği ile beraberdir" vecizesinin de ifade ettiği üzere fasıklar
fasıkları seçer, salihler de salihleri. Bir ülkede güç veya çoğunluk fasıklarda
ise yönetime fasıklar gelir, güç veya çoğunluk salihlerde ise tabii olarak
yönetimde de salihler bulunur.
2. Allah Teala kullarını terbiye etmek, iş işten geçmeden onları uyararak doğru
yola girmelerine yardımcı olmak maksadıyle topluma hakim olan zulüm, rüşvet,
hasılı ahlaksızlık sebebiyle, onlara kötü yöneticileri musallat kılar. Bin
nasihattan hayırlı olan bu musibet sebebiyle bazen insanlar akıllarını başlarına
devşirir, hakka ve ahlâka döner, kendi irade ve çabalarıyle layık olacakları iyi
yönetime kavuşurlar.
Sonuç olarak âhirete ateşini götüren insanın kendisi olduğu gibi yönetimi ve
yöneticiyi belirleyecek olan da yine insanın ahlakı ve iradesiyle elde ettiği
liyakattir.
Halkın Sesi, Hakkın Sesi
Halk insan topluluğudur. "Halkın sesi Hakk'ın sesidir" formülündeki "halkın
sesi", halk çoğunluğunun iradesidir. Halk çoğunluğu bir konuda görüş bildirdiği,
iradesini açıkladığı, bir hükmü ve değeri benimsediği zaman bütün bunlar
"haktır, iyidir, doğrudur, meşrûdur, olması gerekendir, Allah'ın da istediğidir"
denilebilir mi? Demokrasiler bu soruya evet cevabını veriyorlar. Bu cevabı
tahlil ve tenkit etmeden önce tarih boyunca Hakk'ın sesini daha kimlerin temsil
etmeye kalkıştığını hatırlamamız gerekecektir.
Mutlak monarşilerde egemenliği bir kişi temsil etmiş ve onun sesi, onun iradesi
halkın sesi olarak kabul edilmiştir. Bunun hukuk, din, felsefe ve ahlak
açısından tutarlı bir tarafı yoktur. Monarklar genellikle meşrûiyyeti dinden
almış, dine dayandırmışlardır; ancak hiçbir hak dinde -bozulmamış, din
adamlarının menfaatleri yönünde değişikliklere uğramamış semavî dinlerde- böyle
bir kişiye, hakkın sesi olma ve iradesini temsil etme selahiyeti -Allah ve din
tarafından- verilmemiştir. İslâm toplumlarında "sultanın, padişahın, hükümdarın
yeryüzünde Allah'ın gölgesi" olarak telakki edilmesinin de İslâm'ın muteber
kaynaklarında dayanağı yoktur.
Aristokrasilerde seçkin bir grup, egemenliği ellerinde tutmuş ve hakkın sesi
olduklarını iddia etmişlerdir. Bunlara böyle bir selahiyeti ne halk, ne de Cenab-ı
Hak vermediğine göre bu "keramet de şeyhin kendinden menkuldür", seçkinler
kendilerinde böyle bir selahiyeti görmüş, güçlerine dayanarak bunu halka
dayatmışlardır.
Halkın sesi, hakkın temsilcisi olma selahiyetini Allah'tan aldığını iddia ederek
tek başına egemenliği temsil eden din adamı veya sivil yöneticilere yer veren
teokrasilerde, böyle bir iddia ile başa geçen kişilerin, selahiyeti Allah'tan
aldıklarına dair hiçbir delil yoktur. Bu kişilere Allah'tan vahiy gelmediği gibi
ellerinde Allah'a ait olduğu bilinen -veya böyle olduğuna inanılan- bir talimat
da mevcut değildir. Papa veya teokratik kral yanılmaz olduğunu, bütün
tasarruflarının Allah iradesine uygun bulunduğunu iddia etmektedir, ancak bu
iddianın dini, akli, sosyal ve hukukî bir delili bulunmamaktadır.
Hakkın sesini bir sınıfın -mesela emekçi sınıfın, işçilerin- temsil ettiğini ve
egemenliğin de onlarda olması gerektiğini savunan rejimlerde, hakim ses ile
halkın sesinin paralelliği konusunda iki problem vardır: a) Mesela işçi sınıfı
halkın tamamı değildir ve halkın tamamının rızası ile temsil selahiyetini almış
da değildir. b) Fiilen iktidarı ellerinde tutanlar bir avuç bürokrat ve
siyasîdir, bunlarla hakim sınıf arasında da rızaya dayalı bir temsil ilişkisi
yoktur.
Halkın kendi iradesi ile kendini yönetmesinden ibaret olan demokrasilerde
-doğrudan demokrasi hariç- halkın iradesinin yönetime, daha doğrusu devletin
fonksiyonlarına yansıması önünde çok önemli ve aşılması imkânsız engeller
bulunduğuna daha önceki yazılarda işaret edilmişti. Siyasi iktidarın sesinin tam
olarak halkın sesinden ibaret olduğunu farzettiğimizde karşımıza çıkan problem
bu sesin, hakkın sesini (iyiyi, doğruyu, olması gerekeni, Allah'ın irade ve
rızasını) temsil edip etmediğidir. Bu problemi şöyle bir soru haline getirmek de
mümkündür: Hakkın sesini temsil etmek için yalnızca, tek başına, kayıtsız ve
şartsız olarak halkın sesi ve iradesi yeterli midir?
Laik-demokratik sistemler dini, Allah'ın rıza ve iradesini sosyal ve siyasî
hayatın dışına çıkarmışlardır. Buna göre "iyi, doğru, güzel, olması gereken,
meşrû olan" halkın dediği ve istediğidir. Daha doğrusu temsilcileri vasıtasıyle
ortaya konduğu iddia edilen halk çoğunluğunun istek ve iradesidir. Bu teorinin
temelinde akıl ve bilim vardır; Aydınlanma döneminin getirdiği ve modernitenin
yanılmaz bir kılavuz olarak kabul ettiği akıl ve bilim. Ancak halkın iradesi,
isteği ve dediği ile akıl ve bilim arasındaki ilişki alanı oldukça sislidir.
Olup bitene bakıldığında değerler ve kurallar halk tarafından değil, kendilerini
akıllı ve bilgili kabul eden seçkinler tarafından ortaya konuyor, halka
sunuluyor, herşeye aklı ermez kabul edilen halk, siyasetin inceliklerinden
(entrikalarından) istifade edilerek ikna ediliyor (kandırılıyor), oyları
(tasvipleri) alınıyor ve bu halkın iradesi, isteği, dediği oluyor. Halbuki
bunun, aydınlara ait olduğu, aydınların (kendilerine bu sıfatı yakıştıranların)
okuduklarına halkın anlamadan âmin dediği apaçık ortadadır. Kurallar ve değerler
ister gerçek mânâda halkın akıl, bilgi ve iradesine dayansın, ister seçkin bir
sınıfa ait olup hile ile halka maledilmiş akla ve bilgiye dayansın hakkın sesini
temsil eder mi? Bu değerler ve kurallara dayanan sistemler ferdin kemale
ermesini ve mutlu olmasını, insanlığın da, barış ve adaletin hakim olduğu bir
dünya düzenine kavuşmasını sağlar mı? Bunun için yeterli olur mu?
Hem tarihte ve günümüzde görülen uygulamalardan (tarihi delilden), hem de akıl
ve bilginin mahiyet ve sınırından (felsefî, epistemolojik delilden) hareketle bu
sorunun cevabını müteakip yazıda arayalım.
Siyasî Temsil
Siyasi temsilden maksadımız, devletin başlıca fonksiyonları olan icrada, kazada,
yasamada ve denetimde milletin, özel ve tüzel kişiler tarafından temsil
edilmesi, bu kişilerin millet adına tasarrufta bulunmasıdır. Bu kişilerin
seçimle iş başına geldiği rejimlerde seçmenlerin, seçilen şahıslara temsil
selahiyeti verdikleri varsayılmaktadır. Şüphe yok ki, seçmenler vekillerine "siz
nasıl isterseniz öyle kanun çıkarın ve devleti yönetin" demiyor, tam aksine "siz
bizim vekillerimizsiniz, bizim istediğimiz gibi kanun çıkarın ve yönetin"
diyorlar. Vekiller devletin idare merkezine gidip faaliyetlerine
başladıklarında, yaptıklarının millet iradesine (seçmenlerin isteklerine) uygun
olup olmadığı nasıl tesbit edilecektir? Hukuk ve siyaset bilim adamları bu
sorunun cevabını aramışlar, halkın yönetime katılmasının çareleri üzerinde
düşünmüşlerdir. Ancak bu güne kadar bulunan çareler, temsilî demokrasilerde
millet iradesinin meclise ve yönetime tam olarak yansımasını sağlamada yeterli
olamamıştır.
Türkiye'yi örnek olarak alırsak gerek yasamada ve gerekse yönetimde iradesi
geçerli olan görünüşte meclistir, gerçekte ise iktidar partisi veya partilerinin
yönetici kadrolarıdır. Bu kadrolar da yalnızca kendi iradeleri ile değil, onları
destekleyen ve yönlendiren iç ve dış güç odaklarının iradeleri ile (en azından
bunları göz önüne alarak) hareket etmektedirler. Yöneticiler parti guruplarının
iradelerine, parti gurupları da milletvekillerinin iradelerine hakim
olmaktadırlar. Halbuki temsilî demokrasilerde varsayılan ilke, vekillerin bu
sıfatla tasarruflarına, onlara vekalet veren seçmenlerin (halkın, milletin)
hakim olduğu idi. Yarı doğrudan veya yarı temsili sistemlerde halk iradesinin
yönetime yansıması ilkesi bir miktar daha işlerlik kazanmakla beraber bu da o
ölçü ve miktar sınırlarında kalmaktadır. R. Garaudy, "İster Allah'ın yerini
gasbeden mutlak bir hükümdarlık biçiminde olsun, ister kabilenin ya da mezhebin
yerini alan, partilerden ve sınıflardan oluşmuş bir parlementonun ya da evet
veya hayırdan başka cevabın olmayacağı referandumun sözkonusu olduğu bir 'aygıt'
biçiminde olsun tüm temsil etme ve edilme aldatmacadır" derken bu gerçeği dile
getirmektedir. (20. Yüzyıl Biyografisi, s. 257).
Temsilî demokrasinin savunucuları, yönetime halk iradesinin her kademede
yansımasını değilse bile kısmen yansımasını, belli süreler sonunda yapılan
serbest seçimlerin sağladığını, bu seçimlerde halkın, icraatını veya
programlarını beğenmediği partilere ve adaylara oy vermemek suretiyle bunu
gerçekleştirdiğini ileri sürmektedirler. Ancak bu da bir iddia ve varsayımdan
ibaret olup iki önemli açığı bulunmaktadır: a) Seçimlerin dört yılda bir
olduğunu düşünürsek bu uzun süre içinde vekillerin, halk iradesine ters düşen
tasarrufları geçerli ve bağlayıcı olmakta, çoğu zaman atı alan Üsküdarı
geçmektedir. b) Parti ve adayların seçiminde halkın bilgi, duygu ve iradesi iki
yüzlü ve aldatıcı davranışlarla yönlendirilmektedir.
Kitlelerin saflığından yararlanmak adayların işlerine gelir. Oy avcılığı daha
çok bilinçaltını yönlendirme sorunu olur. Siyasal söylevciler, duygusal
içeriklerle yüklü sözcükleri ve imgeleri (hayalleri) utanmazca kullanırlar. Oy
verme işlemi, genellikle olguların ve sorunların nesnel bir biçimde
tartışılmasıyle yapılmaz. Bunun yerine seçmen, zekice bulunmuş sloganların ya da
özellikle çekici görünen posterlerin kışkırttığı duygusal dürtülerle etki
altında bırakılır. Yasama meclislerinde, rasyonel olmayan etmenlerin etkileri,
neredeyse seçmenler arasındaki etkileri kadar apaçık görülür. (E.M. Burns,
Çağdaş Siyasal Düşünceler, Ankara, 1984, s. 32.)
Yerinden yönetime ağırlık verilmesi ve sivil toplum teşkilatı ile halkın her an
yönetimi denetlemesi ve ona katılması, son zamanlarda siyaset bilimi
uzmanlarının üzerinde ısrarla durdukları çaredir. Ancak -kısmen fayda sağlasa
bile- bugüne kadar dünyanın hiçbir yerinde bu çözüm teklifi ve uygulaması da
amacı gerçekleştirememiştir.
Demokrasinin tercih edilmesi gereken bir sistem olduğu iddiası iki ön kabule
dayanmaktadır: a) Hakimiyet milletindir (böyle olmalıdır), bu ilkenin
gerçekleşebildiği, geçerlik kazandığı tek sistem demokrasidir. b) Milletin veya
millet çoğunluğunun değerlendirmesi ve kararı iyidir, doğrudur, güzeldir,
insanlara aradıkları mutluluğu vermek için yeterlidir. Bundan önceki yazı ile bu
yazıda millet iradesinin ve dolayısıyle hakimiyetinin devlet yönetimine
yansıması ilkesinin, başka bir deyişle devletin, milletin istediği gibi
yönetilmesi amacının, hangi şeklinde olursa olsun temsili demokrasilerde tam
olarak gerçekleşmediğini ortaya koymaya çalıştık. İkinci önkabulü; yani "millet
çoğunluğunun kararının iyiyi, güzeli, doğruyu" temsil ve teşkil ettiği iddiasını
ise aşağıdaki ele alacağız.
Demokrasi, Demagograsi
Demokrasinin çeşitli tanımlarından birinin veya tamamının İslâm ile örtüşüp
örtüşmediği veya İslâma uygun düşüp düşmediği konusunda farklı görüşler ileri
sürülmüş, kitap ve makaleler yazılmış, hatta Doğu'da ve Batı'da tezler
yapılmıştır. Bu yazının konusu, bu uygunluk veya uygunsuzluğun tesbiti değil,
ülkemizde genelgeçer demokrasi tanımlarının uygulamaya uygun düşüp düşmediğidir.
Bundan otuz kırk yıl önce kitaplar ve makalelerde demokrasi "ya doğrudan veya
temsilcileri aracılığı ile halkın kendi kendini yönetmesidir" diye tarif
edilirdi. Şimdilerde bu tanım "insan haklarına riayet edilen, mümkün ise bireye
kadar yönetime katılma imkânı veren bir siyasî sistem" olarak tarif
edilmektedir.
Dönüp uygulamaya baktığımızda görülen manzara hiç de tanımlara uymamaktadır;
çünkü perde arkasında bulunan ve yönetmek için seçilmedikleri halde yönetime
hakim olan güçleri bir yana bıraksak bile görünüşte iktidar partiler arasında el
değiştirmekte, partilere de parti karar ve disiplini hakim bulunmaktadır.
Milletvekili adayları parti tarafından belirlenmekte, bu belirlemede halkın
irade ve menfaatinden ziyade partinin başında bulunanlar ile bunların maddi
manevi güç aldığı çevrelerin dedikleri olmaktadır. Milletvekillerinin temsil,
yönetime katılma ve denetim fonksiyonları sıfıra yakındır. Milletvekili,
arkasında binlerce insanın bulunduğu müstakil bir temsil kişiliği değil, oy
sayısını dolduran, verilen vazifeleri yapan bir birimdir. Meclisin göze çarpan
yerinde "hakimiyetin millete ait olduğu" yazıldığı halde gerçekte hakimiyet,
milyonlara nisbetle bir avuç teşkil eden seçilmemiş/temsil yetkisi olmayan
güçlerin elindedir. Onlar istemedikçe anayasa ve kanunlar değiştirilemez, haklar
ve hürriyetler verilemez, alınamaz, alınmış kararlar uygulanamaz. Halkın
temsilcilerinin elini kolunu bağlayan, iradelerini dizginleyen bir görünmez el
bir kâbus gibi üzerimize çökmüş bulunuyor. Gerek halk ve gerekse onun
temsilcileri bu eli kaldırmaya, kırmaya kadir olamıyor, bu şuurdan ve güçten
mahrum bulunuyorlar.
Bütün bunlar vakıaya, olup bitene uygun düşen tesbitler ise medyada boy gösterme
imkanını bulan bir kısım üst düzey (!) yetkililerin, değerli olmasalar bile
önemli olan kişilerin ikide bir çıkıp halk iradesinden, halkın dediğinin
olduğundan, halkın yararının her şeyin önünde bulunduğundan, kendilerinin halka
hizmet için bu eziyetlere (!) katlandıklarından, adaletten, hakkaniyetten, hukuk
devletinden... bahsetmeleri demagojidir; bunlar demagoglardır ve demagogların
üst düzeyde bulundukları siyasî sistemin adı demokrasi değil, demagograsidir.
Sistem ve Siyaset
Siyaset: a) sistem içinde, hem iktidarı elde etmek/tutmak/geliştirmek, hem de
hizmet etmek için, b) Sistem içinde iktidara gelip sistemi değiştirmek için, c)
Sistem dışında mücadele ederek sistemi değiştirmek için yapılabilir. Millî
Nizam-Selamet-Refah isimleriyle devam eden parti hareketi için genel intiba
ikinci amaçla siyaset yapmak olmasına rağmen bu hareket giderek birinci ile
ikinci çizgi arasında zikzak çizmeye başlamış, son zamanlarda ise birinci
çizgiye daha yakın bir rotaya girmiştir.
Türkiye'de tamamen, tavizsiz, açıkta ve gizlide sistem içinde kalarak siyaset
yapmak ve bu yoldan sistemi değiştirmek mümkün değildir; çünkü demokrasi ismen
ve bazı kurumlarıyle işler olmasına rağmen ülkemizde sistem, anayasa ve zinde
güçleriyle kendini kitlemiş, dondurmuş, değişemez kılmıştır. Sistemin
değiştirilmesi isteniyorsa kilit ya demokrasi anahtarı ile açılacak yahut da
kırılacaktır. Bize göre Refah Partisi'nin -mevcut şartlarda- sistemin kilidini
demokrasi anahtarı ile açması mümkün değildir; çünkü bu aşamanın henüz
gerçekleşmemiş (hatta gerçekleşme eğilimine girmemiş) üç şartı vardır: a) Halkın
iradesi doğrultusunda anayasa değişikliğinin kayıtsız, şartsız, istisnasız
mümkün olması, b) Bu değişikliğe ülke halkının üstünde/dışında hiçbir gücün
engel olmaması, c) Sistemi halihazırda her şeye rağmen ve ne pahasına olursa
olsun koruyanların ya ikna yoluyla, yahut da güç dengeleri değiştiği için
değişime razı olmaları (veya boyun eğmeleri). Bu tesbit doğru ise -ki biz böyle
olduğuna kaniyiz- Refah Partisi'nin kısmî, hatta tek başına iktidarı elde
ettiğinde yapabileceği şey sistem içinde yapılabileceklerin "iyisini" yapmaktan
ibarettir. Bu "iyi"nin, sistemin güç ve devamlılık kazanmasına mı yoksa değişim
şartlarının oluşmasına mı hizmet edeceği konusu -böyle bir niyet ve şuur var
olduğu takdirde bile- oldukça çetrefil ve karanlıktır.
Değişim taraftarlarının ümitli olabilmeleri için her şeyi partiden, parti
siyasetinden beklememeleri gerekir. Demokratik yoldan sistem değişikliğinin
gerçekleşebilmesi için çok yönlü çalışmalara, farklı yollardan (siyaset, kültür,
ekonomi, eğitim, sanat, medya...) yürüyen guruplara ve bir bütünün parçası olma
şuurunu taşıması gereken bu çalışmalar/guruplar arasında diyaloga ve dayanışmaya
ihtiyaç vardır.
Başarının şartı samimiyettir, davanın menfaatini diğer bütün menfaat ve
meyillerin üstünde/önünde tutmaktır.
İslâm İktisadı
Kavram
İktisat bilimi tabiat veya matematik bilimleri gibi/bu mânâda ve mahiyette kesin
ve evrensel bir bilim olsaydı, bu bilimin uygulandığı alanlarda oluşan kurumlar
da tarihte ve günümüzde birbirinin aynı olarak görülse idi -tıpkı İslâm fiziği,
İslâm matematiği diyemiyeceğimiz gibi- İslâm iktisadından söz etmemiz de
anlamsız ve tutarsız olurdu. Halbuki -bildiğim kadarıyla- genel olarak iktisat
teorisi içinde arz-talep kanunu gibi kesine yakın kurallar ve ilişkiler
bulunmakla beraber tartışmaya ve değişmeye açık, temel ilkelere, amaçlara ve
kalkış noktalarına göre farklı kurallar, değişkenler ve uygulamalar da vardır.
Bu iki açıdan bakılarak "mutlak iktisad"den söz edilebileceği gibi bir
ideolojiye, dine, bakış açısına bağlı farklı ve göreceli iktisad adlandırmaları
yapmak da mümkündür. Bu bağlamda İslâm iktisadından maksadımız "İslâmın
getirdiği varlık, bilgi ve değerler anlayış ve sistemine dayalı, bu çerçeve
içinde oluşan ve işleyen iktisad bilimi ve iktisadî hayattır".
Kaynaklar
İslâm ilimleri ve kurumlarının temel kaynağı Kur'an ve Sünnet, islâmî tecrübe ve
akıldır. Kur'an-ı Kerim'de ve Sünnet'te "üretim, üretimin unsurları, unsurlar
arasındaki ilişki ve denge, tüketim, paylaşım, istihdam, tabiat-insan ilişkisi,
insanın varoluş gayesi, servet, ihtiyaç" gibi konu ve kavramlar -kimi genel
ilkeler, kimi de özel hükümler ve örnekler şeklinde- yer almış, açıklamalar ve
yönlendirmeler yapılmıştır.
Vahyin ışığında ve rehberliğinde işleyen islâmî tecrübe ve akıl siyaset, hukuk,
ahlak, cemiyet konuları gibi iktisat konularını da -islâmî bir bilim dalı olan
fıkıh bütünü içinde ele almış ve geliştirmiştir. Genel fıkıh kitapları yanında
vergi, para, mal, maliye, pazar konularında ayrı kitaplar ve risaleler de
yazılmıştır. Batı'da, son asırlarda iktisat bilimi bağımsızlık kazanınca islâm
dünyasında da "siyaset, cemiyet, hukuk" bilimleri gibi İslâm iktisad bilimi de
bağımsız bir disiplin olma yoluna girmiştir; bugün İslâm iktisadı ile ilgili
enstitüler, kürsüler, tezler, kitaplar ve makalelerin listesi büyük kataloglar
oluşturacak düzeye gelmiştir.
İlkeler
1. İslâm iktisadının muhatap insanı "İslâm insanıdır" ve bu insana, ferdî
müslümanlığını gerçekleştirme yanında, caydırıcı gücüyle hakim olacağı dünya
düzenini yönlendirme, iktisadî zulmün ve baskının ortadan kalkmasını sağlama
vazifesi verilmiştir.
2. İslâmî iktisadın kurallaştırılması ve işleyişi iki farklı amaca göre
değişiklik arzeder: a) Adalet, hakkaniyet, barış ve hürriyetin -müslümanların
dünyaya müdahil olmaları sayesinde- oluşması halinde insanların normal
ihtiyaçlarına cevap veren "tabii iktisad sistemi". b) Dünya düzenine milliyetçi,
egoist, sömürücü, hileci, israfçı güçlerin hakim oldukları dönemde müslümanların,
amaçladıkları mutlu dünya düzenini kurabilmek için olağanüstü çabalar göstermek
ve yollara başvurmak mecburiyetinde kaldıkları "olağanüstü iktisat sistemi".
Birinci saf, ikincisi geçici olarak karma bir iktisat sistemidir.
3. İnsan da bütün yaratılmışlar da Allah'a aittir, gerçek mülk sahibi Allah'tır,
insan O'nun emanetçisi ve mülkünde -O'nun iradesine göre- tasarrufun vekilidir.
4. Fertler ve topluluklar (kavimler, ümmetler, kabileler, aşiretler...) aynı
asıldan/kökten ve Allah tarafından yaratıldıkları için ve bu bakımdan
birbirlerine eşittirler. Eşitliği bozacak oluşumlar ve yapılar, kulların kendi
iradeleri ve çabalarıyla elde edecekleri iyi veya kötü vasıf, fiil, eser ve
ürünlere bağlıdır.
5. İnsanların kardeşliğinde belirleyici unsur "iman birliğidir". Aynı imanı
taşıyanlar ek olarak aynı ailenin mensubu olurlarsa kardeşlik daha güçlü
bağlarla takviye edilmiş ve bu takviyeye ait haklar da devreye girmiş olur. Aynı
aileden geldikleri halde imanları farklı olanlar kardeş değildir. Müminlerin
kardeşlerine karşı olduğu gibi kardeşleri olmayan insanlara karşı da hukukî ve
ahlâkî sorumlulukları vardır; kardeş olmayan insan, soyulacak, sömürülecek,
ezilecek, zulmedilecek... insan değildir. Bu sebeple kime karşı olursa olsun
israf, hile, aldatma, fahiş bedel, spekülasyon, ihtikâr, haksızlık...
yasaklanmıştır.
6. İktisadî kurallar ve uygulamalar, belirleyici nasların (ayet, hadis)
bulunmaması halinde İslâmın genel hüküm ve ilkelerinden hareketle
kavramlaştırılacak "maslahat: fayda" ilkesine dayanır.
7. Aksine bir zaruret bulunmadıkça üretim ihtiyaca göre yapılır ve üretime
katılan bütün unsurların payları adalet ve hakkaniyet ölçülerine göre
belirlenir. Serbest ekonomik faaliyetler dengeyi bozan güç birlikleri
oluşturursa devlet, kararında müdahale ile adaleti sağlar.
8. Üretime ve kazanca katılamıyanlar ile katıldıkları halde gelirleri, israfsız
giderlerini karşılamayan insanların ihtiyaçlarını karşılamak üzere yeniden
paylaşım gerçekleştirilir. "Nafaka, zekat, sadaka, vakıf, diyet dayanışması,
karz-ı hasen (faizsiz kredi), mal veya menfaat bağışı, miras ve gerektiğinde
vergi" yeniden paylaşımın önemli ve geleneksel araçlarıdır.
9. Riske ve teşebbüse katılmayan sermayenin getiri (kâr, rant) hakkı yoktur. Bu
sebeple faiz yasaklanmış, iktisadî faaliyetlerin finansmanında ortaklık kurumu
ikame edilmiştir.
Amaç
İslâmda iktisadî faaliyetlerin amacı:
1. Ferdin tabii ihtiyaçlarını karşılayarak huzur içinde düşünmesini, inanmasını
ve inancını yaşamasını (müslüman fert için Allah'a kulluk etmesini) temin etmek.
2. Toplumun adalet, güven ve refah ihtiyacını -islâmî ölçüler içinde- sağlamak.
3. Dünyada yaşayan diğer toplulukların hem birbirine, hem de İslâm ümmetine
tecavüzünü, haksızlığını önleyecek güce ulaşmak ve bu güç sayesinde İslâmı, fiil
ve kavil olarak (davranış, temsil ve ifade halinde) insanlığa tebliğ etme,
öğretme, ulaştırma imkânını elde etmek.
Sonuç
Yukarıda özetlenen tanım, ilkeler ve amaçlar göz önüne alındığında bir "İslâm
iktisadından söz etmek" anlamlı ve tutarlıdır. Müslümanların bir vazifesi de bu
iktisadı teori ve pratik olarak gerçekleştirmek ve insanlığa sunmaktır.
Siyaset ve Ahlak
Türkiye'nin ekonomisi iyi yönetiliyor mu, yönetilmiyor mu? Etnik ayrımcılık ve
buna dayalı terör olayları var mı, yok mu? Bu olaylara karşı alınan tedbirler,
olması gerekenin en iyisi veya ona yakını mı, değil mi? Enflasyon düşecek mi,
düşmeyecek mi? Türkiye dolaylı yoldan bağımlı mı, bağımsız mı? İşkence var mı,
yok mu? Bazı bakanlıklara görevli alınırken siyasî ayırma ve kayırma yapılıyor
mu, yapılmıyor mu? Pek azı müstesna siyasîler, halkın gözüne girip oy alabilmek
için dinî ve mukaddesatı istismar ediyorlar mı, etmiyorlar mı? Devlet
dairelerinde rüşvet alınıyor mu, alınmıyor mu?
Bu ve benzeri soruların cevaplarını, mecliste, açıkoturumlarda, televizyon
tartışmalarında, siyasî konuşmalarda ... takip ediyoruz; siyasîlerden iktidarda
olanlar ile muhalefette olanlar genellikle farklı cevaplar veriyorlar.
İktidardakiler her şeyin iyi gittiğini, yakında Türkiye'nin köşeyi döneceğini,
"Cumhuriyet tarihinde ilk defa şu, şu büyük işlerin başarıldığını", hükümetin
her meselenin üstesinden geleceğini söylüyorlar; muhalefettekiler ise tam
zıddını söylüyor, kara tablolar çiziyor, felaketin, iflasın, krizin kapıda
beklediğini haber veriyorlar. Kar beyazdır, birisi karın kara olduğunu
söylüyorsa gerçeğin hilafını söylüyor demektir; bunu bilerek, kasten söylüyorsa
"yalan söylüyor" demektir. Yukarıdaki sorularda da siyahlar ve beyazlar var;
aynı şeye biri siyah, diğeri beyaz diyorsa ortada bir yalancı var demektir. Bu
yalancılar da ülkeyi yönetenler veya yönetmeye talip olanlar ise karşımızdaki
dağ gibi bir ahlak krizidir. Çünkü ister iktidara gelebilmek için olsun, ister
iktidarda kalabilmek için olsun yalan söylemek, bizim geleneğimizde
ahlaksızlıktır. İslâmda böyle bir yalanı söyleyen kimse şahid, hakim, yönetici,
öğretmen, imam, dinî metinlerin ve haberlerin taşıyıcısı (râvi)... hasılı makbul
ve muteber bir insan olamaz. İtibarını yeniden kazanabilmesi için halini
düzeltmesi, yalandan vazgeçmesi (tevbe etmesi) ve buna çevresini inandırması
gerekir.
Evet Türk'ün geleneğinde, müslümanın da dininde yalan söylemek ayıp, çirkin ve
günahtır, yalancı da haysiyetsiz bir insandır, sâbıkalı ve şâibelidir. Ülkemizde
yalanı seçkinler ve seçilenler -milletin gözünün içine baka baka- söylüyorlarsa
bir yerde yanlış yapıldığı ortaya çıkmış olmaz mı?
Pekiyi bu yanlıştan ne zaman dönülecek?
Muhalefet
Bir müslümana göre muhalif, İslâma muhalefet edendir. İslâmı bir tehlike olarak
gören, onun hayattan uzak tutulması için çalışan ve gerektiğinde diğer gayr-i
müslimlerle işbirliği yapan, onları yardıma çağırandır. İslâmı siyasete değil,
siyaseti İslâma alet eden, hâdim kılan müslüman, siyasî kurum, kuruluş ve
faaliyetleri İslâma olan fayda ve zararları bakımından ele almak ve
değerlendirmek durumundadır. Siyasi faaliyetin amacı yalnızca dünya hayatını
iyileştirmek ve toplumun bu dünya hayatına hizmet etmek ise (ülkeyi
kalkındırmak, güçlendirmek, enflasyonu düşürmek, gelir dağılımını adil hale
getirmek, borçları azaltmak, sanayileşmek, sağlığı korumak, dış politikayı millî
menfaatlerin gerektirdiği çizgide yürütmek... ise) müslümana göre bu, ikinci
derecede önemli bir hizmettir; hatta hizmet olması, birinci derecede önemli olan
amaca (İslâmın korunmasına, yaşanmasına) hâdim olmasına bağlıdır.
Müslümanlar vaktiyle iktidarı Halk Partisi'nin elinden alıp Demokrat Parti'ye
verirken birinci derecede beklentileri ve umutları bu partinin İslâma hizmet
etmesi, İslâmlaşmanın yolundaki engelleri kısmen de olsa kaldırması idi.
Şimdilerde kafalar karıştı, müslümanlar -bilerek, bilmeyerek- İslâmlaşmayı
engellemeyi kendine vazife bilen ve bunu açıkça söyleyen "muhaliflere" oy
vermeye, onların safında siyaset yapmaya başladılar. Açık beyanlarına göre bu
muhalifler, birinci derecede diğer partilere (sağcı, solcu, liberal, devletçi...
partilere) değil, İslâma hizmet etmesi muhtemel partilere muhaliftirler; onların
iktidara gelmemesi için her fedakârlığı göze almakta, antidemokratik de olsa her
tedbire başvurmaktadırlar. Müslümanın şuuru ve tavrı bakımından önemli olan,
kendilerinden korkulan partilerin gerçek amacı ve bu amacı gerçekleştirme imkân
ve kabiliyetlerinden ziyade muhaliflerin beklentileri ve korkularıdır.
Muhaliflerin bekledikleri ve korktukları husus, İslâmın güçlenmesi ve sosyal
hayattaki etki alanını genişletmesidir.
İslâmdan korkanlara, onu tehlike olarak görenlere, onu engellemeyi birinci
vazife sayanlara oy verenler veya onlarla ortaklık kuranlar, yaptıklarını bir
daha düşünmek, kısa veya uzun vadede İslâmın menfaati açısından hesabı
tekrarlamak ve sonucu tekrar kontrol etmek durumundadırlar.
İslâmı "siyasal, köktenci, yumuşak, sert, sevdiren, korkutan..." gibi çeşitlere
ayıran ve muhalefetlerinin her çeşit değil, bir çeşit İslâma yönelik olduğunu
söyleyenler bir gün yalnızca kendilerini aldattıklarını anlayacaklardır.
Velâyet
Velâyet'in lûgat mânası iki ve daha fazla şeyin, araya yabancı bir şey
girmeksizin arka arkaya oluşu, bulunuşudur. Bu asıl kavram, zaman içinde
genişleyerek "koruma, yardım, dostluk, temsil, yönetme selâhiyeti" gibi mânaları
da çerçevesine almıştır. Bir hukuk (Fıkıh) terimi olarak velâyet "temsil,
koruma, yönetme ve adına tasarrufta bulunma selahiyetidir." Şahsi veya mal
varlığı yönetilen fert veya özel şahıs ise "hususi velayet"ten, toplum ve ümmet
ise "amme velâyetinden" söz edilir. İster fert olsun, ister toplum,
müslümanların velîsi, yöneticisi, onlar adına tasarrufta bulunma selahiyetini
taşıyan kişi (velî) müslüman olacaktır. Kur'an-ı Kerim ve Sünnet kaynakları bu
konuda en küçük bir tereddüde yer bırakmayacak açıklık ve kesinlikte ifadelerle
doludur:
Sizin velîleriniz ancak Allah'tır,
Rasûlüdür, iman edenlerdir; onlar ki, Allah'ın emirlerine boyun eğerek namazı
kılarlar, zekâtı verirler. Kim Allah'ı, Rasûlünü ve iman edenleri velî edinirse
-bilin ki- üstün gelecek olanlar Allah'ın tarafını tutanlardır. (Mâide: 5/55,
56)
Müminler, kendileri gibi iman edenleri bırakıp da inkârcıları veli
edinmesinler... (Âli-İmrân: 3/28)
Ey iman edenler, küfrü imana tercih ediyorlarsa babalarınızı ve kardeşlerinizi
bile veli edinmeyin; sizden kim onları veli edinirse işte onlar zalimlerin ta
kendileridir. De ki: eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz,
hısım akrabanız, kazandığınız mallar, bozulmasından korktuğunuz ticaretiniz,
hoşunuza giden konaklarınız... Allah'tan, Rasûlünden ve O'nun yolunda cihaddan
size daha kıymetli ve sevimli geliyorsa artık Allah'ın (sizin gibiler için uygun
olan) emrini getirmesine kadar bekleyin; Allah, emirlerine karşı gelenleri doğru
yola iletmez. (Tevbe: 9/23-24).
Ey iman edenler, yahûdileri ve hıristiyanları veli edinmeyin; onlar birbirinin
velîleridir, içinizden onları veli edinenler de onlardandır... (Mâide: 5/51).
Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileridirler; onlar iyiyi
emreder, kötüyü önlerler, namazı kılar, zekâtı öderler, Allah'a ve Rasûlüne
itaat ederler. İşte onlara rahmet edecektir Allah. Şüphe yok ki, Allah izzet ve
hikmet sahibidir. (Tevbe: 9/71)
Bu açık ve kesin ifadeler, müslümanların yönetimlerini teslim edecekleri
kimselerde bulunması gereken şu vasıfları belirlemektedir:
1. İman: Velî, yönetici, mümin adına tasarrufta bulunan selahiyeti verilecek
kişi mümin olacaktır. İslâm hukukçuları kamu hukuku ile ilgili bahislerde bu
şartı ele almış ve üzerinde ittifaka varmışlardır; müminlerin, müslümanların
devlet başkanı, velâyet yetkisi taşıyan başkan yardımcıları (vekiller,
vezirler), hâkimler, vâliler, komutanlar, müdürler... mümin ve müslüman
olacaklardır.
2. Amel: İslâmın getirdiği ibadet, hayat ilkeleri, ta'lîmat ve ahlâka riâyet
edecek, bu alanlardaki yükümlülüklerini fiilen yerine getirecektir. Amel
konusunda kusuru bulunan kimselere fâsık denilmektedir ve hukukçular, fâsıkların
velî olup olamıyacaklarını tartışmışlardır.
Tartışmasız olan husus, bulunduğu takdirde imanı ve ameli tam olanların
öncelikle veli olacaklarıdır.
Gök Boncuk
Hikaye malûmdur: Eskiden birden fazla eş ile evliliğin yaygın olduğu günlerde
-birisi dört kadınla evlenmiş, her birine- diğerlerinden gizli olarak birer gök
boncuk vermiş. Kadınlarla bir arada otururken birisi "Hangimizi daha çok
seviyorsun?" diye sorarsa "Gök boncuğum kimde ise gönülcüğüm ondadır" der
vaziyeti idare edermiş. Bu eski "çok eşli aile siyasetinin" birinci unsuru
gitmiş, ikinci unsuru kalmıştır. Uygulama alanı da aile değil ülke halkıdır.
Siyasilerin kafalarında bir düşünce, gönüllerinde bir bağlılık ve sevgi var;
kimi sağa, kimi sola, kimi Batı'ya, kimi İslâma, kimi falan izme, kimi de filan
izme bağlıdır. Ne var ki, oy alabilmek için bütün çevreleri (potansiyelin
azamisini) memnun etmek mecburiyeti vardır. Bu mecburiyet siyasîleri
"ikiyüzlülüğe, takıyyeye, çifte görüntü vermeye, her çevreye bir gök boncuk
dağıtmaya..." sevketmekte, bunun adına da siyaset (politika) denilmektedir.
Öteden beri siyasîlerin elmalarla armutları topladıklarında, bir arada olması
mümkün olmayan reyleri bir arada tutmaya çalıştıklarına şahit olageldik. Bu
tutum ve yaklaşımların bir kısmı poletikadır, bir kısmının ise gaflet ve
delaletten kaynaklandığı kanaatine vardık.
Devlet veya parti kademelerinin en üst seviyelerine kadar gelmiş kişiler çıkıp
"Hem müslümanım, hem de Batıcıyım", "Asıl müslüman biziz, biz dini siyasete alet
etmiyoruz ve ülkemizi Ortaçağın karanlığına götürmelerine izin vermeyeceğiz",
"Filan partiye oy verirseniz ülkeye siyasal İslâm (fundamantalizm, şeriat)
gelir, derlerse, hem müslüman olacaklarını -özellikle böyle bir açıklamanın hoşa
gideceğini bildikleri yerlerde- ilan eder, hem de ülkede İslâmın gelişmesini,
halkın hayatına daha fazla girmesini önleyecek tedbirleri -entrikalı, suret-i
haktan görünerek- almaya devam ederlerse ortada iki ihtimalden birisi var
demektir: Ya halka karşı politika yapılmaktadır yahut da böyle davranan
siyasîler gaflet ve delalet içindedirler.
Son günlerde bir devlet büyüğünün "Hem tarihimizi ve geleneklerimizi
korumalıyız, hem de bilimde, teknolojide, sanatta, düşüncede dünya ile
bütünleşmeliyiz" demesi, bir partinin bir koalisyon (geçici ve zayıf iktidar)
uğruna dün kara dediklerine bugün ak demesi yüksek değerler sistemine göre
aşağılarda kalan davranışlar, düşüncelerdir ve politikalardır.
Millî
Eğitim Şurası ve İmam-Hatip Liseleri
Yaklaşık kırkbeş yıldan beri -aklı eren öğrenci ve öğretici olarak içinde
bulunduğum- millî eğitimimizin bozuk olduğu, baştan sona ıslaha muhtaç bulunduğu
yazılır, söylenir, tartışılır, kongre, kurultay ve şuraların konusu olur. Yurt
içinde ve dışında yetişmiş bunca ilgilimiz reform, düzeltme yeniden yapılandırma
teklifleri ve modelleri sunarlar. Bütün bunlara rağmen şikayetler aynen devam
etmekte, ıslahat teklif ve teşebbüsleri de sil baştan kabilinden
tekrarlanmaktadır. Bu kadar yetişmiş adamın bunca gayretinin iyi bir sonuç
vermemesi, derde deva olmaması normal değildir. Bize göre işe, bu anormalliğin
sebebini ve kaynağını araştırmakla başlamak ve tesbit edilen sebebi (engeli)
ortadan kaldırma konusunda anlaşmak, uzlaşmak şarttır. Bu şartın gerçekleşmesi
de ülkemiz aydınlarının, nasıl bir insan yetiştirmek istendiği konusunda bir
asgari müşterekte birleşmelerine bağlıdır.
Evet millî eğitimimizle nasıl bir insan yetiştirmek istiyoruz? Dünya vatandaşı
mı, çağdaş (Batılı) insan mı, Türk insanı mı, İslâm insanı mı, her birinden
parçalar alınarak oluşturulmuş sentez insan mı?.. Önce buna karar vermemiz, bu
konuda anlaşmamız gerekiyor. Bu şart yerine getirilmedikçe daha birçok şuralara,
kongre ve kurultaylara, birbirine ters birçok teklif ve modeller sunulacak, her
bir teklif ve modelin taraftarı, kendisininki olmuyorsa diğerinin de olmasına
karşı çıkacak, ya eski bozuk düzen devam edecek yahut da yeni bozuk (karma,
bütünlük ve tutarlılıktan yoksun) düzenler icat edilecektir.
Bu genel girişten sonra yakında yapılacak olan Millî Eğitim Şurası hazırlık
çalışmalarında yer alan ve din dersleri, İmam-Hatip Liseleri ve mecburi temel
öğretimle ilgili bulunan birkaç hususu ele almak, camiamızın düşüncelerini
yazıya dökmek istiyoruz:
Dünyada temel öğretimin asgari dokuz yıla çıktığı gerekçesinden hareketle bizde
de dokuz yıla çıkarılması, buna eklenecek son iki yılda da öğrencinin yüksek
öğrenime ve mesleğe yönlendirilmesi isteniyor.
Ayakta kalabilmenin her alanda rekabete dayandığı bir dünyada bizim, mecburi
öğrenimi hâlâ beş yılda tutmamız elbette doğru değildir. Ancak bunun yolu, bütün
öğrencileri dokuz yıllık tek tip bir öğrenime tabi kılmak değildir. Sekiz yıllık
okullar yanında, 5 artı 3 yıllık okullar (iki kademeli temel öğretim okulları)
ile de öğrenciye sekiz yıllık mecburi öğrenim verilebilir. Buna göre öğrenci,
bugün adına ilkokul dediğimiz okulları (temel öğretimin birinci kademesini)
bitirince eline alacağı bir belge ile adına ortaokul dediğimiz üç yıllık okula
(temel öğretimin ikinci kademesine) gelecek, burayı da bitirdikten sonra mecburi
öğrenim dönemini tamamlamış olacaktır. İkinci kademe, öğrencinin ileride devam
etmek istediği okullara ve gireceği mesleğe göre -uygun bir şekilde ve dozda-
farklılaştıracağı için kabiliyetlerin zamanında değerlendirilmesi, amaca daha
uygun eleman yetiştirilmesi ve vatandaşların istek ve ihtiyaçlarına cevap
verilmesi imkan dahiline girecektir. Mesela ileride imam ve hatip olmak veya
ilahiyat tahsili yapmak isteyen yahut da daha yoğun din bilgi ve eğitimi
aldıktan sonra normal liselere veya mesleğe girmek isteyen öğrenciler, mevcut
İmam-Hatip Liselerinin bünyesindeki orta okullara (yeni terimle mecburi
öğretimin ikinci kademesinin bu çeşidine) devam edecek, böylece amaçlarını
gerçekleştirme imkanına kavuşacaklardır.
Eğer sekiz veya dokuz yıllık temel (mecburi) öğrenimi tek tip ve aynı mekânda
(okulda) gerçekleştirme isteğinin gizli gerekçesi İmam-Hatip Liselerine darbe
vurmak değilse -ki biz böyle bir kötü zan beslemiyoruz- yukarıdaki teklif ve
model, camiamızın vazgeçilmez isteğidir; bunu gerçekleştirecek kararlar alıp
uygulamak ise halk iradesine dayalı yönetimlerin varlık sebebini teşkil
etmektedir.
İmam-Hatipler - 1
Türkiye'de 1950'den itibaren geçilen çok partili sistemin millî eğitime yansıyan
en önemli tasarrufu, o zamanki adlarıyla İmam-Hatip Okulları olmuştur. Bu
tasarrufun da baş sebebi, halktan oy alarak iktidara gelmek isteyen partilerin,
halkın bu mevzudaki ısrarlı taleplerini karşılamak mecburiyetinde kalmalarıdır.
Bu okullar böylesine bir gerilimin ve asılmanın meyvası olduğu içindir ki,
başından beri iki tarafın farklı amaçlarının çatışma noktasında kalmış,
birbirine zıt istek, tasarruf ve oyunların meydanı olmuştur. Müslüman halk bu
okulları, ileride ister bir iş ve meslek tutmak istesin, ister yüksek tahsil
yapsın çocuklarının, millî ve manevi değerlerini kaybetmeden orta öğrenimlerini
yapabilecekleri okullar olarak görmüşlerdir. Halka rağmen onları yönetmek
isteyen, öz kültürüne yabancılaşmış, iktidar hırsıyla dini istismar eden, fakat
onu geliştirmeyi ve yaşamayı istemeyen hakim azınlık ise bu okullara hep menfi
bakmıştır. Onlara göre İmam-Hatip Liseleri aslında olmaması gereken,
demokrasinin başlarına bela ettiği, hiç olmazsa sayıları ve fonksiyonları
sınırlı tutulması icabeden okullardır; çünkü buralarda yetişenler, ferdî ve
sosyal hayatlarında dini uygulayan ve uygulamak isteyen, dine dayalı sosyal
talepler oluşturan kimseler olmakta, siyasî yelpazede genellikle sağda ve İslâmî
kesim içinde yer almakta, onların sayılarını ve oylarını arttırmaktadırlar.
İşte bu karşı taraf amaçlarına ulaşabilmek için kim bilir kaç kere İmam-Hatip
Liselerini azaltma, budama, sınırlama teşebbüslerine girişmişlerdir; kimi zaman
orta kısmını kapatmışlar, genellikle yenilerinin açılmasının karşısında olmuşlar
(hâlâ binası tamamlanmış ve açılma bekleyen birçok okul vardır, ayrıca bir
yerleşim merkezinde belli bir nüfus bulunmadan İmam-Hatip açılmaz ve açılan
yerlerde de ancak bir okul açılır...), kimi zaman da mezunlarının gidebileceği
yüksek öğrenimi sınırlamışlar, onları din görevliliği mesleğine ve dinî yüksek
öğrenime hapsetmek istemişlerdir.
İmam-Hatip Liselerinde okuyan ve buradan mezun olan gençler anarşist olsalar,
aylak olsalar, bu okullar diğer liselerden geride olsa, devlete aşırı yük
getirse... mezkûr tasarruflar ve istekler karşısında insanın canı yanmaz; gel
gör ki, İmam-Hatipliler bilgi yarışmalarında, münazaralarda, üniversiteye giriş
imtihanlarında diğer lise mezunlarından hiç de geride değiller. Önemli bir kısmı
mesleğe yönelmiştir, ülkenin birlik, beraberlik, asayiş, kalkınma, ahlâkî
davranış ihtiyaçlarına önemli katkıları vardır, liseden sonra -ilahiyat dışında-
yüksek tahsil yapanlar, intisap ettikleri her alanda diğer kardeşlerinden ve
meslektaşlarından geri kalmamış, onlarla uyum içinde işlerini başarı ile
yürütmüşlerdir, yürütmektedirler. Bütün bunlar birer gerçek olduğu ve
istatistiklerle sabit bulunduğu halde bu okullara kıyma isteği ideolojik
taassuptan başka hiçbir sebebe dayanmamaktadır. Bu taassubun tahrik ettiği sözde
aydınlar şimdi de İmam-Hatip Liselerinin orta kısmını, dokuz yıllık mecburi
temel öğretim bahanesiyle kaldırmak, mesleğe (İmam-Hatip Liselerine) iki yıl
ayırmak, mezunlarının yalnızca İmam-Hatip olmalarını sağlamak ve İlahiyat
Fakülteleri dışında bir fakülte veya yüksek okulda yüksek tahsil yapmalarına
engel olmak istemekte, 15. Millî Eğitim Şurası'nda bunu tezgahlamayı
planlamaktadırlar.
İmam-Hatip Liselerini seven, çocuklarını bu okullara gönderen, mezunlarının ülke
için faydalı olduğuna inanan, bu yüzden okulların mevcut statüsü içinde (hem
mesleğe, hem yüksek öğrenime eleman yetiştiren orta öğretim kurumları olarak)
devamını isteyen milyonlar, bu olumsuz tasarruflara asla razı olmayacak ve imkan
vermeyeceklerdir. Aklı başında ve sorumluluğunu müdrik yöneticilerin,
ilgililerin yapmaları gereken, halka kulak vererek bu okulları iyileştirmek,
sayılarını talebe uygun hale getirmek, halkın mevcut ve istekli katkılarından
yararlanarak ülkemizde orta öğrenim görmüş insan sayısını arttırmaktır. Bu
okulları iki kademe olarak planlamak, birinci kademesini (İmam-Hatip Liselerinin
bünyesindeki orta okulları, orta kısmı), mecburi (sekiz veya dokuz yıllık) temel
öğretimin ikinci kademesi olarak kabul etmek, ikinci kademesini (İmam-Hatip
Liselerini) ise hem mesleğe, hem de yüksek öğrenime eleman hazırlayan okullar
olarak muhafaza etmektir. Böyle bir düzenleme hem mecburi ilk öğretimi uzatma
isteğine aykırı değildir, buna ulaşmamıza yardım eder, hem de halkın meşrû,
haklı, ısrarlı isteklerine cevap vermiş olur.
İmam-Hatip Liselerine yapılmak istenenler karşısında aydınlarımızı ve
yöneticilerimizi, memleket ve halk sevgisi ile demokrasi imtihanına çağırıyoruz.
İmam-Hatipler - 2
İmam-Hatip Liseleri kırk yılı aşkın bir zamandan beri eğitim ve öğretim veren,
T.C. Millî Eğitim Bakanlığı'na bağlı, hem mesleğe, hem de yüksek öğrenime eleman
yetiştiren orta öğretim okullarıdır. Bu okullar ilk açıldığında yalnızca meslek
adamı yetiştirsin diye düşünülmüş olmalı ki, birinci mezunlarını İlahiyat
Fakültesine dahi almadılar ve doğrudan meslek icrasına (Diyanet kadrolarında din
hizmetlerine) sevkettiler. Şüphesiz bu düşünce ve tutum, milletine yabancılaşmış
bazı siyasîler ile yüksek bürokratlara aitti. Halk ve onlardan kopmamış bulunan
aydınlar bu "demokrasiye, insan haklarına ve eğitim-öğretim ilkelerine aykırı"
icraatı kabul etmediler. Karşılıklı mücadele yıllar içinde şu sonuçları getirdi:
Önce 1959 da Yüksek İslâm Enstitülerini açarak İmam-Hatip mezunlarını yalnızca
buraya aldılar. İlahiyat dahil başka yerlerde yüksek öğrenim almak isteyen
İmam-Hatiplileri dışardan imtihan vererek normal liseyi bitirmek mecburiyetinde
bıraktılar. Sonra millî eğitimle ilgili yeni kanunlar çıkarılırken, diğer meslek
liseleriyle beraber İmam-Hatip Okullarını da "hem mesleğe, hem de yüksek
öğrenime eleman hazırlayan liseler" statüsüne soktular. Artık bu liseler bir
yandan kabiliyeti ve arzusu olanları din görevlisi olarak yetiştiriyor,
kabiliyeti yahut da arzusu olmayanları ise yüksek öğrenime hazırlamış oluyordu.
Halkın rağbeti ve siyasîlerin de menfaatleri icabı bu rağbeti görmeleri
sebebiyle İmam-Hatiplerin sayısı durmadan artıyor, önemli sayıda mezun çeşitli
yüksek öğretim kurumlarında okuyarak mezun oluyor ve birçok ilim ve meslek
dalında memleketin hizmeti ordusuna katılıyordu.
Yabancılaşmış, at gözlüklü aydınlar (aydınlarımızın bir kısmı) halkın
İmam-Hatiplere rağbetini daima yanlış değerlendirdiler, hiçbiri bunu imana ve
farklı dünya görüşüne bağlamaya, manevi değerlerimize cephe almış baskıcı
yönetimlerin kıskacında bunalmış halkın tepkisini sebep olarak değerlendirmeye
yanaşmadılar. Batıdan aktardıkları, ne kadarının toplumumuza uyduğunu test
etmedikleri sosyolojik analizlere dayanarak bu rağbeti üretim biçimine, çarpık
şehirleşmeye, kimlik arayışına ve yoksul tesellisine bağladılar. Gerekli siyasî,
sosyal ve ekonomik tedbirler alındığı ve reformlar yapıldığı takdirde halkın
ekonomik durumu düzelince bu hastalığın da (!) geçeceğini söylemekten, yazmaktan
usanmadılar. Halbuki buna benzer okulların açılması isteği halkımızdan, hür
dünyanın baskısı ile Türkiye'de çok partili demokrasiye geçme hareketinin
başladığı 1940'lı yılların sonlarına doğru gelmeye başlamıştı. O zamanın sosyo-ekonomik
şartları şimdikinden çok değişikti ve yoğun şehirleşme olayı da yoktu. Bu arzu,
halkımızın, bin yıldan fazla bir zamandan beri geçmişinden devralıp geldiği
millî ve manevi değerlerinden, imanından, dünya görüşünden geliyordu. Bunları
silmek, yok etmek, bâtınınki ile değiştirmek isteyenlere karşı bir direnişti.
Halkımız yenileşmeyi, değişmeyi, gelişmeyi, onların deyişi ile "gavurdan" güçlü
olmayı istiyordu, asla gerici, ilkel ve yobaz değildi, ancak bu hamleyi kendi
değerleri, öz kültürü ve medeniyeti içinde gerçekleştirmek istiyordu. Onun
imanında ve tarih hafızasında kurduğunu; sulh, adalet ve insan hakları için
cihan hakimiyeti mefkûresine oynadıklarını biliyordu; dün olan bugün niçin
olmasındı. Olmuyorsa bu işte bir terslik vardı ve bu terslik kendilerine teslim
oldukları yönetici ve aydınlardan geliyordu. Resmi tarih milletin yaşını bir
asırdan aza indirdiği, geri kalanını adeta yabancı saydığı gibi millî eğitim de
millî aydınlar ve yöneticiler yetiştirmekten uzak bulunuyordu.
İşte bu düşünce ve değerlendirmeler halkı, yeni bir eğitim-öğretim anlayışına ve
bu anlayışı gerçekleştireceğini umdukları İmam-Hatip Okullarına yöneltti. Bu
okullar kuruldukları günden itibaren üç farklı beklentinin baskısı altında
kaldılar: Halk kurtarıcısını bu okullardan bekliyordu, batıcı ve batılılaşmış
aydınlar bu okulların ülkeyi geriye götüreceğinden, şeriatı getireceğinden,
Ortaçağ zihniyetini hortlatacağından korkuyorlardı. Bazı dinî çevreler de bu
okullardan reformcu din adamlarının yetişeceğini, bunların dini çağa
uyduracaklarını ve bozacaklarını (dini mihraptan yıkacaklarını) ileri
sürüyorlardı. Her üç baskı ve beklenti, küçük yumuşamalarla beraber hâlâ devam
etmektedir.
Dinin etkisini sosyal hayatın bütün alanlarından çekip kişi vicdanına hapsetmek
isteyenler (böyle bir şeyin mümkün olduğunu zannedenler) İmam-Hatip Liselerini
de yalnızca imam yetiştiren okullar haline getirmek istiyorlar. "Bunlar camide
oldukları sürece zararları sınırlı olur, parlementodan vilayete, emniyetten
orduya kadar bütün kademelere yayılan İmam-Hatipler ise bizi korktuğumuza
uğratırlar" diyorlar. İşte bu korkudan (vehimden) kaynaklanan arzularını
gerçekleştirmek için yıllardan beri çeşitli tedbirlere başvurdular: Önce orta
kısmını kapattılar, buna karşı direnme ile karşılaşınca mezunların
gidebilecekleri yüksek öğretim kurumlarını sınırlama yoluna girdiler. Her
fırsatta bu okulların sayısını azaltma teklifinde bulundular. En son olarak da
sekiz yıllık ilköğretim projesini devreye soktular; daha doğrusu bütün dünyada
uygulanan bu projeyi Türkiye'ye sokarken bu arada İmam-Hatip Liselerinin orta
kısmını ortadan kaldırmanın yolunu bulur gibi oldular. Şimdi mücadele bu noktada
cereyan ediyor. Bütün ilköğretim okullarını, aynı zamanda İmam-Hatip Liselerine
öğrenci yetiştiren okullar haline getirmedikçe bunda da muvaffak
olamayacaklardır.
Son cümle ile çözüm tartışmasına girmiş olduk. Nüfusunun yüzde doksan dokuzu
müslüman olan bir ülkede, her şeyden önce millî birlik ve bütünlüğü sağlamak
için -bir kültür unsuru olarak tıpkı Türkçe gibi- İslâm din bilgisinin de en az
lise sonuna kadar bütün öğrencilere verilmesinde zaruret vardır. Halkın büyük
bir kısmı bunu istediğine göre (her zaman bir referandum yapılarak bu istek
tesbit edilebilir) bunun demokrasiye uygunluğu ortadadır. Bilgi vermek dine
çağırmak veya dini dayatmak demek olmadığından bunun laikliğe aykırı bir yanı da
yoktur.
Bütün ülkede orta okullar kaldırılacak, sekiz yıllık ilköğretim okullarına
geçilecekse bu okullara çok az sayıda ortak ders (türkçe, matematik, sosyal
bilgiler) yanında seçmeli dersler konmalıdır. Bu seçmeli dersler içinde arapça
ve Kur'an-ı Kerim dersleri de olmalıdır. Öğrencilerin eğilim ve kabiliyetleri,
öğretmenlerin tavsiyeleri ve velilerin istekleri doğrultusunda öğrenciler
seçmeli dersleri de alıp okuyabilmeli, ilköğretim okulundan mezun olanlar,
gerekli altyapıyı almış olarak istediği liseyi seçebilmeli ve öğrenimini burada
sürdürmelidir. Seçtiği lise hangisi olursa olsun buradan mezun olduktan sonra
isterse mesleğe geçmeli, istemezse -imtihanını kazandığı takdirde- dilediği
dalda yüksek öğrenime geçebilmelidir. Bu tekliflerimiz demokrasi, laiklik ve
insan haklarının gerekleridir; aksine kararlar ve uygulamalar ise bu ilkelere
aykırıdır. Aykırı gidişler, şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da yalnızca
tepki, sertlik ve ayrılık getirir.
İmam-Hatipliler bu ülkede kırk yıldan beri okuyor, mezun oluyor ve görev
yapıyorlar. Eğitim ve öğretim seviyeleri diğer okullarımızdan mezun olanlardan
aşağı olmadığı gibi suç işleme oranları da onlardan daha yüksek değildir, aksine
sıfıra yakındır. Ülkeyi geriye götürmemiş, medenileşmeye, gelişmeye karşı
çıkmamışlardır. Maddeye tapış yüzünden krize düşmüş dünyada örnek bir insan
hayatı projesi sunmanın gayreti içindedirler; bu projenin içinde düşünce, din ve
vicdan hürriyeti başta olmak üzere diğer insan hakları, insanın aşkın boyutunun
geliştirilmesi, yalnızca insana mahsus bulunan ahlakın toplum hayatına avdet
etmesi... vardır.
Hülasa, korkular varsa bunu gidermenin yolu baskı ve dayatma değildir, birbirini
dinleme, anlama, hoşgörme ve alış-veriştir.
İmam-Hatipler - 3
Cumhuriyet devrimi kültür, medeniyet ve bu meyanda insan ve toplum modeli olarak
Batı'yı hedef almış, kendi insanını bu modele göre çağdaşlaştırmak üzere yola
çıkmıştır. Çağdaş Batı medeniyetinin ilahlarından biri ilerlemedir. Batı'da din,
ilerlemeye engel görülmüş ve Aydınlanma dönemi sonrasında fiilen hayatın dışına
atılmıştır. Bizim devrimciler de aynı yolu izlemiş, laiklik ilkesini benimsemiş
ve bu ilkeyi, dinî hayatın dışına çıkarma anlayışı içinde uygulamışlardır.
Devrim tarihi boyunca dinden özenle arındırılmak ve uzaklaştırılmak istenen
alanlardan biri de eğitim ve öğretim olmuştur. Bu mânâda laik eğitim ve
öğretimin yetiştirdiği nesil kozmopolitleşmiş, aynı milletin çocuklarının bir
kısmı İslâma karşı ve ondan nefret eder, bir kısmı İslâm konusunda bilgisiz ve
nötr, bir kısmı okul dışı ve çoğu kez aileden gelen etki ile inançlı veya
dindar, fakat yeterli bilgiden ve eğitimden mahrum, çok azı bilgili, iyi
yetişmiş, fakat toplumun "yükselen değerleri" bakımından itibar görmez
olmuşlardır.
Bu işler olup biterken milletin geniş tabanı bu gidişten memnun değildir. Onlar
çocuklarının inanç, dünya görüşü, ahlak ve kültür bakımından kendileri gibi
olmalarını, aynı zamanda -özlerini ve özelliklerini bozmadan- gerekli bulunan
gelişme ve değişmeye de açık olarak yetiştirilmelerini istemektedirler. Devrim
yöneticileri bu istek ve beklentilere iltifat etmedikleri, hatta şiddetle karşı
çıktıkları için de dişlerini sıkıp zamanını beklemişlerdir. Çok partili
demokrasi dönemine girilince millet, oy gücünü kullanarak isteklerini dile
getirmiş, siyasîler de -hem kendi özlerini bozmayacak, yollarına engel
olmayacak, hem de halkı/avamı tatmin edecek- bir formüldür diye İmam-Hatip
Okullarını açmışlardır.
Yöneticiler bu okulları camilere imam yetiştirecek bir meslek mektebi olarak
düşünüyor, halk ise geleceğin okumuş halkını, yöneticilerini, bürokratlarını,
alimlerini yetiştirecek eğitim-öğretim kurumlarının bir parçası olarak
görüyorlardı. Bu iki bakış/görüş hep çatıştı, çelişti; birincisi ikincisini
engellemeye ve saptırmaya çalıştı, çeşitli teşebbüsler yapıldı... Bütün bunlara
rağmen halk iradesi galip geldi, İmam-Hatipler resmi görüşün hapishanesinin
duvarlarını yıktı, yeterli olmasa bile önemli ölçüde halkın iradesi yönünde
gelişmeler gösterdi. Eskiden İmam-Hatiplere karşı olan tavır genellikle
gizlenirdi, bu gelişmeler karşı tarafı korkuttuğu, paniğe kapılmasına yol açtığı
için şimdi daha açık hale geldi. Artık çeşitli kesimler İmam-Hatiplere karşı
olan tavırlarını açıkça ortaya koyuyor, bunları kapalı hapishaneye -işlevleri ve
sayıları resmi görüş tarafından sınırlanmış meslek mekteplerine- çevirmeye
çalışıyorlar. Bu maksada ulaşmak üzere yakaladıkları son fırsat da sekiz yıllık
temel eğitim/öğretime geçiş olarak ortaya çıkmış bulunuyor.
Bugün dünyada, geniş ölçüde temel eğitimin beş yıldan fazla olduğu, bunun ilk
dört veya beş yılından sonra bütün öğrencilerin tek tip bir temel eğitim ve
öğretime tabi tutulmadıkları, yalnızca ikinci üç yıllık kademede değil, birden
fazla kademede guruplara (farklı temel eğitim kademelerine) bölündükleri,
devamlı gözlemlenerek yönlendirmeler yapıldığı, her öğrencinin eğilim ve
kabiliyetine göre farklı temel eğitim kademelerine kaydırıldıkları
bilinmektedir. Bu bilgiden hareketle İmam-Hatipliler ve dostları hiçbir zaman
temel eğitimin sekiz, on, oniki... yıla çıkarılmasına karşı çıkmamışlardır.
Bunların istedikleri temel eğitimin -eğer sekiz yıla çıkarılacaksa- beş artı üç
şeklinde iki kademeye bölünmesi, birinci kademenin (şimdiki ilk okulların) bütün
öğrenciler için tek tip olması (olabilmesi), ikinci kademenin (bugünkü orta
okulların) ise öğrencilerin eğilim ve kabiliyetlerine, velilerin de isteklerine
göre tercih edecekleri farklı okullar (kademeler) olarak düzenlenmesidir. Bu
ikinci kademeler mevcut ilkokulların bünyelerinde açılabileceği gibi mevcut
-meslek ve düz liselere bağlı- orta okullarda da açılabilmeli, ileri ülkelerde
olduğu gibi bütün kademelerde ve daha yukarısında karşılıklı geçişler de mümkün
olmalıdır. Öğrenciler beş yıl ortak ve tek programlı, buna ek olarak -aynı
binalarda veya farklı bina ve okulların bünyelerinde- üç yıl da farklı programlı
öğrenim gördükten sonra orta öğrenimlerini diledikleri liseye geçerek devam
ettirmeli veya başka bir işe başlayabilmelidirler. Bu tez kabul edildiği
takdirde temel eğitimin ilk beş yıllık kademesini tamamlayan bir öğrenci mesela
İmam-Hatip Lisesinin bünyesinde ve binasında açılmış olan "sekiz yıllık zorunlu
temel eğitimin ikinci kademesine" gelebilecek, burada üç yıl dinî öğretim
ağırlıklı programı alarak temel eğitimden mezun olacak, bundan sonra istediği
lisede öğrenimini sürdürecektir. Başka öğrenciler de sağlık liselerinin,
endüstri meslek liselerinin, ticaret liselerinin, ziraat liselerinin...
bünyelerinde açılmış olan ikinci kademelere devam edebileceklerdir.
Meselenin çözümü bu kadar basit ve açıktır, ileri dünyadaki uygulamaya da
uygundur. Buna rağmen karşı taraf, bu formüle karşı niçin direnmektedir? Bize
göre bu direnmenin tek sebebi ideolojiktir, İmam-Hatip Liselerinde okuyan
çocukların farklı yetişmeleri, millî inanış, görüş ve kültüre daha yakın
olmaları, öze dönüş meyli taşımalarıdır.
İmam-Hatiplere karşı olan bazı siyasîler ile onların oyununa gelen bazı
müslümanlar, iki kademeli temel eğitim yerine, temel eğitimin sekiz yıllık "tek
tip bir bütün" olması, bu arada seçmeli dersler arasında din dersi, Kur'an ve
arapça konulması tezini ileri sürmeye ve savunmaya başlamışlardır. Evet bu bir
oyundur, hiledir, göz boyamadır, tepki almadan İmam-Hatiplerin hakkından gelme
formülüdür; çünkü biz, daha önce orta öğrenimde seçmeli dersler arasında bulunan
din dersi tecrübesini yaşadık. "Din dersini isteyen veli mi, istemeyen veli mi
dilekçe versin?" ikileminin dayatıldığını, "isteyen veli dilekçe versin" görüşü
uygulandığında çeşitli sebeplerle -istendiği halde- okula gelip dilekçe
verememek yüzünden din dersi alan, dinî ağırlıklı program alan ve almayan
öğrencilerin beraber bulunmalarının sakıncalarını biliyoruz. İmam-Hatipler
dışındaki okullarda din bilgisi alınsa da bunun yalnızca "bir yarım yamalak
bilgilenme" olduğunu, eğitim yönünün bulunmadığını da biliyoruz. Kur'an, arapça
ve din dersi almak isteyen öğrencilerin ya sayısı az olduğu için yahut da
-yeterli sayıda öğrenci bu dersleri almak istediğinde- bu kadar okulda mezkûr
dersleri verecek öğretmen bulunamıyacağı için mezkûr derslerin, adı var, kendisi
yok dersler arasında kalacağının ve fiilen yok olacağının da farkındayız.
Dileriz iyi niyetli formül arayıcıları da bu bilgiler ve deneyim sonuçlarını
kabulde bize katılırlar. Katılırlar da müslüman halkın ve okumuşlarının ortak
iradelerini koro halinde seslendirir ve dile getiririz, birlik olarak davamızın
peşinde oluruz, amacımızı ve formülümüzü -karşımızdakiler kadar- açık olarak ve
cesaretle ortaya koruz, hiçbir bozucu uzlaşmaya razı olmayız, bugün güç
karşısında başka tezler uygulamaya geçirilse bile -biz gevşemez ve bozulmazsak-
"yarınlar bizim, elbet bizim" olur. Bu dava çok daha güçlü muhalifler ve yok
edici uygulamalarla savaştı, imanlı sahipleri sayesinde ayakta kaldı, düştü
kalktı, düştü kalktı, ama yerde kalmadı, elbette kalmayacaktır. Ya Türkiye'nin
bütün ilk ve ortaöğretim okulları İmam-Hatiplerin amacına uygun kılınacak yahut
da İmam-Hatipler var olacaktır; izin verilirse yerin üstünde, verilmezse yerin
altında!
İmam Hatipler - 4
Birkaç gün önce camiamızın ilgi ile takip ettikleri bir TV söyleşmesinde
İmam-Hatip Liseleri tartışılırken söz yine sekiz yıllık temel eğitim meselesine
geldi. Dayatmacı birinci cumhuriyetçiler ısrarla temel eğitimin sekiz yıla
çıkarılmasını ve bunun tek kademeli (farklı programlara yönlendirme yapılmayan,
farklı liselerin bünyesinde kademelerine yer verilmeyen, tek programlı, sekiz
yıllık bir bütün halinde) olmasını savundular. Aynı savunmacılar İmam-Hatip
Liselerinin de yalnızca mesleğe eleman (İmam ve Hatip) yetiştiren meslek
liseleri haline getirilmesini istediler.
Açıkladıklarından açıklayamadıklarını da çıkararak gerekçelerini şöylece ortaya
koymak mümkün: T.C. inkilap kanunları arasında bulunan eğitimde birlik (tevhid-i
tedrisat) kanununa göre eğitim ve öğretim yalnızca millî eğitimin (devletin)
tekelinde ve gözetiminde yapılmalıdır, tek tip Türk insanı yetiştirilmelidir,
farklı kurumların (vakıflar, diğer bakanlıklar, mahalli idareler vb.) açacağı ve
yöneteceği okullardan fikri ve manevi formasyonu farklı insanlar yetişebilir,
bunlar arasında Cumhuriyet inkılabının ilkelerine karşı çıkanlar, bu konuda
farklı düşünenler, farklı bir devlet ve toplum yapısını benimseyenler
yetişebilir, bu ise birinci Cumhuriyetin sonu olur, buna izin verilmemelidir. Bu
amaçla alınması gereken tedbirlerden biri de Türk çocuklarını ilk öğrenim ve
eğitilme yıllarının sekizinde, aynı okulda, devletin ilgili bakanlığının
hazırladığı aynı programla okutmak ve eğitmektir, ilk beş yıldan sonra yine
mecburi olan üç yıllık eğitim, farklı liselerin bünyesinde açılacak ve farklı
programlar uygulayacak olan -temel eğitimin- ikinci kademelerinde verilirse,
buna imkan tanınırsa, İmam-Hatiplerin bünyesinde açılacak olan ikinci kademede
öğrenciler dindarlaştırılabilir, farklılaştırılabilirler...
Bu gerekçeleri teker teker ele alıp kısaca cevaplandırmak, reddetmek gerekirse
şunları söylemek mümkündür:
1. Eğitimde birlik kanunu, diğer birçok inkilap kanunu gibi -kağıt üstünde
kalmış- fiilen yürürlükten kalkmıştır; çok eski yıllardan başlayarak Millî
Eğitim Bakanlığı'ndan başka bakanlıklara bağlı okullar açılmış, yabancıların
yönlendirdiği kolejlerin açılmasına izin verilmiş, askeri okullar da Millî
Savunma Bakanlığı'na ve Genelkurmay'a bağlanmıştır. Ayrıca adı geçen kanun,
İmam-Hatip Liselerinin açılmasını âmirdir, bu liselerin orta öğretim kurumu
olmasına ve burada okuyanların yatay ve dikey geçiş imkanlarına engel değildir.
2. Millî kültür, millî birlik şuuruna ve ülküsüne sahip Türk insanı
yetiştirilmek isteniyorsa bunun için eğitimde birlik kanunu yetmezdi, yetmiş yıl
boyunca ülkeleri değişmeden bir devlet politikası olarak devam ettirilmesi
gereken millî kültür ve eğitim politikasına ihtiyaç vardı. Dilden bilime,
hedeflerden ülkülere kadar durmadan değişen, bir iktidarın ve bakanın yaptığını
diğerinin yıktığı ve değiştirdiği bir eğitim sisteminde eğitimde birlik kanunu
ne işe yarar? Kaldı ki, hem demokrasiyi yaşamak ve geliştirmek, hem de
insanların fikri, ideolojik, manevi kişiliğine el koymak, devletçe bunu
oluşturmaya ve değiştirmeye kalkışmak bir arada yürümez. İkincisi artık
dinazorlaşan siyasî ve ideolojik sistemlere aittir. Cumhuriyet tarihi boyunca
Millî Eğitim Bakanlığı'nın denetim ve gözetiminde yürütülen millî eğitimin
yetiştirdiği Türk gençleri içinde türkçüler, islâmcılar, komünistler, masonlar,
faydacılar, etnik gurupçular... yetişmiştir, eğitimde birlik kanunu bunu
engelleyememiş, tek tip insan yetiştirememiştir, birlik ve beraberlik de
sağlanamamıştır, Cumhuriyet tarihi boyunca ülkemiz isyanlar ve anarşi ile
uğraşmaktadır. Bütün bunlardan ibret alıp "millî birlik" kavramını yeniden
düşünmek gerekirken yanlışta ısrar, denenmişi yeniden denemek hamakattir veya
hiyanettir.
3. Bize göre millî birlik etnik temelde veya kavim kültürü çerçevesinde
gerçekleşemez. Kavmi, etnik farklılıkları Allah'ın hikmet ve kudretine bağlayan,
farklılıkların yaşanmasına izin veren, bunu bir hak olarak telakki eden, "insan
hakları, hürriyet ve adaleti" şiar edinen İslâm içinde gerçekleşebilir. Osmanlı
denemesi bunun eksikli de olsa güzel bir örneğidir. Bu çerçevede müminler, etnik
aidiyetleri farklı da olsa kardeştir (birlik), mümin olmayan vatandaşlar insan
hak ve hürriyetlerine sahiptir ve Allah'ın, müminlere emanetidirler
(beraberlik), diğer ülke vatandaşları da insandır, aynı ana ve babadan
gelmişlerdir, kendilerine İslâm tebliğ edilecek istidatlardır, diledikleri dini
seçme ve müstakil, hür, adalete mazhar olarak yaşama haklarına sahiptirler
(evrensellik, küreselleşme). İkinci cumhuriyetçileri bilmem ama münevver
müslümanların ülküsü/amacı budur; ülkemiz çocuklarının bu ülküyü benimsemelerini
isterler, diğer okullarda bunun gerçekleşmediğini gördükleri için farklı
okullara (İmam-Hatiplere, kolejlere...) yönelmektedirler.
4. Amaç yetmiş yıl önce tasarlanmış, kanunlaştırılmış ilkeleri değil, ülkenin ve
halkın menfaatlerini korumak, isteklerini gerçekleştirmek, dünyada olup
bitenleri takip ederek tarihe müdahil olmak şeklinde belirlenmelidir. Kur'an'ın
hükümlerini değiştirmede sakınca görmeyenlerin bazı ilkeleri Allah emri gibi
korumakta ısrar etmeleri bir başka dindarlık ve bağnazlık değil midir?
Demokrasilerde halktan/milletten üstün bir otorite kaynağı yok denirken
yabancılaşmış bir gurubun millî iradeye ipotek koymaya kalkışması demokrasiye
sığar mı? Yoksa bunlar kendilerini farklı bir asıldan evrimleştirilmiş veya
kutsallaşmış mı sanıyorlar?
5. Bütün İmam-Hatipliler ve onların dostları temel eğitimin sekiz yıla -hatta
daha fazlasına- çıkarılmasına taraftardırlar. İstedikleri bu mecburi eğitimin
süresinin iki kademeli olması, beş yıldan sonraki ikinci kademesininin -sekiz
yıllık ilköğretim veya temel eğitim okulları yanında- mevcut liselerin
bünyesinde bulunan ikinci kademede (eski orta okullarda) farklı programlarla
oluşmasına/devamına izin verilmesidir; Batı'daki uygulama da böyledir. Kademeler
vardır, farklıdır ve birbirine -yatay ve dikey- geçiş imkanı vardır. Buna karşı
çıkanların hedefi -bugünki şekil ve statüsü ile- İmam-Hatip Liselerini yok
etmektir, davranış ve tavırları ideolojiktir, siyasîdir. İmam-Hatipliler savaş
istemezler, ama kendilerini savunmasını da bilirler.
İmam-Hatipler - 5
İmam-Hatip Okulları açıldığında halkımızda üç farklı tavır ve beklendi vardı:
1. Yıllardır beklenen okullar açıldı, artık çocuklarımız hem dinlerini, hem de
dünyalarını doğru bir şekilde öğrenecek ve tarihimizle kesilen bağlantıyı
yeniden kuracak, değerlerimizi koruyacaklar.
2. Bu okulları sistem açmıştır, maksat dinî mihraptan yıkmak veya kontrol
etmektir, bu okullardan İslâma hayır gelmez.
3. Bu okullar irtica yuvasıdır, Cumhuriyet Türkiyesi için önemli bir tehlikedir,
buradan mezun olanlar şeriatçı olurlar ve toplumu geriye götürmek, şeriata
dayalı devlet kurmak için çaba gösterirler, bunları ya kapatmalı yahut da -sayı
ve işlevlerini iyice sınırlayarak- kontrol altında tutmalıdır.
O gün bugün bu okulların içinde ve yanında yaşadım, toplumun nabzını da elimde
tutmaya çalışıyorum. Bu üç yaklaşım ve beklentiden hiçbiri ortadan kalkmadı, üçü
de devam ediyor, ancak yaklaşımları benimseyenlerin sayıları değişti. Birinciler
hayli çoğaldı, ikinciler iyice azaldı, üçüncüler ise bilhassa aydın geçinen ve
dine soğuk kesimde sayıları artarak temsil ediliyorlar.
Sebepleri değişik de olsa İmam-Hatip Liselerine karşı olanlar son yıllarda
emellerine ulaşabilmek için bir fırsat yakalar gibi oldular: Zorunlu öğrenimin
en az sekiz yıla çıkarılması zarureti. Dünyada zorunlu öğretimi beş yılda tutan
topluluklar yok denecek kadar azaldığı için bu talebin karşılanması kaçınılmaz
hale gelmiştir. Bir taşla iki kuş vurmak isteyenlerin planı şudur: Orta okullar
kaldırılarak ilköğretim sekiz yıla çıkarılınca İmam-Hatip Liselerinin de orta
kısmı ortadan kalkmış olacak, sekiz yılın sonlarına doğru öğrenciler İmam-Hatip
Liselerine değil, diğer liselere yönlendirilecek (çünkü halihazırdaki
öğretmenlerin çoğu ancak böyle bir yönlendirme yaparlar), İmam-Hatip Liseleri
öğrenci bulamayacak, çoğu kapatılacak ve binaları da diğer okullara verilecek...
Bu oyunun farkında olan, dinini, milletini, memleketini seven insanımızın,
bekçiyi öldürmek değil de üzümü yemek isteyenleri de tatmin edecek gayet makul
bir çözüm teklifleri var; buna göre zorunlu öğretim sekiz veya dokuz yıla
çıkarılabilir, ancak bu iki kademeli olur, birincisi beş yıl olup bu kademede
her öğrenci aynı dersleri alır, ikinci kademe ise beş yıllık kademenin bulunduğu
binalarda olabildiği gibi liselerin binalarında açılır (yani mevcut liselerin
orta okulları, zorunlu öğretimin ikinci kademesi haline getirilir), bu ikinci
kademede ortak dersler yanında, öğrencinin yapacağı lise öğreniminin çeşidine
göre (düz lise, meslek liseleri vb.) farklı ve yönlendirici dersler de verilir.
Mecburi olan bu iki kademeyi bitiren öğrenci okumak istiyorsa yönlendirildiği
lisede orta öğrenimine devam eder. Bu takdirde İmam-Hatip Liselerinin
bünyelerinde bulunan orta okullar, zorunlu öğretimin ikinci kademeleri olarak
devreye sokulacak ve buraya gelen öğrencilere, ortak dersler yanında Kur'an-ı
Kerim, Arapça ve Din Bilgisi dersleri verilecektir.
İyi niyetli fakat bu konuda tecrübesi bulunmayan bazı kimselerin, yukarıda
açıklanan çözüm yerine tek kademeli sekiz yıllık zorunlu öğretim okullarına
seçmeli olarak bazı derslerin konulması ile de problem çözülebilir demeleri,
oyuna gelmenin bir başka tehlikeli örneğidir. Seksen öncesinde seçmeli din
dersleri tecrübesi yaşanmıştır; tarihten ibret almayanların sonu hüsrandır.
Yukarıda özetlenen makul ve eğitim biliminin gereği olan çözüm kabul edilmez ise
ve İmam-Hatip Liselerinin orta kısımları -zorunlu öğretimi sekiz, dokuz yıla
çıkarma bahanesiyle- kapatılırsa bunu yapanlar karşılarında en azından otuz beş
milyon vatandaşı bulacaklardır. Bu rakkam bazı gurupların abartılı rakkamları
ile karıştırılmasın diye basit bir hesap verelim: Kırkbeş yıldan beri İmam-Hatip
Okullarına girip çıkanların sayısını alın (bugün bu okulların sayısı beşyüzden
fazladır ve öğrenci adedi yedi bini bulan okullar vardır), bu sayıya onların
aile fertleri ile eş ve dostlarını katın, bunlara bir de yazının başında
zikredilen birinci yaklaşımın mensuplarını ekleyin, bakın bakalım bizim rakkam
doğru mudur?
İmam-Hatip dostları uyarıyor, kavga da istemiyorlar; karşı taraf kavgada ısrar
ederse meşrû savunma hakkını kimse inkâr edemez.
İmam-Hatipler - 6
Bir hukuk mensubunun şu günlerde basına akseden bir açıklamasını üzüntü ile
okudum ve "barış, adalet ve hakkaniyet ölçüleri içinde ülkede birlikte yaşama"
ilkesi ve çağrısı bakımından ümit kırıcı buldum. Şöyle diyor: "İmam-Hatip
Liseleri din adamı yetiştirmek için açılmışlardı. Ama bu okullardan mezun
olanlar bürokraside aktif görevler almaktadırlar. İmam-Hatipler, imam yetiştiren
bir hüviyette değildir artık. Buralardan mezun olanlar avukat oluyor, savcı
oluyor, hakim oluyor, emniyet müdürü oluyor. Şeriata göre düşünen kafalar,
devletin kritik noktalarına yerleşiyor, laik bir devleti yönetmeye
çalışıyorlar..."
Bu sözlerin sahibi ne yazık ki bir hukuk mensubu. Bu nasıl bir hukuk anlayışıdır
ki, ülkenin insanlarını bölüyor, bir kısmını bir kasta kaydediyor, bir sınıfa
hapsediyor, bunları devlet ve millet için potansiyel zararlı olarak kabul ediyor
ve suçları sabit olmadan mahkûm eyliyor.
Bu açıklama deveye benziyor. Neresini doğrultsanız yine eğri kalacak, ancak yine
de birkaç yerini doğrultmadan, birkaç yerine mukabele etmeden geçmek mümkün
olmuyor:
a) İmam-Hatip Okulları hiçbir zaman yalnızca imam yetiştirmek ve başka bir
tahsile ve mesleğe asla öğrenci vermemek üzere açılmadı. Bugün bağlı bulunduğu
kanunda da "hem mesleğe, hem de yüksek öğrenime yetiştirme, hazırlama" kaydı
açık ve seçik olarak mevcuttur.
b) İmam-Hatip Liselerinden mezun olan gençlerin diledikleri yüksek öğrenimi
almaları ve istedikleri mesleğe geçmeleri, layık oldukları makamları işgal
etmeleri -laik Türkiye kanunlarına göre- anayasal haklarıdır.
c) Laiklik kavram ve uygulama olarak tartışılan bir konudur ve laik ülkelerin
çoğunda din ve düşünce hürriyetinin kısıtlı bulunduğu, alemin malumudur.
"Şeriata göre düşünen kafalar"ın sahipleri, ne laik ülkeyi yönetirken, ne de
kendi sistemleri içinde ülke yönetirken hak ve hürriyetlere dokunurlar. Şeriat
düzeninde inanmak da, inanmamak da serbesttir. Her inanç sahibi -makul ve meşrû
sınırlamalar dışında- inanç ve düşüncesini açıklama ve yaşama imkanına sahip
olur. Şeriata karşı olan ve dolayısıyle İslâmdan başka bir dine inananlara da
şeriattan bir zarar gelmez; şeriat yalnızca haksızlığı, ahlaksızlığı, baskıyı,
sömürüyü ortadan kaldırır, ahlaka ve hukuka aykırı davranışların alenen (açıkça)
icrasını engeller. Keşke laik-demokratım diyenlerde, şeriatta olduğu kadar
adalet, hakkaniyet, hürriyet ve hoşgörü bulunsa:
d) Orduyu da uyarmaya kalkışan bu açıklamanın amacı, orta kısımları kapatılmak
istenen İmam-Hatiplerin mensuplarına gözdağı vermekse, bu işi bir oldu bittiye
getirmekse buna kimsenin gücünün yetmeyecektir inşaallah.
Kemale Yolculuk
İlâhiyatlı Misyonu
İnsanoğlu kendi başına, tesadüflerin sevkiyle varolmamış, yaratılmıştır.
Başıboş, amaçsız, mutlak mânâda hür veya mecbur olarak da yaratılmamış, belli
sınırlar içinde hür olan iradesiyle hayat çizgisini seçmesi, bir amaca doğru
belli bir yoldan ilerlemesi için yaratılmıştır. Yaratan eserini herkesten daha
iyi bildiği için ona verdiği bilgi, akıl ve iradenin amacına ulaşmasına yeterli
olmadığını göz önüne alarak gerektikçe peygamberler ve kitaplar göndermiş,
insanların akıl ve iradelerine yardımcı olacak lütuflarda bulunmuştur.
Son Peygamber'i (s.a.) rehber edinen müslümanların çocukları doğdukları günden
itibaren -en azından nazari ve farazi olarak- ilahi lütuflara mazhar olmakta,
müslüman çevreleri tarafından doğru hayat çizgisini seçecek bir biçimde
eğitilmektedirler. Çocuklar büyüyüp ergen ve ergin çağa girdiklerinde kendi
iradeleriyle ya kemalin, ya zevalin; ya ahsen-i takvimin, ya esfel-i safilînin;
ya Hakk'a kulluğun ya nefse köleliğin, hasılı ya cennetin, ya cehennemin yolunu
seçeceklerdir.
İlahiyat Fakültesini kendi iradeleriyle seçmiş, yahut da bu fakültelere
geldikten sonra içinde bulunduğu durumun şuuruna ermiş, sorumluluğunu idrak
etmiş olanların seçtikleri ve seçecekleri yol bellidir, ancak yolu seçmek, belli
bir mesafeyi katetmek her şey değli, yalnızca bir şeydir, bir ömür boyu sürecek
olan kemal yolculuğunun küçük bir parçasıdır. Burada kemalden "insan-ı kâmil"in
erginlik ve olgunluğunu kastediyoruz. Kâmil insan aynı zamanda kâmil kuldur,
kulluk kemale doğru yol aldıkça iğreti, emanet, gölge varlık hakkındaki şuur da
kemale doğru ilerler, sonunda gerçek varlık, kemal ve malikiyetin kime ait
olduğu, yakinin bütün dereceleriyle kavranmış, idrak edilmiş olur. Kemale
yolculukta insanın yakıtı veya azığı ilim, iman ve ameldir. Hiçbir beşer bu üç
unsurun tamamını, eksiksiz olarak elde etmiş olamaz, hayırlı ömür bunlardan,
mümkün olan en fazlasını elde etme çabasıyla geçirilen ömürdür. Belki en büyük
âfet kişinin kendini, ilim, iman ve amelde zirveye erişmiş bilmesi ve
sanmasıdır.
İlim, iman ve amel üçlüsü birbirinin hem sebebi, hem de sonucudur; ilim imanı,
iman ameli getirir, amel imanı arttırır, artan iman ve amel yeni marifetlere
pencere açar... İlahiyat mezunu herşeyi bitirmemiş, yalnızca bir menzili
katetmiştir. Şimdi onun önünde bir ömür boyu ulaşmak için yol katedeceği daha
nice menziller, konaklar vardır. Gerçi "insanı kemale doğru götüren yollar
insanların sayısı kadardır" denilmiştir, ancak bu yollar değişik yollar değil,
tek yolda, tek amaca doğru yürüyüş biçimleridir. Umumi bir yürüyüş biçimi,
(kemal yolculuğunda ilke) zikretmek gerekirse şunları söylemek mümkündür: İlim
okumak, dinlemek, düşünmek ve müzakere etmek suretiyle geliştirilir. İman bir
hidayet meselesi olmakla beraber ilmin, eğitimin ve amelin iman üzerindeki
tesiri inkâr edilemez. Amel -ki bunun içinde ibadet, hayat düzeni ve ahlak da
vardır- ilim ve iman yanında eğitimle geliştirilir. Eğitimde en önemli unsur
çevredir, kâmil veya kemal yönünde ilerleme cehdi içinde olan insanlar ile
beraber olanların onlardan etkilenmemesi düşünülemez:
Ak üzümler mor olur yahut kara
Mor üzümle komşu olsa bir ara
Kâmil insan sohbetinde daim ol
Gül kokar gül bahçesinden geçse yol
Örneğin Allah Resulü yol Kitab
Nurunun pervanesi bin âfitâb
İslâmda fertlerin, diğer fertlere ve topluma karşı da ödev ve sorumlulukları
bulunduğu için ameli hem ferdî, hem de sosyal alanlarda düşünmek ve yürütmek
zarureti vardır. Gemi batarsa suçlu suçsuz, kusurlu kusursuz bütün yolcularıyle
birlikte batar. Gemisini kurtaran kaptandır, ama unutmamak gerekir ki, gemiler
yolcular içindir. Toplum gemisinde herkesin kendi güç, kabiliyet ve imkânlarına
göre vazife ve sorumluluğu vardır. İlahiyat mezununun vazifesi insanlara kemal
yolculuğu şuurunu kazandırmak ve bu yolculukta yardımcı olmaktır.
Haydi hep beraber kemale yani Hak kulluğuna, yani gerçek insanlığa doğru kanat
açalım, Mevla kanatlarımıza güç versin, versin ki, bizim için mukadder olan en
ileri menzile ulaşalım!
İlâhiyat Fakülteleri
1. Medreseleri kapatan Cumhuriyet rejimi "yüksek dinî mütehassısları"
yetiştirmek üzere Dâru'l-fununa bağlı bir İlâhiyat Fakültesi açmıştı. 1933
yılında bu fakülte kapatılmış, aynı gerekçeye bir de siyasî taviz ihtiyacı
eklenince 1949 yılında Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi açılmıştır. Bu
fakülte Üniversiteye bağlı, 4 yıllık bir yüksek öğretim kurumu idi.
2. Bugün İlâhiyat Fakültelerinin proğramlarına doğrudan fakültelerin ve
üniversitelerin müdahalesi imkan dahiline girmiştir. Mezunların öğretmen
olabilmeleri için dayatılan belli saatteki (kredilik) mecburi pedagojik
formasyon dersleri ile yine mecburi bir iki ders dışında fakülteler ders koyma
ve kaldırma imkânına sahiptirler. Müfredat ise tamamen hocalara bırakılmış
gibidir. Program ve müfredatta kusur varsa -ki vardır- sorumluluğu fakültelere
aittir.
Lisans döneminde öğrenci arapçaya -ve ileride lisans üstü öğrenim yapmak
istiyorsa bir yabancı dile- ağırlık vermeli, ilimlerin tarihleri ve
metodolojisini kavramaya çalışmalıdır. Düşünme ve bilgiye ulşama meleke ve
imkânlarını geliştirmeye bakmalıdır. Hazır bilgi depolamanın fazla bir değeri
yoktur.
3. Hocaların ilmî çalışmaları daha ziyade tarihi alanda kalmaktadır. Şüphesiz bu
da faydalıdır; geçmişte olup biteni iyi bilip değerlendirmeden bugün ve geleceğe
bakmak sağlıklı olmayabilir.
Yapılan lisansüstü çalışmalarda günümüzün meselelerine de yönelinmeye başlandığı
görülmektedir. Bizde ilâhiyat fakültelerinin tarihi çok eski olmadığından bu
gelişme hızını normal görmek gerekir.
İlâhiyatçı "müslüman, âlim, ilmiyle âmil, dava sahibi ve davasında samimi" bir
kişi olmalıdır.
4. İlmî çalışmalar, fakülte içi ve dışı diye ikiye ayrılırsa bu yalnızca bir
fiziki ayırma olur. Çalışmayı yapan ilim adamıdır ve ilim adamı bütün dünya ile
-çalışma ve uzmanlık alanı bakımından- ilişki içindedir.
"Resmi âlim"lik bir anlayış ve kişilik meselesidir; makama göre değişmez.
Diyanet'te, resmî olmayan yerlerde resmî alimler olabilir; buna karşı ilâhiyatta
ve resmi makamlarda resmi olmayan alimler olabilir. İlmiyle âmil bir İslâm
âliminin en büyük âmiri Allah Teâlâ'dır. Allah için O'nun dininin (Rabbani)
âlimi, kulların hatırı veya korkusu yüzünden ilmine hiyânet etmez, doğru
bildiğini her yerde olsa söyler veya -çaresi yoksa, gerekiyorsa- susar.
5. Özel üniversiteler olmalıdır. İlâhiyat Fakültelerinin de özel veya kamuya ait
üniversiteler olarak da açılmasında ve İlâhiyat Üniversitesinin (daha güzeli
İslâm İlimleri Üniversitesinin) anabilim veya bölümlere paralel fakültelerinin
olmasında (böyle bir denemeye girilmesinde) fayda görüyorum. Marifet iltifata
tabidir; toplum şuurlanıp dönüştükçe İslâm ilimlerinin aydınlatma ve çözme
fonksiyonu artacak ve mezkûr fakültelere (ihtisas fakültelerine) ihtiyaç hasıl
olacaktır.
Şeyh mi, Alim mi?
Din ile sosyal hayatın, medrese ile tekkenin, cami içi ile dışının birbirinden
ayrılması, bir bütünün, birbirini bütünleyen unsurların parçaları gibi değil de
seçenekler gibi ele alınması, birbiri ile ilişkisinin koparılması nasıl sun'î,
sağlıksız, İslâm dışı ve seküler bir tutum ve telakki ise şeyh ile alimin
(hocanın) birbirinden ayrılması, birer seçenek olarak düşünülmesi de aynı
doğrultuda ve değerde bir tutumdur. İslâmî hayata uyum sağlayacak ve ümmet
içinde sosyalleşecek her bir müslümanın öğrenmek ve eğitilmek için yardımcılara
(öğretmene, eğiticiye, rehbere...) ihtiyacı vardır. Öğrenme ve eğitilme ihtiyacı
büyük ölçüde aile içinde karşılanırsa da yalnızca ailenin yeterli olmadığı ve
olmayacağı aşikardır.
Belli bir döneme kadar İslâmı öğreten şahıslarla, İslâmî eğitim veren, insanlara
İslâmî faziletleri kazandıran şahıslar aynı idi. Tasavvuf hareketi doğunca
kısmen de olsa öğretme ve eğitme kurumları birbirinden ayrılmaya başladı.
Giderek birinci işi medreseler ve mektepler, ikincisini ise tekkeler üslenmiş
oldu. Medrese ve mektepteki öğrenme rehberinin adına müderris, muallim, hoca...
denildi, tekkedeki eğitim rehberinin adına da şeyh, pir, mürşid gibi isimler
verildi. Bunlar birbirine sıcak baksa ve yekdiğerini tamamlasa idi mesele
çıkmayacaktı. Durum böyle olmadı, iki kurum arasında rekabet ve mücadele
başladı, biri diğerini küçümsedi, küçümsemenin de ötesinde suçladı, ittiham
etti, dışladı. Bu kavga hâlâ sürmese idi bu yazının konusu da olmazdı. Ne yazık
ki bugün de cemiyetimizde halk, din eğitimi ve öğretimi alma konusunda alimler
ve hocalar ile şeyhler arasında kalmış gibidirler. Şeyhler hocaları
beğenmiyorlar, hocalar da şeyhleri. İstisnaları bir yana bırakırsak şeyhlere
(tarikat mensuplarına ve üstadlarına) göre hocalar zahir ehlidir, dinin dış
yüzünü bilirler, sırra ve derinliğe inmemişlerdir, onların rehberliği ile iyi
bir müslüman (hatta bazılarına göre müslüman) olmak mümkün değildir, herkes bir
tarikata intisap etmelidir. Hocalara (tarikata girmemiş veya tarikat faaliyeti
göstermeyen din alimlerine) göre de tarikatlar bid'atlerle, hurafelerle doludur,
şeyhler cahildir, bir kısmı sapıktır, bildikleri ve yaşadıkları dinî hayat
İslâma göre muteber değildir, bu sebeple müslümanlar tarikatlerden uzak durmalı
ve hocalardan (alimlerden) öğrendikleri sahih islâmı yaşamaya çalışmalıdır,
selamete ulaştıracak yol ve tutum budur.
Bize göre sahih İslâm (ilim yoluyla öğrenilmiş ve yaşanılan müslümanlık) ile
sahih tasavvuf (İslâmın yaşanılması ve bazı özel yetiştirme usûlleri ile elde
edilen bilgi ve fazilet) arasında fark olamaz. Fark ve tutarsızlık görüntüsü
varsa kusur, ilme dayalı İslâm anlayışında ve yaşantısında değil, tasavvufa
dayalı İslâm anlayışı ve yaşayışındadır. Uyarak kendini düzeltme vazifesi de
tasavvufa düşer. Tasavvuf ve tarikat erbabı, zahir denilen İslâm ilimleri ile
elde edilen İslâm bilgisine (şeriata) ters düşen bilgi ve davranışlarını hemen
terkedip kendilerini düzeltmekle yükümlüdürler, çünkü şeriat bilgisinin
sahihliğini, Kur'an'a ve Sünnet'e başvurarak kontrol etmek mümkündür, ona ters
düşen tarikat bilgisinin sahihliğini ise ancak şeriat bilgisi ile kontrol
edebiliriz.
Bir müslümanın sahih bir tasavvuf terbiyesi alması farz da değildir, yasak da
değildir. Eğer almaya karar verirse rehberinde şu şartları aramalıdır: Âlim
olması, ilmiyle amel ediyor olması, bu faaliyetten menfaat elde etmemesi ve
eğittiği kişilerin bu sayede daha iyi birer müslüman olduklarının sabit
bulunması. Bu şartları ve vasıfları taşıyan bir rehber hem şeyhtir, hem de hoca
ve alimdir; bu vasıfta rehberler çoğaldıkça da insanımız "şeyhe mi, hocaya mı?"
ikileminden kurtulacaktır. Ancak tarikatsız alim ile tarikatlı cahil arasında
kalan müslümana benim tavsiyem, "kesin olarak alime gitmesi, alimin dediğini
tutmasıdır."
Şehir Velisi, Dağ Velisi
Vaktiyle bir bölgede iki veli yaşarmış; biri dağda, diğeri şehirde. Dağda veli
olup yaşayan zat birgün şehirdekini ziyarete karar vermiş, hediye olarak
götürecek başka bir şeyi olmadığı için de bir miktar kar toplamış, çıkınına
koymuş ve yola koyulmuş. Ovaya indiği ve hava kızdırdığı halde keramet olarak
kar erimiyor, olduğu gibi duruyormuş. Şehre ve çarşıya girince dağ velisi
insanları ve bu arada kadınları görmüş, kadınları görünce -nefsi ile mücadele
etmiş olsa da- aklından bir şeyler geçmiş olmalı ki, kar eriyip akmaya başlamış.
Derken şehir velisinin ayakkabı tamir dükkânına ulaşmış, selamlaştıktan sonra
şehirlinin ona söylediği ilk cümle şu olmuş: "Kardeşim, dağda veli olmak
kolaydır, marifet şehirde veli olmaktır."
Bu kıssadan hisseye gelince:
Müslümanların biri ferdî, diğeri ictimaî iki gurup yükümlülük ve vazifelerinin
bulunduğunu ve bu iki gurubun birbirini tamamladığını biliyoruz. İctimaî
vazifelerinden biri de eğitim yoluyla yeni nesilleri İslâmî değerler ve
pratikler içinde sosyalleştirmektir. Bu eğitim dağda; yani hiçbir bozuk sesin,
görüntünün ve etkinin bulunmadığı bir çevrede (kapalı bir ortamda) değil,
karışık ve karmaşık bir çevrede gerçekleşecektir; bunu içinde bulunduğumuz
şartlar/durum mecbur kılmaktadır. Eğer böyle bir mecburiyetimiz olmasaydı belki
kolayı seçer, bozucu etkilerden uzak, kapalı ortamlarda veli (iyi/kâmil müslüman
ferd ve ümmet) olmaya çalışırdık. Ne yazık ki günümüz şartlarında böyle kapalı
ortamlar/alanlar oluşturmak imkansız hale gelmiştir; mevcut iletişim araçları
dünyayı bir köye çevirmiştir, her yasağı delerek bozucu/değiştirici çevrelerle
ilişki kurma imkanları vardır. Yakın geçmişte kapalı toplum örneklerinin nasıl
değiştiğini gördük, bu deneyim mevcutlarının da er veya geç iletişime,
alışverişe açık hale geleceklerini göstermektedir. Bu vaki durum karşısında bir
İslâmî toplum modeli oluşturmak üzere düşünen, yazıp çizen, modeller tasarlayan
müslüman münevverlerin, yukarıda anlatılan kıssadan alacakları hisseler vardır.
Ölçüsüz ve dengesiz yasakçılık ve yasaklarla insanımızı dünyadan ayırmak, başka
toplum ve kültürler ile aramıza aşılamaz duvarlar çekmek mümkün değildir. Bunu
yapamıyoruz diye hiçbir yasağa yer vermemek çocuğu sokağa salmak, aşılamadan
sürüye katmak da onu zayi etmek demektir; çünkü eğitilmemiş nefis kötüye
meyillidir, yalnızca kötü örneklerin karşısında değil, iyi ile kötünün karışık
bulunduğu örnekler karşısında da eğitilmemiş nefsin tercihi (dinî ve ahlâkî
bakımdan) kötüden yana olacaktır.
Şehir velisini koruyan aşı iman ve salih amel (iyi iş, davranış ve ibadetler)
ile hasıl olan eğitilmişlik (tezkiye) ve olgunluktur (kemal). Zor olan da bu
eğitimi, bozucu şartlar ve çevre içinde vermektir. Müslümanlar yer yer, zaman
zaman başarılı olur da fazilet toplumunu oluştururlarsa -ki, bu toplumda dinî ve
ahlâkî ölçülere göre suç, ayıp ve günah olan davranışlar kamuya açık alanlarda
görülemez, ibadetler ve faziletler açık, kabahatler gizli olur- bu takdirde
insanlar uygun çevrededir ve eğitilmeleri nisbeten kolaydır. İçinde bulunduğumuz
şartlarda -her yerde ve her zaman- böyle toplulukları oluşturmak ya zor, ya
imkansız olduğuna, buna rağmen aşırı yasakçılık yoluna girildiğinde olumsuz
sonuçlar da elde edildiğine göre yapılması gereken -alınabildiği ölçüde
tedbirler alınarak- zor yolu seçmek, veliyi şehirde yetiştirmektir; yani
Rusyanın, Çin'in, Amerika'nın, Almanya'nın... hakim olduğu çevrede, Türkiye'de
hakim olan eğitim, medya ve sanatın bozduğu çevre içinde veli (İslâm insanı)
yetiştirmektir.
Hayatı durdurmak ve bekletmek mümkün değildir, tavuk ve yumurta gibi "İslâm
cemaati iyi müslümanlara, iyi müslümanlar hangi şart ve çevre içinde isek ona
uygun (onun içinde yapılabilecek) İslâmî eğitime muhtaçtır". İslâm ülkeleri için
en uygun strateji, elde mevcut bütün siyasî, iktisadî, insani gücü ve imkanı
eğitim için kullanmak, eğitim için seferber etmek, nihai başarının buna bağlı
olduğunu bilmektir.
Din Dersi
Hazırlıkları tamamlanmış bulunan 15. Millî Eğitim Şurası'nda tartışılacak
konulardan biri de halen ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu
dersler arasında yer alan Din Kültürü ve Ahlak Dersi'dir. Şura hazırlık
raporunda bu dersin, notsuz ders haline getirilmesi öngörülmektedir. Anayasa'nın
24. maddesi değiştirilmediği takdirde bu ders, seçmeli dersler arasına
alınamıyacağına göre, öğrencinin dersi alması, derse devam etmesi mecburi
olacak, ancak girdiği ve aldığı dersi dinlemekle yetinecek, bundan imtihan
edilerek not almıyacaktır; şuraya teklif edilen yeni şekil budur. Tabii durup
sormak gerekiyor: Oniki Eylül hareketinden sonra hazırlanan anayasada mecburi
hale getirilen ve bugüne kadar da bütün ilk ve ortaöğretim öğrencilerinin
zorunlu olarak okuduğu ve not aldığı bu ders şimdi neden notsuz ders haline
getirilmek isteniyor? Bu soruya verilen cevap şudur: Zorunlu din dersi laiklik
ilkesine aykırıdır, devlet hiçbir şahsı, belli bir dini öğrenmeye mecbur edemez.
"Pekiyi, bu dersin zorunlu olması laiklik ilkesine aykırı idi de birçok
maddesinde laik niteliği tekrarlanan bir anayasada vaktiyle nasıl zorunlu
kılındı?" sorusuna cevap beklemeden yeni düzenleme için ileri sürülen gerekçeyi
tahlil ve tenkit etmek istiyoruz.
Bir kere zorunlu olan dersin içinde eğitim yoktur, bilgi verme ve öğretme
vardır. Müfredatı da devletin ilgili birimlerince hazırlandığı için laik ve
demokratik devletin nitelik ve gereklerine uyumlu kılınmıştır. Halkının büyük
çoğunluğu Türk olan ülkemizin okullarında okuyan çocuklar, düşünce ve ifade
hürriyetine rağmen -faydalı, gerekli, hatta zaruri olduğu için- türkçe okumaya
ve öğrenmeye mecbur tutuluyor, diğer ülkelerin de resmi okullarında böyle bir
ana dili mecburi olarak okutuluyor, öğretiliyor ve bu uygulama insan haklarına
aykırı telakki edilmiyor, "insanlar başka diller de öğrenebilir, bunlarla
konuşup yazabilirler, ancak bir ülkenin anadilini öğrenmek, etnik mensubiyeti ne
olursa olsun bütün vatandaşlar için mecburidir, buna zaruret vardır" deniliyor.
Bu zaruretin de ne olduğu sorulduğunda "aksi halde millî birlik ve beraberlik
olmaz, ülkenin bütünlüğü bozulur, kamu düzeni ve hizmetleri olumsuz
etkilenir..." cevabı veriliyor. Biz din eğitimini değil, fakat din öğretimini,
anadili öğretimine benzetiyoruz ve halkının çoğu müslüman olan bir ülkenin
anadininin (çoğunluğun dininin) tıpkı anadili gibi okullarda zorunlu olarak
öğretilmesini savunuyoruz ve bunu, laikliğe de, din ve düşünce hürriyetine de
aykırı bulmuyoruz. İnanmayana ve istemeyene din eğitimi vermek, onu dinî
pratikleri yerine getirmeye alıştırmak ve bir mânâda zorlamak laikliğe aykırı
olabilir, ancak millî birlik ve beraberliği, insanların birbirini anlaması ve
iletişim kurmasını sağlayabilmek için çoğunluğun dinini bütün vatandaşlara -okul
çağında- öğretmek laikliğe, din ve düşünce hürriyetine aykırı telakki edilemez.
Her vatandaş öğrenir, ama dilerse inanır ve inancını hayatına geçirir, dilerse
inanmaz veya inandıklarını yaşamaz, diğer din ve inançlara mensup olanlara da
ayrıca kendi dinlerini öğrenme imkanı tanınır; bu böyle olduğu müddetçe
çoğunluğun dinini (anadini) öğretmeyi laikliğe aykırı görmenin anlamı yoktur.
Din ve düşünce hürriyetini insan hakkı olarak gören ve bu hürriyeti insanlara
tanımayı demokrasinin, çağdaşlığın vazgeçilmez şartı olarak ilan eden
toplumların; zorlama, mecburiyet, baskı olmaksızın isteyenin, istediği yerde
-kamu düzenini bozmadan, başkalarının hak ve hürriyetlerini zedelemeden-
inançlarının gereğini yerine getirmelerini de sağlama vazifeleri vardır. Bu
sebeple -birçok yerde olması gerektiği gibi- okullarda, isteyen öğrencinin
ibadetini zamanında yapabilmesi için özel yerlerin tahsisi bir insan hakkıdır,
din ve vicdan hürriyetinin tabii sonucudur.
Bu iki gerçekten hareket edildiğinde varılacak sonuç şudur: a) Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşlarının tamamının ilk ve ortaöğretimde okuyan çocuklarına
İslâm dininin, zorunlu dersler arasında öğretilmesi laikliğe, din ve vicdan
hürriyetine aykırı değildir, çelişkiden kurtulabilmek için laikliğin böyle
yorumlanması ve anlaşılması gerekmektedir. b) Okullarda isteyen öğrencilerin
ibadet yapabilmeleri için bir yer tahsis edilmesi (mesela müslüman olup namaz
kılmak isteyen öğrenciler için bir namaz odasının ayrılması) laikliğin, din ve
vicdan hürriyetinin tabii sonucudur; bu yapılmadığı takdirde devlet dine
müdahale etmiş, ibadeti -dolaylı olarak- engellemiş, din ve vicdan hürriyetini
kısıtlamış olacaktır.
Şûradan beklediğimiz, din derslerini notsuz ders haline getirerek fiilen
kaldırmak yerine zorunlu ve notlu olarak bırakması, hem bu dersleri geliştirme
ve iyileştirme, hem de dileyen öğrencilerin ibadet edebilmelerine imkan
hazırlama yönünde tavsiye kararları almasıdır.