Önsöz
Yeni Şafak'ta çıkan Pazar yazılarım günlük olmadığı için gündemi de daha geniş bir çerçeveden kapsıyor, hafta içinde benim algı antenlerime takılan olaylara kendi düşünce, inanç ve değerler sistemi penceremden bir bakışı, bir değerlendirmeyi yansıtıyor, bu vasfı ile de çoğu kalıcı bir mahiyet arzediyordu. Yazılarımı okumak lütfunda bulunan okuyucularım ve dostlarım gibi dağıtım aksaklığı sebebiyle gazeteye ulaşamamış bulunan ilgililer de bu yazıları bir kitapta toplamamın uygun ve gerekli olduğunu ısrarla söylüyorlardı. Sevgili İlhan Kutluer'in girişimi, karar terazisinin "basılsın" kefesini aşağıya çekti; eserin İz Yayıncılık tarafından neşredilmesi kararlaştırıldı ve bu kervana biz de katılmış olduk.
Yazıları konularına göre bölümlere ayırırken güçlük çektiğimi söylemeliyim; çünkü birçok yazı birden fazla konu ile ilgili bulunuyor ve bölümleme bakımından hangisine öncelik verilmesi gerektiği konusu tereddüt uyandırıyordu. Ancak kitabın çoğunluk tarafından -belli bir bölümünün değil- bir bütün halinde okunacağını düşündüğümüz için ayırma konusunda da fazla titiz davranmadık.
Bu satırların yazarına göre biz müslümanların hedefi batılılaşma değildir, müslümanlaşmadır; batılılaşma ise meselelerimizin ve çıkmazlarımızın baş sebebi, aslî failidir. Çaremiz müslümanlaşmada, bu yoldaki kusurlarımızı gidermede, eksiklerimizi tamamlamadadır. Bu çağda gerekli bulunan ve ötekilerin icat ettikleri, ürettikleri bazı alet ve araçları kullanmak -hem seçmede, hem de kullanmada İslam'ın ölçülerine ve hassasiyetlerine riayet etmek şartıyla- batılılaşmak manasına gelmez ve müslümanlaşmaya da aykırı değildir. Hz. Peygamber (s.a.) de cahiliyyeden gelen birçok aleti ve aracı kullanmıştır, ancak cahiliyyeye (İslam öncesine, İslama göre "ötekine") ait zihniyeti, inancı ve düzeni değiştirmiş, daha doğrusu Allah'ın değiştirici hüküm ve buyruklarını tebliğ ve tatbik etmiştir. Bugün cahiliyye ve öteki "Batı"dır, onbeş asır önce cahiliyyeye karşı takınılan tavır bugün Batı'ya karşı takınılacaktır.
Bu kitaptaki yazıları ve başka yerlerde söyleyip yazdıklarımızı bu mana ve maksat çerçevesinde anlamak gerekir.
Gayret kuldan, başarı Allahtan'dır.
Hayreddin Karaman

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İslâm, İslâmcılık, İslâm Dünyası

Tecdidden İslâmcılığa
"Allah Teala bu ümmete, her yüzyılda bir dinini yenileyecek kimseler gönderecektir" mealindeki hadiste geçen "men yuceddidu:yenileyecek olan" ifadesinden türetilen "müceddid" ile bu kelimelerin mastarı olan "tecdid", zamanla lugat mânâsını aşan mânâlar kazanmış ve birer islâmî terim haline gelmiştir. Hadiste geçen kelimeyi, İslâmın genel ilkeleri ve bağlayıcı nasları bağlamında ele alan yorumcular tecdidi "eskiyen kısımları yenilemek, yenileri ile değiştirmek" şeklinde anlamamışlardır, çünkü en azından İslâmın ilk asrında, vahyin getirdiği hükümler ve çözümler ile bunların ışığında yürütülen ictihad, ümmetin gelişmesine ve genişlemesine rağmen ihtiyacı karşılıyor, bu alanda bir eskime ve değiştirme ihtiyacı gözükmüyordu. Buna karşılık İslâma yeni giren topluluklar ve kültür zeminlerinin taşıdığı çeşitli inançlar, gelenekler, dinî davranışlar ve semboller vardı; bunlar belli bir yoğunluğa ulaştığında dinî olmasa da ictimai meşrûiyyet kazanıyor, bu gelişme de dinin inanç, ibadet ve varlığa bakış alanlarını kirletiyor, Allah'ın nezdindeki dini değilse de ümmetin yaşadığı dini kısmen değiştiriyor ve eskitiyordu. Hadiste "ümmetin dinini yenileyecek olan" ifadesinin kullanılmış olması bu bakımdan anlamlı idi.
İşte bu sebeple asırlarca mezkûr hadisteki yenileme, "dine sonradan katılan, dinden olmadığı, dine dahil bulunmadığı halde böyle telakki edilen katkıların temizlenmesi, ayıklanması, İslâmın ilk saflık ve berraklığına iade edilmesi" şeklinde anlaşılmış, bu mânâda hurafe ve bid'atleri tesbit ederek ayıklamaya çalışan, İslâma sokulmak istenen sapık inanç ve düşüncelere karşı mücadele veren, Raşid Halifeler dönemine ait dinî, siyasî, sosyal yapıyı, İslâmın amaçlarına ters düşecek şekilde mihverinden saptıranlara karşı muhalefet bayrağını açan kimselerin bu faaliyetlerine "tecdid", kendilerine de "müceddid" denilmiştir. Eğer bu hareket iman ve ibadet hayatından siyasete kadar bütün alanları kaplıyorsa "külli tecdid"den, bir veya birkaç alanla ilgili bulunuyorsa "cüz'i tecdidden" söz edilmiştir. Örnek vermek gerekirse Emeviler devrinden itibaren siyasî sapmalara karşı muhalefet bayrağını açan Hz. Hüseyin, Abdullah b. Zübeyr, Zeyd b. Ali, Ömer b. Abdulaziz, dinî sapmaları önlemek üzere Sünnet kaynağını tesbite çalışan ilk muhaddisler, fıkhı tedvin eden ilk fıkıhçılar, mezheb imamları, İslâm inancını aslına uygun olarak formülleştirip ümmete takdim eden itikadi mezheb imamları, felsefe ve bâtınî hareketlerin bozduğu dengeyi yeniden kurarak öz din ilimlerine itibarını iade etmek üzere yola çıkan Gazzali, bunlara ek olarak amacından ve usulünden sapmış tasavvuf hareketleri ile beşeri olan ile ilahi olanı birbirine karıştıran mezhebcilik ve taklide karşı mücadele veren İbn Teymiyye ve takipçileri, tasavvufun özellikle irfan boyutunda ortaya çıkan ve "şeriat, tarikat, marifet, hakikat" arasındaki dengeyi bozan çıkışlara ve zuhurlara karşı, seyr-i sülûku tamamlamış, irfan merdivenlerini hemen bütün basamaklarını geçmiş, içeriden biri olarak bu dengeyi yeniden kurmaya, tasavvufî irfanı ve bunu temsil eden zevatı harcamadan şeriatı kurtarmanın ve her şeyi yerli yerine oturtmanın formüllerini bulmaya çalışan İmam-ı Rabbani, bir yandan İbn Teymiyye gibi selefileri, diğer yandan kelam, fıkıh, felsefe ve tasavvuf okullarını daha külli bir bakış açısından ele alarak "cümlenin maksudu bir, lakin rivayat muhtelif" gibi bir sonuca ulaşan ve bu mânâda ümmetin birliğini tesis etmeye çalışan Şah Veliyyullah, müceddidler tarihinde şerefle yerlerini alan isimler arasındadırlar.
Moderniteye kadar geçen dönemde İslâm ve diğerleri arasındaki ilişki, aziz ile zelil, üstün ile aşağı, hak ile batıl, davet edilen ile çağırılan arasındaki ilişkidir. Bundan bir dereceye kadar istisna edilebilecek ilişki ve hareket, İslâm felsefesi için söz konusudur; çünkü bazı İslâm filozofları, vahyin getirdiği bilgi ve metodoloji ile aynı konularda Yunan filozoflarının ortaya koyduklarını karşılaştırmış, birincisinin ya hakikatinin yahut da zahirinin yetersiz, gerçeği ifade etmekten uzak olduğuna hükmetmiş, Yunan filozoflarının düşüncelerine İslâmî elbiseler giydirmek için çaba sarfetmişlerdir. Bunlar ile muasır İslâmcıların modernist olanları arasında bir dereceye kadar benzerlik bulmak mümkündür.
Sanayi inkilabı öncesi gelişmeler ile bu inkılabdan sonra Batı'nın madde dünyasına ait bilim, teknoloji, servet ve askeri güç sahasında gerçekleştirdiği gelişmeler ve atılımlar İslâm dünyasında, diğerlerine bakış açısını değiştirmiş, üstten bakanların bir kısmı alttan bakmaya başlamışlardır. Hiç şüphe yok ki, İslâmın ilk dört asrında yaşayanların din anlayış ve uygulamaları, kurdukları madde-mânâ, dünya-ahiret dengesi, bu meyanda daima canlı tuttukları tefekkür, ictihad ve -belli sınırları içinde de olsa- hürriyet devam etseydi, bunları bozan ve gerileten tarihi sebepler bulunmasa veya bunların üstesinden gelinebilseydi madde dünyasındaki ilerleme ve güç de "diğerlerine" kaptırılmayacak, müslümanlar maddi ihtişama ve güce aşağıdan bakarak kendi evrensel ve paha biçilmez değerlerini zayi etmiyeceklerdi. Ama ne yazık ki, böyle olmadı, dengeler bozuldu, tefekkür ve ictihadın yerini donukluk, tabiiyyet, fikri ve fiziki tembellik, taklid aldı; zarf bozuldukça mazrufu da muhafaza edemez oldu.
Madde alanında ilerlemiş, gelişmiş ve güçlenmiş olan, bu güçlerinin bir kısmını da müslümanların servet ve istiklallerine kast ve bunları gasbederek elde etmiş bulunan diğerleri karşısında varlığını koruma çabasına düşen İslâm aleminde birden fazla tavıralış, yaklaşım, reçete ortaya çıkmıştır. Bunlardan biri "ver İslâmı al medeniyeti, refahı ve gelişmeyi" formülü ile ifade edilebilir ve bu formülün peşinde koşanlar İslâmcılık ve İslâmcılar bahsinin dışında kalırlar. Bir diğeri "biz, belli bir döneme kadar gelmiş dinî hükümleri ve bunların beşeri yorumlarını (tefsiri, fıkhı, tasavvufu) aynen koruyalım, bunlara göre amel edelim, günlük ibadetlerimizi yapalım, fıkıhçıların ve tefsircilerin önümüze koydukları helal-haram, caiz-memnu ölçülerine bağlı kalalım, bu davranış biçimi bize sonunda zaaf ve yok oluş getirse de bunu düşünmeyelim, akıbetin Allah'a ait olduğu cümlesini tekrarlayalım..." diyenlerdir. Bunların da İslâmcılık ve İslâmcılarla bir alakaları yoktur.
İlk dönem İslâmcıları (bizde Sultan Abdulhamid devrinden Cumhuriyete kadar) düşünce ve hareketlerinin yarısında müceddidlerle beraberdirler: İslâmın beşeri, yabancı, eskimiş katkılardan ayıklanması, ilk saflığına döndürülmesi, tefekkür ve ictihad kapılarının açılması, bunun için çaba gösterilmesi gerekir. İkinci yarısında ise kendi çağlarının özellik ve ihtiyaçlarına paralel olarak farklıdırlar. Belli bir alanda güçlenmiş, ilerlemiş ve müslümanların varlığını tehdit eder hale gelmiş diğerlerinin yapıp ettikleri ile İslâm arasında bir bağ kurmak, bunların zaruri görülenlerini, İslâmî deliller ve terimler çerçevesine alarak meşrûlaştırmak, bu sentez içinde yeniden formülleştirilecek İslâmı, ümmetin siyasî, sosyal, hukukî, iktisadî, ahlâkî... hayatlarının temeli kılmak. Bu mânâda İslâmcılığın ve İslâmcıların yaşayan temsilcilerinden söz etmek mümkündür.
Yine İslâmcılık kategorisi içinde gördüğümüz iki yaklaşım daha vardır: a) Yalnızca beşeri yorumların, ictihadların ve çözümlerin değil, vahyin getirdiklerinin de kısmen tarihi olduğu tezinden hareketle bunların eskidiğini ileri süren ve bunları çağın (ileri sayılan diğerlerinin) getirdikleri ile değiştirmek, ilkeler ve amaçlar çerçevesine çekilmiş bir İslâmı, İslâm topluluklarının hayat rehberi kılmak, hatta bu ilkelerle çağı aşılamak isteyenler, bu reçetenin geçerli olduğunu savunanlar. b) İslâmın ilk dönemlerinin tefekkür, ictihad ve hürriyet ortamını ihya ederek bu zeminde geliştirilecek fikir ve fiil ile çağı aşmak, İslâmın öz modellerini oluşturup çağa sunmak ve "Allah yoluna çağır..." emrini çağa yaraşır bir biçim ve boyutta yerine getirmek için bir yol tutan ve çaba sarfedenler.
İslâm dünyasında, İslâmın değiştirmek istediğini diriltip yaşatmak, bunun için de gerekirse İslâmı kısmen veya kül halinde terketmek yolunu tutanları bahsimizin dışına çıkararak farklılık ve özelliklerini tesbite çalıştığım müslüman mütefekkirleri ben İslâmcılar içinde görüyor, ihlasla, iyi niyetle tutulan yolların bir caddede buluşacağını, bu caddeyi takip edecek olan müslümanların da bir gün selamete çıkacaklarını umuyor, bekliyor ve gerekli çabaya katılıyorum.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hangi İslâm?
Müslümanlara göre bir İslâm vardır, bu da Hz. Adem'den Hz. Hatemu'l-Enbiya'ya (s.a.) kadar bütün peygamberlere vahyedilmiş bulunan hak dindir. Bu dinin gelişme ve değişmeye açık bulunan kısmını Allah Teala, gerektikçe değiştirmiş ve birbirini takip eden peygamberleri vasıtasıyle bu değişikliği kullarına (ümmetlere) bildirmiş, değişmeyen İslâm'ın, farklı kültür ve medeniyetlerin ihtiyaçlarına göre değişik şekilleri farklı isimler almış "İbrahimî, Musevî, İsevî..." denilmiştir.
Son Peygamber'e vahyedilen İslâm'ın, kıyamete kadar insanlığın katedeceği uzun yolda gerçekleştireceği medeniyet ve hayat şekillerine göre değişmesi, yenilenmesi gereken kısmı artık yeni bir din ile değil, bu din içinde, bu dinin bilgi ve hüküm kaynaklarını kullanarak yapılacak ictihad ile olacaktır. Bugüne kadar gelmiş geçmiş bütün müctehid ve müceddidlerin birleştiği noktalardan biri de "İslâmın, yalnızca inanç ve ibadetlerden, sosyal amaçlardan ve ilkelerden ibaret olmadığıdır." İslâmda bunlar değişmez ve önemli olarak vardır, ancak bunların yanında yine değişmez ve önemli olarak başka hükümler (helaller, haramlar, farzlar, şartlar, şekiller, detaylar...) vardır. Bunların da bir kısmı iman ve ibadetle, diğer kısmı ise dünya hayatı (hukuk, siyaset, ahlak, iktisad, estetik, cemiyet...) ile ilgilidir. Allah'a iman, Kur'an'ın Allah'tan geldiğine, hakkı ve doğruyu getirdiğine, insanlara hayatlarında rehber olsun diye gönderildiğine iman nasıl İslâmdan ise ve değişmesi mümkün değil ise aynı şekilde domuzun, puta kurban edilmiş hayvanın, faizin, kumar, rüşvet, gasp gelirinin yenmiyeceği, haram olduğu, keza bir kadın veya erkeğin -evlenmesi caiz olan biriyle- evlenmedikçe onunla cinsî hayat yaşamasının caiz olmadığı, Allah'ın irade ve rızasına aykırı bulunan hiçbir kimsenin emrine itaat edilemiyeceği, müminlere ancak müminlerin hükmedebileceği (velayetin ancak müminler arasında geçerli olacağı) hükümleri de İslâmdandır ve değişmez. Bu anlayış müsteşrikler ve modernistlere kadar gelen İslâm anlayışıdır.
Buna karşı oryantalizm farklı İslâm anlayışları ortaya çıkarmış, bir kısım modernistler de bunlara paralel anlayışlar ileri sürmüşlerdir. Bunlardan oldukça yaygın olan bir anlayışa göre siyasî İslâm (köktendincilik, dünya hayatını, toplumu, devleti yönetmeye talip olan İslâm) iflas etmiştir, bundan sonra da başarısızlığa mahkûmdur. Müslümanlar bu sevdadan vazgeçmeli, içlerindeki köktendincilere cephe almalı, onları marjinalleştirmeli ve yok etmelidirler. Müslümanların yaşamaları ve yaşatmaları gereken İslâm, iman ve ibadetler, sosyal ve ahlâkî ilkelerden ibaret olan İslâmdır. Batılılara göre de böyle bir İslâmın zararı (!) yoktur, böyle bir İslâma bağlı olan müslümanlarla bütünleşmek de mümkündür. Çünkü böyle bir İslâm, fenerinden çıkarılmış mum gibi sönmeye, suyu kesilmiş bir ağaç gibi kurumaya, bağışıklığı yok edilmiş bir bünye gibi hasta olup yok olmaya mahkûmdur, gerisi bir zaman meselesidir.
İçimizden bazıları "Batı ile birleştiğimiz ve Batılı toplumlar gibi yaşadığımız takdirde dinimize bir şey olmaz, biz yine biz olarak kalırız, hatta Batı'ya da İslâm aşılarız" diyorlar. İslâmı yalnızca iman ve ibadet, hatta yalnızca iman olarak alan ve böyle yaşayanlardan bu kanaatte olanların hali meşhur afyon müptelasının haline benziyor. Adam attara gelmiş, 'hamama gidip afyon çekeceğim, bana iyi tutanından (iyi uyuşturanından) bir parça afyon ver' demiş, attardan aldığı afyonu hamamda yutmuş, afyon ona yapacağını yapmış ama kendisi farkında değil, üzerinde peştemalı, ayaklarında nalınları vurmuş sokağa, dikilmiş attarın karşısına ve çıkışmış "Bre attar, niçin bana bu meretin iyisini vermedin?" Attar cevap vermiş: "Dua et ki sana bu afyonu vermişim, eğer daha sertini verseydim bana peştemalsiz gelirdin!"
Çağın afyonlamasıyle uyuşmuş oldukları için üzerlerinde İslâmdan neyin kaldığının farkında olmayan, bu sebeple bize batılı olmak tesir etmez, biz yine böyle kalırız diyenlere bu kıssadan bir hisse var mıdır dersiniz?

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Birliğe Çağrı
Bursa'dan yazan sayın Selim Can, bizim de ilgilendiğimiz Ensar Vakfı'nın "İslâm hizmetine yönelik birleştirici ve kuşatıcı hareket anlayışını" söz konusu ederek şunları kaydediyor: "Görebildiğim kadarıyle mevcut cemaatler ve vakıflar da kendileri için aynı şeyleri söylüyorlar. Böylece bir kısır döngü oluşuyor. İşte benim üzüldüğüm konu da bu. Bu ortam içinde herkes kendi cemaatini ve vakfını öne çıkarıyor, diğerleri bize gelsin diyorlar. Tabii bu, tabandaki kişilerin sözleri. Bilmiyorum bunları baz alarak mutaassıplıktan söz edebilir miyiz? Üst kademelerde birleşme ile ilgili görüşmeler yapılıyor mu?"
Sayın Can'ın temas ettiği ve yakındığı durum bugün -hatta tarih boyunca- İslâm dünyasına musallat olmuş en önemli musibettir; geri kalma, zayıflama, çürüme amillerinin başta gelenidir. Bu yüzden Kitap ve sünnet müslümanları ictihada ve tefekküre teşvik etmiş, farklı görüşlerin tartışılmasını, her şahsın veya gurubun benimsediği ictihada göre amel etmesini serbest bırakmış, hatta teşvik etmiş, fakat tefrikayı, bölünüp parçalanmayı nefretle karşılamış ve şiddetle yasaklamıştır. Tefrika müslümanların, farklı görüş, düşünce, tercih, coğrafya, ırk, iktidar esasına göre guruplara ayrılması ve her bir gurubun kendi tercih, konum ve anlayışını İslâmla aynılaştırması, diğer anlayışları ve konumları İslâm dışı sayması ve bunlara karşı olumsuz tavır takınması (işte taassup da budur) ile başlar, araya başka unsurların da girmesiyle gelişir, büyür, müzminleşir...
Birleşme bir adımda olamaz önce müslüman guruplar arasında hoşgörü tavrını ve ilişkisini oluşturmak gerekir, arkadan ortak konularda ve ihtiyaçlarda işbirliği yapılabilir, bu işbirliği gurupları birbirine daha da yaklaştıracağı için sonunda kısmen de olsa birlikler, birleşmeler aşamasına gelinecektir. İşte bu hoşgörüden birliğe giden yolda yürümek üzere bütün müslümanlara çağrı yapacak, bu yolculuğun başlamasına öncülük edecek bir gurubun ortaya çıkmasına ve çalışmalarına ihtiyaç vardır. Ensar Vakfı ile Gönüllü Kuruluşlar Vakfını bu hizmetin öncüleri ve gönüllüleri olarak kabul etmek mümkündür.
Ensar Vakfı'nın, kendi cemaat veya kurumunu öne çıkaran guruplardan farkı şu maddelerde görüldüğü gibidir:
a) Ensar Vakfı, herhangi bir İslâmî gurup mensubunu, kendi cemaatini terkederek Ensar çatısı altına gelmeye çağırmıyor. Kişinin kendi gurubuna mensubiyetine "cüz'i rabıta: parça veya gurup bağı", Ensar çatısı altındaki bağına ise "külli rabıta: bütüne ait bağ" adını veriyor ve her bir müslümanı, istiyorsa cüz'i rabıtasını koruyarak Ensar çatısının altında külli (çeşitli gurupları birbirine bağlayan İslâm) bağı ile bağlanmaya ve ortak İslâm hizmetine çağırıyor. (Diğer guruplar -genellikle- ya çağırmaz yahut da kişinin bulunduğu yerden koparak gelmesini ister.)
b) Ensar Vakfı, bütün müslümanlar arasında ortak olan kutsallara ve değerlere dayanır. En büyük ve eşsiz örnek Allah Resulüdür (başka eşsiz ve en büyük örnek yoktur). En büyük ve eşsiz kitap Kur'an-ı Kerim'dir (başka en büyük ve eşsiz kitap yoktur; yani başka şahıslar ve kitaplar için böyle bir iddia ileri sürülemez).
Doğru İslâm anlayışı belli bir şahsın veya gurubun inhisarında değildir; doğruyu bulmanın yolu usule göre ana kaynaklara başvurmak ve asırların bilgi birikiminden de yararlanmaktır. Bu yoldan yürünerek üzerinde ittifak edilen bilgi ve hükümler bütün müslümanları, ihtilaf edilenler ise benimseyenleri bağlar, diğerlerine müsamaha edilir. (Herhangi bir şahsın, gurubun İslâm anlayışı mutlak İslâm ile aynılaştırılıp diğer anlayışlar ve guruplar İslâm dışı, batıl, sapık... kabul edilemez. Böyle kabul edilmek için -bir guruba mahsus olmayıp bütün İslâm alimlerinin benimsediği ölçütler kullanılır.)
c) Ensar Vakfı, İmam-Hatip mensup ve mezunlarını bu hizmetin öncüleri olarak kabul eder; ancak İmam-Hatipçi değildir, deyim yerinde ise İslâmcıdır, ona göre kardeşlik, birlik, dayanışma ve değerlendirme ölçütü İslâmdır.
Henüz tavanda, sıralamaya çalıştığımız esaslar dahilinde bir hoşgörü, işbirliği ve birlik çağrısı faaliyeti görülmedi. Bu başladığında bir inkılab başlamış olacaktır, Ensar Vakfı'nın faaliyetlerini "bu çağrıya" çağrı olarak algılamak mümkündür. Yeni Şafak da işte bu dâvanın gazetesidir.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Allah'ın Hükmü
Kur'an-ı Kerim'de, Allah'ın indirdiği (Peygamberine vahyettiği talimat) ile hükmetmeyenlerin:yani bunlara iman etmeyen ve hayatlarında uygulamayanların zâlim, fâsık ve kâfir oldukları ifade buyurulmuştur. Bu emir yalnızca toplumu ve devleti değil, ferdi de bağlamaktadır; Allah'ın dinini hayatın dışına atan toplum ve devlet, Allah karşısında ne kadar sorumlu ise aynı şeyi yapan fert de o kadar sorumludur. Devlet ve toplum hayatında dinin uygulanmasını talep edenler ve bütün dikkat ve mesailerini bu nokta üzerinde yoğunlaştıranlar kendi nefislerinde, ferdî hayatlarında, diğer insanlarla ilişkilerinde Allah'ın indirdiği ile hükmetmezlerse, devletin ve toplumun müslüman olması onları kurtarmaz.
Allah'ın indirdiği (hükmü ve talimatı) Kur'an-ı Kerim'de ve Sünnet'te yer alarak bize kadar ulaşmıştır ve insanlık yaşadığı müddetçe gelecek nesillere de ulaşacaktır. Ancak bu talimatı asırlar boyu gelip geçmiş bütün insanlar, ilişkiler, nesneler ve olaylara uygulamak istediğimizde ictihad zaruri olmaktadır; çünkü bütün bunları mezkûr iki kaynakta tafsilatıyle ve özel (her birine mahsus) açıklamalar şeklinde bulmak mümkün değildir. Alimler ictihad ederek; yani anlama, kıyas ve faydalıyı tercih gibi yöntemleri kullanarak sayıları ve konuları sınırlı olan ayet ve hadislerden, her asrın ihtiyacına cevap veren hükümleri çıkarırlar. Hükmü doğrudan ayet ve hadis bildiriyorsa, araya ictihad girmiyorsa bu kesin olarak Allah'ın hükmü ve talimatıdır. Araya ictihad giriyorsa elde edilen hüküm muhtemelen (ictihadı yapana göre) Allah'ın hükmüdür. Birincisine hiçbir müslüman itiraz edemez, ikincisine ise başka müctehidler itiraz ve muhalefet edebilirler. Ortaya birden fazla ictihad çıktığında bu ümmet için rahmettir, çeşitli çözümler ve seçenekler sunulmuş demektir.
Bu malumu ilam etmemizin (bilineni bildirmemizin) elbette birden fazla sebebi var: Bazı müslümanlar, hem de ehli olmadıkları halde ictihad ediyorlar, belli bir ayet ve hadise dayanarak bir hüküm çıkarıyorlar, sonra da bu hükmü benimsemeyenleri küfürle, şeytan ve bel'am olmakla, Allah'ın hükmüne uymamakla suçluyorlar, suçlamakla da kalmıyor, gıyabında hüküm vererek eyleme kalkışıyorlar. Düşünmüyorlar ki, bu davranış da Allah'ın indirdiği ile hükmetmeye aykırıdır. Bilmiyorlar ki, Allah Resulü (s.a.) ictihadın hata da edebileceğini ifade etmiş, ictihad ile varılan hükmün başka müctehidleri bağlamıyacağına işaret buyurmuştur. Ehliyetli bir hâkimin bile hata ederek cezalandırması yerine, hata ederek beraat ettirmesini tercih ve tavsiye eylemiştir.
İctihad ve kanaatlerimizi dinin kesin hükümleri yerine koyduğumuz müddetçe tevhidi yakalamamız mümkün değildir. Ümmetin üzerinde ittifak ettikleri ölçüler yerine şahsımızın veya gurubumuzun ölçülerini koyduğumuz müddetçe de vahdeti bulmamız imkan haricindedir.
Bu kör döğüşünden kurtulmanın yolu, bütün gurupların temsilcilerinden veya bütün gurupların razı oldukları alimlerden oluşacak bir "ulema meclisinin" oluşturulması ve müslümanlar arası anlaşmazlıklarda bu meclisin hakem kılınmasıdır.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Allah'ın Evinden Sevgilinin Yurduna
Yeni Şafak'ın çıkmaya başladığı gün dinlenmek, hasret gidermek, ibadet ve dua etmek üzere Allah'ın Evine misafir olmaya, Sevgilinin Yurduna arz-ı hürmet ve mahabbet etmeye gitmiştik. Bu Yeni Şafak'ın, müslümanların birlik ve uyanışlarının şafağı olması için dua ettik, hem de Kabe'yi ilk gördüğümüz dakikalarda ettiğimiz dualar içinde bu dileğimizi Cenab-ı Kâdir ve Kayyum'a arzettik.
"İslâm alemi bu durumda iken, bunca fakir ve muhtaç var iken nafile bir ibadet olan umreye gidilir mi?" sorusu hep sorulur, bunu ben de kendime defalarca sormuşumdur. Sonunda -nefsin payının asgari olduğunu umduğum- şu cevaba ulaşmışımdır: Önce bu, gidiş amacına ve uygulamada bu amacın gerçekleşme derecesine bağlıdır; alış-verişe mi gidiyorsun, herkes gidiyor, itibar artırıyor diye mi gidiyorsun... Yoksa cihadın ve infakın da kendisine bağlı bulunduğu iman, ihlas ve mahabbet arttırmaya, manevi enerji depolamaya, İslâm aleminin her bir köşesinden gelmiş sıradan insanlar, mütefekkirler ve alimler ile görüşüp fikir alış-verişinde bulunmaya mı gidiyorsun...? Saniyen bu gidiş, ülkenin ve İslâm aleminin dertlerine çare bulma çabanıza müsbet mi tesir ediyor, yoksa menfi mi? Amacınız güzel ise, uygulamada hedefler nisbeten de olsa tutturulmuş ise, İslâmî hizmetlere katkınız ya aynı kalmış yahut da dönüşünüzde artış kaydetmiş ise belli aralıklarla bu seyahat yapılmalıdır.
Allah'ın evinde, O'nun misafiri olma duygusu tarif edilemez bir duygudur. Gerçi insanın maddi vücudu dahil her şey Allah'ındır, mahluktan hareketle Halik'a ulaşmak her zaman, her şeyde mümkündür, ancak Kâbe gibi bazı varlıkların bu amaca daha uygun olduğunda da şüphe yoktur. Allah inanç ve düşüncesinde mutlak kemal ve mutlak tenzih hakimdir. Ama kullar madde içinde mahbus, çeşitli eksiklik ve zaaflarla maluldürler. İnsanı insan yapan ilahi ruh (menfuh, üfürülmüş ruh) nefis ve madde perdelerinin ardında kalmış, üzerini örten madde katmanları altında varlığını hissettiremez olmuştur. Allah'ın Evi etrafında silkinerek her dolaşışımda kesafet perdeleri birer birer sıyrılmakta, ilahi ruhu örten katmanlar teker teker dökülmekte, ruh ile aslı arasında keyfiyetsiz bir ilişki kurulmakta (vuslat hasıl olmakta), binlerce insanın merkez etrafında dönüp duran bir girdabı andırdığı kitle içinde belirsiz bir damla olma düşüncesi tavaf edene Hak'ta fani olma hal ve mutluluğunu yaşatmakta, tevhidi "kal"den "hal"e geçirmektedir. Bu sebeple tavaf esnasında kalıplaşmış duaların şuursuz tekrarı yerine bu duygu ve düşüncelerin ve bunlara uygun olan zikrin, özellikle kelime-i tevhid ve tenzihin tercih edilmesi uygun oluyor.
Sevgilinin yurdunda aşıka, manevi olanın yanında maddi vuslat duygusunu da tattıracak unsurlar var; Mescidu'n-nebi var, yeşil kubbenin altında O'nun mübarek vücudunu saran cennet toprağı ve bahçesi var, O'nun gözünün ve elinin değdiği, kanının aktığı mekânlar var, nur kaynağı alnını öpen mihrabı, ayaklarını öpen minberi var... Mescid-i Haram'da hakim bulunan celal, azamet, tevhid ve tenzihe karşılık burada hakim olan cemal, edeb ve mahabbet var. Sevgilinin Yurdun'da O'nun siret ve hayatını bir daha hatırlamak, canlandırmak ve adeta yeniden birlikte yaşamanın insanda bıraktığı tarifsiz zevkler, heyecanlar, mutluluklar, irfanlar ve ibretler var.
Bütün bu varlıklar içinde maddede ve mânâda ümmetin fakirliğini açıklamakta güçlükler var. Ancak Kabe'nin etrafındaki tavaf girdabı yükseliyor, Peygamber Mescidinin minarelerinden bir başka eda ve sada ile yayılan ezan sesleri gittikçe daha uzaklara ulaşıyor. Dileğimiz bu tecellilerin kafalarda ve gönüllerde bir an önce beklenen uyanış ve dirilişi hasıl etmesidir.
Ümmetin üstüne titreyen sensin
Müjdeci, uyaran, gel diyen sensin
Kulunu Allah'a sevdiren sensin
Gecemi gündüze çeviren sensin

Ey Hakk'ın Şahidi yüzünü göster
Kul Şehadetinle tanınmak ister

Hakkın halîlisin habîbi sensin
Gönüllerin eşsiz tabîbi sensin
En güzel hutbenin hatîbi sensin
Ümmetin en büyük nasîbi sensin

Aşkımın Leylâsı yüzünü göster
Gönül seni gözden sakınmak ister
En güzel, en üstün ahlak senindir
Cömertlikte kemâl el-hak senindir
Şefâatte en son durak senindir
Mirac senin, Refref, Burak senindir

Sen gördün bize de cemâlin göster
Pervane şem'ine hep yanmak ister.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Vadedilmiş Topraklar
Vâdedilmiş toprakların (arz-ı mev'ûdun) ne zaman, nerede, kimlere, ne şartla vadedilmiş olduğunu öğrenmenin yolu bu va'di yapanın kitabına (verilen sözün vesikasına) bakmaktır. Yeryüzünde Allah'a ait olduğu bilinen ve hiçbir harfine, kelimesine dokunulmadan bize kadar gelen tek kitap Kur'an-ı Kerim'dir. Kitab-ı Mukaddes denilen mecmuanın ihtiva ettiği Tevrat ve İncil'in -aslı Allah Teala tarafından vahyedilmiş olmakla beraber- O'ndan geldiği gibi muhafaza edilmediğini, değiştiğini, kısmen kaybolduğunu, kısmen peygamberlere ve başkalarına ait sözlerin araya girdiğini yahudiler ve hıristiyanlar da kabul etmektedirler. Bu sebepledir ki Allah Resulü (s.a.): "Ehl-i Kitab size bir bilgi getirdiğinde buna ne doğrudur deyin, ne de yalanlayın; Allah'ın gönderdiğine inanırız, O'nun göndermediğine inanmayız deyin" buyurmuştur. "Buna göre ehl-i kitabın elinde bulunan kitaplarda yazılı bilgileri ve haberleri Kur'an-ı Kerim ve sahih sünnet ile karşılaştırmak, bunlara uyanları almak, kabul etmek, doğru saymak, uymayanları ise -aykırı olmamak kaydıyle- doğru ve yanlışa eşit ihtimalli saymak gerekecektir.
Son günlerde gündeme gelen "vadedilmiş toprak" meselesine yukarıda açıklanan usul içinde bakalım. Konuya hem Kur'an-ı Kerim'de, hem de Eski Ahd'in (Tevrat'ın) Sayılar ve Tesniye kitaplarında temas edilmiştir:
Bir zamanlar Musa kavmine şöyle demişti: Ey kavmim! Allah'ın size lütfettiği nimetini hatırlayın; O içinizden peygamberler çıkardı ve sizi hükümdarlar kıldı. Alemlerde hiçbir kimseye vermediğini size verdi/Ey kavmim! Allah'ın size yazdığı mukaddes toprağa girin ve arkanıza dönmeyin, yoksa kaybederek dönmüş olursunuz. (Maide: 5/20-21).

Bu iki ayete göre Arz-ı mukaddes'in İsrailoğullarına vatan olarak yazılması (Allah'ın bu va'di ve takdiri) ebedî değildir ve şarta bağlıdır. Ebedi olmayıp Hz. Musa'nın asrına ait olduğunun delili, 20. ayetteki ifadedir: Allah onlara birçok nimet vermiştir, hatta bu nimetlerin bir kısmı o zamana kadar dünyada hiçbir ferde ve topluma verilmemiştir, bunlar arasında Mukaddes Toprağın onlara vatan olarak yazılması da vardır. Daha sonraki çağlarda ise Allah Teala başka toplumlara, ümmetlere, İsrailoğullarına vermediği nimetler vermiştir.
Bu yazı ve vaat şarta bağlıdır, çünkü 21. ve devamındaki ayetlerde bu yazının hayata geçmesi İsrailoğulları'nın buna layık olmalarına ve bunun için fedakârlık etmelerine bağlanmıştır. Hatta onlar bu şartı yerine getirmedikleri için Allah Teala onlara kırk yıl buraya giremeyip dar bir bölgede yaşama cezası vermiştir. Daha sonraki zamanlarda da İsrailoğulları güç ve ahlak bakımından layık oldukları müddetçe buralarda oturmuşlar, liyakatlerini kaybettikçe de aynı yerler başka toplumların yurdu olmuştur.
Tevrat'ın Tesniye bölümünün birinci babında yer alan bilgilere göre vadedilen topraklar hem yalnızca İsrailoğullarına vadedilmiş değildir, hem de dünkü ve bugünkü Filistin topraklarından ibaret değildir. Va'dedilen topraklar Lübnan, Irak, Suriye ve Fırat havzasına kadar Anadolu'yu kısmen içine almaktadır. Va'din muhatabı olan toplumlar ise "İşte diyarı önünüze koydum, girin ve Rabbin atalarınıza, İbrahim'e, İshak'a, Yakub'a, kendilerine ve kendilerinden sonra onların zürriyetlerine vermek için and ettiği diyarı kendinize mülk edinin" cümleleriyle belirlenmiştir.
Son Peygamber Muhammed Mustafa (s.a.), Hz. İbrahim'in, oğlu İsmail kolundan gelmiş bir zürriyetidir, torunudur, şu halde O'nun ümmeti olan müslümanlar da -şartlarını yerine getirirlerse- Allah'ın vadettiği Mukaddes Topraklara malik olma ve burasını vatan edinme hakkına sahiptirler. Tarihi gerçek de böyle olmuş, Hz. Ömer devrinden itibaren bu topraklar müslümanlar tarafından fethedilerek dâru'l-İslâma dahil edilmiştir.
Kur'an-ı Kerim haksız yere yurtlarından çıkarılan müslümanlara, haklarını almak ve zulmü önlemek üzere savaşma izni verildiğini bildirdiği ayetin devamında, tamamı Allah'a ait bulunan yeryüzünün bir parçasını yurt edinme hakkının ahlâkî ve hukukî şartlarını da açıklamıştır: "Onlar, başka değil, sırf 'Rabbimiz Allah'tır' dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah bir kısım insanları, diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, içinde Allah'ın ismi çokça anılan kiliseler, havralar, mescidler ve camiler şüphesiz yıkılıp giderdi. Allah kendine yardım edenlere (şart ve sebepleri yerine getirenlere) muhakkak yardım eder. Hiç şüphesiz Allah güçlüdür, galiptir./Onlar ki, eğer kendilerine yeryüzünde yurt ve iktidar verirsek namazı kılar, zekatı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten menederler, işlerin sonu Allah'a varır." (Hac: 22/40-41).
Müslümanların tarih boyunca hakim oldukları yerlerde din ve vicdan hürriyeti bulunmuş, camilerin yanında kiliseler ve havralar da açık kalmış, buralarda Allah'ın adı anılmış, ayinler ve ibadetler yapılmıştır. İnsanlara dinleri, ırkları, renkleri, bölgeleri, kabiliyet ve varlıkları farklı diye zulmedilmemiş, herkese fırsat eşitliği tanınmıştır. Siyonist yahudiler ise ırkçılığı din haline getirmişlerdir, kendilerini Allah'ın has kulları, diğer insanları ise sağılacak inekler ve kullanılacak köleler olarak görmektedirler. Her vasıtayı mübah sayarak kendilerinden olmayan toplumların maddi ve manevi değerlerine, varlıklarına tecavüz etmektedirler. Zulümle, kanla, hile ile yerleştikleri Mukaddes topraklarda başkalarına hayat ve ibadet hakkı tanımamakta, yerlerinden yurtlarından ettikleri insanların ıztırapları karşısında duygusuz kalmaktadırlar. Bütün bunlar olup dururken Allah Teala elbette Mukaddes toprakları onlara yurt etmeyecektir; çünkü o topraklarda oturmaya ve Allah'ı anmaya layık olanların vasıfları hem kendi kitaplarında, hem de bütün kitapların doğruluk miyarı olan Kur'an'da açıklanmıştır ve orada Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki, zikirden sonra (Tevrat'dan veya levh-i mahfuzdan sonra) Zebur'da: 'Şüphesiz yeryüzüne iyi kullarım varis olacaktır' diye yazdık." (Enbiya: 21/105).

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Vahiy mi, İlham mı?
Orta İslâmı anlatan kitaplara göre bağlayıcı olan ve gerçeği yansıtan bilgi üç kaynaktan alınır; sağlam duyu organları, doğru haber ve akıl. Doğru haber, vahye dayanan Kitap (Kur'an-ı Kerim) ve Sünnet kaynaklarında yer alan bilgidir. Bu bilgiler ile amel etmek, bunları hayata geçirerek yaşamak suretiyle olgunlaşan, nefsine hakim olan ve Allah'a has kul, Resulullah'a has ümmet olan insanlara veli (çoğulu evliya) denir. Daha çok Allah'ın veli kullarına bazen de sıradan insanlara gelen vasıtasız bilgiler de vardır. Bunların Allah'tan gelenine ve bu sebeple doğru, vahye uygun bulunanlarına "ilham" denir. Tahdîs, ilm-i ledün, doğru çıkan rüyalar da ilham çerçevesine girer. Ancak dinde delil ve dayanak kılınan, herkes için bağlayıcı olan bilgi yukarıda zikredilen üç kaynaktan gelen bilgidir. İlham kabilinden olan bilgiler ise hem -kendisine ilham vaki olan kişiden- başkası için bağlayıcı ve delil değildir, hem de genel olarak muteber olması, vahiy yoluyla elde edilmiş bulunan Kur'an ve Sünnet bilgilerine aykırı olmamasına, onlara ters düşmemesine bağlıdır.
Müslümanlar dinlerini doğru öğrenmek ve yaşamak istiyorlarsa -ki bunu istemeye mecburdurlar- önce vahye dayanan ve herkes için bağlayıcı olan bilgileri elde etmek durumundadırlar. Bu bilgileri elde etmek de kimsenin tekelinde değildir, dileyen her müslüman usulüne göre okuyarak, ders alarak, eğitim ve öğretim görerek bunlara sahip olabilir. Bu sağlam din bilgilerini elde etmedikçe müslüman, ilham, rüya vb. kaynaklara dayandığı iddia edilen bilgilere itibar edemez; çünkü henüz bunları test edecek "ölçüt, mihenk" bilgileri elde etmemiştir, böyle olunca da yanıltılması, saptırılması mümkündür. Vahye dayalı, bu sebeple de sağlam olan bilgileri elde ettikten sonra bir şahsa ilham kanalından bir bilgi ulaşırsa buna itibar etmeden önce bunları, sağlam vahiy bilgisi ölçütüne vurmak durumundadır. Kur'an'da ve Sünnet kaynaklarında bulunan, İslâm tarihi boyunca güvenilir alimler tarafından sistemleştirilmiş, tasnif ve telif edilmiş, açıklanmış olan bilgilere uymayan, bunlara ters düşen bilgi hangi kaynaktan ve kimden gelirse gelsin muteber değildir, böyle bir bilginin sahibine de veli denemez.
Dinimizde istişare emredilmiş, istihare de tavsiye buyurulmuştur. Müslümanın kararında birinci derecede amil ve müessir istişare (erbabına danışma, müzakere etme, tartışma...) olmalıdır. Bu arada iki rek'at namaz kılınır ve arkasından da "işin hayırlı olması, hayırlı değilse nasip olmaması" dileğini de ihtiva eden istihare duası okunursa hem sünnet yerine getirilmiş, hem de manevi bir tedbire daha başvurulmuş olur. İstihareyi anlatan sağlam hadis kitaplarında bu duadan sonra uykuya yatıp rüya beklemek ve rüyada görülen işarete göre hareket etmek diye bir şey yoktur. Buna rağmen yapılır ve bir rüya görülürse buna da ne dereceye kadar ve hangi şartlar dahilinde itibar edileceği yukarıda açıklanmıştır.
Resulullah (s.a.) bize en güzel ve en mükemmel örnektir, O'nun sünneti, O'nun yolu ve davranışları demektir, bunu izleyen başarı ve mutluluğa ulaşır, buna uymayan yollara (bid'ate) sapan ise doğru yoldan sapmış olur.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İslâma Dönüş ve Hizmet Gurupları
Rönesanstan sonra ve özellikle sanayi devrimini takip eden zamanlarda Batı'da, bilim ve teknolojide kaydedilen gelişme, ilerleme arkasından zenginlik ve güç getirmiş, yoksul ve zayıf ülkeler de aynı seviyeyi yakalamak üzere yola koyulmuşlardır. Çağdaşlaşma terimi ile ifade edilmesi mümkün bulunan bu hareketin öncüleri arasında "dini, ilerleme ve çağdaşlaşmaya engel görenler" zuhur etmiş, Tanzimat'tan sonra gittikçe güçlenen bu kanaat Cumhuriyet döneminde dinî, sosyal hayatın dışına çıkarma, ferdin vicdanına ve ferdi hayatına hapsetme eyleminin gerekçesi/bahanesi kılınmıştır. Cumhuriyetin ilk elli yılında eğitimden hukuka, devlet yönetiminden iktisada ve teşrifata kadar her alanda Batı taklit edildiği, örnek alındığı, İslâm bu alanlarda işe karıştırılmadığı halde önemli bir ilerleme elde edilememiş; bilimde, teknolojide ve bunların sağladığı güçte Batı'nın asgari seviyesine bile ulaşılamamıştır. Hem bu sonucu değerlendiren, hem de din ve vicdan üzerindeki baskıdan bunalan halk ve onların sözcüleri, münevver temsilcileri kelleyi koltuğa alarak bilhassa 1940'lı yıllarda muhalefetlerini dile getirmeye ve İslâma dönüş çağrısı yapmaya başlamışlardır. Zayıf da olsa basında İslâmî muhalefet ve cemaat hareketleri bu yıllarda başlamıştır. Bundan önceki direnişler ve fedakârlıklar yayılmaya ve değiştirmeye değil, yaşamaya ve muhafaza etmeye yöneliktir. Kırklı yıllardan sonraki muhalefet yayılmayı, dönüşü ve değiştirmeyi hedeflemektedir. Sebilürreşad, İslâmın Nuru, Müslümanın Sesi gibi birkaç dergi ile merhum Bedîüzzeman'ın faaliyetlerini ilkler arasında saymak gerekir, arkadan -aralarında önemli farklar bulunsa da mevcut uygulamaya cephe almada ve değişim istemede birleşen- Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Peyami Safa, Ali Fuat Başgil gibi düşünür ve yazarlar ile İmam-Hatip okulları, merhum Süleyman Efendi'nin kursları, Diyanet, bazı siyasî partiler, cemaatler ve tarikatlerin faaliyetleri gelmiştir. Bunlar içinden İmam-Hatip Okulları ve Diyanet gibi resmi olanları, muhalefeti söylem olarak ortaya koymamışlardır, fakat faaliyetleri resmi görüş ve gidişin tersine olmuş, İslâmî muhalefete ve dönüşüme destek vermiştir.
Eğer bugün ülkemizde bir İslâmî şuur ve muhalefet hareketi varsa bunun yakın kökenini yukarıda sıralanan kişi ve kurumların faaliyetlerinde aramak, her birinin hakkını vermek, hiçbirinden şükran ve takdirleri esirgememek gerekir. Gereken bir başka husus da vasıtayı gaye ile karıştırmamak, birincisini ikincisinin yerine koymamak, islâmî hizmet guruplarını farklı dinlere ve ideolojilere mensup guruplar gibi görmemektir. Allah'ın rahmeti, ecri ve İslâma hizmetin şerefi her şahsa ve guruba yeter, tekelciliğe gerek yoktur. Bütün hizmet gurupları, hizmet ettikleri yüce dinin mensupları ve hadimleri olarak kardeşlerdir, yoldaşlardır ve dostlardır. Bu gönül ilişkisini gurup farkı bozuyorsa dengeler bozulmuş, vasıta gaye haline gelmiş demektir. Hoşgörü de birinci derecede bu hizmet gurupları arasında olmalı, her bir gurup diğerinin ictihadına, tercihine -meşrû sınırlar içinde kaldığı müddetçe- saygı göstermelidir. Birbirine karşı tenkitleri, değerlendirmeleri ilme, insafa ve iyi niyete dayanmalı, ıslahı amaçlamalıdır.
Bugün İslâma yapılabilecek en büyük kötülük, tefrikaya düşmek, bölünüp parçalanmak, enerji ve imkanları birbiri ile uğraşma yolunda sarfetmektir. "Girmeden tefrika bir millete düşman giremez/Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez."

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Şeriat
"Şeriat ve Kadın" konulu bir panelde konuşan biri felsefeci, öteki sosyal bilimci iki profesörün şeriatle ilgili bazı tanımları ve değerlendirmeleri gazetelerde yayınlamıştı. Birçok benzerleri gibi bu tanımlar ve değerlendirmeler de tashihe muhtaç bulunuyor.
Prof. N. Arat'a göre "şeriat, Tanrı'nın bütün zamanlarda geçerli olmak üzere insanlığın iyiliği için koyduğu kurallardır; ancak teori ile pratik arasında çarpıklıklar vardır... İlim adamları terminolojik anlamda bir tartışma yaparken siyasallaşmış islâmın militanları kendi doğrularını yaygınlaştırmak için koşuşturuyorlar... Demokrasinin tüm nimetlerinden yararlanan şeriatçılar rahatça hareket ediyorlar ve aydınlar ise uzlaşma ve hoşgörü adına kendi bindikleri dalı kesiyorlar..."
Şeriat vahye ve ictihada dayanır. Vahyi bize Kur'an-ı Kerim ve ilahi iradeye tercüman olan sahih hadisler taşır. Şeriat insanlığın iyiliği için gönderilmiştir; ancak bu iyilik yalnız akla ve bilime göre iyi olan değil, aynı zamanda bunları aşan ilahi irşada ve beyana göre de iyi olandır, yalnızca insanlığın geçici dünya hayatlarında/hayatları için değil ebedî hayatları için de iyi olandır. Yalnız bireyler için değil, bireyin içinde yaşadığı toplum için de iyi olandır; bireyin iyisi ile toplumun iyisi (menfaatler) çatıştığı zaman âdîl dengede oturan iyidir.
Şeriatın bütün zamanlar için geçerli olan kısmı yanında değişmeye açık olan kısmı da vardır; zamanın değişmesi ile hükümlerin de (bir kısım şeriat kurallarının da) değişeceği genel bir kaide olarak kabul edilmiştir. Ancak değiştirme, yenileme (tecdid), geliştirme vahyin ışığında müslüman aklı ile gerçekleştirilen ictihad sayesinde olacağından, ictihad da "yeni durum ve şartlarda Allah'ın hükmü ne olabilir?" sorusuna, usulüne göre cevap arama çabasından ibaret bulunduğundan ortaya çıkan/konan hükümler de şeriattır; değişme şeriattan şeriata olmaktadır.
"Siyasallaşmış İslâmın militanları" şeklinde başlayan ifade talihsiz ve sahibini suçüstü yakalatan bir beyandır. Bünyesinde siyaseti taşımayan bir din siyasallaştırılamaz. İslâm fert ve toplum olarak insanın bütün hayatını kısmen düzenlemeler yaparak, kısmen de düzenlemelerin genel çerçevesini ve usulünü vererek kapsayan bir dindir. Bir müslümanın namazı ne kadar Kur'an'da yer alıyorsa "kime, neye, hangi şartlarda itaat ve isyan edeceği, kamu düzeni, güveni ve menfaatini ne zaman, nasıl, nereye kadar koruyacağı, siyasî otoritenin kaynağı ve temsili, kiminle savaş, kiminle barış yapacağı, hangi fiillerin suç ve günah olduğu ve bunların cezaları..." da o kadar yer almaktadır. İslâma inanan insan (mümin) bunlara inanır, ferdî ibadetlerini yaptığı gibi Allah'ın sosyal talimatını da takip eder, hayata geçirmeye çalışır, o ibadet ve bu gayret militanlık değil, kulluktur. Allah'ın kulları kendi doğrularını değil, Allah'ın doğrularını (insanlık için rahmet olan dinîni) insanlara taşır ve tebliğ ederler; kimseyi dine ve inanca zorlamazlar, tebliğde güzel örneği, güzel sözü ve güzel tartışmayı araç olarak kullanırlar. Tebliğ sonunda müslüman olanları kardeş bilirler, müslüman olmayanlara da din ve düşünce hürriyeti başta olmak üzere temel insan haklarını tanırlar, verirler; onların düşmanlıklarından zarar görmemek için de gerekli tedbirleri alırlar, müslümanca hoşgörü de bundan ibarettir. Demokrat geçinen bazı kimseler bu anlayış ve hoşgörüyü istemiyorlarsa kendileri bilirler, sonucuna da katlanırlar.
Demokrasinin nimetleri varsa bunlar, Türkiye'de yaşayan ve kendileri "siyasal islâmın militanları olmayan" insanların babalarının malı değildir. Demokrasi nimetlerini kullanma konusunda imtiyaz kabul etmez. Ortada kullanılacak bir nimet varsa demokratik nizam içinde yaşayan bütün fertler o nimetten istifade ederler. Bir kimsenin hem demokrat geçinmesi, hem de kendisi gibi inanmayan ve düşünmeyen insanları demokrasinin nimetlerinden mahrum etmeye kalkışması ibret verici bir çelişkidir. Şeriatçıların serbest hareket etmelerinden şikayet etmesi, onlara hoşgörülü davranıyorlar ve uzlaşmaya gidiyorlar diye aydınları kınaması ise militanca davranışın veya demokrasi elbisesi giymiş totaliterliğin fotoğrafıdır.
Prof. T. Ateş'in de aynı panelde "şeriatın kaynakları konusunda konsensüs yoktur ve herkes kendi bildiğini okur" dediği kaydedilmiştir. Bu söz sarfedilmiş ise ortada bir bilgi eksikliği ve yanlış değerlendirme var demektir. Beşeri hukuklarda hukukun kaynakları vardır ve bu kaynaklardan biri de ictihaddır. Hakîm kanunu lafzı ve ruhu ile anlar ve uygular, boşluk bulunan yerleri ise kendini kanun koyucunun yerine koyarak doldurur. Bu ictihadda da -kaynaklar aynı olduğu halde- farklılıklar olur. Şeriatte de durum böyledir: kaynaklar bellidir, herkes bildiğini okumaz, bütün müslümanlar için bağlayıcı olan kaynakları okur ve farklı görüşler, farklı anlayış ve ictihadlardan meydana gelir, bunlar da şeriatın canlılığını ve zenginliğini temin eder. "Ümmetin ihtilafı; yani farklı ictihadları rahmettir".

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sünnet
Geçen senelerde Konya'ya gitmiştim, gece işlek bir caddenin kaldırımında yürüyordum, önümde de ortanın üstünde yaşlı bir çift yürüyordu. Kadın siyah çarşaflı idi, erkek de yün örgüden takke, cüppeye benzer bir pardesü ve şalvar giymişti. Tabii sakalı da vardı. Bu kıyafetin Konya örfünde yadırganacak bir tarafı yoktu ve bunlar dahil birçok müslüman bu kıyafeti sünnet bilerek; yani Hz. Peygamber (s.a.) in ve ailesinin kıyafetine uygun olan budur kanaatiyle kullanıyordu. Bu -sünnet ise- sünnetin dışı idi, bu kıyafeti kullananların, sünnetin içini; yani Sevgili Peygamberimiz'in ahlakını da örnek aldıklarını düşünmemiz tabii idi.
Bir müddet onlar önde, ben arkada aynı istikamette yürüdük, sonra erkek karısını elinden tutarak yolun karşısına geçmek istedi. Bu sırada kendilerine doğru bir taksi hızla gelmekte idi, kadın direndi, erkek zorladı, sonunda kadın elini kurtardı, erkek yürüdü, taksi acı bir fren yaparak ve yolun karşı tarafına (karşıdan gelen arabaların yoluna) kırarak adama çarpmayı güçlükle ve kılpayı kalarak önledi. Bu sırada yol boşalmış olduğu için kadın sağa sola baktı ve sakin bir şekilde karşıya geçti, kocası kendi yaptığını düşünecek yerde karısına doğru dönmüş bağırıyordu. Kadın karşı tarafa varır varmaz kocası başına iki defa vurdu ve ağza alınmayacak küfürler etti; sebebi de kadının onunla beraber tehlikeye atılmaması, yolun uygun hale gelmesini beklemesi idi.
Hadise beni üzdü, böyle birçok insanımızın bulunduğunu düşündüm. Bunlar sünnetin -veya sünnet telakki edilen örf ve adetin- dışa ve şekle ait olanını büyük bir titizlikle uygularlar, buna nafile ibadetleri (namaz, oruç, umre vb.) de katarlar. Sünnetin içine, İnsan-ı Kâmil'in örnek ahlakına ve hayat tarzına gelince, burada nefsin ve menfaatin peşine düşerler; bencildirler, merhametsizdirler, kabadırlar, despotturlar, iç dünyalarında sevgi yerine öfke ve nefret hakimdir... Böyleleri yüzünden, henüz yeterince islâmîleşmemiş insanlar, sünnetin sembolü haline gelmiş bulunan sakal, sarık, cüppe gibi kıyafetlerden ve bunları giyenlerden nefret eder, hatta belki -İslâm bu ise diyerek- İslâmdan da uzaklaşırlar.
Sakal, sarık, çarşaf gibi sünnet bilinen kıyafetleri -bu mânâda sünnetin dışını- kullananlara büyük bir sorumluluk düşmektedir; çünkü böyleleri ince ve ileri derecede müslüman sanılmaktadırlar, İslâm onların şahıslarında görülmekte ve değerlendirilmektedir, dinimizi sevdirme veya ondan uzaklaştırma konusunda kendileri önemli bir rol üslenmiş durumdadırlar. İçi sopa, dışı insan kıyafetinden ibaret korkuluk olmak yerine, dışı gibi içi de İnsan-ı Kamil'in örnekliğini temsil eden insanlar olmak için gayret göstermelidirler, göstermeliyiz.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Osmanlı ve İslâm
Türkler Osmanlı devletinin kurulmasından beş asır önce gönüllü olarak İslâma girmiş ve müslüman Türk toplulukları olarak birden fazla devlet kurmuşlardır. Bu toplulukların siyasî ve ictimai hayatlarında -bazı eksiklikler ve İslâm öncesinden kalma âdetler ve uygulamalar bulunsa da- hakim düzen, bağlayıcı kurallar manzumesi islâmîdir. Osmanlı toplumu ve devleti de bu geleneği temsil etmektedir.
Medreseler, mescidler, tekkeler, sohbet meclisleri toplumun bütün katlarına ve cüzlerine yayılmış eğitim ve öğretim kurumlarıdır, bu kurumların eğitim ve öğretimde dayandıkları fikri ve ideolojik temel İslâm öğretisidir ve tartışılmaz örnek de Resul-i Ekrem (s.a.)dir. Bu örneğin alternatifi, eşi dengi yoktur; bütün diğer örnekler bu vasıflarını, belli derece ve boyutlarda Allah Resulü'nün ve O'nun ashabının ahlakını temsil etmelerine borçludurlar. Ailenin kuruluşu, bozuluşu, roller, komşuluk ve dostluk ilişkileri, dayanışma ve yardımlaşma, eğlenceler, ihtifaller, merasimler, kılık kıyafet, ticari ve iktisadî işlemler hep bu örnekliğe ve İslâmın yol gösterici veya bağlayıcı kurallarına dayanmaktadır.
Devlet hayatının önemli unsurları iktidar, yasama, yargı ve yürütmedir.
Osmanlı devleti bir hanedan sultanlığı olarak kurulmuş, iktidar belli bir usule göre Osmanlı ailesi içinde el değiştirerek devam etmiştir. Yavuz devrine kadar yalnızca sultan olan Osmanlı padişahları bu devirden itibaren halife-sultan olmuşlardır. Kâmil mânâda islâmî hilafet uygulamada, raşid halifeler diye bilinen ilk dört halife devrine münhasır kalmış, Hz. Hasan'ın Mu'aviye lehine iktidardan çekilmesiyle gerçek mânâda hilafet, halife ünvanlı sultanların temsil ettiği saltanat rejimi ile yer değiştirmiştir. Osmanlı sultanlarının devam ettirdikleri siyasî gelenek de genel çizgileriyle bu saltanat sistemidir. Emevilerden itibaren kurulmuş İslâm devletlerinde sultan ve saltanat ne kadar meşrû ve islâmî ise Osmanlı saltanatı da o kadar meşrû ve islâmîdir. Fıkıhçılar, güce dayanarak iktidara gelen sultanın, yönetimde islâmî hilafet usulüne riayet ettiği takdirde -istila yoluyla iktidara gelmiş- meşrû halife sayılacağına karar vermişlerdir. Bu karara göre sultanın halife sıfat ve ünvanına liyakati yönetiminde İslâma verdiği yer ile ölçülecektir. (Bu konunun tartışma zemini İslâm Anayasa Hukukudur ve bu konuyu işleyen eserlere bakılmalıdır.)
Osmanlı sultanlarının ve dolayısıyle devletin, yasama, yargı ve yürütmede İslâma ne ölçüde bağlı oldukları konusu bu devlet tarihe intikal ettikten sonra tartışılmıştır. Laik çizgide olan ve Osmanlı'nın da laik (veya seküler) bir sistemi uyguladığını isbat ederek Cumhuriyet rejimine buradan da bir dayanak arayan bazı bilim adamları, teşrifat kuralları, vergi, kanunnameler gibi bazı kurumlara ve uygulamalara dayanarak Osmanlı devletinin siyasî hayatta şeriatı tatbik etmediğini iddia etmişlerdir. Halbuki şeriat, siyasî hayatın bütün cüzlerini, bütün zamanlar için bağlayıcı olan hüküm ve kurallarla doldurma yoluna gitmemiş, gerekli hükümleri koyduktan ve örnekleri gösterdikten sonra ulü'l-emrin meşveret ve ictihad ile dolduracağı/değiştireceği geniş bir alan bırakmıştır. Tarih boyunca kurulmuş bulunan İslâm devletlerinde -ferdin müslümanlığındaki kusurlar gibi devlet hayatının da bazı kusurları istisna edilirse- siyasî ve idari tasarruflarda şeriata riayet edilmiş, boşlukların doldurulması ve gerekli görülen değişikliklerin yapılması, şeriatın iznine ve verdiği selahiyete dayandırılmıştır.
Osmanlılar Karacahisar'ı fethedince Dursun Fakih buraya kadı olarak tayin edilmiştir. Sancak ve daha küçük yerlerin idari ve adli işleri kadılara bırakılmıştır.
Osmanlıda en büyük ilmiye makamı Bursa kadılığı idi. Birinci Murat zamanında kadıaskerlik makamı ihdas edilince üstünlük bu makama intikal etmiştir. Önceleri kadılar fetva işleriyle de meşgul olurken Yavuz Selim zamanında şeyhülislâmlık (meşîhat-ı islâmîyye, müfti'l-enamlık) ihdas edilmiş ve bu makam zaman içinde sadrıazamlık makamı ile aynı derecede tutulmuştur. Şeyhülislâmlar ilmiye sınıfının reisi ve şer'i mahkemelerin nazırı olmuşlardır. Mahkemelerde ve fetvalarda bağlayıcı kaynak Hanefi mezhebinin fıkıh ve fetva kitaplarıdır. Kamu hukuku alanında boşluklar, şeriatın verdiği selahiyete dayanılarak ulü'l-emr tarafından kanunnamelerle doldurulmuştur.
Osmanlı devletinin ictimaî ve siyasî hayatında İslâma (şeriata) bağlılığı çeşitli vesilelerle en selahiyetli ağızlardan ve bağlayıcı metinlerde şöyle ifade edilmiştir:

1. Sultan Osman ümerâya bir fermânında "bütün hareketlerinde ulemâdan fetvâ alarak şer'î hükümlerden ayrılmamalarını emretmiş ve ulemâdan kadılar tayin eylemiştir."
2. Sultan Orhan zamanında şer'î mahkemelere tam istiklâl verilmiştir. (H. 727)
3. Yavuz Sultan Selim bir fermânında "Şer'î hükümlerden kıl ucu kadar ayrılanları ve insanlara zerre kadar zulüm ve haksız muâmele edenleri en şiddetli ceza ile cezalandıracağını" ifâde etmiş, resmen şeyhulislâmlık makâmını kurmuştur.
4. Kanûni Sultan Süleyman devrinde şer'î hükümler aynen yürütüldüğü gibi gerekli sâhalarda yeni kanunnâmeler çıkarılmış ve eski kanunnâmeler tamamlanmıştır. Bu kanunnâmelerin şeriâta aykırı olmamasına titizlikle riâyet edilmiş ve Şeyhulislâm Ebusuûd Efendi'nin fetvâlarına dayanılmıştır.

Yine mezkûr Şeyhulislâma ait "Marûzat"ın mukaddimesinde hükümlerin fıkha dayandığı ve bazı meselelerde diğer mezheblerin içtihadlarına başvurulduğu sarih olarak ifade edilmiştir:

5. Kanûnî devrinde neşredilen ve ileride bazı maddelerini nakledeceğimiz cezâ kanunnâmesi tamâmen İslâm ceza hukukuna uygundur.
6. IV. Murat memur ve kadılardan, Kur'ân üzerine yemin ettirerek şeriat hükümlerini lâyıkıyle tatbik edeceklerine dâir söz almıştır.
7. IV. Mehmed zamanında çıkarılan kanunnâmede kadıların salâhiyeti açıklandıktan sonra "emmâ nizam-ı memleket ve hıfz-u hırâset-i raiyye ve siyâsete müteallık ümuru... vükelây-ı devlete havâle..." denilerek ta'zîr ve siyâset sâhası ile hudûd ve kısâsın yekdiğerinden ayrılığına, birinci sâhada devletin müdâhale ve salahiyetine işaret edilmiştir.
8. İkinci Mahmud, Alemdar Mustafa Paşa'nın sadâretine dair hatt-ı hümâyûnunda şu satırlara yer vermiştir:
"... inâyetullah'tan ihsan buyurulan devlet-i Muhammedî ve saltanat-ı Ahmedî olduğundan evvelâ tenbih-i humâyûnum budur ki vedîa-yı Cenâb-ı Müste'ân olan cümle ümmet-i Muhammed'in vesâir reâyâ ve berâyânın ve devlet-i aliyyenin bi-ecmaihim ümur ve hususlarını şer-i şeriften istiftâ ve ihkak-ı hak idüp şerîat-ı garrâyı icrâda şol kadar dikkat ve ihtimâm idesün ki Devlet-i aliyyenin ve cemî-i ibâdullah'ın üzerine şeriatın nûrâniyetini zâhir ve bâhir idüp âmme-i muvahhidîn müsterîhu'l-bâl olalar..."
9. Sultan Abdulmecîd devrinde Gülhane'de okunan hatt-ı hümâyûndan bazı pasajlar:
"... Devlet-i aliyyemizin bidâyet-i zuhûrundan berû ahkâm-ı celîle-i Kur'ânniyye ve kavânîn-i şer'iyyeye kemâliyle riâyet olunduğundan..."
"... yüz elli sene vardır ki gavâil-i müteâkıbe ve esbâb-ı mütenevviaya mebnî ne şer-i şerîfe ve ne kavânîn-i münîfeye inkıyâd ve imtisâl olunmamak hasebetiyle evvelki kuvvet ve ma'mûriyet bilâkis za'f ve fakra mübeddel olmuş..."
"... fimâba'd ashâb-ı cünhanın (suçluların) dâvâları kavânîn-i şer'iyye iktizâsınca alenen ber-vech-i tetkik görülüp..."

Bazı yeni kanunlar vazedileceğinden bahsettikten sonra:

"... işbu kavânîn-i şer'iyye mücerred din ve devlet ve mülk ve milleti ihyâ içün vaz'olunacak olduğundan..."

Bu ifade ve vesikalar ile uygulamanın delâlet ettiği gerçek şudur: Umûmiyetle Osmanlılar'da islâm hukuku (şeriat) hâkim olmuş, bu arada ceza sâhası da fıkıh ve fetvâ kitapları yanında zaman zaman çıkarılan kanunnâmeler ile tanzim edilmiştir. Ancak mezkûr kanunlar, hudûd ve kısâsa ait hükümleri umûmiyetle olduğu gibi almış, tanzîmi devlete bırakılan ta'zir cezalarını ise hal ve zamanın gerektirdiği şekilde vazetmiştir. (Kaynaklar için bak. H. K., Mukayeseli İslâm Hukuku, c. I, s. 160-163)

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ondokuzculuk
Ondokuzculuk bir nevi hurufiliktir; harf, kelime, ayet, sure sayılarının ondokuz ile ilişkisinden yola çıkarak (ondokuz rakamı ve katlarına uygun düşmesini delil gibi kullanarak) bir sonuca varma teşebbüsüdür. Amerika'da yaşamış ve öldürülmüş bulunan bir şahıs bu ilişkiyi keşfettiğini ve bu keşfin (ona göre ilhamın, hatta vahyin) onun doğruluğunun bir delili, elçiliğinin (Allah Resulü olmasının) mucize nev'inden bir tasdiki olduğunu iddia etmiş, iki ayet bu ondokuz nazariyesine uygun düşmediği için bunların ayet olmadığını, Kur'an'a sonradan katılmış olduğunu... ileri sürmüştü. Bu iddiaların hiçbir ilmî ve dinî temelinin bulunmadığı meydandadır, ayrıca Kur'an ayetlerinin ondokuz nazariyesine uydurulabilmesi için zorlamalar yapıldığı, önceden ortaya konan ilkelerden sapıldığı, keyfi tasarruflarda bulunulduğu tesbit edilmiş ve bu nazariye -bu yönden de- çürütülmüştür (Sayın Dr. Orhan Kuntman'ın bu konu ile ilgili incelemesi kitap olarak da basılmıştır.) Kur'an-ı Kerim insanlara doğru yolu göstermek üzere gönderilmiş açık ifadeli bir kitaptır, Hz. Peygamber'in (s.a.) açıklama ve uygulamalarıyle daha da açık ve anlaşılır hale gelmiş, Allah'ın kullarına bildirmek istediği hiçbir dinî husus kapalı kalmamıştır. Eğer Hz. Peygamber'den sonra elçiler gelecek ve Allah'tan vahiy alacak olsalardı bunun mutlaka Kur'an'da bildirilmiş olması gerekirdi. Bu elçilerin mucizeleri ondokuz olsaydı bu da, Kur'an'da geçen birçok rakam gibi bir başka münasebetle -iddia ve nazariye ile hiçbir ilgisi olmadan- değil, mezkûr özelliği ile zikredilirdi. Ayrıca geçmişten günümüze ortaya çıkan birçok yalancı peygamber, Kur'an'ın getirdiğinden başka ve ona nisbetle insanlığın din ihtiyacını karşılamaya daha uygun hiçbir nizam, çözüm, model ve hidayet de getirmiş değildir.
Vaktiyle bu batıl yolun kervanına katılmış -sonradan kısmen bu yolu terkettiğini, bu düşünceleri çöp sepetine attığını söylemiş- bulunan bir şahıs, maalesef dinleme imkanını bulamadığım bir televizyon programında başka iddial, iftira, hakaretlerde bulunmuş, büyük bir müslüman kitlenin dinî duygularını rencide etmiştir. Bana nakledilen iddialarının hemen hiçbiri yeni ve kendisine mahsus -bu mânâda orijinal- değildir; eskiden yeniye "Kur'an'ı doğru anlama, şirk ve tevhid, dinde sünnetin yeri ve Hz. Peygamber'in rolü" gibi konularda onun söylediğini söyleyenler, iddialarını paylaşanlar olmuştur. Bu gibilerin yaptığı klasikleşmiş anlayışa ve usule hücum etmek, bunu edep dışına çıkan bir üslup içinde mahkûm etmek, yalnız kendinin bilgili, geri kalanların cahil olduğu intibaını vermeye çalışmak, temelsiz ve tutarsız iddiaları peşipeşine sıralamaktan ibarettir. Böyle bir tavır ve yaklaşıma ilmî cevap verilemez, tenezzül edilirse "saçmalıyorsun, deli misin, yoksa vazifeli misin?" gibi bir üslup ile mukabele edilir.
Sünnet'in dindeki rolüne bundan önceki yazımızda işaret etmiştik. Kur'an'ı doğru anlama ve dini ona dayandırma konusunda karşımıza yeni çıkmamış olan yaklaşımlar için ne düşündüğümüze de aynı yazıda işaret etmiştik. Bu konuda iyi niyetli, ciddi ve ilmî yaklaşımlar da vardır, onları da çeşitli ilmî meclislerde tartışıyoruz, sonunda aşırılıkların yontulacağını ve ümmet için hayırlı olacak bir sonuca ulaşılacağını da umuyoruz. Büyüklük hastalığı veya bir başka arızaya yakalanmış, ne dediğini bilmez, bulutlardan yere inmez kimselere gelince onların da muhatap alınmalarını doğru bulmuyoruz; bunları sırf habercilik (televizyonculuk, reyting) aşkıyla programa çıkaranları da yaptıklarını bir daha düşünmeye çağırıyoruz.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kur'an Müslümanlığı
Bir bakıma bütün müslümanlar Kur'an müslümanıdır; çünkü İslâmın temel kaynağı Kur'an'dır, başta sünnet olmak üzere diğer kaynaklar hem meşrûiyyetlerini bu ilahi kitaptan alırlar, hem de ona aykırı olamazlar. Bu bakımdan diğer kaynakların verilerini kanunlara benzetirsek Kur'an bunlara nisbetle anayasa gibidir. Ancak günümüzde "Kur'an müslümanlığı" denildiği zaman bundan, bu genel mânâ değil, başka kaynakları -özellikle sünneti- dışlayarak İslâmı yalnızca Kur'an'dan anlamayı ve almayı mezheb edinen bir gurubun yaklaşımı kastedilmektedir. Bunları da arapça ve usul bilenler ile bilmeyenler diye ikiye ayırmak, "mealcileri" ikinci gurup içinde görmek mümkündür.
Biz bu yazımızda Kur'an müslümanlığı davasını güdenlerin iyi niyetle yola çıktıklarını, başka kaynakların İslâmı yozlaştırıcı etkilerinden kurtulmak için böyle bir yöntemi benimsediklerini kabul ederek/varsayarak kısa bir tenkit denemesi yapacağız. (Kötü maksatlarını gizlemek için böyle bir sloganın peşine düşenler olabilir ve bunlar, bu yazının muhatabı değildir.)
1. Hz. Peygamber (s.a.) olmasaydı Kur'an da olmazdı. Bize bir kitap getiren ve "bu Allah'tandır" diyen odur, kendi sözlerini titizlikle Kur'an ayetlerinden ayıran odur, Kur'an'ın varlığı ve sıhhati Hz. Peygamber'i devrede tutmaya bağlıdır.
2. Kur'an'ı vahiy yoluyla Allah'tan alıp ümmete tebliğ eden Peygamber'e Allah Teala, yine bu kitabın içinde, tebliğ vazifesinden başka vazifeler vermiş ve onun bazı özelliklerinden/imtiyazlarından bahsetmiştir. Kur'an'a göre O (s.a.) alemlere rahmettir, şahiddir, uyarıcıdır, müjdeleyicidir, Allah'a çağırıcıdır, etrafını aydınlatan bir ışıktır, Allah'ın güzel dediği örnektir, vahyi açıklayandır, uygulayandır, yapıp ettikleri Allah Teala tarafından denetlenen ve yanıldığı takdirde uyarılan ve yanlışı düzeltilendir, Allah'ın ve meleklerin salâtına (yusallûne ale'n-nebiyy) mazhar olan, müminlere de, O'na salât ve selam vazifelerini yerine getirmeleri emrolunandır, hakkında "Resule itaat eden şüphesiz Allah'a itaat etmiş olur", "Allah'ı seviyorsanız bana uyun, peşimden gelin ki, Allah da sizi sevsin", "Resul size neyi getirirse onu alın, neyi yasaklarsa ondan da uzak durun" buyurulandır... Bütün bu özellikleri görmeyip, bunları Kur'an mantığı ve fıtri akıl ile çelişen yorumlara ve saptırmalara tabi tutup O'nu bir hoperlör mevkiine koymak, aldığını nakletmenin ötesinde bir vazifesi ve selahiyetinin bulunmadığını ileri sürmek hem gaflettir, hem de -hangi mânâda olursa olsun- Kur'an müslümanlığına aykırıdır. Hem Kur'an müslümanıyım diyeceksin, hem de Peygamberi, Kur'an'ın tarifi ile benimsemeyeceksin; böyle saçmalık olmaz!
3. Kur'an'ı doğru okuma ve anlamanın doğru/uygun yöntemi Hz. Peygamber'e dayanmak durumundadır, çünkü O, ilahi kitabı -anlamadan- tebliğ etmemiştir, vazifesi/işlevi tebliğden ibaret değildir; tebliğ ettiğini anlamış, anlatmış ve uygulamıştır. İşte sahih sünnet bu "anlama, anlatma ve uygulamadır". Bu sünnetin içinde anlama usulünün (yöntemin, metodolojinin) temel ilkeleri, nirengi noktaları vardır. Bunları gözardı ederek ortaya konacak bir yöntemin isabet ve uygunluk ihtimali azdır, buna aykırı yöntemlerin uygunluk ihtimali ise sıfırdır; çünkü Hz. Peygamber'in anlama yöntemi Allah'ın kontrolü altında oluşmuş ve işlemiştir.
4. Kur'an tercümeleri (mealleri) birer tefsirdir, hiçbiri Kur'an'ın aynı değildir, hiçbir meal Kur'an'ı bütün mânâları, mazmunları ve muhtevası ile kapsayamaz, ihata edemez, tüketemez, ilahi kitap bütün mealleri ve tefsirleri aşar ve onların dışına taşar. Meallerden ve tefsirlerden faydalanılır, ancak bunlar Kur'an'ın yerine konamaz, onlarla yetinilemez.
Hasılı Kur'an müslümanlığı, Muhammed Mustafa (s.a.)nın, O örnek ve kâmil insanın anladığı, açıkladığı, hem kendi hayatında hem de -örnek olmak üzere yetiştirdiği- ilk ümmet nümunesinin hayatında uyguladığı müslümanlıktır. Kadim müctehidler bu örnek üzerinden yürümüşler ve İslâmı doğru anlamışlardır. Bu yoldan ayrılıp doğru yaptıklarını -kendilerinin değil, eskilerin yanıldığını- söyleyenlerin rehberi şeytandır ve nefistir.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Selefiyye'den Kur'an Müslümanlığına
Selef "geçmiş, öncekiler" demektir, İslâm ilimlerinde selef ilk üç nesil (sahabe, tabi'un, ve etbâ'u't-tâbi'în) müslümanlığını ifade eder. Bu dönemde -genellikle alındığında- saf iman, amel ve ihlas vardır, henüz itikad ve amel mezhebleri -en azından bugünki mânâsında- oluşmamıştır, müslümanların dinî bilgi ve davranışları ya doğrudan veya bir bilene sormak suretiyle Kur'an'a ve Sünnet'e dayanır, tevil (nasları hakikat mânâsından başka mânâlara götürerek yorumlama), bid'at ve beşere tazim konusunda sert bir karşı tavır mevcuttur, tevhid konusunda titizlik gösterilmiştir.
Fetihlerin, diğer siyasî ve ticari ilişkilerin yol açtığı kültür karışması -bilahare sünni olan ve olmayan diye iki ana guruba ayrılan- mezheblerin, düşüncelerin ve davranışların doğmasına sebep olmuş, önceki zühd hayatı da sistemli bir tasavvuf ve tarikatler hareketine dönüşmüştür. Bütün bu yolların ve düşüncelerin samimi mensupları yanında kötü niyetle sızmış, suret-i haktan görünmüş şahıs ve gurupları da olmuştur. Bütün bu düşünce, siyaset ve eğitim hareketlerinin, İslâm için iyi tesir ve sonuçları yanında kötülükleri de dokunmuş, inançta, düşüncede, dinî davranışta önemli sapmalar meydana gelmiştir. Bu sapmaların doruğa çıktığı bir dönemde (13. asırda) İbn Teymiyye ve talebeleri iman, ibadet ve eğitim usulünde selef devrine dönüş, bu devri örnek alış hareketini başlatmışlar ve bu cereyana da bilahare "selefiyye hareketi" denilmiştir. Daha ilmî olanı -ilk dönem selefinin sonraki temsilcileri mânâsında- sonraki selef (müteahhir selef) ifadesidir. İnançla ilgili nasların tevili ve bid'atler karşısında sert tepki gösteren sonraki selef, en azından söylem olarak zaman zaman aşırılığa düşmüş veya kastı aşan ifadelerde bulunmuştur. 1792 yılında vefat eden Muhammed b. Abdulvehhab bu ikinci selef hareketini örnek alarak yola çıkmış, selef anlayışı çerçevesinde bir İslâm devleti kurmak üzere siyasî ve askeri bir harekete girişmiş, bu hareketin siyasî sonucu da bugün -karşıtlarının kendilerine Vehhabiler dedikleri- gurubun kurduğu devlet (Suudi Arabistan) olmuştur.
Vehhabiliğin ve sonraki selef hareketinin lehinde ve aleyhinde bir kütüphaneyi dolduracak kadar -Doğu'da ve Batı'da yazılmış- eser vardır; biz burada mezkûr hareketi değerlendirecek değiliz, ancak bu hareketin "müsamahasız ve dar görüşlü" olarak değerlendirilen ilk temsili bir yana sonraları selefiyyecilik "İslâm dünyasında dinin, yozlaştırıcı düşünce ve tutumlardan ayıklanmasını savunan ve din üzerinde bağımsız (ictihada dayalı) hükümler verme, yorumlar yapma" faaliyetinin de genel adı olmuştur.
Günümüzde mealcilik, Kur'an müslümanlığı, hatta Ondokuzculuk gibi bazı akımlar kendilerini -veya başkaları bunları- selefçiliğe nisbet etmekte, selefiyye hareketinin zamanımıza mahsus temsilleri olarak kabul etmektedirler.
Bize göre bu akımlarda selefiyyenin bazı tutum ve ilkelerine raslâmak mümkün ise de onlara uymayan, onlarla çatışan tarafları galip bulunduğundan bu nisbet (mensup göstermek, devamı ve temsilcisi kabul etmek) isabetli değildir.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İslâma Göre
Müslümanlar inanç, düşünce ve davranışlarını İslâmın tesbit ve taleplerine uygun düşürmek mecburiyetindedirler. İman etmeden önce hürriyet içinde (hiçbir mecburiyet sözkonusu olmaksızın) düşünürler, iman ve inkârın delillerini karşılaştırırlar (bunu herkes kendi akıl ve bilgi seviyesine göre yapar); sonunda imana karar verir, imanda karar kılarlarsa artık inanç, düşünce ve davranış parçalarının tutarlı bir bütün oluşturması zarureti vardır. Bu sebeple müslümanlar düşünce ve davranışlarını İslâmî meşrûiyyet ölçütüne vurur, buradan icazet aldıktan sonra yollarına devam ederler.
"İslâma göre meşrû" olma hükmünün -yükümlülerin bilgi seviyelerine göre- farklı kaynakları vardır. İslâm müctehidlerinin kaynağı Kur'an-ı Kerim ve Sünnet'tir; diğer kaynaklar ve metodlar da bu iki kaynağa racidir. Fıkıh Usulü'nde "mukallid" denilen "islâmî bilgisi ve eğitimi zayıf" kimseler ise meşrû hükmünü, bir müctehidin fetvasına, açıklamasına dayanarak, onu öğrenerek, naklederek elde ederler. Gerek ictihad ve gerekse taklit yoluyla elde edilen bilginin, hükmün kesin olmadığı, isabetsizlik ihtimalinin bulunduğu, galip zanna dayandığı genellikle kabul edilmiş, din de ameli hayatın böyle bir hükme dayandırılmasına izin vermiştir. İmam Şafi'î, ayet ve hadisin mânâ ve hükmü üzerinde ittifak hasıl olmuş ise bununla hükmettiğimizde "hem zahirde, hem bâtında hak ile hükmettik" deriz, hükmün dayanağı böyle değil ise "zahirde hak ile hükmettik" deriz açıklamasını getirerek bu farka işaret etmiştir.
Meşruiyeti "hem şekil, hem amaç yönünden meşrû" ve "yalnızca şekil yönünden meşrû" olmak üzere ikiye ayırmak gerekir. Asıl "İslâma göre" oluş, düşünce, inanç ve davranışın hem şekil, hem de ruh, mânâ, amaç yönlerinden İslâma uygun olmasıyle gerçekleşir. Bu meşrûiyyeti yakalamanın yolu ise İslâmın temel kaynaklarına kirlenmemiş (başka felsefe ve dünya görüşleri ile şartlanmamış) bir akıl ve halis niyet ile yaklaşmak, Allah rızasını her rızanın önünde ve üstünde tutmaktır; başka bir deyişle dinin semasında biri doğru bilgi, diğeri üstün ahlaktan oluşan iki kanatla yükselmektir. İctihad ehliyeti ve ihlas ahlakının yaygın olduğu devirlerden sonra müslümanlar "yalnızca şekilde meşrûiyyetin, işin kitabına uygun düşürülmesinin, şerî hilelerin" peşinde oldular.
Çağların dayattığı anlayış, ilişki ve işlemleri -İslâmın ruhuna ve amacına aykırı da olsa- şekil yönünden ayet ve hadislerin veya verilmiş fetvaların çerçevesine sokmakla yetindiler; bunun için dolambaçlı yollardan yürüdüler, olmadık tevillerde bulundular. İslâmın getirdiği ferdî ve ictimaî ahlaka, cemiyet düzenine aykırı düzen ve düzenlemeleri, sistemleri -ayetlerin ve hadislerin boyunlarını bükerek, kendi amaçlarına uygun okuyarak- İslâma göre meşrû kalıbına veya kıyafetine soktular. Zemzem kabına da konsa rakının rakı olduğunu, alış-veriş kıyafetine de sokulsa faizin faiz olduğunu düşünmediler... Bu gidiş sonunda dışı ve adı İslâm, içi ve tadı gayr-i İslâm olan bir ucûbe ortaya çıktı.
Şimdi birçok müslüman, ticaretinde, yatırımında, beşeri ve sosyal ilişkilerinde, dünyadan nasiplenişinde tıpkı Batılılar gibi, hıristiyanlar ve yahudiler gibi yaşamakta, onlar gibi duyup düşünmekte, fakat kıyafeti, haccı, namazı, faizi ve meşrû olmayan kazancı besmele çekerek yemesi bakımından da -böylece dış görünüş ve şekil yönünden- müslüman sayılmaktadır.
Rakıyı zemzem kadehine koyarak içmek (mesela faizi tevil ederek, yahut araya ciddi olmayan bir satım işlemi sokarak yemek) caiz olmadığı gibi, zemzemi rakı kadehine koyup içmek de caiz değildir, ancak birincisi ikincisinden daha kötüdür ve dayanağı da şeklî meşrûiyyettir; ruhu, mânâyı, amacı gözardı etmektir.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Çelişen İftiralar
Bir dost radyonun dinleme fırsatı bulamadığım bir programında, bizim nesilden bir hoca aleyhimde konuşmuş, artık revaçtan düştüğünü sandığım bazı yakıştırma ve karalamaları sıralamış, bu arada gıybet hududunu da aşarak iftirada bulunmuş. Kendine göre dine zararlı bulduğu, din anlayış ve uygulamalarını beğenmediği bazı kimseleri değerlendirdikten ve çöpe attıktan sonra benim, onların akıl hocaları olduğumu söylemiş. Bunu dayanaksız bir yakıştırma olduğu için cevap vermeye değer bulmuyorum. Sonra İhlas Holding'ten söz açmış, sorumlularını tenkit etmiş ve "onların da müşaviri ve akıl hocası olduğumu" söylemiş. Ben kendimi fıkıh hocası zannediyordum, meğer talebesi çok olan bir akıl hocası imişim de haberim yokmuş!
Burada asıl üzerinde durmak ve başkalarını da yanıltmasın, suizanna sebep olmasın diye düzeltmek istediğim konu bu "İhlas Holding ile hiçbir ilişkimin bulunmadığını, Sayın Ali Coşkun, İhlas Finans Kurumu'nun (faizsiz çalışan İslâm bankasının) genel müdürü iken birkaç hoca ile birlikte beni de birkaç kere davet ederek dinî sorular sorduğunu, buna cevap verdiğimizi" ifade etmiştim. Ali Bey'in ayrılmasından sonra böyle bir danışma da vuku bulmamıştır. Talep olduğunda bütün finans kurumlarına böyle bir yardıma hazır olduğumu, esasen bunun, bütün din alimlerinin de vazifeleri bulunduğunu tekrarlamak isterim.
Beni yıpratmak için uydurulan bu yalan mumları bazen yatsıdan önce sönüyor, sönmesi için de benim üfleme zahmetine katlanmam gerekmiyor; evet bu iftira, bir başka iftira ve karalama ile çelişmiştir. Şöyle ki, radyo konuşmasının yapıldığı günlerde İhlas Holding camiasına ait bulunan Türkiye Gazetesi'nde, "Bir Bilene Soralım" köşesinde bir yazı çıktı. Bu yazıda "telfik macunu" diye bir ikinci başlık var, bu başlık altında ilim ve insaf ile bağdaşması mümkün olmayan bir alayname yer almakta. Tasavvur ettikleri telfik macununu oluşturan unsurlar içinde İbn Teymiyye'den Mevdudî'ye, Hamidullah'a kadar birçok zevatın bir şeyleri yanında "Karaman'ın da tersi" bulunmaktadır. Bu köşede sıkça aleyhimde -bazen açıkça, bazen ima yoluyla- söz edilmektedir. Bu son yazıdaki tenkit konusu ile sözü geçen radyodaki karalamalar arasında önemli ölçüde benzerlik vardır. Her ikisi de belli şahısları tutmakta, belli şahıslara laf atmakta, benzeri kanaatleri paylaşmaktadırlar. Şu halde İhlas Holding'e müşavir veya akıl hocası olmak benden fazla aleyhimde konuşana yakışmaktadır. Ama ben, bu paralellikten yola çıkarak "filan kişi, filan kurumun veya şahsın akıl hocasıdır" diyemem, bu gerçeğe aykırı olabilir ve müslüman böyle yakıştırmalar, zanlar, tahminler üzerinden yürüyerek insanları karalayamaz.
Özetlemek gerekirse aleyhimde bulunan iki kişiden biri gazetede bana iftira ediyor, karalıyor, diğeri "H. Karaman onun holdinginin akıl hocasıdır" diyor; işte bu çelişkiye dikkat çekmek, günahlarını arttırmamak için bazı müslümanları ikaz etmek istedim.
Telfik ve mezhebden mezhebe geçme konuları ilmî konulardır. Gazete köşelerinde halledilemez. Kendilerine güvenenler gelsinler, bu konuları ait oldukları ilim meclislerinde müzakere edelim.
Okuyucularıma ve tesadüfen mezkûr konuşmayı dinleyen, yazıyı okuyan ve üzülen dostlarıma şunu söylemek isterim: Kişinin aynası işidir. Benim işimi okuyup yazmak, öğrenip öğretmek ve doğru bildiğimi yaşamaktır. İşte bunlara dayanarak (benim hayatımda, yazdıklarımda ve söylediklerimde) bir aksaklık olduğunu iddia eden olursa bunu kale alır, yanlış ise düzeltmeye, doğru ise karşı tarafı ikna'a gayret ederim. Dedikodu yapmam, yapanları sevmem ve onların yaptıkları ile meşgul olarak vaktimi zayi etmem.
Bizim davamız İslâmdır; tuttuklarımızı İslâma hadim olduklarını bildiğimiz veya böyle sandığımız için tutarız, karşı olduklarımıza da İslâma karşı tavırları sebebiyle bunun ölçüsüne göre karşı oluruz. İnsanları değerlendirmede ve onlarla kuracağımız ilişkinin keyfiyet ve sınırlarını belirlemede kullandığımız ölçü şudur: Müslümanım diyen kimse -en geniş ve hoşgörülü islâmî ölçülere göre dinin içinde kaldığı müddetçe- müslüman kabul edilir. İctihada, yoruma, tevile açık konularda farklı inanç, benimseme ve eğilimlere hoşgörü ile bakılır, gerektiğinde usulüne uygun olarak konular tartışılır, karşı tarafı ikna etmeye çalışılabilir. Her şahıs ve gurup kendi ictihadını veya taklidini yaşar, bu farklılıklar din kardeşliğine ve dinin ortak alanında dayanışma ve yardımlaşmaya engel teşkil edemez. İslâmın dışında kalan insanlarla nasıl bir ilişki içinde olunacağı da kaidelere bağlanmıştır. Genel tavır, usulüne göre tebliğ ve davet tavrıdır. En sakıncalı olan inanç ve davranış ise belli bir şahsın veya gurubun kendi mezhebini, meşrebini, tarikatını... din ile aynılaştırması ve bunun dışında bir İslâmı (İslâm anlayış ve uygulamasını) reddetmesidir. Böyle bir tavrın doğuracağı sonuç tefrikadır, parçalanmadır, ümmeti zayıflatmak ve düşmanın ekmeğine yağ sürmektir. Rabbim cümlemize basiret versin!

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hangisi Daha İyi Müslüman?
"Kuş'u kaçıran" partinin bir temsilcisi, yeni hükümetin dış politikadaki yeni meyil ve açılım işaretlerinden rahatsız olmuş olacak ki, verdiği bir beyanatta "yetmiş yıldır izlenen dış politika çizgisinin dışına çıkmanın tehlikeli bir macera olduğunu, tarih boyunca Arapların bize hiçbir faydalarının dokunmadığını, onlardan bize bir hayır gelmediğini, onlardan öğrenecek bir şeyimizin bulunmadığını ve bizim müslümanlığımızın da onlarınkine nisbetle daha iyi olduğunu" ifade etti. Bu tip politikacıları anlamak -çok zor demeyeceğim- çok kolay; millî iradeden ve tarihi misyonumuzdan kaynaklanan kısa ve uzun vadeli hedefleri yok, bu hedeflere varabilmek için ince elenip sık dokunarak tesbit edilmiş stratejileri ve programları yok; beyanları, kararları, tedbirleri tepkisel; dünyada ve ülkedeki güncel gidişat ve esintilere bağlı, hepsinden önemlisi de iktidarı karalamaya ve yıpratmaya, bir an önce iktidar koltuğuna oturup nimetlerini dermeye yönelik. Böyle olmasaydı bu ve benzeri siyasetçilerimizin şöyle düşünmeleri gerekirdi:
1. Yetmiş yıldır değişmeyen bir dış politika çizgisine sadık kalmak, dış politikayı yetmiş yıl öncesinde bırakmak, yetmiş yıldır değişen şartlara göre bir dış politika çizgisi oluşturma kabilinden mahrum olmak demektir. Kaldı ki, dış politikamızın yetmiş yıldır değişmediği de bir hurafeden ibarettir; yalnız değiştirenler, değişikliği empoze edenler başkalarıdır, verilen rolü oynayanlar ise bu ülkenin yöneticileridir. "Başkaları" yeni hükümetin yeni kararları ve birkaç atağının, "verilen rolü oynamama eğiliminin işaretleri olabileceğinden hareketle" durumu yakın takibe almışlar, bizimkiler de hükümeti şahsiyetli dış politikaya teşvik edecek yerde "başkalarının endişelerine katılmayı" tercih etmektedirler.
2. "Araplardan tarih boyunca bize hayır gelmediği" iftirası, "Türklerden Araplara hiçbir hayır gelmedi, onlar bizi sömürdüler ve geri kalmamıza sebep oldular" iftirasıyle beraber Osmanlı devletini parçalayıp yıkan ve ümmetin birliğini bozan ecnebilere, ümmet devletinin düşmanlarına aittir. Düşmanın oyununa gelenler önce onlarla işbirliği yaparak devleti parçaladılar, parçalar kendi başlarının çaresine bakmaya koyuldular, her biri iyilik meleği görünümüne giren yabancı şeytanın etkisinde kaldılar, birçok yanlışlıklar oldu. Bugün bize düşen bir tarafı suçlayıp soğukluğu devam ettirmek değil, geçmişten ibret almak, "gâvurdan dost, domuzdan post olmaz" vecizesini unutmayarak kendimize (İslâm âlemine) dönmek, bu alem içinde bütünleştirici dış politikalar üretmek ve takip etmektir. Birleşmek, bütünleşmek, dayanışmak başlı başına bir hayırdır, faydadır; bundan güç doğar, gücü de iyi kullandığımız zaman dünyanın efendileri arasına gireriz.
Yetmiş yıldır izlenen dış politika bizi efendilerin hizmetçileri arasına soktu, statümüzü birazcık -dünkü teba'amız Yunanlılar kadar- değiştirmek için yaptığımız başvurular, yalvarıp yakarmalar, yaranmak için kılıktan kılığa girmeler hiçbir fayda vermiyor; çünkü çağımızda haklı olmak, hak elde etmek için güçlü olmak gerekiyor. Osmanlıyı zayıflatıp, parçalayıp yıkanlar onların çocuklarını güçlendirmezler. Şu halde bizim gücü başka yerlerde ve politikalarda aramamız gerekiyor.
Ümmet şuuru bir kere kaybolmaya görsün -o zaman- her eski ümmet gurubu (ulus) egoizme sapar, diğerlerine -kasap gibi- ne kadar yağ çıkar diye bakar. Hoş Cumhuriyet devri siyasîleri böyle bile bakmayı beceremediler ya! Becerebilselerdi bugün kalkınmış ülkelerin, Osmanlının yıkılışından beri Araplarla -ve diğer İslâm ülkeleri ile- kurdukları ilişkilerin benzerlerini kurar, zenginliklerini borçlu oldukları menfaatleri elde ederlerdi. (Bunu beceriksizliklerini ifade etmek için söylüyorum; yoksa ümmetin bir parçasının diğerine zulmetmesi, onu sömürmesi, ondan haksız kazanç elde etmesi caiz ve mümkün değlidir.) Bu ilişkileri kuramamanın baş sebebi beceriksizlik de değildir, -üzülerek kaydediyorum- İslâm korkusudur. İslâm dünyası ile bütünleşme, yardımlaşma ve dayanışmanın ülkede siyasî islâmın (!) güçlenmesine sebep olması ihtimalidir. Batı ile efendi-hizmetçi ilişkisi, İslâm ile efendiliğe tercih edilmektedir.
3. "Bizim Araplardan ve diğer müslüman topluluklardan daha iyi müslüman olduğumuz, İslâmın da iyisinin bizde bulunduğu" iddiası -her nedense daha çok üst makamlardaki siyasîlerden- sık sık sâdır olmaktadır. Bu kişiler, İslâmı doğru anlama, fert ve toplum olarak daha iyi (kâmil) uygulama açısından bir mukayese yapamıyacaklarına -bunu bilemiyeceklerine, esasen bilmenin de pek kolay olmadığına- göre satır arasında bir başka şeyi söylüyor olmalılar. Bu "şey" ne olabilir diye biraz düşününce, onların da zaman zaman dile getirdikleri şu tesbit maksadı anlamaya yardımcı oluyor. "İslâm dünyasında laikliği en kâmil mânâda uygulayan tek ülke Türkiye'dir."
Bu iki cümle yanyana getirildiğinde satır aralarını şöyle okumak mümkündür: "Diğer İslâm ülkeleri az veya çok şeriatı işe karıştırıyorlar -laik değiller-, biz din ve dünya işlerini kesin olarak birbirinden ayırdık, dini devletin kontrolüne verdik, müslümanlığa farklı bir yorum getirdik (şeriatsız müslümanlık olur dedik), halkımız inanç ve ibadetlerinde istedikleri kadar (!) müslüman olabiliyorlar, bu da bize yetiyor; işte en iyi İslâm anlayışı ve uygulaması budur, bunu da -İslâm dünyası içinde- yalnızca biz gerçekleştirdik.
Ben satır aralarını okudum ki, halkımız bir şey bilir zannettikleri bazı siyasîleri dinleyip ümmetin diğer parçaları hakkında kötü düşünmesinler!

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Batı ve İslâm
Batı diye ifade edilen kültür, medeniyet ve sistem havzası içinde yaşayan insanların dinlileri ve dinsizleri, her iki gurubun da sonu gelmez çeşitleri ve farklı yönleri vardır. Bu farklılıklar içinde yer alan insanların İslâm hakkındaki bilgi ve kanaatleri, ona karşı tavırları konusunda genelleme yapmak hatalı olacağı gibi müslümanların Batı insanı hakkında genelleme yapmaları da doğru değildir. Kanaat, tavır, ilişki insanları ve gurupları doğru olarak tanıdıktan sonra belirlenmelidir.
Batı'nın İslâm Doğu'ya karşı -kültür ve uluslararası ilişkiler politikası bakımından- tutumu Batı insanının tavır ve tutumu kadar karmaşık, teşhisi ve tayini güç bir mahiyette değildir. Batı kendine göre kalkınmasını gerçekleştirirken ve gerçekleştirdikten sonra İslâm Doğu ile iyi/adil/insani ilişkiler kurmak yerine onu sömürme, gücünü ve zenginliğini onun zararı ve zayıflaması pahasına elde etme yolunu seçmiştir. Dün sömürgecilik yolu ile yaptığı gibi bugün de yeni dünya düzeni formülüne (hilesine) dayanarak İslâm ülkelerini sömürmeye, onları kendi menfaati istikametinde yönlendirmeye devam edebilmek için Batı'nın uyguladığı plan şudur: "Ne kendileri olsunlar, ne de bizden olsunlar".
İslâm ülkeleri, hangi bütünleşme gurubu içinde olursa olsun Batılı ile eşit hale gelirse sömürenler sofrasına çok nüfuslu yeni üyeler oturacak, pasta küçülecek, büyütme imkânları da daralacaktır. Müslümanlar kendileri olur, kimlik ve kişiliklerini bulur, öz kültür ve medeniyetlerine sahip çıkarlarsa dünyanın güç dengesi bozulacak, güdülen koyunlar çoban olacak, piyonlar şahlığa, vezirliğe soyunacaklar, müslümanlar "kültürde, medeniyette, bilimde, teknolojide, askeri güçte, dünya nimetlerini paylaşmada... biz de varız" diyeceklerdir. Böyle bir oluşum bütün düzenleri altüst eder, düzenbazların oyunlarını bozar. Şu halde Batı ne edip edecek, İslâm Doğuya karşı uygulamakta olduğu planı engelleyecek her teşebbüsün, her gelişmenin önüne geçecek, bütün yolları deneyerek buna mani olacaktır.
The Times gazetesinde yayımlanan başyazı, Batı'nın, İslâm Doğu'ya karşı tutumunun beklenmesi gereken bir yansımasıdır. Yazıda şu satırlar görülüyor: "Refah'a iktidar olma şansının verilmemesi gerekir. Refah'ın iktidara gelmesi, Türkiye'deki laik rejimin çökmenin eşiğine gelmesi ve Türkiye'nin Batı ile olan ilişkilerinin tehlikeye girmesi anlamına gelir. Bu yüzden Türkiye'deki seküler güçler, İslâm tehlikesine karşı, Refah'ı iktidara getirmemek için birleşmek zorundadırlar... Refah'ın iktidara gelmesi, Türkiye'deki laik rejimin bekçileri olan askerlerin de sabrını taşırabilir..."
Yazı şunu demek istiyor: Türkiye rejim olarak İslâma dönmemelidir, bu (İslâm) Batı için tehlikedir, laik (Batı'nın izinde) bir yol izlemelidir, Refah iktidarı ülkeyi İslâmî rejime götürebileceği için bizim yolumuzda olanlar birleşmeli, bu iktidara meydan vermemelidirler, eğer onların buna gücü yetmez ve millet kendine dönmek ve kendi olmakta ısrar ederse bizim yolumuz ve sistemimizin bekçisi olan ordu duruma müdahale etmeli ve değişimi engellemelidir. Yazıda geçmeyen bir tedbir daha vardır ki, o da ordunun da gücü yetmemesi halinde Batı'nın bizzat işe el koyması, bazı liderleri öldürterek, ülkede karışıklıklar çıkararak, komşuları ülkenin üzerine kışkırtarak, ambargolar koyarak, daha olmadı doğrudan asker sevkedip ülkeyi işgal ederek değişimi engellemektir.
Batı için tehlikeli olan, ülkede -kısmen- şeriatın uygulanması (bu mânâda ülkede şeriata dönülmesi) değildir; böyle olsaydı Suudi Arabistan başta olmak üzere ülkelerinde (kısmen) şeriatı uygulayanlar ile uğraşırlardı. Onlar için tehlikeli olan, sistemden (sömürü aracı olan dünya düzeninden) çıkmaktır, bu düzene karşı alternatif oluşturmaktır, bu düzenin bozucu, çürütücü, yozlaştırıcı plan ve eylemlerine karşı direnmektir. Kral Faysal ve Zıyau'l-hak bunun için öldürülmüşlerdir, Cezayir'de bu sebeple demokrasiye karşı askeri darbe yaptırılmıştır, İran'a ve Sudan'a aynı sebeple olumsuz tavırlar takınılmakta, iftiralar atılmaktadır.
Bütün bu olup bitenler karşısında bu ülkenin müslümanları, hedefin Refah değil, İslâm olduğunu, ülkeyi adım adım İslâma götürecek her örgüt, program ve eylemin Batı için tehlike oluşturduğunu, bugün Refah'a karşı Batıcıları birleşmeye çağıran Batı'nın yarın İmam-Hatiplere, geleneğe bağlı özel okullara, cemaat ve dernek faaliyetlerine, hasılı her çeşit İslâmî hizmet faaliyetine karşı çıkacaklarını ve zinde güçlerini bunlara karşı kışkırtacaklarını anlamayacak, hala birbirleri ile uğraşmaya ve yekdiğerini çelmelemeye devam edecekler mi? Müslümanlar bu tefrika içinde güç harcarken atı alan Üsküdarı geçerse Allah onlardan bunun hesabını sormayacak mı?
Safları sıklaştıralım, küfrün -İslâma karşı- tek millet olduğunu unutmayalım, sen ben davasını bırakalım, düşmanın oyununa gelmeyelim. Her ülkenin şuurlu müslümanları islâmî hayatı güçlendirmenin ve en geniş çerçeveli İslâm kardeşliğini oluşturmanın yollarını arasın. Milyonların imanı ve birliği öyle bir güçtür ki, tarih boyunca onu sindirecek bir silah icat edilememiştir.

Not: Hümanistler bizim, müslümanlar ve diğerleri diye ayrımcılık yaptığımızı, bütün insanların kardeşliğine çağırmak yerine İslâm kardeşliğine çağırmanın insani olmadığını düşünebilirler. Hayal değil de gerçeğin peşinde olacaksak kardeş olmak için insan olmanın yetmediğini görmemiz gerekir. Bütün insanların tabii haklarını elde etmeleri ve adaletin hakim olduğu bir dünyada yaşamaları, dünya düzenini müslümanların kontrol etmelerine bağlıdır.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ayrılıyor muyuz?
Vedalaşma, veda konuşması ve yazısı, ayrılanlar içindir. Sevgili öğrecilerim, İslâmı öğrenme ve yaşama cehdinde bir müddet beraber olduğumuz dünya ve ahiret kardeşlerim, biz ayrılıyor muyuz, beraberliğimiz bitti mi, bundan böyle her birimiz kendi yoluna mı gidecek? Hayır, elbette hayır! Biz ezel bezminde birbirimize yakın düştük, bu dünya hayatında bu sebeple kolayca tanıştık ve birbirimize ısındık, aynı iman, hayat tarzı ve dâvâ bizi birbirimize kardeş kıldı. Büyük Örneğimiz, bu mânâda ölümsüz Rehberimiz (s.a.) tebliğ ettiği Kur'an'da ve onu yaşayarak bize sunduğu örnek hayatta dünyaya niçin geldiğimizi, ne yapacağımızı, neyi başarmaya çalışacağımızı açık açık anlattı ve gösterdi. Tahsil yıllarımızda bunları öğrenmeye çalıştık, öğrenme ve öğrendiğimizi yaşama cehdimiz ömrümüzün sonuna kadar devam edecek. Belli bir merhaleye geldik, artık omuzlarımıza tebliğ vazifesi yüklendi. Muhammedî ordunun birer neferi, Rahmet Peygamberi'nin rahmet müjdesini taşıyan birer postacı gibi, bizi dört gözle bekleyen veya susuzluktan yandığı halde onu bulamadığı için şaşkınlık içinde sağa sola yönelen insanlara gideceğiz, "Bir"den ve birliğimizden güç alarak, gerektikçe iletişim kurup yeniden güç kazanarak bu kutsal vazifeyi (İslâmı yaşayarak ve anlatarak tebliğ etme, İslâm öğretim ve eğitimi yapma görevini) ifa etmeye çalışacağız. Daha önce doğum yerlerimiz, ailelerimiz farklı olduğu halde aynı şeyi yaşamak üzere öğrenmek için bir araya geldiğimiz kurumlarda aile olmuştuk, aramızda kardeşlik oluşturmuştuk, şimdi de bu aileye mensubiyet şuuru içinde aldığımız vazifeyi ifaya, bizden bekleneni yapmaya gidiyoruz. Tahsil yıllarınızda ben evimde iken sizin fakültede veya meskeninizde okuyarak yetişmeye çalıştığınızı düşünüyor, hayali olarak kendimi aranızda hissediyordum. Şimdi ise ülkenin doğusundan batısına yayılmış binlerce benzeriniz içinde sizleri İslâm hizmetinde düşünecek ve kendimi de bir nefer (veya subay) olarak aranızda hissedeceğim. Duygu, bilgi, yardım alış-verişimiz devam edecek, bunun için mümkün olan bütün vasıtaları kullanacağız.
Hasılı ayrılmıyoruz, aileyi terketmiyoruz, birbirimizi unutmak üzere aramıza mesafeler koymuyoruz. Her an birliğimizi hissederek, ilişki ve iletişimi devam ettirerek bir kovandan çiçeklere doğru uçan arılar gibi etrafa yayılıyoruz, ballar balını bulmak ve onu muhtaç olanlara ulaştırmak için dağılıyoruz; fakat biz, buraya dönsek de, dönmesek de bir kovanın arılarıyız ve arıbeyimize bağlıyız; birbirine böyle bağlı olanlar için ayrılmak ve vedalaşmak yoktur.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İlim-İbadet-Cihad
Birbirini tamamlayan, birinin diğeri yerine konması caiz olmayan amel, kurum ve kavramlardan ikisi de "ibadet ve cihad"dır. Hiçbir şey ilimsiz olmayacağı için bunların başına bir de "ilim" eklenmiştir.
Dinlediğim bir konuşmada oldukça popüler bir siyasî hatip, "İslâm devletini kuruncaya kadar önceliğin cihada verilmesi gerektiğini, nafile ibadetler ve diğer faaliyetlerle uğraşmanın caiz olmadığını" söylüyor, bu teklifine delil olarak da Hz. Peygamber (s.a.)'in Medine'ye hicret edip devleti kuruncaya kadar bazı farz ibadetleri bile yerine getirmediğini ileri sürüyordu.
İslâm'da cihad vazifesini yalnızca "İslâm'ı yaymak ve korumak için yapılacak sıcak çatışma ve savaşmaya" inhisar ettirmek doğru değildir; şüphe yok ki, bu cihaddır ve cihadın ecirli ve şerefli bir kısmıdır, çeşididir. Ancak nefsi kâmil mânâda müslüman edebilmek için verilecek savaş (eğitim, gayret, sabır, çile...) cihad olduğu gibi mazlumun yanında yer almak, zalime karşı olmak ve hakkı ayakta tutmaya çalışmak, bunun için meşrû ve mümkün olan bütün araçları kullanmak, her alanda çaba sarfetmek, fedakârlık etmek de cihaddır.
Cihadın hangi çeşidi olursa olsun hakkıyle gerçekleşmesinin iki asgari şartı daha vardır: İlim ve ihlas.
İlim bütün müslümanlara farz olan din ve dünya bilgisi ile herbir müslümanın, meşgul olduğu meslek ve alan ile ilgili olup bilmesi gereken din ve dünya bilgisidir. Bu bilgilerin önceliği vardır ve bunlara sahip olunmadan yapılacak çaba iyi niyetli kötülük ve İslâmın gelişmesine ket vurma sonuçlarını da doğurabilir.
İhlas, atılan her adımda meşrûiyyetin ve Allah rızasının gözetilmesidir. Bu hayatımızın genelinde bulunan ihlastır; özel ibadetlerde ihlas ise saikın yalnızca Allah rızası olması, ibadete O'nun rızasından başka bir amacın karışmamasıdır. Müminin ihlas faziletini elde edebilmesinin yolu eğitim, en etkili aracı ise "farzı, nafilesi, vacibi ile ibadetlerdir". İbadetler sayesinde Allah'a daha ziyade yakın olma ve nefsi ortadan kaldırma devletine erenler ihlasın sonsuz merdivenlerine de tırmanmış olurlar. İlim, ibadet ve ihlas üçlüsünün içinde cihad da vardır. Cihad bir ibadettir, bunu diğerlerinin yerine koymak mümkün değildir; öncelikten söz edilecekse ilmin ve has ibadetlerin (namaz, oruç, zikir, tefekkür...) önceliği vardır; ancak bu öncelik de daha ziyade derece önceliğidir, tehir ve ihmal önceliği değildir.
Hz. Ali (k.v.) bir düşmanı alt edip öldüreceği sırada düşman "son arzumu dinle" demiş, o da eğilince yüzüne tükürmüştü. Hz. Ali düşmanı bırakıp ayağa kalktı, o da şaşkınlık içinde ve yerinden kalkmadan sordu: "Beni bunca eziyet ve tehlikeye katlanarak yendikten sonra niçin işimi bitirmiyor, serbest bırakıyorsun?" Hazret şu cevabı verdi: "Son ana kadar seninle savaşım Allah rızası içindi, sen yüzüme tükürünce savaşıma şahsî (nefsî) öfkem ve kinim de karıştı, seni onun için bıraktım." Evet Hz. Ali cihadının nefsanî tahrik sebebiyle katle dönüşmemesi için düşmanı serbest bırakmış, öfkesinin savuşmasını beklemiştir. Bu kemali elde etmenin yolu ise ilim ve ibadettir. İslâmın geldiği ilk günden itibaren Sevgili Peygamberimizin (s.a.) ve sahabenin yaptıkları ve birinci derecede önem verdikleri iş (amel) öğretim, eğitim ve ibadetler olmuştur. Esasen İslâm devletinin kuruluş amacı da insanların hür iradeleri ile hak dine girmelerine ve Bir Allah'a kulluk etmelerine imkan sağlamak, ümmet ve insanlık hayatında hakkı ve adaleti hakim kılmaktır. Bu sonuca bütün çeşitleriyle ibadet ederek gidilir ve gidilince de ibadete devam edilir.
Kıt bilgilerimize ve nefsani dürtülere mağlup olarak İslâmı parçalamıyalım, kendimizi onun kalıbına dökmek yerine onu kendi kalıbımıza dökmeyelim.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İslâmî Muhalefet
İslâm, Batı'da söylenen ve anlaşılan mânâda bir din olmayıp, inanan ve inanmayan bütün insanlığı ilgilendiren, değerler, değerlendirmeler, hükümler, düzenlemeler, çağrılar ihtiva eden bir ilahi nizamdır; bilgi, inanç, ibadet, düzen ve düzenlemeler bütünüdür. Bu bütün, beşer üstü bir kaynaktan (Allah'tan) gelen vahye dayanır, vahyin bilerek ve sebepli (hikmetli) olarak açık bıraktığı (meskût geçtiği) alanlar ictihad ile doldurulur; ancak ictihad da vahiyden müstakil bir bilgi ve hüküm üretim aracı değildir, vahyin ışığında ilahi irade ve rızanın keşfine çıkıştır, bulunan ve bilineni, Allah'ın iradesi bu olmalıdır zannı ile kabulleniştir. Durum böyle olunca da gerek açık vahyin getirdiği ve gerekse bunun ışığında ictihad ile elde edilen bilgi ve kurallar -inananlara göre- tek doğrudur, tek meşrûdur. Bu bilgi ve kurallar yalnızca ferdin özel hayatında ve vicdanında değil, dünya ve insan hayatının bütününde geçerlidir.
İslâmın karşısında laik ve seküler düşünce ve sistemler vardır. Burada akıl, vahiyden müstakildir, vahye muhtaç değildir, doğruyu ve meşrû olanı bilme ve bulma kabiliyet ve selahiyetine sahiptir, dünya ve kamu hayatı aklın bilgi ve bulgularına göre düzenlenmeli ve yönetilmelidir, din bu alana karıştırılmamalı, fertlerin özel hayatlarında ve vicdanlarında kalmalıdır.
Bu iki inanç, düşünce ve düzen sisteminin birbirine zıt, muhalif, birbirinin karşısında olduğu apaçık ortadadır. Bu iki sistemden birine mensup olanın da diğerine muhalif olması kaçınılmazdır. Bu muhalefet İslâm tarafınca uzlaşma kabul etmez bir muhalefettir; çünkü uzlaşma, ihtilaf noktalarını ortadan kaldırmakla gerçekleşir, ihtilaf noktalarını ortadan kaldırmak ancak karşı tarafın İslâma uyması, islâmî sistemi benimsemesiyle gerçekleşebilir. Bu olunca da ortada iki kalmaz, bir kalır, birlik oluşur.
Müslümanlar ister galip ve hakim olsunlar, ister mağlup ve mahkûm bulunsunlar başka sistemlere mensup insanlarla beraber olabilir, birlikte (bir yerde, yurtta, işte, dünyada...) yaşayabilirler, ancak bu (birlik değil) beraberlik, uzlaşmaya değil, anlaşmaya bağlanır ve dayanır. Müslümanlar hakim olduklarında diğer inanç guruplarına başta din, düşünce ve vicdan hürriyeti olmak üzere gerekli insan haklarını tanırlar, verirler; Hz. Ali'nin deyişiyle -inanç farkının zaruri kıldıkları dışında- hak ve yükümlülükte (hukuk karşısında) müslümanlara eşit olurlar. Adı ve çağı ne olursa olsun başka bir sistem ve rejim hakim, müslümanlar da mahkûm olduklarında başta düşünce, din ve vicdan hürriyeti olmak üzere bir kısım temel insan haklarının onlara verilmediği, kendilerine baskı yapıldığı, başka sistemlerin dayatıldığı görülmüştür, görülmektedir. Bu durumda müslümanlar sistemin imkanlarından yararlanarak haklarını talep ederler, verilirse bir anlaşma zemininde kendi sistemlerini yaşarlar, başkalarına da inançlarını dayatmazlar, anarşi ve teröre baş vurmazlar, onlardan ülkelerine ve diğer insanlara ancak hayır ve iyilik gelir. Hakları verilmez, baskı da yapılırsa kırılır ve incinirler, izhar edemedikleri muhalefetlerini içlerine gömerler, fırsat kollarlar, baskı artarsa bazen ölçüyü de aşabilen savunma mekanizmalarını harekete geçirebilirler.
Bütün dünyada İslâm ve karşısındakiler arasındaki ilişki, yukarıda özetlemeye çalıştığımız ilişkiler ve tavırlar yumağı içinde gerçekleşmektedir. İslâmı ve müslümanları yumuşatmaya, uslandırmaya, sistem içine sokmaya (budamaya, kendilerine uydurmaya, benzetmeye, uzlaştırmaya) çalışanlar bilmelidir ki, İslâm -bugün yeryüzünde yaşayan- bir başka dine ve sisteme benzemez, o tektir, farklıdır, muhaliftir ve böyle kalacaktır. Bugün bir buçuk milyar, yarın dünya nüfusunun yarısından fazla olacak olan müslümanları yok etmek mümkün olmayacağına göre iş başkalarına düşmektedir; yapacakları da ya uzlaşmak yahut da anlaşmaktır.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İslâmî hizmetin neresinde?
"İslâmî hizmet" kavramında iki unsur vardır: İslâma hizmet ve islâmca hizmet. İslâma hizmet onu iyi temsil etmek, korumak, tebliğ etmek, çevreyi hür irade ile islâmlaşma eylemine açık tutmak ve müsait kılmakla gerçekleşir. İslâmda hizmet, İslâma hizmetin meşrû yoldan, normal hallerde veya zaruret hallerinde müslümanların kullanmaları, faydalanmaları caiz görülen araçlarla yapılması demektir.
Yeni Şafak İslâmî hizmet için yola çıkmış, bunu amaç edinmiş bir gazetedir. Ensar Vakfı'nın gelenekleştirdiği kır toplantılarından birinde (güzel bir münasebet olarak da Osmanlı Devletinin kuruluşunun gerçekleştiği Kocayayla'da) gazeteyi satın alacak olan üç Ensar Vakfı mensubu ile yapılan istişare sonunda çıkma kararına varılmıştı. Bu üç Ensarlı (iki Kış kardeşler, bir de A. Şişman) bu gazeteden kendileri (ticaretleri, partileri, gurupları...) için hiçbir şey beklemiyor, tam aksine dayanabildikleri kadar bu hizmeti finanse etme azmi içinde bulunuyorlardı. Bugüne kadar da bu tavrı ve azmi gölgeleyecek hiçbir davranışta bulunmadılar. Bir gazete patronu gibi değil, ekip halinde yürütülen hizmetin birer neferi gibi hareket ettiler, gazetenin emekçileri, mutfak elemanları ve yazarları ile eşit mesafede durmaya çalıştılar, işleri şura (danışma) ile yürüttüler.
Ensar Vakfı, İmam-Hatip neslini derleyip toparlamak ve İslâmî hizmet için seferber etmek üzere kurulmuş, bundan birkaç yıl önce de yeni bir uyanış ve hamle dönemine girmiştir. Açtığı şubeler, hazırladığı programlar ile bu kutsal hizmeti gerçekleştirme gayreti içindedir. Ensar Vakfı bir gurubun (mesela İmam-Hatiplilerin) vakfı ve bu mânâda bir gurup hareketinin ocağı değildir. Ensar Vakfı'nda hizmet etmenin şartı İmam-Hatipli olmak değil, yalnızca müslüman olmak ve İslâmî hizmeti hayatın öncelikli işi bilmektir. Burada İmam-Hatip nesli, halihazır şartlarda elde bulunan, uygun bir öncü gurup, hizmet nesli olarak devrededir. Vakıf hem bu millet emanetini (İmam-Hatip Okullarını ve neslini) koruyacak, geliştirecek, hem de onlarla başlayarak, milleti ile bütünleşerek islâmî hizmeti gerçekleştirmeye gayret edecektir.
Yeni Şafak İslâmî hizmette Ensar Vakfı'nın sesi, gözü ve kulağıdır, bu mübarek hizmetin çok önemli bir aracıdır. O'nun inandığı ve hizmet etmek istediği İslâm, aşırı yorumlardan, temsillerden ve uygulamalardan uzak bir "orta İslâm"dır. Bu İslâmın neden ibaret olduğunu ortaya koyan bilginin kaynağı objektif, klasik, her bilenin kontrol ve katkısına açık İslâm bilgisidir. Kur'an-ı Kerim'den başka "tek ve eşsiz kitabı", Hz. Peygamber (s.a.)'den başka tek ve yanılmaz rehberi, mürşidi, üstadı... yoktur. Ne gelenek kölesi, ne de gelenek inkârcısıdır.
Yeni Şafak'a göre "biz" müslümanlardır, "öteki" ise müslüman olmayanlardır. Müslümanlar kardeştir, kardeşi İslâm dairesinden çıkarmayan düşünce ve davranışlar usulüne göre hoşgörü ile karşılanır, ihtilafın rahmet olması için gayret edilir, hatalar abartılmadan ıslah edilir, her hal ve kârda birlik ve kardeşliğin muhafazasına çalışılır. Ötekiler iki guruba ayrılır: İslâma düşman olanlar, islâmî hizmeti engellemek için çaba gösterenler; bunlarla usulüne göre mücadele edilir, islâma ve islâmî hizmete zarar vermemeleri için gereken ne ise o yapılır. Müslüman olmamakla beraber İslâma da düşman olmayan, islâmî hizmeti engellemeyen, din, düşünce ve vicdan hürriyetine saygı gösteren ötekiler ile müslümanlar iyi ilişkiler kurar, hukuk ve adalet çerçevesinde bir arada, sulh ve sükun içinde yaşarlar.
İşte Yeni Şafak budur. Bu hizmete kimi parası ile, kimi kalemi ile, kimi de emeği ile omuz veriyor. Bu arada okuyucuya düşen vazife okumak, okutmak, bozuk giden tarafları yazarak bildirmek ve gazetenin abonesini, okuyucusunu çoğaltmak için elden gelen çabayı sarfetmektir. Eğer bu hizmet meş'alesi, ona sahip çıkmayan okuyucu kitlesinin gayretsizliği yüzünden sönerse sorumluluk onlara ait olacaktır.
Kırk yıldır sürüp giden çilem ve çabam içinde edindiğim dostlarımdan bu gazeteye sahip çıkmalarını istiyorum; ben "tebliğ ettim".

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İbadetler ve Köktendincilik
Bir kısım laikler ve genel olarak laikçiler ellerine makası alarak dini, inanç-ibadet ve dünya düzeni ile ilgili hükümler şeklinde ikiye biçtiler; inananların birinci alanda serbest olduklarını, ibadetlerini hiçbir engel ile karşılaşmadan ve kınanmadan yapabileceklerini, ikinci alana yani dünya hayatını düzenleyen dinî hüküm ve talimata gelince devlete uymak zorunda olduklarını ilan ettiler, bunu sağlamak için hukuk, idare, eğitim gibi bütün baskı araçlarını kullandılar. Aradan bir müddet geçtikten sonra "fundamentalizm, temelcilik, köktencilik, köktendincilik" diye bir kavram aktardılar ve dinin bütününü (özellikle dünya hayatını düzenleyen kısmını) hayatında uygulamak isteyen fert ve guruplara "fundamentalist, köktendinci, şeriatçı" demeye ve bu vasfı taşıyan müslümanları kınamaya, kötülemeye, el-âleme kötü göstermeye başladılar, bunları yok etmek veya engellemek için yabancıları işbirliğine çağırdılar.
Son yıllarda laikçiler, şeriatçılara baskı yapmak ve şeriatçı talepleri sindirmek için aldıkları tedbirler ve uyguladıkları yöntemleri yetersiz bularak köktendincilik kavramının çerçevesine "ibadetler, helaller ve haramlar"dan da bazı unsurları dahil etme girişiminde bulundular. Buna göre okullarda, kışlada, kamuya ait bazı mekânlarda namaz kılmak, okullarda, resmi dairelerde vb. yerlerde kadınların başlarını örtmeleri, bazı kurum mensuplarının namaz kılmaları, eşlerinin başlarını örtmeleri şeriatçılık, köktendincilik işareti sayıldı, bu ibadetleri -sırf inançları gereği ve Allah rızası için- yapanları cezalandırdılar, engellediler, kalplerine girmişcesine "bunlar samimi değil, dini istismar ediyorlar, ibadetler kişinin özel mekânında yapılır..." gibi vecizeler döktürdüler. Aslında bu laikçi kesim samimi değildi, içlerindekini dışa vurmaya cesaretleri yoktu, onun için ibadetleri sudan bahanelerle engelliyorlardı. Asıl bilgi ve niyetleri ise şu idi: "Müslümanların toplum içinde, resmi ve gayr-i resmi mekânlarda ibadetlerine, haram ve helal inançlarını yaşamalarına izin verirsek, laiklik, din ve vicdan hürriyeti, insan hakları adına bunlara müsamaha edersek bu davranışlar dinin yayılmasına, sun'i (yapay) sınırları ve sınırlamaları zorlamasına yol açar, bu sebeple bizim laiklik ve insan hakları anlayışımız Batı'dan farklı olmalı, bizim amacımıza uygun sınırlar içinde uygulanmalıdır." Kurban bayramlarında yaşadığımız deri ve et toplama sıkıntısı da bu anlayış ve davranışın bir başka örneğidir. Görünüşte "millet hizmetinde bir kurumun masum yardım toplama" talebi, gerçekte ise islâmî kurumların güçlenmesini ve islâmın yayılmasını engelleme teşebbüsü.
Cumhuriyet devri boyunca bu baskıcı zihniyeti temsil edenler, millete bir parça nefes aldırmak isteyenleri asanlar, yanıldılar,. Bu yanlışa ısrarla devam ediyorlar. Gözlerini hırs, öfke, kin, nefret, bağnazlık kör ettiği için bir adım ileriyi göremiyorlar, sonunda müslümanların ibadet, helal-haram hayatlarına da el atıyor, sınırlamalar getiriyorlar. Ancak müslümanların üzülmelerine gerek yoktur; çünkü bu baskıların ve sınırlamaların islâmî şuurlanmaya, islâmın gelişip yayılmasına etkisi, doğrudan bu amaca yönelik faaliyetlerden daha güçlüdür, daha sonuç aldırıcıdır.
Allah dinini, fâcir ve fâsıkları kullanarak da teyit eder.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İslâm Birliği
Kur'an-ı Kerim'de ve Sünnet'te insanın aslı, farklı renklerde ve dillerde insan guruplarının yaratılma hikmeti, müslümanlar arası sosyal ilişki (kardeşlik) ve bu ilişkinin gerektirdiği yardımlaşma, dayanışma ile ilgili birçok ayet ve hadis vardır. Bunlara bakıldığında İslâm'ın tasarladığı toplum modelinin "ümmet modeli" olduğu açıkça görülür. Ümmet, inanç birliğine dayanan, ırk, dil, renk, soy, coğrafi sınırlar gibi unsurların ayırıcı olmadığı büyük insan gurubunu, topluluğunu ifade etmektedir. Ümmeti diğer insan topluluklarından ayıran önemli özellikler arasında iman, örneklik ve dünya üzerinde adalet, hürriyet ve güvenliğin tesisi vazifesi vardır. Yani müslümanlar birlik olup bilimde, teknolojide, ekonomide, askerlikte, dünyanın en üstün gücüne ulaşmayı hedeflerken bunu, zayıf toplulukları sömürmek ve hizmetinde kullanmak için değil, yüce islâmî ve insani amaçları gerçekleştirmek için istemektedirler.
Çağımızda hakim güç bir süre önce iki merkezli idi, son on yıl içinde tek merkezli hale geldi. Her iki durumda da görüldü ki, gücü elinde bulunduranlar, bunu hem birbirini dengelemek ve caydırmak için hem de daha zayıf olan toplumları yönetmek, sömürmek, kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek ve kullanmak için devreye sokmuşlardır. Örnek olarak Amerika'nın, Irak-Küveyt çatışmasını bahane ederek Orta-Doğu'da oynadığı rolü, sağladığı kontrolü, ekonomisini düzlüğe çıkaran menfaati hatırlamak yeterlidir.
Görünürde ve slogan olarak insan hakları, demokrasi, adalet adına hareket eden, gerçekte ise zulmü, sömürüyü, ulusal -veya belli uluslar birliğine ait- çıkarı hedefleyen güç temerküzleri karşısında müslümanların tek sığınakları, kendilerine (müslüman guruplar birliğine) ait güç birliği olabilecektir. Bosna, Çeçenistan, Keşmir, Kıbrıs gibi onlarca tecrübe "Ümidin kes zaferden gayrından(başkasından) imdad lazımsa" mısra'ını teyit etmiştir. Müslümanlar için tek çıkar yol ve kurtuluş ümidi, içte ve dışta birlik iken neden yıllardan, hatta asırlardan beri bu amaca ulaşılamadı? Bu sorunun şüphe yok ki, uzun makalelere veya kitaplara sığacak cevabı vardır, ancak burada biz iki sebep üzerinde durmak istiyoruz:
1. Parçalanmış ümmetin ulus devletler şeklinde oluşmuş bulunan parçalarında sürdürülen çarpık ve çok defa parçalayan güçlerin yönlendirmesinde yürütülen eğitim, müslümanların kafalarını karıştırmış, müslümanlar arası birlik şuurunu ve iradesini ortadan kaldırmıştır.
2. Dünya güç dengelerini kontrol eden ve çıkarlarına uygun dengeleri korumak kendileri için ölüm-kalım meselesi olan dış güçler, bu dengeleri altüst edecek, çıkar çatışmasına yol açacak ve pastaya yeni ortaklar getirecek yeni güç temerküzlerine izin vermemektedirler. Bunun için propaganda, eğitim, ekonomi ve siyaset başta olmak üzere her vasıtayı kullanmaktadırlar.
İslâm ülkelerinin büyük bir kısmında yöneticiler, ümmeti temsil etme vasfından ve ehliyetinden uzak, yabancıların menfaatlerine hâdim kimselerden oluştuğuna (böyleleri işbaşına getirildiğine ve orada tutulduğuna) göre İslâm birliği başka bahara mı kalmaktadır? Hayır! Her İslâm ülkesinde mevcut çok sayıda müslümanın, birlik amacıyla oluşturacakları sivil örgütler ve bu sivil örgütler arasında kurulacak bağ, sürdürülecek işbirliği, kısa zamanda oyunları bozabilecek ve uzakları yakınlaştırabilecektir.
Bu yazı durup dururken değil, yerli ve yabancı medyanın, İslâm ülkeleri arasındaki yakınlaşma ve yumuşamayı sabote eden, ihtilafları abartan ve körükleyen tutumu sebebiyle kaleme alınmıştır.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Filistinli Ne Yapsın?
Filistinlilerin yurtlarındaki tarihi varoluşları milattan öncesine kadar uzanmaktadır. Yahudiler Mısır'dan göç ederek bu topraklara geldiklerinde (M.Ö. 12. yüzyıl) orada yaşayan halklar arasında Filistinliler de vardı. Hz. Ömer'in fethinden itibaren Filistin toprakları İslâm hakimiyetine girdi ve hakim nüfus da bugün adına Filistinliler dediğimiz müslümanlaşmış araplar oldu. Diğer halklar gibi yahudiler de Osmanlı döneminin sonuna kadar bu topraklarda huzur ve adalet içinde yaşadılar, göçlerle çoğaldılar. Her şeye rağmen 1947 taksim planında bir milyon Filistinli müslümana karşı beşyüz bin yahudiye toprakların yarıdan fazlası verildi. Hazırlıklı yahudi kıtaları, Arapların parçalanmışlık ve dağılmışlıklarından yararlanarak ve arkalarına Amerika, İngiltere gibi destekçileri de alarak, 1948'de Filistinlileri -ülkenin yüzde yetmişine ulaşan- topraklarından sürüp çıkardılar, bunu yaparken hiçbir meşrûiyyet ölçüsüne dayanmadılar, hiçbir uluslararası kural ve karara uymadılar. 1967'de ise Gazze ve Batı Şeria'da (Filistinin yaklaşık onda birinde) sıkışmış olan Filistinlileri buradan da sürdüler, yerlerini işgal ettiler ve kalanları da yönetimleri altına aldılar. Dağılmış, birbirine düşmüş, her birinin yönetimi halktan kopmuş, belli bir ideolojinin -ve bu ideolojiyi temsil eden dünya gücünün- dümen suyuna girmiş İslâm ülkeleri bu olup bitenler karşısında ya hissiz ve ilgisiz, yahut da aciz kaldılar. Bir avuç Filistinli zulme ve yok edilmeye karşı direndi.
Filistinli direnişçiler "niçin direndiler?" İnsan tabiatı, hukuk, ahlak, dinler, "İsrail'in yaptıkları karşısında direnmeyi, boyun eğmemeyi gerektirdiği, hatta emrettiği için" direndiler. İsrail ülkede, sulh ve adalet içinde kendine de bir yurt edinmenin peşinde değildi. Onun amacı Fırat'tan Mısır'a kadar uzanan bölge içinde yalnızca yahudilere ait bir yurt edinmek ve bu yurt içinde başka hiçbir bağımsız, insan haklarına sahip insan gurubunu barındırmamak idi. Bu amaç karşısında binlerce yıldan beri bu topraklarda yaşamış Filistinli ya yok olacak, yahut da direnecekti. Direnmeye karar verildi. Elinde yumruğu, tırnağı ve taşından başka silahı yoktu. Eğer silah bulabildiyse, bu da, İsrail'in elindeki gelişmiş silahlara karşı birkaç küçük el silahı, bomba ve modası geçmiş küçük, kısa menzilli füze idi. Filistinli işte bu imkansızlıklar içinde direndi, direniyor, İsrail'i korkutuyor, rahatsız ediyor, âdil bir barışa zorluyor...
Elli yıldan beri Filistinlinin yahudiden neler çektiğini bilmeyen, İsrail'in etkili propagandasına aldanmış, gaflete hatta hiyanete düşmüş birçok müslüman, direnen Filistinlileri ayıplıyor, zulümden ve aldatmacadan ibaret olan barışa razı olmasını istiyor, direnişte kullandığı yöntem ve araçları normal -hatta tarihi- şartların kurallarına göre değerlendiriyor, sorguluyor ve mahkûm ediyorlar. Sivillere zarar veren, eylemciyi de yok eden bazı eylemlerin meşrû olmadığını savunuyorlar. Onlara şu birkaç hususu hatırlatmak belki faydalı olur:
a) Şimdi savaşlar kılıç, ok ve mancınıkla değil, ateşli silahlarla yapılıyor ve bu silahların zarar veren etkisini askerlere tahsis -sivillere zarar vermeden savaş- mümkün olmuyor.
b) Normal hallerin kuralları, fevkalade hallere, çaresizlik içinde yapılan eylemlere uygulanmaz; zaruretler gerektiği ölçüde yasakları, haramları kaldırır. Gazzali'nin kaide kalıbına soktuğu şekliyle ifade etmek gerekirse "zaruret topluma ait (genel) ve kesin olunca nasların yasaklarını -geçici olarak- kaldırır." Yine onun verdiği örneği kullanmak gerekirse "Önlerine müslüman esirleri siper edinerek İslâm ordusuna veya kalesine doğru ilerleyen düşman askerlerini yok etmek için müslümanlar atış yaparlar. Bu atışta müslüman esirlerin isabet almaları kaçınılmazdır, ancak bunda zaruret vardır ve atışı yapan müslümanların maksadı esirlere zarar vermek değil, düşmanın ilerlemesini durdurmaktır."

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Garaudy'nin İslâmı - 1
Rahatsız olduğum günlerde Ankara'da ve İstanbul'da yapılan uluslararası ilmî toplantılarda konuşanlar arasında ünlü düşünür R. Garaudy de vardı. 1940'lı yıllardan itibaren kırk yıl marksist ve komünist olan ve parti içinde önemli mevkilere gelen Garaudy 1981 yılında müslüman olduğunu açıkladı. Sistemler, dinler ve düşünürler ile ilgili tenkitlerini ve bu arada İslâm anlayışını ihtiva eden birçok kitabı, makalesi ve konuşmaları türkçeye çevirildi, düşünce ve ifadeleri etrafında olumlu ve olumsuz tepkiler ortaya kondu. Türkiye'yi son ziyaretinde yaptığı konuşmalarında ve özellikle Yeni Şafak'ın 31 Mart-1 Nisan nüshalarında neşredilen "el-Mecelle" dergisinden alınma röportajında ileri sürdüğü fikirler dikkatleri yine onun üzerine çekti.
Garaudy'ye göre bütün büyük dinler ve yükselen düşünce sistemleri aynı gerçekleri -sembollerle, farklı ifade şekilleriyle, tarihi şartların gerektirdiği üslub içinde- söyler. İslâm da en azından Hz. İbrahim'den beri vahiy alan peygamberlerin tebliğ ettikleri dinlerin genel adıdır. Bu dinler de doğru okunduğunda aynı gerçekleri ve ilkeleri ihtiva ettikleri görülür. Müslümanlar Kur'an'ı doğru okumalı ve yorumlamalıdırlar. Doğru okuma, Kur'an bütününü göz önüne alan, ilkelere yönelen, tarihsellik (Kur'an'ın ayetlerinin ve parça hükümlerinin indiği tarihe ait olduğu, diğer asırlar için bağlayıcı olmadığı) ilkesini esas alan okumadır. Sünnet gelenektir. Hadislerin çoğu Emeviler devrinde siyasî otoriteyi teyit için uydurulmuştur. Bilge müslüman, tek tek ayetleri, geleneği, hadisleri bağlayıcı saymayacak, bunların ötesine geçerek İslâmî ilkeleri keşfedecek, çağının mesele ve ihtiyaçlarına bu ilkelerin ışığında çözümler getirecek, bütün insanlık için yeni bir hayat modeli sunacaktır. Çoğunu Fazlurrahman'dan kopya ettiği anlaşılan bu usul çerçevesinde Garaudy'nin ürettiği, islâmî ilkeler çerçevesinde oluşturduğu ilginç ictihadları(!) var: Kadına mirastan iki misli pay verilmelidir, hırsızlar artık elleri ile çalmıyorlar, kafaları ile, bilgisayarlar yardımı ile çalıyorlar; bu sebeple el kesme cezasının anlamı kalmamıştır, şeriat sosyal adalet demektir, namaz şekil ve hareket (sportif hareket diyor) değil, Allah'ı düşünmektir; bu sebeple kendisi bilinen şekli ile namazı kılmasa da daima namazdadır, oruç gecesi gündüzü birbirine yakın uzunlukta olan yerlerde tutulur, kutuplara doğru gidildikçe bu ibadet ortadan kalkar (eski fıkıh alimleri bu gibi meseleler üzerinde durmamışlardır), içki kesin olarak yasaklanmamış, yalnızca zararlarından söz edilmiştir; şu halde zararsız dozda ve miktarda içki alınabilir, kadının örtünmesi bir gelenek meselesidir, önemli olan kadınların, giyimli veya giyimsiz vücutlarını, erkeklerin dikkatlerini çekmek için kullanmamalarıdır, böyle bir davranışa yönelmemeleridir (İslâm ve insanlığın Geleceği, s. 140-152; 20. Yüzyıl Biyografisi, s. 291-317; Yeni Şafak, anılan nüshalarda neşredilen röportaj.)

Röportajı yapan Garaudy'ye önemli bir soru yöneltiyor:
Herkes kendi görüşü ve yaşadığı ülke şartlarına göre karar verirse dünya fıkıhçılarla dolup dinin elden gideceği bir anarşiye yol açmaz mı?

Garaudy'nin cevabı:
Ama bu üzerinden yüzlerce yıl geçen, zamanımıza uygun olmayan, çağdaş fıkhın ortaya çıkması önünde engel teşkil eden eski fıkıh hükümlerine bağlı kalma tehlikesinden daha azdır.

Garaudy iki şerden birini, kendine göre daha ehven olanı tercih ediyor, marksist felsefeden İslâm'a geldiği, tenkit ettiği çağdaş hayat biçimini kısmen de olsa referans olarak aldığı, temel islâmî ilimlerde yaya kaldığı ve usul konusunda Fazlurrahman ve benzerlerini taklit ettiği için hataya düşüyor, şer ve tehlike ihtiva etmeyen orta yolu bulamıyor, İslâm İslâm diyerek onun hakkından gelecek bir yol açtığının farkına varamıyor.


Garaudy'nin İslâmı - 2
Garaudy'nin İslâm anlayışının hatalı, eksik, doğruya nisbetle eğri bulduğumuz noktalarını ve bunların nereden kaynaklandığını bir önceki yazımızda özetlemiştik. Bu yazıda hatalar, usûl ve örnek çözümler şeklinde iki paragrafta konu biraz daha açılacak ve mukabil düşüncemiz açıklanacaktır.
Usul:
"Çağdaş fıkhın ortaya çıkmasının önünde engel teşkil eden eski fıkıh" cümlesinde bir "çağdaş", bir de "eski" fıkıhtan söz ediliyor. Fıkh'ın (ameli din bilgisi ve çözümlerinin) güzel, meşrû ve işe yarar olması eski veya yeni (çağdaş) olmasına değil, dayandığı düşünce sistemine (zihniyete, akla) ve delillere bağlıdır. Eğer bir fıkıh islâmî zihniyete, sahih islâm düşüncesine ve muteber delillere dayanıyorsa onun getirdiği bilgiler ve çözümler iyidir, doğrudur, meşrûdur, engel oldukları ise -İslâmı yozlaştıracağı, bozacağı, kendisi olmaktan çıkaracağı için- zaten engellenmesi gereken fıkıhtır; bunun adının çağdaş olması sonucu değiştirmez.
Sahih islâmî akıl ve zihniyet, müslümanın Kur'an ve sünnetle bütünleşmesi, bunları temessül etmesi (özümsemesi) sonucunda elde edilir. Bu amaca ulaşmak için yalnızca bilgilenme (öğrenim) yetmez, ayrıca eğitime (İslâmı yaşayarak elde edilecek kemale ve temyiz kabiliyetine) ihtiyaç vardır. Müslüman bu öğrenim ve eğitim sayesinde zihniyet ve kültür kirlenmesinden ne kadar arınırsa sahih islâma o kadar yaklaşmış olur; bu noktadan itibaren de Kur'an'ı ve Sünnet'i doğru okur, doğru anlar.
Eski fıkhı ve usulü (metodolojiyi) olduğu gibi alıp tabulaştırmak da, tamamen silip yeniden işe başlamak da yanlıştır, müslümanın yolunu şaşırmasına sebep olur. İctihad yoluyla tesbit edilecek olan "değişmezler" kalacak, "değişmeye açık olanlar" ise değişecektir. Değişmezleri yalnızca "ilkeler, sosyal ve ahlâkî amaçlar" ile sınırlamak hatalıdır, sübjektiftir, delil ve dayanaktan yoksundur. Amentü formülünden namaz ibadetinin şekline, faiz yasağına, islâmî zina kavramına kadar birçok değişmez "parça hüküm", "nokta talimat" vardır. Kirlenmiş bir zihniyet, dayatılmış bir çağdaş hayat ve çağdaş ilkelere dayalı ve İslâmın hem bağlayıcı naslarına, hem de özüne aykırı olduğu halde "gerçek İslâm veya çağdaş fıkıh" diye takdim edilen ilkeler ve ictihadlar(!) İslâm değil, yeni bir din olur; bu dinin kaynağı da vahiy değil, islâmîleşmemiş akıl olur.
Vahyin ilk muhatap kavmin kültürünü göz önüne aldığı, üslub ve hükümlerinde bu kültüre -bir ölçüde- riayet ettiği inkâr edilemez. Bu gerçeğe "İslâm bazı cahiliyye devri hukuk kaidelerini aynen tasvip edip meşrûlaştırmış, bazılarını değiştirerek almış, bir kısmını da kaldırarak yerine yenilerini getirmiştir" ifadesiyle hukuk tarihi kaynaklarında işaret edilmiştir. Ancak Kur'an-ı Kerim'de ve Sünnet'te tarihilik değil, evrensellik esastır. Tarihi çözümlerde ve ifadelerde bile şartların ve ilişkilerin özelliği ve tarihi yönü değil, hükmün genel yönü, ümmet var oldukça onlara yol gösteren mânâsı maksuttur (örnek bu amaca yöneliktir). "İslâmîlik ölçütü" evrensel açıklamalar yanında bu tarihi örneklerden de yola çıkılarak elde edilecektir. "Kur'an lafzı ve parça çözümleri ile tarihseldir" demek, Kur'an-ı Kerim'i inkâr etmeye denk bir sapıklıktır, onu keyfi okumalara, yorumlamalara ve çağdaş batınîliğe yol açmaktır.
Ümmete sünneti hadisler taşır. Hadislerin sahih olanı ve olmayanı vardır, ümmetin alimleri bu konuyu hakkıyle incelemiş ve sahih hadislerin, tarihi vesikaların taşıdığı sünneti ortaya koymuşlardır. Sünneti ortadan kaldırmak için hadislerin büyük ölçüde uydurulmuş olduğu iddiası müslüman olmayan müsteşriklere aitti, ne yazık ki onu şimdi bazı müslümanlar da benimsemiş oluyorlar. Böyle bir genellemenin (hadislerin uydurma olduğu hükmünün) ilmî delili yoktur, bunun aksini isbat eden ilmî çalışmalar, tezler mevcuttur. (Yazının sınırı usul konusunu burada kesmeyi gerektiriyor.)
Örnek çözümler:
1. "Kadına mirastan iki misli pay vermek" kadını buna muhtaç hale getiren değişimi meşrû bulmaya dayanır, önce bu değişimin sorgulanması gerekir.
2. "Hırsızlar şimdi elleri ile değil, kafaları ile çalıyorlar" gerekçesine dayanarak el kesilmeyeceğini söyleyenin, "kafalarını kesmek gerekir" demesi daha mantıklı olurdu. Hırsıza verilen el kesme cezası, hırsızlığı -kullanılan aracı yok ederek- zorlaştırmak değil, caydırıcı bir ceza ile ortadan kaldırmak içindir. Bu ceza hırsızlık ne ile ve nasıl yapılırsa yapılsın caydırıcıdır.
3. Allah'ın ümmete örnek kıldığı Resul (s.a.) her an Allah'ı düşündüğü, O'nunla olduğu halde bildiğimiz şekilde namaz kılıyordu ve gece gündüz, durmadan kılıyordu. Tefekkürü namaz yerine ikame etmek "başka bir dinin ibadeti" olabilir, ama İslâmın namazı olmaz.
4. Fıkıhçılar asırlarca önce kutuplara doğru gidildikçe namaz ve oruç ibadetlerinin nasıl yapılacağı üzerinde durmuş ve düşünmüşler, İslâmın naslarına ve ruhuna uygun çözümler de sunmuşlardır, ama bunları bilmek için okumak gerekir.
5. Kur'an-ı Kerim yalnızca içkinin (sarhoş eden nesnelerin) zararından söz etmemiş, bunlardan kesin olarak uzak durulmasını, kurtuluşun buna bağlı olduğunu da buyurmuş ve bildirmiştir (Maide: 5/90).
6. İslâmda kadının kıyafeti değil, tesettürü, bağlayıcı kaideler çerçevesine sokulmuştur. Kadının başı dahil vücudunun belli yerleri örtülecektir, bu örtünme emri gelenek meselesi değil, din emridir, dinin getirdiği "geleneği değiştirici" hükümdür. Örtünmeyen kadının maksadı "erkeklerin dikkatini üzerine çekmek" olmayabilir, ancak örtünmeyen kadın, kendini tatmin için kadının açık yerlerine bakan kimsenin bu maksat ve eylemine imkan vermiş olmaktadır.
Hasılı çağdaş İslâm, çağdaş fıkıh, Kur'an'ın tarihselliği, yeni metodoloji, yeni okuma ve yorum diyerek yola çıkanların büyük hizmet ve yüksek tefekkürlerinin mahsulü ilahi Kitabın ve nebevi Sünnet'in müslümanın hayatındaki rehberlik fonksiyonunu ortadan kaldırmak, "faiz yiyen, örtünmeyen, namaz kılmayan, gündüzler uzun ise oruç tutmayan, Allah'ın değişmez sınırlar dediği hükümleri çiğneyen, yerlerine çağdaş hükümler koyan" bir müslüman tipini ortaya koymak olmuştur.
Biz böyle bir İslâmı ve müslüman tipini tanımıyoruz.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Peygamber Çırağı Mevlânâ
Ahmed Yesevi, Yunus, Mevlana ve daha nice İslâm büyüğü, âhir zaman Peygamberi Muhammed Mustafa'nın (s.a.) çırağıdırlar, onu sevdikleri, ona bağlandıkları ve yolunu izledikleri için veli, insan-ı kâmil, Hakka ve halka makbul olmuşlardır. Diğerleri gibi Mevlana da takva derecesinde İslâmı yaşamış; haramlardan uzak durmuş, namaz kılmış, oruç tutmuş, her an Allah'ı zikretmiş, dünyaya metelik vermemiş, kendini, insanlara Allah'ı ve Peygamberi sevdirmeye, İslâmı anlatmaya ve benimsetmeye adamıştır. "Gel, yine gel! Ne olursan ol gel! Putperest, ateşperest... olsan da gel!" derken insanları içinde bulundukları hal üzere devam etmeye değil, İslâma ve Hz. Peygamber'in sünnetine göre değişmeye çağırmıştır. Onun dergahı, hak-batıl demeden dinler ve inançların karışımından yapılmış bir çorbanın içildiği, İslâm ve şeriat kaydının geçildiği bir dergah değil, yol olarak İslâmın, örnek olarak Resul-i Ekrem'in seçildiği, eğitimin buna göre yapıldığı bir mekteptir. Mevlana'yı sevenlerin, onu büyük bilenlerin öncelikle sevmeleri ve saymaları gereken zatın (örneğin, rehberin, mürşidin) Hz. Peygamber olması gerektiğini geliniz onun Mesnevi'sinden öğrenelim:

"Peygamber Mekke'yi fethe uğraştı diye nasıl olur da dünya sevgisi ile ittiham edilir? O öyle bir kişi idi ki, imtihan günü (yani miraçta) yedi gökün hazinesine karşı hem gözünü yumdu, hem gönlünü kapadı... Gökler ve melekler onun için bezendi, fakat onda sevgiliye aşktan başka bir meyil ve heves nerde ki! O, tanrı ululuğu ve celali ile öyle dolmuştu ki, bu dereceye, bu makama Tanrı ehli bile yol bulamaz. 'Bizim makamımıza ne bir şeriat sahibi peygamber erişebilir, ne melek, hatta ne de ruh' dedi, artık düşünün, anlayın..."
"Tanrı lutufları Mustafa'ya vaitlerde bulundu, dedi ki: Sen ölsen bile bu din, bu iman ölmez... Senin kitabını, mucizeni ben yüceltirim. Kur'an'da bir şey eksiltmeye, ona bir şey katmaya yeltenen kişiye ben mani olurum. Ben seni iki cihanda da korurum. Sözünü kınayanları terkeder, onları hor ve hakir bir hale korum... Senin parlaklığını (nurunu) gün geçtikçe artırır, adını altınlara, gümüşlere bastırırım. Senin için minberler, mihraplar kurdururum. Ben seni öyle seviyorum ki, senin kahrın benim demektir..."
"Peygamberlerden kalan mühürleri Ahmed'in dini hürmetine kaldırdılar. Açılmamış kilitler vardı, onlar "inna fetehna" eliyle açıldı. O bu dünyada da şefaatçidir, o dünyada da; bu dünyada insanları dine götürür, o dünyada cennetlere... Ona benzer ne gelmiştir, ne de gelecek; bu yüzden son peygamber olmuştur. Sanatında son derece ileri gitmiş bir üstadı görünce bu sanat sende bitmiştir demez misin? Ey Peygamber! Mühürleri kaldırmakta, kapalı kapıları açmaktasın, hatemsin, bu iş seninle ve sende bitmiştir, can bağışlayanlar aleminde bir Hatem'sin sen."
"Şeyh "ben tanrıyım" dedi, ama ileri gitti. Bütün körlerinb boğazını sıktı. Kulun varlığı, tanrının varlığında yok olunca ne kalır, bir düşün a çıfıt! Gözün varsa aç da bir bak; "lâ" dedikten sonra artık ne kalır?... Fermanında 'sen olmasaydın gökleri yaratmazdım' hadisi yazılı olan zat bir zattır ki, herkes onun nimetlerine, onun rızık taksimine muhtaçtır. O olmasaydı gökyüzü olmazdı, dönmezdi, nurlanmazdı, meleklere yurt kesilmezdi..."

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İnsan, Kültür, Kimlik

Kimliğimizin İki Unsuru ve Çağdaşlık
Müslüman Türk milletinin kimliği iki unsurdan oluşmaktadır: Müslümanlık ve Türklük. Türklük tabiî ve fıtrî (yaratılıştan gelen), edinilmesi kişinin elinde ve iradesinde olmayan bir unsurdur. Müslümanlık ise tarihen sonradan edinilmiş, halen de edinilmesi kişinin irade ve ihtiyarında bulunan bir unsurdur. Ferdin varlığı topluma, toplumun varlığı ise başka toplumların var olmalarını ve ayakta durmalarını sağlayan güç ve değerlerin benzerine veya dengine sahip olmaya bağlıdır. Bu güç ve değerlere sahip toplumlar çağdaş, sahip olmayan toplumlar ise çağın gerisinde olarak kabul edilmektedirler. Aşağıda bu üç özelliğin varoluş ve meşrûiyyet açılarından birbiri ile ilişkisi ele alınacaktır.

1. Müslümanlık ve Türklük
İslâmın mensuplarını dâvet ettiği câmia (ümmet) gerçekleştiği takdirde hiçbir müslüman fert ve gurup bu câmianın dışında kalmayacak, ona dahil olacaktır. Milliyet ve milliyetçilik bu câmianın dışında kalmaya ittiği ve sebep olduğu zaman -İslâm yönünden- meşruiyyetini kaybeder. Böyle bir câmia fiilen gerçekleşmemiş veya bozulmuş olursa müslümanların guruplar (bu arada kavimler, bu mânâda milletler) halinde birlikler, toplum yapıları oluşturmaları birlik ve değerlerini korumak için gerekli tedbirleri almaları tabiî ve zaruridir. Bu zaruretle karşı karşıya bulunan gurup (topluluk, toplum) bugün anlaşılan mânada bir millet ise milliyetin temel unsuru (kimliğin belirleyici öğesi) İslâm olacaktır. Toplum, mevcut yapısını tarihi bir zaruret ve ârıza olarak görecek, imkânların elverdiği ölçüde ümmet yapısına geçmeyi, bu yapıda birleşmeyi amaç edinecektir. Bu kayıt ve şartlar içinde ve bu mânada bir milliyet ve milliyetçilik meşrûdur ve günümüzde zaruridir.
Bugün dünyada elliden fazla İslâm ülkesi vardır ve müslümanların kimlikleri üç unsurdan oluşmaktadır: Dini, kavmiyeti ve ülkesi. Günümüzde bir müslüman "T.C. vatandaşı, müslüman, Türk", "İran İ.C. vatandaşı, müslüman, Farısî", "A.B.D. vatandaşı, müslüman, zenci" ... şeklinde tanımlanmaktadır. Müslüman hangi ülkenin vatandaşı ve hangi kavmin, etnik gurubun mensubu olursa olsun her şeyden önce müslümandır, sonra bir ülkenin vatandaşıdır, sonra da bir etnik gurubun mensûbudur. Bu sıra bozulmadığı, her bir unsurun hakkı verildiği, amaç bölünme değil, bütünleşme olduğu müddetçe müslümanlar arasında kimlik farkı kısmen tabiî ve kısmen zaruri olarak meşrûdur, zararsızdır, faydalıdır, "tanışmanız, tanımlanabilmeniz için" buyruğuna uygundur.

2. Türklük ve çağdaşlık
Çağdaşlığa ister "Batı standartları ve değerlerine ulaşma" mânası verilsin, ister "Batınınkine denk ve alternatif bir kültür ve medeniyeti temsil etme" mânası verilsin halen (çağımızda) bütün dünyada milletler ve ülkeler kendi öz kültürüne sahip çıkmakta ve millî menfaatine öncelik tanımaktadır. "Globalleşme, küreselleşme" kavramlarının pratikte yeri yoktur, yahut -daha doğrusu- dünya hâkimiyetine oynayan milletlerin ve birliklerin amaç, strateji ve taktiklerini ifade etmektedir. Buna göre Türklük ve Türkleşme ile çağdaşlaşma arasında bir çelişki mevcut değildir. Meşruiyyet ve öz kültürü koruma açısından Türkleşme ile çağdaşlaşmanın birbirine bakışı farklı, problemli ve tartışmalıdır.

3. Müslümanlık ve çağdaşlık
Varoluş açısından İslâmsız bir dünya hayatı ve çağın gerisinde kalan bir İslâmî hayat mümkündür; ancak yalnızca aklına güvenen, ilâhî irşada kulaklarını tıkayan bir insanlığın et, kemik, toprak seviyesinden yücelere çıkması, kâinâtın gözbebeği ve insân-ı kâmil olması mümkün değildir. Her an hareket ve gelişme içinde olmayan, kendini -özünü bozmadan- yenilemiyen, maddi ve manevî güç bakımından çağın gerisinde kalan müslümanların da varlıklarını devam ettirmeleri imkânsız gibidir.
Meşruiyet bakımından modernistlerle post-modernistlerin dine bakışları farklıdır. Aydınlanma devrini takip eden modernist düşünceye göre insanlığın ilerlemesi, özgürleşmesi ve insanlığını gerçekleştirmesi dinin baskı ve hakimiyetinden kurtulmasına bağlıdır. İnsana yol göstermek için (mürşid olarak) akıl ve beşerî bilgi yeterlidir. Din sosyal bir olgudur. Fertlerin vicdanlarında kalmalı; siyasî, sosyal, ekonomik, hukukî, hatta ahlâkî hayatı düzenlemesine, bu sahalara girmesine izin verilmemelidir. Eğer bir din -meselâ İslâm- bu sâhalara girme ve düzenleme istidadı ve meyli taşıyorsa, ya tamamen toplum hayatından uzaklaştırılmalı yahut da reforme ve modernize edilerek kendi kabı ve yeri olması gereken vicdanlara çekilmelidir. Bu sebeple -modernistlere göre- sosyal hayatı düzenlemeye kalkışan din ve bu kalkışmalar -ki bazıları bunu fundamentalizm, köktencilik kelimeleriyle ifade etmektedirler- meşrû değildir, buna izin verilmez. Post-modernistlere göre mutlak gerçeklik de, mutlak değerler de yoktur; görecelik vardır. Bu düşüncenin sosyo-kültürel ve politik uzantısı katılımcı demokrasi, sivil toplum ve çoğulculuktur. Dinin verileri de, aklın verileri de mutlak doğru ve mutlak iyi olmadığına göre her fert ve her gurup kendi doğrularını, iyilerini yaşayabilmeli, biri, diğeri üzerinde baskı ve hakimiyet kurmaya kalkışmamalı, özgürlükler kısıtlanmamalıdır. İslâm da bir din ve düşünce sistemi olduğuna göre bunu benimseyenlerin bütünüyle yaşamaları tabiî haklarıdır.
İslâma göre müslümanların, batılılaşma mânasında çağdaşlaşmaları caiz ve meşrû değildir; çünkü çağdaş Batı'nın kültür ve medeniyetine temel (alt-yapı) teşkil eden varlık ve bilgi anlayışı ile değerler sistemi İslâmınkine ters düşmektedir. Bunun tabiî bir sonucu olarak Batı'nın dünya görüşü, insan ve kâinat anlayışı, sistem ve düzenleri -genel manada- İslâma aykırıdır. İslâmın meşrû gördüğü, mensuplarını teşvik ettiği çağdaşlaşma, "insanlığa alternatif kültür ve medeniyet, dünya görüşü ve düzeni sunmaktır. Yalnız akla değil, aynı zamanda vahye dayalı olan bu kültür ve medeniyeti koruyabilmek ve insanlığa sunabilmek için gerekli bulunan bilim, güç ve teknolojiye sahip olacaktır." Bu mânada çağdaşlaşamıyan müslümanlar geride kalırlar ve kalmışlardır.
Müslümanların bu mânada çağdaşlaşabilmelerinin önemli şartlarını şöylece sıralamak mümkündür:
a) Kendi kültür ve medeniyetlerini tanımak ve kendilerine güvenmek.
b) Bunun için gerçek mânada "millî" bir eğitim seferberliği ilân etmek.
c) İslâmı doğru anlamak ve alternatif teorileri, sistemleri, projeleri ortaya koyabilmek için ictihad kapısını açık tutmak, samimi müslüman ve gerçek âlim olan "müctehidler" yetiştirmek.
d) Asırlardan beri insanlığın ortak gayretleri sonucu ortaya çıkmış, elde edilmiş bulunan dünya bilgisini ve teknolojiyi alırken süzgeç kullanmak; bu bilgi ve teknolojiyi kültürel bağlarından temizlemek ve sonuçlarını islâmî amaçlar açısından kontrol altına almak.
e) İslâm dünyasının dağınıklığına mutlaka bir çare bularak olabildiğince geniş ve sıkı işbirlikleri sağlamak, müslümanların beyinlerine ve servetlerine sahip çıkmak, sömürülmeye son vermek, yüce amaçlar uğruna kullanılacak güçlü bir ekonomiye ve teknolojiye sahip olmak.
f) Siyasi iradeyi bu amaçlara yönlendirebilmek için halkı eğiterek şuurlandırmak, yönetilen-yöneten, aydın-halk ikiliğini, farklılığını, çatışmasını ortadan kaldırmak, baskı-tepki ilişkisine son vermek.
Eğer bunlar gerçekleşirse, önce dünyanın bir parçasında, sonra belki bütün dünyada şirk yerine tevhid, kölelik yerineb hürriyet, zulüm ve sömürü yerine adâlet ve âdil paylaşma, insanları hayvanlaştıran, birbirinin kurdu yapan ahlak anlayışı yerine onları kardeş kılan, yücelten, örtülü kalmış kabiliyet ve kapasitelerini harekete geçirerek bilgi ve mutluluklarını artıran ahlak anlayışı hâkim olacak, insanlar yaratılış amacına doğru ilerleme imkânına kavuşacaklardır. İslâmın nihâî gayesi budur.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Çağdaşlaşma
Batıdan bazı şeyler alarak çağdaşlaşma yaklaşımı İslâm toplumu için düşünülüyorsa öncelikle çözümlenmesi gereken problem, "İslâm kültür ve medeniyetinin bir başka kültür ve medeniyetten neyi alıp sindirebileceği ve neyi alamıyacağı" meselesidir.
Kültür ve medeniyet ilk bakışta insan eseridir. İnsanların eserleri fert ve toplum olarak maddî ve manevî ihtiyaçlarından doğar. Hem ihtiyaçların oluşumunda, hem de uygun bir şekilde karşılanmasında, bütün insanlar arasında ortak bulunan biyolojik, psikolojik, sosyal, ekonomik faktörler rol oynadığı gibi toplumdan topluma değişen inançlar, düşünceler, örf ve âdetler, değerler de rol oynamaktadır. Kültür ve medeniyetlerin temel faktörleri bütün insanlar arasında ortak bulunanlar çeşidinden olsaydı farklı kültürlerden bahsetmek mümkün olmazdı. Mâdem ki farklı kültürler vardır, öyleyse kültürlerin temel faktörleri de ortak değildir; toplumlara özgüdür, özgündür.
Bu mânada "inanç, düşünce, bilgi ve değerler" düzlemini ele aldığımız zaman Batı toplumları ile İslâm toplumları arasında büyük farkların, hatta uçurumların bulunduğu görülecektir. İslâm toplumları Allah'a, insanı ve kâinâtı Allah'ın yarattığına, insanın dünya hayatına geçici olarak ve denemek için gönderildiğine, kesin bilgi kaynağının ilâhî vahiy olduğuna, aklın idrâk kapasitesinin sınırlı bulunduğuna, akıl ve diğer beşeri bilgi kaynaklarının kendi sınırlı alanlarında geçerli olduğuna, en iyi hayat düzeninin (siyâsî, iktisâdî, hukukî, sosyal, ahlâkî...) Allah'ın peygamberler göndererek, kitaplar indirerek öğrettiği düzen olduğuna, bu ilâhî öğretinin ışığında aklı ve ilmî olanların yapacakları tefsir ve yorum (tevil) ile yeni meselelerin çözülebileceğine ve yeni ihtiyaçların karşılanabileceğine inanırlar. İslâm kültür ve medeniyeti bu inanç, düşünce, bilgi ve değerler sistemi üzerine kurulmuştur ve bu kültür, temellerine aykırı olan bir unsuru bünyesine alıp sindiremez, reddeder.
Batı kültürü Allah'ın varlık ve birliği konusunda en azından şüphe içindedir, vahiy yerine aklı ve beşerî bilgi kaynaklarını koymuştur, sekülerdir, laiktir, insanın Allah tarafından insan olarak yaratıldığı ve kâinâtın göz bebeği, yeryüzünde Allah'ın halifesi olduğu inancında değildir, değerler sistemi oynaktır, izâfîdir, insanın aşkın boyutundan habersizdir, bütün bunların bir uzantısı olarak amaçları dünya hayatı ile sınırlıdır. Bu kültürün toplum için öngördüğü hiçbir düzen, İslâm toplumunun bünyesine uymaz, sinmez, sindirilemez. Bilim ve teknolojiye gelince bunları da toplumun kültür bütününden soyutlamak, karşılıklı etkileşimin dışında tutmak doğru değildir. Bilim ve teknolojiyi de yabancı, seküler ve gayr-i ahlâkî unsurlardan temizleyerek islâmlaştırmak ve gerekiyorsa, zaruret varsa bundan sonra almak gerekir.
Öz kültürü canlandırma yaklaşımı son yıllarda İslâm aydınlarının gündemini işgal etmektedir. Buna göre İslâm kültür ve medeniyeti bir bütündür, savunma mecburiyeti ve hayati zaruretler bulunmadıkça yabancı kültürlerden, bilim ve teknolojiden bir şey olduğu gibi alınmaz. İslâm kültürünün kendi dinamikleri iyi işletildiği takdirde o kendini yeniler, her çağın ihtiyacına cevap verir (çağdaştır), asırlar boyunca bu kabiliyetini isbat etmiştir. Duraklama ve gerileme çağlarında olandan İslâm sorumlu değildir, saltanat ve bilimsel donukluk (ictihad yerine taklid) sorumludur. İslâm ümmeti içindeki tefrika ve fitne sorumludur. Bunlara Moğol istilâsı gibi bazı dış âmiller de eklenince İslâm medeniyet ve kültürü bir duraklama dönemine girmiştir. Duraklamanın sebeplerine doğru teşhis konur, çözüm için ana kaynaklara dönülür, iyi bir eğitim programı yapılır, tefekkür ve ictihad devreye sokulursa İslâm toplumları aradıklarını kendi kültür ve medeniyetlerinde yeniden keşfeder ve bulurlar. Bu kültürde insanı ve evreni -Allah'ın âyetleri olarak- inceleyip keşfetmek, kâinâtta hâkim bulunan ilâhî kanunları bulup ortaya koymak, insanların dünyaya geliş amaçlarını gerçekleştirme fırsatı elde edebilmeleri için onlara hayatı kolaylaştırmak; yani tefekkür, ilim, teknik ve teknoloji azami ölçüde teşvik edilmiş, bunların ihtiyacı giderecek ve ümmetin varlığını koruyacak ölçüde gerçekleştirilmesi farz kılınmış, bir mânada ibâdet telakki edilmiştir. Ümmet bu anlayış, inanç ve ibâdet sevkiyle işe koyulduğunda öz kültürünü yabancı ve çürütücü yamalardan kurtarıp ihya etme ve insanlığa "alternatif bir kültür" olarak sunma imkânına sahiptir.
Bizim, her alanda kalkınmamız, güçlenmemiz, kazanabilmemiz için batılı olmaya değil, biz olmaya ihtiyacımız vardır. "Biz olmak", kimliğimizi bulmak, kimlik bunalımını aşmaktır. Kimliğimiz bellidir; biz müslümanız, İslâm ümmetiyiz. Tarihi zaruretlerle ayrı millî devletler oluşturmuş bulunsak da yeniden ümmet câmiasını -şu veya bu şekilde- kurabiliriz. Yapılacak şey, yanlış yoldan dönmek, yeniden müslüman olmak, müslümanca davranmak ve yaşamaktır. Bunun için gerekli eğitim programını ve seferberliğini yapmaktır.
Evet yol budur; çünkü müslüman olmak kâinatta her şeyi doğru tanımak, yerine koymaktır, Allah'ı tanımak ve O'na iyi bir kul olabilmek için kendini ve kâinatı her an yeniden düşünmek, okumak ve keşfetmektir (düşüncedir, ilmî araştırmadır, bilim üretmektir), insanın rûhu ile bedeni, aşkın boyutu ile toprak boyutu arasında ideal dengeyi kurmaktır, toplumda sosyal adâleti ve refahı gerçekleştirmektir, dünyada hak ve âdaletin (insan hak ve hürriyetlerinin) hâkim olmasını sağlamaktır (bunun için çalışmaktır, cihaddır), maddî ve manevî değerleri korumak, rûhu ve tabiatı temiz tutmaktır... Bütün bunları yapmayan, yapmak istemeyen, gerçekleştirmenin tedbirlerini almayan, bilmeyen, öğrenmeyen ... müslüman değildir (adı müslüman olmak yetmez). Müslümanların elinde yetiştirilecek insan, işlenecek yeraltı ve yerüstü servetleri, yollarına ışık tutacak Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnet, kendilerine örnek olacak Kâmil İnsan Son Peygamber vardır. Müslümanlarda eksik olan şuurdur, kendini ve değerini bilmemektir, kendisi için ve kendinden olan yöneticidir, aydındır. Eğer zinde güçler fırsat verirse dünyanın şurasında veya burasında örnek bir İslâm toplumu oluşacak, kültürünü ve medeniyetini tecdid ederek yaşayacak ve dünyaya örnek olacaktır (alternatif medeniyet).

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Batıyla ve Batısız
Fert ve toplumun kimlik ve kişiliğinin yapılanmasında inançsızlık ve inanç (din) birinci derecede önemli ve etkilidir. Aslında inançsızlık diye bir ruh hali ve zihin tavrı yoktur. İnkâr da bir inançdır; burada inançsızlıktan maksat İslâm'a inanmamaktır. İnsan eli değmemiş, Allah'tan geldiği gibi korunmuş vahiy (Kur'an ve sahih sünnet) müslümanların kimliğinin, kişiliğinin, kültür ve medeniyetinin temelidir, yapı taşıdır. Bu vahiy ile çelişen, çatışan, ona ters düşen kitaplar, inançlar ve inançsızlıklar da sahiplerinin kimlik, kişilik, kültür ve medeniyetlerini etkilemiştir. Bu temel düşünce ve olgudan yola çıkıldığında Yunan, Roma, Hıristiyanlık, Yahudilik, yerli/kavmî, Aydınlanma sonrası Batı aklı kaynaklarından beslenmiş Batı fert ve toplum yapısının, beşer üstü, ilâhi bir irşad ışığında yolunu bulmuş, medeniyetini kurmuş İslâm insanına ters düşeceğini, uygun gelmeyeceğini söylemek zor ve tutarsız olmasa gerekdir. Bu tesbit doğru ise önümüze çıkan ikinci bir gerekirlik "Doğu-Batı (İslâm/gayr-ı İslâm) ilişkisine bütünleşme, aynı değerleri paylaşma paradigmasından yaklaşmamaktır. Çünkü bu iki değerler manzumesinin birbiri içine girmesi, bir bütün teşkil etmesi mümkün değildir; böyle bir bütünleşme ancak taraflardan birinin kendinden çıkıp diğeri olması, bu mânâda dönüşmesi ve başkalaşması ile olabilir; bunu ise -en azından beyanlara göre- iki taraf da istememektedir. Tarafların -beyan etmeseler de- istediği karşı tarafın değişip kendisinden olmasıdır. Müslümanlar buna hidayet ve ihtida derler; İslâm bunu teşvik eder, mensupları buna davet ve bunun için dua ederler. Karşı taraf da eskiden misyonerlik yoluyla hıristiyanlaştırma, şimdilerde ise daha kapsamlı telkin, medyatik taarruz ve beyin yıkama yollarıyla çağdaşlaştırma amacıyla müslümanları değişmeye çağırırlar.
İslâm dünyası çağdaş Batının kurucu nesillerinin maddi ve manevi taarruzlarına uğrayınca bir bocalama dönemine girdi, kendisinde bir şeylerin yetersiz kaldığına hükmederek değişme üzerinde düşündü ve denemeler yaptı; teşhisler ve ıslahat isabetli olmadığı için ne kendisi olarak kalabildi, ne de Batılı olarak kalkınabildi.
Bugün İslâm ülkelerinde ve özellikle müslüman topluluklar olarak Batı ülkelerinde yaşanan tecrübe, Batı ile yanlış alış-verişe girmenin ve bütünleşmenin, hem maddi, hem de manevi bakımlardan müslümanların ve İslâmlaşmanın aleyhine sonuçlar verdiğini göstermiştir. İslâm ülkelerinde Batı eğitim ilkelerine göre yetiştirilen (daha doğrusu yetiştirilemiyen) genç neslin büyük ölçüde öz kültürden ve imandan uzaklaştıkları görülüyor. Yurtdışında uzun süre bulunan ailelerin üçüncü nesillerinin ise bırakın başka değerlerimizi korumayı, anadillerini bile kullanamaz hale geldikleri müşahade ediliyor.
Küreselleşen hayatta, bir şehir haline geldiği söylenen dünyada müslümanların Batı'yı yok saymaları elbette sağlıklı bir tavıralış değildir. Bir vakı'a, bir insan varlığı, bir davet ümmeti (İslâm'a çağırılacak insanlık parçası) bir beşeri (insan aklına ve tecrübesine bırakılmış) bilim, ürün, teknik ve teknoloji birikimi, ekonomik ve askeri güç olarak Batı ve ötekiler vardır. Bu varlık alanlarında müslümanlar dünyayı -gerekli çekinceler, menfaat dengesi, ihtiyatlar korunarak- Batı ile yaşayacaklardır. İman, kültür ve medeniyet sahasına gelince, burada yollarına Batısız devam edecek; içiçe değil, yanyana varolmaya çalışacaklardır. İman, kültür ve medeniyetin bütün kurum, kavram ve kuralları temel olarak vahye ve İslâm aklına dayanacak, bu alanda Batı ile ancak aslı vahye veya fıtrata dayandığı için ortak olan ilke ve amaçlarda işbirliği yapılacaktır.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Veliler de Nefret Eder
Müminlere göre bütün insanlar iki gurup teşkil eder: Son Peygamber'e (s.a.) iman edenler ve etmeyenler. İman edenlere "davete gelmiş, icabet etmiş" ümmet, inanmayanlara da "davet edilecek" ümmet denir. Kur'an-ı Kerim insanların "hikmet, güzel ve ikna edici söz" ile Allah yoluna çağrılmasını ve onlarla en güzel bir şekilde (usûlde, üslubda) tartışma yapılmasını istemektedir. Gazzali gibi hakîmler de bu ayetten hareketle davet edilecek insanları dört guruba ayırmışlardır. Bunlardan ilk üç gurubu istidatlarına göre ya hikmetle, ya güzel söz ile yahut da tartışma (cedel, mücadele) ile Allah yoluna çağrılırlar. Dördüncü gurup ise demirliktirler (ashâbu'l-hadîd), bunlar ancak demir; yani müeyyide ile yola gelirler, itaat altına alınır veya cezalandırılırlar. Yine bir ayete göre müminler kendi aralarında, birbirlerine karşı merhametli, şefkatli, kâfirlere karşı ise sert ve acımasız olacaklardır (Fetih: 48/29).
Kâfirler dine ve mukaddesata saldırmadıkça, müslümanlara zarar vermedikçe onlarla iyi ve insani münasebet kurmakta sakınca yoktur (Mümtehine: 60/8), ancak saldırana, zarar verene acınmaz, en uygun bir şekilde mukabele edilir. Müslümanların da günah ve ayıpları hoşgörülmez, engellenir ve ıslah edilirler; merhamet, şefkat ve sevgi "günah ve ayıbın hoşgörülmesine kadar" genişletilemez.
Bir insanın geçmişi ne olursa olsun iman ettiğinde, mümin ise günahından tevbe edip affedildiğinde diğer müminlere eşit hale gelir; tevbe ve iman kapısı ölüme kadar açıktır.
Bir mümin için "Allah ve Resulü'nün sevmediklerini sevmek, hoş görmediklerini hoşgörmek" düşünülemez. Neyi nasıl hoş göreceğimiz, neyi de nasıl ve niçin hoş görmeyeceğimiz ilahi talimatta yazılıdır, Resulullah'ın örnekliğinde yaşanmıştır. Allah sevgisinin rehberi Habibullah (s.a.)tır (Âli-İmran: 3/31); bu sevgiyi O'nun rehberliğinde yaşayanlar da Allah'ın veli kullarıdır. Yukarıda ifade edilen sevgi ve nefret, merhamet ve şiddet kaideleri Allah'ın velileri için de geçerlidir; işte örnekler:
Yunus'tan:
Müslümanam diyen kişi şartı nedür bilse gerek
Tanrınun buyruğun tutup beş vakt namaz kılsa gerek
Her kim bu sözden almadı beş vakt namazı kılmadı
Bilün müslüman olmadı ol tamuya girse gerek
........
Miskin âdem oğlanı nefse zebun olmışdur
Hayvan canavar gibi otlamağa kalmışdur
Oğlanlar öğüt almaz yiğitler tevbe kılmaz
Kocalar taat kılmaz sarp rüzgâr o
lmışdur
.......
Yüzbin peygamber gele hiç şefaat olmaya
Vay eğer olmaz ise Allah'un inayeti
Nefsin müslüman eden Hak yolın toğru varur
Yarın ona olısar Muhammed şefaati

Ahmed Yesevi'den:
Zalim olup zulmeden yetim gönlünü ağrıtan
Kara yüzlü mahşerde, kolunu arkada gördüm
Cemaate gitmeyip namazı terkeyleyen
Şeytan ile bir yerde derk-i esfelde gördüm
........
Çok kişiler iddia eder nefsini gözetip
Yeyip içip hayvan gibi geceleri yatıp
Oruç tutmaz, zekat vermez hem utanıp
Hak Teala'nın değerini ne zaman bilir?

Mevlana'dan
Peygamberlerin izini izliyorsan yola düş, halkın bütün kınamalarını hava say. Yol aşan, menzil alan yol erleri ne vakit köpeklerin havlamasına kulak astılar?
Sapıklar Kur'an'da sözden, laftan başka bir şey görmezler; şaşılmaz ki, körün gözüne, nurlarla dolu güneşin ışıkları gelmez de yalnız hararet gelir.
Müminlerin halâsı için mel'un kâfirlerden el çekmek farz oldu. Hudeybiye ahdi nasıl oldu oku da "Tanrı kâfirlerin ellerini çekti, size dokunamadılar" ne demektir, tamamiyle anla... Nefislerine tabi olup Allah'ı unutanlar eşeklere katılmışlardır...

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İnsanın Kötüsü
"Andolsun ki, biz insanı ruh ve bedence mükemmel yarattık, sonra da aşağıların en aşağısına indirdik; iman edenler ve salih amel işleyenler (iyi ve iyilik yapanlar) müstesna..."
Bu mealin metni olan ayetler Al
lah buyruğudur. Yine Allah buyruğuna göre O, insanı yaratıp yeryüzüne halife kılmak istediğini meleklerine bildirince onlar "Biz seni hamd ile tesbih ederken, takdis edip dururken yeryüzünde fesat çıkaracak ve kan dökecek olan insanı oraya halife mi kılacaksın?" diyerek hayretlerini bildirmiş, bu iradenin hikmetini anlamak istemişlerdi. Yüce Yaratıcı da "Şüphe yok ki, ben sizin bilmediklerinizi bilirim" dedi ve insanların kötüleri (fesatçı ve kan dökücüleri) olduğu gibi iyilerinin de olacağına ve "bahçevanın, bir gül için bin hâre su verebileceğine" işaret buyurdu. Kainat insanlar için, insanlar da kâmil insan için yaratılmışlardır. Her insan kâmil insan ve eşref-i mahlûkat (yaratılmışların en şereflisi) değildir, fakat her insanda böyle olmak istidadı vardır. İnsan bu istidadı taşıdığı ve kâmil insan olmaya namzet olduğu için değerlidir; ancak bu kuvve halindeki değerini zayi eder, fiil halinde nefsin ve şeytanın peşine düşerse, imansızlık ve isyan yolunu seçerse kendini de zayi etmiş ve aşağıların aşağısına yuvarlanır. Bu bilgilerde ve hükümde İslâm filozofları, mutasavvıfları, kelâmcıları ve fıkıhçıları arasında görüş birliği vardır. Eğer bir kimseden farklı bir ses çıkar, söz nakledilirse o kişi -islâmî değerlere göre- ya sapıktır, yahut da sarhoştur; bu sarhoşluk ister içkiden olsun, ister ilâhî aşktan olsun -zahiri itibariyle- muteber olmaması bakımından sonuç değişmez.
Durum böyle iken "Yaratandan dolayı nasıl olursa olsun yaratılanı hoş görmek"; imanı, ahlâkı, ameli, eseri ne olursa olsun bütün insanları bir bilmek, bir görmek, eşit saygı, sevgi ve değere layık telakki etmek İslâma göre batıldır, yanlıştır, Yüce Yaratıcının buyruğuna ve hükmüne aykırıdır. Sayısız ayet ve hadisi, söyleyenin haline ve maksadına göre birçok mânâsı olabilen sözlere göre yorumlamak, eğip bükmek, yanlış hükümler çıkarmak yerine -yapılması gereken- kim olursa olsun kulun söylediğini, Allah'ın buyurduğunun ışığı altında değerlendirmek, bu sözleri o buyruğun çerçevesine sokarak anlamaktır.
Her insan -fiil halinde- iyi değildir, sevgi ve saygıya layık değildir. İnsanın iyisi ve kötüsü vardır, kötüler irşad ve ıslâha muhtaçtır. Bunun böyle olduğuna İllâ ki Ahmed Yesevî'den, Yunus'tan, Mevlâna'dan tasdik isteniyorsa onları da zikretmek mümkündür.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Gümrüksüz Kültür İthali
İslâmdan önce Arabistan ve çevresinde dış ticaretten vergi alındığı bilinmektedir. Hz. Peygamber (s.a.) gümrük vb. vergilerle devlet gelirini arttırmaya, siteler ve ülkeler arası ticaretin gelişmesini ve genişlemesini, ülkenin istifadesinin bu yoldan olmasını tercih ettiği için sözü geçen vergiyi kaldırdı ve topluluklar arası andlaşmalara da bu verginin kaldırılması şartını koydu. Hz. Ömer'in halife olduğu dönemde yabancı ülkeler, İslâm ülkesi vatandaşlarından bu vergiyi almaya devam ettikleri için Halife de, mütekabiliyet ilkesinden hareketle "onların aldıkları kadar vergi alınmasını" emretti. İslâm toplumunun bu şekilde tanıştığı gümrük vergisi (uşûr), değişe gelişe günümüze kadar sürüp gelmiştir. İlk ve örnek uygulamadan çıkarılacak sonuç, gümrük vergisini alıp almama, gümrük duvarlarını kaldırıp kaldırmama hususunun bir maslahat (kamu yararı, ülke çıkarı) konusu olduğudur; yöneticiler ülke çıkarını ön planda tutarak bu konuda bir karara varacak ve bunu uygulamaya koyacaklardır.
Eğer Türkiye'nin, AB ile imzaladığı gümrük anlaşması yalnızca belli bir vergiyi alıp almamakla ilgili bulunsaydı mesele basitti. Anlaşmanın kapsamı etkileri ve amacı konusunda yapılan resmi açıklamalar bunun böyle olmadığını gösteriyor. Açıklamalara göre gümrük anlaşması, Avrupa Birliği'ne (AB) katılma yolunda atılmış önemli bir adımdır yahut da daha önce imzalanmış bulunan ve Avrupa ile bütünleşmeyi hedefleyen anlaşmaların öngördüğü aşamalardan birinin gecikerek ve zorlanarak da olsa gerçekleşmesidir. Bununla yetinilmeyecek, Birliğe katılmak için kapının önünde beklenecek ve ısrarla zile basılacaktır. Ev sahibi arasıra başını uzatıp "seni istemiyorum, dönüp evine git, benim evimde senin yerin yok; çünkü senin dinin, kültürün, nüfusun, ekonomik, hukukî ve siyasî şartların benimkine uygun düşmüyor, kolay kolay uygun düşeceğe de benzemiyor..." dese de talip bunları duymazlıktan gelecek veya "bütün şartlarını kabul ediyorum, her şeyimi senin isteğine uygun hale getireceğim, ne olur beni reddetme" diyerek yalvarmaya devam edecektir.
Avrupa'da Kömür-Çelik Birliği ile başlayan, sırayla AET, AT ve AB'ne dönüşerek devam eden bu sürecin ulaşması planlanan hedef, Avrupa Birleşik Devletleri (ABD)dir. Bu devlet zemininde birleşecek milletlerin başta din ve kültür olmak üzere pek çok müşterekleri vardır, buna rağmen yine başta kültür olmak üzere birçok sebep ve saikle bazı Avrupa toplumları bu birliğe katılmayı reddetmekte, bazıları da tereddüt göstermektediler. Halbuki birliğe girdikleri takdirde onların kaybedecek çok şeyleri yoktur; çünkü İngiliz, Fransız, Alman... kültürü ve değerleri kadar Avrupa kültürü ve ortak değerleri de bir gerçektir. Ya biz? Biz bu birliğe dahil olur, tepeden tırnağa bütün toplum kurumlarını, hayat tarzını, eğitim ve öğretim sistemini, diğer toplumlara karşı tavır ve tutumumuzu onlarla birleştirir, bir ve beraber kılarsak ne oluruz. Geride bize ait ne kalır, uğrunda kan döküp can verdiğimiz hangi maddi ve manevi değerlerimizi koruma imkanı bulabiliriz? Bu soruları ciddi olarak soran ve yetmiş milyonun ortak kalbini tatmin edecek bir cevap arayan hangi aydın, hangi yönetici, hangi sorumlu kişi bu birliğe can atar, kovulduğu kapının önünde ısrarla bekler? "Biz Avrupa Birliği'ne benliğimiz ve kimliğimizle gireceğiz, hiçbir değerimizi feda etmiyeceğiz" diye masal söyleyenler sarhoş veya uykuda değil iseler veya bilgisizliklerini yahut da samimiyetsizliklerini ortaya koymuş olmuyorlar mı?
Bu yazıyı okuyanların bu sorular üzerinde düşünmelerini ve kalkınmak, güçlenmek, ilerlemek, maddi ve manevi değerlerimize göz koyanların gözünü yıldıracak bir konuma gelebilmek için bir ve tek yolun değil, yolların bulunduğunu bilmelerini ve bu yolları bilenlerin, bu yollara çağıranların etrafında toplanarak değerlerini koruma cihadı vermelerini diliyoruz.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bilgisizlik, İletişimsizlik Çağı
Üçüncü bin yıla (niçin üçüncü bin de daha fazla veya daha eksik değil?) girerken bilgi ve iletişim kelimelerine/kavramlarına fazlaca vurgulama yapılmakta, hatta çağa "bilgi-iletişim" ismi verilmektedir. Çağa damgasını vuracağı iddia edilen bu bilgi, dini ve metafiziği dışlayan, değeri ve gerçekliği beşeri bilgi araçlarının ulaşabildiği sınırda tutan, bunun ötesini -en azından şimdilik- yok sayan bilgidir. Bu bilgi, kaynağının kaynağını irdelemeyen, başı ve sonu devre dışı bırakan, içe değil, dışa yönelen bir bilgidir. Buna rağmen "hayatta en hakiki mürşit" vasfına layık görülmekte, dinlerin ve aşkın rehberliklerin yerine teklif edilmektedir; bu noktadan itibaren bilim, bilimciliğe dönüşmekte, onunda ümmeti ve kulları boy göstermektedir.
İslâma göre bilgisizliğin (cahilliğin) en kötüsü Allah ve hak din ile ilgili olan bilgisizliktir. İletişimsizliğin en berbadı da kulun, Allah'a yönelik iletişimsizliğidir. Hakiki Ma'bûd'u tanımamış, ona iman ve kulluk edememiş, hak dini bilmemiş olan topluluklar "bilgisizlik (cahiliyye) toplulukları"dır. Bu bilgisizlik ve ilgisizliğin zararı ebedidir, sonucu bedbahtlıktır. Madde alemi ile ilgili bilgisizlik de zararlıdır, matlup değildir, ancak bunun zararı geçicidir, en fazla dünya hayatı ile sınırlıdır.
En değerli bilginin taşıyıcısı ve en önemli iletişimin rehberi olan Allah Resulü (s.a.) bilginin önemine ve gerekliliğine dikkat çektiği gibi şöyle de buyurmuştur: "Allah'ın adıyla başlamayan her önemli iş güdüktür, amaca ulaştırmaz". Buradan hareketle İslâm ilminin kül, çağdaş bilginin cüz (hem de çok küçük bir parça) olduğunu ifade etmek mümkündür. İslâm ilmî kainatı kuşatır, onu öğrenmeye ve keşfetmeye aşıktır, ancak İslâm alimi burada kalmaz, ötelere geçerek varlığın ve bilginin kaynağını keşfetmek, O'nunla iletişim kurmak ister, asıl maşuku da budur. Kendini ve çevresini bildikçe, tanıdıkça Rabbini tanıyacağı, O'na keyfiyetsiz olarak vasıl olacağı düşüncesi ve inancı içinde büyük bir vecd ile ilme, bilmeye, bilgiye yönelir. Allah'ın varlığının ve sıfatlarının, gönderdiği dinin hak ve gerçek olduğunun "gözlem ve deney yoluyla elde edilen" delilleri, Kur'an-ı Kerim'in ifadesiyle "âyetler"dir. Bu ayetler insanın kendi varlığında başlar, madde aleminin sonuna kadar devam eder (Fussilet: 41/53). İslâm insanının/aliminin önünde iki bilgi kaynağı vardır: birisi yetebildiği yere kadar bilgi üreten gözlem, deney ve tefekkür, diğeri bunların yetmediği yerde başvuracağı vahiy ve ilham (Allah'tan gelen doğrudan bilgi). İslâm insanı, Allah'ın "Oku" emrine uyarak hem Kur'an'da ayetler okur, hem de keşfine çıktığı kainatta.
Çağımızda beşer üstü, akıl-gözlem-deney dışı (üstü) bilgi ve bu bilgiye dayalı aşkın iletişim "çağdışı"dır. Bu çağda yaşayan insan çağdaş olmak istiyorsa -islâmî mânâda- cahil kalacak, "âlim ve ârif" olmak istiyorsa çağdışı olacaktır. Ya çağdaşlık adına, maddi ve manevi sayısız aleme nisbetle bir zerre olan "dünya" çapında iletişimle yetinecek yahut da çağdaşlığı reddederek bilgi ve iletişimini onsekiz bin aleme ve "Alemlerin Rabbine" kadar genişletecektir.
Çağdaş bilgi ve iletişim konusundaki "yükselen değer" vasfının sahteliğini, mahiyetini ve tehlikesini keşfetmek isteyenler şu iki İslâm alimine kulak verebilirler:

"Galile'den Descartes'a, 18. yüzyıl Fransız filozoflarından 19. yüzyılın büyük buluşlarına kadar bilim, gittikçe artan bir şekilde mümkün olan tek bilgi olarak ve doğanın karşısında tüm yapabilme gücüyle insana varlığının anlamını veren bir şey olarak değerlendirildi. Bilimsel bilgilerin sürekli büyümesi üzerine kurulu olan, insanlığın sınırsız gelişimine inanç, kabul görmüş bir çeşit dogmaya dönüştü. Bilimin bilimciliğe doğru bu genelleşmesi birkaç gizli postulata dayanıyordu... Bu bilimci anlayışın ana çizgilerini Auguste Comte belirlemişti ve felsefeyi dışarıda bırakıyordu. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde bilimin gelişmesi bu ölü ve küçültücü anlayışı ortaya çıkardı" (R. Garaudy, 20. Yüzyıl Biyografisi, s. 51).
Halkın beynini yıkama aracı olarak kullanılan televizyon, kendi oyunlarının aynı ilkesine göre çatısını kurarak ve 'Bilgisayar insanın yerini alabilir mi? saçma sorusunu sormak nöbeti devralır. Tabii ki 'alabilir' diyerek her seferinde insanların sorularını cevaplar. Fakat yalnızca insan, insani sorular sorar; nedenin, amacın, anlamın sorularını... Bunun içindir ki Vietnam savaşından İran İslâm Devrimine ve İran-Irak savaşına kadar, strateji uzmanları, bilgisayar üzerine tahminlerinde kesin olarak yanıldılar: İnanç, elektronik devrelerine giremez..." (s. 62-63).
Bu insan da sınanma yüzünden bölüklere ayrılmıştır... hepsi insan şeklindedir ama üç kısımdır: Bir kısmı Mutlak Varlık olan Tanrıya dalmış, kendini kaybetmiş olanlardır. Bunlar İsa gibi meleklere katılmışlardır... İkinci kısmı eşeklere katılmış olanlardır. Bunlar kızgınlığın ta kendisi olmuşlar, tepeden tırnağa kadar şehvet kesilmişlerdir. Bunlardaki meleklik sıfatı gitmiştir; çünkü o ev dardı, o sıfat da büyük; sığmadı, geçip gitti... O hayvandan da fazla can çekmesine (şehvete) sahiptir... Alemde ince işlere girişir. Onun örüp dokuduğu hile ve şeytanlık, başka bir hayvandan zuhur edemez. Altın sırmalı elbiseler dokur, denizin dibinden inciler çıkarır. Hendese bilgisinin ince noktalarını bilir, yahut nücum, tıp, felsefe bilgilerini elde eder. Çünkü onun ancak bu dünya ile alakası vardır. Yedinci kat göğe çıkmaya yolu yoktur. Bütün bu bilgiler ahır yapısına yarar. Ahır da öküzle devenin varlığına destektir. Hayvanların birkaç gün yaşamalarına yarayan bu bilgilerin adını şu ahmaklar "remizler, ince şeyler" koydular. Tanrı yolunun, Tanrı durağının bilgisini ancak gönül sahibi, yahut da gönül sahibinin gönlü bilir. İşte Tanrı, bu terkipte latif bir hayvan (canlı) olan insanı yarattı, onu bilgilere eş etti... (Mevlana, Mesnevi, IV, 123-124).

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İnsanın Değeri
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin
Şeyh Gâlib
Bir İslâm büyüğüne, mutasavvıf şâirine insanı böyle tarif ettiren, onu "kâinâtın süzülmüş özü, varlık ve oluşların gözbebeği" olarak telakki ettiren irfan, İslâm irfanıdır. Bu irfanın kaynağı Kur'ân-ı Kerim'dir ve en kâmil insan örneği olan Fahr-i Kâinât'tır. Bu kaynağa göre Allah Teâlâ insanı "ahsen-i takvîm üzere; yâni yapı ve oluşların en güzeli, en mükemmeli içinde yaratmıştır. Ancak bu mükemmel yapı bir potansiyeldir, bir kabiliyettir, eskilerin deyişi ile bi'l-kuvvedir, onun fiil haline gelmesi, gerçekleşmesi insanın irade ve tercihine bırakılmıştır. İnsandan başka bütün varlıkların tekâmülü ilâhî kaderin çizdiği seyri takibeder, onu değiştirme iradesi ve cehdi varlığın kendisinden gelemez. İnsana ise muhtemelen "emanet" ile bu kastedilerek akıl ve irade verilmiştir, akıl ve irade ona bir yandan hürriyet, hür karar ve eylem alanı, diğer yandan yükümlülük ve sorumluluklar getirmiştir. İnsan akıl ve iradesi ile doğru da yapar yanlış da, günah da işler sevap da; egosuna, nefsine, güdü ve heyecanlarına, şehvet, gadap ve hırsına... da kul olabilir Allah'a da; meleklerden de üstün olur, hayvanlardan da aşağı...
İşte insanın yaratılış itibariyle yapı ve özelliği (fıtratı) budur; insan bu fıtratta yaratılmıştır. Onu, fıtratı için mümkün olan en yüksek kemâl mertebelerine ulaştıracak iki kanat iman ve amel-i sâlihtir. İman gaybedir (Allah'a, peygamberliğe, âhirete, rûha, yaratılışa, dirilmeye, hesaba, mîzana, sırata, cennete, cehenneme...dir), sâlih amel ise dünya hayatını, hür bir seçim ve tercih sonucu olarak, Allah'ın irade ve rızası doğrultusunda yaşamaktır. Allah'ın irade ve rızasının hangi konuda ne olduğunu öğrenmenin kaynağı Kur'an ve Sünnet, anlama ve yorumlama usûlü ictihaddır. Bilenler ictihad eder, bilmeyenler bilenlere sorar ve gereğini yerine getirirler. Allah'a kul olmayan insanın hür olması mümkün değildir, hürriyetin ideal formülü "yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz" şeklinde Fâtiha sûresinde ifade edilmiştir. Allah'tan başkasına itâat etmek ve başkasından yardım dilemek durumunda olan insan hür değildir; değişik şekillerde köledir. İnsan hak ve hürriyetleri insanın kendinden ve mahiyetinden değil, misyonundan, yüklendiği emanetten kaynaklanır; emaneti tevdi eden Yaratıcı, Rab, onu taşıyabilmek ve amacına ulaştırabilmek için gerekli bulunan hak ve hürriyetleri de bahşetmiştir; bu sebeple insan hak ve hürriyetleri vazgeçilmezdir, elden alınamazdır. İnsan hayat ve varoluşundan Allah'ı dışladığı, aşkın boyutu ile alâkasını kestiği an küçülür, düşer; et, kemik, beyin ve beyin fonksiyonlarından ibaret kalır, bu insan hayatının en büyük ziyanıdır. "Asra yemin olsun ki insan ziyandadır; ancak iman eden ve salih amel işleyenler müstesnâ...". İnsanın maddî ve manevî techîzâtı, imkânları, kabiliyetleri "eşref-i mahlûkât" olduğunu isbat için, bu oluşu gerçekleştirsin diye verilmiştir; bu kabiliyet ve imkânlar fânî dünya için, biyolojik ve psikolojik hazlar uğruna sarfedilirse, uçmak için verilen uçakla tarla sürmeye kalkışmışcasına bir ziyan, israf ve savurganlık yapılmış olur. "Yemin olsun ki o gün, nimetlerden sorguya çekileceksiniz!"
İnsan değerini yalnızca insan olarak varoluşundan değil, varlığının amacını gerçekleştirme yolunda attığı adımlardan ve katettiği mesafeden alır.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Müslümanın Kimliği ve Aidiyeti
İslâm insanının (müslümanın) kimliğinde ailesi, kavmi ve dini vardır. Herhangi bir müslüman belli bir aileye, kavme ve İslâm dinine mensuptur. Bu mensubiyet, ilgi ve bağ unsurları bir araya geldiğinde onun kimliği ortaya çıkar, cemiyet içinde fert olarak tanınmış olur. Müslüman cemiyetin milletlerarası teşkilât, dayanışma ve ilişkilerde, kimliğinin unsurlarına bağlı bulunan gurubu, kampı, bloku, birliği ile ilişkisine "aidiyet" diyoruz. Müslümanın kimliğinden ve aidiyetinden dini (İslâm unsuru) çıkarmak ve onu -dini devreye sokmadan- tanımlamak mümkün müdür? Bize göre mümkün değildir; çünkü bu hem eşyanın tabiatına, hem de dinin talimatına aykırıdır.
Eşyanın tabiatına aykırıdır; çünkü İslâm insanı, müslüman, bu vasfını, bu nitelikte varoluşunu İslâmdan almaktadır. Fert hem müslüman olsun, hem İslâmsız tanıtılsın, cemiyet hem müslüman olsun, hem de İslâmı devreden çıkararak kimlik ve aidiyet arasında bu mümkün değildir ve varoluş şartlarına aykırıdır. Aydınlanma döneminden itibaren insanın tanımında ve ilişkilerinde dini dışlamak, ona yalnızca insan ve belli bir kavme (millete) ve aileye mensubiyet açısından bakılmak istenmiştir, fakat fert ve cemiyet olarak insanı ve ilişkilerini tanımlamada ve belirlemede insanlık, kavim ve aile yeterli olamamış, insan varlığının önemli bir kısmı bu ilişki kalıplarının ve tanım çerçevelerinin dışında kalmış, teorik hesaplar yaşanan hakikate, varolan mahiyete uygun düşmemiştir.
İnsanların kimlik, aidiyet ve ilişkilerinde ekonomik faydanın rolü bulunmakla beraber asıl belirleyici unsurun hâlâ din ve ideoloji olduğu görülmektedir. Din ve ideolojilerle ekonomik ilişkilerin hangisinin diğerini doğurduğu/etkilediği tartışılmıştır, ancak kim ne derse desin dinin ekonomiden önce de, sonra da var olduğu, etkisini hissettirip sürdürdüğü inkarı kabil olmayan bir gerçektir. Dini, etnik, kültürel farklılıkları ortadan kaldırarak veya daha güçlü değerleri bunlara hakim kılarak -fertleri birbirine kardeş- bir insanlık camiası oluşturmanın bir ütopya olduğu açıktır. Batı ile doğu, güney ile kuzey arasındaki aşılmaz duvarın yapı taşları etnik ve kültürel farklılıktır. Ne batının bu farklılık içinde birliğe, kardeşliğe ve adil paylaşıma niyeti vardır, ne de doğunun kendinden çıkarak batılı olmaya meyli ve istidadı mevcuttu. Eğer kültürel farklılığa rağmen dünyada barış içinde insanca yaşanmak isteniyorsa şimdiye kadar dünyanın denemediği ve iltifat etmediği başka proje ve modellere ihtiyaç vardır.
İslâm, insanın kimlik ve aidiyetinde kavminin ve ailesinin yerini inkâr etmiyor, bu unsurları silmek, ortadan kaldırmaya çalışmak gibi fıtrat ve tabiata aykırı bir yol da tutmuyor, ancak unsurlar arasında denge kuruyor ve bu dengede ağırlığı, belirleyiciliği dine, dinî mensubiyete veriyor. Kur'an-ı Kerim, Hz. Nuh'un, dininden ve yolundan ayrılan ailesini onun ailesi saymıyor, "O senin ailen değil" diyor (Hud: 11/46), buna karşı aynı imanı paylaşan akrabaya, etnik ilişki içinde bulunan kişilere yardım ve alâkada öncelik veriyor. Sıra insanın kendini tanıtmasına ve kimliğini ortaya koymasına gelince kavim ve aile bağlarını, din ve ahlak bağlarının hakimiyeti altına sokuyor, gölgeliyor ve şöyle diyor: "Allah'a çağıran, iyi ve güzel işler yapan (davranışları iyi olan) ve elbette ben müslümanlardanım diyen kimseden daha güzel sözlü kim vardır (kim bundan daha güzel bir şey söyleyebilmiştir)? Şu halde müslüman kimliğini ortaya koymada, onu tanımlamada en güzel, en mükemmel formül onun dinini ve ahlakını temel unsur olarak ihtiva eden formüldür.
Aidiyet konusunda İslâm, din unsurunun belirleyici olmasında ısrar ediyor. Bütün insanları Hz. Adem'in ve Havva'nın (aynı ana-babanın) çocukları olarak takdim ediyor, dini ve ırkı ne olursa olsun insana insanca muamele edilmesini, haksız ve adaletsiz davranılmamasını, hatta iyilik edilmesini, ihsanda bulunulmasını istiyor, fakat aidiyete gelindiğinde müslüman olanla olmayanı birbirinden kesin olarak ayırıyor ve müslümanların başka dinden olanlarla aidiyet rabıtasını kuramıyacaklarını söylüyor. Kur'an-ı Kerim'de aidiyetle ilgili üç terim vardır: Bitâne (sırdaş), velayet ve uhuvvet (kardeşlik).
Müminler, kendileri gibi mümin olmayanlarla sırdaşlık ilişkisi kuramaz, gizliliklerini başka din mensupları ile paylaşamazlar (Âli-İmran: 3/118).
Müminler ancak kendi dinlerinden olan, kendi imanlarını paylaşanlarla kardeş olur, kardeşçe birlik ve beraberlik ilişkisi kurar, gurup, pakt, taraf... oluştururlar (Hucurat: 49/10; Âli-İmran: 3/103).
Velayet terimi üç unsurdan oluşmaktadır: a) Kardeşçe yardımlaşma, dayanışma, b) Temsil, c) Yönetme ve bağlayıcı karar alma yetkisi. Kur'an-ı Kerim'de sayısız âyet müminlerin, başka dinden olanlarla velayet ilişkisi kurmalarını menetmekte, böyle bir davranışın olumsuz sonuçlarını bildirerek müslümanları uyarmaktadır.
Bütün bunlardan çıkan sonuca göre çoğunluğu müslüman olan bir ictimaî gurubun (milletin, kavmin, toplumun, topluluğun) milletlerarası guruplaşma ve ilişkilerde yeri, tarafı, gurubu, paktı, birliği müslümanlar iledir, müslümanların yanıdır. Müslümanlar böyle bir birlik, gurup, ekonomik, siyasî ve askeri taraf oluşturmakla yükümlüdürler. Bu yükümlülüğü yerine getirmedikleri sürece sorumlulukları devam eder, başka milletlerle (din ve kültür mensuplarıyle) birlikte bulundukları taraflarda ikinci sınıf insan ve toplum muamelesi görürler, kendi kimliklerinden tamamen uzaklaşmadıkça onlardan olamaz, onların hoşnutluğunu kazanamazlar. İlişkilerin beklemeye tahammülü olmadığı için özde ve gerçekte İslâm birliği oluşuncaya kadar parça parça müslüman topluluklarının yabancı birlikler içinde oluşları veya onlarla işbirliğine girmeleri zaruret icabıdır ve bu sınırı aşmamalıdır.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kıyafetin Müslümancası
"Her türlü ibadeti, hayatı ve ölümü alemlerin Rabbi Allah için olan" müslümanın bu inanç ve şuurunun kılık kıyafetine de yansıması tabiidîr. İslâm yalnızca iman ve ibadetten ibaret olmayıp fert ve toplum hayatının bütününü kuşattığı için kıyafetin kültürel yönü de İslâmı ilgilendirmektedir. Bu sebepledir ki Fahr-i Kainat (s.a.), kılık kıyafetin inanç ile ilgili tarafı kadar kültürel yönüne de temas buyurmuş, sınırları ve hassasiyet noktalarını açıklamıştır.
Bu açıklamalara göre bir elbisenin, saç ve sakal biçiminin, rozet ve takıların İslâm öncesinden gelmesi, onu müslüman olmayan toplumların da kullanmakta olmaları önemli değildir. Hz. Peygamber ve ashabının kullandıkları giysilerin çoğu, İslâm öncesinde Arapların veya diğer kavimlerin (mesela İran ve Bizans halklarının) de kullandıkları, giydikleri, taktıkları giysilerdir. Başörtüsü (hımar), çarşaf (cilbab), gömlek kamis, şalvar ve don (sirval), hırka (bürde) bu giysilere örnektir. Keza tevhid mücadelesinde müşriklerin önceliği bulunduğu zaman diliminde saçlar, onlara benzemesin diye, ehl-i kitabın yaptığı gibi ortadan ayrılarak taranmış, mücadele ve muhalefette öncelik sırası yahudi ve hıristiyanlara geldiğinde ise saçlar geriye doğru taranır olmuş, yahudilere benzememek için beyazlaşan sakal ve bıyığın boyanması, her iki zümreye benzemesin diye sakalın uzatılıp bıyıkların kısaltılması, sarığın belli bir biçimde sarılması tavsiye edilmiştir.
Bu örneklerde sınırları ve hassasiyeti belirleyen ölçü, kılık ve kıyafetin, belli bir dinî gurubun yaygın adeti, işareti, millî ve dinî hususiyeti (şiarı) olmasıdır. Bu şiarın, doğrudan bir dinî inanç ile bağlantısı önemli olduğu gibi -müslümanların benzemekten uzak kalmalarının gerekliliği bakımından- bir kavmin şiarı olması da önemlidir... Böyle bir niteliğinin bulunmaması halinde giyilen kumaşın, giysi çeşidi ve biçiminin, tıraş şeklinin başka kavimlere mensup insanlar tarafından da kullanılmış veya kullanılmakta olması sakınca teşkil etmemektedir. Bu sınırlamayı kültür çerçevesine almak mümkündür.
Kılık kıyafet konusunda hassasiyet gösterilen diğer iki sınırlama da din (inanç, ibadet, helal-haram ayrımı) ve fıtrat (cinsin özellikleri) ile ilgilidir. Birçok ayet ve hadis müslümanların inançla, dinî hayatla ilgisi bulunan resimleri, putları, şekilleri yapmamaları, alıp kullanmamaları gerektiğini ifade etmektedir... Buradan hareket eden fıkıhçılar ve tefsirciler müslümanların, yahudi ve hıristiyan din adamlarına veya dindarlarına mahsus bulunan kılık, kıyafet ve sembolleri kullanmalarının caiz olmadığını ifade etmişlerdir. "Bir kavme kendisini benzetmeye özenen kimseler o kavimden olurlar" mealindeki hadis, dinî ve kültürel çerçevedeki taklitleri, özenmeleri, benzemeleri mahkûm etmektedir. Aynı hadisin fıtratla ilgili benzeşmeleri de işaret yoluyla ihtiva ettiği düşünülebilir. Giyilen elbisenin, avret yerlerini (dinin kapatılmasını istediği uzuvları) kapatacak vasıfta olmasının istenmesi, avret yerlerini açıkta bırakan veya kapattığı halde -ince olduğu için- gösteren elbiselerin yasaklanması da dinî sınır ve hassasiyet örnekleridir. (Burada dinî tabirini dar mânâda, "inanç ve ibadet hayatı ile ilgili olan alan için" kullanıyoruz; geniş mânâda "dinî" sınırının içine kültür de girmektedir.)
Gösteriş, israf, böbürlenme unsurlarını içeren giyim-kuşamın hoş karşılanmaması da dinî-ahlâkî sınırlamalara dahildir. Fıtratı (yaratıcının canlı ve cansız varlıklara verdiği özellikleri) korumak, kılık kıyafet konusundaki ve tabiatına daha uygun bulunan süslenmenin, bu cümleden olarak altın ve ipek kullanmanın, bazı renklerin erkeklere yasaklanması, keza erkeğin kadınlara mahsus, kadının da erkeklere ait bulunan kılık ve kıyafetlere bürünmesinin menedilmesi işte bu gerekçeye dayansa gerektir.
Tarih boyunca müslümanların kılık ve kıyafetleri, müslümanca giyinişleri ve giyinme kültürleri işte buraya kadar özetlenen sınırlar ve hassasiyetler içinde oluşmuştur. Müslümanlar başta örtünme (tesettür) olmak üzere dinin amaç ve sınırlamalarını göz önüne alarak kılık ve kıyafetlerine şekil vermişler, dış görünüşlerinin bile gavura benzemesinden özenle uzak durmuşlardır. Çünkü yukarıda meali verilen hadise/düstura göre dışını birilerine benzetenin içi de ona ya benzemiştir, ya benzeyecektir.
 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Başörtüsü
İslâmda örtünme konusu Batı taklitçiliği döneminde (özellikle son yüzyıl içinde) tartışılır olmuştur. Batı medeniyetini insanlığın medeniyeti olarak gören, kültürde çoğulculuğa fiilen karşı çıkan, insan olmayı Batı medeniyetine katılmaya bağlayan inanç ve düşünce sahipleri, İslâm kadınının örtünmesini ilkellik. Haksızlık ve geri kalma sebebi olarak görmüş, buna karşı mücadele bayrağını açmışlardır. Bu mücadele iki ayrı yaklaşım içinde yürütülmüştür:
1. Köktenci yaklaşım: Köktenci Batıcılara göre dinin, insanların düşünce ve yaşayışlarını yönlendirme devri geçmiştir, insanlar akıl ve bilgilerinin rehberliğinde yaşamalıdırlar. Örtünme emri de dinden geldiğine göre bu emre uymak geriye dönmek, aydınlığı terkederek karanlığa gömülmek demektir. Bu sebeple islâmî örtünmeyi engellemek gerekir.
2. Islahatçı yaklaşım: Bu yaklaşımı benimseyenlerin içinde İslâm modernistleri ile modernizm öncesi ıslahatçıları vardır. Özellikle İslâm modernistleri, İslâmı anlama ve yorumlamada asıl (bazıları tek) kaynak olarak Kur'an-ı Kerim'i almakta, bunun da sözlerinden, kelime ve cümlelerinden, getirdiği hükümlerden çok bunların gerisinde yatan maksada (sosyal ve ahlâkî amaçlara) dayanmaktadırlar. Bunlara göre örtünme emrinden maksat iffeti ve kamu düzenini korumaktır. Bunları koruyabilmek için örtünmenin gerektiği çağlarda ve şartlarda dinler örtünmeyi emretmiştir, şartlar değişip kamu düzenini ve iffeti korumak için örtünmeye gerek kalmadığında dinin bu -şarta ve geçmiş zamana ait- hükmü değişir, lafız, örnek ve tarihi çözümden amaca ve çağdaş çözüme geçilir; örtünme o çağ için islâmîdir, örtünmeme de bu çağ için islâmîdir. Bu yorumu yapanlar bir taş ile iki kuş vurmakta, hem İslâmın örtünme emrini çağın istek ve gereğine uydurmakta, hem de teorik olarak İslâmdan ayrılmamış, İslâmı sosyo-kültürel hayatın dışına atmamış olmaktadırlar.
Modernist yaklaşımın karşısında muhafazakâr islâmcılar vardır. Bunlar da iki guruba ayrılır:
1. Taklitçi muhafazakârlar: Burada taklitçiden maksat, kültür ve medeniyette Batı'yı taklit edenler değil, dinî hayatını, geçmiş devirlerde yaşamış ve ictihad ederek dini açıklamış bulunan alimlerden (müctehidlerden, mezheb imamlarından) birinin görüş ve anlayışına göre yaşayanlardır. Taklitçi mesela Hanbelî mezhebine bağlı ise ona göre kadının bütün vücudu avrettir, örtülmelidir, eli ve yüzü dahil hiçbir yeri namahreme gösterilmemelidir. Eskiler Kur'an'da geçen "cilbabı" (Ahzab: 33/59) çarşaf olarak tefsir etmiş ve bunun bütün zamanlarda kadının dışarıdaki dış giysisi olacağını söylemişlerse taklitçiye göre bu böyledir, kadın çarşaf giymeden dışarı çıkamaz...
2. İctihad ve tecdid yapan muhafazakârlar: İctihad, dinin kaynaklarına inerek, bunlar üzerinde düşünerek dini açıklamak, dinin hükmünü tesbit ederek ortaya koymaktır. Tecdid, dine sonradan katılmış olup onun özüne yabancı bulunan ve dini bozan bid'at ve hurafeleri ayıklamaktır. İctihad ve tecdid yapanlar İslâmın örnek devirlerinde kullanılan metodolojiyi kullanıyorlarsa biz bunlara "muhafazakâr" diyoruz. Kaynaklar ve metodoloji bakımından kadim çizgiden ayrılan, aklı ve çağın kabullerini vahyin, naklin önüne geçiren, buna göre yorumlar yapanlara ise "İslâm modernistleri" denilmektedir.
Bize göre modernistlerin yaklaşımında iki zayıf nokta vardır: a) Dinin ahlâkî ve sosyal amaçlarını belirlerken İslâm veya Kur'an aklından hareket edecek yerde çağın felsefesinden yola çıkmak. b) Tesbit ettikleri amaç gerçeğe uygun olsa bile bu amaca ulaşmak üzere dinin -geçmiş zamanda- getirdiği hükmün (aracın, çözümün) çağımızda geçerliğini kaybettiğini ileri sürerken sağlam (dince muteber) bir delile dayanmamak. Bu iki zayıf noktayı konumuza uygularsak şu tablo ortaya çıkar: İslâmın örtünme emrinin amacı "iffeti ve kamu düzenini korumaktır" şeklindeki tesbit isabetlidir, doğrudur. Bunun ötesinde bir amacının olmadığı söylenirse bu doğru olmaz, haddi aşmak, Allah adına selahiyetsiz ve bilgisiz konuşmak olur. Bu noktada doğru olan, "bizim bilgimize göre amaç budur, gayb alemi ile ilgili başka sebep ve amaçlar varsa bunu da Allah bilir" demektir. "Bu amaca ulaşabilmek için örtünme emrinin belli bir çağın sosyo-kültürel şartlarına bağlı bulunduğu, bugün şartların değiştiği, bu sebeple hükmün de değişmesi gerektiği" düşüncesi isabetli değildir; çünkü hem ilmî delili, hem de dinî delili yoktur. Hiçbir ilim dalı kesin olarak "açılma ile iffeti koruma arasında bir ilişkinin bulunmadığını" söyleyemez. Söylerse bu bir iddiadır, zan ve tahmindir, kesin ilim verisi değildir. Din kaynaklarında da bu hükmün (örtünme emrinin, geçici, şarta bağlı olduğuna dair bir işaret mevcut değildir. İlgili ayet örtülmesi gereken yerlerin örtülmesine gerekçe olarak iffetin korunmasını göstermiştir (Nur: 24/30-31). Şu halde ilmen ve dinen aksi sabit olmadıkça bu amaca ancak bu araç ile ulaşılır. Buna karşı cilbab ayetinde, dışarı çıkarken kadınların bütün vücutlarını örten bir giysiye bürünmelerinin gerekçesi "hür ve iffetli kadınları bu giysi ile tanıtmak, kadınları rahatsız edilmekten ve kamu düzenini bozmaktan korumaktır". Bu ayette hükmün değişebileceğine dair bir işaret mevcuttur. Buna göre eğer hür kadınları başka bir alamet ile tanıtmak mümkün olursa veya toplumda köle kalmazsa yahut da sataşmaların önlenmesi ve kamu düzeninin korunması için başka bir yol bulunursa kadınların dışarı çıkarken çarşafa bürünmelerine gerek kalmayacaktır. Fakat örtünme emri değişmez bir gerekçeye bağlı bulunduğundan, kadın ve erkekte örtülmesi gereken yerler devamlı örtülecektir; örtmenin şeklini ve aracını ise zevkler, örfler ve ihtiyaçlar belirliyecektir.
İslâma göre kadınların başı avrettir; yani örtülmesi gereken bir vücut parçasıdır. Bunun başörtüsü (hımar) ile örtüleceği Kur'an'da yazılıdır. İslâm modernistlerinin yorumu sağlam temellere dayanmamaktadır. Bütün bu gerçekler karşısında islâmî ilimlerle ilgisi bulunmayan birisi çıkar da "İslâmda başörtüsü mecburiyeti yoktur, başını örtenler ve örtünmeyi savunanlar laikliği yıkmak isteyenlerdir" derse ne buyurulur?
el-Cevab: a) Bunu diyen kişi çizmeyi aşmış, haddini bilmemiş olur. b) Din ve vicdan hürriyetine, laikliğe aykırı davranmış, bunları yıkıcı bir yola girmiş olur.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sigorta Üzerine - 1
İslâm yardımlaşma ve dayanışmayı kimi yerde farz kılan, kimi yerde teşvik eden bir dindir. Bir kimse malında ve canında bir zarara uğradığı zaman bu zararın mümkün olduğu kadar telafi edilmesi, kaybın yerinin doldurulması ve bu bakımdan insanların güvence içinde yaşamaları İslâmın genel ilkelerine ve özel hükümlerine uygundur. İslâmın razı olmadığı, yasakladığı husus, primli sigortacıların yaptıkları gibi insanların güven duygusunu istismar ederek haksız kazanç sağlamaktır. Buna karşı İslâm alimlerinin formülleştirdikleri sigorta şekli "üyelik sigortası"dır. Bu sigortada kurum, yardımlaşmanın aracı ve aracısıdır ve hizmetin bedelini (hizmeti ne kadar bir bedeli hak ediyorsa onu) alır. Sigortalıların ödedikleri meblağ onların hesaplarına kaydedilir, yan şirketler ve işler yapılarak nemalandırılır, hasarlar ve zararlar nemalardan ve anaparadan ödenir, geri kalan sigortalının parasıdır, istediği zaman sistemden çıkar ve artan parasını alır.
Türkiye'de halen uygulanan primli sigortada sakıncalı olan taraflar: a) Primlerin sigorta şirketinin malı olması ve verilen hizmete nisbetle büyük meblağların alınmasıdır (fahiş kazanç), b) Toplanan primlerin faizcilik yoluyla nemalandırılması ve nemaların da sigorta şirketine ait olmasıdır. Bildiğim kadarıyle bir sigorta şirketi (en son kurulanı) mevcut sigorta kanununun bir imkanından yararlanmakta, hasar yapmayan sigortalının bir sonraki sigorta akdinde priminden indirim yapmak suretiyle -bir mânâda- önceden ödediğini onun (sigortalının) namına kısmen muhafaza etmiş gibi olmaktadır. Bizce yapılması gereken, kanunda gerekli değişiklik yapılarak veya özel bir kanun (yahut kararname) çıkarılarak üyelik sigortasına imkan tanınmasının sağlanmasıdır.
Sigortaya cevaz verenler bunu, tazmin sorumluluğunun (güvence vermenin) bir bedel karşılığında akde konu olabileceği esasına veya mevcut primli sigorta şirketlerinin de sonuç olarak sigortalıların kendi aralarındaki dayanışmalarına aracılık ettiği (bu manada üyelik sigortası gibi olduğu) anlayışına (yorumuna) dayandırmaktadırlar. Şirketin meşrû olmayan yollardan primleri nemalandırması ve ödediği hasar dışında kalan meblağın büyük (fahiş) olması hususlarını caiz görmüyorlar, ancak bunlarsız da sigortacılık yapılabilir diyorlar.
Sigorta kumara veya müşterek bahise benzemez. Hem şekil, hem de amaç bakımından arada önemli farklar vardır.
Sigorta Allah'ın iradesine karşı yapılmıyor; yani sigorta akdini yapanlar bu akit sayesinde Allah'ın iradesini sınırlamıyor, olacağın önüne geçeceklerini söylemiyor ve bunu amaçlamıyorlar. Sigorta akdi yapıldığı halde Allah'ın muradı yerine gelir, bundan sonra sigorta akdi devreye girer ve hasıl olan zarar, hasar mümkün olduğu (veya üzerinde anlaşma yapıldığı) ölçüde telafi edilir. Bunda tevekküle, Allah'ın iradesine teslimiyete aykırı bir husus yoktur.
Sigortalı, primleri yatırırken belli bir müddet sonra daha fazlasını geri alayım diye bunu yapmıyor. Onun amacı, binlerce sigortalının yatırdığı primlerden hasıl olacak büyük meblağ ve bunun neması ile sigortalılardan bazılarının uğradığı zararı ödemek, hasarı tamir ettirmek, hastalığı tedavi ettirmek...tir. Bu bir yardımlaşma ve dayanışma şeklidir, az verip çok alarak para kazanma akdi değildir ve bu bakımdan faizle alakası yoktur. Sigortacının (mevcut primli sigortada) verdiği hizmete nisbetle büyük kazançlar sağlaması fahiş kazanca girdiği için caiz değildir. Sigortalı fahiş gelir sağlayan değil, fahiş bedel veren olduğu için -islâmî sigortalar kuruluncaya kadar- müslümanların, mevcut sigorta şirketlerinde -hayat sigortası dışında kalan konularda- sigortalı olmaları (sigortacı değil) zarureten caizdir. İmkan bulanlar mevcut sigortacıları desteklemiş olmamak için kendi aralarında özel üyelik sigortaları oluşturabilirlerse bu şüphesiz daha evladır ve tercih edilmelidir.


Sigorta Üzerine - 2
Sıradan bir insanın mutluluğu, içinde bulunduğu halde ve gelecekte temel maddi ve manevi ihtiyaçlarının sağlanmasına/sağlanma ihtimaline bağlıdır; insanoğlu bundan emin olmadıkça huzurlu ve mutlu olamaz. İnsanın bu güvenlik ihtiyacını keşfeden kapitalizm, primli sigorta sistemini icad ederek tatlı bir gelir ve sömürü kapısı açmıştır. Fıtrata (insanın tabiat ve yaratılıştan gelme özelliklerine) uygun bulunan, Allah tarafından böyle takdir ve tanzim buyurulan İslâm ise mezkûr güvenlik ihtiyacını şu şekilde düzenlemiş ve karşılamıştır:
a) İslâm toplumunun bütün mensupları, asgari bir hayat şartı ve geçim imkânlarının temini bakımından toplumun ve devletin sigortası altındadırlar.
b) Kamu yararına borca girmiş bir kimsenin borcu, zekât gelirinden ödenir.
c) Kasdî olmayan öldürme, sakatlama ve yaralama durumlarında gerekli tazminat kazayı yapanın dahil bulunduğu "diyet dayanışma gurubu (âkıle)" tarafından ödenir.
d) Kişiler mallarına gelecek zarar veya başkalarının malvarlıklarına istemeden verecekleri zarar karşısında üyelik sigortası kurabilirler. Bu sigortaya dahil olanlar riziko durumlarına göre havuza belli bir meblağ öderler, bu meblâğ üyelerin tamamı adına nemalandırılır, meydana gelecek zarar ve hasarlar bu meblâğdan ve nemasından ödenir, kurum için gerekli masraflar çıkarıldıktan sonra kalan para yine sigortalılara aittir. Belli bir müddet içinde yatırılan para ile bunun geliri hasarları ödemeye kâfî geldiğinde üyeler, yeniden ödeme yapmadan sigortalı olmaya devam ederler.
e) Günümüzde mevcut primli sigorta sisteminde sigortacıların yaptıkları işlem usûle uygun olmadığı, toplanan primler gayr-i meşrû (haram) yollarla nemalandırıldığı ve şirket, hizmet bedelini aşan gelirleri kendi hesabına alıp sigortalıdan her yıl yeniden prim istediği için bu sistem meşrû değildir. Müslümanlar böyle bir sigorta şirketi kurup işletemezler. Ancak bir önceki maddede geçen üyelik sigortası tesis edilinceye kadar primli sigorta şirketlerinde sigortalı olarak (sigortacı olmak değil) caizdir. Bu cevazın iki dayanağı vardır: 1. Zaruret ve ihtiyaç. 2. Sigortalıların ödedikleri primler ile kendi aralarında dayanışma yapmış olmaları (sigortalılar bakımından işlemin buna raci olması).

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Teşvik Kredisi
Devletin vazifeleri arasında halkın menfaatini gözetmek, servetini korumak, kamu ihtiyaçlarını sağlamak da vardır. Serbest girişimcilerin itibar etmedikleri veya rantabl bulmadıkları bazı bölgelerde veya üretim ve yatırım alanlarında yatırım ve üretim yapılmasını sağlamak için -zaruret bulunmadıkça- zora başvurulamaz, hür bir şahsa belli bir yerde, muayyen bir işi yapması için baskı yapılamaz. Bu durumda öteden beri devletlerin başvurdukları çarelerden biri girişimciyi bu yatırıma ve üretime teşvik etmek üzere ona bazı menfaatler sağlamaktır. Bu menfaatler arasında çeşitli subvansiyonlar ve teşvik kredileri de vardır. Teşvik kredisi uzun vadeli ve düşük faizli kredilerdir; bu krediler için öngörülen faizler enflasyonun çok altında olduğu için "reel faiz" kapsamı dışındadır; yani görünüşte, kâğıt üstünde bir faiz vardır, fakat gerçekte faiz yoktur, hatta devletin verdiği ödünç sermayenin tamamının değil, bir kısmının geri ödenmesi, diğer kısmının ise girişimciye bağışlanması söz konusudur.
Konuyu bir örnekle açmak gerekirse girişimci A, devletten bir yılda ödemek üzere yüzde otuz faizli bir milyar lira teşvik kredisi aldığında bunun yıllık faizi üçyüz milyondur. A yıl sonunda devlete bir milyar üçyüz milyon ödeyecektir, halbuki ülkede yüzde doksan nisbetinde enflasyon var ise aslında ödemesi gereken miktar bir milyar dokuzyüz artı üçyüz milyondur; bu rakkamın dokuz yüz milyonu enflasyon farkıdır, bunu ödemedikçe borçlu kalır, üçyüz milyonu ise faizdir. Buna göre A'nın ödediği meblağ, faiz bir yana aldığı anaparanın bile tamamı değil, bir kısmıdır. Bunun böyle olduğunu devlet de bildiğine göre geri kalan kısmı, kamu yararı bunda görüldüğü için devlet A'ya bağışlamaktadır. Devlet bir faiz kurumu olmadığı için kâğıt üzerinde yazılan ve aslı olmayan (reel olmayan) faizin de bir hükmü yoktur. Halbuki A bu işlemi faizci bir kurum ve mesela banka ile yapsa idi işlem caiz olmayacaktı; çünkü bankanın amacının faizcilik (hem de reel faizcilik) olduğu bilinmektedir ve ameller niyetlere göre değerlendirilir.
Teşvik kredilerini özellikle islâmî hassasiyet sahibi müslümanların almaları gerekir; çünkü Allah korkusu ve vicdan sorumluluğu taşıyan bu kişiler hem aldıklarını yerinde kullanacaklar, hem devlete karşı ödemelerini zamanında yapacaklar, hem de kazandıklarını, insanlara dünya ve ahirette mutluluk getirecek şekilde sarfedeceklerdir.
İnce düşünen müslümanlar devletten aldıkları krediyi enflasyon farkı ile ödemek ister, devletin bağışını kullanmakta sakınca görürlerse bu takdirde yapacakları şey -yukarıdaki misale göre- bir milyarı devlete ödemek, dokuz yüz milyonu da Allah yolunda harcamaktır.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kur'an'da Güzellik
"Kur'an'da güzellik" başlığını hem İlahî Kitabın söz ve muhteva güzelliğini, hem de bu güzel Kitaba göre güzellik kavramını ifade etmek üzere kullanıyoruz.
İnsanlığın hem Yaratıcı ile hem de yaratılmışlar ile ilgili meçhullerinin önemli bir kısmını açıklamak üzere vahyedilmiş olan bir kitapta, bu ilgi çekici muhtevası ile yetinilip düz, san'atsız ve didaktik bir söylem seçilebilirdi. Halbuki Kur'an'ı vahyeden Allah Teala, hayat ve mutluluk bahşeden muhtevayı eşsiz bir üslub içinde sunmuş, muhataplarını, kutunun içinden önce dışının güzelliği karşısında hayran bırakmıştır. Anlatıldığına göre daha önce dillere destan olan ve Kâbe duvarına asıldıkları rivayet edilen yedi meşhur şiir bile tahtından düşmüş, edebî güzelliğin tahtına Kur'an oturmuştur.
Kur'an bu eşsiz güzellikteki üslubunu muhatapların takdir ve sübjektif değerlendirmelerine de bırakmamış, meydan okuyarak "benzeri bir kitap, bir sure, on ayet, hadi olmadı bir ayet getirin" demiş, getiremiyeceklerini peşinen ilan etmiş, bunu deneyenler de acizlerini itiraf eylemişlerdir. İşte Kur'an'ın bu "âciz bırakan" özelliğine "i'câzu'l-Kur'an" denilmektedir. Şüphesiz bu eşsiz, benzersiz, taklid edilemez ve aşılamaz güzelliğin tamamı dışa; söze ve şekle ait değildir.
Burada muhteva güzelliğinin, gerçekliğinin ve mükemmelliğinin de büyük payı vardır, ancak Kur'an nazmındaki dış güzellik, Arapça bilmediği halde Kur'an'ı okuyan ve dinleyenlerin bile farkedebilecekleri bir açıklıkta ve çarpıcılıkta tecelli etmektedir; cümlelerin kuruluşu, kelimelerin seçilişi, çeşitli söz sanatlarının kullanılışı, söz dizisinin yansıttığı musiki bu güzel Kitabın albenisini teşkil etmektedir.
Bu özelliklerin muhataplara telkin ettiği güzellik duygusu Kur'an'ın yazılmasında, okunmasında ve mushafların kağıt ve cilt şekillerinde bile dışa vurmuş, müslüman san'atının en seçkin örneklerini oluşturmuştur. Kur'an-ı Kerim'de estetik çerçeveye giren güzellikle ilgili olarak şu kelimeler kullanılmıştır: "Bedî', cemal, ihsan (ahsene), hüsn, hüsnâ, zinet, rîş".
"Bedî' "eşsiz, benzersiz, örneksiz, modelsiz yaratan Allah'ın isim/sıfatıdır, gökler ve yer O'nun bu sıfatının tecelligâhı, adeta uçsuz bucaksız bir ilahi san'at galerisidir.
"Cemal" binek hayvanlarında ve özellikle atta görülür.
"İhsan ve hüsn" mânâsında güzellik, Yüce Yaratıcı'nın bütün yarattıklarında, onlara verdiği şekil, kabiliyet, renk (sıbğa) ve sıfatlarda; özellikle insanda, onun suret ve siretinde, zâhir ve bâtınında, müstesna yapısında kendini göstermektedir. Aynı kökten gelen "hüsnâ'da Allah'ın isimlerinin ve kullarını mükâfatlandırmak üzere hazırladığı cennetinin sıfatıdır.
"Zînet" kelimesiyle ifade edilen güzellik göğü süsleyen yıldızlarda, süs eşyasında, binek olarak kullanılan hayvanlarda, kadın ve erkek elbisesinde, kadınların takıları (rîş) ile vücutlarının belli noktalarında, genellikle insanları dünyaya bağlayan ve oyalayan maddi güzelliklerde yerini bulmaktadır. Bütün bu güzelliklerin ya Allah'a ait olduğu yahut da Allah tarafından yaratılarak kullarına sunulduğu ısrarla vurgulanmış, insanların eseri olan estetik güzelliğe hemen hiçbir atıfta bulunulmamıştır. Bu tutum, İslâm san'atını ve müslüman san'atkârları etkilemiş olmalıdır ki, onlar hiçbir zaman yaratıcılıktan bahsetmemiş, yaratmaya özenmemiş, ilahi san'atı taklide veya tahrife cür'et etmemişlerdir. Bütün yaptıkları öncelikle ilahi san'atın temaşasından yüce Sâni'e (san'atla yaratana, güzel yaratana) ulaşmaya, O'nun yücelik, kemal ve cemalini idrak etmeye çalışmak, sonra da O'nun güzeli sevdiğinden hareketle yaptıklarında bunu (O'na layık olanı, kuluna yakışanı) ortaya koymaya gayret etmek olmuştur.
Müslümanların estetik duygularını da bir ölçüde tatmin eden güzellik arayışı ve yaşayışı daha ziyade ruhta, mânâda ve ahlakta olmuştur; çünkü İlahî Kitap, güzelliği ifade eden hüsn, ihsan, cemil gibi kelimeleri, maddî ve estetik güzelden ziyade manevi ve etik güzel için kullanmıştır. Mutlak kâmil ve mutlak güzel Allah'tır. Mekândan ve maddeden münezzeh olan Allah'ın kemal ve cemalinin en kâmil mânâda tecelli ettiği, kendisinde gerçekleştiği (Allah'ın ahlakı ile ahlaklanan) kul, Muhammed Mustafa (s.a.) olmuştur. O'nun suretini değil de ahlak ve siretini yaşamak, onunla bütünleşmek ise müminlerin en yüce amaçlarını oluşturmuştur. Bu mânâda güzel, sünnettir (Hz. Peygamber'in ahlakı ve kişiliğidir), ona en fazla yaklaşan, mutlak kemale ve cemale de en fazla yaklaşandır. Şairin "Manada güzel, ruhta güzel, tende güzelsin" derken tasnif ettiği güzelliklerden "mânâya ve ruha" ait olanlar, güzeli arayan müslümanları daha ziyade cezb ve meşgul etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.) kadınını, güzel koku ve helal lokmayı sevdiğini söylemiş, fakat ruhunun tatminini namazda bulduğunu ilave etmiştir. Kadın zenginlik ve güzelliği sebebiyle de seçilir ama seçimde öncelik onun ruh ve mânâdaki güzelliğine verilmelidir...
"Ey sevgili sen elde değil, bende güzelsin", "Güzelliğin on para etmez şu bendeki aşk olmasa" gibi mısraların dile getirdiği "güzellikte izafiyet (görecelik)" onu temaşa eden ve yaşayan açısından kabil-i ihmal olmasa gerektir. Zatı itibariyle mutlak güzel olan Allah, ona inanmayanlara göre yoktur, mazharı olduğu kemal ve cemal tecellisi bakımından eşsiz olan Allah Sevgilisini (s.a.) ona inanmayan bir kısım insanlar düşman bilmişler, hayatına kastetmişlerdir. Gökte, yerde ve insanda kendini arzeden ilahi san'at (güzellikler) bazılarının ilgisini çekmezken Allah'ın ve Resulü'nün çirkin bulduklarına da bayılanlar vardır. Bu görece güzellik kavramı, kültür ve medeniyetler arası san'at farklarına da temel teşkil etse gerektir.
Kur'an'a göre güzel elbiseler insanlara gösteriş yapmak ve büyüklük taslâmak için değil, ilahi huzura çıkmaya bir dış hazırlık ve huzur saygısına bir alamet olsun diye giyilmelidir. Heykel de güzel olabilir ama ona tapıldığı veya yaratmada Allah ile yarış tutulduğu zaman -bir başka ölçeğe göre- çirkinleşir. Kadının yüzünden başka da güzel yerleri (zineti) vardır, ama bu güzellik teşhir için değil, eş olan karşı cinse arz içindir; başkalarına arz ve teşhir edildiği zaman -bir tablonun işportaya düşmüş kopyası gibi- bayağılaşır.
Hasılı Kur'an güzeldir, Kur'an'da güzelliğe ilgi ve atıf vardır, ancak bu güzeller bir başka güzeldir ve birçoğu İslâma özeldir.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Zinayı Kınıyorum
Ülkemizde bir bakan, milletvekili, genel müdür, patron, san'atçı, zengin... zina yapıyor, zina yaptığını açıklıyor, bazıları zina yaptığı kişi ile toplum önüne çıkıyor, "bu durumdan hoşnut ve mutlu olduklarını, evlenmeyi düşünmediklerini, insanlar birbirini sevdikçe atılacak bir imzanın hiçbir öneminin olmadığını" açıklıyorlar; bu açıklamaları televizyonda (malum programlarda) ve günlük gazetelerde yapıyorlar, üzerlerine ölü toprağı saçılmış, "hoşgörü, insan hakları, bireysel özgürlük, çağdaşlık" büyüsü yapılmış toplumumuzdan tıs çıkmıyor, hiçbir tepki gelmiyor. Kınama, ayıplama, ahlak ve edebe davet tepkileri bir yana, bu çirkinlikleri (ayıpları, günahları) yapan, yaptıklarını açıklayan ve genel ahlakımıza, geleneğimize meydan okuyan reziller hiçbir sosyal itibar kaybına uğramıyor, hatta bazı durumlarda biraz itibar (!) da kazanıyorlar. İşte bu durum bir toplumda ahlak erozyonunun yalnızca ilk belirtileri değil, düpedüz ve kâmil mânâda resmidir.
Toplumumuzda yaygın hale gelen ve tepki görmeyen rezillik, ahlaksızlık, edepsizlik, günahkârlık, değerlere baş kaldırma örnekleri saymakla bitmez, ancak başta gelenlerini zina, açık-saçıklık, rüşvet, pislik, gözaçıklık yaparak başkalarının hakkını çiğneme, alkollü içki ve uyuşturucu alma, gasıp, üçkağıtçılık, yalan, iftira şeklinde sıralamak mümkündür. Bizim inancımıza ve geleneğimize göre bu rezillikler toplumun gözü önünde işlenir veya işlendiği söylenirse bunlara karşı çıkılır, uygun araçlar kullanılarak engellenir ve ıslah edilir, her halükârda aleniyete (gözler önünde yapılmasına ve söylenmesine) izin verilmez. Açıkta günah işleyen, ayıp yapan, ahlak ve edep dışına çıkan kimseler kınanır, sosyal itibarlarını kaybeder, birçok haktan mahrum hale gelirler. Tekrar itibar kazanmaları tevbe etmelerine, pişman olmalarına, kendilerini düzeltmelerine (ıslah-ı nefs etmelerine) bağlıdır.
Ben inancına ve geleneğine bağlı (bunlara anayasalardan, uluslararası andlaşmalardan, çağdaş uzlaşı ve ilkelerden daha fazla ve öncelikle bağlı) bir insan olarak buradan, ülkemde -toplum çoğunluğunun inancına, değerlerine, ahlakına göre- ayıp ve günah olan şeyleri açıkça yapan ve söyleyenleri kınıyorum, bunların mevkileri ve sıfatları ne olursa olsun nazarımda düşük ve küçük (ayıplı ve günahkâr) olduklarını ilan ediyorum. Hakları ve özgürlükleri kısıtlayan maddeler (ilkeler) içinde yer alan "genel ahlak" ilkesinin doğru yorumlanmasını ve bu yorumlamaya dayanarak aklı başında herkesin benim kınamama ve tavrıma katılmasını bekliyorum.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Çifte Cinsiyet veya Üçüncü Cins
Fıkıh kitaplarımızda "hunsâ" diye bilinen ve kendisinde erkeklik ile dişilik organlarının birlikte bulunduğu veya ikisinin de belirli olarak bulunmadığı kimseler ile cinsiyetlerini değiştirenlerin dinî durumları son zamanlarda sıklıkla sorulmaya başlandı. Bu neviden bir soru listesini maddeler halinde cevaplandıracağım:
1. Benim bilgime ve soruşturmalardan aldığım sonuca göre yaratılıştan (biyolojik ve fizyolojik özellikleri itibariyle) kadın olan bir kimse ameliyatla erkek, erkek olan bir kimse de ameliyatla kadın olamıyor; yani bazı organlarını kestirip aldırsa ve bazı organlarında değişiklik yaptırsa da bütün fonksiyonları ve özellikleri ile cinsiyetini değiştiremiyor ve hele hele erkek iken kadına dönüştürülenler asla çocuk sahibi olamıyor, keza kadın iken erkeğe dönüştürülenler de bir kadını hamile bırakamıyor.
2. Allah Teala Kitabında insanoğlunu, ya erkek veya dişi olarak yarattığını bildiriyor, bu iki özelliği birden taşıyan bir üçüncü insan nev'i yarattığını bildirmiyor. Şu halde fıtraten (yaratılıştan) insan ya erkektir yahut da dişidir. Bu iki cinsiyetin belirleyici organ ve işaretlerini birlikte taşıyanlar, ikisine birden sahip olanlar, bir mânâda fıtrata aykırı, sakat, eksik veya fazlalıklı doğanlar gibidirler. İnsanın iki kulağı, bir burnu, iki ayağı, on parmağı... vardır; bir çocuk bu organlarında bir fazlalık veya eksiklik ile doğarsa bunu "Allah böyle yaratmıştır, demek ki O'nun yaratışına göre bir insan çeşidi de budur" diye karşılamak yerine, sebeplerini keşfederek -veya keşfetmeyi bekleyerek- anormal kabul etmek gerekecektir.
3. Yaratılış itibariyle kadın olan kendini kadın gibi, erkek olan da erkek gibi hisseder. Eğer bu hissediş ve karşı cinse yönelik alakada bir değişiklik, bir terslik varsa yine bunu yaratılışa değil, hastalığa, sakatlığa, irsiyet veya eğitimden gelen bir bozukluğa bağlamak ve tedavisi için çareler aramak gerekir. Çünkü normale uymayan anormaldir, düzeltilmesi gereken bir durumdur.
4. İslâm, canlı varlıkların yaratılıştan var ve normal olan özelliklerinin, organlarının, şekillerinin değiştirilmesine izin vermemekte, bunu "Allah'ın yaratışını değiştirmeye kalkışma" olarak değerlendirmekte ve lanetlemektedir. Şayet normal dışı bir eksiklik, fazlalık, çirkinlik, arıza var ise bunun düzeltilmesi (bu mânâda estetik ameliyat) caizdir, tedavi olarak kabul edilmektedir. Bu genel hükme ve kurala göre biyolojik ve fizyolojik olarak erkek veya kadın olan bir insanın, sırf kendisini karşı cinsten gördüğü, böyle hissettiği, bu yüzden bunalıma girdiği için ameliyat edilerek karşı cinsin bazı özelliklerine ve organlarına kavuşturulması asla caiz değildir. Bu tedavi değil, bozma ve dejenere etmedir. Bu yüzden bunalıma girenler, başka sebeplerle bunalıma girenler gibi erbabı tarafından tedavi edilmelidir. Bir kimse ruh hastalığına tutulduğu için burnunu kurbağa, parmağını akrep zannetse, böyle görüp, böyle hissetse, bu kimseyi tedavi etmek için burnunu veya parmağını kesen bir tabibi ne duydum, ne gördüm, ne de bir yerde okudum!
5. Doğuştan iki cinsin de bazı organlarını taşıyan kimselere bakılır; bunlardan hangisi fonksiyonları itibariyle güçlü ve etkili ise kişi o cinsiyette ve o sıfatta kabul edilir, bu durumda diğer fazlalıklar anormal sayılarak ameliyat yoluyla giderilir ve bu, altıncı parmak, üçüncü ayak gibi anormal bir fazlalık olduğundan giderilmesinde dinî bir sakınca bulunmaz.
Gerçekte var olup olmadığını bilmemekle beraber her iki organ ve özelliği eşit olarak taşıyan (hunsây-i müşkil) bir insan bulunursa onun psikolojisi, kendini hangi cinsten gördüğü, saydığı, hissettiği esas alınır ve buna göre işlem yapılır; yani dinî bakımdan kendisine böyle davranıldığı gibi tedavi ve ameliyat bakımından da buna göre hareket edilir. Eğer doğuştan her iki cinsin de belirleyici organ ve alametlerini taşımayan (bu çeşit hunsây-i müşkil) bir insana raslanırsa ona da bir önceki maddede olduğu gibi davranılır; hissi ve eğilimi göz önüne alınır. Günlük hayat, kılık kıyafet, tesettür, haklar ve borçlar ... bakımından da hunsâlara yapılacak muamele, yukarıdaki maddelerde açıklanan sonuçlara, işlemlere ve kabullenişlere göre olacaktır. Allah Teala'nın bu gibi kullarına muamelesi, şüphesiz adalet, rahmet ve mahabbet çerçevesinde olacaktır; yeter ki, onlar da diğer kullar gibi iradeleri dahilinde bulunan alanda Allah'a itaat ve kulluktan ayrılmasınlar. Ayrılmaları halinde ise yine muamele, normal olup da günah işleyen kullarınkine eşit olacaktır.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İdamlar ve Şeriat
Müslümanım deyip şeriata sövmeyi adet haline getirenler; yani laik müslümanlar (!) veya laik müslüman geçinenler, Suudi Arabistan'da uyuşturucu kaçakçılığı yaptılar diye boyunları kesilerek idam edilen Türkleri bahane ederek yine şeriatı dillerine doladılar, en hafifinden "şeriat vahşettir" cümlesini tesbih gibi çektiler ve laikliğe olan imanlarını tazeleyerek onu ölümleri pahasına koruyacaklarına azm-ü cezm-ü kasteylediler. Konunun uzmanları tarafından tebliğ, makale, kitap olarak yapılan yüzlerce çalışma ve açıklama "şeriatın ya dinin bütünü yahut da ibadet, helal-haram ve dünya hayatı ile ilgili düzenlemeler kısmı" olduğunu ortaya koyduğu halde bunu bilmezlikten gelerek şeriata; yani dine hakaretler ettiler, ona inananları rencide etme pahasına bunu yaptılar. Akıllarınca dine sövmemiş, hakaret etmemiş olmak için de yine "kendilerinin de müslüman olduklarını, İslâmın ve şeriatın başka başka şeyler olduğunu, yüce İslâma değil, vahşetten ve ilkellikten ibaret olan şeriata cephe aldıklarını" tekrarladılar. İnsan inancı ve kanaati doğrultusunda davranır, kap içindekini sızdırır, şeriata sövenler de kendi inançlarının gereğini yerine getiriyorlar demektir.
Davranışlarını bu açıdan tabii gördüğümüzü ve öfkelenmediğimizi beyan ettikten sonra değerli değil de önemli şahısların söylediklerini doğru sanarak kafası karışması muhtemel bulunan bir kısım müslümanlar için bazı gerçekleri açıklamakta fayda görüyoruz.
Şeriatta cezalar ikiye ayrılır: Hadler ve tazirler. Hadlerde suç da, ceza da bellidir, vahiy ile bildirilmiştir. Tazir kısmında suçlar genel olarak bellidir, fakat ceza takdiri ümmetin selahiyetli temsilcilerine bırakılmıştır. Bu temsilci meclis ise tazir suçlarını ve cezalarını belirleyen, düzenleyen kanunlar çıkarır ve bu kanunlar uygulanır. Uyuşturucu ile ilgili suçlar ve cezalar tazir kısmına dahildir. İslâm (şeriat) devletinin temsilcileri din, ahlak, akıl ve ilmin verilerinden faydalanarak uyuşturucu kullanımını, alım-satımını, yapımını, kaçakçılığını ortadan kaldıracak -veya asgariye indirecek- cezaları koyarlar. Eğer şeriata dayandığını iddia eden bir devlet bu nevi suçların cezalarını koyarken hata etti veya aşırı gitti ise bunun vebali ve sorumluluğu o devlete aittir; İslâma ve şeriata ait değildir. Sözün özü: İslâma göre uyuşturucu kaçakçılığı yapanları idam etmek gerekli ve tek seçenek değildir.
Durum yukarıda açıklandığı gibi olmakla beraber herhangi bir suçtan dolayı idam cezasının verilmesi ve uygulanmasını vahşet, insan haklarına aykırı olarak değerlendirmek, üzerinde birleşilmiş bir değer hükmü de değildir. İdam cezası yıllardan beri cezacılar ve siyasîler başta olmak üzere çeşitli kesimlerce tartışılmaktadır; aleyhinde olanlar kadar lehinde görüş beyan edenler ve uygulayanlar da mevcuttur. Katilin, zalimin, caninin hayatını korumak için insan hakları kavramını ve ilkesini kullananlara biraz da mağdurların, mazlumların, tecavüze uğrayanların insan hakları üzerinde düşünmelerini tavsiye ve teklif ediyorum.
Bir de tarihi mukayese yapmama izin verilirse şunu ifade etmek isterim: Kızıl sultan, zâlim, müstebit diye nitelenen, Cumhuriyet nesillerine bu niteliklerle anlatılan Sultan Abdulhamid Han Osmanlı Devletini otuz yıldan fazla şeriatla idare etmiştir. Cumhuriyet'in ilanından, çok partili yönetim dönemine kadar da Türkiye otuz yıla yakın demokrasi ile yönetilmiştir. Eğer idam cezası vahşet ise bu iki dönemde idam edilen insan sayısını göz önüne alarak "vahşet" sıfatını uygun olan dönem için kullanmak gerekir.
Eğer yerme ve sövme idam cezasına değil de onun infaz şekline ait ise şeriatta belirlenmiş ve değişmez bir idam şekli yoktur.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Uyuşturucu Kaçakçılığının Cezası
Uyuşturucu maddeleri, tıbbi zaruretler dışında kullanmak üzere üretmek, alıp satmak, bulundurmak hemen bütün ülkelerde yasaklanmıştır. Uyuşturucu alışkanlığı, insanı insanlığından çıkaran, onu uyuşturucuya esir eden, bağımlı hale getiren bir iptiladır. Bu alışkanlıkla mücadele etmek bütün insanların başta gelen ödevleri olmalıdır. İnsanlara bu ölçüde zarar verme pahasına para kazanmak bir insanlık suçudur. Bu suçun da kendi ağırlığına uygun bir cezası olmalıdır. Hangi cezanın uygun olduğu ve ceza yanında ne gibi eğitici tedbirlerin alınması gerektiği konusu yıllardır tartışılmakta, çeşitli ülkelerde farklı cezalar ve tedbirler uygulanmaktadır.
Kur'an-ı Kerim'in nazil olduğu çağda, özellikle Arap yarımadası ve yakın çevresinde insanlar uyuşturucuyu bilmiyorlar, keyif verici ve sarhoş edici olmak üzere alkollü içki ve bilhassa şarap kullanıyorlardı. Kur'an ve Sünnet insanın hayatını, sağlığını, aklını tehdit eden, bunlar için tehlike teşkil eden nesnelerin vücuda alınmasını yasakladığı gibi malın korunmasını da emretmiş, boş, faydasız, zararlı sarf mânâsında israfı şiddetle kınamıştır. Uyuşturucu kullanımı da bu genel yasaklama çerçevesine girmektedir; çünkü kullanan kimselerin akıl, ruh ve beden sağlığını bozmakta, kamu düzenine zarar vermekte, yeni nesilleri dejenere etmekte ve malın boş yere ve zararlı sonuçlar verecek şekilde harcanmasına sebep olmaktadır. Şu halde İslâma göre de uyuşturucu kullanımı, alım-satımı, üretimi, bulundurulması mutlaka önlenmelidir. Önleyici tedbir olarak eğitim başta gelmekle beraber kötü niyetli, merhametsiz, hırslı, insanlık düşmanı üretici ve kaçakçılara da caydırıcı cezalar uygulanmalıdır.
İslâmda (şeriatta) cezalar hadler, kısas ve tazir şeklinde üç nevidir. Hadler suç ve ceza olarak ayetler ve hadislerle belirlenmiştir; bunların içinde uyuşturucu ile ilgili bir suç yoktur. Kısas, öldürme ve yaralama suçlarında uygulanmaktadır. Bu iki nevi suçun dışında kalan suçlar tazir çerçevesine girmekte, takdiri ümmetin temsilcilerine (yöneticilere, ulü'l-emre) bırakılmış bulunmaktadır. Temsilciler meclisi konuyu görüşecek, toplu ictihad yoluyla bir çözüm paketi getirecektir. Bunun içinde ceza da bulunacak, bu ceza ictihad yoluyla şeriata dahil edilecektir. İctihad yoluyla şeriata dahil edilen diğer hükümler gibi bunda da ümmetin ihtilaf etmesi, farklı cezaların teklif edilmesi tabiidir. Bu durumda devlet başkanı ve temsilciler hangi cezaya karar vermişlerse ülkede o ceza uygulanır ve şeriata (İslâm) uygun görülür. Bu cezanın ölüm olması da mümkün ve caizdir.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Dindarların İktidarı
Seçimler yaklaştıkça Batılılar ve aynı çizgide düşünüp yaşayan yerliler, dindarların iktidarını, daha yoğun ve daha hararetli bir şekilde konuşmaya başladılar. Bu cümleden olarak bir Amerikalı uzman (Daniel Pipes) bir yazısında, Türkiye ile İran'daki dindarlığı karşılaştırarak "İrandaki dindarlar (mollalar) iktidara bir geldiler, bir daha da gitmiyorlar, ama Türkiye böyle değildir, bunlar seçimle gelir ve yine seçimle giderler. ABD birinci tip dindarların iktidara gelmemesi için mücadele etmeli, ancak ikinci tip dindarların iktidara gelmelerini -geldikleri takdirde- kabullenmelidir" diyor.
Bundan önceki seçimlerde de ülkemizde aynı konu şu söylem çerçevesinde tartışılmıştı: Sandıktan İslâmî yöntem çıkarsa demokrasi adına bu sonuca katlanılacak mıdır, yoksa "demokrasi buraya kadardır, buradan ötesine yol yoktur" denilerek müdahale mi edilecektir?
Yeniden canlandırılan bu tartışma sebebiyle, gözardı edilen bazı gerçeklere işaret etmekte fayda görüyorum:
1. Tarihi vakıa olarak konuya baktığımızda, Hz. Peygamber (s.a.)'den sonra meşrû, sahih İslâm iktidarının bey'at (iktidara lâyık olanı serbest irade ile toplumun işbaşına getirmesi, ilahi iradeden sapmadıkça ona itaat sözü vermesi) ile geldiğini, hile, baskı ve kuvvet ile düşürüldüğünü (böylece hilafetin yerine saltanatın geçtiğini) görüyoruz. Şu halde gelmesi ve gitmesi için zora, kuvvete ihtiyaç gösteren sahih islâmî iktidar değildir, diğerleridir.
2. İktidara gelip bir daha gitmeyen "dindarlar" için İran örneğinin seçilmesi dünyaya şaşı bakmanın tabii bir sonucudur; çünkü pek çok İslâm ülkesinde şeriat yönetimini temsil ettiklerini söyleyen totaliter iktidar sahipleri (krallar, liderler, partiler...) yıllardan beri ülkelerini demir yumrukla yönetiyorlar ve gitmeye de hiç niyetleri yoktur. Bunların örnek olarak zikredilmemesi, Avrupa ve Amerika'nın kurduğu, yürüttüğü, çıkar dengelerini lehlerine işlettiği sözde yeni dünya düzenine uyum göstermeleri, onunla ters düşmemeleri olsa gerektir. Böyle olmasa, ölçü "iktidara bir gelince bir daha gitmemek" olsa önce bunların zikredilmesi gerekirdi.
3. İktidarın değişmesini partiler ve kişilerin değişmesi olarak değil de farklı ideolojilere dayalı sistemlerin, düzenlerin değişmesi olarak düşünürsek bunlardan birinin, iktidarı şöyle yahut böyle bir yoldan bir kere ele geçirince, her imkânı kullanarak -düzen değişikliği mânâsında- iktidar değişikliğine engel olduklarını, halkın kahir ekseriyeti istese bile böyle bir değişikliğe rıza göstermediklerini ve bu mânâda "bir gelince bir daha gitmediklerini" görürüz. Bu tutum demokrasiye, insan haklarına, hukuk devleti ilkesine... sığıyor da neden bir başka düzenin aynı tutumu benimsemesi ihtimali dünyanın sonu gibi takdim ediliyor? Burada bir çelişki, hatta çelişkinin de ötesinde antidemokratik bir baskı kendini göstermiyor mu?
4. Türkiye'de sahih ve kâmil İslâm'ın yakın bir tarihte ve bir adımda iktidara gelemiyeceğini bilmeyenler çocuklar ile çocuk akıllı büyükler olsa gerektir. İslâmın iktidar olması uzun ve ince bir yoldur ve ancak tabandan tavana bir yöntemle gerçekleşebilir. Mevcut tezahürler ve örnekler yakıştırma yahut iddiadır yahut da bir kapı, bir adımdır.
İnsanoğlunun zaaflarından biri de başkalarını kandırıyorum zannederek kendisini kandırması olsa gerektir.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Grevin Suçlusu
Kapitalist, demokrat ekonomi ve siyaset düzeninde grev bir hak arama ve alma aracı olarak öngörülmüştür, ancak toplum yalnızca işçi ve işverenlerden ibaret olmadığı, millî servette tüyü bitmemiş yetimlerin bile hakları bulunduğu için bu hak arama aracının kötüye kullanılmaması, amacını aşmaması için tedbirler alınması, ek ve bağlı kurum ve kurallar ile dengelenmesi şarttır. Bu şartın yeterli bir şekilde yerine getirildiğini söylemek mümkün değildir.
Grevler amacını aşmakta, güce dayanarak siyaseti yönlendirmeye alet edilmekte, kimin ne kadar, neyi hakettiği konusunda tarafsız hüküm ve çözüm kurumları oluşmamış bulunmakta, millî servetin büyük ölçülerde zarar görmesine sebep olmaktadır. Bu düzen işçinin ve işverenin haklarını adil ölçülere göre belirlemekte ve tarafların haklarını, başkalarına zarar vermeden almasını sağlamakta başarılı olamamıştır.
Bizde şu günlerde cereyan eden grev hareketinin sebebi ve suçlusunu ararken iki amilin öne çıktığını gördüm: Faiz ve israf.
İşçi temsilcileri ısrarla "Biz zam istemiyoruz, dolara, marka veya paranın bir yıl önceki satın alma gücüne göre önceden aldığımızı istiyoruz" diyor ve haklı gibi görünüyorlar. Haklılıkları ülkemizde ve dünyada "İslâma evet, köktendinciliğe, şeriata ve şeriatçılığa hayır" diyenler bu üç mânâdan hangisini kastediyor, hangi inanç, tavır ve yaklaşıma karşı çıkıyorlar belli değil!
İslâm dünyasında yalnızca Kur'an-ı Kerim'le yetinen, Arapça bilsin bilmesin her müslümanın Kur'an'dan anladığı ile dinî hayatını yaşayıp düzenleyebileceğini iddia eden, Kur'an'ı anlamada lafzı, sözün lugat mânâsını esas alan, mümkün olduğu kadar tevilden uzak duran ve modernizme karşı çıkan müslümanlar vardır. Ülkelerinde dinî (dine dayanan) bir düzen kurmak üzere gerektiğinde teröre başvuran müslümanlar da vardır.
Bunlardan ayrı olarak Kur'an-ı Kerim'in belli ilimleri tahsil edenlerce anlaşılabileceğini, gerektiğinde tevile gidileceğini, dini anlama ve uygulamada Sünnet kaynağının da vazgeçilmez olduğunu söyleyen; bu kaynaklara göre doğru anlaşılmış bulunan İslâmı hayatın her alanına hakim kılmak üzere -dinin ve hukukun dışına çıkmadan ve teröre başvurmadan- gayret eden müslümanlar da vardır ve bu sonuncular diğer iki guruba nisbetle daha büyük bir kitleyi temsil etmektedirler.
Teröristler istisna edildiği takdirde diğer iki gurup kökten dincilerin inanç ve davranışlarını düşünce, din ve vicdan hürriyeti alanının dışına çıkarmak, böyle inanan ve davrananların temel hak ve hürriyetlerden yararlanamıyacağını ileri sürmek için tabiî hukukun, insan haklarının ve bütün insanlığın üzerinde birleştiği hukuk ilkelerinin dışına çıkmak gerekir. Ayrım gözetmeden köktendincileri mahkûm edenler, onlara düşünce ve vicdan hürriyeti tanımayanlar, hatta köktendinciliği komünizmden sonra hür ve demokrat dünyayı tehdit eden bir tehlike olarak lanse edenler işte böyle bir çelişki içindedirler.
Köktendinciliğe karşı çıkan Batı'nın içine düştüğü bir başka çelişki daha var: Dini ferdî ve sosyal hayata hakim kılmak isteyen, hatta bunu yaptığını, şeriat devleti kurduğunu iddia eden ülkeler Batı'nın siyasî ve ekonomik menfaatlerine ters düşmüyor; patron ülkelerin kurduğu dünya düzeni içinde kendilerine verilen rolü oynuyorlarsa (teslimiyeti, verilenle yetinmeyi, arslan payını Batılı patronların almalarına göz yummayı becerebiliyorlarsa) onların köktendinciliği bir tehlike olarak görülmüyor ve gösterilmiyor, tam tersine korunuyorlar. Eğer bir ülke, hayatının bütününe hakim kıldığı İslâmın talimatı gereği değerlerini korumaya, İslâmın ve müslümanların izzetini kurtarmaya, kendi sistemini rakip bir model olarak dünyaya sunmaya kalkışırsa bunların kökten dinciliği hür dünyaya karşı bir tehlike olarak ilan ediliyor; birinci tip ülkeler krallıkla ve istibdad ile yönetilse, ikinci tip ülkeler ise halkın iradesine dayansa, insan hak ve hürriyetlerine riayet etse de bu tavır değişmiyor.
Eğer bu tesbitler doğru ise İslâm dünyası yeni bir oyun karşısında demektir; köktendincilere -teröre göre ayrım yapmaksızın- karşı çıkanların maksadı üzüm yemek değil, bağcıyı ve bekçiyi döğmektir, köktendinciliği bahane ederek kurdukları soygun ve sömürü düzenini sürdürmek, buna engel olması muhtemel olan oluşumları ortadan kaldırmaktır. Bu maksat bu kadar açık gözüktüğüne göre hiç olmazsa müslümanlar oyuna gelmemeli, Batı'nın icad edip İslâm ülkelerine ihraç ettiği kavram kargaşasına kapılarak birbirlerine düşmemelidirler.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Meşveret Usulü Olsaydı
İslâmın ana kaynakları ve tarihi tecrübeden çıkarılmış bulunan islâmî yönetim şeklinin temel özelliklerinden biri, meşveret (danışma) olduğu için yönetim şekli de bu kelime ile ifade edilir olmuştur.
Kur'an-ı Kerim'de Hz. Peygamber'e (s.a.) "onlara danış" (3/159) emri verildiği gibi müminlerin vasıfları ve özellikleri sayılırken "işlerini danışma ile yürütürler" (42/38) buyurulmuş, ana-babanın çocuklarını sütten kesmeye karar vermelerini bile aralarında danışmadan sonra yapmaları gerektiğine işaret edilmiştir (2/233). Buna rağmen Raşid Halifeler devrinden sonra yönetimde meşveretin ihtiyarî hale getirilmesini ve fiilen çok kere ihmal edilmesini bir siyasî ve ahlâkî sapma olarak değerlendiriyoruz.
İslâm esas teşkilatında ve siyaset teorisinde yeri vazgeçilmez ve ilke değerinde olan danışmaya ümmetin en uygun usûl ile seçtiği veya ilmi, ahlâkî ve güvenilirliği sebebiyle tabii seçimle ortaya çıkmış kişilerle yahut da bunların karması ile yapılacaktır.
Başkan ve yöneticiler, hepsi islâmî çerçevede farklı projeleri olan guruplar (özel mânâda partiler de denebilir) arasından seçilebilirse de şura üyelerinin gurubu, partisi olmaz; onlar ümmetin iradesinde tecelli eden ilahi iradeyi temsil ederler, yasama ve denetleme görevini islâmî ilke ve kurallara göre yürütürler.
Yöneticiler başkana, başkan şûra meclisine, meclis ümmete, ümmet de Allah'a karşı sorumludur. İslâm hiçbir insanı belli bir dini edinmeye veya edinmemeye zorlamadığı, İslâm ümmeti içinde gayr-i müslimlerin (dinli dinsiz insanların) bulunmasına izin verdiği, bunlara da temel insan hak ve hürriyetlerini tanıdığı için mecliste temsilcileri bulunmak suretiyle veya başka bir şekilde onlar da kendilerini temsil imkanı bulurlar. Farklı inanç ve ideoloji mensupları ile eşit şartlarda siyasî uzlaşma ve mukaveleye dayanan sistem, geçiş dönemi için söz konusudur. Medine vesikasının kurduğu sistemde Allah Resulü ve müminler duruma hakimdirler. Sistemde İslâmın ve müslümanların hakim olmaları şartının gerekçesi, insan hak ve hürriyetlerini korumanın başka bir hakimiyet altında gerçekleşemiyeceği inancı ve vakıasıdır.
Eğer dünyanın herhangi bir yerinde yönetim bu esaslara göre kurulmuş ve işletilir olsaydı mesela özelleştirme konusu nasıl ele alınır ve çözümlenirdi?
Cevap: Devlet kamuya ait bir malı veya işletmeyi başka çıkış yolu bulunmayan bir sıkıntıya düşmedikçe satamazdı. İslâm hukukçuları bu konuyu tasvir ederken "Allah korusun, devlet bir sıkıntıya düşse de..." cümlesiyle söze başlamışlardır. Sattığı takdirde de en azından râyiç değerine veya bazı ictihadlara göre iki katına satabilirdi. İktisadî teşebbüsleri devletin bizzat işletmesinde sakıncalar bulunduğu ve bunun kamu yararına olmadığı şuraca tesbit edilmesi halinde öncelikle bunlar elden çıkarılmadan işletmesinin özel kesime devri düşünülür, mesela kâr ve zararda ortaklık esasına göre devredilirdi. Son olarak tamamen devri en uygun çözüm olarak görülüyorsa bu da yapılabilirdi. Ancak millet; tarafsız, ehliyetli, ahlaklı şura üyelerinin denetim ve danışmanlığında yapılacağı için bütün bu tasarrufların, ümmetin menfaatine ve Allah'ın rızasına uygun olduğundan emin olurdu.
Olur muydu, olabilir miydi? Eğer din istismar edilmiyor, çirkin, defolu vücutları örtmek için bir elbise olarak kullanılmıyor da vücuda hayat veren ruh oluyorsa -ki böyle olması gerekir- bu işler mutlaka böyle olur, böyle biterdi.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Halkın Sorumluluğu
İslâmda kamu görevi onu isteyene değil, layık olana, layık olduğu için istenene (talib olana değil, matlûb olana) verilir. Uzun zamandan beri bu kaideye riayet edilmemiş, insanlar belli görevlerin ve makamların peşine düşmüş, buralara gelebilmek için her çareye başvurmuş, sonunda emellerine nail olmuşlardır. Bir makamı ısrarla isteyenler -çoğu kez- bunu kendi menfaatleri için isterler, menfaatleri devam ettiği müddetçe de burada kalmayı arzu ederler ve bunun için ne yapmak, nasıl davranmak gerekirse öyle yapar, öyle davranırlar. Kamu görevi aslında kamunun menfaati için öngörülmüştür, ancak kamu menfaati ile özel menfaatler sık sık çatışır, görevli kamunun tarafını tutarsa makamını kaybeder; çünkü kamu (halk) bizimki ve benzeri ülkelerde uykudadır, menfaatine ve bunu koruyana sahip çıkmaz. Özel menfaat sahibi ise çıkarının peşindedir, bunun için meşrûiyyet şartını da aramayabilir.
Kamu görevlerinin başında iktidar vardır. İktidarı temsil eden makamlara (bakanlıklar, milletvekilleri, üst düzey bürokrasi) layık olanlar aranıp bulunacak yerde buralara gelmek için çırpınanlar getirilirse balık baştan kokmaya başlar. İşte bu kokuşmayı önlemek için işin en önemlisi, halka (yönetilenlere) düşmektedir. Halk önce işe ve iktidara, bunu ısrarla isteyeni, bunun için her düzenbazlığı yapanları değil, layık olanları bulup getirmelidir. Bunlar genellikle müstağni oldukları, bu makamların sorumluluğundan çekindikleri için kabul etmek istemezler. Halk bilhassa böylelerinin peşine düşmeli, rica ve minnet ile onları işbaşına getirmelidirler. Sistem böyle kurulduğunda eğer yanlışlıkla bir makama layık olmayan biri gelmiş ise yine halkın, denetimiyle bunu tesbit etmek ve gerekli tepkiyi göstererek onu o makamdan uzaklaştırmak sorumluluğu vardır.
Batı'da vatandaşlar, kamu görevlilerine -siyasîler, siyasî makamları işgal edenler de buna dahildir- efendi diye değil, kamu görevlisi, hizmetlisi gözüyle bakarlar, devamlı denetleme mekanizmaları kurmuşlardır; denetlerler, aksaklık gördüklerinde derhal tepki gösterirler, "sen benim verdiğim vergi ile geçiniyorsun, benim (kamunun) menfaatini korumak, ona hizmet etmekle yükümlüsün" derler, görevli aksaklığı devam ettirirse mekanizmayı işletir ve onu alaşağı ederler. İktidarı temsil edenler için de durum aynıdır. Muhalif, muvafık bütün vatandaşlar iktidardan hesap sorar, bir dahaki seçimde hizmete ve halkın menfaatine göre oy verirler.
Türkiye'de demokrasi uygulanıyor ama saltanat geleneği de tamamen silinmiş olmadığından seçimle ve tayinle işbaşına gelenlere "velinimet, efendi, bey, paşa" gözüyle bakılıyor, hizmetleri bir lütuf gibi kabul ediliyor, verdikleri şükranla alınıyor, vermedikleri karşısında boyun bükülüyor. Siyaset partilerle yapılıyor, parti menfaati kamu menfaatinin önünde tutuluyor, bunu istismar eden siyasîler "parti için" diyerek kendi çıkarlarını koruyor ve kolluyorlar, partili vatandaşlar da "partizanlık psikozu içinde" aka kara, karaya ak diyor, kendi menfaatleri için sorumluluklarını yerine getirmiyor, ilgilileri denetlemiyor ve hesap soramıyorlar.
Bu düzen değişmedikçe halkın imkanları ve hazinesi özel menfaat ve ilişki sahiplerine peşkeş çekilecek, kamu görevi makamları padişahlık tahtı gibi kullanılacak (bakan, genel müdür, müsteşar, memur... padişah, halk ise teb'ası gibi olacak) makamlar özel ilişki ve menfaatlere göre alınıp satılacak, görevliler buna göre değiştirilecek... sonunda ezilen ve kaybeden halk olacaktır. Bu durum karşısında içimden hem acıyor, hem de "oh olsun!" diyesim geliyor. Niçin mi? Akıl, irade ve sorumluluk sahibi olarak yaratılmış olan insanların bu imkanlarını kullanmak yerine koyun olmayı, güdülmeyi, itilip kakılmayı ve bundan bir nevi zevk almayı tercih ettikleri için...
Ey halkım! Silkin ve kendine gel, sana imdat ancak senden gelir. Allah muhtaç olduğun kudreti sana vermiştir, onu kullan, maddi ve manevi menfaatine sahip çık, aldanma, suret-i haktan görünenlere kanma. Kişinin aynası işidir; ahlaka, işe ve esere bak, buna göre değerlendir, değerliyi tut, değersizi at; at ki kurtulasın, kocakarılar gibi ağlamak fayda vermez, silkin ve kendine gel!

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Şeriat mı, İnsan Hakları mı?
Gündemdeki tartışmalardan biri de "din-siyaset" ilişkisidir. Bu tartışmaya katılan taraflardan biri; yani "din siyasete karıştığı, iktidara talip olduğu takdirde demokrasi ve insan hakları tehlikeye girer; çünkü dine dayalı yönetimin (şeriatın, şeriata bağlı siyasetin) bulunduğu yerde demokrasi ve insan hakları bulunamaz" diyenler bizce iki guruba ayrılmaktadır: a) Samimi olup şeriat-İslâm ilişkisi ve bu ikisinin insan haklarına bakışı konusunda bilgi eksikliği bulunanlar. b) Gerçeği bildikleri halde demokrasi ve insan hakları çağımızın yükselen değerleri arasında bulunduğu için bundan yararlanarak İslâma karşı cephe oluşturmak veya mevcut cepheyi güçlendirmek isteyenler. Biz bu yazıda samimi, fakat bilgisi eksik olduğu için İslâmî yönetimden korkanları muhatap olarak almak, onlara şeriat ile insan hakları arasındaki ilişki konusunda bazı bilgiler sunmak istiyoruz.
Şeriat islâmî kaynaklarda iki mânâda kullanılmıştır: a) Din ve millet kelimeleri gibi bir bakış açısından İslâmı (dini) ifade etmek için; bu mânâda din, İslâm, şeriat, millet aynı mahiyetin farklı isimleridir. b) Dinin ibadet ve hayat düzeni ile ilgili kısmını ifade etmek için bu mânâda şeriat, İslâmın bütünü değil, bir parçasıdır.
İslâmın bilhassa toplum düzeni (siyaset, hukuk, iktisad alanları ki, buna "muamelat" denilmektedir) ile ilgili bağlayıcı nasları (ayetler ve hadisler) oldukça sınırlıdır. İslâmî ilimler arasında bulunan Fıkıh ilmi kitaplarının ihtiva ettiği muamelat hükümleri; yani şeriat kanunları veya bu kanunlara kaynak olan ifadelerin azı bu naslara, çoğu ise müctehidlerin yorumlarına ve görüşlerine (ictihadlarına) dayanmaktadır. Nasların belli bir örfe ve adete, geçici bir maslahata (faydaya) dayandırılmış olanları, örfün ve maslahatın değişmesi bile değişir. Mesela kaza yoluyla öldürme olayında mağdurun ailesine ödenecek tazminatın miktarı ile sorumluları, iktisadî ve sosyal gelişmelere, değişmelere paralel olarak değiştirilmiştir. Nasların zaman ve mekân boyutlarında evrensel olanları da, fert veya toplumda hasıl olan bir arızadan dolayı uygulanamaz veya uygulandığı takdirde dayanılamaz; zararlı, güç durumlar ortaya çıkarsa (zaruret halinde) askıya alınır, normal hal avdet edinceye kadar uygulanmaz. İctihadla, yorumla ortaya konmuş hükümlere gelince bunlar, ehliyetli alimler tarafından, usulüne uygun olarak yapılacak yeni ictihadlarla değişmeye daima açıktır. Şu halde adına şeriat denilen dinî kanunlar bütününün donmuş, değişmez, belli bir çağın şartlarını yeni çağlara taşıyan, uygulanamaz... hükümler olduğunu söylemenin ilmî tutarlığı yoktur.
İnsan haklarını hukukî bir kavram, felsefî bir düşünce olarak değil de bir olgu, bir fenomen olarak aldığımızda, onsekizinci asırdan günümüze kadar dünyamızda insan haklarından değil, güçlülerin, sesini duyurabilenlerin, dayatabilenlerin haklarından bahsetmek daha uygun olacaktır. İnsan haklarına ait kapsamlı metinlerin ortaya konmasından önceki tarihe baktığımızda ise Hz. Peygamber'in veda hutbesinde, Medine Site Devleti Anayasasında (Medine Vesikasında) ve bunlara kaynaklık eden Kur'an ayetlerinde ortaya konmuş bulunan insan hakları kavramının ve uygulamasının bir benzerine başka toplumlarda raslâmak mümkün değildir.
Kavram ve düşünce bakımlarından insan haklarını ikiye ayırmak gerekir: a) Statü hakları, insan olmaya bağlı olan, insan olan her varlığın sahip olduğu haklar. b) Kesbe bağlı, emekle, bilgi ve beceriyle, ehliyetle elde edilen haklar. Bu iki hak gurubunun kâmil mânâsıyle İslâm'da (şeriatta) bulunduğunu söylemek, hem insan hakları, hem de şeriatın ne demek olduğunu bilenler için hiç de zor değildir. Tartışılan daha ziyade din, düşünce ve ifade hürriyeti olduğu için İslâmda bu hakların varlık ve konumuna kısaca temas etmek gerekecektir. Bilmeyen ve bilmediği için korkanların ifadelerine göre şeriatla yönetilen bir ülkede, müslüman olmayan, müslümanca düşünmeyen ve konuşmayanlara söz ve hayat hakkı yoktur. Bu ifade ve inancın delili ise ikidir: 1. Tarihte görülen din savaşları, din adına yapılan zulümler ve baskılar. 2. Günümüzde İslâmı (şeriatı) uyguladığını söyleyen bazı ülkelerde görülen zulümler ve baskılar. Bu iki görüntü de kısmen ve bir bakış açısına göre doğru olmakla beraber bunları İslâmla, şeriatla aynılaştırmak yanlıştır. Tarihte en büyük savaşlar, insan kıyımları dine değil, siyasete ve din dışı ideolojilere dayalı savaşlar ve kıyımlardır. Mesela birinci ve ikinci dünya savaşlarının sebebi din değildir. Stalin döneminde katledilen 40-60 milyon insanın kıyım sebebi de din değildir. İslâm tarihinde görülen din savaşlarının da örtülü olmayan sebepleri din değildir din siyasete alet edilmiştir.
Günümüzde kurulu bir dünya düzeni vardır. Bu düzeni kuranlar, tarihte dini siyasete alet edenler gibi çağın dini olan demokrasiyi ve insan haklarını siyasetlerine alet ederek dünyanın bir bölümünü sömürmektedirler. Sömürülen ülkelerin çoğu İslâm ülkeleridir. Düzeni bozacak, sömürüyü durduracak, haksızlıklara hayır diyecek, insan haklarını ve ictimaî adaleti gerçek boyutlarıyle ortaya koyacak olan tek sistem İslâmdır.
Onun, dünyanın bir yerinde gerçek mahiyeti ve yüzü ile yaşanması ve görülmesi demek, oyunun bozulması demektir. Bu sömürü oyununu kuran, dünya düzeninin patronları bu sebeple İslâmın güzel yüzünü çirkin göstermek, islâmî oluşumları dejenere etmek durumundadırlar. İşte bu yüzden yer altında filizlenen, şiddeti kendilerine göre zaruri bir yöntem olarak görüp uygulayan gurupların şurada burada meydana getirdikleri islâmî uygulamalarla kendilerini tepkisel olmaktan kurtaramıyorlar. Baskı altında, hiddet ve şiddet içinde ortaya konan örnekler her adımında hikmet ve adalet bulunması gereken islâmı kâmil mânâda temsil etmekten uzak kalıyorlar. Bu da düzencilerin ekmeğine tereyağı gibi geliyor, sürüp sürüp insanlara yediriyorlar.
Gerçek şeriatın yürürlükte olduğu bir ülkede her inanç ve düşünce sahibi -genel ahlak, kamu düzeni, sağlık, güvenlik gibi sebeplere dayalı ve her sistemde bulunan kısıtlamalar dışında- bir kısıtlamaya tabi olmaksızın inancını yaşama, ifade etme, öğretme ve örgütleme hakkına ve hürriyetine sahiptir. Metinler bunu söylüyor, örnek uygulamalar da bunu teyit ediyor. Aksini iddia edenlerle detayları tartışmaya hazırız. Şimdi modern demokrasilere düşen, İslâmı ve şeriatı karalamadan önce, onda olduğu ölçüde insan haklarını hayata geçirmektir.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İnsan Hakları ve Terör
İnsana hak veren, insanı hakka ehil kılan ne insanın kendisidir, ne de kendisi gibi olan bir başka insandır; hakkı takdir eden ve veren, insanı yoktan var eden, bir hikmete bağlı olarak vücuda getirendir; yani Allah'tır. Varlık tesadüfen, kendi başına vücut bulmadığı gibi insan da kendiliğinden hak sahibi olamaz. Olursa her hak sahibi, hakkı belirleyen bir tanrı olur ve diğer insanların kendine kul olmalarını ister, "başkası cehennemdir" der ve kendinden başkasını düşünmez. Çağımızda bireysel hak ve özgürlük anlayışı insanları egoizme, yalnızlığa ve hiçliğe itmiş, bütün değerleri yiyip bitirmiştir. İnsanlar ödevlerinden, görevlerinden bahsetmez olmuş, herkes kendisi için uygun bulduğu hak peşine düşmüştür. İnsanların bu kaostan kurtulmaları tevhide, bir Allah'ın kulluğuna dönmelerine bağlıdır. Yalnızca bir Allah'a kul olan t oplum içinde kula kulluk olmaz, kula kulluğun olmadığı yerde zulüm yaşama zemini bulamaz, herkes hakkını alır, bu hakkı kendisine veren Allah'a kulluk eder, yani haklarını vazifesi için kullanır. Gayeyi ve vazifeyi haktan önce düşünen insanlar, almada değil, vermede yarışırlar; böyle insanların oluşturduğu bir toplum fazilet ve saadet toplumudur. İşte İslâm insanları bu hak ve vazife anlayışına davet etmektedir.
Terör, meşrû olmayan bir amaca, meşrû olmayan şiddeti kullanarak ulaşma eylemidir. Burada "meşrû olmanın ölçüsü" dindir, şeriattır, ilahi/tabii hukuktur. Bu tanıma ve ölçüye göre terör günahtır, ayıptır, suçtur; herkesin ona karşı çıkması ve onu lanetlemesi gerekir. Misal vermek gerekirse yahudiler, önce İngilizlerin sonra da Amerika'nın himaye ve yardımı ile müslüman Filistin topraklarını gasbetmiş, şiddet kullanarak insanları yurdundan etmiş, tüyler ürpertecek işkenceler yapmışlardır ve bu eylemlerine dünyanın gözü önünde devam etmektedirler. Kendileri için uzun vadede bile olsa tehlike gördükleri her oluşumu ortadan kaldırmakta, bunun için -her ölçüye göre- meşrû olmayan yolları ve yöntemleri kullanmaktadırlar. Filistin halkına zorla kabul ettirmeye çalıştıkları barış ve antlaşma da maskeli ve katmerli bir zulümdür. İşte bütün bu eylemler terördür, bunları yapanlar da teröristtir. Öte yandan Filistinli mücahitlerin eylemleri terör değil, cihaddır; çünkü onlar canlarını, dinlerini, mallarını, nesillerini, ruh ve akıl sağlıklarını korumak ve savunmak için eylem yapmaktadırlar; yerine bir başkasını koymaları mümkün olmayan eylemler yapmaktadırlar, yaptıkları meşrû müdafaadır ve meşrû müdafaa bütün hukuklara göre insan hakkıdır.
Yeryüzünden zulüm kalkıncaya kadar, adalet yaygınlaşıp insanlar kula (veya nefislerine) kul olmaktan kurtuluncaya kadar herkesin elinden gelen gayreti sarfetmesi cihaddır, ibadettir; ne mutlu bu cihada katılanlara, tevhid ve cennet topluluğuna!

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Evlilik ve Aile

Hz. Peygamber'in Aileye Verdiği Önem
İnsan için cemiyet, cemiyet için de aile ne kadar önemli ise Hak Din'in ve son ve en kâmil tebliğcisi ve uygulayıcısı Fahr-i Kâinat (s.a.) Efendimiz de aileye o kadar önem ve değer vermiştir. Çünkü O'nun tebliğ ve tatbik ettiği dinin vâzı'ı ile kâinatın yaratıcısı birdir; Vahid, Ehad, Hakîm ve Alîm olan Allah'ın iki eseri (din ve insan) arasında çelişkinin bulunmaması, birinin diğerine elbise ile vücut gibi uyması tabiidir.
Resul-i Ekrem'in örnek uygulamasında kemaliyle tecelli eden İslâm'ın, aileye verdiği yer ve önem şu tedbirler ve talimat tablosunda açıkça görülmektedir:
1. Allah Teala'nın insanlığa örnek olarak sunduğu sevgili Resulü bizzat evlenmiş, aile kurmuş; baba, dede, eş, kayınpeder, enişte gibi aileye bağlı sıfatlarla örnek davranışlar ortaya koymuştur. İlk evliliğini yirmi beş yaşında iken, kendisinden onbeş yaş büyük ve dul olan bir hanımla (Hatice annemizle) yapmış, elli yaşına varıncaya kadar bütün gençliğini bu tek hanımıyla yaşamış, çevresinde yaygın bir adet olmasına rağmen ikinci bir eş edinmemiştir. Neslini devam ettiren çocuklarının da annesi olan sevgili eşi vefat ettikten sonra yaşlı, genç birden fazla hanımla evlenmiş ve geride kalan onüç yılını bu hanımlarına manevi zenginlik ve mutluluk bahşederek geçirmiştir. O'nun gençliğini yaşlı, dul ve tek hanımla geçirmesi evlilikte cinselliğin önüne geçen amaçların bulunduğunu ve gerektiren ciddi bir sebep bulunmadıkça ailenin tek hanımla kurulacağını göstermektedir. Daha sonraki eşlerini edinmesinde her birine ait siyasî, ictimai, ahlâkî, dinî sebepler ve hikmetler vardır. Ayrıca ümmetinde birden fazla hanımla evlenme bir sosyal vakıa olacağından bunlarla, Allah'a kulluk çerçevesinde bir aile hayatı yaşamanın eşi bulunmaz örneği verilmiştir...
2. Evlenmeyi teşvik etmiş, Allah'a daha fazla ve daha iyi kulluk edebilmek için evlenmeyi, aile hayatını terketmek isteyenleri bundan vazgeçirmiştir. Sahabeden üç kişi Resulullah'ın eşlerinden birine O'nun günlük ibadet hayatını sormuşlar, durumu öğrenince kendi ibadetlerini az bulmuşlar ve o andan itibaren kendilerini ibadete vermeyi kararlaştırarak; birisi gece sabahlara kadar namaz kılmaya, ikincisi her gün oruç tutmaya, üçüncüsü de aile hayatı ile ilgisini kesmeye azmetmişlerdi. Hz. Peygamber yaptıklarını öğrenince yanlarına geldi ve şöyle buyurdu: "Yemin ederim ki ben hepinizden daha fazla Allah'tan korkar ve O'nun koyduğu sınırlara riayet ederim, fakat (aynı zamanda) nafile oruç tuttuğum da olur, tutmadığım da, gece namaz da kılarım uyku da uyurum, kadınlarla da evlenir aile hayatı yaşarım; imdi kim benim yolumdan ayrılırsa benden değildir." (Buhari, Nikâh, 1). O gençlere hitaben şöyle buyuruyor: "İmkân bulanlarınız evlensin; çünkü gözü ve iffeti en iyi koruyan evliliktir..." (Buhari, Nikâh, 2-3.)
Resulullah'ın talimatından çıkan sonuca göre imkanı müsait ve evlilik hukukuna riayet edebilecek olan kimselerin evlenmeleri gereklidir.
3. Evlenmeyi kolaylaştırmış, şeklini, şartlarını ve maddi külfetini asgariye indirmiştir. Şahitler huzurunda yapılmak veya vekillerinin yahut da velilerinin bir araya gelerek irade beyanında bulunmaları (seninle evlendim, seni eş olarak kabul ediyorum gibi örf ve adete uygun bir ifadede bulunmaları) evliliğin oluşması için yeterlidir. Erkeğin kadına vereceği veya borçlanacağı mal (mehir) sembolik düzeyde olabilmektedir. Akit esnasında mehrin zikredilmemiş olması akdin sıhhatine mani değildir.
4. Evlenmek, aile kurmak isteyip de maddi, manevi engeller yüzünden bunu gerçekleştiremiyenlere yardımcı olmuş, evlenmelerini sağlamıştır. Kendileri bir gün ashabı ile birlikte bulunurken bir kadın yanına gelmiş ve mehirsiz olarak O'nunla evlenmek istediğini bildirmişti. Peygamberimiz (s.a.) kadına baktı, sonra tekrar başını önüne eğdi, kadın O'nun, evlenme konusunda bir hükme varmadığını görünce bir kenara oturdu. Sahabeden biri ayağa kalkarak "Ya Rasûlallah! Eğer siz onunla evlenmek istemiyorsanız benimle evlendirin" dedi. Efendimiz -adama- kadına verecek birşeyinin olup olmadığını sordu, olumsuz cevap alınca da "Git bir ailene bak, belki birşeyler bulursun"dedi, adam gitti ve eli boş döndü. Resulullah "Bak, demirden bir halka da olsa olur" dedi, adam gidip aradı yine eli boş döndü ve "Demirden bir halka yüzüğüm de yok, yalnızca üzerimdeki alt giysim (izarım) var" dedi (adamcağızın üst giysisi bile yoktu). Efendimiz "Alt giysini nasıl vereceksin; sen giysen o giyemez, o giyse sen çıplak kalırsın" dedi, adam yerine geçip oturdu, aradan uzunca bir süre geçince de ümidini keserek kalkıp gitmeye yöneldi. Peygamberimiz onu geri çağırtarak Kur'an-ı Kerim'den ezbere bildiği kısımların olup olmadığını sordu, birkaç sureyi ezbere bildiğini öğrenince de şöyle buyurdu:
"Haydi al da git, bildiğin surelere karşı bunu sana veriyorum" (Buhari, Nikah, 14).
O'nun ve eşlerinin büyütüp yetiştirerek, cariye ise azad ederek, engeli varsa yardımcı olarak evlendirdiği birçok erkek ve kadın olmuştur.
5. Ailede eşlerin amaca uygun olarak seçilmesi çok önemlidir. İnsanların eş seçiminde kullandıkları ölçüler farklıdır ve çoğu kez geçici hevesler ve zevklerin etkisi sözkonusudur. Bu sebeple Resulullah (s.a.) Efendimiz ümmetini eş seçimi konusunda uyarmış ve sağlam ölçüler getirmiştir. Bir hadiste şöyle buyurmuştur: "Kadın dört özelliğinden dolayı seçilir: Malı, soyu sopu, güzelliği ve dindarlığı; evlilikten hayır görmen için eşin dindarını seç!" (Buhari, Nikah, 15)
Ashabı ile beraberken yanlarından bir adam geçti. Efendimiz "Bu adam hakkında ne dersiniz?" diye sordu, "Bu kişi bir kızı isterse verilir, bir iş için aracı olursa geri çevrilmez, konuşursa dinlenir" dediler. Bir müddet sükut ettiler, sonra müslümanların yoksullarından biri geçti, Efendimiz "Bu adam hakkında ne dersiniz" diye sorunca sahabe: "Bu adam birinden kız istese vermezler, bir iş için aracı olup ricada bulunsa geri çevirirler, konuşsa dinlemezler." cevabını vmerdiler. Peygamberimiz "Bu fakir, öbür zengin gibi dünya dolusu insandan daha hayırlıdır." buyurdular. (Buhari, aynı yer).
Zengin ve güzel bir dul kadınla evlenmek istediğini söyleyerek fikrini soran bir sahabiye kadının doğurgan olup olmadığını sormuş, çocuğu olmadığı cevabını alınca "çocuğu olanı tercih et" buyurmuştur.
Peygamberimizin bu değerlendirmelerine göre eş seçiminde öncelik dindarlık ve ahlaka verilecek, diğer iyi ve güzel vasıflar önem bakımından ikinci sırada tutulacaktır.
6. İstikrarlı, huzurlu, verimli bir aile hayatı için gerekli bulunan hukukî ve ahlâkî düzenlemeleri ilahi irşad doğrultusunda yapmış, aile hayatının değişime açık yönlerini örf, adet ve gelişmelere bırakmıştır. Kitab ve sünnetten hareketle ortaya konmuş bulunan İslâm aile hukuku (münâkehât, mufâraqât) ciltlere sığmayacak zenginliktedir. Ailede roller, yardımlaşma, nafakanın kemmiyet ve keyfiyeti, sosyal ilişkiler gibi konularda değişime açık bulunan hüküm ve uygulamalar örf ve adete bırakılmış, bunların ma'rufa (müslümanların iyi, güzel, uygun bulmalarına) göre yürütülmesi istenmiştir. (Nisa: 4/19).
7. Kurulmuş ailenin fertleri arasında çıkan anlaşmazlık ve problemler ile ilgilenmiş, bütün imkânları aileyi sürdürme ve huzuru sağlama yönünde kullanmıştır. Ümmetini de bozulan aile ilişkilerini düzeltmeye teşvik etmiş, bu maksatla gerektiğinde yalan söylemeyi bile caiz görmüştür (Tirmizi, Birr, 26). Bizzat kendi yakınlarında, daha doğrusu en yakınında, Hz. Ali ile eşi Fatıma arasında meydana gelen bir kırgınlıkla nasıl meşgul olduğunu şu olayda görüyoruz. Birinin babası, diğerinin amcazadesi olan Efendimiz bir gün Fatıma annemizin evine gelmiş ve Hz. Ali'yi evde bulamamıştı. Kızına "Amcamın oğlu nerede?" diye sorduğunda şu cevabı aldı: "Aramızda bir şey oldu, bana kızıp dışarı çıktı, öğle istirahatini benim yanımda yapmadı." Bu cevap üzerine Peygamberimiz birisini, Hz. Ali'yi aramak üzere gönderdi, arayan kişi biraz sonra döndü ve onun mescitte uyumakta olduğunu haber verdi. Efendimiz mescide geldiğinde Hz. Ali hâlâ uyuyordu, üzerinden ridası kaymış, vücudu toprağa bulanmıştı. Sevgili kayınpederi bir yandan mübarek elleriyle vücudundaki toprağı silerken diğer yandan "Kalk toprak babası, kalk toprak babası (Ebu Türab)" diyerek onu kaldırdı, beraber eve gittiler, kırgınlık ortadan kalktı, mutlu hayatın akışı kaldığı yerden devam etti. (Müslim, Fedailu's-sahabe, 38). Hz. Ali bu tatlı hatırasını yadeder ve en sevdiği adının "toprak babası, topraklı" mânâsına gelen "Ebu-Türab" olduğunu söylerdi.
Yine aynı yüce aileye, müminlerin sevgilisi ehl-i beyte ait bir başka örnek, Hz. Ali'nin, eşi Fatıma üzerine -ikinci bir eşle- evlenme teşebbüsünde ortaya çıkmıştır. Bunun Hz. Fatıma'yı üzeceğini, günaha sokabileceğini (fitne), ailenin huzur ve mutluluğunu gölgeleyeceğini düşünen Hz. Peygamber (sa.) yangını ilk kıvılcımında önlemek üzere derhal harekete geçmiş, "Ali eşi Fatıma'yı boşamadıkça üzerine o kadını alamaz" demiş, sevgili damadı da eşini ve kayınpederini üzmemek, aile mutluluğuna gölge düşürmemek için bu teşebbüsünden vazgeçmiştir. (Buhari, Nikah, 109; Ebu-Davud, Nikah, 13; Avnu'l-Ma'bud, c. VI, s. 76-81).
8. Çocukların eğitim ve istikballerinden birinci derecede aileyi sorumlu tutmuştur. Allah Teala'nın "Ey iman edenler, kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun..." (Tahrim: 66/6) buyruğunun nasıl yerine getirileceğini ümmetine öğretmek üzere hem kendi ailesinde uygulama örnekleri vermiş, hem de değeri zamanları aşan sözler söylemiştir:
"Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürüsünden mesuldür. Yönetici çobandır. Aile reisi erkek ailesinin çobanıdır. Kadın evin ve çocuğun çobanıdır... Hasılı hepiniz çobansınız ve sürünüzden mesulsünüz." (Buhari, Nikah, 90).
"Hiçbir çocuk yoktur ki fıtrat üzere doğmasın, sonra ana-babası onu yahudi veya hıristiyan, yahut mecusi... yaparlar. Tıpkı bir hayvanın kendi cinsinden ve azası tam bir yavru dünyaya getirmesi gibi, siz onda hiçbir eksiklik görür müsünüz? Fakat kendiniz onun kulağını, kuyruğunu keser değiştirirsiniz." (Müslim, Kader, 22-25).
"Çocuk yedi yaşına gelince ona namaz kılmasını telkin edin, on yaşına gelince zorla da olsa kıldırın." (Ebu Davud, Salat, 24).
Malik b. el-Huveyris anlatıyor: Ben ve aynı yaştaki genç arkadaşlarım Resulullah'ın yanına gelmiş, yirmi gün kadar kalmıştık. Kendileri çok merhametli ve anlayışlı idiler, ailelerimizi istediğimizi veya özlediğimizi anlayınca geride kimleri bıraktığımızı sordular, onları kendisine bildirdik, şöyle buyurdular: "Aile ocaklarınıza dönün, onlarla beraber kalın, bildiklerinizi onlara öğretin, gerekli talimatı verin... Namazı beni kılarken gördüğünüz gibi kılın, namaz vakti girince biriniz ezanı okusun, en büyüğünüz de size imam olsun." (Buhari, Salat, 18).
9. Yakından uzağa bütün aile fertlerinin aile bağlarına, bu bağın gerektirdiği hukuk ve edebe riayet etmelerini emretmiştir. Bu emir, muhtaç olan akrabanın geçimini sağlama (nafaka) gibi konularda bağlayıcı bir kanun hükmündedir. Şöyle buyurmuşlardır:
"Öncelikle annenin rızasını gözet ve ona iyi davran, öncelikle annene, öncelikle annene, sonra babana, sonra da yakınlık derecelerine göre diğer akrabana."
"Amellerin en değerlisi vaktinde kılınan namazdır, sonra ana-babaya iyi davranmaktır, sonra da Allah yolunda cihaddır."
"Allah Teala şöyle buyurmuştur: Ben Allah'ım, ben Rahmanım (Rahmetimin sınırı yoktur), akrabalık bağını yarattım ve ona kendi ismimden bir isim vererek "rahim" dedim. O bağı devam ettirenle bağımı devam ettiririm, kesenle de bağımı keserim."
"Üç kızı veya üç kızkardeşi olup da onlara karşı iyi davranan, onları hoşnut tutan herkes cennete girer."
"Bir kimsenin çocuğunun terbiyesi ile meşgul olması sadaka vermesinden daha hayırlı ve ecirlidir."
"Hiçbir kimse çocuğuna, güzel ahlaktan daha üstün bir bağışta bulunmuş olamaz." (Tirmizi, Birr, 1-10, 33).
10. Ailenin bir okul, bir ibadethane, sıcak ve aydınlık bir yuva, bir sığınak, bir sosyal rabıta birimi ve bir keyfiyetli nüfus üretim kaynağı olabilmesi için diğer aile fertlerinden önce karı-koca arasında karşılıklı sevgi, saygı ve şefkatin bulunması gerekir. Bu sebeple birbirini sevmeyen, birbiri ile geçinemiyen, birbirinin haklarına riayet etmeyen çifti bir arada tutmanın mânâsı yoktur. Bu gerçekten hareket eden İslâm, başka çare kalmadığında boşanmaya izin vermiş, bunun da aile sırlarını dışarıya açmadan, İslâm kardeşliğine ve geçmiş hukuka zarar vermeden yapılmasını istemiş, bu maksatla aile meclisi ve hakemlik kurumuna yer vermiştir. (Nisa: 4/35).
Allah Resulü'nün boşanmaya, aile bağına son vermeye bakışını şu cümlesi beliğ bir şekilde ifade etmektedir: "Allah'ın en sevmediği helal, boşamaktır." (Ebu Davud, Talak, 3).
Ve Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur: "... Kadınlara iyi davranın. Onlarda hoşunuza gitmeyen bir şey olursa bilin ki, bir şey sizin hoşunuza gitmediği halde Allah sizin hakkınızda onu çok hayırlı kılmış olabilir." (Nisa: 4/19).
Sonuç: Genişten dara doğru birbiri içine girmiş, biri diğerini tamamlayan ve koruyan insanlık, ümmet, kavim, kabile ve aile halkalarının çekirdeğini İslâm'da vazgeçilmez bir kurum olarak aile teşkil etmektedir. İslâmın ve Hatemu'l-Enbiya Efendimizin (s.a.) ona verdiği önem ve bu önemle mütenasib eğitim, yönlendirme ve düzenlemeler sayesinde İslâm ailesi, asırlar boyu kendisinden bekleneni vermiştir, vermektedir.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İmam Nikâhı - 1
Adına dinî nikah veya imam nikahı denilen nikahı yaptırmanın birden fazla sebebi ve saiki vardır:
a) İki tarafın da niyeti evlenmektir, bunu hemen gerçekleştirmeye engeller vardır, bu arada iki arkadaş gibi görüşme isteği mevcuttur, bu arkadaşlar birbirini sevdiği ve evlenmek istedikleri için birbirlerine kardeş gibi bakmaları mümkün değildir, böyle olunca da günah işleme (şehvetle bakma, elle dokunma, başbaşa kalma, birlikte seyahat etme, muhtemelen ileri derecede olmasa da sevişme...) ihtimali vardır, bu tehlikeyi (günah işleme ihtimalini) ortadan kaldırmak için dinî nikah yapılmaktadır.
b) Taraflar henüz evlenmeye karar vermemişlerdir, biraz birbirini tanımak istemektedirler, bu esnada günah işlememek için dinî nikah yaptırmaktadırlar.
c) Tarafların evlenip aile kurmak ve devamlı olarak aile birliği içinde yaşamak gibi bir niyetleri yoktur, bir müddet karı-koca olarak yaşamak -mesela öğrencilik, gurbet hayatı vb. den- sonra ayrılmak istemektedirler. Bu arada cinsî ilişkileri meşrû sınırlar içinde olsun diye dinî nikah yaptırmaktadırlar.
d) Ülkemizde birden fazla eş ile evlenmek yasaktır. Buna rağmen ikinci bir hanımla evlenmek isteyenler, çoğu defa birinci hanımı da duymadan ikinci hanımı ile dinî nikah yaparak evlenip bu hayatı yaşamaktadırlar.
e) Bazıları karılarını üç defa boşadıktan sonra tekrar evlenmek istemekte, buna şeriat -kadın başka bir erkekle evlenip boşanmadıkça- izin vermediği için kadın, başka bir erkekle dinî nikah yaptırıp evlenmekte, sonra boşanıp birinci kocası ile yeniden evlenmektedir.
f) Bazı kimseler resmi nikahı, rejim sebebiyle geçersiz saymakta, bunun için zifaftan önce bir de dinî nikah yaptırmaktadırlar.
Muhtemelen bundan başka sebep ve saikler de vardır.
Bunların sırayla şer'i hükümlerini ve iyi-kötü taraflarını açıklayalım:
a) Tarafların niyetleri iyi, ana-babaları da durumu bilmekte ve razı olmaktadırlar; bu şıkta hiçbir sakınca görmüyorum. Yalnız bu nikah -ve diğerleri- sun'i, şakadan, yarı muteber... bir nikah olmadığı, bütün sonuçları doğuran bir evlenme akdi mahiyetinde bulunduğu için taraflardan biri haklarını talep edince karşıdakinin direnmesi, hayır demesi manevi sorumluluk doğurur.
b) Bu evlenme akdi meşrûdur, taraflar evlenmiş sayılır, haklar doğmuştur, ancak kafalarında "anlaşamaz, kaynaşamaz isek ayrılırız, fiilen evlenme safhasına geçmeyiz" niyeti bulunduğu için ve fiilen de böyle olabildiği için her iki tarafın boşama hakkının bulunmasında fayda vardır. Erkekte bu hak zaten mevcuttur, kız da akdi yaparken eşinden bu hakkı talep edip almalıdır; çünkü ileride kız ayrılmak isteyip erkek bunu istemediğinde problem doğmakta, istenmeyen olaylar vukubulmaktadır.
c) Müt'a nikahı, muvakkat nikah (cinsî ilişki için veya bir müddet evlilik hayatı yaşamak üzere) yapılan nikah (evlenme akdi) normal hallerde, sünnilere göre caiz ve geçerli değildir. Normal dışı hallerde, mesela devamlı evlilik yapmanın mümkün olmadığı veya zor olduğu durumda kişi, evlenmediği takdirde zina yapmaktan korkuyorsa, cinsî baskı onu bu fiile zorluyorsa, harama düşmemek için geçici evlenme yapması bir iki sünni müctehide (dört mezhebde değil) ve genellikle şi'aya göre caizdir. Şi'a, bazı kayıtlarla normal hallerde de geçici evlenmeyi caiz görmektedir.
d) Birinci eşine haber versin vermesin bir erkeğin, ikinci bir eşle evlenme hakkı -ilke olarak- mevcuttur. Ancak bu hakkın kullanılması bazı şartlara bağlanmıştır; bu şartların bir kısmı hukukî, bir kısmı ise ahlâkîdir. Birinci eşe bilgi verilmezse ahlâkî bakımdan sakınca vardır, iki yüzlülük, ahde vefasızlık, bir sürü yalanlar, tertipler söz konusu olacaktır. Bilgi verilmesi halinde ilk hanımın, bütün haklarını alarak boşanma hakkı vardır. İkinci eşle evliliğin, iki tarafın ailesine ve çocuklara etkisi hesaba katılmalıdır; özellikle bu işin nadir olduğu zaman ve zeminlerde etkisi olumsuz olacağından, bunca olumsuzlukları hiçe saymanın -şehveti tatmin dışında- geçerli sebepleri, saikleri bulunmalıdır. İkinci eşle yapılan dinî nikah geçerli -ilişkilerde haramlığı ortadan kaldırıcı- olmakla beraber, şeriatın uygulandığı yerlerde, kötüye kullanılması, aileye ve topluma zarar vermesi gibi hallerde yönetici tarafından -danışma yapılarak- yasaklanabilir; bu takdirde ikinci eşle evlilik hukuken (kazaen) geçerli olmaz.
e) Üç talak ile boşamaların çoğu usulüne uygun yapılmadığı için geçersiz olmasına rağmen bazı ictihadlar bunları geçerli saydığı ve taklitçi fıkıhçılar da buna göre fetva verdikleri için taraflar sıkıntıya düşmekte, evlilik hayatına dönmek istediklerinde kendilerine, hülle adı verilen "başka bir erkekle evlenme şartı" dayatılmaktadır.
Hülle nikahı (üç kere boşanmış kadını, boşayan kocasına helal kılmak için bir başkası ile geçici olarak evlendirme, sonra boşandırma ve sonra ilk eşi ile evlendirme işlemi) bir rezilliktir ve İslâma iftiradır, İslâmda böyle bir işlem yoktur. Bir kere kocanın her aklına geldiğinde ve psikolojik durumu ne olursa olsun karısına "boşsun" demesi ile kadın boş olmaz; kadın, bir temizlik içinde (iki hayız arasında) ancak bir talak ile boşanır, kaç sayı zikredilirse zikredilsin bir talak ile boşanmış olur, boşama temizlik başlayınca cinsî birleşme yapılmadan vuku bulacaktır, aksi halde geçersiz olur. Koca boşarken serbest iradesi ile (zora gelmeden) bu tasarrufta bulunacaktır, akıl ve ruh dengesi yerinde olacaktır, öfkeye kapılmış bulunmayacaktır.
Bu şartlar dahilinde karısını üç kere boşamak bir anda olamaz, aylar içinde gerçekleşir, bu şartlara rağmen usulüne göre ve uzun sürede karısını üç kere boşamış bir erkek, onunla hemen yeniden evlenmek istemez. İstediği takdirde de -bunu karşı taraf da istiyorsa- birinci eş istedi diye ve ona dönmek için ikinci eş ile evlenme yapılamaz. İslâmda evlenme devamlı yaşamak için yapılır ve bunun da hukukî, sosyal, psikolojik, ahlâkî şartları, gerekleri vardır.
İşte bütün bu şart ve gereklere uygun olarak ikinci evliliğini yapmış bulunan bir hanım, ikinci eşinin kendisini boşaması veya vefat etmesi halinde, iki taraf da istiyorsa birinci eşi ile tekrar evlenebilir. Bu imkan, bütün boşanan kadınlar için de mevcuttur; yani ilk kocası üç kere değil de bir veya iki kere boşamış, kadın da onunla yeniden evlenmeyip bir başka koca ile evlenmiş, bu ikinci koca da onu boşamış veya ölmüş olursa bu hanım, istediği takdirde birinci kocası ile yeniden evlenebilir. İşin gerçeği budur, gerisi hızlandırılmış filimdir, oyundur, rezilliktir, günahtır.
f) Rejim ne olursa olsun, müslümanlar hangi çeşit yönetim altında bulunurlarsa bulunsunlar yaptıkları ve kendilerine uygulanan hukukî işlemlere şeriat (İslâm hukuku) açısından bakarlar. Bu bakımdan meşrû ve geçerli ise bunu geçerli sayar ve uygularlar, eğer şer'î bakımdan eksiklikler ve sakatlıklar varsa bunu, kendi sistemlerine göre yeni baştan yapar veya düzeltir, ondan sonra uygularlar. Mesela ülkemizde, sistemin noterlik kurumu vardır, müslümanlar da bu kuruma gider, çeşitli anlaşmalar, vekaletler, akitler yapar, bunları tescil ettirirler; kurum sistemin ve rejimin kurumu diye -kendi inançlarına göre de doğru ve meşrû olan- hukukî işlemler geçersiz olmaz, sakatlanmaz. Tıpkı bunun gibi muhtarlıkta, belediyede, konsoloslukta -ki bunlar da rejimin kurumlarıdır- yapılan nikah, şer'i bakımdan bir eksiklik taşımıyorsa geçerlidir. Esasen nikah akdini yapan, sayılan kurumlar değildir, akdin iki tarafıdır, erkek ile kadındır. Kurum yalnızca tescil ve ilan işini gerçekleştirmektedir. İmdi müslüman kadın ile erkek, şahitler huzurunda, dinin geçerli saydığı bir nikah akdi yaptıklarında; yani dinî bakımdan gerekli bulunan şartlara uygun bir akit yaptıklarında bu akit niçin geçerli olmasın, niçin başka bir akde (imam nikahına) ihtiyaç bulunsun? Nikah birdir, tektir; bu da İslâmın gerekli gördüğü şartlara uygun olarak yapılan nikahtır, nikahın yerine veya merasimi yönetene göre "belediye, imam vb." diye isim vermek sonucu değiştirmez; imam huzurunda olsun, belediyede olsun nikah, şartlara uygun yapıldığında geçerli olur, yapılmadığında geçersiz olur vesselam.
Hanefiler, ergenlik çağına gelmiş ve aklı başında bir kızın, nikah akdinde bizzat kendini temsil edebileceğini, velisine gerek bulunmadığını ileri sürmüşlerdir. Ancak yine Hanefilere göre, dengi ile evlilik yapmamış bir kızın velilerine, mahkemeye başvurarak akdin feshini talep hakkı verilmiştir. Zamanımızda, daha doğrusu ülkemizde velilerin böyle bir hakları yoktur, şer'i bakımdan bu haklarını kullanmak için başvuracakları dinî bir merci (kaza yetkisini haiz bir makam) de mevcut değildir. Şu halde veliler bu durumda nikahın feshini sağlama imkanından mahrum bulunmaktadırlar.


İmam Nikâhı - 2
Geçtiğimiz günlerde vuku bulan bir ev basma olayı sayesinde vatandaşlarımız fıkıh (İslam Hukuku) ile ilgili hayli bilgi aldılar, ancak bilgiler bir heyecan ve tartışma ortamında alındığı ve açıklamalar çelişik ve çatışık olduğu için kafaları da iyiden iyiye karıştı. Aslında müslümanların bu gibi konuları öğrenmek veya tartışmak, var ise problemleri çözüme kavuşturmak için başkalarının/ötekilerin tertip ve tahriklerini beklememeleri gerekir. Soğukkanlı ve sağlıklı bir zeminde ehli tarafından konular açıklanmalı, tartışılmalı ve problemler çözümlenmelidir. Halihazırda olan, karşı tarafın (şeriata, onların deyişiyle köktendinciliğe, siyasî İslama... karşı olanların) tertibi ile bir araya gelen bazı müslümanların (konu ile ilgili şahıslar ile hocaların), yine onların yönlendirmeleri ile çekişmeleri, bağrışıp çağrışmaları, birilerinin kına yakmalarına sebep olmalarıdır. Bu olup bitenlerden dahi dinin ve ümmetin hayrına sonuçlar çıkmasını diledikten sonra bazı noktalara farklı yönlerden yaklaşmak ve bakmakta fayda görüyoruz:
1. Medyanın konuya gösterdiği ilginin birinci sebebi seyirci toplayıp para kazanmak, ikinci sebebi ise bazı müslümanların hatalarından istifade ederek İslam'ı karalamak, şeriatı gözden düşürmek, kendi inanç ve yaşantılarına meşruiyet kazandırmaktır. Maksatları bu olmasaydı konuya bu kadar değil, gerektiği kadar yer verirler, sorularını tarafsız ve bütüncü (kendi kusurlarını da içeren) bir bakış açısından yöneltirler, İslam'ın ve değerlerin yıpranması için değil, yanlışların ortadan kalkması için gayret ederlerdi. Öteki cepheden olup da medyada çalışan ve bu konuya karışanların ifadelerine bakılırsa kendileri de müslümandır ve maksatları zulmü, ahlaksızlığı, istismarı, kötülüğü teşhir etmek ve ortadan kalkmasını sağlamaktır. Eğer bu beyan doğru ise Türkiye'de kadının cinsî bir araç gibi kullanılması, genç kızların çeşitli zaaf ve ihtiyaçlarından faydalanılarak -bazen patronları ve amirleri tarafından- iğfal edilmeleri, namus ve iffetlerini kaybetmeleri, para karşılığında namuslarının peşkeş çekilmesi, fuhşa sürüklenmeleri... yeni bir olay mıdır, bu hafta mı ortaya çıkmıştır? Genelevleri, randevu evlerini, patronları tarafından iğfal edilen, baskı veya kandırma yoluyla ırzlarına geçilen kızları, kadınları duymadılar mı, görmediler mi? Görmedilerse görmek için neden zenaatlerini kullanmadılar? Yoksa onların hedefleri zina ve fuhuş değil de dinî nikâh mı? İmam nikâhı ile evlenip evlilik hayatı yaşayan müslümanlar mı? Eğer bunlar da müslüman iseler medyada, evli olmadıkları halde evli gibi yaşayan farklı cinsten veya aynı cinsten çiftleri, ayıp günah demeden, kınamadan, hatta imrenerek ve imrendirerek nasıl verebiliyor, ilişkilerini nasıl tabii ve meşru bir ilişki imiş gibi sunabiliyorlar?
2. Nasreddin Hoca merhumun evine hırsız girmiş, hoca durumu öğrenip ah vah etmeye başlayınca komşuları etrafına toplanmış ve her biri bir cihetten hocayı tenkit etmeye, tedbirsizliğini ortaya koymaya girişmişler, sonunda canı sıkılan hoca, "İnsaf edin yahu, hırsızın hiç mi suçu yok!" deyivermiş.
Kıssadan hisseye gelince: Mevcut hukuk sistemi, halkının yüzde doksan dokuzu müslüman olan bir ülkede zinayı serbest bırakıyor da evlenmeyi yasaklıyor; evet yanlış yazmadım, aynen böyle yapıyor. Siz böyle yaptığını neden mi farketmediniz? Söyleyelim: Kelimeleri ve kavramları değiştirdiği, değerleri altüst ettiği için. Bir müslüman, dininin hukukuna göre evleniyor (mesela ikinci bir hanımla nikâh yapıyor, bu evlilikten çocukları oluyor). İslam'a göre bu evlilik -şartlarını taşıyor ise- sahihtir, çocuk da babanın meşru çocuğudur, nesebi sahihtir. Halbuki bu ülkenin hukukuna göre örneğimizdeki müslümanın yaptığı zinadır, çocuğu da veled-i zinadır (nesebi belli ve sahih değildir). Öte yandan reşid olmuş bekâr bir erkek ile bekâr veya dul bir kadın birbirlerini sevdikleri için nikâhsız olarak cinsî temas yapsalar İslam'a göre bu zinadır ve cezası vardır, halbuki bu ülke kanunlarına göre mezkûr fiil zina ve fuhuş değildir. Dinleri, inançları ve gelenekleri ile bu derecede tutarsız, uyumsuz ve çelişen bir hukuk sistemi içinde müslümanların yanlış yapmaları bazen kaçınılmaz hale gelebilir. Bu yanlışlıkların ve hukuk ihlallerinin olmaması isteniyorsa kanunlar yapılırken halkın inancı ve geleneği kaale alınmalı, hesaba katılmalıdır.
Bu yazıda karşı tarafa vuruldu, onların eksikleri, kusurları ve kötü maksatları üzerinde duruldu. Peki müslümanların hiç mi kusuru, eksiği, sui istimali yok? Olmaz mı, kul kusursuz olur mu? Bunları aşağıda ele alacağız.


İmam Nikâhı - 3
Müslümanın bir nikâhı vardır; o nikâh, dünya hayatını da düzenleyen dininin, meşru ve makbul gördüğü, ilgili kaynaklarda tanımladığı, unsur ve şartlarını açıkladığı nikâhtır. Bu şartlar ve unsurlar arasında imam yoktur, nikâhı imamın kıyması yalnızca bir gelenektir, bu geleneğin oluşma sebebi de nikâh gibi önemli bir konuda bir hatanın, bir kusurun bulunmasını, günaha girilmesini, bir bilenin kontrolü ile engellemek olmalıdır. Şu halde imam nikâhından değil, İslam'a göre muteber olan ve olmayan nikâhtan (evlenme akdinden) söz etmek gerekir.
Evlenme akdi dinî, hukukî ve ahlakî birçok hükümler getiren, sonuçlar doğuran bir akittir. Bu sonuçları doğurmayacak bir evlenme akdi -muhtemelen zina şaibesini ve günahını ortadan kaldırsa bile- eksiktir, veballidir, uluorta uygulanmaması gerekir.
Müslümanların toplumdan gizleyerek, hukukî sonuçlarının uygulanmayacağını bilerek nikâh yapmalarının sistemden ve toplumdan kaynaklanan sebepleri de vardır. Üniversitede okuyan bir genç, etrafında meşru veya gayri meşru ilişkiler içinde bulunan çiftleri görmekte, basın, medya ve sanat tarafından da durmadan cinsî duyguları tahrik edilmektedir. Güçlü iradesiyle, oruç, zikir, güzel ve eğitici dostluklar ile kendini frenleyebilen gençler yanında bunu yapamayanlar da vardır. İşte bu ikinci sınıf gençlerin önünde iki yoldan biri açık hale geliyor. Ya evlenecek yahut da birçok arkadaşının yaptığı gibi zina yapacaktır. İnançlı ve iffetli bir genç zina yapamayacağına göre yolun biri daha kapanmış, geriye evlenme yolu kalmıştır. Toplum evlenmeyi elinden geldiği kadar güçleştirmiştir; genel kabule göre hem erkeğin aile geçimini temin etmesi gerekiyor, hem de evlenmeyi gerçekleştirmek için neredeyse bir servet harcaması icab ediyor. Hz. Peygamber (s.a.) evlenmeyi kolaylaştırdığı, Kur'an-ı Kerim "...eğer onlar yoksul iseler Allah onları lütfu ile zenginleştirir" (Nur: 24/32) buyurduğu halde toplumun çalıyı tersine sürümesi evliliğin kâmil manada oluşma yolunu da tıkamış ve geriye ya zina yahut da -eksikleri bulunsa bile- bir yanıyla kitabına uyan nikâh kalmaktadır. Bunu kâmil hale getirmek yalnızca nasihatle, medyada tartışmakla olmaz; dinî, ahlâkî, sosyo-ekonomik tedbirler gerekir.
İslam'dan önce Arabistan'da birçok evlilik çeşidi ve bir çok kadınla bir arada evlenme imkânı vardı. İslam evlenme akdini bildiğimiz şekle (meşru tek evlenme çeşidine) indirdi. Birden fazla kadınla evlenmeyi de en fazla dört adet ile sınırladı, ayrıca bunu da ihtiyaç ve adalet şartlarına bağlayarak şartlara riayet edilmeme ihtimali, tehlikesi, korkusu var ise bir kadınla yetinilmesini istedi (Nisa: 4/3). Öte yandan kadınlara, evlenme akdini yaparken "kocasının üzerine ikinci bir kadınla evlenmemesi şartını koşma" imkânını verdi. Yüklü bir mehir koyan ve bu şartı da koşan kadının üzerine evlenmek her babayiğidin harcı olmayacaktır. Birinci kadının rıza gösterdiği, her iki kadının da mağdur edilmediği, ihtiyaçtan ve zaruretten kaynaklanan birden fazla kadınla evlenmeye de kimsenin bir diyeceği olmamalıdır.
Cihadsız dinî-ahlakî hayat olmaz; en büyük cihad nefse, nefsanî arzulara karşı, bu arzuları dengede tutmak ve meşru sınırlar içinde karşılamak için verilen cihaddır, çabadır, mücadeledir, direniştir. Bu cihadı kolaylaştırmanın, sağlıklı yürütmenin yolu Allah'a, Resulullah'a, Allah'ın sevdiklerine yönelik aşktır, sevgidir, düşüncedir, hizmettir. Âlimler ve eğitimciler çevrelerinde toplanan insanlara yenecek kuzu gözüyle bakmazlar, onları hizmete (Allah'ın razı olduğu inanç ve hayata yöneltmek üzere çaba göstermeye) layık Allah'ın kulları, manevî sermaye olarak görürler, görmelidirler.
Bütün müslümanlar dinin mübah kıldığı (mecbur tutmayıp serbest bıraktığı) alanlarda yapıp edeceklerinin kendilerine, ailelerine, dine ve ümmete ne getirip ne götüreceğini iyi hesap ederek davranmalıdırlar. Sırf şehveti (cinsî arzuyu) daha ziyade doyurmak için etrafı kırıp geçirerek, insanlara gözyaşı döktürerek, aileyi dağıtarak, kinler ve nefretler oluşturarak, yüzlerce yalan ve hileye başvurarak... yapılan gizli-açık evlilikleri İslam adına savunmak mümkün değildir. İzinler, cevazlar kullanılırken şartlar gözönüne alınmalıdır. Hz. Ali'nin, eşi Fatıma üzerine evlenmek istemesine Hz. Peygamber'in (s.a.) karşı çıktığını ve "kızımın günaha girmesine (fitneye) sebep olabilir" diyerek bunu önlediğini biliyoruz. İslam izin verdiği halde gayr-i müslim kadınlarla evlenmeye -müslüman kadınların aleyhine olabilir diye- Hz. Ömer'in karşı çıktığını biliyoruz.
Bugün kötü örneklerin ve uygulamanın İslam'a zarar verdiğini de biliyoruz. Biz biliyoruz da bazı mukaddeslerin arkasına sığınarak bedelini ödemeden nimetini yemeye kalkışanlar biliyorlar mı, bu konuda kuşkuluyuz!

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İslâm Ailesi
"İslâm ailesi" bir medeniyetin, kültürün ailesidir. İnsan sosyal bir varlık olduğu için onun bulunduğu her yer ve zamanda bir topluluk ve bu topluluktan ibâret yahut bunun içinde bir aile bulunmuştur. Beşerî medeniyet unsurlarını insanlar yapmış, medeniyetler de insanları etkilemiştir. İlâhî-beşerî İslâm kültür ve medeniyeti ise ilâhî irşâdın ışığında yürümüş İslâm insanının eseridir. Onun her parçasında ilâhî vahyin boyası (sıbğatullah) ve halîfetullah (yeryüzünde Allah iradesinin temsilcisi) olan insanın fırça darbeleri vardır. Bu büyük medeniyet ve kültürün temelini, İslâmın getirdiği Allah, insan, kâinat tasavvuru ve değerler sistemi oluşturur. İslâm ailesi de bu temele oturmuş ve medeniyetin önemli bir parçası olmuştur. Onu bu bütün içinde görmek, tanımak ve değerlendirmek gerekir. Bu perspektif terkedilir, İslâm ailesine pozitivist bir sosyolog gözüyle bakılırsa onu, gerçeğe uygun olarak tanımak ve tasvir etmek mümkün olmayacaktır.
İslâma göre Allah Teâlâ insanı yaratmış, ona bilgi edinme ve bilgiyi kullanma kabiliyeti vermiş (Rahman: 55/4), onu başıboş bırakmamış (Kıyâme 75/36), yeryüzünde halîfesi kılmış (En'âm: 6/165; Yûnus: 10/14..), başka hiçbir varlığın yüklenemediği emaneti (yükümlülük ve sorumluluğu) ona yüklemiş (Ahzâb: 33/72), kokuşmuş çamur mertebesinden kâinâtın gözbebeği mertebesine kendi irade ve çabasıyle yükselmeyi ona amaç kılmıştır (Tîn: 95/5; Şems: 91/10).
Ana çizgileriyle İslâm insanı budur. Bu insan varolacak, çoğalacak, toplum ve kültür oluşturacak ve bunu nesillere aktaracaktır. İslâm insanının kendini gerçekleştirebilmesi ve amacına ulaşabilmesi için -kendi irade ve çabası yanında- dayanışma ve yardımlaşmaya ihtiyacı vardır. Bu dayanışma ve yardımlaşma İslâma göre, merkezden çevreye doğru şu daireler içinde gerçekleşecektir: Aile, komşu, millet (kavim), ümmet (İslâm kavimleri, milletleri) ve insanlık. Dairelerin merkezinde aile, sonra komşular ve yakınlar, sonra millet, sonra ümmet ve nihayet insanlık vardır. Merkez aynı zamanda temeldir; aile temeli olmadan diğer yapıların oluşması, varlıklarını koruması mümkün değildir. Dayanışma ve yardımlaşma bir davranış biçimidir; her davranış biçimi gibi bunun da motiflere ihtiyacı vardır; aileyi kurmaya ve aile içinde dayanışma ve yardımlaşmaya iten başlıca motifler cinsî güdü, sevgi, korku, güvenlik ihtiyacı, eğitim ve devamlılık arzusudur. İslâm aileyi kurarken bütün bu motifleri gözönüne almış, gerekli teşvik ve yönlendirmeleri yapmıştır.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Feminist Talepler
Feministlerin, Türk Medeni Kanunu'nun aile kısmı ile ilgili değişiklik talepleri ile genel olarak aile ve ilişkileri konusunda yaptıkları açıklamalara dayanarak şöyle bir "feministçe aile" tanımı ortaya koymak mümkündür: Olmasa da olur bir akitle (onlar buna kontrat da diyorlar) birlikte yaşamaya ve istenirse çoluk çocuk sahibi olmaya karar vermiş, birbirini seven iki kişinin birlikteliği. Bu birlikteliğin iki önemli unsuru, eşitlik ve özgürlüktür. Çiftin her biri diğeri karşısında mutlak eşitlik hakkına sahiptir; cinsiyete dayalı hiçbir fark ve farklı rol kabul edilemez. Mümkünse tabii ve biyolojik özelliklerin getirdiği farklılıklar da ortadan kaldırılmalı ve mesela erkeğin hamile kalması, çocuk doğurması ve çocuğunu beslemesi... sağlanmalıdır. Çifti birbirine bağlayan, yalnızca sevgi (derinliği olmayan, manevi yönü zayıf, seks ile temellenmiş sevgi) olmalı, bu ortadan kalktığı zaman derhal birlikteliğe de son vermelidir. Ayrıca çiftin her biri, sevgi bağına dayalı olarak başkalarıyle de cinsî ilişkiye girebilmeli, kaçamaklar büyütülmemelidir...
Feminist kesimin "kadının evlendikten sonra da kızlık soyadını taşıması, gerektiğinde kocasının evinden başka bir evde oturabilmesi, çalışmak için kocasının iznine ihtiyacı bulunmaması, evlilikte edinilen servete -kazanan hangisi olursa olsun- ortak olması, kocanın aile reisliğine son verilmesi gibi değişiklik talepleri, yukarıda tasvir edilen temel düşünce ve inançtan kaynaklanmaktadır. Bu düşünceye göre masum gibi gözüken taleplerden başlanmalı, kamuoyu oluşturuldukça arkadan diğer talepler gelmeli, sonunda "feministçe aile" gerçekleşmelidir.
Sistem olarak liberalizmi benimseyen, tarihi, kültürü ve bunlara bağlı olarak değerleri bizimkilerden farklı bulunan toplumlarda ve ülkelerde, asgari boyutlarına indirilmiş bulunan sınırlamalar dışında özgür fertler diledikleri gibi yaşarlar; genel örf, adet, ahlak ve din kayıtlarından azade bir hayat sürerler. Böyle bir hayat tarzının aileyi ve dolayısıyle toplumu nasıl etkileyeceği, hangi olumlu/olumsuz sonuçlara götüreceği, bu sonuçlara göre alınması gereken/gerekmiyen tedbirler onların meselesidir. Ancak içimizde yaşayan, toplumuna yabancılaşmış, şuurlu/şuursuz başka toplumları ve kültürleri taklide yönelmiş marjinallerin, uçukların, zıpçıktıların, kendi dünya görüşleri (!) çerçevesinde ileri sürdükleri ve gerçekleşmesini istedikleri taleplerinin, toplumu bağlayacak ve etkileyecek bir kapsamda takdim edilmesi, milleti temsil edenlerin de bunlara -çoğulculuk, insan hakları, demokrasi, çağdaşlık vb. adına- kulak asmaları bizim meselemizdir, bizi ilgilendirmektedir.
Biz -yani milletin kahir ekseriyeti- binlerce yıldan beri bizi biz yapan ve bunca tahribata rağmen ayakta tutan aile kurumumuzu canımız gibi koruruz. Onu bozacak, sakatlayacak ve geleneğimizin kurallarını koyduğu, düzenlemesini yaptığı aile ilişkilerinde bozulma varsa, aile fertleri hak ve yükümlülüklerini ihlal ediyorlarsa, aile birliği -vazifeler ihmal edildiği, haklar kötüye kullanıldığı için- bazı fertlerine maddi veya manevi zarar veriyorsa derhal çaresine bakar, kendi eczanemizde mebzulen bulunan devaları kullanarak hastalığı tedavi ederiz. Zulmü alkışlamayız, zalimi asla sevmeyiz, ancak gelenin keyfi için geçmişe de kalkıp sövmeyiz, kendimiz olmaktan çıkıp ne idüğü belli olmayan başkası asla olmayız.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kadın Hakları ve Medeni Kanun
1926 yılında İsviçre Medeni Kanunu'nun tercüme edilerek Türk Medeni Kanunu adıyle kabulünden dokuz yıl önce Osmanlı Devleti, "Hukuk-ı Aile Kararnamesi" adıyle bir aile kanunu düzenlemiş ve yürürlüğü sokmuştu. Fıkıhta "muamelat"ın, bugünki hukuk taksimatında ise Medeni Kanunun önemli bir kısmını teşkil eden aile kanunu böylece, diğer birçok hukuk alanını tanzim eden Mecelle'den sonra çıkan, yerli ve islâmî ilk İslâm Dünyası Kanunu olmuştu. Bu kanun her bölümünde, önce müslümanlara ait hükümleri, sonra da ayrı başlıklar altında musevilere ve isevilere ait hükümleri ihtiva ediyor, böylece yasama sahasında din ve vicdan hürriyetine riayet ediyordu. Hakim, karşısına gelen davacı ve davalının dinine ve inancına göre ilgili maddeyi uyguluyor, böylece devlet-din-teb'a bütünlüğü korunmuş, hakimin hükmü vicdanlara da oturmuş ve sinmiş oluyordu.
İsviçre Medeni Kanunu, şeriata dayalı bulunan Osmanlı Aile kanunundan daha iyi ve daha üstün bilinerek, böyle olduğu kabul edilerek alındı ve benimsendi. Ancak başka dinden ve değişik kültürden olan toplumlara mahsus bir kanun olduğu için birçok sıkıntıya sebep oldu, uyumsuzluklara yol açtı. Ancak korku dağları beklediği, baskı ruhlara sindiği için büyük kitle itirazını içine gömüyor, inkılaplara aykırı bir davranış sergilememek için sükûtu tercih ediyor, fırsat bulduğu nisbette, kendi aile hayatında kendi değerlerine göre bir çizgi takip ediyordu. Derken nasıl olsa makbul sayılan bir Batı rüzgarı esti, kadın hakları savunucuları bu ileri ve medeni kanunu geri bulmaya, kadın haklarını kısıtladığını iddia etmeye başladılar. Giderek sloganlar ve propagandalar tesirini gösterdi, kadının fendi erkekleri yendi, Medeni Kanunun kadın haklarına aykırı bulunan maddelerinin değiştirilmesi teklifi Büyük Millet Meclisi'ne kadar geldi. Değiştirilmesi istenen maddeleri bundan itibaren birkaç yazıda İslâm, tabii hukuk ve akıl süzgecinden geçirmeye çalışacağız.
Konuya girmeden yadırgadığımız bir hususa da işaret etmekte fayda görüyoruz. Bize göre kadın, erkek, büyük, küçük, zengin, fakir, kimseli, kimsesiz, okumuş, okumamış, köylü, şehirli...den önce insan vardır; Allah'ın verdiği ve O'nun vaz' ettiği, peygamberleri ve hakim kulları vasıtasıyla insanlığa ulaştırdığı, ilham ettiği tabii hukukun bahşettiği "insan hakları" vardır. Savunmak için ille de belli bir sınıfın, tabakanın, cinsin haklarının çiğnenmesini beklemek, diğerlerinin çiğnenen hakları karşısında ilgisiz ve tepkisiz kalmak bizim anlamakta güçlük çektiğimiz bir tavır ve davranış biçimidir. Bizim imanımızda ve kültürümüzde ehl-i hak (hakkın ve gerçeğin tarafında olanlar, hakkın savunucuları) yalnızca insanın değil, diğer canlıların, hatta cansız varlıkların hakları verilmediği, haklarına riayet edilmediği zaman harekete geçerler, hakkı çiğneyenlerin karşısında susmayı şeytana yakıştırırlar, Hz. Ömer'in hikmeti ve Âkif'in deyişiyle:
Kenâr-ı Dicle'de bir kurt aşırsa bir koyunu,
Gelir de adl-i ilâhi sorar Ömer'den onu
şuuru içinde titreyip dururlar. Bugün yeryüzünde ve ülkemizde hakkı çiğnenen, hakkı verilmeyen, kanunda veya uygulamada hakkına riayet edilmeyen her sınıf ve tabakadan insan vardır. Ehl-i Hakk'a yakışan (insan haysiyetine yaraşan da diyebiliriz) bütün insanlara ve insanlığa hakkaniyet ve adalet penceresinden bakmak, hakkın yanında, zulmün ve haksızlığın karşısında olmaktır.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Aile Reisliği
Çoğu bekâr olan, evlilik birliğinin sıcaklık ve mutluluğunu tatmamış, biraz da karşı cinsleşmiş bulunan kadın hakları savunucularının gözlerinde büyüttükleri düzenlemelerden biri de "aile reisliği" ile ilgili maddelerdir. Savunuculara göre bu maddeler kadın haklarına tecavüz etmekte, onu kocaya tabi kılmakta ve derhal değiştirilmesi gerekmektedir.
Yürürlükte olan Türk Medeni Kanunu'nun aile reisliği ve buna bağlı hükümlerinin (md. 152 vd.) özeti şudur: "Koca, birliğin reisidir, oturulacak evin seçilmesi, karı ve çocukların uygun bir şekilde geçimlerinin sağlanması ona aittir. Karı, kocanın aile ismini taşır. Birliği koca temsil eder (155. maddeye göre evin daimi ihtiyaçları için koca gibi kadın dahi birliği temsil hakkını haizdir). Karının bir iş veya san'at ile iştigal etmesi kocasının açık veya kapalı iznine bağlıdır..." Kanun 170. maddeden itibaren karı koca mallarının idaresi konusunu düzenlemiş ve ilk maddede, "mukavele ile bir başka usûl kabul etmedikleri takdirde karı ve koca mallarının ayrı olacağı" hükmüne yer vermiştir. Gerekçesine göre "pek iptidai olan eski kanunu yıkarak onun yerine geçen ve çağdaş medeniyeti temsil eden" medeni kanun, yukarıda özetlenen maddeleriyle -kadın hakları savunucularına göre- kadın haklarını çiğnemektedir.
Bu maddelere İslâm Hukuku açısından bakıldığında benzer ve farklı hükümlerle karşılaşılır. İslâm Hukukunda:
a) Kadın kocasının soy adını taşımak mecburiyetinde değildir.
b) Aile birliğinin reisi kocadır. Ancak bu reislik bir amir-memur ilişkisinin reisliği değildir. Aile küçük bir cemiyettir, topluluktur, düzensiz hiçbir birlik ve topluluk payidar olmaz. Aile reisliği bu düzenin bir gereği olarak öngörülmüş, kavramın çerçevesi, selahiyet görünümü içinde sorumlulukla doldurulmuştur. İslâmda bütün cemiyet işleri danışma ile yürütülür, koca da aile birliğini yönetip yürütürken birinci derecede karısı ile danışma yapacaktır. İslâm ahlak ve ahkâmı herkesi bağladığı için hangi kurumun ve kuruluşun reisi olursa olsun selahiyetini kötüye kullandığı, yönetimindekilere haksızlık ettiği zaman hukukun, zulmü engelleyici elini yakasında bulacaktır.
c) Ailenin geçimini (nafakayı) sağlamak kocanın sorumluluk alanına girer. Medeni Kanun'un 190. maddesine göre koca, karısının da geçim teminine, aile giderine bir ölçüde katılmasını isteyebilir. İslâm Hukukuna göre kocanın böyle bir hakkı yoktur, karı hiçbir şekilde aile giderine katılma mecburiyetinde tutulamaz.
d) İslâm aile hukukunda mal ayrılığı esas olduğu için karının zengin, kocasının fakir olması ve gerektiğinde karının kocasına zekât vermesi caiz görülmüştür. Öte yandan ailenin geçimini sağlamak kocaya ait olduğu için kocası zengin olan karı da zengin sayılmıştır ve kendisine zekat verilmesi caiz görülmemiştir. Karı kendi malında dilediği gibi tasarruf hakkına sahiptir.
e) Kadın evli, bekar, dul olduğunda geçimini sağlamak için çalışmak mecburiyetinde olamaz. Geçimini sağlayacak malvarlığı olmayan kadın evli değil ise, en yakın erkek akrabası onun geçimini sağlamak mecburiyetindedir. Bu mecburiyet ahlâkî olduğu kadar hukukîdir; bu sebeple ihlali halinde mahkeme nafakaya hükmedecektir. Kadın geçinmek için mecbur olmamak şartıyle çalışmak istediği takdirde -islâmî sınırları ve hükümleri çiğnemeden- çalışma hürriyetine sahiptir. Aile birliği içinde bulunan kadının çalışabilmek için birlik başkanından izin alma mecburiyetini, birliğin dirlik ve düzeni gerekli kılmaktadır. Aile birliği içinde isteyen istediği zaman evi terkeder, istediği zaman döner, dilediği yerde, dilediği kadar bulunursa bu birliğin bozulmasından daha tabii bir sonuç olamaz.
f) Evin geçimini koca temin edeceği için durumuna ve işine göre evin yerini seçme selahiyeti de ona verilmiştir. Koca eşini, evlendikleri yerleşim merkezinden bir başka merkeze taşımak istediğinde mehri ödemek mecburiyetindedir. Mehri ödenmemiş kadın, kocası ile taşınmak mecburiyetinde değildir. Bu hükmün gerekçelerinden biri de, muhitinden ayrılacak ve nisbeten yakınlarının himayesinden uzak kalacak kadının, mehri sayesinde elde edeceği imkan ile -ekonomik sebeplerle- baskı altında kalmasını engellemektir. Ancak bütün uygulamalarda danışma esastır, haksızlıklar için hakemlere ve mahkemeye başvurma yolları açıktır.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"İslâmda Kadın" Bilgisi
Gelenekçi, modernist veya post-modernist eğilimli müslümanlar ile İslâma dıştan bakanların "İslâmda kadın" anlayış ve bilgileri önemli (bir arada olamaz, karşıt) farklılıklar arzetmektedir. Konuya iyi niyetle yaklaşanları bu denli farklı/ihtilaflı anlayışlar içine sokan, kimi zaman çıkmaz yollara saptıran amillerin başında bilgi kaynağının, metodolojinin, araştırmacının içinde bulunduğu sosyo-psikolojik şartların/şartlanmışlıkların bulunduğunu düşünüyorum; bu sebeple doğru bilgiye ulaşmanın kaynakları, usulü ve engelleri üzerine düşündüklerimi aşağıda satırlara dökmek istiyorum:
1. Bir konuda "İslâm ne diyor?" sorusunun cevabını alabilmek için başvurulması gereken ilk kaynak, şüphesiz Kur'an-ı Kerim'dir. Bu ilahi rehberden doğru bilgi almamızı engelleyen iki amil vardır: Ehliyet ve usul.
Müslümanın Kitabı'nı okuyup anlaması ve hayatında uygulaması için gerekli olanın yanında gerekli olmayan şartlar da uydurulmuş, bu güç şartları sıradan müslümanın gerçekleştirmesi mümkün olmadığından Kitab yalnızca sevap kazanmak, ölülerin ruhuna bağışlanmak, ibadet yapmak... için okunur olmuştur. Halbuki fetva vermek için değil ise de Allah ile doğrudan yakın ilişki kurmak, bir mânâda konuşmak ve O'nun hitabını hayatının düsturu haline getirmek için her müslüman, her dilde (çeviride) Kur'an-ı Kerim'i okuyabilir, üzerinde düşünebilir, kendine gerekli olan birçok yerini anlayabilir ve böyle de yapmalıdır.
İlâhî Kitabı âlimane (müctehidce) okumak, anlamak ve buradan bilgi üreterek fert ve toplumun ihtiyacına sunmak için şüphesiz daha fazla hazırlayıcı bilgilere, zekaya ve doğru bir usule ihtiyaç vardır. Bunu da belli bir çağa ait kılmak ve belli şahısların tekeline vermek tıkanıklığa sebep olmaktadır. İslâmın ilk nesillerinde âlimler de vardı, sıradan (âlim olmayan, bilgi ve zekâsı yeterli seviyede bulunmayan) insanlar da vardı; ancak herkes Kur'an'ı anlamak ve hayatında uygulamak için okuyordu, yetmediği yerde kişilerin şahsi reylerini değil, Kur'an'dan anlamadığı yeri, Hz. Peygamber'in ilgili bir açıklaması olup olmadığını soruyordu.
2. Doğru İslâm bilgisinin vazgeçilemez ikinci kaynağı Sünnet'tir. Sünnet, kendisine Kur'an-ı Kerim ve bunun dışında gerekli olduğu kadar bilgi vahyedilmiş bulunan Peygamber'in (s.a.) örnek davranışlarıdır (sözü, fiili ve onayıdır). O'nun örnek olsun diye koymadığı (beşerî, tabiî) davranışları bulunduğu gibi örnek davranışları ve çözümlerinin de tarihi, şahsi, özel... olanı ve olmayanı vardır. Bu hususların birbirine karıştırılması İslâmda kadın konusunda doğru bilgiye ulaşma noktasında önemli bir engel oluşturmaktadır. Mesela Hz. Fatıma'nın başvurusu üzerine sevgili babası ve ümmetin Efendisi'nin (s.a.) karı-kocanın rolleri ile ilgili olarak söylediklerini bazı müctehidler değişmez kural olarak almışlar, bazıları ise bunun, verili şartlarda bir tavsiye ve çözümden ibaret olduğunu, rollerin duruma göre değişmesinde bir sakınca ve İslâma aykırılığın bulunmayacağını ileri sürmüşlerdir. Sünnet alanında doğru anlayış ve bilgilenmenin engellerinden biri de Efendimizin (s.a.) söz veya fiilinin eksik aktarılması veya yanlış anlaşılmasıdır. Kadının uğursuzluğu, "eğe kemiğinden yaratılmıştır" diye eğri (eksik, kusurlu) sayılması, kocaya itaat konusundaki abartılı ve dengesiz anlayış bu engelin -emsali çok olan- birkaç örneğidir.
3. Kaynak olarak vahye dayansa bile beşeri olan, doğruya ve yanlışa ihtimali bulunan ictihadlar, bu ictihadlar yanında İslâma giren her kavmin eski kültüründen taşıdığı veya başka sebep ve etkilerle oluşturduğu anlayış ve uygulamalar din ile, kutsal olan ile, değişmez kurallar ile karıştırılmış, aynılaştırılmış, bu da doğru bilgi ve anlayışın önünde önemli bir engel teşkil etmiştir. Bunun örnekleri karı-koca ilişkisinden kadın anlayışına, hak-hukuk anlayışına, günlük hayata kadar uzanır ve sayılamıyacak kadar çoktur.
4. Kur'an-ı Kerim ve Sünnet kaynaklarının kadınla ilgili olarak getirdiği bazı kurallar, hükümler, sınırlar hem bu iki kaynağın bütünlüğünden, hem de -bir kısmına ait de olsa- tarihi bağlamından ayırılarak ele alınmış, tek başına veya başka şartlar ve sistemlerin içine konarak değerlendirilmiş, bu da yanlış anlamalara ve olumsuz değerlendirmelere sebep olmuştur. Kadının bazı mali hakları, velayeti, kamu hizmetinde istihdamı, evi dışında hizmeti, tahsili gibi konularda bu amilden kaynaklanan yanlış anlama ve değerlendirmeler vardır.
5. Geçmişte kadınla ilgili olarak haksız, aşağılayıcı, hak kısıtlayıcı bir takım anlayışlar ve uygulamalar olmuş, kadının konumu birçok yerde ve zamanda İslâm'ın maksadının ve planının dışına çıkmış, kadına kendini ifade ve hakkını arama imkanı verilmemiştir. Dünyada olup bitenlerin etkisi ile İslâm toplumunda da bir kısım değişimler yaşanıp kadınlar bazı hak ve imkanlara kavuşunca asırların birikimi kazanı patlatmış, hikmetin yerini hissî ve tepki şeklindeki düşünce ve davranışlar almıştır. Aynı tepki davranışı ve buna ek olarak savunmacı tavırlar modernitenin meydan okumalarına karşı İslâmcı kanattan çağımızda da görülmüştür. Bu toz duman bulutu içinde doğru düşünmek, doğruyu görmek, hikmet çizgisinden sapmamak zorlaşmaktadır.
Ana kaynakların ve örnek anlayış ve uygulamaların açık ve kesin vasıflarıyle ortaya koyduğu şu ilkeler ve kurallar dairesinde düşünülür, İslâmda kadın konusu bu çerçeve içinde ele alınır, yukarıda sıralanan engeller de göz önünde tutulursa sağlıklı bir sonuca ulaşma şansımız artacaktır:
İslâma göre kadın, kulluk ve insanlık değeri bakımından erkeğe eşit bir insandır, yaratılış ve yükümlülük bakımlarından erkek kadar kâmil insan (has kul, has ümmet, başka bir deyişle iyi bir müslüman) olma imkan ve kabiliyetine sahiptir. Cinsi hayatın yalnızca nikahlı kadın-erkek arasında yaşanması, bunun da aile kurulmasına, iyi müslümanlar (iyi bir nesil) yetiştirilmesine vesile kılınması istenmektedir. Erkeklerin kendi aralarında, kadınların da kendi aralarında farklı kabiliyetleri, eğilimleri, özellikleri olduğu gibi bütünüyle erkek cinsi ile kadın cinsi arasında da farklı kabiliyetler, donanımlar ve imkanlar vardır. İslâm bu farklılıkların -tabii ve fıtri olanlarını- anlamsız ve yapay bir eşitlik uğruna ortadan kaldırmayı değil, ilahi irade doğrultusunda insanca bir hayatı yaşamak, kültür ve medeniyet oluşturmak için bütünleştirmeyi, dayanıştırmayı, diğeri ile tamamlamayı hedeflemektedir. Fıtrat çerçevesi içinde her kadın ve erkek öncelikle kendi imkan ve kabiliyetlerine uygun düşen rolü üstlenir, hizmeti yüklenir; şartlar gerekli kıldığında bir kısım rollerin değişmesinde, bir kısım hizmetlerin her iki cins tarafından da ifasında bir sakınca yoktur. Bu "bir kısımı" fıtrat, ihtiyaç ve İslâmın umumi kuralları, amacı belirler. Hukuk da -şartlara göre değişen ve değişmeyen kısımlarıyle- bu ilişkiler yumağının çerçevesini -bünyenin elbisesini- oluşturur.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Meşru Evlilik
Bir müslümana göre meşrû evlilik "evlenmelerinde sakınca (mani) bulunmayan bir kadınla bir erkeğin veya temsilcilerinin, yeterli sayıda ve vasıfta şahit önünde irade beyanında bulunmalarıyle" gerçekleşir. Akit yapılırken mehir belirlenmemiş ve zikredilmemiş olursa mehr-i misli (kadının emsaline verilen mehir) erkek tarafından borçlanılmış olur. İslâm müctehidlerince, "ergenlik çağına gelmemiş küçüklerin velileri tarafından nikahlarının kıyılması (evlendirilmeleri) caiz midir?" konusu tartışılmıştır. Bunu caiz gören müctehidlere göre çocuklar ergenlik çağına gelince -fiilen evlilik hayatını yaşama, evliliği devam ettirme- konusunda muhayyerdirler. İsterlerse yeniden akit yapmadan evliliği yaşamaya başlarlar, istemezlerse akit bozulmuş olur.
Aile hukuku ile ilgili kanunları islâmî olmayan bir ülkede yaşayan müslümanların, kendi inançlarına ve dinî hukuklarına göre yaptıkları nikah akdini, bu ülke mahkemeleri geçersiz saymakta ve evlilere zina, iğfal gibi suçlar isnad etmekte, bu evlilikten doğan çocukları da gayr-i meşrû (nesebi sahih olmayan) saymaktadırlar. Şüphe yok ki, bu anlayış ve uygulama laikliğe, insan haklarına ve özellikle din ve vicdan hürriyetine aykırıdır. Devletin dine ve dinî hayata müdahalesidir. Bu çelişkinin ortadan kalkması, devlet-millet barışıklığının sağlanabilmesi için kanun koyucunun, halkın manevi değerlerini göz önüne alması, düzenlemeyi buna göre yapması gerekir. Kara Avrupası hukukunun kaynakları arasında Hıristiyanlık da vardır ve bu durum, o ülkelerde laikliğe aykırı telakki edilmemiştir.
Sarah ile Musa'nın evlilikleri İslâm Hukukuna göre geçerli bir evliliktir. Tarafların evlenmelerine bir engel yoktur, her ikisi de ergenlik (büluğ) çağına gelmişlerdir (şayet kız büluğ çağına girmemiş, adet görmeye başlamamış ise velisi akde razı olmuştur). Nikah akdi, usûlüne uygun olarak yapılmıştır. Türkiye'de ve İslâm dünyasında bu şekilde evlenmiş ve evlilik hayatı yaşayan binlerce insan vardır. Bunları evli saymamak, daha da kötüsü zina ettiklerini varsaymak hiç şüphe yok ki, müslümanları rencide eder. Çünkü müslümanın inancına göre zina bu değildir; zina evli olmayan bir çiftin cinsî hayat yaşamalarıdır; bunların yaşı ve başı ne olursa olsun, karşılıklı rıza bulunsun bulunmasın -İslâma göre- böyle bir birliktelik zinadır. Dinini bilen ve yaşayan bir müslüman, kendi inancına ve dinî hükümlerine göre evlenmiş olanları ayıplamaz, tebrik eder, yardımcı olur, evliliği teşvik eder, zinaya karşı tavır alır ve zina hali yaşadıkları halde "biz birbirimizi seviyoruz, halimizden memnunuz, şimdilik evlenmeyi düşünmüyoruz..." diyenleri, hem de bunu medya önünde, yüzde doksan dokuzu müslüman olan bir halka karşı söyleyenleri ayıplar, bu davranışı günah ve çirkin olarak değerlendirir.
Bize böyle ne oldu ki, zina edenleri alkışlıyor, evlenerek aile kuranları ayıplıyoruz?!

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Asker ve İbadet
Son zamanlarda moda olan TV yorumlarını ciddi ve hava-civa diye ikiye ayırmak gerekiyor. Havadan civadan bir yorumda, bir kısım subay ve astsubayların irticaî faaliyet sebebiyle ordudan atılmaları ve bu tasarrufun yargıya açık bulunmamasının meşrû ve isabetli olduğu şöyle savunuluyordu: 1. Bunlar öyle yalnızca inanan ve ibadet eden ordu mensupları değildir; devleti şeriat esaslarına göre kurmak isteyen, bu maksatla tarikat ve cemaatlerle işbirliği yapan ordu mensuplarıdır, eğer böyle olmasalardı Erbakan gibi beş vakit namaz kılan ve hacı olan bir başbakan bu tasarrufa imza atar mıydı? 2. Bu tasarruf yargı denetimine açık olursa ve atılan bazı subaylar danıştay kararı ile orduya geri dönerse orada ne disiplin kalır ne de düzen...
Bu yorumu yapan kişinin işine geldiğinde demokrasi ve insan hakları havarisi kesildiğini, işine gelmediği zaman da saltanatı savunduğunu, yanardönerliğe soyunduğunu bir yana bırakarak yorumun tahlil ve tenkidine geçelim.
Hukuk devletinde hiçbir tasarruf hukukun dışında ve üstünde olamaz, insan hakları da her ilkenin önünde gelir. Bir kimseyi belli bir suç ile (mesela devletin düzenini dinî esaslara göre değiştirmek üzere faaliyet göstermek ile) suçluyorsanız bunun delillerine sahip olmanız ve hükmünüzün yanında bu delilleri de açıklamanız gerekir. Ortada müsbit deliller yok iken, bir takım yakıştırmalar yaparak, çok uzak ihtimalleri vâki sayarak, rüzgârdan nem kaparak hüküm vermenin hukukla alakası yoktur.
Halka gerçekler açıklanmadığı için yapılanlar ve söylenenlerden çıkarılan genel kanaat şudur: Namaz kılan, oruç tutan, eşi örtünen, subayların eğlence ve kutlama toplantılarında içki içmeyen, yakınları içinde ileri derecede dindar kişiler bulunan, tatil günlerinde dindar müslümanların sohbet toplantılarına katılan, bazı dinî kitapları okuyan veya evinde bulunduran... subay ve astsubaylar ordudan atılmakta ve yukarıda sayılan fiiller ve durumlar onların "müsned suçlarına" delil sayılmaktadır. Bu böyledir veya değildir, fakat tasarruflar yargı denetiminin dışında ve dört duvar arasında kaldığı müddetçe böyle bilinecek ve böyle sanılacaktır. Eğer bu bilgi ve zan doğru ise, gerçek bundan ibaret ise durum daha da vahim demektir; çünkü yukarıda sıraladığımız fiillerin devletin düzenini dine uydurmakla hiçbir alakası yoktur. Bunlar masum, ferdî, din ve vicdan hürriyetinin (insan haklarının) kişiye hak olarak verdiği/tanıdığı dinî davranışlar, ibadetlerdir.
Disiplin her yerde gereklidir. İş yerinde olsun sivil bürokraside ve orduda olsun disiplinsiz görev yürümez, verimlilik elde edilemez. Öte yandan insan hakları ve hukuk devleti ilkesi de hiçbir amaçla feda edilemez. Kamu yararı, ahlak ve disiplin, hukuku askıya almaya gerekçe olabiliyorsa aynı yorumcular niçin her gün işkenceyi, medyaya yönelik düzenleme teşebbüslerini, ceza evlerindeki bazı tasarrufları dillerine dolayıp duruyorlar!? Hepimiz askerlik yaptık, ordudaki düzeni ve disiplini biliriz, haksız olarak ordudan atılan bir subay yargı kararı ile geri döndüğünde onun üstleri ve astları ile ilişkisi talimata göre olmak durumundadır, hukukun ve talimatın dışına bir milim sapamaz, saparsa bedelini öder. Ayrıca bu kişiyi atan onun muhatap olduğu, birliğinde bulunan üstleri değil, bir başka yerde bulunan askeri birimdir, subayın ve astsubayın onlarla direkt bir ilişkisi yoktur, olsa bile disiplini bozma hakkı ve imkanı mevcut değildir.
Ordu bizim çocuklarımız ve kardeşlerimizden oluşmaktadır. Bu millet asker millettir ve askerini sever. Benim ailem çocukluğumdan itibaren bana hep şunu söyledi: "Orduya hiyanet eden ve askerlikte hile yapan iflah olmaz". Bu telkinin benim aileme mahsus olmadığını da biliyorum. İlgililerden ricamız yanlış işler yaparak bu birliği bozmamaları ve bu duyguları zedelemekten kaçınmalarıdır.
Namaz kılan hacı başbakanın imzalarına gelince; bu imzaların tamamının hürriyet içinde, işlere hakim olarak ve gönül rızası ile atıldığını düşünenler varsa onlara ya gülmek yahut da acımak gerekir.
Hasılı, son zamanlarda dinlediğimiz bazı yorumlar hava-civadan ibarettir ve bu millet ahmak değildir!

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Medeni bir insan gibi..."
Bir orduevinde, şehit ailelerine madalya verilmek için toplanılmış. Şehitlerin bağrı yanık yakınları arasında başları örtülü hanımlar bulunduğu gibi töreni takip eden medya mensupları arasında da başörtüsü takmış bir gazeteci bayan var. Her şeye rağmen milletimizin iftihar ettiği, gönülden bağlı bulunduğu, Peygamber ocağı bildiği ordumuzun bir generali, gönülerine su serpeceğini bekledikleri konuşmasını şöyle sürdürüyor: "Bugünden itibaren garnizon dahiline başı örtülü bayanların girmesini yasaklıyorum, ya medeni bir insan gibi başlarını açarak gelirler yahut da sınırdan içeri adımlarını atamazlar... Şehitlerimiz bayrağımızın hür ve bağımsız ülkemizde dalgalanması için şehit oldular, başörtüsü için değil..." Bir kısım şehit ailelerini de tahkir eden bu sözlerle hızını alamayan komutan, başı örtülü muhabiri salondan çıkarması için bir asker gönderiyor ve arkasından gürlüyor: "Sözü uzatma, çıkmıyorsa atın dışarıya..."
Bu olayın -ordunun bütününü bağlamamak kaydıyle- takdirini ve hükmünü gören, dinleyen ve okuyan halkımıza bırakarak şu medeniyet anlayışını biraz açmak istiyorum: Generalin anlayışına göre şehitlerin annelerine, bacılarına, yakınlarına hakaret etmek, onları medeni değil, gerici ve ilkel saymak medeniyettir, misafirlere karşı saygısızlık medeniyettir, başını örterek görev yapıyor diye bir bayana hakaret etmek ve onu salondan atmak medeniyettir, milletin bütününe ait bir mekânı, onları örtülü ve örtüsüz diye bölerek bir kısmına kapatmak medeniyettir. Bütün bunları yapan medenidir de yalnızca inancı gereği başını örten bir bayan medeni bir insan değildir, onun da medeni olmasının tek şartı başını açıvermesidir.
Burada bir belirleyici, ayırıcı, ölçü olarak kullanılan medeniyetin Batı medeniyeti olması gerekiyor; çünkü tarih boyunca İslâm medeniyetinde müslüman hanımların, dışarı çıkarken, namahremle görüşürken başlarını örtmelerinin edep, ahlak ve medeniyet gereği bulunduğunu bilmeyen yoktur. Bu sebeple İslâmı değil, Batı medeniyetini ölçü alarak olayı ve sözleri test ettiğimizde varacağımız sonucun generali doğrulamayacağı şüphesizdir. Çünkü Batı medeniyeti -en azından son yüzyılda ve teorik olarak- insan hak ve hürriyetleri temelinde gelişmektedir. Bu hürriyetlerden biri de din ve vicdan hürriyetidir. Batılı, inancı gereği başını örteni değil, böyle bir bayana hakaret edeni, salondan atanı, medeni olmayı şekle, baş açıklığına bağlayanı... medeniyet dışında ve uzağında görür.
Biz bu olayın bir heyecan sonucu ve dil sürçmesi mahiyetinde olmasını diliyor, 'hatadan dönmek fazilettir' ilkesine göre özür dileneceğini umuyoruz.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Oruçluya Baskı
Son birkaç yıldır Ramazan aylarında basın -yayının bir yaygarasıyla karşılaşıyoruz. Filan yerde müslümanlar oruç tutmayanlara baskı yapıyorlar, oruç tutmayan filanı döverek hastanelik ettiler vb. Bu yayınların etkisinde kalanlar da incelemeden, düşünmeden hükme varıyor ve müslümanları, daha da acısı İslâmı suçlamaya kalkışıyorlar. Ülkemizde milyonlarca oruç yükümlüsü müslüman var, bunların da milyonlarcası oruç tutmuyorlar. Eğer müslümanlar oruç tutmayanlara baskı yapıyor, dövüp sövüyor olsalardı bu gibi olayları bulmak için köşe bucak aramaya, bulamayınca da tertip etmeye ihtiyaç duyulmazdı, her yerde, her zaman yüzlerce olay meydana gelirdi. Böyle olsaydı dahi, bazı müslümanların yaptıklarından hareketle "İslâmın insanları ibadete zorladığı ve bunun için baskı yapılmasını istediği" hükmüne varılamazdı; çünkü müslümanların her yapıp ettikleri İslâmın aynası ve uygulaması değildir. Bu konuda doğruyu öğrenmek isteyenlere, bir yandan -yukarıda işaret edilen- tarihi ve güncel uygulamaya, sosyal vâkıaya dayanarak, diğer yandan dinin bilgi kaynaklarından alarak açıkça ifade etmek isterim ki, İslâm insanları ibadet için zorlamaz, zorla, baskı ile ibadet yaptırmaz; çünkü ibadetin ruhu ihlastır, ihlasın da mânâsı, ibadetin serbest irade ile ve yalnızca Allah rızası için yapılmasıdır.
Müslümanların da ibadet yapmayanları baskı uygulayarak buna zorladıkları yoktur. İddiamıza karşı ileri sürülen tarihi ve güncel olaylar ve uygulamalar -nadir olmakla beraber- üç sebebe dayanmaktadır: 1. Kamu düzenini ve genel ahlakı korumak. 2. Cehalet ve tahrik karşısında sabırsızlık. 3. Tertip, komplo.
Kamu düzenini ve genel ahlakı korumak için insanlara zorla namaz kıldırma, oruç tutturma yoluna gidilmemiş, ancak bunları aleni (açık) olarak ihlal etmeleri engellenmiştir; çünkü bu ihlaller -düzenin islâmî olduğu yer ve zamanlarda- kamu düzenini bozmakta ve genel ahlakı olumsuz etkilemekte idi. Bu tedbir sayesinde İslâm toplumlarında ibadet ve fazilet açık, günah ve kabahat gizli hale gelmişti; doğrusu da bu idi. Şimdi ise ibadetin gizli, kabahatın açık olması istenmektedir.
Dini vazifelerini yerine getirmeyenlere karşı nasıl davranılacağını bilmeyen bazı müslümanların, karşı tarafın tahrikleri de eklenince sabredemeyip şiddete başvurdukları olmuştur; bu davranış elbette tasvip edilemez; ancak bunu genellemek ve İslâma maletmek de haksızlık olur.
İnsanlığın evrensel meçhulleri ile çözümsüz problemleri karşısında bunalan insanlığın bir parçası huzuru, tatmini ve çözümü İslâm'da aramaya yönelmektedir. Bu yönelişi kendi dünya görüşleri ve özellikle menfaatleri için tehlikeli gören bazı çevreler, İslâmın güzel yüzünü çirkin, müslümanların sevgi ve merhamet dolu gönüllerini katı göstermek için komplolar kuruyor, olaylar tertip ediyor, sonra da yaptıklarını müslümanlara malederek basın-yayın aracılığı ile kamu oyuna sunuyorlar. Bazı basın-yayın kuruluşları da bu tertibin içinde oldukları için devenin kulağını, gövdesinden büyük göstermek için ellerinden gelen çabayı sarfediyorlar.
Bizim tesbit ve kanaatimize göre Türkiye'de yetmiş yıldan beri baskıya maruz kalanlar ibadet etmeyenler değil, tam aksine ibadet edenlerdir. Çeşitli kamu kurum ve kuruluşlarında işe almamak, işten çıkarmak, terfi ettirmemek, güç ve olumsuz şartlarda istihdam etmek, namaz kılacak yer sağlamamak, izin ve zaman vermemek, sahur yemeği çıkarmamak, iftar yemeği vermemek, zorla oruç bozdurmak, zorla örtülmesi gereken yerini açtırmak, alkollü içki almaya zorlamak, fıtır sadakasını (fitreleri) ve kurban et ve derilerini zorla almak veya istenilen yere verilmesini engellemek, abdest, gusül ve taharet için yer ve imkan hazırlamamak... suretiyle müslümanlara baskı yapılmakta, (dolaylı, dolaysız zorla) ibadetlerine engel olunmaktadır.
İşin garibi, mazlumun yerine zalimin sesinin çıkması, suçun güce dayanılarak bastırılmasıdır. Tıpkı yahudi ile gözü açık müslüman çocuğun hikayesi gibi. Yahudi mahalle mahalle dolaşarak incik boncuk satar, müslümanları kandırarak paralarını alırmış. Zeki bir müslüman çocuk bunun farkına varmış ve yahudiye itiraz etmiş, yahudi öfkelenerek çocuğa acı bir çimdik atmış, çevreden yardımına gelecek olanları yanlış yönlendirmek üzere de çocuğun ağıdını bastıracak bir şiddette ağlayıp bağırmaya başlamış. Gelenler durumu sorunca "bu edepsiz çocuk beni çimdikledi ve ısırdı" demiş. Zavallı yavrucuk -günümüzün müslümanları gibi- bir de gelenlerden azar ve şamar yemiş.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Türbanı Her Yere Sokmak
Çok satan bir gazetenin baş yazarı, Gümüşhane'de meydana gelen üzücü olayın tahlil, tenkit ve değerlendirmesine tahsis ettiği bir yazısında, Sivas'ta türban taktıkları için konuşma ve diploma hakları ellerinden alınmak istenen kızlarımızı ve bunları destekleyenleri kastederek "türbanı her yere sokmak isteyenler" ifadesini kullanıyor ve "bu isteme ve davranışı" yersiz, uygunsuz ve tahrik edici bulduğunu ima ediyor. Bu başyazar gazetecinin anlayışına göre türbanın da bir yeri veya yerleri vardır; bu yerlerin dışında onu takmamak gerekir.
Türbanı giymenin gerekli olduğu yerler bulunduğu konusunda kendisine katılmak mümkündür, ancak ihtilaf noktası bunu belirleme selahiyeti ile ilgilidir. Bu yazara ve aynı zihniyeti paylaşan diğerlerine göre türbanın giyilmesi ve giyilmemesi gereken yerleri belirleme selahiyeti laik devlete aittir. Devletin ilgili kurum ve kuruluşları, kanunlar, tüzükler, yönetmelikler, yönergeler ve daha bilmem nelerle kadınların nerelerde başlarını kapatabileceklerini ve nerede açmaları gerektiğini amir hükümler halinde ortaya koyarlar. Bundan sonra vatandaşlara düşen, bu bağlayıcı emirlere uymaktır; inandığı ve talimatına uyarak yaşamak istediği dinin emri ile laik devletin emri çatıştığında, inancının gereğini bir tarafa bırakarak buna aykırı olan devletin talimatını uygulamaktır. Devlet mevzuatını hazırlarken kendisine vücut veren halkın ve bunların içindeki inanç guruplarının dinî ihtiyaç ve duygularını hesaba katarak buna göre düzenlemeler yapamaz, yaparsa "devleti dine uydurma ve dayandırma" suçunu işlemiş, anayasanın laiklik ilkesini çiğnemiş olur.
Eğer bu zihniyet, bu devlet ve düzen anlayışı bizim aydınlarımızda ve yöneticilerimizde devam edecekse toplumumuz gerçekten bir çıkmaz içinde demektir; çünkü hiçbir inanç gurubu, inancına aykırı bir davranışa zorlanmaktan memnun kalamaz, zorlayana iyi duygular besleyemez, onunla bütünleşip kaynaşamaz. Bunun aksini düşünmek eşyanın tabiatına aykırıdır. İnancına baskı yapıldığı, Rabbi ile devleti arasında tercih mecburiyetinde bırakıldığı duygu ve dşüncesini taşıyan insanlar ya Rablerinden yahut da devletlerinden uzaklaşmak mecburiyetinde kalırlar ve bu daha ziyade ikincisi aleyhine işler. Din ve vicdan hürriyetine baskının tarihte ve günümüzde doğurduğu sonuçlar ortadadır; bu bir zulümdür ve zulüm ile devlet payidar olamaz.
Çözüm ya laiklik ilkesinin yerini "din ve vicdan hürriyeti" ilkesiyle değiştirmektir yahut da sağlıklı, tutarlı, demokratik bir laiklik anlayışına gelmektir. Bu anlayışı benimsemiş bulunan ülkeler hem anayasalarını, hem de diğer yasalarını hazırlarken halklarının inançlarını ve dinî ihtiyaçlarını göz ardı etmemişler, tam aksine evlenme, boşanma, neseb gibi birçok konuda düzenlemelerini, dinî inanç ve ihtiyaçları göz önüne alarak yapmışlar ve bunu da "laikliğe aykırı, devleti dine dayandırma" olarak telakki etmemişlerdir.
Kadınların başlarını nerede, hangi durumlarda açıp örteceklerini belirleme selahiyeti değil laik devletlerde, şeriat devletlerinde bile yoktur. İnananlara göre bunu tayin edecek olan Allah'tır, O'nun peygamberleri vasıtasiyle insanlara gönderdiği dindir. Laik devleti, dinin hak veya batıl olması da ilgilendirmez, ona göre ilahi olsun, beşeri olsun din ve inanç kutsaldır, saygıya layıktır, din ve vicdan hürriyeti ilkesinden istifade hakkı vardır. Bu sebeple laik devlet, mesela İslâm'da başörtüsü var mıdır, yok mudur kabilinden bir araştırma ve soruşturmaya da girişemez. Onu ilgilendiren buna inanan kimselerin bulunup bulunmadığıdır. Türkiye'de milyonlarca kadın, Allah'ın çizdiği sınırlar içinde örtünmenin gerekli olduğuna inanmakta ve bunu yaşamaya çalışmaktadırlar. Devleti düzenlemelerini yaparken bu inanç ve iradeyi göz önüne almadığı müddetçe din ve vicdan hürriyetini çiğnemiş, inananlara baskı yapmış, onları "ölümlerden ölüm beğenme" cenderesine sokmuş ve suç işlemeyi, devletten soğumayı teşvik etmiş olacaktır. Aklı, irfanı ve vicdanı olan hiçbir aydın, hiçbir yönetici bu sonuçları isteyemez, istememelidir. Başyazarlar da türbanı, inançlarına göre Allah'ın soktuğu yerlere sokanlarla değil, bazı yerlere sokmayanlarla uğraşmalıdırlar.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Cuma Namazı ve Laikçiler
Öğle tatilinin, cuma günlerinde kamu görevlilerinin cuma namazını kılmalarına imkan verecek şekilde ayarlanması ile ilgili kanun teklifi, "takke düştü kel göründü" misali birçok gerçeği/ayıbı ayan beyan ortaya koydu. TV'de seyrettiğim bir tartışmalı toplantı, konu etrafında söylenenlerin tamamını ihtiva ediyordu. Teklifin lehinde konuşanlara göre kanun bir yenilik getirmiyor, fiili duruma hukukî zemin hazırlıyordu, bunu idari tasarrufla da gerçekleştirmek mümkündü, hükümet buna yaklaşmadığı için teklif verilmek mecburiyeti hissedilmişti. Karşı görüşü savunanlara göre bu teklif laikliğe ve T.C. ilkelerine aykırı idi. Laikliğe karşı olanlar 1950'li yıllardan beri ilkeleri parça parça ihlal ediyor, ortadan kaldırmayı hedefliyorlardı. İsteyenler zaten cumayı kılıyorlardı, kimse bundan engellenmiyordu ve şimdiye kadar cuma kılamadığından şikayet eden bir memur da olmamıştı... Halbuki:
a) Cumayı kılmak isteyen kamu görevlilerinden ancak bir kısmının sıkıntı ve huzursuzluk içinde, ezile büzüle edaya çalıştıkları bu önemli ibadeti, gönül huzuru ile ifa etme imkanı getiren bir kanun veya idari tasarruf önemli bir yeniliktir, fiili duruma nisbetle müsbet mânâda çok farklı bir hukukî zemindir.
b) Kendilerini çağdaş, ileri, aydın olarak niteleyenlerin, yetmiş yıl önce konmuş ilkeler üzerinde gösterdikleri hassasiyet karşısında hayrete düşmemek mümkün değildir. Zamanımızda demokrasi ve insan hakları ilkelerini benimsemiş bulunan toplumların ilk adımda yaptıkları şey, bu ilkelere aykırı bulunan tabuları ve modası geçmiş uygulamaları ortadan kaldırmaktır. 1950'den bu yana yaşanan değişiklikler, çağdaş devlet ve toplumun ilkelerini değil, bunlara aykırı bulunan tabuları yıkmaktır. Ülkemizde, son yıllarda İkinci Cumhuriyeti savunan aydınlar da bunu istemektedirler.
c) Teklife karşı olanlar, laiklik karşıtlarının cür'etli(!) isteklerini sıralarken Kitab üzerine yemini, Ayasofya'nın ibadete açılmasını, meclisin dua ile açılmasını... zikrettiler. Bu efendilere gözlerini açıp bir dünyaya bakmalarını, demokrasi ile yönetilen, hatta bu sistemin beşiği sayılan ülkelerde buna benzer uygulamaların çok tabii görülerek yapıldığını hatırlatmakla yetinelim.
d) T.C. Anayasasının 24. maddesi, "ibadet, dinî ayin ve törenler serbesttir" diyor ve bunu 14. maddeye aykırı olmamak kaydına bağlıyor. 14. maddenin sınırladığı davranış ise din ve mezheb ayrımı yaratmak ve dine dayalı devlet kurmaktır. Cuma namazı kılan ne din ve mezheb ayrımı yapıyor, ne de dine dayalı devlet kuruyor. Yapılan yalnızca bir ibadettir. Laik anayasa bu hürriyeti verdiğine göre vatandaş hak ve hürriyetini kullanmak istediğinde bir engel ile karşılaşmamalıdır; aksi halde sağ el ile verilen sol el ile geri alınmış, eli kolu bağlı adama yürüme hürriyeti verilmiş olur. Kamu görevlisi de cumayı kılmak istediğinde öğle tatili buna göre ayarlanmazsa açıkça ibadetten engellenmiş bulunur ve asıl laikliğe, din ve vicdan hürriyetine, dolayısıyle anayasaya aykırı olan bu dolaylı engellemedir.
e) Eski bir bakanın, "Bu kanun çıkarsa kamu görevlileri cuma namazı kılmaya mecbur edilmiş olur" ifadesini anlamakta güçlük çekiyorum. Demek ki insaftan ayrılan, mantıktan da ayrılmış oluyor.
f) "Hiçbir memurun cuma kılamadığı için şikayetçi olduğunu duymadık" sözü bir intak-ı Hak'tır (normal hallerde söylemediğini Hak söyletiyor). Doğru, duymadınız; çünkü yıllardan beri yaptıklarınızı halka sormak, halkın ne dediğine kulak vermek gibi bir medeni ve demokratik adetiniz yoktur. Merak ediyorsanız gidiniz, halkın içinde yaşayan, gönülleri ve kulakları sağır olmayan halk adamlarına sorunuz; onlar size neler anlatacaklardır, neler! Bilmek isteyenlere ben bir tanesini söyleyeyim: Namazı, orucu, cuması engellenen binlerce müslüman, engelleyene şikayetin fayda vermediğini bildiğinden onları Allah'a havale ediyor, O'nun haklarından gelmesini diliyorlar. Kimbilir belki de son yıllarda yaşadıklarımız, bu tazallümlerin (Allah'a sızlanmaların) ve niyazların sonuçlarıdır.
g) Batı, hıristiyanlar için bütün pazar gününü, yahudiler için de cumartesi gününü tatil etmiştir. Cuma günü bir saati (yarım da olur) müslümanlar için tatil etmeyenlerin çağdaşlığı, Batı'ya nisbetle kırksekizde bir oranında bile değildir.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kurban
Müslümanın imtihan için geldiği şu dünyada geçireceği hayatın gerektirdiği faaliyetleri (dünyaya ait işleri) de bir mânâda ibadettir; burada ibadetin mânâsı, kulun her bir davranışını Allah'a itaat şuuru içinde, O'nun buna izin verdiğini, razı olduğunu düşünerek, bilerek icra etmesidir. Müslümanın bundan başka yine dünya hayatında yerine getirdiği özel mânâda ibadet fiilleri vardır; bunlarda amaç, dünya menfaati değildir, bu özel ibadetler dünya hayatının gerektirdiği fiiller ve davranışlar da değildir; gaye, bunları Allah'ın istediği, Peygamber'in gösterdiği gibi yaparak Allah'ı hoşnut kılmak, O'nun rızasına nail olmak, nefsi arındırmak ve eğitmek, Hakk'a yakınlık devletini elde etmektir. Namaz, oruç, hac, zekat, zikir, Kur'an okuma, sadaka nasıl özel ibadetler ise kurban da böyle bir özel ibadettir.
Dar dünya planında, fizik ve biyolojinin tıkız kalıpları içinde boğazlanan, kanı fışkırarak akan bir hayvanın, daha doğrusu bu işlemin insanı Allah rızasına götüren bir ibadet olması keyfiyetini kavramak imkansız gibidir. Bilinen ve söylenen, bu işlemin, en değerli varlık olan hayatı ve canı Allah'a sunmayı temsil etmesi, nasıl olsa bir gün kesilip yenilecek bir hayvanın, Allah rızası için tasadduk etmek üzere boğazlanması, birçok insanın mahrum bulunduğu önemli bir gıdayı karşılıksız olarak muhtaçlara dağıtma fırsatının verilmesi...dir.
Hz. Peygamber (s.a.) kurban kesmiş, ümmetine de bunu tavsiye etmiştir; bu sebeple kurban, bazı müctehidlere göre vacib (gerekli, olmazsa olmaz), bazılarına göre sünnet bir ibadet olmuştur. Hali vakti yerinde olanlar, daha ilmî bir deyişle zekat vermekle yükümlü olacak kadar zengin olanlar, bayram namazından sonra, kurban bayramı günlerinde bu ibadeti yerine getirirler. Yine Sevgili Peygamberimizin tavsiye ve örnek uygulamalarına göre birazını yer, birazını ayırır, geri kalanını da Allah rızası için muhtaçlara dağıtırlar (tasadduk ederler). Kurbanın derisi de eti gibi olduğundan ya kullanılmak üzere kesen tarafından alıkonur yahut da tasadduk edilir.
Gariplikler ve çelişkilerle doldurulmuş güzel ülkemizde her kurban bayramı arafesinde bir çekişme ve tartışma yaşanır: Tartışmanın konusu, kurban derilerini ve etlerini toplayacak şahıs ve kurumlardır. Laik olduğu anayasasında yazılı bulunan bu ülkenin devleti bir kanun çıkarmıştır. Kanun, kurban et ve derilerini toplama hakkını ve imkanını, kısmen veya tamamen kamu hizmeti gören kurum ve kuruluşlara vermiştir. Arkadan bir de yönetmelik çıkarılmış, burada toplama hakkı yalnızca Türk Hava Kurumu'na verilmiştir. Laik devletin zekat, fitre ve kurban eti ve derisinin toplanması ile ilgili kanun çıkarması -kanaatimize göre- anayasaya aykırıdır. Anayasaya aykırı bulunan bir kanuna aykırı yönetmelik çıkarması ise aykırıdan daha aykırıdır. Ama gelin görün ki, anayasaların üzerinde hakim babayasalar bulunduğu için her yıl bu kaos yaşanır, müslümanlar eza ve cefa görür, sıkıntılara düşer, baskılara maruz kalırlar. Bütün büyük başlar, kanunşinaslar bu düzenlemenin haksız olduğunu beyan ettikleri halde kaldırmaya ve düzeltmeye teşebbüs etmezler. 'Böyle koyunlara böyle çobanlar haktır' diyerek konuyu fıkıh (dini hükümler) bakımından özetleyelim:
Türk Hava Kurumu, ilgililerin beyanına göre pilot, planör ve paraşütçü yetiştiriyor; asıl işi budur. Bunun gibi bir de Türk Kara Kurumu kurulabilirdi ve bu kurum da şoför, makinist, vatman vb. yetiştirebilirdi. İşte böyle bir kuruma ne zekat verilebilir, ne de fitre; yani bu gibi kurumlara zekat ve fitre vermek caiz değildir; çünkü zekat ve fitrenin nerelere verileceği Kur'an ve sünnette bildirilmiştir; bu yerler arasında T.H.K. benzeri kurumlar yoktur. Kurban eti ve derisine gelince, bunların, kesen tarafından yenmeyeni ve kullanılmayanı tasadduk edilecektir. Sadaka da bir ibadettir, Allah rızası için uygun yere verilen nesnedir. T.H.K. sadaka verilecek bir yer de değildir. Etin de, derinin de tasadduk edileceği yerler, yoksullar ile din hizmeti verenler, bu hizmete katkıda bulunanlardır.
İlgililer mevcut uygulamayı savunurken kurumun toplama hakkına sahip bulunduğunu, ancak topladıklarını tek başına sarfetmediğini, diğer bazı kurum ve kuruluşlarla paylaştığını ileri sürmektedirler. Bize göre adı geçen kurumun -sadaka vermeye uygun bulunmadığı için- et ve deri toplaması da uygun değildir. En doğru olanı verme ve toplamanın tamamen serbest, müslümanların vicdanlarına bırakılmasıdır. Eğer bu yapılmayacaksa toplama hakkının Diyanet'e verilmesi, Diyanet'in de mahalli teşkilat aracılığı ile toplanan sadakayı ilgili yerlere adalet dairesinde tevzi eylemesidir. Her halükârda dileyenin eti ve deriyi istediği kimseye ve yere vermesinin serbest olması hukuk devletinin, din ve vicdan hürriyetinin vazgeçilmez bir gereğidir.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Örtünme ve Baskı
İslâmın emirleri ve talimatı içinden bazıları vardır ki, bunlar daha önceki anlayış ve uygulamaları değiştirmiş, bâtılın yerine hakkı, kötünün yerine iyiyi, çirkinin yerine güzeli getirmiştir. Erkek ve kadınlarla ilgili giyinme ve örtünme emri de hükümleri değiştiren ve düzelten talimat arasında yer almaktadır. Cahiliye devri denilen İslâm öncesi dönemde kadınlar baş ve göğüslerini kapatmıyor, baş örtülerini omuzlarından arkaya atarak gerdanlarını açıkta bırakıyorlardı. İlgili âyet (Nur: 24/31), kadınlara başörtülerini, elbiselerinin yakaları üzerine çekerek bağlamalarını ve böylece saç ve gerdanları gözükmeyecek şekilde örtünmelerini emretti. Mümin kadınlar şevk içinde, bir an tereddüt göstermeden bu emre uydular ve asırlar boyunca da böylece örtünüp geldiler. İslâm dünyası yabancı kültürlerin istilasına uğrayınca çarpık eğitimin tesiriyle öz kültüründen ve değerlerinden uzaklaşmaya başlayan bazı kadınlarımız açılıp saçılmaya başladılar; bu fi'lî sapmayı örtünme emrinin tartışılması takip etti. Klasik kaynaklarımızda hiçbir dayanağı bulunmadığı halde İslâmda baş örtüsü takmanın gerekli olup olmadığı münakaşa konusu edildi ve bazı modernistler gerekli bulunmadığını ileri sürdüler. İlgili âyetleri tevil ettiler, hadisleri de ya inkâr ettiler yahut da peşin hükümleri doğrultusunda yorumladılar.
Başka yazılarımızda İslâmda örtünmenin gerekliliğini ve sınırlarını geniş bir çerçevede ve delilleri ile açıkladığımız için burada başka birkaç konuya kısaca temas etmek istiyoruz:
1. Bir insan hakkı olan din ve vicdan hürriyeti, inancın birilerine göre sahih, doğru, belli bir kalıba uygun olup olmadığına bakmaz, inancın birileri tarafından benimsenmesini esas alır ve bunu benimseyenlere inancına uygun düşünme, yaşama, açıklama, örgütlenme haklarını verir. Buna göre İslâmda örtünmenin gerekli bulunduğuna inanan bir kimsenin örtünme hakkı "insan hakkıdır", bunu onun elinden alan her sistem insan haklarına tecavüz etmiş olmaktadır. Kanun koyucunun vazifesi, düzenlemeleri insan haklarını ihlal etmeden yapmaktadır.
2. İslâma göre giyinen ve örtünen bir kadın veya erkek, zaruret halinde, mesela bir cilt hastalığına yakalanıp tedaviye muhtaç olduğunda uzman doktora gider, normal hallerde açması, göstermesi ve dokundurması caiz olmayan yerlerini açar, gösterir ve dokundurur.
3. Genel olarak müslümanların zalimlere, inançlarını yaşamak isteyenlere baskı yapanlara karşı direnmeleri, din ve vicdan hürriyetinin gereği bulunan haklarını almak için gerekeni yapmaları farzdır, bu da bir cihaddır ve cihadın toptan terkedilmesi büyük günahtır. Ferdi (bireye ait) veya ictimaî (İslâm toplumuna ait) önemli bir ihtiyaç ve zaruret bir kızın veya hanımın başını açarak okumasını, resim çektirmesini, görev yapmasını gerektiriyorsa, başka bir çare ve yol mevcut değil ise baş açılır, görev yapılır, okunur ve resim çektirilir. Zaruret ortadan kalkar kalkmaz da İslâma göre normal olan uygulamaya dönülür. Ancak gücü ve imkanı olanlar -baskıya rağmen- direnmeye devam ederler, haklarını ararlar, din ve vicdan hürriyetlerini korumak için ellerinden geleni geriye koymazlar. Onların bu cihadları sayesinde bir gün bâtıl gider hak gelir, zulüm kalkar adalet gelir, kin gider sevgi gelir, savaş gider barış gelir, vahşet ve ilkellik gider medeniyet ve insanlık gelir.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Tesettür Mahkemede
Şeriata karşı demokrasiden ve laiklikten dem vuranlar, kamu alanlarında kadınlarımızın örtünmelerine karşı çıkıyor, bunun laikliğe aykırı olduğunu ileri sürüyorlardı. Bugünlerde sıra mahkemelere geldi. Laikçiler şimdi de avukat ve hakim olan kızlarımız ve kadınlarımızın başörtülerine taktılar, kargaları bile güldürecek gerekçelerle bunu engellemeye çalışıyorlar. Daha önce genel olarak veya özellikle üniversitelerde başörtüsü kullanmayı siyasî bir davranış ve çıkış olarak görüyor, Anadolu kadını ile üniversite öğrencisinin aynı kategoriye konamıyacağını, birincilerin inançları veya adetleri gereği örtündüklerini, ikincilerin ise bunu, siyasetin bir parçası olarak kullandıklarını ileri sürüyorlardı. Doktor, hemşire, hastabakıcı gibi sağlık görevlileri örtünmeye başlayınca yeni bir gerekçe daha aradılar ve "başörtüsünün mikroplu olabileceğini, sağlık bakımından tehlikeli olduğunu" söylediler. Devlet dairelerinde disiplin, sağlık alanında mikrop, üniversitelerde ve liselerde siyaset, gerektiğinde kıyafet kararnamesi gerekçeleri mahkemede yetmedi, burada yeni bir bahaneye ihtiyaç hasıl oldu, hemen bunu da buldular: "Başını örten hakim kadın dinî kimliğini ortaya koyuyormuş, bu ise yargıya gölge düşürür, halkı işkillendirir, yargıcın tarafsızlığını bozarmış." Başını örten avukat bayanlara gelindiğinde henüz işe yarar bir bahane uydurulamadığı için konunun baroda tartışılmasına karar verildi; diyelim ki baroda tartışıldı, sonunda çoğunluk uygun bir gerekçe bularak avukat hanımların da örtünmelerinin bir şeylere aykırı olduğunu kabul etti. Bu "örtünmeyen çoğunluğun" kararı ve kabulü din ve vicdan hürriyetine, dolayısıyla insan haklarına aykırı olmayacak mı?
Kurt ile kuzu bir müddet arkadaşlık etmişler. Kurt, arkadaşı kuzunun semirdiğini görünce onu yemeye karar vermiş, ancak arkadaş oldukları için bir bahane ve gerekçeye de ihtiyaç duymuş. Susayıp bir dereden su içtikleri sırada, kendinden daha aşağıda su içen kuzuya hiddetlenerek bağırmış: "Suyumu bulandırıyorsun!" Kuzu "insaf et kurt kardeş, sen üst taraftasın ben aşağıdayım, senin suyunu nasıl bulandırabilirim?" demiş. Bu defa kurt biraz daha hiddetlenerek "bir de bana itiraz ediyorsun öyle mi?" diye haykırmış, kurdun asıl maksadını anlayan kuzu şu cevabı vermiş: "Anlaşılan sen beni yemeye karar vermişsin, saçma sapan bahaneleri ve gerekçeleri bırak da mertçe gel ve ye!"
Anadolu'da, İstanbul'da, köyde, şehirde, genç, yaşlı, memur, sivil, sağlık alanında, mahkemede... örtünen kadınların büyük ekseriyeti (yüzde doksan dokuzu) ya açık çıkmak ayıptır diye (ahlâkî gerekçe). Yahut da günahtır diye (dini gerekçe) örtünmektedirler. Örtünmeyi siyasî bir araç olarak kullanan müslüman kadın yoktur veya nadirdir, nadire ise hüküm bina edilemez. Din ve vicdan hürriyetini insan hakkı olarak görüp bilenlerin dini-ahlâkî saikler ve sebeplerle örtünen kadınlara bu hakkı tanımaları hukukun, laikliğin ve çağdaşlığın tartışılamaz bir gereğidir. Kıyafet kararnameleri bir kanun bile değildir. Kaldı ki kanunların dahi anayasalara aykırı olanları iptal edilir, insan haklarına aykırı mevzuat ise anayasalara aykırı sayılır. Laiklik devletin dine müdahale etmemesi, insanların inanmak veya inanmamakta serbest olmaları ve inançlarının gereğini yerine getirme imkanına kavuşmalarıdır. Kıyafet mevzuatını düzenleyenler inancı gereği örtünecek olanlara engel çıkarırlarsa laikliğe aykırı hareket etmiş olurlar. "Çalışmak ve okumak istiyorsa başını açsın, başını örtecekse evinde otursun" demek insanları -insan hakkı olan- çalışma ve okumadan mahrum etmektir.
Mevzuatın inananları haklardan mahrum etmeyecek şekilde hazırlanması, başkalarına belli bir giyimi veya şekli -din adına- dayatmadığı için dinin devlete müdahalesi olarak algılanamaz ve Batı'da laiklik böyle anlaşılmıştır. Sağlık alanında çalışanlar çıplak çalışmadıklarına göre hastalara yaklaşırken giydiklerini nasıl mikroplardan koruyorlarsa baş örtülerini de aynı usûller ile korurlar. Hakim, avukat ve subay da insandır, her insanın bir inancı, siyasî kanaati ve tarafı vardır, bu insanları inanç ve kanaatten arındırmak mümkün değildir. Önemli olan, görevini yaparken tarafsız olmak, adalet ve hakkaniyetten ayrılmamaktır; bu ise kıyafete değil, vicdana ve eğitime bağlıdır. Tehlike gelecekse kendini açıkça ortaya koyandan değil, dışı başka, içi başka olandan gelir...
Hasılı, demokrasi ve laiklik havarileri ya samimi olacak, kimsenin örtünmesine karışmayacak, dinî ve ahlâkî inanca/kanaate saygı gösterecek yahut da -dini inanca ve davranışa karşı baskı uyguladıkları müddetçe- iki yüzlü olduklarını, demokrasi ve laikliği istismar ve siyasete alet ettiklerini isbat ve tescil etmiş olacaklardır.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hac Hizmeti
Yıllarca önce hac ibadetini yapmak isteyen müslümanları bu ibadetin yapılacağı mukaddes mekânlara götürmek, orada iaşe ve ibadetlerini sağlamak ve ibadetlerinde rehberlik etmek gibi hac hizmetlerini özel şirketler ve şahıslar yapıyordu; bu yıllarda hacıların çektiği çileler dillere destan olmuştur, en perişan, sahipsiz ve bakımsız hacıların da Türkiye'den giden hacılar olduğu bilinmektedir. Bu acı hatıralar hâlâ hafızalardan silinmemiştir.
Konu ile ilgili şikayetler ayyuka çıkınca Diyanet İşleri Başkanlığı hac hizmetine talip oldu, gerekli düzenlemeler yapıldı ve Diyanet Vakfı ile de işbirliği yaparak bu hizmeti, tek başına Diyanet üstlendi. İlk bir iki yılda tecrübesizlik sebebiyle yaşanan aksaklıklar zamanla asgariye indi ve hacılarımızın örnek durumu başka ülkelerde konuşulur, imrenilir oldu. Bu hizmetin getirisine göz diken turizm şirketleri siyasîleri kullanarak usûlü bozdurdular ve A tipi turizm şirketlerine de belli bir miktar hacı taşıma imkanı getirildi. Bu şirketler hacıları bizzat taşıyacak yerde, kararnamenin öngördüğü şartları taşımayan şirketlere büyük paralar karşılığında (kişi başına dörtyüz dolar alarak) "hacı sattılar". Son günlerde ise turizm bakanının başı çektiği bir karşı hareket başladı; hac hizmetleri Diyanet'ten tamamen alınmak ve turizm şirketlerine verilmek isteniyor. Basından öğrendiğimize göre Turizm Bakanı "Diyanet İşleri Başkanlığı sadece din işleriyle uğraşmalı, bu işin ticaretine girmemelidir..." demiş. Bilindiği gibi bir Diyanet İşleri Başkanlığı, bir de Türkiye Diyanet Vakfı vardır; birkaç yıl önce yapılan bir değişiklik ile Diyanet İşleri Başkanı aynı zamanda Vakfın da başkanı olmuştur. Vakıf, Diyanet hizmetlerini desteklemekte, elde ettiği gelirler ile yurt içinde ve yurt dışında önemli hizmetler vermektedir. Hac hizmetlerinden elde edilen gelirler de bu hizmetlerin finansmanında kullanılan gelirlerin önemli bir miktarını teşkil etmektedir.
Buna göre Diyanet hac hizmetinin ticari yönünü bırakmalıdır diyenlerin iki maksadı olabilir: 1. Bu tatlı gelir kamu hizmeti yapan ve Diyanet ve Vakfın değil, özel şirketlerin olsun. 2. Diyanet hizmetleri sonuçta ülkede dinî şuurun ve hayatın gelişmesine hizmet etmektedir, bu kurumun geliri ne kadar fazla olursa hizmeti de o kadar fazla olacaktır, bu gelir kaynağı kesilmeli ve hizmetler aksatılmalıdır.
Bu iki maksattan ikincisi meşrû değildir, ideolojiktir, müslümanların buna karşı mücadele etmeleri gerekir. Birinci maksat ise bir kayıt ve şart ile meşrûdur: "Hac hizmetlerini hem Diyanet, Vakıf, hem de belli şartları taşıyan diğer ilgili kuruluşlar yapabilmeli, daha iyiyi yakalayabilmek için hizmet rekabete ve yarışa açılmalı, en iyiyi yapan hak ettiği en fazla hizmet ücretini de alabilmelidir." Buna bir diyeceğimiz olamaz; ancak hizmetin ve gelirin Diyanet'ten alınarak çoğu bu işlere yabancı ve uzak olan "belli standartta özel turizm şirketlerine" verilmesine karşı diyeceklerimiz ve yapacaklarımız olmalıdır ve bu teşebbüs mutlaka engellenmelidir.
Bu konuda vicdani olarak rahatlamak isteyen müslümanlara tavsiyemiz, hac hizmetlerinden elde edilen gelirleri Diyanetin ve Vakfın harcadığı yerler ile özel turizm şirketlerinin harcadığı yerler arasında bir mukayese yapmaları ve buna göre hareket etmeleridir.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Örtünme Üzerine: Demokratik Çelişkiler
Sosyal demokrat olduğunu iddia eden bir partinin bir bayan milletvekili, kendi fikriyatında olan kadınlara yaptığı bir konuşmasında "en küçük bir örtünme teşebbüsüne karşı bile şiddetle mücadele etmeliyiz" diyor, gerekçe olarak da "örtünmenin kadın özgürlüğü için bir kısıtlama mânâsı taşıdığını, bunu isteyenlerin erkekler olduğunu ve bu isteğin temelinde de erkeklerin zayıflıklarının bulunduğunu..." ileri sürüyor. Bu bayana göre -giyinen değil, çünkü kendisi dahil bütün kadınlarımız elhamdülillah henüz giyiniyorlar- örtünen; yani islâmî örtünmeye riayet eden kadınlar kendi inançlarına dayalı özgür seçimleri ile örtünmüyorlar da erkeklerin zaaflarından kaynaklanan baskıları sonucu örtünüyorlar. Erkeklerin örtünme taleplerinin de dine, inanca dayanan bir tarafı bulunmuyor; bu sebeple örtünmeye karşı direnmek, örtünmeyi önlemek bir "kadın haklarını savunma eylemidir" ve bu eylem titizlikle yürütülmelidir.
Bu sosyal demokrat bayan milletvekili sosyal araştırmalara kulak verse, göz atsa veya kendisi bu iddiayı ortaya atmadan önce bir alan araştırması yapsa/yaptırsaydı örtünen kadınların büyük bir çoğunluğunun hiçbir baskı altında kalmadan, yalnızca inançları sebebiyle örtündüklerini (avret yerlerini, yani açılması haram olan yerlerini uygun giysilerle kapattıklarını), hatta önemli sayıda müslüman kadının tam tersine (örtünmemeleri için) bir baskı var iken/buna rağmen örtündüklerini görürdü. Böyle bir araştırmayı yapmamıştır, yapılanlara da bakmamıştır; çünkü bu ve benzeri partilerin geleneksel yaklaşımı halka rağmen halk adına ahkâm kesmek, belli bir ideolojiyi ve tabuları dayatarak yönetmektir.
Aynı günlerde televizyonda bir tartışmada bir sosyal bilimler doçenti "demokrasinin insan hakları demek olduğunu, şeriat yönetiminin ise belli bir inancı, ona inananlara ve inanmayanlara dayatmayı gerektirdiğini, bu sebeple şeriat yönetimi ile insan haklarını korumak anlamında demokrasinin bir arada olamıyacağını" savunuyordu. İslâmcı muhatabı kendisine özetle şu mukabelede bulundu: "Asıl bugün bizde ve daha birçok ülkede uygulanan şekliyle demokratik yönetim dayatmacıdır; çünkü bu yönetimler belli bir kültür ve eğitim programını, hukuku devlet olarak oluşturmakta, inancı, ideolojisi gereği bunu benimseyenlere olduğu kadar buna karşı olan vatandaşlara da dayatmakta, zorla empoze etmekte, yaptırımlarla uygulatmaktadır. İslâmın özüne uygun bir toplum yönetimi modelinde ise bu mânâda bir dayatma söz konusu değildir; ortak alanı teşkil edecek olan insan haklarının korunmasını devlet üstlenir, farklı inanç guruplarını ise kendi inançlarına uygun hukuk ve eğitimde serbest bırakır..."
Tabii bu "islâmî modelin" de henüz olgunlaşmamış, problemli, tartışmaya açık yönleri vardır; ancak insan haklarını korumak bakımından demokrasi ile şeriat yönetimini mukayese ederek hemen her defasında şeriatı mahkûm edenleri en azından derin düşüncelere sevkedecek bir yaklaşım olduğunda da şüphe yoktur; öyle ya bir tarafta insanları istedikleri sosyo-psikolojik sınıflandırmalara tâbi tutan, samimi dinî davranış motivasyonlarını yok sayan ve inanca karşı mücadele bayrağı açan sosyal veya liberal demokratlar var, bir yanda da dayatmanın "de"si bulunmayan islâmî modellerden bahseden islâmcılar, şeriatçılar var; "bunlar da nereden çıktı, biz demokrasi, insan hakları diye İslâm'a vurup duruyorduk, bu oyun bozanlık da ne oluyor" diye derin düşüncelere dalmakta haklı değiller mi?

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Mescid ve Ordu
Yeni Şafak'ın 11 Temmuz 1996 tarihli nüshasında bir generalin "mescid talimatı" yayımlandı. Aynı generalin "öncesi olan hiçbir metin aramadan ve böyle bir metinden yararlanmadan" verdiği konferans gibi bu talimatın da öncesi (muteber kaynağı) olmasa gerek ki, karşımıza tarih boyunca tanımadığımız bir mescid kavramı ve kurumu çıkmıştır. Buna göre mescidde kişiler münferit olarak (cemaat olmadan) namaz kılarlar, mescidde imam bulunmaz, hutbe ve vaaz verilmez, mescid yalnızca mesai çizelgesinde belirlenen dinlenme saatlerinde açılır, rütbe ve kıdemce üst durumda olanlar astlarla aynı safta veya onların gerisinde namaz kılmazlar, namaz ancak eğitim kıfayeti ile ve eğitimde giyildiği şekilde giyilerek kılınabilir...
Generalin bu talimatının -bütün mescidleri kapsayan ifadelere de yer verilmiş olmasına rağmen- askeri mekânlara mahsus olduğunu zannediyorum. Komutanların askeri disiplini bozmamak için gerekli tedbirleri alma selahiyet ve sorumluluklarını da kabul ediyorum. Ancak talimatın bu amaçları aştığı noktalar var:
1. Mescidlerin esasen cemaatle namaz kılınmak üzere kurulduğunda şüphe yoktur. Kişilerin buralarda tek başına kıldıkları ya nafile namazlardır veya cemaatine yetişilemiyen farz namazlardır.
2. "Dini kurallara göre" mescidde imam bulunur, ancak başlangıçta bu imam, imamlığı meslek edinen kişilerden seçilmiyordu da cemaatin en alim ve faziletli ferdi imam oluyordu. Cemaatin içinde devlet başkanı, vali, komutan... bulunursa imamlık öncelikle bunların hak ve vazifeleri olarak biliniyor ve böyle uygulanıyordu. Toplum ve yerleşim düzeni değiştikçe cemaatle ibadet aksamasın ve karışıklıklar çıkmasın diye uygun nitelikteki kişilerin imam ve hatip olarak tayin edilmelerine zaruret hasıl oldu ve uygulama da buna göre değişti. Camide hutbe ve vaaz uygulaması ise Hz. Peygamber (s.a.) zamanından beri mevcuttur. Cuma namazlarında hutbe farzdır.
3. Mescid devamlı olarak açık tutulabilir, güvenliği ve disiplini sağlamak üzere buraya bir sorumlu tayin edilebilir, vazifesi gereği durumu müsait olanlar her zaman mescide gelip namazlarını kılabilirler, vazifede olanlar ise ilk fırsatta namazlarını -tercihan- mescidde kılarlar. Mescidin açılış ve kapanışının hizmet çizelgesine tâbi kılınması uygun değildir.
4. Mescidlerde ön safta ve imama yakın yerlerde gerektiğinde imamın vazifesini devam ettirebilecek kişiler bulunur. Bunun ötesinde hiçbir kimsenin önde bulunma imtiyazı yoktur. Namaz kılanların tamamı eşit Allah kullarıdır, din kardeşleridir, omuz omuza, dirsek dirseğe vererek sıcaklık, samimiyet ve teslimiyet içinde bu müstesna ibadeti ifa ederler.
5. Mescidin içinde ibadet edildiğine, buraya bu maksatla gelindiğine göre kıyafet de ibadete uygun olmalıdır. Mesela başında serpenekli (=siperlikli) şapka bulunan birisi ya bunu çıkaracaktır yahut da geriye çevirerek giyecektir; aksi halde secde edemez.
Batılı ülkeler örnek alınıyorsa buralarda orduda din subayları ve papazlar vardır; mabed ve ibadetlerle ilgili konular bunlara danışılır. Bizim geleneğimizden hareket ediliyorsa imam ve hatipler öncelikle komutanlardır ve düşmanla fiilen savaş yapılırken bile -mümkün ise- guruplara bölünerek cemaatle namaz kılınır (salâtu'l-havf). Maksat üzüm yemek değil de bekçiyi döğmek ise mızrak çuvala sığmaz, sığdırdım zannedenler yalnızca gülünç olurlar.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Laik Düzende Dini Yaşamak
Laiklikle ilgili maddelerin anayasalarında yer alıp almaması ve uygulama bakımından Batı ülkelerini birkaç guruba ayırmak gerekir. Birçok Batı ülkesi anayasasında laiklik maddesine yer verilmediği gibi tam aksine maddeler konmuş, mesela devletin vazifeleri arasında hıristiyanlığın ilke ve ahlakının yayılması, korunması gibi tamamen dinî olanlar da zikredilmiştir. Şu halde Fransa'da ve bizde olduğu gibi anayasada laiklik ilkesine ve terimine yer vermek ne demokrasinin, ne de çağdaşlığın olmazsa olmaz şartıdır.
"Mevzuatında veya uygulamada laisizme yer veren bir ülkede fert ve toplum olarak dinin yaşanması mümkün müdür?" sorusuna da tek bir cevap vermek mümkün değildir. Bu cevap, sorulan ülkenin laiklik anlayışına ve uygulamasına göre değişik olacağı gibi orada yaşanacak dine göre de farklı olacaktır. Eğer bir dinin cemiyet hayatını da içine alan talepleri yoksa ve fertlerin dinî hayatlarını yaşamaları ülkenin anayasal düzeni için bir tehlike teşkil etmiyorsa Batı'da fertlerin, dinî hayatlarını -bu sınırlama içinde- serbestçe ve kolayca yaşayabilecekleri söylenebilir. Ama mesela Fransa'da olduğu gibi "resmi okullarda müslümanların inançlarına uygun giyinmeleri ve bu cümleden olarak kızların başlarını kapatmaları anayasal düzen ve kanunlar ile çatışır" deniyorsa ferdin dinî hayatını yaşaması önünde engeller var demektir; örneğimizdeki kız ya başını açacak, yahut da resmi okullarda öğrenim görmekten mahrum kalacaktır.
Din İslâm, ülke de Türkiye Cumhuriyeti ise dinin serbestçe ve kolayca yaşanabileceğini söyleyenler ya siyaset yapmakta, kendi yol ve yöntemi bakımından böyle söylemekte fayda görmektedirler yahut da dini yaşamayı denememişlerdir. Üçüncü ihtimal ise kişinin, dini eksik bilmesi, yaşadığını İslâm zannetmesidir. Evet bu böyledir; çünkü İslâmın müslüman fertten olduğu gibi müslüman cemiyetten de talepleri vardır. Fert dinin emri ile din dışı otoritenin emri çelişip çatıştığında dinin emrine uymak zorundadır, ulü'l-emre itaat şartlıdır; önce ulü'l-emr (yönetim) Allah'ın emirlerine uyacak, sonra da yönetilenler yönetimin -dinin emirleri ile çatışması mümkün olmayan- emirlerine itaat edeceklerdir. Müslüman toplum, hayatının bütününde Allah'ın irade ve rızasını kollayacak, bunlara aykırı bir cemiyet hayatını düzeltmek için elinden geleni yapacaktır. Türkiye'de böyle bir cemiyet hayatından söz etmek bile laiklik ilkesiyle çatışır, hatta suç teşkil edebilir.
Devlet ve cemiyet hayatının İslâm dışı, lâ-dinî, laik olduğu, ilhamını yalnızca akıl ve bilimden aldığı ülkelerde müslüman ferdin dinini yaşaması da büyük güçlükler, bazen imkansızlıklar arzetmektedir. Şu örnekleri birlikte düşünelim: Beş vakit namaz kılan bir müslümanın, vazife yaptığı veya bulunduğu yerde namaz kılacağı bir mekân tahsis edilmemiş ise veya namaz kılanlar mimlenerek vazifeden atılıyorsa bu ibadetini yerine getirmesi mümkün müdür? Kontenjan yüzünden hacca gitmesine izin verilmezse hac ibadetini yapabilir mi? Din eğitimi ve öğretimi -laik ve kendine göre bir ideolojisi bulunan- devletin denetim ve gözetimi altında olursa, devlet, öğretmeninden müfredatına ve kitabına kadar her maddeye müdahale ederse müslüman kendi inanç ve düşüncesine uygun din eğitimi ve öğretimi yapabilir mi? Tasarruf teşvikinin büyük ölçüde faize dayandığı, finansmanın da faizle yürüdüğü bir ekonomi zemininde, faizi haram bilen ve ona yaklaşmak istemeyen bir müslüman müteşebbis, başka bir teşvik aracı ile sermaye toplayabilir mi? Faize bulaşmadan sermaye bulabilir mi? Faize bulaşmayan bir şirket bulup onun hisse senedini alabilir mi?
Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür ama bir gerçeği inkâr etmek mümkün değildir: Bu şartlarda müslüman ferdin dinini yaşaması ya güçtür yahut da imkansızdır.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Dinden Arındırma
Kelimeyi sevmediğim ve yanlış bulduğum için "dinsel" demiyorum, ancak maksadım budur. Tıpkı Sırp canavarlarının Bosna-Hersek'te uyguladıkları etnik arındırma gibi ülkemizde de bürokrasiyi ve özellikle orduyu ve yüksek düzey devlet hizmeti makamlarını dinden (buna dindardan da diyebiliriz) arındırma politikası ve eylemi sürüp gitmektedir. Memur adayı dindar olduğunu gösterecek hiçbir iz ve alamet taşımasa dahi kimi zaman ailesinin dindar olması, belli bir tarikat veya cemaate mensubiyetle tanınması, kimi zaman içki kullanmaması, kimi zaman eşinin başını örtmesi... eksi puan alması, memuriyete veya terfie giden yolda engellenmesi için yeterli olmaktadır. Siyasal Bilgileri ilk sıralarda bitirenlerin, Hukuk fakültelerinden yüksek başarı ile mezun olan ve parlak staj dönemleri geçirenlerin -yalnızca İmam-Hatip lisesi mezunu veya ibadetlere devamlı, helal-haram sınırına riayetkâr olmaları yüzünden- kaymakam, hakim, savcı olarak tayin edilmediklerini, edilenlerin terfi ettirilmediklerini veya en olmadık yerlerde vazifeye sürüldüklerini biliyor ve duyuyoruz.
Bir TV kanalında gösterilen reklam filminde, bir tarikatın zikir meclisinde bulunan ve dervişlerle birlikte zikre katılan birkaç hakimimiz teşhir edildi ve seyirciler, hararetle reklamı yapılan programı izlemeye davet edildikten sonra da eklendi: "Adalet dağıtan kurumlarımız kimlere emanet". Aynı medyanın bir gün sonra, bir başka münasebetle müslümanlara çatmayı, "siz milleti alevi-sünni, sağcı-solcu, laik-müslüman diye ayırıyor, parçalıyor, birbirine düşürüyorsunuz" demeyi ihmal etmedikleri görülecektir. O zaman sormak kaçınılmaz hale geliyor: "Devlet dairelerine, yukarıda sıraladığımız kesimlerden yüksek seviyelerde memurlar tayin ediliyor, belli bakanlıklar, belli bir mezhebe veya dünya görüşüne sahip insanlarımızla dolduruluyor, bu durumda -onların deyimi ile köktendinci- müslümanlar 'filan makamlar, falan vazifeler kimlere emanet!' demiyorlar. Onlar da kalkar -karşı tarafın dediğini derlerse memleketin hali nice olur? Bu durumda bölücülüğü, ayrımcılığı kim yapmış oluyor? Mason derneğine mensup olanlar, ateist olanlar, akşamcı olanlar... devlet memuru olunca kıyamet kopmuyor da namaz kılan, oruç tutan, sakal bırakan, Allah'ı zikreden insanlar tayin edilince niçin sura üflenip kıyamet ilan ediliyor?
Soruyu sorduk, cevabı da biz verelim: Bunlar hem suçlu, hem güçlü olan dinden arındırma şampiyonlarının tanıdık marifetleridir.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Maskeli Baskı
Malum çevreler sözbirliği etmişçesine Gümüşhane Baro başkanının öldürülmesinde, türbanla ilgili talepler ve başörtüsüne karşı çıkanlara müslümanların gösterdikleri tepkilerin cinayeti teşvik edici, azmettirici, tahrik edici rol oynadığını iddia ediyorlar. Eğer bu mantık ve muhakeme tarzı doğru olsaydı bütün haksız tasarruflar karşısında sükut etmek, tepki göstermemek, itiraz etmemek, haksızlığı ve zulmü sineye çekmek gerekirdi. Aksi halde zalimin, haksızın başına gelen her beladan, her musibetten, halini arzeden, haksızlıktan şikayette bulunan mazlum sorumlu tutulur, "sen tahrik ettin böyle oldu" denilirdi. Hemen her gün başta medya olmak üzere birçok kişi ve kuruluş, cumhurbaşkanından tutun da kapısının önünü iyi temizlemeyen temizlik işçisine kadar herkesten şikayette bulunmakta, haksız, yersiz ve uygunsuz gördüğü iş, eylem ve tasarrufların sahiplerini ağır bir dille suçlamakta, renkli çarşafları ortaya sermekte, teşhir etmektedirler. Şikayet ve tenkit konusu olan şahsın başına bir iş geldiğinde, aklı karışmamış hiçbir kimse, haklı şikayette bulunan, tepki gösteren mağdurları suç ve cinayetten sorumlu tutmamaktadır. Bu gerçek bu açıklık ve basitliği içinde ortada iken bir cinayeti bahane ederek türban mağdurlarına ve onlara destek verenlere ateş püskürmenin, adeta katili bir tarafa bırakıp bunları katil suçuyla mahkemeye vermek için çare arayanların bir maksatları olmalıdır...
Evet gerçekten onların bir maksatları vardır; müslümanları sindirmek, tek parti döneminde olduğu gibi sessiz, tepkisiz çoğunluk haline getirmek, bundan sonra da köpeksiz köyde değneksiz dolaşabilmek. Bir avuç tepeden bakan, tepeden inmeci, cebren ve hile ile yönetimi ele geçirmiş, güç odaklarına çöreklenmiş azınlık olarak halka rağmen halkı yönetmek, kalkındırmak, ileri (!) götürmek, adam etmek ve bir şeye benzetmektir. Bunu önceleri maskesiz, apaçık baskı ile, sindirme ve korkutma metodlarını kullanarak yapıyorlardı, şimdilerde demokrasi oyununun stili değiştiği için baskıyı maskelemek gerekmiştir; artık yahudi gibi hem -hileyi sezen- çocuğu çimdiklemek, hem de ondan daha yüksek sesle ağlıyarak çocuğun aleyhine kamuoyu oluşturmak lazımgelmektedir. Âma nafile! Ne yapsalar faydası yok; çocuk büluğa ermiş, reşid olmuş ve hileyi sezmiştir. Baskının da açığı olsun, kapalısı olsun onu yıldırmamaktadır. Ya insan haklarına kâmil mânâda riayet edilecek ve birlikte insanca yaşanacaktır, yahut da keskin sirke kabına zarar vermeye devam edecektir.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hastanelere İmam
Haftanın belli bir gününde hastahanelere bir imamın gitmesi, hastalarla görüşmesi, hastanın durumuna göre ümit, sabır ve metanet telkin etmesi, moral vermesi, isteyenlerin dinî bilgilerini tamamlaması... uygulamasına başlanmış, bu da hemen arkasından -kimi samimi, kimi örtülü ve hileli- gerekçelerle ne kadar süreceği, nerede biteceği belli olmayan bir tartışmayı getirmiştir. Kesimleri ayırmadan karşı çıkanların gerekçeleri, basına yansıdığı kadarıyle şöyledir: Laikliğe aykırıdır. Papazlar örnek alınmıştır, Hıristiyanlığa özenme ve benzeme mahiyetindedir. İslâmda din adamı yoktur, imam din adamı değildir. Hastahaneye gitmesi de gereksizdir, buna ihtiyaç varsa herhangi bir müslüman yapabilir. Bu uygulama hastalara olumsuz tesir eder, ölümü hatırlatır, iyileşmeyi geciktirir...
Laiklik paranoyasına tutulmuş, nerede bir yaprak kıpırdasa orada laikliğe aykırı bir hareket vehmeden hasta tiplerin gerekçelerini ciddiye almak gerekmez. Diğer gerekçeler -her ne şekilde olursa olsun dinin sosyal hayata girmesinden, cemiyet içinde kendini hissettirmesinden rahatsız olup suret-i haktan görünerek asıl bunu önlemeye yönelik değil ise- üzerinde durmaya değer mahiyettedir. İslâmda din adamı diye bir sınıfın bulunmadığı doğrudur, ancak dinin, fert hayatını aşan, cemiyeti ilgilendiren, cemaatle ifa edilebilen talepleri vardır. Ezan, cemaatle namaz, cuma ve bayram namazları, cenaze hizmetleri, din ve Kur'an öğretimi... bu taleplerin önemli örnekleridir. Maişetini bu hizmetlerden sağlamayan, bunları bir ibadet ve hizmet olarak yerine getiren ve cemiyetin ihtiyacını karşılayan kimseler bulunduğu müddetçe anılan hizmetleri ücretle yapan sorumlulara (bu mânâda hademe-i hayrata, din hizmetlilerine) ihtiyaç bulunmaz. Ancak bu vasıfta kimseler bulunamaz ve hizmetler aksar ise ücretli din hizmetlilerine ihtiyaç hasıl olur. Nitekim olmuştur ve böyle bir hizmet sınıfı ortaya çıkmıştır, bunların maişetlerini ya hizmet verdikleri şahıslar ve topluluklar yahut da vakıflar ve devlet sağlamıştır. Bu din hizmetlilerinin, Hıristiyanlık ve Yahudilikte bulunan "din adamları" ve "din adamlığı" ile hiçbir ilişkileri ve benzerlikleri yoktur. Bunlar yapacakları işin bilgi ve eğitimini almış sıradan müslümanlardır, kutsal, yanılmaz ve günahsız değillerdir. İşte bu hizmet sınıfı -nasıl her müslüman değil de özellikle bunlardan biri namaz kıldırıyor, ezan okuyor, cuma kıldırıyorsa bunun gibi- hastahaneleri de ziyaret ederek hastalarla görüşebilir. Bu bir ihtiyaçtan doğuyorsa, bu ihtiyacı, ziyaret resmi vazifesi olmayan müslümanlar gideremiyorsa, ziyaretçisi olmayan hastalar boynu bükük kalıyor, ziyaretçisi olan hastaların da dini bilen, yaşayan, duasının makbul olacağı -hasta tarafından umulan- bir kimseye ihtiyacı varsa bir din hizmetlisinin bu ihtiyacı karşılamasında din ve düzen açısından ne sakınca olabilir? Sağlıklı kimsenin dinî hizmetlerde rehberi olan din hizmetlisi oluyor da hastanın niçin olmasın?
Hastanın imamı görünce ölümü hatırlaması, imamın son nefesinde iman telkini için geldiğini düşünmesi, bunun da hastayı olumsuz etkilemesi gerekçesi, "İslâmın dünya görüşü ve hayat tarzı" ile taban tabana zıt ve bu sebeple şuurlu bir müslümana ait olmaması gereken bir gerekçedir. Çünkü müslüman ölümden korkmaz, onun için ölüm bir son değil, fâniden bâkiye ve ebedîye intikaldir. Müslüman her an kendini, iyi bir ölüme (veya intikale) hazırlamakla meşguldür, ölümden evvel ölmek, kendini her an hesaba çekmek ve büyük hesaba hazırlamak onun vazifeleri arasındadır. Onun dünyada kalma arzusu, bu alemde Allah Tealaya biraz daha ibadet etmek ve ahiret hayatına yatırım yapmak içindir. Hastalık visal (kavuşma) gününün bayram alametidir. Gün gelmişse sevinerek gidilir, gelmemişse iyileşme hasıl olur ve geçici kulluk hayatına dönülür.
İşte dünyaya, dünya hayatına, ölüme, ahirete böyle bakan bir mümin ölümü ne zaman unutacaktır ki, imam ona bunu hatırlatsın, ölümden niçin korkacaktır ki, onu hatırlayınca paniğe kapılsın ve hastalığı artsın! Bu gerekçe müslüman bir toplumda yayılmış ise. Müslümanlar ölümü unutmuşlar ve ancak imamı gördüklerinde onu hatırlıyor ve korkuya kapılıyorlarsa İslâm ahlak ve zihniyeti bakımından bir arıza (hastalık) var demektir. O zaman tez elden imamları (mürşidleri, eğitimcileri) seferber edip bu hastalığın tedavisi ile meşgul olmak gerekir. Bu tedavi hastahanelerde de olabilir, dışarıda da.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Din Hizmetleri ve Devlet
İslâm, kulun (insanın) ferdî ve ictimaî hayatında Allah iradesine boyun eğmesi, teslim olması, itaat etmesidir. Hayatın hiçbir alanı ve ilişkisi -bir müslümana göre Allah'sız, dolayısıyle dinsiz, din dışı olamaz. Meselemize bu temel inanç ve anlayıştan baktığımızda dindarlığın, dine bağlılığın bir bütün olduğunu, dindarın Allah ile has ibadet mânâsında kulluk ilişkisi ile "dünya hayatını O'na itaat şuuru içinde yaşaması" mânâsında kulluk ilişkisi arasında -otorite merkezi bakımından- bir farkın bulunmadığını görürüz. Allah Teala kullarına, fert ve toplum olarak bir takım haklar ve vazifeler vermiştir, bu vazifelerin toplumla ilgili olanları ve ifasının teşkilatlanmayı gerektirenleri toplumun oluşturacağı sivil ve resmi teşkilatlar aracılığı ile, ferdin bizzat yapabilecekleri de fertler tarafından yerine getirilir.
Bir müslüman namaz kılmak, oruç tutmak, zekâtını uygun birine vermek, hac vazifesini yerine getirmek, dil ve gönül ile yapılacak irşad ve eğitim faaliyetinde bulunmak... için teşkilata ihtiyacı yoktur, bunları, engellenmedikçe her hal ve şartta yerine getirir. Ancak din eğitimi ve öğretimi, dinin insanlığa tebliği, cihad (maddi ve manevi değerleri düşmanlara karşı koruma, din ve vicdan hürriyetini tesis etme faaliyetleri), Ramazan ve bayram günlerinin ilanı, cuma, cenaze ve bayram namazları, cemaatle namaz, zekatın amacına uygun olarak dağıtılması, haccın bir düzen, disiplin ve güvenlik içinde yapılması... gibi ibadetler, adalet tevzii, suçluların cezalandırılması, iç ve dış güvenliğin temini, toplumda dini-ahlâkî denetim (emr-i bi'l-ma'ruf...), insanların huzuru, dileyenin rahatça kulluk vazifesini yerine getirme imkanlarının ve sosyal adaletin temini gibi farz-ı kifâye olan hizmetler müslüman ferdin tek başına yapabileceği vazifeler değildir. Bütün bunların yerine getirilmesi için müslümanların, tarih boyunca çeşitli kurum ve kuruluşları olmuş, devlet de bunlardan biri olarak müslümanların hayatında yerini almıştır. Başta devlet olmak üzere bütün bu teşkilatlar, kurum ve kuruluşlar insanlara hizmet içindir, insanlar da Allah'a -serbest iradeleri ile- kulluk etsinler, Allah'tan başka maddi ve manevi otoritelere kul ve köle olmasınlar diye yaratılmışlar, bununla yükümlü kılınmışlardır.
İslâmî yönetimde din ile devlet, dünya ile ahiret, Sezar'ın hakkı ile Tanrının hakkı birbirinden ayrılmadığı, bütün otoritelerin, düzenlemelerin ve uygulamaların temelinde Allah iradesi (bunu keşfetmek için de Kur'an ve Sünnet'in rehberliği) bulunduğu için -teşkilatlanmayı gerekli kılan- ibadet hizmetlerinin devlet tarafından veya sivil kuruluşlar eliyle yürütülmesi, teorik olarak bir sıkıntı ve mesele çıkarmaz. Devlet, ilahi olana ters düşen iradesini, dini kullanarak halka dayatamaz, bu mânâda dini istismar edemez, baskı aracı olarak kullanamaz, kullanırsa yönetici meşrûiyyetini kaybeder ve değiştirilir. Bu hizmetler kısmen sivil kurum ve kuruluşlar eliyle yürütüldüğü zaman da istismar, fitne, fesat, parçalanma, bölünmeye alet edilemezler; çünkü İslâm toplumunda ferdin de, devletin de üstünde ilahi irade vardır, O'nun buyrukları ve sınırları vardır, bu sınırları korumakla yükümlü ümmet ve ümmetin, tamamen müstakil rehberleri (ehlu'l-halli ve'l-akd: işleri çözüp bağlayanlar, faziletli alimler) vardır. Her bir kurum ve kuruluşun neyi nasıl yapacağı ya teamül halinde yahut da kanun ve nizam ile -ilahi iradeye ve hikmete uygun olarak- tesbit edilmiştir; herkes buna uymak durumundadır.
Günümüzde bazı ülkelerde, bir kısım din hizmetlerini yürüten ve çeşitli isimlerle anılan kurumların, laik devlete bağlanmaları sonu gelmez tartışmalara, çelişkilere, güvensizlik ve kargaşalara yol açmaktadır. Laik devletin -çelişki içerse de- bir din politikası vardır ve bu politikayı, çeşitli araçlarla, bu arada kendine bağlı bulunan din hizmetleri kurumu ile dayatmaktadır. Daha da kötüsü, devletin din politikasından öte, hükümetin politikalarına ve siyasî çıkarlarına -kurum vasıtasiyle- dinin alet edilmesidir. Öte yandan toplumun temelinde dinî inanç ve disiplin bulunmadığı için cemaatlere bırakılan din hizmetleri de sonu gelmez fitnelere, fesatlara, istismarlara, bölünmelere... sebep olmakta, zemin hazırlamaktadır.
Çare olarak bizim düşüncemiz şudur: Devlet laik de olsa bir kamu düzeni ve hizmeti gereği olarak din hizmeti kurumlarının -inanmışların serbest iradeleri ile- oluşmasına nezaret eder ve yardımcı olur. Türkiye örneğinden hareket edecek olursak cemaatler, cami cemaatleri, İmam-Hatip Okulları ve İlahiyat Fakülteleri temsilcilerinden teşkil edilecek bir kurucu meclis kurulur. Bu meclis, toplumun muhtaç bulunduğu din hizmetlerini yürütecek sivil bir kurumu ve bunun nizamnamesini tasarlar, tasarı meclisin kabul etmesi ile bağlayıcı hale gelir, bir geçiş dönemi öngörülür ve bu geçiş dönemi içinde mevcut teşkilat kaldırılarak yenisi onun yerini alır. Din hizmetleri kurumu sivil; ilmi, idari, mali bakımlardan özerk, yalnızca ilgili heyetin temsil edeceği ilme ve İslâma bağlı bir kurum olur. Hizmetlerin mali kaynağını temin için ya vakıfların bir kısmı din hizmetleri kurumuna geri verilir yahut da müslümanlardan alınmak üzere bir "din hizmetleri vergisi" konur. Müslümanım diyen, amelde kusuru bulunsa da, Allah rızası için bu vergiyi isteyerek verir.
Türkiye'de yaşayan insanların büyük bir kısmı müslümandır, ancak müslümanlar mezheb, meşreb, tarikat, cemaat, dinî uygulama (amel) bakımlarından farklı guruplara ayrılmışlardır. Din hizmetleri kurumu, belli bir mezhebin veya cemaatin din hizmetlerini değil, İslâmın öngördüğü din hizmetlerini yürüteceği için bütün müslümanları temsil eder veya bütün müslümanlara hizmet verir, bu sebeple ikinci bir kuruma ihtiyaç yoktur. Guruplar, ortak İslâm'dan farklı inanç, düşünce ve uygulamaları için farklı hizmet kurum ve kuruluşları oluşturabilirler; ancak bunlar genel hizmet kurumunun rakibi veya mukabili değil, onun hizmet alanı dışında kalan küçük gurup hizmetlerini yürüten -ve mensuplarının tamamı müslüman olduğu için bu mânâda- bağlı kuruluşlardır. Kendilerini İslâmın dışında gören fert ve guruplar ise Türkiye'de azınlıktadırlar ve onların da zaten kendilerine mahsus teşkilatları vardır.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Dünya İşi
Sekülarizm tartışmalarında din işi-dünya işi ayrımı konunun eksenini teşkil etmektedir. İslâmın seküler bir düzen öngördüğünü savunanlar dolaylı olarak şunu demiş oluyorlar: Fert ve toplum olarak insanın hayatında dinin karışmadığı, dini ilgilendirmeyen, insanların kendi akılları ve deneyleri ile düzenleyip yaşayacakları alanlar vardır, devlet de bunlardan biridir. Dinin de kendine mahsus alanları vardır, din bu alanda özerktir, hakimdir, devlet de kendi alanında...
İslâmî kesimde böyle düşünenlerin dayanakları dinin tabiatı ve amacı ile konuya özel bir kısım naslardır. Onlara göre din, insan (fert) ile Allah arasındaki ilişkileri düzenler, inananların ebedî hayatta (ahirette) mutlu olmalarının yollarını gösterir. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.) dünya işini, ilgililerin kendisinden daha iyi bildiklerini ifade buyurmuştur. Şu halde dünya işi (siyaset, hukuk, sosyal düzen, iktisat, ahlak, eğitim, estetik, dünya bilimi (tabii ve insani ilimler vb.), teknik ve teknoloji...) insana bırakılmıştır, dinin alanı dışındadır, dünyevîdir. Nisbeten muhafazakâr olan bazılarına göre dünya işi yalnızca dünya bilimi, teknik ve teknolojidir.
Bu iddiaya mesned teşkil eden iki delilden birincisi genellikle dinler ve özellikle de İslâm için yanlış ve eksik bir tasavvura/tanıma dayanmaktadır. Dünya işleriyle en ilgisiz, en ilişkisiz dinler bile mensuplarının iman ve şuurları yoluyla dünya işlerini etkiler. İslâma gelince o, işi yalnızca iman ve şuura bırakmamış, doğrudan dünya hayatını, "insan-Allah, fert-fert, fert-toplum, fert-eşya..." ilişkilerini düzenleyen, yönlendiren, kurallara bağlayan talimat göndermiş, bunlara uymanın mecburi olduğunu, müeyyidesini açıklayarak ilan etmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.)in "Siz dünya işini daha iyi bilirsiniz" cümlesine gelince, bu sözün hem bir söyleniş sebebi, yeri, hem de birden fazla -rivayete göre- şekli vardır. Kendileri Medine'ye hicret buyurunca burada hurma ziraati ile meşgul olanların, erkek hurmalarla dişi hurmaları aşıladıklarını (tozlaştırdıklarını), bunun için vakit ve emek harcadıklarını görmüş, "Bunun bir faydası olacağını zannetmiyorum", bir başka rivayette "Belki de yapmasanız daha iyi olur" buyurmuş, bunu dinî bir talimat zanneden ilgililer tozlaştırma işini terketmişlerdir, tozlaştırma yapılmayınca ürün olmamış, durum Resulullah(s.a.)'a bildirilince de şöyle buyurmuştur:
1. rivayet: "Bu kendileri için faydalıysa yapsınlar, ben zan ve kanaatimi söyledim, bunu söyledim diye beni sorumlu tutmasınlar, Ancak ben Allah'tan bir şey bildirirsem onu uygulayınız; çünkü Allah adına asla yanlış ve yalan söylemem."
2. rivayet: "Ben ancak bir beşerim, size dininizden bir şey bildirirsem onu hemen alıp uygulayın, eğer bir rey ve kanaat bildirirsem ben de ancak bir beşerim."
3. rivayet: "Siz dünyanızın işini daha iyi bilirsiniz." (Müslim, Fedâil, 139-141).
Hadise ve söylenen söz (çeşitli rivayetleriyle) birlikte göz önüne alındığında ortaya çıkan sonuç şudur:
a) Hz. Peygamber'in Allah (din) adına düzenlemek, yönlendirmek, örnek olmak, kaidelere bağlamak, müdahale etmekle vazifeli olduğu alan, yalnızca ahiret veya fert-Allah ilişkisi alanı değildir. Bunun böyle olmadığı, Kur'an-ı Kerim ve Sünnet'in yüzlerce talimatı ve düzenleme örneği ile sabittir.
b) Hz. Peygamber'in hangi alanda olursa olsun bütün söyledikleri ve yaptıkları Allah adına (bu mânâda dini) değildir; O, bir beşer olarak, tamamen kendi ictihadı, beşeri bilgi, tecrübe ve kanaatine dayanarak da bir söz söyleyebilir, bir davranışta bulunabilir. Ancak -diğer insanlardan farklı olarak- O'nun söz ve davranışında Allah'ın rızasına, dinin hükümlerine aykırı bir taraf bulunursa -ki bu da ancak henüz kendisine doğru hüküm vahyedilmemiş bulunduğu için olabilir- derhal Allah tarafından ikaz edilir, doğru olan bildirilir.
c) Hz. Peygamber'in hangi alanda ve konuda olursa olsun Allah'tan alıp Kur'an veya Sünnet içerisinde ümmete tebliğ ettiği talimat, bilgi, hüküm, düzenleme dindir, dinîdir. Bunların anlaşılması, uygulanması, şartlara göre ayarlanması, değişmeye açık olanların değiştirilmesi "ictihad" denilen bir ilmî faaliyet ve çaba ile gerçekleştirilir.
d) Dinin bir hükmü, düzenlemeye, talimata bağlamadığı, konu kılmadığı alanlarda insanlar, beşeri bilgi ve tecrübe kaynaklarından yararlanır, gerekeni yaparlar; bu alanda bilgi ve tecrübe sahibi olanlar, peygamber ve veli de olsa aynı konuda bilgi ve deneyimi olmayanlardan -bu işleri- daha iyi bilirler.
e) Beşerin bilgi ve deneyimine bırakılmış bulunan alanlarda elde edilen bilgiler, teknik ve teknolojiler hem elde edilirken, hem de uygulamaya konduğunda din ile ilişkisiz olamazlar. Bir müslüman ilim adamının iman ve şuuru dünya bilgisini de etkiler, bu bilgi ve teknolojinin uygulanması sırasında ise her adımda Allah'ın emir ve rızası, dinin genel ilkeleri ve amacı gözetilecektir.
Şehircilik ve beledî hizmetler de işte bu mânâda hem dünya, hem de din işleridir.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Aklın ve Bilimin Mürşidliği
9. yüzyıldan itibaren moda olan ve bir müddet düşünce dünyasında hakim olduktan sonra terkedilen, yerini yeni teorilere bırakan determinizm ve pozitivizm ile mutlak rasyonalizmin etkisinde kalan, bilimin ve felsefenin gelişmelerini yarım veya çeyrek asır geriden takip eden kimseler hala "aklın ve bilimin (müsbet bilimin) tek mürşid (yol gösterici, doğru bilginin ve değerlendirmelerin kaynağı) olduğunu iddia eder, ayet okur gibi "hayatta en hakiki mürşidin ilim olduğunu" tekrar eder dururlar. Aklın ve geniş ölçüde ona bağlı bulunan bilimin, insanı insan yapan unsurların başında geldiğinde şüphe yoktur. Ancak "hayatta mürşidin yalnızca akıl ve bilimden ibaret bulunduğu, bunların dışında kalan yol göstericilerin hakiki değil, sahte, asılsız olduğu" iddiasına gelince durum değişmektedir. Özellikle postmodern düşünce ve tavır alışlardan sonra bilim ve düşünce tarihi takip edilirse, modernitenin hayli yıprandığı, aklın ve bilimin kesin hükümlerine dayalı dikbaşlılığın ortadan kalktığı, daha alçakgönüllü, hoşgörülü ve çoğulcu bir düşünce ve kültür ortamının doğduğu görülecektir. Bazı nakiller yapmak gerekirse:

Einstein'in genel görecelik (izafiyet) kuramına geçildi... Son olarak determinizm, Niels Bohr ve kuantum mekaniğiyle, dünyanın özerkliğinden ne varsa kaybetmeksizin raslantısala geniş bir yer açtı... Araştırmalar, önce Husserl'in ve ardından -özellikle- Gödel teoremiyle, önce matematiğin, sonra da mantığın ilkelerinde bir krize yol açtı... Pozitivist yöntem tümleyici bir bilime, her şeyin bilimine varmayı sağlıyordu (böyle olacağı düşünülüyordu). Bilimin yanılmaz işleyişi, insan ve dünyasının olgusal ve yetkin bilgisine ulaştıracaktı. Hiçbir global sistemin tasarlanamaz olduğunu öğrenmek zor bir deneyimdi... Bu gelişmeler fizikte olasılığa ağırlık vermeye, başka alanlarda ise ilkelerin geçersizleşmesi çoğu düşünürü belirsiz bir dekonstrüksiyon deneyimine götürürken başkaları, geçmişin kesinliklerinde daha iyi tutunmak için gözlerini kapıyorlardı." (Mehmet Küçük, Modernite Versus Postmodernite, Ankara, 1993, s. 18-19). "Denebilir ki postmodernite, muzaffer bir pozitif bilimin kesinliklerinden, genelleştirilmiş bir belirsizliğe geçişi karakterize etmektedir. (s. 23).

Hasılı bugün ulaşılan nokta şudur: Akıl ve bilim mutlak, kesin, aksi ve aykırısı düşünülemez bilgiler ve hükümler vermekten uzaktır, aklın ve bilimin verileri belli bir sınırlılık içinde karşıtları isbat edilinceye kadar geçerlidir. Kaldı ki, bizim bahsimiz, beşer aklının, siyasî, sosyal, ahlâkî ve hukukî normlar koyma ve koyduğu, insanları bağladığı bu normların, insanlığın amaçlarını gerçekleştirmede ve onları mutlu kılmada yeterli olduğunu belirleme selahiyetine sahip olup olmadığıdır. Beşer bilgi ve aklının böyle bir selahiyete sahip bulunduğu iddiası ise bir "bilim" konusu değil, "felsefe" konusudur.
Meselemize bir de tarih ve uygulama açısından bakarsak şunları görürüz: Allah Teala tarafından vahyedilmiş ve peygamberlerince de kullarına tebliğ edilmiş dinlere bağlı bulunmayan toplumlarda en koyu şekilleriyle monokrasi ve teokrasilerden demokrasilere kadar bütün rejimler ve siyasî sistemler denenmiştir. Bunların tamamı, insan aklının eseridir ve tamamı insanları mutlu edemediği gibi bütün akıl sahiplerinin tasdik ve beğenisine de mazhar olamamıştır. Geçmiş rejimleri beğenmiyen, tenkit eden, alternatif sistemler arayan akıllar vardır. Ayrıca demokrasilerde "egemenliğin millete ait olduğu" ilke olarak kabul edildiği ve siyasî iktidarların meşrûiyyeti halkın rızasına dayandırıldığı halde bu rızanın, devletin fonksiyonlarına tam olarak yansıması sağlanamamıştır. Aydınlarıyla, okumuşları ve cahilleri ile halkın çoğunluğunun oyuna dayanan iktidarların çıkardıkları kanunlar, ortaya koydukları uygulamalar çoğu kez muhalifleri, bazen bunlara ek olarak kendilerine oy verenler tarafından "yanlış, haksız, ihanet, felaket..." olarak değerlendirilmiştir. Yani aynı şeylere, aynı zamanda ve aynı şartlar içinde "doğru, adil, uygun, iyi" diyen de akıl, "yanlış, zulüm, uygunsuz, kötü" diyen de akıl; ortada doğruyu yanlıştan, adil olanı haksız olandan, iyi olanı kötü olandan ayıracak bir miyar, bir ölçüt de yok.
Meseleye daha global baktığımızda uzun deneme ve yanılmalardan sonra, daha doğrusu insanlığa semavi dinlerden miras kalan değerlerin ilhamı ile bazı doğruların, iyilerin yakalandığını ve bunların insanlık ilkeleri, küresel değerler gibi etiketlerle milletlerarası metinlere geçirildiğini görüyoruz. Sıra uygulamaya gelince yine insanlara -hem de en medeni, en gelişmiş olduklarını iddia edenlerine- ait bulunan akıl ve vicdanın tasdiki ile çifte standart uygulanıyor, millî veya bölgesel menfaatler bütün bu ilke ve evrensel değerleri gölgede bırakıyor, yapılan haksız, insanlık dışı, çirkin uygulamalar meşrûluk örtüsüne sokuluyor. İnsan akıl ve vicdanının acı tecrübelerden sonra keşfedip gerçekleştirdiği hakem kurum ve kuruluşlar da hakkı, sahibine değil, güçlü olana teslim ediyor.
İşte bütün bu tesbitler doğru ise akıl, bu doğrulardan bir başka doğru daha çıkarır: "Bir kayıt ve şarta bağlı değilse, yetersiz kaldığı, yanıldığı yerde onu doğrultacak bir mürşidden, bir rehberden mahrum ise her zaman halkın sesi, hakkın sesi değildir."
Bizim hem imandan, hem de tarihi tecrübeden kaynaklanan tezimiz şudur: İnsanın aklı, bilgisi ve tecrübesi çok değerlidir, insan bu sayede insandır, yükümlüdür ve sorumludur. Ancak hayatta bunlar yeterli değildir, insanların beşer üstü bir mürşide ihtiyaçları vardır. Akıl bu mürşidin irşad ışığı doğrultusunda yolunu bulacak, gücünün dışında kalan alanlarda yanılmaktan kurtulacaktır, bu irşad İslâmdır; Allah Teala'nın bütün peygamberleriyle gönderdiği din İslâmdır, onun son temsili Hz. Muhammed Mustafa'nın tebliğ ve tatbik ettiği İslâmdır. İslâmda hakimiyet, kayıtsız ve şartsız değil, vahyinde belirlenmiş olan Allah iradesine bağlı (kayıtlı ve şartlı) olarak millete aittir.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Dünyadan Nasibimiz
Dünyada ilerleme ve kalkınma modası hakim olunca müslümanlar da kutsal metinleri bu gözle okumaya, satırlardan veya satır aralarından dünya insanını memnun edecek mânâlar çıkarmaya yöneldiler, "Din terakkiye mani değildir" cümlesi vecizeler arasına girdi, şiirlerde mısralaştı, "Yarın ölecekmiş gibi ahiret için, hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalış" sözü hadis diye piyasaya sürüldü, bektaşileşen müslümanlar bu sözün de yarısını unutarak diğer yarısı (hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalış kısmı) ile amel ettiler, ancak bunu da -taklit ettikleri toplumlar ölçü ve keyfiyetinde- beceremediler.
Bu arada "dünya için çalışma, dünyadan olabildiğince nasiplenme" ilkesini teyit için bir de ayete başvuruldu; ayet mealen şöyle diyordu: "Allah'ın sana verdikleri içinde ahiret yurdunu iste ve dünyadan nasibini unutma, Allah'ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsanda bulun, yeryüzünde kötülük isteme, şüphesiz Allah kötülük peşinde koşanları sevmez." (Kasas: 28/77) Bu ayeti ilerlemeci felsefe aklıyle okuyanlar "dünyadan nasibini unutma" cümlesine "dünyadan zevk al, istifade et, servet sahibi ol, olabildiğince nasiplen..." mânâsını verdiler. Halbuki ayetin konusu, muhatabı (dünyaya tapan Karun'dur), evveli ve sonu göz önüne alındığında böyle bir mânâ çıkarmak mümkün değildir. Allah Teala'nın, dünyaya mağrur olup kendisini unutan birisine "dünyadan nasiplenmeyi unutma" demesi abestir; çünkü adam zaten yalnızca dünyadan nasiplenmektedir ve ahiret onun hesabında yoktur. İlahi murat -Allahu a'lem- şudur: Dünyaya dalıp ahireti, ebedî hayatı unutma, Allah'ın sana dünyada verdiklerinden istifade ederek, bunları yollu yolunca kullanarak ebedî saadeti elde etmeye bak, dünyadan nasibini, yani burada yaşama ve yararlanma müddetinin, ömrünün kısalığını, geçiciliğini unutma...
Başta Büyük Örnek (s.a.)'in hayatı olmak üzere birçok ayet ve hadis müslümanlara zühd yolunu göstermektedir. Zühdün mânâsı ise dünyadan asgari ölçüde nasiplenmek, bütün insanları ebedî saadeti elde etmek için kullanmak ve buna yönelmektir. İslâmda makbul olan terakki (ilerleme, gelişme) insanın fert ve cemiyet olarak ahlak ve fazilette ilerlemesi, toplumun fazilet toplumu haline gelmesi, kâmil insan sayısının çoğalması, toplumda örnek alınan kişilerin "kâmil insanlar" olmasıdır. Helal ve faydalı olmak şartiyle mesken, yiyecek, giyecek, binek gibi dünya nimetlerinin en iyi, en güzel olanlarından faydalanmak haram kılınmamış ise de teşvik de edilmemiştir.
İslâm ahlakından nasiplenmiş kimseler, çevrelerinde aç ve açık, ihtiyaç sahibi kimseler bulunduğu müddetçe refah içinde yaşamaktan -hiç olmazsa- rahatsız olmalıdırlar. Bilimde, teknolojide, ekonomide, askerlikte, hasılı bir toplumu güçlü ve hakim kılan unsurlarda ileride ve üstün olmak İslâmın amacı değildir, yüce amaçlar (dünyada adalet ve din hürriyetinin hakim olması) için araçtır ve bu yüce amaçlar ne kadarını gerektiriyorsa o kadarı edinilir, fazlası israf sınırına girer ve matlup olmaktan çıkar.
İslâm insanı, maddesiyle, mânâsıyle, ismiyle, resmiyle, kılık kıyafetiyle, ahlakıyle, dünyadan nasiplenme şekliyle... diğer sistemlerin insanlarından farklıdır, farklı olmak durumundadır. Bu fark ne kadar azalırsa kişinin müslümanlığı da o kadar eksilmiş demektir.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Laiklik Sömürüsü
Ülkemizde ve dünyada çeşitli laiklik anlayışları ve uygulamaları var. Bunlar içinde en dar ve katı olanı, din düşmanlığı/karşıtlığı şeklinde kendini gösteren laikliktir. Bu anlayışa sahip olanlara göre din tamamen ferdin vicdanına ait bir iştir, onun sosyal hayatta ve kamu alanında gözükmesine ve tesir icra etmesine izin verilmesı caiz değildir, buna imkan ve izin verilemez. Ancak zaruri olan ortak kamu düzenlemeleri dışında kalan alanlarda her bir gurubun kendi hukuk, ahlak ve siyaset anlayışını kendi bünyesinde uygulamasına izin verilir, buna müdahale edilemez. Devlet gerektiğinde din eğitimine ve dinî kurumlara dengeli ve adil bir ölçü içinde kaynak da ayırabilir.
Ortada kalan bir başka anlayışa göre dinin dünya, siyaset ve kamu alanına müdahale ve tesir etmesine izin verilmez, ama devlet ve siyaset dine müdahale edebilir, onu kendi politikalarının gerektirdiği gibi biçimlendirme ve işlemeye zorlayabilir. Bu anlayış ve uygulamalar samimi olduğu, bir inanç ve tercihe dayandığı müddetçe nisbî meşrûiyyet çerçevesine girer ve tartışılabilir. Fakat bir de laiklik istismarı vardır ki, bunun meşrû olduğunu ve tartışılması gerektiğini söylemek -bizce- mümkün değildir.
Laiklik istismarı (sömürüsü) yukarıda sıralanan anlayışlardan birine veya bir başkasına göre laik olan yahut da samimi bir şekilde laik de olmayan, fakat laikliği, bir başka amaca alet eden, vasıta kılan şahısların tavrıdır. Bunların ortak vasfı gizli veya açık din düşmanlığı/karşıtlığıdır. Laikliği hassas bir nokta olarak korumaya ve daha başka tabularla laiklik arasında ilgi/bağlantı kurarak onu takviye etmeye gayret ederler. Ülkede veya dünyada dinin geliştiğini, bir dinî hareketin güçlendiğini, toplum hayatında dinin etki alanının genişlemekte olduğunu veya bunun alametlerinin/öncülerinin ufukta görüldüğünü hissettikleri anda harekete geçerler ve "laiklik elden gidiyor, bunun sonu felakettir, Ortaçağa ve karanlığa dönüştür, bütün laikler ve çağdaşlar bir araya gelip güç birliği kurarak bu gelişmeyi -her vasıta ile- durdurmalıdırlar..." diye vaveyla koparırlar.
Son zamanlarda, siyasî hayatta başarılı olamamış bazı liderlerin de bu kervana bir başka açıdan katıldıklarını görmeye başladık. Bu liderler sözde müslüman olduklarını söylüyor, İslâmı kendilerine göre tanımlıyor ve siyasî İslâmı dışlıyorlar, sonra da bazı siyasî rakiplerini siyasî İslâm yanlısı göstererek anti-demokratik güçleri onlara karşı kışkırtıyorlar. Bu davranış dıştan bakıldığında samimi bir laikçinin davranışı gibi gözükse de derine inildiğinde çirkin bir laiklik istismarı olduğu görülecektir. Siyasi rakiplerini oyunun meşrû kurallarına göre yenemeyince, kendi kadroları ve programları ile seçmenleri ikna ederek yeterli oyu alamayınca laiklik istismarına kalkışıyor, bir kısım rakiplerini bu yoldan etkisiz hale getirmek istiyorlar; işte bu, çirkin bir laiklik veya laikçilik sömürüsüdür ve bazı siyasîlerin "siyaset ayıbı"dır.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Habitat'ın Eksiği
Habitat'ın perde arkası, eksiklikleri, olması gerekenler üzerine çok söylendi ve yazıldı. Çoğu havada uçup kaybolan, bir kısmı da kâğıtlara dökülen birçok konuşmadan ve tartışmadan ibaret olan, fiil ve etki bakımından fazla bir kıymet-i harbiyesi bulunmayan Habitat II toplantısının, bize göre gerektiği kadar üzerinde durulmayan üç eksiği bu yazının konusunu teşkil edecektir:
1. İnsanların inandıkları ve hayatlarını önemli ölçüde yönlendiren dinleri, insan üstü bir kaynağı bulunmayan, insanların uydurduğu ve sosyal problemleri altında ezildiği, sıkıldığı, tıkandığı zaman sığındığı bir sosyal kurum olarak gören ve değerlendirenler bu batıl inançlarından vazgeçmelidirler. Dinlerin, henüz insan bilimlerinin ulaşamadığı ve kavrayamadığı aşkın kaynağı vardır. İnsanların uydurduğu dinler ile bu aşkın kaynaklı dinler arasındaki fark açıkça ortadadır, ilahi dinler zaman içinde değişip bozulsa bile kaynak birliğinin izleri tamamen silinmemekte, ortak noktalar ya satırlarda yahut da satır aralarında ve gelenekte görülmektedir. Dün olduğu gibi bugün de insanların üzerinde dinin tesiri, insan davranışlarında din sâiki bütün sosyolojik yorumları aşacak boyutta ve mahiyettedir. Habitat'ı tertip edenler bu gerçeklerden hareket ederek insanın -yerleşim ve çevresindeki- problemlere dinlerin bakışını, teklif ettikleri çözümleri ve bunlardaki ortak noktaları ortaya çıkaracak bir "koza" daha oluşturmalı idiler.
2. Meskenin ve yerleşim bölgesinin insan hakkı ile yakından ilişkisini vurgulamak, yerleşmenin bir insan hakkı olduğunu söylemek yetmiyor; bugün dünyada evsiz barksız, temel ihtiyaçlardan mahrum yaşayan milyonlarca insan var; bir de bunların yanı başında veya uzağında yaşayan bir eli yağda, bir eli balda, dört mevsimde dört ayrı evde, bunlara ilave olarak da dünyanın en güzel mekânlarında yaşayanlar var. İslâm, "Birisi yaşamak için bir şeye muhtaç ise diğeri de ihtiyacından fazlasına sahip bulunuyorsa bu fazlada -ikincinin- hakkı yoktur, bu fazla -yaşamak için- ona muhtaç olana aktarılmalıdır" ilkesini getiriyor. Habitat dünyada fazlaya sahip olanlardan, yaşamak için ona muhtaç bulunanlara servet aktarımı için nasıl bir tedbirler dizisi ve dünya düzeni teklif ediyor? Bunun için hangi kurum ve kuruluşları öngörüyor? Bu konularda elle tutulur bir şey görülmüyor.
3. Güçlüler kendilerine göre bir dünya düzeni kurmuşlar, yoksul ülkelerin ve topluluklarının ellerindekine göz dikerek cebren veya hile ile onlara da el koymuşlar. Rusya, Çin, Hindistan, Eski Yugoslavya, Ermenistan, İsrail ve -üstü kapalı bir biçimde- Amerika bu gâsıpların, haksız işgalcilerin önde gelen örnekleridir. Yalnızca İsrail'in Filistin'de yaptığı işgaller ve gasıp olayları, Filistin halkının evsiz ve topraksız olarak mülteci kampları denilen hapishanelerde geçirmekte oldukları hayat üzerine bir Habitat yapılsa değer. Nedense bu Habitatt'a güçlü devletlerin yaptıkları işgaller ve insan hakları ihlalleri konuşulmuyor, bu konuda kamuoyu oluşturmak ve mazlum topluluklarının haklarını savunmak için bir faaliyet ortaya konmuyor da kan, harabe ve acılar üzerinde hora tepiliyor, esas konulara gelmek yerine kenarlarda halay çekiliyor!

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Siyaset ve Din
Sayısız ayet ve hadis beş temel değerin korunmasını emretmektedir: Hayat, din, akıl, nesil, mal. Bunlara dinin temel amaçları (mekâsıdu'ş-şeri'a) denilmiştir ve tamamı insanın dünya hayatının içindedir, dünyaya aittir, öldükten sonra değil, yaşarken gereklidir, ebedî hayatta gerekli olan sermaye de bunlar sayesinde elde edilecektir.
Siyaset iktidarı talep etmek ve elde edilince de bu güce dayanarak toplumu yönetmekle ilgili bir süreçtir. Toplumu yönetenler durmadan kanunlar çıkarmakta, kararlar almakta ve bunları yürürlüğe koymaktadırlar. Uygulanan kanun ve kararların tamamı dinin korunmasını istediği temel değerlerle ilgilidir. Din bu temel değerlerin yalnızca korunmasını istemekle kalmamış, nasıl kazanılıp korunacaklarını da açıklamıştır. Hem kürtaj serbest bırakılır, kısas (kasten adam öldürenin idam cezası) kaldırılır hem de hayat korunamaz, dinin serbestçe öğrenilip yaşanması kısıtlanırsa din korunamaz; içkiyi ve uyuşturucuyu yasaklamadan, aklı doğru kullanmayı sağlayacak eğitim ve öğretim yapılmadan, akıl ve ruh sağlığı için gerekli tedbirler alınmadan akıl korunamaz, nesli korumak islâm ailesinin kurulup işletilmesine bağlıdır; israf, kumar, faiz, karşılıksız para, enflasyon, rüşvet, gasp ve diğer haksız kazanç yolları açık tutuldukça malı (serveti) korumak mümkün değildir...
Bugün siyaset genellikle bir partiye intisap etmek suretiyle yapılmakta, partinin menfaat, ilke ve kuralları, partililer için bağlayıcı olmaktadır. İnsanlar yaşadıkları gibi düşünme eğiliminde olduklarından başlangıçta genel ilke ve değerlerle çatışan parti talepleri, mensuplarının vicdanlarını rahatsız ederken giderek bu rahatsızlık da ortadan kalkmakta, partililer tektip haline gelmektedirler. Dinin bu mânâda bir partinin içine sokulması ve müslümanın da böyle bir parti anlayışı içinde siyaset yapması caiz değildir. Parti bir araçtır; amaç, dinin ve evrensel değerlerin korunmasıdır, parti bunları değil, bunlar partiyi kontrol etmelidir. Bu kontrolün yapılabilmesi için de dinin ve dindarın bir başka siyaset anlayışı ve uygulaması içine yerleşmesi elzemdir.
Müslümanlar için farz-ı kifaye olan siyaset (siyasî faaliyet) dünyada ve ülkede olup bitenleri dinin ilke, hüküm ve menfaatleri bakımından -bunlara zıt olan başka bir ilke, hüküm ve menfaat bakımından değil- takip etmek, alınan kararların ve yapılan icraatın dinin temel değerleri ve hükümleri bakımından neyi getirip neyi götürdüğünü tesbit etmek, buna göre gerekli tavır ve tedbirleri almak şeklinde yürütülecektir. Müslümanın oyu, muvafık veya muhalif tavrı partinin, katıldığı uluslararası kurum ve birliklerin kural, ilke ve kararlarına göre şekillenemez; dinin korunmasını istediği değerlere ve uygulanmasını istediği hükümlere göre şekillenir. Din Allah'ın iradesini temsil eder, başka bir şey dinin üstüne çıktığı, ona hakim olduğu ve onu kontrol ettiği zaman -bir mânâda ibadet olan itaat alanında- şirk gerçekleşmiş olur.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Din ve Düşünce Özgürlüğü
Çağımız insan hak ve hürriyetlerinin en fazla konuşulup tartışıldığı, bu kavram ve kurumun, demokrasinin ögesi ve gelişmişliğin ölçüsü kılındığı bir çağdır. İnsan hak ve hürriyetleri içinde en fazla önem verileni ve kurban edileni de din ve fikir hürriyetidir. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi bu iki hakkı bir maddede düzenlemiş, 18. maddesinde "Her şahsın fikir, vicdan ve din hürriyetine hakkı vardır..." ilkesine yer vermiştir. Bu maddenin devamı din ve kanaatin ifadesi, öğretilmesi ve uygulanması konularında geniş hürriyetler getirmektedir. 19. maddede ise düşüncenin ve bilginin her vasıta ile elde edilmesi ve yayılması hakkını düzenlemiştir. Beyannamenin 29. maddesi hürriyetlerin sınırlanması ile ilgili olup "başkalarının hak ve hürriyetlerini, ahlak, nizam ve genel refahı korumak, Birleşmiş Milletler'in gaye ve prensiplerine aykırı olmamak" sınırlarına yer vermiştir.
Bu vesikaya bütün milletler imza koyduğu ve daha sonraki milletlerarası andlaşmalarda aynı hüküm ve ilkeler teyit edilerek tamamlandığı halde bazı ülkeler, anayasalarında bu ilkelerden sapmışlar, fikir ve din hürriyetini -ruhuna ve özüne aykırı- sınırlarla daraltmışlardır. Bu açıdan 1982 Anayasasına baktığımızda görülen manzara şudur:
a) Din hürriyeti daha ziyade kayıt ve sınır içine alınabilmek maksadıyle fikir hürriyetinden ayrılmış ve "din ve vicdan hürriyeti" başlığı altında 24. maddede müstakil olarak düzenlenmiştir.
b) Maddede, Beyannamede olduğu gibi "din hürriyeti" denilecek yerde "vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyeti" denilmiş, böylece kavramın içi boşaltılmıştır. Çünkü vicdan, dinî inanç ve kanaat, insanın kafasının ve kalbinin içindedir. Ona hiç kimsenin müdahale imkanı yoktur ki, bunu engellemek için hürriyet getirmeye ihtiyaç hasıl olsun! Müdahale ancak, dinî inanç ve düşüncenin açıklanması, tek başına veya toplu olarak, genel ve özel uygulama halinde ortaya konması halinde söz konusu olmaktadır. Beyanname "ibadet, ayin, öğretim ve uygulama ile açıklama" alanlarında din hürriyeti getirdiği halde 82 Anayasası yalnızca ibadet ve ayin hürriyeti getirmiş, bunu da 14. madde başta olmak üzere birçok madde ile sınırlamıştır. Başlangıç kısmına ve 14. maddeye göre "devlet düzenini dine dayandırma" amacına yönelik olduğnu kabul edilebilecek herhangi bir açıklama, Kur'an-ı Kerim ayetlerini tercüme etme şeklinde bile olsa yasaktır, ayrıca ceza kanununun ilgili maddesine göre cezayı muciptir. 42. maddeye göre din eğitimi ve öğretimi, belli ilke ve inkılaplar doğrultusunda, devletin gözetimi ve denetimi altında yapılacaktır. Bu sınırlara uygun düşmeyen din eğitim, öğretimi ve hürriyeti mevcut değildir. Ayrıca ilgili kanunlara göre dinî dernek kurmak, özel bir dinî eğitimden ibaret olan tekke faaliyetlerinde bulunmak, dinî olduğuna inanılan kılık ve kıyafeti kullanmak... yasaktır.
Özetlemek gerekirse yürürlükte olan anayasaya göre yalnızca ibadet ve ayin hürriyeti vardır, o da çeşitli yönlerden sınırlanmıştır.
Fikir hürriyetine gelince; 25. maddede daha geniş çerçeveli bir hürriyet olarak düzenlenmiş olmakla beraber bu maddenin devamı ile başlangıç, 14. madde vb. ile hayli sınırlanmış, bu sınırlamalar, Evrensel Beyanname ile daha sonraki vesikaların öngördüğü sınırları çok aşmış; yani daraltılmıştır. Bu sınırlamalara göre birçok konuda ve daha ilginci bazı tarihi şahıslar ve olaylarla ilgili bilgi nakli ve bu bilgilerin yorumlanması, ayrıca açıklanması caiz olan düşüncenin de bazı dillerle açıklanması yasaklanmıştır.
Çağdaş, demokrat, insan hak ve hürriyetlerine saygılı, laik hukuk devleti olarak nitelenen devletimizde, din ve düşünce hürriyeti ile ilgili durum ve seviye bundan ibarettir.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Cumhuriyetin Düşmanı Şeriat"
Bir TV programı izlerken yaşını başını almış bir tarihçinin, deve gibi neresini düzeltsen düzelmez bir konuşmasına muttali oldum. Yaşlı tarihçi, hem genç ve hızlı Cumhuriyetçi muhatabının, hem de aynı çizgiyi paylaşan nice çevrelerin hoşuna gideceğini, böylece ahir ömründe itibar tazelemesini sağlayacağını umduğu şu cümleleri sarfediyordu: "...Cumhuriyetin en büyük düşmanı -siz bilseniz de söylemeye cesaret edemezsiniz- ben size söylüyorum: Şeriat. Evet Cumhuriyetin düşmanı şeriattır. Halbuki İslâm'da şeriatın yeri yoktur; çünkü, 1. İslâmda ruhbanlık yani hocalık yoktur, 2. Dinde zorlama yoktur, 3. Zamanın değişmesi ile hükümler de değişir..." Sağ kesimden bazı çevrelerin itibar ettiği, kitaplarını neşrettiği bu yaşlı tarihçinin fâhiş hatalarını sıra ile üç yazıda düzeltmeye çalışacağım:
1. "İslâmda ruhbanlık; yani hocalık yoktur" cümlesinde ruhbanlığın, "hocalık" olarak açıklanması da, ruhbanlığın olmamasının şeriatın olmayacağına delil gösterilmesi de yanlıştır.
Ruhban, "rahib" kelimesinin çoğuludur, rahib de din adamı demektir; Hıristiyanlığa mahsus bulunan bu din adamı anlayışına göre rahipler evlenmezler, aile sahibi olmazlar, halktan ayrı bir sınıf teşkil ederler, kendilerini Tanrı'nın ve kilisenin hizmetine verirler... Ayrıca Hıristiyanlıkta ruhbanlık vardır ama en azından tarihin bazı dönemlerinde şeriat (dünya hayatını nizamlayan din kuralları) yoktur.
İslâm kültüründe hoca vardır. Hoca din öğreticisi ve eğiticisidir; evlenir, aile kurar, halktan ayrı bir sınıf teşkil etmez. Allah Resulü (s.a.) hayatta iken O'nun emri ile din eğitim ve öğretimi başlamış, bilenler bilmeyenlere öğretmiş, hocalık etmişlerdir. Bu bilen, öğreten ve eğiten kimselerin ünvanı önce okuyanlar mânâsında "kurrâ", bilenler mânâsında "ulema", dini anlayanlar ve anlatanlar mânâsında "fukahâ", müslümanların dinî meselelerini delillerinden çıkarıp açıklayanlar mânâsında "müctehidûn" olmuş, sonra da her müslüman kavim kendi dilinde bu mânâyı ifade eden kelimeler bulmuşlardır. Müslüman Türk kavimlerinin bu mânâda kullandıkları kelimelerden biri de hocadır. O yaşlı tarihçi bile yanlış bilmesi ve öğretmesine rağmen bir "hoca"dır.
İslâmda hocalar ruhban değildir, ama bu dinin şeriatı vardır; şeriat sadece hocaların değil, İslâma tüm inananların Allah ile ibadet ve inanç ilişkilerini düzenlediği kadar insanların birbirleri ile ferdî ve ictimaî ilişkilerini de -çerçeve ve kısmen detay olarak- düzenlemekte, kaide ve müeyyidelere bağlamaktadır; bu ilke, düzenleme, kaide ve müeyyidelerin bütününe "şeriat" ismi verilmektedir. Özetle Kur'an ve Sünnet var ise şeriat da vardır. İslâmda hoca yok, dolayısıyla şeriat da yok diyebilmek için insanın çok yaşlanmış olması gerekir.

Dinde Zorlama
Yaşlı tarih yazıcısı "din vardır, ama şeriat yoktur" diyor, bu iddiasına delil olarak da "dinde zorlama yoktur" mealindeki ayeti ileri sürüyordu. Bu anlayışa göre şeriat (İslâm hukuku, kanunu) bir hukuk olduğu için müeyyidesi; yani zorlayıcı gücü vardır, insanların hukuka uyması gerektiğinde yaptırım gücünü kullanarak temin eder. Halbuki Kur'an-ı Kerim dinde zorlamanın, insanların zorlanarak bir dini kabule ve uygulamaya götürülmesinin meşrû olmadığını bildirmektedir; şu halde din (fertlerin serbest iradeleriyle benimseyecekleri inanç, ibadet, dinî hayat) vardır, fakat şeriat yoktur. Şeriat dinin özüne ve İslâma aykırıdır...
İslâmın ana kaynaklarına (Kur'an-ı Kerim'e ve Sünnet'e) dayanarak dini doğru anlamanın bir usûlü (usûlü'l-fıkh) vardır; bunu bilmeden ayetlerden ve hadislerden hüküm çıkarmaya kalkışanların sık sık, yukarıdakine benzer hatalara düştükleri görülmektedir. Bu usûle göre mesela "dinde zorlamanın olup olmadığını" anlamak ve tesbit etmek istiyorsak ilgili ayet ve hadislerin tamamını, Hz. Peygamber'in ve örnek nesillerin (sahabe, tabiun ve etba) siretini (davranış ve uygulayışlarını), imanlı, ahlaklı ve bilgili İslâm müctehidlerinin bu konudaki anlayış ve yorumlarını bir bütün halinde gözden geçirmemiz gerekir. Bütün bu kaynakların bağlayıcı olanlarını olmayanlarından ayırdıktan ve sağlam anlama usûllerini uyguladıktan sonra bir sonuca ulaşmamız icabeder; bunları yaptığımız takdirde ulaştığımız sonucun sağlıklı olması ihtimali galiptir.
İnsanları İslâma inananlar ve inanmayanlar diye iki zümreye ayırırsak bağlayıcı nasların (ayet ve hadislerin) her iki zümreyi de bir mânâda zorladığını görürüz. İnanmayanlar "kınanmak, ahirette görecekleri cezalar tasvir edilerek tehdit edilmek, dünyada bir kısım haklardan (statüye bağlı insan haklarından değilse de liyakat ve ehliyete bağlı insan haklarından) mahrum edilmek suretiyle manevi mânâda imana zorlanmaktadırlar; buna "teşvik edilmektedirler" demek de mümkündür. Bu zümre bakımından "dinde zorlama yoktur" ilkesinin mânâsı, "hiç kimse, maddi müeyyide kullanılarak İslâma sokulamaz, İslâma girmeyen ve başka bir dine ve inanca mensup bulunan insanların kendi din ve inançlarına göre yaşamaları, zor kullanılarak engellenemez" demektir.
İslâma inananlara (müminlere, müslümanlara) gelince, bunların en azından zahirde, kamuya açık alanda, toplum içinde bir kısım islâmî talimata uymaları, ilahi ve dinî sınırları çiğnememeleri, gerektiğinde zor kullanılarak ve ilgili mevzuat uygulanarak sağlanır. Mevzuatı hazırlarken dinin ana kaynaklarını kullanmak ve bunlara uymak durumunda olan islâmî devlet faizi, içkiyi, kumarı, fuhşu (birbiri ile evli olmayanların cinsel ilişkilerini ve buna götüren davranışlarını), ihtikârı, rüşveti, hileyi, aldatmayı, murdar hayvanların etlerinin alınıp satılmasını ve yenilmesini, mukaddesata hakaret edilmesini, insanların avret yerlerini (örtülmesi gereken yerlerini) açarak dışarı çıkmalarını, zulmü, israfı... yasaklamak; bu yasaklara uymayanları uygun cezalarla cezalandırarak kanuna (şeriata) uyulmasını sağlamak mecburiyetindedir. Bu yasaklar listesinin karşısında bir de emirler ve müsbet talimat listesi vardır; bunların bir kısmı (cuma namazı, ezan, zekat gibi) ibadetlere, bir kısmı da sosyal, iktisadî, siyasî hayata aittir.
Bu talimatın da yerine getirilmesi için devlet gerektiğinde zorlayıcı tedbirlere başvuracak ve emri yerine getirecektir. Bir müslüman "ben müslümanım ama şartlarını taşıdığım ve yükümlü olduğum halde cuma namazını kılmam, orucumu aleni olarak yerim, zekatı ödemem, hukukî işlemleri istediğim gibi yaparım, adalet, bey'at ve danışmanın gereklerini yerine getirmem..." diyemez. Dinin, örneklerini sıraladığımız "yap ve yapma" şeklindeki talimatı şeriattır. Bunu dinden çıkarmak, ayırmak ve dini bunlarsız yaşamak mümkün (sahih, caiz) değildir, talimatın icrası gerektiriyorsa müeyyide ile sağlanır; şu halde "dinde zorlama yoktur" ilkesinin belli bir uygulama sınırı vardır, genel değildir, böyle bir ilkenin varlığına dayanılarak "şeriat yoktur" denilemez, denilirse İslâma göre bu iddia geçerli olamaz.
Şeriatın varlığına rağmen farklı inanç ve dünya görüşlerine sahip insanların ve toplulukların bir arada, tabii, fıtrî hak ve hürriyetlerden yararlanarak yaşamaları mümkündür ve tarih boyunca bu sistem yaşanmıştır.

Değişme ve Şeriat
Şeriatın ortadan kalktığını iddia eden yaşlanmış tarihçinin ikinci delili, "zamanın değişmesi ile hükümlerin de değişeceği" kaidesi idi. Bu kaide Mecelle'nin 39. maddesinde "Ezmânın teğayyürü ile ahkâmın teğayyürü inkâr olunamaz" şeklinde yer almıştır. Bir islâmî kanun mecmuası olan Mecelle'nin zikredilen maddesinin şerhine bakıldığında, zamanın değişmesi ile değişecek olan hükümlerin neler olduğu konusunda önemli açıklamaların bulunduğu görülecektir: "Zamanın değişmesi ile değişen hükümler, aslında örf ve adete dayanan hükümlerdir, naslara (ayetlere ve hadislere) dayanan hükümler değişmez. Çünkü örf ve adet bâtıl (dince makbul olmayan) kabuller, anlayışlar ve uygulamalar şeklinde de oluşabilir, halbuki nas için bunu düşünmek mümkün değildir. Örnek olarak asırlardan beri kabirlere mum yakmak, insanları arkalarından çekiştirmek (gıybet), altın ve gümüşün, peşin ve veresiye olarak, birbirinden farklı miktarlar üzerinden alınıp satılması (bu mânâda faizcilik), bir malı kabı içinde satıp tahminî darasını (kabın ağırlığını) düşmek... örf ve adet haline gelmiştir. Ancak bunlar adet haline geldi, zaman değişti diye hükümlerin de (bunların yasak ve haram olmalarının da) değişeceğini söylemek dinin ve imanın tehlikeye düşmesini gerektirir..." (c. I, s. 102).
Görüldüğü üzere İslâm Hukuk geleneğinde, zamanın değişmesi ile değişen hükümler, "aslında örf ve adete dayalı hükümler" olarak sınırlanmıştır. Fıkıh Usûlü kitaplarında "örf ve adete dayalı bulunduğu sabit olan ve adet değişince değişeceğine dair delil ve kaideler de bulunan "nas ile sabit bazı hükümlerin" de değişebileceği kaydedilmiştir. Bu cümleden olarak hadislerde "altın ile gümüşün tartılarak, hububatın ölçekle ölçülerek alınıp satılacağı" kaydedilmiş olmasına rağmen, ilgili örf ve adet değişince mesela hububatın da tartılarak alınıp satılması caiz görülmüştür.
İslâmın ana kaynaklarında böyle örf ve adete dayalı az sayıda nas vardır; ancak nasların büyük kısmı İslâmın, insanı fert ve toplum olarak götürmek istediği hedefe, tekâmül çizgisine uygun (götürücü) ve bu bakımdan devamlı (evrensel) niteliktedir; bu nasların hükümleri değişmez. Bunların uygulanmasında -fert ve toplum hayatındaki arızalar sebebiyle- sıkıntılar ortaya çıkarsa zaruret ilkesi devreye girer, hükümler geçici olarak askıya alınır. Boşlukları ve yeni ihtiyaçları ictihad (Kur'an, Sünnet ve bu iki kaynağın ışığında akıl ve tecrübe... ile üretilecek hükümler) doldurur. Ve ister nas ile, ister ictihad ile ortaya konsun, bütün bu hükümler şeriatı oluşturur.
Bir kimsenin "Zamanın değişmesi ile hükümler de değişeceği için şeriat kalkmıştır" diyebilmesi için yalnızca yaşlanmış olması yetmez, aynı zamanda cahil de olması gerekir.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Çevreyi Korumak
Bazı ilkel dinlerin mensupları tanrılarına hem tapar, hem de onu (temsil eden putu) yerlermiş; mesela önce helvadan put yapar, ona tapar, sonra da bozup mideye indirirlermiş. Bilhassa sanayi devriminden sonra dünyamızın insanları bana bu putperestleri hatırlatıyor; bütün varlıklarını, ümitlerini, hesaplarını dünyaya bağlamaları, onun için çabalayıp yaşamaları, ondan olabildiğince çok nasiplenmeye bakmalarına dinî edebiyatta "dünyaya tapma" deniliyor. Ancak bu kadar bağlandıkları dünyayı, havası, suyu, toprağı, toprak altı zenginlikleri, bitki örtüsüyle hovardaca tüketiyor, tahrip ediyor, kirletiyor, hasılı oburca yiyorlar. Türkiye nasıl, beşinci göbek torunlarımızın bile ödemek mecburiyetinde kalacakları kadar borca batmış ise dünya insanları da göbekler ötesi nesillerin dünyadan nasiplerini yemişlerdir, kirletmişlerdir ve yok etmişlerdir.
Kapitalizmin getirdiği üretim ve büyüme anlayışı, ham insan tabiatında meknuz bulunan doymak bilmez hırs ve ihtirasa eklenince fatura "çevreye" çıkmış, olan ona olmuştur. Şimdi bazı guruplar, kurumlar ve fertler -bir kısmı da göstermelik ve başka amaçlara yönelik olarak- bir takım faaliyetler göstermekte, çevreyi korumak için paçaları sıvamış bulunmaktadırlar. Bu çevreciler içinde müslümanların bulunmaması/görülmemesi oldukça düşündürücüdür. Halbuki dünya görüşü ve ahlakı itibariyle tabii çevreciler, çevre koruyucuları müslümanlar olmalı, başka eylemlerinden önce bu vasıfları ile dünyanın dikkatini üzerlerine çekmeli idiler.
Kur'an-ı Kerim'in ve Mutlak Örneğin (s.a.) getirdiği, müslümanlara kazandırmak istediği dünya görüşü, iman ve ahlaka göre: Kıyamet kopmaya başlasa bile kişi elindeki ağacı dikecektir; her zerresi Allah'ı zikreden -yaş iken, canlı iken bir başka zikreden- bitki, ağaç, gereksiz olarak kesilmeyecektir, ırmağın kıyısında abdest alınsa bile su boşa harcanmayacaktır (israf edilmeyecektir); suya büyük ve küçük abdest bozulmayacaktır; çevre kirletilmeyecek, insanların görerek, çarparak, üzerlerine bulaşarak rahatsız olacakları nesneler yola, meydana... atılmayacak, atılanlar -herkes tarafından- kaldırılıp temizlenecektir; etrafa pis koku yayılmayacak, ağzı pis kokan kimseler onu gidermeden mescide bile gitmeyeceklerdir; dışın temiz ve arınmış olması büyük ölçüde iç temizliğine bağlı bulunduğundan birinci derecede iç temizliğine önem verilecek, iman, ibadet ve terbiye ile ruhun (nefsin) arındırılıp yüceltilmesi sağlanacaktır.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devlet ve Rejim: Devlet Gemisi
Maksadı daha açık ve anlaşılır bir şekilde ifade edebilmek için devleti bir gemiye benzetebiliriz. Geminin kendisi toprak unsuru (vatan), yolcuları insan unsuru (halk, millet, ümmet), mülkiyet ve idaresinin yalnızca içindekilere ait bulunması istiklal (bağımsızlık) unsuru, kaptan ve yardımcılarının seyir planı ve rotası ise rejimdir, yönetim biçimidir. Geminin seyri, yolcularının çoğunluğunun isteği doğrultusunda olur, diğerleri de buna müdahale etmezlerse mesele yoktur. Ya yolcular iki veya daha fazla guruba ayrılır, her biri rotaya müdahale etmeye kalkışırsa yahut da bir azınlık hileye veya güce dayanarak geminin yönetimini ele geçirirse birden fazla mesele var demektir.
Yolcuların guruplara ayrılıp yönetimi ele geçirebilmek için aralarında mücadele etmeleri geminin yapısına ve istiklaline zarar vermedikçe normal karşılanabilir. Mücadele gemiye zarar verecek boyutlara vardığında bütün gurupların ellerini çenelerine koyup düşünmeleri gerekir. Fahr-i Kâinat (s.a.) Efendimizin, gemi benzetmesini de ihtiva eden bir hadisi konumuza ışık tutmaktadır. Şöyle buyuruyorlar: "Allah'ın koyduğu sınırları (hukuku, düzeni) koruyanlarla korumayanların misali, kura çekerek bir geminin farklı katlarına (kimileri üst kata, kimileri alt kata) yerleşen yolcu guruplarıdır. Alt katta bulunanlar, suya ihtiyaç duydukça üst kata çıkıp buradakileri rahatsız ettikleri için geminin dibinden bir delik açarak su ihtiyaçlarını buradan karşılayalım dediklerinde, üst kattakiler bunlara mani olurlarsa hepsi (bu arada gemi) kurtulurlar, engellenemezlerse tamamı batar, helak olurlar." Bu hikmetli benzetmeden çıkan sonuca göre devlet gemisi içinde yer alan bütün siyasî ve ideolojik gurupların gemiyi gözleri gibi korumaları, devletin toprak, insan ve istiklal unsurlarına bir zarar gelmemesi için işbirliği yapmaları din, akıl ve maslahat gereğidir. Toprak, insan ve istiklal -ümmete ait bulunan- millî servet ve değerlerdir; dinin başlıca amaçları içinde işte bu değerleri korumak da vardır. Korumada önceliği yönetime verelim demek de makul değildir; çünkü gemi olmazsa yönetim de olmaz.
Yolculara (millete) rağmen geminin yönetimini ele geçiren ve dümeni istedikleri yöne kıran kaptan ve yandaşlarına karşı verilecek mücadelede de bu düstur geçerlidir; yönetim ve rejim unsuru yabancıların eline geçti diye gemi ve yolcular (toprak, insan ve istiklal) değerini yitirmez, unsur olma vasıflarını kaybetmezler; yani bu takdirde devlet, başkalarının devleti olmaz, yolcuların "yönetimi gasbedilmiş" gemisi gibi olur. Bu durum ve şartlar içinde yolculara düşen, gemilerini gözleri gibi korumak ve fırsat bulduklarında -gemiye zarar vermeden- yönetimi ele geçirmek ve gâsıpları işten uzaklaştırmaktır.
Bir de yolcuların, doğru rotada olan bir gemi bulduklarında gemilerini terkederek ona taşınmaları seçeneği düşünülebilir. Ancak bu seçenek de -gemiyi bir daha geri almamak üzere, tamamen- terketme niyetiyle kullanılamaz; çünkü gemi, yolcuların en değerli varlıkları arasındadır, onu başkalarına bırakma hakları yoktur.
Sonuç: Devlet gemisi (insan, toprak ve istiklal) korunacak, rejim bunlara zarar verilmeden meşrûlaştırılacaktır.

Dâru'l-İslâm
Yazımızın önceki kısmında devleti bir gemiye benzetmiş "gemi vatan, yolcular millet, geminin yalnızca içindekilere ait oluşu istiklal, kaptan yönetici ve kaptanın izlediği rota ve talimat ise rejim, yönetim sistemi, hakimiyetin uygulanış biçimi" gibidir demiş, kaptanın istibdada yönelmesi, millet iradesinin -dolayısıyle milletin istediği idare biçiminin- dışına çıkması, devletin diğer unsurlarını ihmal etmemizi, ihmalin de ötesinde feda etmemizi gerektirmez. Devletin bütün unsurları ayrı değerlerdir, bunları korumamız gerekir, bu koruma görevinin yanında uygunsuzlaşan unsurları uygun hale getirmek için elimizden gelen çabayı göstermek gibi bir görevimiz de söz konusudur diye eklemiştik.
Devlette hakimiyet unsurunu ve özellikle yasama, yürütme ve yargının dayandığı dinî veya la-dini temeli esas alan, diğer unsurları buna göre değerlendiren bazı dostlar ve yazarlar bu düşüncemize/yazımıza tepki gösterdiler, "yasama, yürütme ve yargının ilahi iradenin dışında cereyan ettiği bir ülke İslâm ülkesi değildir. Biz bu ülkeyi vatanı ve milleti ile korumak vazifesini de yüklenmeyiz, vazifemiz ne pahasına olursa olsun hakimiyeti Allah'a ait kılmaktır" inanç ve düşüncesinden hareketle bizim doğrudan saptığımızı ima ettiler.
Bu konu geçmiş devirlerde İslâm ülkesinin (dâru'l-İslâm) hangi şart ve durumlarda küfür ve harb ülkesine dönüşeceği meselesi çerçevesinde ele alınmış ve tartışılmıştır. Tartışmaya katılan âlimler (müctehidler) kabaca iki guruba ayrılmışlardır: birinci gurup hakimiyet unsurunu esas almış, şeriatın hakim olmadığı, hakim olmaktan çıktığı ülkeleri harb ve küfür ülkesi saymışlar, ikinci gurup (Hanefiler bu gurup içinde yer alırlar) bir kere İslâm ülkesi olmuş bir memleketin yeniden küfür ve harb ülkesine dönüşebilmesi için orada, müslümanların mal ve can güvenliğini kaybetmeleri, hiçbir islâmî uygulamanın kalmaması ve ülkenin tamamen harb ülkeleri ile çevrilmiş bulunmasını (bu üç şartın birlikte gerçekleşmesini) şart koşmuşlardır. İkinci guruba göre ülkede, yasama, yürütme ve yargının İslâma göre olmaması elbette meşrû ve kabul edilebilir değildir; ancak müslümanların vazifesi bu yüzden ülkeyi küfür ve harb ülkesi sayarak bunun gereğini yerine getirmek değildir; aksine İslâm ülkesini, içine düştüğü uygunsuz durumdan kurtarmak için gayret göstermek, emri bi'l-ma'ruf vazifesini yerine getirmektir.
Ben benzetmemde bu ictihadı tercih etmiş oluyorum, bu ictihad da İslâm dışı olmadığına göre doğrudan sapmış olmuyorum. Bir ayet mealini ölçü olarak alırsak "Herkesin bir yönü vardır, ona yönelir, hayırda ve iyide yarışın" buyuruluyor. İctihadlar işte bu yönlerdir ve bu yönlerin tamamı -kıblede ihtilaf edenlerin farklı yönlere yönelerek kıldıkları namazda olduğu gibi- kıbledir. Hepimiz ictihadımıza göre kıbleye yönelelim ve Hakk'a, yalnızca O'na kullukta yarışalım.

Fitne
Açık veya kapalı (zımnî) olarak ülke, millet, teşkilat, bağımsızlık ve hakimiyet (yönetim şekli ve düzen de buraya dahildir) unsurlarını ihtiva etmeyen bir devlet tarifine rastalanamaz; raslanırsa bu tarif eksik demektir. Bir insan topluluğu, kendilerine ait olmayan bir toprakta; yani başka bir milletin vatanında yaşasa, kendilerine teşkilatlanma ve inandıkları düzene göre yaşama imkanı verilse "azınlık" statüsü kazanmış olurlar, ancak yine de devletleri olmaz. İmdi bu unsurlardan biri, özellikle münakaşa konumuz olan düzen (yönetimin dayandığı esas, rejim) arızaya uğradığı, yerli veya yabancı birileri veya çoğunluk tarafından değiştirildiği, İslâma göre gayr-i meşrû bir şekle sokulduğu, milletin bu rejime karşı olanlarına veya olması gerekenlere dayatıldığı takdirde devlet yok mu sayılacaktır? Diğer unsurlar önem ve değerlerini kayıp etmiş mi olacaktır? Devletin asıl sahipleri, bu diğer unsurların tehlikeye girmesi halinde tepkisiz mi kalacaklardır? Bozulan ve değiştirilen düzeni yeniden meşrûiyyet çizgisine getirmek üzere harekete geçerken devletin diğer unsurlarını -mesela bağımsızlığını, milleti, ülkeyi- tehlikeye atabilecek midir?
Bu son soru yazının başlığı ile de alakalıdır. İslâm müctehidleri devlette, "kamu düzeninin bozulmasına, anarşinin hakim hale gelmesine, ülkenin ve milletin varlık ve bütünlüğünün tehlikeye girmesine" fitne demişler, "zâlim ve gayr-i meşrû" yönetime karşı isyan vazifesini açıklarken fitne kavramı üzerinde de durmuşlar, isyanın meşrûiyyetini fitne ile bağlantılı kılmışlardır.
Ümmetin küçük çoğunluğu, tarih boyunca fitne çıkmasın diye zâlim ve gayr-i meşrû yönetimlere karşı isyan etmemişler, ya "sabır", yahut da "temekkün" yolunu tercih etmişlerdir. Sabır, işi Allah'a havale etmek, dua ve niyaz ile O'nun ıslah etmesini beklemektir. Temekkün ise Allah'ın kullarına verdiği ıslah vazifesini fitnesiz olarak yerine getirebilmek için hazırlanmak ve uygun zamanı kollamaktır. Hz. Hüseyin'in kıyamını temekkün davranışının dışında görenler ve onu -şartları hesaba katmadan- zulme karşı ayaklanmanın imamı kabul edenler bize göre yanılmaktadırlar. Hz. Hüseyin şartları inceden inceye değerlendirmiş, zamanı kollamış, planını -kendisini destekleme sözü veren binlerce kişiye göre- hazırlamış, sonra da harekete geçmiş, ancak hiyanete uğramıştır.
İslâm müctehidlerinin, "devletin diğer unsurlarını tehlikeye atmamak için ıslah ve isyanı ertelemeleri" bizim tezimizi desteklemektedir. İslâma göre zulme ve gayr-i meşrû düzene muhalefet devam edecek, ancak devletin diğer unsurları da korunacak, fitne hesaba katılacaktır.

Zaruret Üzerine
Devlet, rejim, İslâmı hayata hakim kılmak için izlenecek yol ve yöntemler, bunların normal ve zaruri hallere göre farklılaşması konularında yazdıklarım bazı dostların itirazlarına hedef olmuş, ben de -itiraz edenler birden fazla olduğu için- isim vermeden özlü cevaplar vermiştim. Kendisine sevgi duyduğum ve kardeş bildiğim sevgili Mehmet Pamak, isim vermeden cevap yazmamdan alınmış, bu davranışı "kendisini küçümseme ihtimaline hamletmişti". Böyle bir zanna sebep olduğum için üzüldüm; bir müslümanı küçümsemekten Allah'a sığınırım.
Son olarak sayın Pamak'ın kaleme aldığı ve Selam gazetesinde neşrettiği birkaç yazı yine yukarıdaki konularla ve özellikle zaruret ve ikrah kavramları ile ilgili idi. Cevapsız bırakmak saygısızlık olacağı ve bazı yanlış anlamaları sabitleştireceği için maddeler halinde bir açıklama denemesi daha yapma zarureti hasıl oldu.
1. Devletten rejim kastedilirse ve bu rejim de İslâma aykırı ise bunu gözümüz gibi değil, kesilmiş tırnağımız gibi bile korumayız, aksine islâmî olanı ile değiştirmek için elimizden geleni yapmak islâmî vazifemizdir. Devlet kavramı içinde birer unsur olarak veya bu kavrama dahil edilmeden istiklal, toprak, nüfus... varsa ve bunlar müslümanlara ait ise koruma konusunda görüş birliği oluşmuştur.
2. Laiklik, demokrasi, sekülarizm, -epistemolojik, dini, siyasî ve ahlâkî- çoğulculuk islâmî değildir (zimmî hukuku çoğulculuktan başka bir şeydir), bu sistemlerin içinde yaşamak zorunda kalanlar imkanların elverdiği ölçüde (başka bir ifade ile bu sistemlerden yararlanarak) islâmî alanı genişletmeye çalışırlar; bunlardan yararlanmak başka, bunları islâmî saymak, böyle olduğunu isbat için nasları eğip bükmek başkadır. Birincisini caiz görenler ve uygulayanlar vardır, caiz görmeyenler de fiilen o sistemlerin içinde yaşamakta ve bunlardan yararlanmaktadırlar; ikincisi (islâmî olmayanı islâmî diye yutturmaya çalışmak) caiz değildir.
3. Zaruret ve ikrahın Kur'an-ı Kerim'de ve Sünnet'te tarifleri yoktur, ancak bu iki hale hüküm bina edilmiştir. Çeşitli delaletlerden faydalanarak tarifi yapanlar fukahadır, müctehidlerdir. Zaruret kavramı hem mefhum olarak hem de uygulama alanı bakımından ikrahtan daha geniştir; fıkıhta tarifi verilen ikrah, zaruret içinde yer alır, ancak her zaruret ikrah çerçevesine girmez. Mecelle'ye ve dolayısıyle İslâm Hukukuna göre "Hacet umumi olsun, hususi olsun zaruret sayılır." Hacet ihtiyaç demektir ve karşılanmadığı zaman ölüm getiren hacete "zaruret" denir, karşılanmadığı zaman ölüm getirmeyen, fakat hayatı zorlaştıran, müslümanları vazifelerini ifadan alıkoyan ihtiyaç ise zaruret değildir, hacettir, fakat bir kısım haramları geçici olarak mübah ve helal kılması bakımından zaruret hükmündedir. Doktorların mahrem yerlere bakmaları ve dokunmaları, gerektiğinde içinde alkol bulunan ilaçların kullanılması, hakkını almak için başka çare kalmadığında rüşvet vermenin cevazı, faizsiz ödünç bulamayan hacet sahibinin faizli ödünç almasına cevaz verilmesi gibi birçok örnek, ikraha girmez -çünkü bunlar yapılmadığında ne ölünür, ne de uzuv kaydedilir, yalnızca acı ve ağrı çekilir, rahatsız olunur -fakat hacet mânâsında zarurete girer, fıkıhçılar bunların cevazını zarurete bağlamışlardır (örnekler ve kaynaklar için İslâmın Işığında Günün Meseleleri, II, s. 341 vd.). Zaruretin böyle ferdî olanları yanında bir de ictimaî (umumi) olanları vardır. Mesela önlerine müslüman esirleri siper edinerek bir islâm şehrini veya kalesini almaya gelen düşmana ateş açmanın ve bu arada müslüman esirleri de istemeden öldürmenin cevazı bu mânâda zarurete dayanmaktadır.
4. Peygamber Efendimiz'in (s.a.) söyledikleri ve yaptıkları -istisnaları bir yana- dindir, din kaidesine ve hükmüne kaynak teşkil eder. Bu sebeple o, meşrû amaca yine meşrû vasıtalar ile gitmek durumundadır. Onun uygulamasında, yukarıda verilen örnekler (hacet-zarurete dayalı cevazlar) yoktur. Ancak din tamam olduktan sonra ümmet, hacet ve zarurete düştüğünde hükmün ne olduğu da bilindiği (tamamlanmış bulunan dinde sabit olduğu) için zaruret hükümleri dinin bozulma ve yozlaşmasına sebep olmamaktadır. Eğer genel ihtiyaç diye girilen yol uzun vadede dinin bozulmasına, dinî hayatın zayıflamasına, İslâmın gelmesine değil gitmesine sebep oluyorsa, pirince gidenler evdeki bulguru da kaybediyorlarsa bu durumda elbette zaruret hükmünden yararlanmak caiz olamaz.
İşte nefsaniyet veya iyi niyete dayalı ictihad bu noktada devreye girmektedir. İctihadın devreye girdiği bir başka nokta da "başka çarenin bulunup bulunmadığı", "başka çare yoksa bile batılın, hakka ulaşmak için -zarureten- bir araç olarak kullanılıp kullanılamıyacağı konusudur. Bu konuda ictihad "olmaz" diyen de "olur" diyen de ictihad ediyor; çünkü konuyu nokta tayini ile hükme bağlayan nas yoktur, söyleyenler nasların "anlamı ve maslahat ictihadları" ile yorumuna dayanmaktadırlar.
İyi niyetli tenkitler, ikazlar, müzakereler, istişareler ve kardeşlik duygusu birçok meselemizi halledecek, sahih İslâmdan sapmadan yolumuzda ilerlememizi sağlayacaktır inşaallah!

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Selçuklular Laik mi?
Kültürümüzü yönlendirme makamında bulunan bir profesör, bir TV konuşmasında şöyle buyurdular: "Tarihimizde laikliği ilk olarak Selçuklular uygulamışlardır; çünkü bundan önce Arap İslâm devletlerinde halifeler hem dini, hem de dünyayı yönetiyorlardı. Selçuklular ise hilafetin "dine ait olan otoritesini" bırakıp, dünyaya ait otoritesini (saltanatı) aldılar, böylece laik yöntemi başlatmış oldular..." Hem bu profesörümüzü tashihb etmek, hem de "profesör söylüyorsa doğrudur" diyerek ona inananların doğruyu bilmelerini sağlamak üzere "işin doğrusunu" yazmak zarureti hasıl oldu.
İslâma göre dinî otorite ve hakimiyet yalnız Allah'a aittir, Hz. Peygamber'in dahi selahiyeti vahiy yoluyla aldığı dinî bilgi ve talimatı ümmetine aktarmak, açıklayıp uygulayarak anlamlarını ve yaşamalarını sağlamaktır. Daha açık bir ifade ile dini vazetme selahiyeti yalnızca Allah'a aittir. Onu uygulama vazifesi ise fert olarak bütün inananlara, toplum olarak da ümmetin seçtiği temsilcilere ve yöneticilere aittir. Dinin toplumu ilgilendiren, toplum hayatını düzenleyen talimatını hayata geçirme yükümlülüğü Hz. Peygamber'den sonra Raşid Halifelere geçmiştir. Raşid Halifeler Hz. Peygamber'in devlet yönetimini ve amaçlarını aynen benimsemiş ve uygulamışlardır.
Bu yoldan ilk sapış, Emevilerin ilk hükümdarı zamanında olmuş, onun tasarrufu ile hilafet saltanata dönüşmüş, bey'at ve danışma ilkeleri rafa kaldırılmış, ancak devletin dine bağlılığı, dinî vazifeleri ortadan kalkmamış, aksayarak da olsa devam etmiştir. Bu çizgi Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılar ve diğer İslâm devletlerinde genel olarak aynıdır; yani hilafet, saltanat mânâ ve mahiyetinde sürdürülmüş, devletin dine bağlılığı ve dinî vazifeleri inkâr ve ihmal edilmemiştir. Milli Eğitim Bakanlığı'nın neşrettiği İslâm Ansiklopedisi'ndeki "Selçuklular" ve "Kanunname" gibi maddelerde yer alan "Selçukluların laikliği" görüşü isabetli değildir, tarihi vakıaya uymamaktadır. Bu saltanatlarda sultan fermanlarının ve bilahare kanunnamelerin, fıkıh ve şeriat yanında yürürlükte olması, sultanların bazı tasarruflarında şeriatın dışına çıkmaları genel "dinilik, islâmîlik rengini ve vasfını" değiştirmez. Bütün bu İslâm devletlerinde şer'î mahkemeler ve fetva makamı vardır. Kur'an ve şeriat başlar üstündedir; eğer böyle bir sisteme "laik" deniyorsa bizim haberimiz olmadan bu terimin mânâsı değişmiş demektir. O zaman da aramızda ihtilaf kalmaz.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Laikçi İle İslamcı
Biri laikçi, diğeri islâmcı iki yolcu otobüste yanyana düşmüşlerdi. Her ikisi de kılık kıyafet ve davranışları ile ideolojik aidiyetlerini belli ediyorlardı. Bugünlerde yaşanan iç ve dış olaylar, laikçiye göre islâmcıyı vurmak ve açık düşürmek için ele geçmez fırsatlar vermişti. Bunlardan yararlanarak hem tezini isbat etmek, hem de hıncını almak üzere sözü o açtı:
Laikçi: Afganistan'ta olup bitenler İran devrimini de arattı. Türkiye'de şeriatçı ve islâmcı olduklarını söyleyen ve şeriata dayalı yönetimi savunanlar -gelemezler ya- bir gün iktidara gelseler neler olacağını da bu sayede biraz daha anlamış olduk.
İslamcı: Şeriatçıların iktidarı ele geçirdiklerinde ülkede neler yapacaklarını anlama konusunda iki eksiğiniz var: 1. İran, Sudan, Moritanya, Pakistan, Bangaldeş, Suudi Arabistan gibi birçok ülkede bütünüyle, Malezya gibi bazı ülkelerde de kısmen yıllardan beri şeriat iktidardadır. Buna göre örneğe bakarak anlamada çok gecikmiş bulunuyorsunuz. 2. Afganistan'da şeriata dayalı yönetim şimdi değil, komünist yönetimin işbaşından uzaklaştırılmasından itibaren başlamıştır; Taliban yönetimini şeriat sayıp Rabbani yönetimini laik-demokrat gibi değerlendirmek gerçeğe aykırıdır.
Laikçi: Onlar asıl/özgün/köktenci şeriat yönetimini temsil etmiyorlar, asıl şeriat yönetimi örneği Taliban'ın verdiği örnektir. Türkiye'de sayıları -seçmen yaşında olanlar ölçü olarak alındığında- yüzde yirmilerde kalan islâmcı/şeriatçılar takıyye yapıyor, kendilerini hoşgörülü, yumuşak, din ve vicdan hürriyeti başta olmak üzere insan haklarının tam olarak verilmesi ve uygulanmasına taraftar gösteriyorlar, ama bu, gerçek yüzlerini örttükleri perdedir, gerçek yüzleri ise Taliban'dan farklı değildir.
İslamcı: Tarihten günümüze, soldan sağa bakıldığında birçok demokrasi çeşidi/örneği görmek mümkündür; bunların da her birinin temsilcileri kendilerinin gerçek demokratlar olduklarını, diğerlerinin demokrasi kıyafetine bürünmüş başka sistemlerden ibaret bulunduğunu söylüyorlar. Bu cümleden olarak sosyal, Hıristiyan, laik, laik olmayan... demokrasilerden bahsetmek mümkündür. İslâmî temsiller de bir ölçüde buna benzerler. Ben Taliban'ın temsil ettiği sistemin İslâm ve şeriat olmadığını söyleyemem, ancak İslâmî anlayış ve yönetimin başka şekillerinin ve temsillerinin de bulunduğunu kesin olarak söyleyebilirim.
Türkiye'nin bir Selçuklu ve Osmanlı geçmişi vardır. Halihazırda sizin yüzde yirmi ile kastettiğiniz kimselerin özel hayatlarında ve kamu hayatında yaşayarak, yaparak verdikleri örnekler vardır. Ayrıca Türkiye'de islâmcılar bu yüzde yirmiden ibaret de değildirler; buradan hareket ederek bir beklenti ortaya konacak olursa Taliban anlayış ve temsilinin bize uymadığı ortadadır. Halen yaşanmakta olan bir örnek olarak Sudan'daki şeriat yönetimi de Taliban'ınkinden çok farklıdır. Türkiye'deki İslâmcıların bir ölçüde takıyye yaptıkları doğrudur; ancak bu, tabularla, antidemokratik kanunlar ve uygulamalarla ilgilidir. İnsan haklarına gelince, İslâmcıların ortaya koydukları modeller içinde -insanın fıtratına ve amaca uygunluk bakımından- demokrat dünyada teorik olarak ortaya konmuş bulunan, fakat eksik ve çifte standartlı olarak uygulanan insan haklarını gölgede bırakanları vardır. İslâmcıların insan anlayışları, insana verdikleri değer, bu çerçeve içinde -tabii olarak sınırlı- hoşgörüleri ve insan hakları konularındaki açıklamaları samimidir, bunların takıyye ile ilgisi yoktur. Özetlemek gerekirse güdümlü ve sınırlı demokrasiler, bütün boyutları ve zenginliği içinde anlaşılacak ve uygulanacak olan bir islâmî yönetime nisbetle daha ziyade dayatmacı ve baskıcıdır.
Laikçi: Hayır, sen de içindekini açık söylemiyorsun. Bu ülkede laikler dinini yaşamak isteyene baskı yapmaz, başka bir inancı dayatmaz, ama islâmcılar daha iktidar olmadan vicdanlara baskı yapıyorlar, bunun birçok örneğini sayabilirim...
İslamcı: Herhalde şu "oruç tutmadığı için dövülenler", "başı açık olduğu için otobüsten indirilenler" benzeri hikayeler anlatacaksınız. Hayır hayır beyefendi, bu konuya girersek, müslüman ferdin Türkiye'de dinini yaşarken uğradığı güçlükler ve engellemelerden bahis açarsak söz uzar gider...
Laikçi: Evet, bence de sözü uzatmaya gerek yok. Şunu bilin ki, sayınız ne olursa olsun, hangi yöntemi kullanırsanız kullanın Türkiye'nin zinde güçleri, rejimin bekçileri ve güvenceleri size iktidar olma fırsatını vermeyecektir!
İslamcı: İşte bu tavır da, bir başka inancın Talibancasıdır. Keşke her birimiz, başkalarından önce aynanın karşısına geçip kendimize bakabilsek, objektif ve insaflı olabilsek, tabuları aşabilsek, vehimleri geride bırakıp gerçekleri görebilsek...
Tam söz bu noktaya gelmişken otobüs bir mola yerinde durur, bizimkilerden biri mescide, diğeri lokantaya doğru hareket ederler ve konuşma, -TV programları gibi- bir ortak noktaya gelmeden kesilmiş olur.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Din, Akıl ve Devlet
Bir avukatın, devlet-din-akıl ilişkisi üzerine söyledikleri ve bu konudaki düşüncelerini dile getirirken kullandığı üslup, müslümanların haklı infiallerine sebep olmuştur. Bu infialin sebebi düşünce açıklaması/açıklanan düşünce değildir. İslâma inanan ve inandığı dini yaşamaya çalışan bir kısım müslümanların kurdukları ve oy vererek destekledikleri bir partinin, sistemi değiştirmeden bazı yangınları söndürmek amacıyla iktidara ortak olması karşısında gösterilen hazımsızlıktır. Bir hukuk adamının, demokrasiyi savunurken onu katleden, düşünce ve din hürriyetini korumak isterken onu engelleyen paradoksudur. Ortada düzeni değiştirmeye yönelik hiçbir eylem ve düzenleme yok iken, iktidar düzen içinde bir takım iyileştirmelerin peşinde olduğunu ilan edip dururken, parti mensuplarının şahsi düşünce, inanç ve davranışlarından yola çıkarak, bunları karine sayarak göz dağı vermeye, tehdide, hatta tahkire kalkışmasıdır. Eğer avukatın bu açıklaması ve davranışı akla dayanıyorsa (bunun temeline aklı koymuşsa) bu akıldan demokrasinin çıkmadığı ayan beyan anlaşılmaktadır. Bu aklın/bu kafanın ortaya koyduğu şey despotizmdir, dayatmadır, insanları vesayet altına almadır, temel hak ve hürriyetlerine göz dikmedir...
Yapılan konuşmada "devletin temeline akıl konduğunda bundan demokrasinin, din duygusu konduğunda da bundan şeriatın çıkacağı" ifade edilmiştir. Anlaşılan odur ki, bu konuşmacıya ve aynı düşüncede olanlara göre İslâmcılar, devletin temeline din duygusunu koymakta, bundan da şeriat düzenine ulaşmaktadırlar. Bu hüküm bir dizi bilgi eksikliğine veya kasten çarpıtmaya dayanmaktadır; çünkü İslâmda devletin temeline yalnız başına din değil, "din duygusu" hiç değil, din ile akıl birlikte konmaktadır. Aslında din-akıl arası ikilem de İslâma göre değildir. İslâmda ilahi aklın (vahyin) ışığında işleyen beşer aklı vardır, bütün dinî hükümler naslara (ayetlere ve hadislere) ve nasların rehberliğinde işletilen insan aklına (ictihada) dayanmaktadır. Şeriatın kaynağı din duygusu değildir, dindir; din de yanılmaz akıl ile -yanılabileceği için- onun rehberliğinde işletilen beşer aklının (ictihadın) eseridir.
Devletin temelinde dinin veya yalnız başına beşer aklının bulunması halinde demokrasinin, insan hak ve hürriyetlerinin zayi olduğu tarih boyunca ve günümüzde görülen sayısız örnek ile sabittir. Tarihte -bütün tarihinde olmasa bile doğru anlaşılıp uygulandığı dönemlerde- devletin temelinde İslâm bulunduğunda insan hak ve hürriyetlerinin korunduğu, adaletin hakim olduğu, yalnızca yârın değil, ağyârın da şehadetiyle isbat edilmiştir. Bugün mesela Sudan bir İslâmî toplum oluşturma denemesine girmiştir. Orada farklı dinlerden olanlara da, müslümanlara da hiçbir baskı uygulanmamakta, her fert dilediğine inanmak veya inanmamakta, inancını yaşamak veya yaşamamakta serbest bulunmakta, insanlar İslâma yaptırım ile değil, teşvik, sevdirme ve eğitim ile davet edilmektedir. Devletin temelinde İslâmın bulunduğu bir toplumda insanlar olsa olsa ayıp ve günah olan davranışları kamuya açık yerlerde ortaya koyma hürriyetinden mahrum olurlar.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Öncelikler
Müslüman da diğerleri gibi önce insandır. Ancak Yüce Yaratıcı "iman etmeyen ve işi, davranışları düzgün, meşrû ve faydalı olmayan insanların ziyanda olduğunu, ömür sermayesini zayi ettiğini" açıklamıştır.
Müslüman da diğerleri gibi bir aileye ve bir etnik guruba (kavme, millete...) mensuptur. Fakat insanı yaratan ve ona mevcut özelliklerini lütfeden Mevla, "insanların farklı renklere ve kültürlere göre guruplanmalarını teâruf (tanışma, bilişme, irfan alış-verişi) hikmetine bağlamış, insanın elinde ve iradesinde olmayan bu mensubiyetlerin kişiye bir üstünlük, bir imtiyaz, bir değer bahşetmeyeceğini, değerin kesb (iradeye dayalı çaba ve eser) ile elde edileceğini" ifade buyurmuştur. Hz. Nuh, kendisinden ayrılan, gemisine binmeyen ve inanmayanlara katılan oğlu için Allah Teala'ya niyazda bulunup "Ya Rabbi, oğlum ailemdendir..." deyince Cenab-ı Mevla'dan şu cevabı almıştır: "Hayır, o senin ailenden değildir...". Nitekim İslâm miras hukukuna göre de dinleri farklı olan aile fertleri birbirinin mirasçısı olamazlar; yani inanç farkı, aile bağının önüne geçer.
Müslümanları kardeş kılan, bütün diğer bağların, ilişkilerin, ortaklıkların önüne geçen, üstünde olan bağ, "iman bağıdır". "Müminler ancak kardeştirler". Müminler topluluğunun kardeşliğini olumsuz etkileyecek, bağları gevşetecek veya koparacak unsur yalnızca imandır ve iman çerçevesinde oluşmuş değerler sistemidir.
"Herhangi bir müsbet ilişki kurmak, iş ve emaneti birinin uhdesine vermek söz konusu olduğunda müminin karşısında iki kişi var ise tercihi hangi vasıflarına ve özelliklerine göre yapacaktır?" sorusunun mümine göre tek cevabı vardır: "İmana ve takvaya (ahlaka, fazilete) göre". Bu ilkeden sapıldığı, ırk, renk, servet, mevki, parti, cemaat, tarikat, şahsi menfaat... öne çıkarıldığı, iman ve fazilet aleyhine tercih sebebi kılındığı zaman kıyamet kopar; yani düzen bozulur, krizler başlar, toplum huzursuzluk ve gerileme dönemine girer.
Hem seçim sath-ı mailine girdiğimiz, hem de kimliğimizin unsurlarının birbiri ile ilişkisi ve hiyerarşik düzeninin tartışıldığı şu günlerde yukarıda özetlemeye çalıştığımız İslâmî ilkeleri hatırlatmakta fayda gördüm.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kardeşler ve Ötekiler Arasında
"Bütün insanlar eşittir", "Hepimiz kardeşiz" sloganları kulağa hoş gelmekle beraber gerçekleşen, gerçek olan insan hayatında eşitlik ve kardeşliğin yeri ve boyutları çok farklıdır. Dünden bugüne insanlar, olması gereken alanlarda bile eşit olamamışlar, okuyan-okuyamayan, zengin-fakir, asil-sıradan, yöneten-yönetilen, akıllı-saf, güçlü-güçsüz, kadın-erkek, Doğulu-Batılı, dinli-dinsiz, siyah-beyaz... arasında hep farklar, farklı konumlar ve değerlendirmeler olagelmiştir. Bütün insanlar -genel inanışa göre- bir ana-babadan geldikleri halde birbirlerini kardeş bilmemişler, Ademoğullarının birbirlerine ettiğini canavarlar etmemiştir. İslâm tabiî, fıtrî (insanın fıtrat ve tabiatına uygun, Allah Teala tarafından ona göre tasarlanmış) bir din olduğu için eşitliği de, kardeşliği de gerçekleşme şansı en çok, en tabii olan alanlara inhisar ettirmiş, bu alanlar dışında eşitlik ve kardeşliği öngörmemiştir.
İslâma göre hak ile batıl, alim ile cahil, ahlaklı ile ahlaksız, faydalı ile faydasız, İslâma inanan ile inanmayan (mümin ile kâfir), günahsız ile günahkâr arasında eşitlik yoktur; bunlardan birinciler üstün, makbul, saygıya ve mükâfata layıktırlar; ikinciler davete, ıslaha, gerektiğinde cezaya muhataptırlar. Buradaki eşitsizlikler, insan olmaya bağlı insan hakları (statü hakları) alanında olmadığı, liyakat ve ehliyete (hak etmeye) bağlı haklar alanına ait bulunduğu için "insan hakları" açısından da bir mesele, bir ihlal söz konusu değildir. Fazilet toplumunda genel ahlak, fazilet temeline oturur ve bu ahlaka aykırı davranışların alenen (açıkça) ortaya konması engellenir.
Hz. Nuh, sözünü tutmayan, ilahi emre uymayan oğlu için Allah Teala'ya yalvararak "Ya Rabbi! Oğlum benim ailemdendir..." deyince Rabbin ona cevabı şöyle olmuştur: "Ey Nuh! O asla senin ailenden değildir, şüphesiz o, salih bir amel değildir (onun imanı farklı, zihniyet ve davranışı bozuktur)." Bu ilahi beyana bir de miras, savaş, velayet gibi hukukî ilişkilerdeki hükümler ve "Müminler ancak kardeşlerdir" ilkesi eklenince ortaya, İslâmın getirdiği yeni ve farklı bir kardeşlik tablosu çıkmaktadır. Buna göre kardeş olabilmek için bir ana-babadan doğmak yeterli değildir; aynı iman, zihniyet, dünya görüşü, hatta ahlakın paylaşılması gerekir. İman farkı birçok hukukî ilişkide farklı hükümlere mesnet teşkil ettiği gibi kesin olarak kardeşlik bağını da keser; zihniyet ve ahlak farkı da en azından bağı zayıflatır, işlevini ortadan kaldırır.
Müslümanların, "bizden olan ve olmayan" değerlendirmelerinin ölçüsü de kardeşlik kavramına bağlıdır/ bağlı olmalıdır. Kardeşliği belirleyen iman olduğuna göre, "bizden"i belirleyen de parti, tarikat, cemaat, mezheb gibi guruplara mensubiyet değil, imana ve İslâma mensubiyet olmalıdır. Bir müslümana göre -muteber ve meşrû olmak kaydiyle en geniş ölçütler kullanılarak- iman ve islâm dairesi içinde kalanlar "kardeştir, bizdendir", bu dairenin dışında kalanlar ise diğerleridir, bizden değildirler, ancak bizden olmaya namzettirler, davete ve hidayete muhtaçtırlar, müslümanlar onlarla beraber yaşayabilir, Allah'ın nimetlerini onlarla da paylaşır, insan olmaya bağlı hak ve hürriyetleri onlara da tanırlar; ancak onlar fiilen kardeş olmayıp, liyakat ve ehliyete bağlı haklarda da müminlere eşit değildirler.
Bir arada yaşamanın modellerini bir başka yazıya bırakarak kardeşler arasında ortaya çıkan, fakat taraflardan birini -en geniş ölçütlere göre- iman dairesinden çıkarmayan ihtilaflara uygulanacak kurallardan birkaçını hatırlatmakta fayda görüyoruz: Kol kırılır, yen içinde kalır. Kardeşler arası ilişkilerde aslolan rahmettir, hoşgörüdür, ıslah kastıdır, yumuşaklık ve tatlılıktır. Yumuşaklık beyanda (ifadede), hoşgörü de ictihad farkında kendini gösterir. Farklı ictihadı dine eşdeğerde saymak ve doğruyu, ictihadlardan birinin tekeline vermek müslümanca bir yaklaşım ve davranış biçimi değildir.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Birbirine Merhamet ve Şefkat
Birisi Akit'te, diğeri de Selam'da çıkan iki yazıda adım anılarak haksız değerlendirmelere ve hücumlara maruz kaldım. Kendimi savunmaktan ziyade konuyu kısaca açıklamak ve kardeşler arasındaki temel ilişki için bir usûl teklif etmek üzere bu yazıyı kaleme alma ihtiyacını hissettim.
Birinci yazı, devlet-rejim ilişkisi ile ilgili idi. Ben "rejimin, devletin unsurlarından yalnızca birisi olduğunu, bir kere İslâmın olmuş bir ülkede ve toplumda yalnızca rejimin, topluma rağmen islâmî olmayan bir mahiyete dönüştürülmesi halinde müslümanların rejime karşı olmaları, bunu uygun bir yöntemle değiştirmeye çalışmaları gerektiğini, ancak diğer unsurların ve mesela istiklal, insanlar ve toprağın korunması gerektiğini" delillere dayanarak ileri sürmüştüm. Buna karşı çıkan bir kardeşimiz de her şeyin rejimden ibaret olduğunu, rejim islâmî olmayınca müslümanların sahip çıkacakları başka bir unsurun da kalmıyacağını delillere dayanarak ileri sürdü. Ben bunun üzerine Yeni Şafak'ta iki yazı daha neşrettim, kadim fıkıhçıların daru'l-islâm anlayışları ile muhalefet anlayışlarına dayanarak tezimi savundum. Muhtemelen muhatabımı ikna edemedim.
Selam gazetesinde çıkan ve adımın zikredildiği ikinci yazı ise milletvekili yemini ile ilgili idi. Bu yazıda "İslâma aykırı olan bir yemin olayını meşrû saymak suretiyle bunu yapanları rahatlattığımdan" söz ediliyordu. Kısaca açıklayayım: Akit gazetesi bana milletvekili yemini ile ilgili soru sormadı. İslâmda yeminin mahiyet ve hükmünü sordu, ben de bir kısmı gazetenizde nakledilen ve doğru olan sözleri (yani İslâmda yemini) anlattım. Bunun milletvekili yeminine uygulanması bana ait değildir. Ancak gerek bu düzen içinde İslâma hizmet için kurulacak bir parti ve gerekse bu partinin iktidar olması ve mevcut kanunlara göre milletvekillerinin yemin etmeleri konusunda yazardan farklı düşünüyordum. Şahsen böyle bir oluşumun içinde yer almadım ve almayacağım, İslâma kendi tercihim olan usûl ve araçlarla hizmet etmeye çalıştım ve çalışacağım. Fakat başkalarının yapıp ettiklerini değerlendirirken ölçümüz, kendi tercihimiz olamaz, ilim ve İslâm olmalıdır.
Meseleye İslâm ilimleri penceresinden baktığımızda gördüğümüz şudur: İslâmî bir değişim ve dönüşümün birden fazla yolu vardır. Bunlardan biri de demokrasi ile yönetilen ülkelerde mevcut sistemden yararlanmak, sistemin bazı kurumlarını kullanmak ve adım adım sonuca varmaya çalışmaktır. İslâm dünyasında bu usûlü kullanan birçok islâmî gurup vardır. Bunlara hata ettiklerini, bu yöntemin kullanılmasının İslâma uygun olmadığını söylemek -böyle olduğunu düşünen ve inananlara göre böyle bir değerlendirme yapmak- mümkün ve caizdir, ancak bunları İslâmdan dışlamak büyük bir hata olur. Konu ictihada ve yoruma açık bir konudur. Mezkûr yöntemi uygulayanlar, demokratik kurumlardan yararlananlar bunların islâmî olduğunu, Hz. Peygamber (s.a.) tarafından kullanıldığını iddia etmiyorlar (ederlerse hata etmiş olurlar), dayandıkları delil, ikrah (zorlanmak, baskı altında kalmak) değil, zaruret ve takıyyedir. Bunlar başka yolların çıkar olmadığını, başarıya ulaştırmayacağını düşünüyor, tek çıkar yol budur (bu yolu izlemekte zaruret vardır, başka çare yoktur) diyerek böyle hareket ediyorlar. Zaruretler geçici olarak yasakları kaldıracağı için de -normal hallerde kullanılmayacak- usûlleri, yöntemleri kullanıyorlar ve mesela parti kuruyor ve yemin ediyorlar...
İmdi böyle düşünen iyi niyetli, samimi müslümanlarla tartışmak, kardeşçe ve "birbirlerine karşı merhametlidirler" ferman-ı ilahisine uygun üslupta karşı fikir ileri sürmek, uyarmak... mümkündür, caizdir. Fakat onları tekfir etmek, nehiy ani'l-münker yapmak caiz değildir. Çünkü bir kimsenin kafir olmasının şartı iltizamdır (küfrü benimsemesidir), yahut da söz ve davranışının İslâm içinde kalmasına müsait hiçbir tevile ihtimal taşımamasıdır. Nehiy ani'l-münker de ancak iki tarafın meşrû olmadığında ittifak ettikleri konularda olur, ictihada açık ve ihtilaflı konularda değil.
Sözünü ettiğimiz iki mesele ile ilgili açıklamamızı burada keserek usûl konusuna geçiyorum:
Müslümanlar arasındaki normal ilişki "kardeşlik, velayet, birlik ve dayanışma" ilişkisidir. Bu ilişkiyi bozacak davranışlarda bulunmak caiz değildir. Bir müslüman fert veya gurup bir başka fert veya gurubun davranışını İslâma aykırı buluyorsa -kendi buluşuna göre hüküm verip harekete geçmeden önce- hakemlere ve şuraya başvurmak mecburiyetindedir. Bu sebeple de müslümanların tez elden sivil bir hakemlik ve ilmî şura kurumu oluşturmaları gerekmektedir. Bu şuraya, bir guruba mensup olsun olmasın, ilmi, ahlakı ve hizmeti ile temayüz etmiş, önemli bir kitlenin güvenine mazhar olmuş "alimler" seçilir ve katılır. İhtilaflar bu şuraya arzedilir. Şura fikir ve davranışın meşrû olmadığı konusunda ittifak ederse bu karar -inananlara göre- bağlayıcı olur; ittifak edemezlerse, birden fazla görüş, yorum, anlayış, ictihad ortaya çıkarsa bunların tamamının meşrû olduğu kabul edilir ve guruplar birbirlerini hoş görürler, farklı mezheblere mensup müminler gibi birbirlerinin arkasında namaz kılarlar, birliklerini bozmazlar, kardeşliklerine gölge düşürmezler.
Böyle bir şura ve hakemlik kurumu oluşuncaya kadar da İslâm üzerinde düşünen, okuyan ve yazanlar gerçeği bulma ve bilme tekelciliğinden vazgeçmeli, başka müminlerin de bilgi, yorum ve anlayışlarına saygı göstermelidirler.
Bir not: Zaruretler kendi miktarlarını aşamazlar. Bunu câiz görenlere göre yeminin yettiği yerde bununla yetinmek gerekir, zaruret gereği böyle davranışlara başvurulduğu için "için için" ağlamak yerine alkış tutmak yakışıksızdır.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Samimiyet İmtihanı
Daha çok Alevi kardeşlerimizin bulunduğu kahvehanelere açılan ateşle başlayan ve milletini, memleketini seven, barıştan, sevgiden, huzurdan, kardeşlikten yana olan insanlarımızı ziyadesiyle üzen olaylardan bazı ibretler ve dersler alınmazsa akan kanı durdurmak, acıyla kavrulan gönülleri serinletmek mümkün olmaz. Samimiyetin en önemli alameti hâl (durum, tutum, davranış) ile kâlin (sözün) birbirine uymasıdır. İnsan hakları, sevgi, barış, kardeşlik gibi kavramları yerli yersiz kullanmak, bu kavramların arkasına saklanarak şeytana ve fesat erbabına hizmet etmek kimseye iyilik getirmez. Eğer "din, mezheb, renk, ırk, görüş, bölge farkı gözetmeksizin bütün insanlar seviliyor ve sayılıyorsa, yetmiş iki millete bir göz ile bakılıyorsa" sünni ve aleviler de bu sevilecek ve sayılacak insanlar ve milletler arasındadır. Bunlardan birini sevgiden ve saygıdan istisna edenler sözlerinde samimi olamazlar.
"Her koyun kendi bacağından asılır, suç ve ceza şahsîdir; sorumluluk, suçu işleyene aittir, onu başkalarına sirayet ettirmek ve genellemek ilkelliktir, kişinin suçu isbat edilmedikçe suçlu muamelesi yapılamaz, aksi sabit olmadıkça suçsuzluk, masumluk esastır..." Bu ilke ve kurallarda ihtilaf (görüş ayrılığı) bulunmadığı halde son günlerde meydana gelen olaylarda bu ilkelerden önemli sapışlar yaşanmıştır: Birisi ağzından bir söz kaçırmış, defalarca özür dilemesine, sözünü geri almasına rağmen tahrik edilmiş kalabalıklar etrafa dehşet saçmışlar, millî serveti heba etmişler, huzur ve sükûnu bozmuşlardır. (Halbuki medyada her gün sünnilerin değerleri küçümsenmekte, mukaddeslerine hakaret edilmektedir.) Belediyenin, mevcut mevzuat gereği bir binayı kısmen yıkması, sünnilerin alevilere karşı bir hareketi, din ve vicdan hürriyetine, insan haklarına bir tecavüz olarak takdim edilmiş, alevi kardeşlerimiz olumsuz davranışlara itilmiş, tahrik edilmişlerdir. (Halbuki sünnilerin de camileri, kursları, yurtları -mevzuata aykırı olduğu için- defalarca yıkılmıştır). Kimlikleri halen mechul olan caniler, kahvehaneleri silahla taramış, masum vatandaşlarımızı hunharca katletmişlerdir. Sorumluluklarının farkında olmayan, söylediklerini öncelikle vicdanlarına sunmayan bazı kimseler çıkmış, polisi suçlamış, gerici dincilere verilmiş tavizlerden söz etmiş, faturayı sünni kesime çıkarmaya çalışmışlardır. (Halbuki polisin yaptıkları kadar polise ve askere yapılanlar da herkesin gözü önünde cereyan etmiştir. Emniyet güçlerinin orada bulunmalarının sebebi can ve mal emniyetini korumak, daha fazla kan akmasını ve millî servetin zayi edilmesini önlemektir. Ayrıca sünnilerin daha çok bulunduğu nice mahallede, köyde, mezraada evler, camiler, kahvehaneler, dernek, vakıf ve parti binaları kurşunlanmış, bombalanmış, nice canlar alınmış, kanlar akıtılmıştır.)
Sünnilere yönelik olaylarda bunların liderleri çıkıp alevi kardeşlerimizi suçlamamışlar, yalnızca cinayetleri kınamış ve faillerin yakalanmasını istemişlerdir. Esasen herhangi bir yerde, bir veya birkaç sünninin veya alevinin karşı tarafa saldırmasını, zarar vermesini genelleyerek bütün alevileri veya sünnileri töhmet altında bırakmak, suçu ve cinayeti kitleye yaymak gaflet değilse hiyanettir; getireceği sonuç da millî birlik ve beraberliğin bozulması, aynı dine mensup veya önemli müşterek değerleri paylaşan kitleleri birbirine düşman etmektir. Bu davranış biçimini sevgi ve barış elçiliği, insaniyet ve insan hakları havariliği ile bağdaştırmak (hâl ile kâl arasında samimiyet bağı kurmak) mümkün değildir.
Alevi, sünni, inanan, inanmayan, açık, kapalı, laik, islâmcı aklımızı başımıza dermek, kısa vadeli menfaatler için devamlı ve hayati menfaatlerimizi feda etmemek, pireye kızıp yorganı, sarhoşa kızıp mahalleyi yakmamak durumundayız. Bu ülkeden başka bir ülkemiz, vatanımız yok; yabancıların hakimiyetinde müreffeh yaşamaktan, kendi hakimiyetimizde yoksul yaşamak daha şerefli ve mutluluk vericidir. İnsanlara zorla belli bir inanç ve kanaat benimsetmek mümkün değildir. Baskı yalnızca kin, nefret ve iki yüzlülük doğurur. Farklılık içinde birlik ve dirlik ancak karşılıklı hoşgörü ile, haklara saygı ile sağlanabilir. En büyük gücümüz birlik ve beraberliğimizdir, düşmanlarımıza karşı tek yumruk oluşumuzdur. Birlik ve kardeşliğimizi bozmaya yönelen mikroplara karşı uyanık ve tedbirli olmak, düşmana fırsat vermemek aklın ve sağduyunun tek kârı olsa gerektir.
Girmeden tefrika bir millete düşman giremez
Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Farklılaşma, Parçalanma ve Uzlaşma Üzerine
1. a) Toplumumuzda farklı dinlere mensup guruplar arasında gittikçe derinleşen ve eskiden olana nisbetle -bu bakımdan- farklı bir değişme görülmüyor. Bir dinin içindeki mezheblere mensup guruplar içinden de yalnızca sünniler ile şiîler (aleviler) arasında nisbeten dozunu arttıran bir farklılaşma şuurundan söz edilebilir. Nisbeten derinleşen ve genişleyen bir farklılaşma -bize göre- laik müslümanlar ve dinsizler ile laik olmayan müslümanlar arasında söz konusudur. Kavmî kökenleri farklı guruplardan yalnızca Türkler ile Kürtler arasında gittikçe derinleşen bir farklılaşmadan söz ediliyor, ancak bütün Türkleri ve Kürtleri içine aldığını söylemek mümkün değildir, hatta iki zümrenin de ucunda ve kenarında bulunan az sayıda insanlarda böyle bir şuur güçlenmesinden bahsetmek vakıaya daha yakın olsa gerektir. Ekonomik ve sosyal konumlar bakımından toplumun farklı tabakaları arasında mevcut farklılaşmanın da nisbi olarak kayda değer bir derinleşme arzettiği izlenimini taşımıyorum.
b) Var olduğunu düşündüğümüz alanlarda ve guruplar arasındaki farklılaşma ve bunun gittikçe derinleşmesinin genel ve özel sebepleri vardır. Genel sebeplerin başında millî eğitim ve kültür politikamız gelmektedir. Ümmet yapısından ve kültüründen ulus yapısına ve kültürüne geçmeye karar veren Cumhuriyetin kurucuları, ümmet bütünlüğünü sağlayan bağları ve tedbirleri bir kenara atmış, hatta bunlara karşı olumsuz, bazen düşmanca tavırlar takınmışlardır. Buna karşı düşündükleri ulus için tutarlı bir tanım ve birliği kuracak yeterli bir bağ da getirememişlerdir. Kavramlarda ve yapıdaki bu tutarsızlık, temelsizlik, yetersizlik hatta çelişki, ülkenin eğitim ve kültür politikasına da yansımış, okuyanlar gelenekten uzaklaşmış, gelenekten uzaklaşanlar -toplumu kenetleyen- millî ve manevi değerlerden de uzak kalmışlardır. Geleneğe dayalı değerlerimizin yerine ikame edilmek istenen modern değerlerin tabiatında yalnızlaştırma ve parçalama vardır. Farklılaşmanın diğer sebepleri arasında iç ve dış tahrikler, haksız ve ölçüsüz kazançlar, ölçüsüz harcamalar ve tüketim çılgınlığı, millî gelirin adil olmayan paylaşımı, sosyal ve adalet kurumlarının yetersizliği veya yokluğu, medyanın ilkesizliği ve tahrikleri, hürriyetlerin kötüye kullanılması ve çeşitli baskıları ve zulmü saymak mümkündür.
2. Toplumsal farklılaşma toplum için zenginlik, güzellik veren renkler, mükemmeli yakalama yarışının saikleri ve dayanışma aracı olmaktan çıkıp bölen ve parçalayan duvarlar haline geldiğinde toplumun birlik ve bütünlüğünü tehdit eder, bunun arkasından zayıflama, gerileme ve ülkenin bölünmesi tehlikesi gelir.
3. "Devlet ve sistem tek belirleyici olduğu halde farklılaşma neden?" sorusunun cevabını ararken öncelikle devlet ve sistemin belirleyicisini aramak ve sorgulamak gerekir. Devletin ilkelerini, amaçlarını, işlevlerini ve yapısını halk mı belirlemiştir yoksa kendilerini halktan üstün gören ve ellerine geçirdikleri gücü halkı sindirme ve kendi ideolojilerini dayatma aracı kılan bir aristokrat veya jakoben azınlık mı? Eğer birinci şık gerçekleşmiş ve halk uzlaşarak devletin ve sistemin temel özelliklerini belirlemiş olsaydı farklılaşmanın suçluları arasında devlet ve sistemin bulunmaması gerekirdi. Ne yazık ki devlet ve halk adına (diyerek) belirlemeleri yapanlar halktan, onun değerlerinden uzaklaşmış ve ona yabancılaşmış bir zinde güçtür, bir baskı zümresidir; bunların ektikleri tohumdan şikayet konusu olan farklılaşma ve parçalanmaların çıkması da kaçınılmazdır.
4. Toplumsal uzlaşmanın ön şartı, toplumu oluşturan kişi ve guruplardan hiçbirinin kendi çıkar, düşünce, inanç, ilke ve ideolojisini diğerlerine dayatmamasıdır. İkinci şart, kişi ve gurupların ileri sürecekleri uzlaşma şartlarının ülkeyi bölecek ve parçalayacak cinsten şartlar olmamasıdır. Bu iki şartı bütün guruplar kabullendikten sonra sıra müştereklerin (ortak değer, istek ve kabullerin) tesbitine gelir. Yapılacak ön çalışmalar ile müşterekler tesbit edilince bunlar ülkenin ana ve detay kanunları ve kuralları haline getirilir. Üzerinde birleşme sağlanamayan, dolayısıyle müşterekin dışında kalan konularda ülkenin ve toplumun zararına olmadıkça, umumi ahlakı, sağlığı, kamu düzenini ve güvenliği bozmadıkça şahıs ve guruplara hürriyet ve özerklik verilir.
Meseleye islâmî açıdan bakılacak olursa, yukarıda özetlemeye çalıştığımız uzlaşma modeli bir geçiş dönemi modelidir. Müslümanların nihai hedefi ise zora başvurmadan, insanları ikna ederek, iyi örnekler göstererek (örnek bir islâmî hayat ve toplum modeli sunarak) modelin islâmîleşmesini sağlamaktır. Modelin islâmîleşmesi halinde toplum gerçek mânâda barış, hürriyet, istikrar, adalet ve huzura kavuşacak; kurt ile kuzu, müslüman ile gayr-i müslim, güçlü ile zayıf... yanyana, adalet ve hakkaniyet çerçevesinde yaşayacaklardır.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Zengin ve Yoksul
Bir Ramazan bayramını daha geride bırakıyoruz. Bu bayramın İslâm dilindeki adı "fıtır bayramı"dır. Fıtır, dilimizde sıkça kullandığımız ve orucu açmak mânâsına gelen iftar kelimesinin de köküdür. Müslümanlar Ramazan ayına ulaşıp oruç ibadetini ifaya muvaffak olunca sevinçlerinden bayram ediyorlar, fakat müslümanın her şeyi Allah'a kulluk çerçevesi içinde cereyan ettiği için şenlik, ziyaret, ziyafet gibi faaliyetler yanında iki de özel ibadet yapıyorlar: Bayram namazı ve fıtır sadakası.
Bizde "fitre" diye bilinen fıtır sadakası bayramın bir parçası kılınmış, onsuz bayram eksik görülmüştür. İlk bakışta namaz ve sadaka ile bayramın ilişkisi insana garip gelebilir. Ancak modernitenin etki alanına girmemiş İslâm insanı için bu ilişkiyi anlamakta bir müşkil söz konusu olamaz. Neşe ve şenlik insanın hakkı, ruh ve beden sağlığı için gerekli olmakla beraber bu hal, kulu Allah'tan uzaklaştırmamalı, huzur ve şuuru bulandırmamalıdır. Vücut, hayat ve servet Allah'ındır, Yüce sahip ve Yaratıcı tarafından kullara emanet edilmiş, tasarrufu için de kaideler ve sınırlar konulmuştur. Allah'ın kullarından bir kısmı keder, ıstırap ve yokluk içinde iken diğerlerinin sevinç, şenlik, rahat ve servet içinde olmaları ilahi adalete ve rızaya aykırıdır. Zenginler ya yoksulların temel ihtiyaçlarını sağlayacak ve onlarla beraber bayram sevincini yaşayacaklardır yahut da -yoksullar ihtiyaç içinde kalmış iseler- zenginlerin bayramları eksik olacaktır; refah, şenlik ve sevinç hakları olmayacaktır.
Zekat, kurban, fıtır sadakası, nafaka vb. yardımlar ve vergilerin amacı, toplum içinde temel ihtiyaçlarını (yeterli mesken, yiyecek, içecek, giyecek, zorunlu öğrenim, ulaşım, tedavi... giderlerini) karşılayamayan hiçbir ferdin kalmamasıdır. Toplum içinde böyle biri kaldığı müddetçe zenginlerin yükümlülüğü kırkta bir zekatla, yüzbin liralık fıtır sadakası ile yılda bir iki kilo et ile yerine gelmiş, ifa edilmiş olmaz, toplum sorumluluktan kurtulmuş sayılmaz. Yoksulluk yüzünden beslenemeyen, barınamıyan, tedavi göremiyen, okuyamıyan, kötü yola düşen, emeği sömürülen, köle gibi kullanılan... insanlar bulunduğu müddetçe toplum ve özellikle ihtiyacından fazla malı mülkü olanlar vebaldedir, günahtadır. Bu günahı nafile haclar ve umreler de, namazlar ve tesbihler de, lüks veya ikinci derecede ihtiyaçlara cevap veren hizmetler de ortadan kaldıramaz. (Dilerim bu yazı, davetli olarak katıldığım umre ziyaretime isabet eden vebale keffaret olur!)
Şuurlu, sorumluluk duygusuna sahip zenginlerden ve hayır için yola çıkmış heyet, örgüt ve kurumlardan acilen şu hizmeti bekliyorum: Ayrı ayrı veya -daha iyisi- bir çatı altında birleşerek bütün ülke yoksullarının ihtiyaçlarına cevap verecek bir sivil kurum oluşturmak, bu kurum aracılığı ile ülkede "temel ihtiyaçlarını temin edememiş bir fert bırakmayıncaya kadar" yardımlaşmayı sağlamak. Bu çağrıyı birkaç yıldan beridir Ensar Vakfımıza yapıyorum, birkaç gün önce de MÜSİAD'ın İzmir şubesinin iftarında yaptım. Bunlar ve benzeri kurumların hayırda ve bu hizmete öncülükte yarışmalarını diliyorum. Bu yapılmadığı müddetçe, başımıza gelen bir kısım belaları da yoksulların ahından, zenginlerin günahından bilmemiz gerekiyor.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Birlik, Beraberlik
Merhum bir cumhurbaşkanı sık sık "Türkiye'nin önü aydınlık, çağ atlamak üzereyiz, yeter ki bir hata etmeyelim ve birlik ve beraberliğimizi bozmayalım" mealinde bir söz söylerdi. Buna benzer sözü hemen her gün her kesimden kimselerin ağzından da işitmek mümkündür. Bu ifade bir varsayıma dayanıyor: "Ülkemizde birlik ve beraberlik vardır..." Bu var sayılanın aslında var olup olmadığı, varlığının şartları, birlik ile beraberlik arasındaki fark üzerinde cesaretle ve gerçeğe talip olarak duranlara pek raslanmıyor.
Bize göre ülkemizde ne birlik vardır, ne de beraberlik; çünkü birliğin varlığı, bütün ülke fertlerinin -veya büyük çoğunluğun- aynı değerler sistemine inanmış ve bağlanmış olmasına bağlıdır. Yetmiş yıldan beri sürdürülen resmi eğitim ve benimsenen hedeflerin ihtiva ettiği değerler sistemi ile bizim geleneksel değerler sistemimiz çelişmekte ve çatışmaktadır. Bu elim vakıa milletimizin birliği yakalamasının baş engelidir. Beraberliğin varlığı, farklı değerler sistemine bağlı gurupların bir asgari müşterek -veya fasl-ı müşterek- belirleyip burada ortak, bunun dışında birbirlerine saygılı ve müsamahalı hareket etmelerini/yaşamalarını sağlayacak bir sistemin bulunmasına/oluşturulmasına bağlıdır. Ufukta böyle bir sistem de görülmemektedir.
Bu karamsar tabloya rağmen nasıl ayakta duruyor, bölünüp parçalanmıyor, bir veya beraber görüntüsü verebiliyoruz sorusu yerindedir. Cevabı uzun ve etraflı tahlilleri gerektirir. Kısa bir cevap denemesi şu olabilir: Gözleri görürken evinin bölümlerini, girdisini, çıktısını öğrenmiş bulunan birisi bir gün gözlerini kaybederse eski bilgisi ve el yordamıyla yine yolunu ve aradığını bulabilir. Ancak birileri evin düzenini değiştirdikçe görmezin işi zorlaşır, yolu sarpa dolaşır.
Bu milletin gözü dini, ev düzeni de dini yaşayan nesillerin oluşturduğu gelenektir. Dinin hayata kapatılmasına ve geleneğin resmi eğitimle yeni nesillere aktarılmamasına rağmen maşerî şuur ve bilgideki kalıntılar yine de millete rehberlik etmekte, çok genel mânâda da olsa yolun bulunmasını sağlamaktadır. Tehlike bu şuurun yok olması ve izlerin silinmesinde yatıyor. Biz böyle bir tehlikeyi çok yakın görmemekle beraber, çok uzak da görmüyoruz. Ayrıca gözümüze ve izimize ve bunları elde ettiğimizde ulaşabileceğimize inandığımız birlik veya beraberliğimize talibiz.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bayram
Hz. Peygamber (s.a.) Medine'ye hicret buyurunca burada yerleşmiş topluluğun yılda iki bayramları olduğunu öğrendi, sonra "Allah size (müslümanlara) onlardan daha hayırlı iki bayram lütfetti" diyerek Ramazan ve Kurban bayramlarını ilan etti. Böylece mezkûr iki bayram, müslümanların şiarları; sancak, bayrak, ezan, cuma gibi belirleyici, tanıtıcı alametleri arasına girdi. Diğer sembollerin, şiarların içine nasıl güzellikler, iyilikler yerleştirilmiş ise bayramlarımızın da içine böyle güzel davranışlar, ibadetler, yardımlaşmalar, sıla-i rahimler yerleştirilmiş, böylece bayramlar dini, sosyal, ekonomik, ahlâkî fonksiyonlar yüklenmiştir. Aşkın boyutundan günlük hayatımıza ve maddi menfaatimize kadar uzanan bayram bereketi karşısında bizim tavrımız ne oluyor, geçmişlerimiz ne yaparlardı, biz ne yapıyoruz? Bu yazıda kısaca işte bu konuya temas etmek istiyoruz.
Bayramı, yukarıda özetlenen maddi ve manevi mahiyeti, bereketi, rahmeti içinde idrak eden, böyle algılayan ecdadımız, günlerce evvelinden bayram hazırlığına girişirlerdi. Herkes kendi imkanına göre gerekli hazırlıkları yaptıktan sonra bayram gününü bekler, ilk günün gecesinden itibaren bayramın rahmet ve neş'esine girerdi. O rahmet kanatları ile günlük, adi, bencil hayatından ayrılarak yükselir, Tek Bir Allah'ın Son Peygamberi'nin tek bir bütün olan ümmetinin katına ulaşır, damlanın deryasına kavuşması gibi bir vuslet neş'esi yaşardı. Çocuk, genç, yaşlı, hasta, sağlıklı, fakir, zengin herkes bu neş'eden bir nasip alırdı.
Çocukluk ve ilk gençliğimizde böyle idrak edilen, böyle yaşanan bayramlar son yıllarda değişti; şüphesiz bayramlar değil, çağdaşlaşan müslümanlar değişti. Bizde çağdaşlaşma Batı örneğinde gerçekleştiği için maddi ve ferdî fayda ön plana çıktı, diğeri ve başkasıyla ilişkiler soğudu, faydacılık, hazcılık ve özgürlük sevdası insanımızı yalnızlaştırdı, yabancılaştırdı. Bu değişimden her şeyimiz gibi bayramlarımız da etkilendi. Şimdilerde bayram hazırlığı "bir kaçış" hazırlığı oldu; çaresizler ve imkansızlar dışında herkes bayram günlerini, yakınlarından uzak bir köşede geçirmenin yol ve çarelerini arar, bulur hale geldi. Ne ziyafet, ne ziyaret, ne sıla-i rahim, ne yardımlaşma, hatta ne de ibadet... Bunlar olmayınca da bayram olamıyacağı için bayramlarımız gitti, onların yerine tatiller geldi.
Biz ezanımız, cumamız, bayramımız, selamımız, kelime-i tevhid, hamd ve şükürlerimizle müslümanız. Bunlar hayatımızdan gittikçe kabuğumuz değişir, kabuğumuz değiştikçe içimiz de değişerek başkalaşırız. Başkaları terkediyor, değiştiriyor, uzaklaşıyor diye aynısını yapmak şuurlu müslümanlara yakışmaz; onlar iman ve ibadetleri kadar şiarları konusunda da hassas olmak durumundadırlar. Gelin selamlaşalım, ziyaretleşelim, cemaate devam edelim, besmeleyi, kelime-i tevhid, hamd ve şükrü dilimizden düşürmeyelim, bayramlarda eş, dost, tanıdık ve bildiklerle olalım; bayramlaşalım, sevgi, rahmet ve nimeti paylaşalım; evet bunları yapalım ki müslümanlığımız zayi olmasın, bize yüklenen emaneti bizden sonraki nesillere olduğu gibi teslim edebilelim.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Tasavvuf
Tasavvuf camiasının ortaya koyduğu bilgi ve dinî davranış, camianın dışında olanlara yabancı gelmeye başladığı günlerden beri tasavvufun İslâm'daki yeri tartışılmıştır. Tasavvufa kelam ve fıkıh penceresinden bakanlar -farklı anlama, yorumlama ve uzlaştırma usûllerine bağlı olarak- iki guruba ayrılmışlardır: Bir guruba göre tasavvufun getirdiği farklı dinî bilgiler hatalıdır, yabancıdır ve İslâm dışıdır, dinî davranışlar da bid'attır; dinin aslında bulunmadığı halde ona sokulmuş eklerdir, katkılardır, temizlenmesi gerekir. Diğer guruba göre bu bilgi, inanç ve davranışlar ikiye ayrılır: 1) Kitab ve Sünnet'in naslarıyle çatışmayanlar halis kullukların, ibadetlerin bereketli ürünleri sayılırlar, İslâm irfanına zenginlik katarlar. 2) İlk bakışta Kitab ve Sünnet'in nasları (dinin zahiri) ile çatışır gözükenler de ikiye ayrılır: a) Beyan ettikleri itikad ve ortaya koydukları ibadet ve amel bakımından müslüman, âlim, kâmil oldukları zahir bulunan sofilerden zuhur edenler ancak dış görünüşleri itibariyle zahire aykırı olabilirler; gerçeği araştırıldığı zaman ya bunların zahirlerinin kastedilmediği, dil yetersizliği yüzünden eksik ifade edildikleri ve yanlış anlaşıldıkları ortaya çıkacak yahut da sofilere ait hususi haller (sekr, manevi sarhoşluk) içinde söylendikleri için keşif hatası (kalb gözü ile görülenlerin yanlış anlaşılması, değerlendirilmesi ve ifade edilmesi) olarak kabul edileceklerdir. b) Beyan ettikleri veya bilinen inançları, davranışları bozuk, sapık, din dışı olanlardan zuhur eden ve tasavvufa sokulan, tasavvuf kalıpları içinde ifade edilenler ise erbabı tarafından tesbit edilip ayıklanacak, bunlarla İslâmın saflığının bozulmasına, müslümanların doğrudan sapmasına meydan verilmeyecektir.
Gerçek tasavvuf hareketinin iki amacı vardır: Nefsin tezkiyesi yoluyla has kulluğa ve kâmil ahlaka ulaşmak. Buna ek olarak kalbin tasfiyesi yoluyla gerçek tevhide, kesin bilgiye (yakîn), gayb aleminin ve ledünni bilginin keşfine ulaşmak. Bu iki amacın dine aykırılığından, İslâm dışılığından bahsetmek mümkün değildir. Ancak bu iki hedefe, dinin zahirini ihmal ederek, inanç, ibadet gibi dinî sınırlar çerçevesini (yani şeriatı) aşarak varmak da mümkün değildir. Gerçek sofilere göre tarikat ve hakikat şeriatın hâdimleridir, sofinin müslümanlığı ile avamın müslümanlığı ilmihal çerçevesinde davranış bakımından farklı olamaz; fark dış ile için, zahir ile bâtının, suret ile hakikatin birlikte, beraber, tam olarak bulunup bulunmamasındadır.
Her mümin, ya kâmil ve ehliyetli bir mürşidin terbiyesinde yahut da -sahtesi gerçeğinden daha çok olduğu ve birbirinden ayırt edilmesi de güç bulunduğundan kâmil mürşid bulunamayınca- iyi niyet ve samimiyetle ibadetlerine devam ederek ve Resulullah'ın (s.a.) siyretini -elinden geldiği kadar- kendisine örnek alarak müslümanlığını "ihsan" mertebesine çıkarmaya çalışmalıdır. Bu mertebeye doğru tırmandıkça imanda sarsılmazlık, irfanda zenginlik ve derinlik, ahlakta kemal, nefiste hakka teslimiyet hasıl olacak, gözün ve kalbin perdeleri açılacaktır. Ancak ihsan mertebesinin basamakları, sonsuz olduğundan bu cehdin, çabanın ve tırmanışın da sonu yoktur, ömür boyu devam edecektir. Sona vardığını ve cehde (ibadetlere) gerek kalmadığını zannedenler ve söyleyenler nefislerinin esiri ve şeytanın müritleridirler.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sünni-Alevi İhtilafı
Çocukluğumu ve ilk gençliğimi Çorum'da yaşadım. Arkadaşlarımın birçoğu, ortak kültürümüzün alevi rengine mensup aile çocukları idi. Yaramazlıkları da beraber yapardık, teravihe de beraber gider, çocukluk idraki içinde eğlenceli bir ibadet olan bu namazı birlikte kılardık. Dinî bayramlar hepimizin bayramı idi, büyüklerimiz sünnisi, alevisi bayram namazını birlikte kılar, ayrım gözetmeden bayramlaşırlardı. Büyüklerimizin şuurlarının derinliklerinde bir ayrım belki vardı, daha çok kız alıp vermede bu ayrımın su üstüne çıktığı da olurdu, ama yine de dile getirilen başka bahaneler olurdu. Onsekiz yaşımda okumak için memleketimden ayrıldığımda halkımızın sosyo-kültürel havası bu idi.
27 Kasım darbesinden önce bazı yazarlar arasında, sünnilik-alevilik konusu etrafında tartışmalar olmuş, bunlar gazete ve dergilerde neşredilmişti, ancak bu tartışmaların halk tabanına bir ihtilaf, hele de bir tefrika kıvılcımı olarak düşmesi vaki olmamıştı. Darbeden sonra bazı üniversite hocaları ve gazeteciler, Diyanet İşleri Bakanlığı'nda aleviliğin de bir şekilde temsil edilmesi talebini dile getirdiler ve bu talep zaman zaman tekrarlandı. Ancak bunun da tabandan geldiğine dair bir alamet mevcut değildir.
Ülkemizde sünni-alevi ihtilafı, sağ-sol çatışmasıyla birlikte ve onun içinde geliştirildi: Solcular, alevi kardeşlerimizi kendi saflarına çekerek sağcılara karşı kullanmak istediler. Derken Çorum ve Maraş olaylarına kadar gelindi. Şimdi yeni dünya düzeni diye bir oyunun içine girdik, Sovyet Rusya'nın dağılması solculuğa önemli bir darbe vurdu, dağılan solcuların bir kısmı radikal kemalizmin içinde yer aldılar, laiklik, demokrasi, insan hakları gibi yükselen değerleri kullanarak, bunlara karşı gibi gösterdikleri bir kısım sünni müslümanları mücadele hedefi olarak seçtiler, sünniliği "İslam'ın Arap yorumu", aleviliği ise "İslâmın Türk yorumu" olarak ayırmaya, insanımızı parçalayıp birbirine düşürmeye teşebbüs ettiler. Her iki zümre arasında eksik olmayan cahil, heyecanlı, mutaassıp tipleri tahrik ederek çatışmalara sebep oldular.
Biz alevisi, sünnisi, türkü, kürdü, çerkezi, lazı... ile bu ülkenin müslüman milletiyiz, asırlardır kardeşlik şuuru içinde yaşadık ve hem nimeti, hem külfeti paylaştık. Birlik ve beraberliğe, dayanışmaya ve paylaşmaya en muhtaç bulunduğumuz bu günlerde oyuna gelip parçalanacak mıyız, birbirimize düşüp düşmanı güldürecek miyiz? Neyi paylaşamıyoruz? Niçin azami müşterekimizi (yüzlerce ortak değerlerimizi) gözardı ediyor da aslında dinin özü ile alakası bulunmayan farklı noktalarımızı kaşıyor, büyütüyor ve -tarihin küflü sayfalarında bırakacak yerde- yeniden tartışma gündemine çekiyoruz? Türkiye'de yaşayan her vatandaş sünni alevi olsa ülkemizin dertleri, meseleleri çareye ve çözüme kavuşacak mı?
Ben çocukluk ve ilk gençliğimi aynı dinin mensupları, bir bütünün ayrılmaz parçaları olarak birlikte yaşadığım alevi kardeşlerimle paylaştığımız duyguların hasretini çekiyorum. Köprünün altından akan sular bu duyguları alıp götüremez. Yeter ki, liderler, alimler, arifler, aydınlar, eğitimciler akıllarını başlarına dersin, küçük hesaplar peşinde büyük değerleri heba etme gafletinden vazgeçsin ve oyuna gelmesinler.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hoşgörü
Kulağa hoş gelen, gönüllere rahatlık veren, iyi bir duygu ve tavır olduğunda hemen herkesin birleştiği bir kavram "hoşgörü". Ne var ki, sıra uygulamaya geldiğinde toplumumuzda hoşgörülü davrananların sayısı oldukça azalmış gözüküyor. Okumuş, yazmış, önemli makamlara gelmiş kimselerin, kendi inanç, düşünce ve değerlerine taassupla bağlandıkları, başkalarına neredeyse insanlıktan pay, hayattan nasip tanımadıkları görünüyor. Kendilerini ileri, aydın, çağdaş sayanlar, yetmiş iki millete bir göz ile baktıklarını etrafa yayanlar, farklı inanan, düşünen ve yaşayanlara tahammül edemiyor, demokrasi ve insan haklarının bunlar için geçerli olmadığını ya düşünüyor yahut da açıkça ifade ediyorlar.
Biz millet olarak öteden beri böyle olsaydık "neden değişmiyor, iyileşmiyoruz?" diye sorardık. Halbuki gerçek böyle olmadığı için "neden değiştik, kötüleştik?" diye sormamız gerekiyor. Böyle bir değişmenin elbette birden fazla sebebi vardır, ancak burada üç sebep üzerinde durmak istiyoruz: Bilgisizlik, eğitimsizlik ve tahrik.
Farklı inanç, düşünce ve davranış gurupları birbiri hakkında, doğrunun yanında eksik ve yanlış bilgilere sahip bulunuyor, ayrıca lafızları aynı, mânâları her birine göre farklı kelimeleri kullanarak tartışırken, birbirlerini itham ederken "durup bir anlamaya" yönelmiyorlar. Gönüller, kafalar kırıldıktan, millî servet heba edildikten sonra "ben şöyle anlamıştım, ruhu kastetmiştim" demeye başlıyorlar.
Hoşgörü yalnızca bir bilgi meselesi değildir, aynı zamanda bir eğitim konusudur, eğitimle kazanılacak bir yaklaşım biçimidir. Bizim eğitim sistemimizde hoşgörüyü de ihtiva eden kendi değerlerimizden yola çıkarak evrensel değerlere ulaşan bir ahlak terbiyesinden söz etmek ne yazık ki mümkün değildir. Telkin edilen, sınıflar, nesiller, tabakalar, bölgeler... arası çatışmadır, çelişmedir, mutluluğu maddede arama, gerekli maddeye, meşrûiyyet sınırı tanımadan en kısa yoldan ulaşmadır.
Bu milletin birliğini, beraberliğini, güçlenmesini, kalkınmasını çekemeyenler, kendi menfaatlerine aykırı görenler, tabii sınırlarında kalması, hoşgörü ile karşılanması gereken farklılık ve ihtilafları tahrik ediyor, büyütüyor, çarpıtıyor, bilgi ve eğitim eksikliğinden de yararlanarak bölücülüğe vesile kılıyorlar.
Eğer bu teşhiste ve sebep-sonuç ilişkisinde mutabık isek ülkesini ve milletini seven insanlara düşen vazife, hoşgörüsüzlüğün sebeplerini ortadan kaldırmak için harekete geçmek, genel bir ahlak eğitimi için seferberlik ilan etmektir.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devletin Ayakları
Cumhurbaşkanının yeni devlet modelini üzerine oturtmayı düşündüğü beş ayağı, eskisinden daha ileri ve insaflı olarak değerlendirmekle beraber "bir mutabakat zemini" teşkil edebileceği kanaatini taşımıyorum.
Gerekçelerim şunlar:
1. Müslümanların, henüz içeriği tartışılmakta olan, kavramları oturmamış bulunan laiklik, milliyetçilik ve demokrasi ile ilgili itirazları, çekinceleri vardır. Bu üç ilkeye bağlı olanların da İslâm ile ve en azından ondan ayrı olarak düşündükleri şeriat ile problemleri mevcuttur.
2. Laikliği en geniş ve yumuşak tanımı içinde benimseyenlerin bile müslümanların, özel hayatlarında ve sosyal ilişkilerinde İslâmı uygulamalarına ve bu uygulamaya imkan verecek bir yeniden yapılanmaya rızaları yoktur.
3. Müslümanlar kamu alanını tamamen ve devamlı olarak ilahi iradenin (dinin) dışına çıkarıp beşer aklı ve bilgisinin çözüm ve düzenlemelerine terkedemezler.
4. Yeniden yorumlamak suretiyle bu dört ayağın her birine farklı kavramlar yüklenip birbirine uygun hale getirildiğinde, belli mahiyetler bozulacak, her birisi kendi olmaktan çıkacaktır.
5. Yukarıdaki maddeler göz önüne alındığında, tutarlı bir bütün teşkil etmesi gereken ayaklar tutarsızdır, elmalarla armutlar toplanmış gibidir.
6. Bize göre bu aşamada yapılması gereken, devlet olmanın ve kamu düzen ve güvensizliğinin zaruri kıldığı müştereklerin bağlayıcı, diğer alanların serbest bulunduğu bir yapılanmayı gerçekleştirmektir. Serbest alanlar, benimseyenlerin çoğalması sebebiyle galip veya müşterek hale geldiğinde yapılanma buna göre yeniden ele alınmaya açık olmalıdır.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İslamî Düzende Parti
Siyasi partiler ondokuzuncu yüzyılda ortaya çıktığı için bundan önceye ait İslâm bilgi ve hüküm kaynaklarında partilerle ilgili açık, doğrudan bilgi ve hükmün bulunmaması tabiîdir. Siyasi partilerle ilgili hüküm, İslâmın genel ilkeleri ve kaidelerinden çıkarılacaktır. Hükme varılırken teori ile pratik zaruretleri ayrı ayrı değerlendirmek de kaçınılmazdır.
Teorik olarak siyasî partiler daima farklı ideolojik bölünmelere paralel olmamıştır. Bir zamanda, bir ülkede, solcu, sağcı ve dinci ideolojiler çerçevesinde; yönetim, öncelik, ağırlık, araçlar gibi nisbeten detay sayılabilecek ayrılıklara bağlı birden fazla solcu, birden fazla sağcı... parti kurulmuş ve bunlar birbirleriyle, farklı ideoloji partileriyle olduğu ölçüde mücadele etmişlerdir. Ortak iktidar da kimi zaman sağcılar, kimi zaman da sağcılar ile solcular arasında olabilmiştir. İslâmı bir hayat düzeni olarak benimsemiş toplumlarda, bu düzene temelden aykırı ve karşı olan toplulukların kendi ideolojilerini iktidar yapmak üzere parti kurmaları İslâma aykırıdır. İzzetin Allah'a ve müminlere ait bulunduğunu (Nisa: 4/139, Münâfikun: 63/8), Allah'ın tarafını tutanların (O'nun hizbinden olanların) üstün ve hakim olacaklarını (Maide: 5/56, Mücâdile: 58/22), Allah Teâlâ'nın hak dini ve Peygamberini bütün dinlere hâkim ve üstün olsun diye gönderdiğini (Tevbe: 9/33), Allah'a iman eden, iyiyi ve iyiliği hâkim kılarak kötülüğü ortadan kaldırmak için çaba gösteren ümmetin insanlara örnek ve rehber olarak hazırlandığını ve görevlendirildiğini (Âlü-İmrân: 3/110), başka dinde olanların müminlerin başına yönetici olarak geçirilmesinin caiz olmadığını (Mümtehine: 60/13, Maide: 5/51,55; Alü-İmran: 3/28...)... bildiren naklî deliller (âyetler) ile İslâmın sosyal, siyasî, dinî ve ahlâkî amaçları İslâm toplumunda başka ideolojilerin hâkim olmasına izin vermez.
Temelde İslâma karşı ve aykırı olmamakla beraber İslâmı anlama ve uygulama, problemleri değerlendirme ve uygun çözümler üretme bakımlarından farklı düşünen şahısların, gruplar oluşturarak kendi düşünce ve çözümlerini iktidara taşımak üzere siyasî faaliyet göstermeleri, muhalefet etmeleri ve İslâmî değerler çerçevesinde oluşacak böyle bir faaliyet grubuna parti adı verilecekse "parti" kurmaları caizdir. Ancak bu partilere mensup olanlar, seçimden ve iktidara gelecek gurup belirlendikten sonra başkana itaat sözü verecekler (bey'at), iktidarın başarısı için yardımcı olacaklardır. Bu vazife, yönetimi denetlemeye, tenkit etmeye ve gerektiğinde, yetersiz ve başarısız olduğunda düşürmek için faaliyet göstermeye mani değildir. Böyle bir toplumda diğer din ve ideoloji mensupları ancak, mecliste guruplarını temsil etmek ve haklarını savunmak... üzere parti kurarlar ve meclise üye seçilirler.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Çok Partili Demokrasilerde Parti
Bugün İslâm ülkelerinin önemli bir kısmı (çoğu) ya açık veya kapalı laik demokratik sistem, yahut da meşrûti veya mutlak kırallıkla yönetilmektedir. Bunlar içinde çok partili demokrasinin yaşandığı ülkeleri de -teorik olarak- ikiye ayırmak gerekir: her fikir, inanç ve programın demokratik yoldan iktidara talip olmasına ve bunun için parti kurarak faaliyet göstermesine izin veren ülkeler, belli bir düşünceyi ve programı dayatan, diğerlerinin iktidar talebine izin vermeyen ülkeler.
Birinci guruba giren ülkelerde (böyle bir ülke varsa) müslümanların, islâmî bir devlet oluşturmak üzere parti kurmaları, program yapmaları ve bunu iktidara taşımak üzere faaliyet göstermeleri elbette caizdir; hatta caizin ötesinde farzdır, gereklidir, dinî vazifeleridir.
İkinci guruba giren ülkelerde islâmî bir devlet oluşturmak üzere parti kurmaya ve faaliyet göstermeye izin verilmez; yahut başta izin verilse bile rejimin tehlikeye girdiği ve düzen değişikliğinin gerçekleşeceği hissedilince engelleme yoluna gidilir. Bu sebeple müslümanlar, bu ülkelerde iki yoldan birini tercih konusunda anlaşmazlığa düşmüşlerdir. Bir gurup müslüman, dinlerinin kendilerini mecbur ettiğine inandıkları düzen değişikliğini gerçekleştirmek için açık muhalefet ve illegal örgütlenme ve faaliyetten başka çarenin ve çıkar yolun bulunmadığına inanmakta ve bu yolu takip etmektedirler (bu yöntem totaliter rejimlerde de zaruri bulunmaktadır). Diğer gurup veya guruplar ise yine kabaca ikiye ayrılmışlardır: a) Her şeye rağmen, takıyye metodunu kullanarak parti kurma, düzen içinde kalma, iktidara adım adım yürüme ve her adımda -fırsat elverdikçe/fırsat elverdiği ölçüde- islâmlaşmayı gerçekleştirme, engellendikçe yeni baştan işe koyulma yolunu ve yöntemini seçenler. b) Çeşitli eğitim usûl ve araçlarını kullanma, tabanı islâmlaştırma ve böylece siyasî yapının da islâmlaşmasını sağlama yolunu seçenler. Bunların da gerektikçe takıyye usûlünü kullanmaları kaçınılmaz olmaktadır. (Devlet ve siyaseti programlarının dışında tutan, yalnızca ferdî müslümanlıkla meşgul olan şahıs ve guruplar da vardır; ancak bunlar buradaki bahsimizin dışında kalmaktadırlar.)
Gerek parti kurarak ve gerekse eğitim araçlarından yararlanarak -düzen içinde kalmak ve zahirde düzene uyum göstermek kaydıyle- islâmlaşmayı amaçlayan guruplar zaruret ilkesinden hareket etmekte, davranışlarını bu ilke ve delile dayanarak meşrûlaştırmaktadırlar. Karşı tarafın bunlara itirazı iki noktadan olmaktadır: 1. Başka yollar ve araçlar tamamen kapalı ve imkansız mıdır ki, bu yol zaruri olarak caiz olsun? 2. Takıyye yaptıkça, uyum gösterdikçe varlığına ve faaliyetine izin verilen müslümanların giderek yaşadıkları gibi olmalarını, islâma aykırı olan sistemlerle bütünleşip onların erimelerini, islâm olmayan şeye islâm demelerini nasıl engelleyeceksiniz? Bu yolların zaruri olarak meşrû olduğunu savunan müslümanlar da bu iki itiraza veya soruya "evet başka yol yoktur, var gibi gözükenler de çıkar yol değildir, içe yönelik eğitimle ve muhalefet şuurunun canlı tutulmasıyle erime önlenebilir..." diye cevap vermektedirler.
Bize göre bu tartışmalar ve tavır alışlar islâm siyaset kültürü ve siyaset fıkhı için paha biçilmez zenginlikler ve uygulama örnekleridir. Samimiyet ve ehliyet şartları bulunduğu müddetçe bütün müslüman gurupların tezleri birer ictihaddır. İctihad ihtilafı ümmet için rahmet olmalı, asla bir tefrika sebebi teşkil etmemelidir. "Müminler ancak kardeştir", "İctihad ictihadı nakzetmez (geçersiz kılmaz)", "Müslüman ya kendi ictihadıyle amel eder, yahut da -ictihad ehliyeti yoksa- itimat ettiği bir alimin ictihadına uyar", "İctihad ve tevil bulundukça kişi tekfir edilemez".

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Liderleri Dinlerken
Siyasi partilerin başkanlarını dinlerken -nereyi açsanız onlar çıkıyor, dinlememek ne mümkün!- iki guruba ayrıldıklarını gördüm: Muhafazakârlar, değişimciler. Bu terimleri okuduğunuzda hemen birincisinin içine RP'yi yerleştirmiş olabilirsiniz; halbuki bana göre Refah ve YDH ikinci guruba, diğerleri ise birinci guruba giriyorlar. Muhafazakârların her biri banka, ancak her biri kendisinin Osmanlı Bankası olduğunu iddia ediyor! İdeolojileri, hedefleri; sosyal, siyasî, ekonomik... programları arasındaki fark yüzeyde, önceliklerde, üslupta; sistemin dışına çıkmadıkları gibi sistemin ileri temsilcilerinin de gerisinde kalıyorlar; muhafazakârlıkları da buradan geliyor. Buna rağmen aralarındaki farkları ve kadrolarını öne sürerek daha seviyeli konuşmalar ve tartışmalar yapabilirlerdi. Bunu yapacak yerde sövüşmeyi, karalamayı, şovu, durumu kurtarmayı, yalanı doğru gibi söylemeyi, kandırmayı tercih ediyorlar. Bazen dozu o kadar kaçırıyorlar ki, belli bir yaştan küçük olanların dinlemelerinde ve izlemelerinde sakınca görüyoruz.
Diğer gurupta konuşanların aralarında önemli, ilkeye ait, sistem bazında farkları var; ancak birisi (RP) bütün Batı dünyasının benimsediği ve uyguladığı sisteme karşı çıktığı ve alternatif bir sistem ileri sürmeye çalıştığı için değişmecidir; diğeri ise karşı gurubun tabulaştırdığı, kutsallaştırdığı kadim sistem unsurlarını yıkmak ve ileri temsillerine göre yenilemek istediği için değişmecidir.
Gönül ister ki liderler, sokak kavgası yapacak, sen ben davası güdecek yerde sistemi ve alternatifini tartışsınlar, önemli memleket meselelerinin çözülmesi, halkın ihtiyaçlarının karşılanması ve yüksek hedeflerin yakalanabilmesi bakımından hangi sistemin daha uygun olduğunu araştırsınlar, peşin hükümlerden uzak olarak verileri ve fikirleri değerlendirsinler! Ama bu gidişle gönüller daha çok isteyip duracağa benziyor.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Aynı Hamam, Aynı Tas
İyi niyetli, temiz kalpli, çabuk inanan saf milletim gözünü ve kulağını medya sihirbazına dikmiş, akşam sabah hükümetin kurulmasını bekliyor, kurulma geciktikçe yüreği daralıyor, ümitleri zayıflıyor. Aynı hikayeyi kaç kere dinlediği ve aynı filmi kaç kere seyrettiği halde bıkıp usanmadan yahut da ibret alıp doğru sonuçlar çıkaramadan yine seyrediyor, yine ümitleniyor; yoksulluğa, her gün biraz daha daralan geçimine, yüzlerce çaresiz derdine, çözüm bekleyen problemine bu ümitle katlanıyor. Bir kere de kendine gelip olup bitenleri fıtri sağduyusundan geçirip şöyle diyemiyor: "Hamam da tas da aynı olduktan sonra hamamcı, dellak, peştemalcı değişse ne olacak, değişmese ne olacak?
Hamamcının ve tasın değişmesinden maksat, devletin yapısında ve işleyişinde gerçekleşmesi gereken köklü değişimdir. Bu değişim de iki çeşittir: Düzenin değişmesi, düzen içinde kalınarak yapının ve işleyişin değişmesi.
İktidara talip olan partilerin programlarına bakıldığında düzen değişikliğini öngören, bunu açıkça ilan eden ve programlayan bir partinin bulunmadığını görüyoruz. Eğer bunun sebebi veya mazereti anayasa ve kanunlar ise; yani ülkenin ana kanunu ve ilgili mevzuatı düzen değişikliğini öngören bir partinin kurulmasına izin vermiyorsa ülkede gerçek mânâda bir demokrasinin mevcudiyeti tartışma konusudur. "Hiçbir sistem kendisini ortadan kaldıracak bir başka sisteme vücut veremez, meşrûiyyet tanıyamaz" vecizesi/kuralı(!) aynı zamanda bir dayatmanın ifadesidir. Eğer birileri bu kuralı koyuyor ve milletin karşısına bununla çıkıyor, ona bir sistemi dayatıyorsa bu oluşuma bir isim takmak gerekir, ama bize göre bu isim demokrasi değildir. İnsan hakları ve özellikle düşünce ve din hürriyeti ile sosyal adalet ve güvenlikten yararlanma hakları hangi sistem içinde gerçekleşiyorsa o sistem meşrûdur, millet onu istediği takdirde kimsenin engelleme hakkı olamaz. Şu halde düzen değişikliği bu değerlerin ortadan kaldırılmasına değil, gerçek mânâda hayata geçirilmesine yönelik ise isimleri değil, muhtevayı ve partinin bu muhtevayı gerçekleştirme şansını/ehliyetini tartışmak gerekir; kelimeleri, isimleri, tabuları değil.
Düzen içinde (laik, demokratik, liberal, sosyal düzen içinde) kalınarak köklü değişikliklere gidilecekse milletim, bu iddia ile ortaya çıkan kadroların ehliyetine ve programına bakmalı, bu arada geçirdiği tecrübelerden, denediği şahıs ve kadrolardan aldığı sonuçlardan da yararlanmalıdır. "Sonuç vermeyen deney tekrarlanmaz", "Bir mümin, aynı yılan deliğine elini iki kere sokmaz" gibi hikmetlerden istifade etmelidir. Bir kısmı kiralanmış veya satılmış medyanın etkisi altında kalacağına onu da etkisi altına alarak, siyasete soyunanları da şu sorulara açık, net, ikna edici cevaplar vermeye çağırmalı ve aldığı cevaplara göre oyunu kullanmalı, seçtiklerini denetlemeli, bu soruşturma ve denetlemenin mekanizmalarını oluşturmalıdır:
Ülkeyi iç ve dış borç yükünden nasıl kurtaracaksınız?
Enflasyonun baş sebebi faiz yerine bir alternatifiniz, bir sermaye temini usûlünüz var mı?
Gelir dağılımında meydana gelen ve arşı titreten adaletsizliği nasıl ortadan kaldıracak ve adil paylaşımı nasıl sağlayacaksınız?
Devleti hâkim konumundan hâdim konumuna hangi usûller ve değişikliklerle getireceksiniz?
Toplumun ve öz değerlerimizin teminatı olan aileyi çürümekten ve dağılmaktan, gençleri anarşiden, aylaklıktan, boşluktan, uyuşturucu iptilasından, yönünü şaşırmış seks batağından -millî eğitim ve kültür alanında yapacağınız, millî ve manevi değerlerimiz temeline oturtulmuş- hangi ıslahat ile kurtaracaksınız?
Önce kalkınmış ülkelerle rekabet edecek, sonra da daha insani çizgide dünyaya örnek olacak bir ekonomi politikanız var mı? Bu politikayı yürütecek bilgi, beceri ve karakter yapısına sahip insan unsurunu nasıl yetiştireceksiniz?
Şahsiyetli bir dış politika izlemek, uluslararası ilişkilerde piyon değil şah ve vezir olmak için kısa ve uzun vadeli projeleriniz, planlarınız nedir?
Önemlilerini sıralamaya çalıştığımız bu ana problemleri çözecek kadrosu, iradesi, programı ve ehliyeti bulunmayan partilerin biri gelmiş, biri gitmiş ne yazar? Hamam ve tas değişmedikten sonra hükümet kurulmuş, kurulmamış neye yarar?

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Politikacıya Mübah mı?
Politikacı ülke yönetimine talip olan, seçim sonucuna göre ya iktidarda yahut da muhalefette yönetime katılan insandır. En azından teorik olarak toplumun bilgi ve ahlak bakımlarından seçkin kesimine mensuptur. "Nasıl olursanız öyle yönetilirsiniz" hikmetini ölçü aldığımızda toplumun aynasıdır; milletimizin hayatında yaşayan değerlere göre -bazı aşınmalar olsa da- ahlâkî fazilette örnek olmalıdır.
Ancak bu teorik gerçeklere ve gerekliliklere rağmen dönüp politikacılarımıza, hem de bu kesimin en üst basamağa tırmanarak Büyük Millet Meclisi'ne girmiş olanlarına baktığımızda -istisnalar kaideleri bozmaz, her koyun kendi bacağından asılır- görülen manzara şudur: Meclis içinde adi suç işleyenleri, dolandırıcılık yapanları, bölücülüğe soyunanları, tecrübesiz Anadolu kızlarını kandırarak ırzlarına geçenleri, tecrübeli fahişelerle zina edenleri, kumar oynayanları, su içer gibi yalan söyleyenleri, yakası açılmadık küfürler ile birbirlerine hakaret edenleri, yağcıları, dalkavukları, menfaat karşılığında iş takibi yapanları, devletin güç ve imkanlarından haksız olarak yararlananları, yakınlarına meşrû olmayan menfaatler sağlayanları, bugün övdüğüne yarın sövenleri, bir gün kardeş dediğini ertesi gün dövenleri, öldürücü silahlarla meclis arkadaşına hücum edip yaralayan ve öldürenleri, parti disiplini adına aka kara, karaya ak diyenleri, vicdani kanaatlerine ters düşen istikamette oy kullananları... devamlı veya bir müddet için barındırmaktadır.
Evet yukarıda sıraladığımız ve muhtemelen bir kısmını da unuttuğumuz rezilet ve ahlaksızlık örneklerini sergileyen insanlar, milletvekili sıfatıyle meclise girebilmekte ve burada bir müddet veya dönem sonuna kadar kalıp milleti temsil edebilmektedirler. Bu vakıa bir yandan, aynı meclis çatısı altında bulunan faziletli insanların -şartları ve araçları eşit olmadığı için- seslerini duyuramamalarına, yönetimde belirleyici olamamalarına sebep olurken diğer yandan milletin faziletli evlatlarının gözlerini yıldırmakta, bu şerefli hizmete talip olma şevklerini kırmaktadır.
Yukarıdaki tesbitler doğru ise sormak gerekiyor: Biz farkında olmadan uzun bir uykuya daldık, Ashâb-ı Kehf (yedi uyuyanlar) gibi yıllar geçtikten sonra uyandık, toplumun maruz kaldığı çürümeyi, bozulmayı farketmedik, bilemedik de bunun için mi olup biteni yadırgıyoruz yoksa toplum yine bizim bildiğimiz toplum, fazilet yine değerli ve ölçü olduğu halde toplumuna yabancılaşmış, çürümüş ve bozulmuş bir kısım insanlar halkın gözünü boyayarak Büyük Meclise girme imkanı mı bulmuşlar? İkinci şık doğru ise -ki biz bunun böyle olduğuna inanıyoruz- "layık olmadıkları halde orada bulunan kimselerin bunca yapıp ettikleri mübah mı?" sorusu yersiz olmaktadır; çünkü böyleleri için kendilerince faydalı olmak şartıyle mübah olmayan davranış bulunamaz.
Sayıları az olmayan fazilet örneği milletvekillerimize şöyle seslenmek istiyoruz: Ya meclise girdikten sonra fazilet erbabı ile işbirliği yapın yahut da meclise girmeden önce kirlenmişlerin arasında politikaya soyunmayın!

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Temsil
Temsil, serbest iradenin veya kanunun verdiği selahiyete dayanarak bir şahsın, diğeri adına hareket etmesi, onun namına geçerli olacak tasarruflarda bulunmasıdır. Temsil hukukî ve siyasî olmak üzere ikiye ayrılır; vekil, veli ve vâsinin temsili hukukî temsil örnekleridir, vekalette vekil temsil selahiyetini vekalet verenin serbest irade beyanından alır ve o nasıl isterse öyle hareket eder, aksi halde fuzuli durumuna düşer ve vekalet verenin onayı olmadıkça vekilin tasarrufları onun adına geçerli olmaz. Veli temsil selahiyetini kanundan alır, hangi hallerde velayet hakkının kimlere ait bulunduğu kanunlarda belirlenmiştir. Veli, velayeti altında bulunan küçük veya kısıtlı şahıslar adına hukukî tasarruflarda bulunurken nelere riayet edeceği, başka bir ifade ile tasarruf selahiyetinin sınırları kanunda belirtilmiştir. Bunlara riayet etmeyen veli, adli takibata uğrar ve hak ettiği müeyyideye çarpılır.
Bizim üzerinde durmak istediğimiz siyasî temsil demokrasilerin bir çeşidi olan "temsili demokrasi" ile ortaya çıkmıştır. Bilindiği üzere doğrudan demokraside kimse kimsenin irade ve isteğini temsil etmez. Devleti bir köyden ibaret düşünürsek köyün reşid olan bütün ahalisi uygun bir yerde toplanır, mesele ne ise onu müzakere eder, tartışır, bir karara varırlar, yöneticilere de bu kararı uygulamak düşer. Bu demokraside seçilmiş şahıslar seçenler adına karar alamaz, kanun ve kaide koyamaz, yasama faaliyetinde bulunan bir meclis mevcut değildir. Eski çağlarda Atina ve Isparta, şeklî bakımdan doğrudan demokrasi/hükümet uygulamasına örnek gösterilmiş ise de pek küçük varlıklı bir gurubun vatandaşlık hakkından yararlanabildiği bir toplumda demokrasiden bahsedilemiyeceği açıktır. 18. yüzyılda J.J. Rousseau doğrudan demokrasiyi savunmuş, fakat nüfusun çok, yerleşimin dağınık olduğu ülkelerde bunun imkansızlığını görerek emredici temsil kavramını getirmiştir. Halkın seçtiği vekillerin seçim bölgelerine bağlı bulunduklarını ve kanunları yaparken onlara danışmaları gerektiğini, halkın vekilleri azletme selahiyetlerini sözkonusu eden bu temsil anlayışı da uygulanamaz olduğundan millî egemenlik ve temsilî vekalet kavramları geliştirilmiş, uygulama da bunlara göre olmuştur.
Günümüzde doğrudan demokrasi sadece İsviçre'nin bazı kantonlarında uygulanmaktadır. Temsili demokrasiler/hükümetlerde halk egemenliği değil, millî egemenlik vardır, millet halihazırda yaşayan halk değil, geçmiş ve gelecek nesilleri içine alan manevi bir varlıktır. Seçilen vekiler halkı değil, işte bu milleti temsil etmektedirler; bu sebeple seçmenlerine ve bölgelerine bağlı değildirler. Bu nevi temsil anlayışı, demokrasinin özünü teşkil eden "halkın kendi iradesi ile kendini yönetmesi" ilkesi ile bağdaşmadığı için formüller aranmış, "yarı temsilî", "yarı doğrudan" demokrasi çeşitleri ileri sürülmüştür. Yarı doğrudan hükümet şeklinde, halkın egemenliğini kullanmaya doğrudan katıldığı üç yol vardır: Referandum, halkın vetosu ve halkın kanun teklifi.
Temsil kurumunu demokrasi ile bağdaştırmak için birçok yollar aranmış ve uygulanmış olmasına rağmen seçilmiş üç beş yüz kişinin halkın ve milletin istek ve iradesini temsil ettiğini düşünmek ve temsilî sistemle yönetilen toplumlarda gerçek mânâda demokrasiden bahsetmek yalnızca bir iddiadan ve yakıştırmadan ibarettir. Kaldı ki, eğer mümkün olsa da hem yasamayı, hem de yürütmeyi doğrudan halk yapsaydı bu yalnızca demokrasi olurdu, halkın iradesinin yasama ve yürütmeye tam olarak yansıması olurdu, fakat geriye yine de bir soru kalırdı: "Halkın sesi kayıtsız ve şartsız olarak Hakk'ın sesi midir?

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Olduğunuz Gibi Yönetilirsiniz"
Yukarıdaki yazıda müminlerin yöneticilerinin ancak müminlerden seçilebileceğini, yöneticide aranacak vasıf ve şartların ikincisinin de amel olduğunu tesbit etmiştik. Amel, inanılan dinin, insan hayatının bütün yönleri ile ilgili talimatını uygulamak demektir. Bu uygulamayı -özellikle farz, vacib, haram ve tahrimen mekruh davranışlar ve hükümlerde- eksik yapanlara İslâm literatüründe "fâsık" denilmektedir. Bu bağlayıcı hüküm ve talimatta kusuru olmayanlar ise "salih, adil, takva sahibi" müminlerdir. Salih ve ehliyetli mümin varken, fâsık müminin veli (devlet başkanı, vali, kaymakam, hakim, muhtar, vezir, vekil, belediye başkanı, şahit,...) olması İslâma göre caiz değildir. Müminler kendilerini temsil edecek, kendileri adına hukuken geçerli işlemler yapacak, yönetimlerini deruhte edecek kimseleri belirlerken bu kaideye uymak zorundadırlar. Bu zorunluluk müslümanların siyasetle (yönetimle, rejimle, iktidara gelecek olanların kişilikleri, ahlakları ve programları ile, çıkardıkları kanunlar, aldıkları kararlar ve yaptıkları icra ve uygulamalarla) ilgilenmeleri mecburiyetini de beraberinde getirmektedir.
Müminler, kendilerini yönetenlerin kararları ve icraatlarının bir yandan Allah Teala'nın irade ve rızasına, diğer yandan toplumun dünya ve ahiret menfaatlerine uygun olup olmadığını devamlı denetlemek ve uygun hale gelmesi için çaba göstermek durumundadırlar. İslâm insanların dünya ve ahirette mutlu olmalarını hedef edinmiştir. Bu iki alem mutluluğunun değerleri karşılaştırıldığında ikincisinin ağır basması tabiidir; çünkü birincisi fâni, bu ise bâki ve ebedîdir; birincisi araç, bu ise amaçtır. Şu halde aksine bir zaruret bulunmadıkça öncelik ve tercihlerde ahiret menfaatine ağırlık verilecektir. Ahiret menfaati insanların dünyada zayıf, geri, çilekeş, yoksul, mağlup, cahil olmalarını gerektirmez; yalnızca dünya nimetlerinden yararlanırken bazı sınırlar ve kurallara riayet etmeyi gerektirir. Bu sınırlar ve kuralların da tamamı son tahlilde insanı aynı zamanda dünya hayatında kötülüklerden, hastalıklardan, vicdan azaplarından, mutsuzluk ve huzursuzluklardan korumaya yöneliktir. Mümin işte bu inanç, bilgi, duygu ve şuur içinde seçimini yapacak, seçtiğini denetleyecek, değerlendirecek, öncelikleri belirleyecek, düzenini kuracaktır.
Yazının başına koyduğumuz cümle, aynı zamanda hadis olarak da rivayet edilmiş bulunan bir sosyo-politik kanunu ifade etmektedir. İnsanların içinde bulundukları sosyal ve ahlâkî şartların siyasete yansıması, hatta yansımanın ötesinde iktidarı belirlemesi iki şekilde yorumlanabilir:
1. "Kişi sevdiği ile beraberdir" vecizesinin de ifade ettiği üzere fasıklar fasıkları seçer, salihler de salihleri. Bir ülkede güç veya çoğunluk fasıklarda ise yönetime fasıklar gelir, güç veya çoğunluk salihlerde ise tabii olarak yönetimde de salihler bulunur.
2. Allah Teala kullarını terbiye etmek, iş işten geçmeden onları uyararak doğru yola girmelerine yardımcı olmak maksadıyle topluma hakim olan zulüm, rüşvet, hasılı ahlaksızlık sebebiyle, onlara kötü yöneticileri musallat kılar. Bin nasihattan hayırlı olan bu musibet sebebiyle bazen insanlar akıllarını başlarına devşirir, hakka ve ahlâka döner, kendi irade ve çabalarıyle layık olacakları iyi yönetime kavuşurlar.
Sonuç olarak âhirete ateşini götüren insanın kendisi olduğu gibi yönetimi ve yöneticiyi belirleyecek olan da yine insanın ahlakı ve iradesiyle elde ettiği liyakattir.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Halkın Sesi, Hakkın Sesi
Halk insan topluluğudur. "Halkın sesi Hakk'ın sesidir" formülündeki "halkın sesi", halk çoğunluğunun iradesidir. Halk çoğunluğu bir konuda görüş bildirdiği, iradesini açıkladığı, bir hükmü ve değeri benimsediği zaman bütün bunlar "haktır, iyidir, doğrudur, meşrûdur, olması gerekendir, Allah'ın da istediğidir" denilebilir mi? Demokrasiler bu soruya evet cevabını veriyorlar. Bu cevabı tahlil ve tenkit etmeden önce tarih boyunca Hakk'ın sesini daha kimlerin temsil etmeye kalkıştığını hatırlamamız gerekecektir.
Mutlak monarşilerde egemenliği bir kişi temsil etmiş ve onun sesi, onun iradesi halkın sesi olarak kabul edilmiştir. Bunun hukuk, din, felsefe ve ahlak açısından tutarlı bir tarafı yoktur. Monarklar genellikle meşrûiyyeti dinden almış, dine dayandırmışlardır; ancak hiçbir hak dinde -bozulmamış, din adamlarının menfaatleri yönünde değişikliklere uğramamış semavî dinlerde- böyle bir kişiye, hakkın sesi olma ve iradesini temsil etme selahiyeti -Allah ve din tarafından- verilmemiştir. İslâm toplumlarında "sultanın, padişahın, hükümdarın yeryüzünde Allah'ın gölgesi" olarak telakki edilmesinin de İslâm'ın muteber kaynaklarında dayanağı yoktur.
Aristokrasilerde seçkin bir grup, egemenliği ellerinde tutmuş ve hakkın sesi olduklarını iddia etmişlerdir. Bunlara böyle bir selahiyeti ne halk, ne de Cenab-ı Hak vermediğine göre bu "keramet de şeyhin kendinden menkuldür", seçkinler kendilerinde böyle bir selahiyeti görmüş, güçlerine dayanarak bunu halka dayatmışlardır.
Halkın sesi, hakkın temsilcisi olma selahiyetini Allah'tan aldığını iddia ederek tek başına egemenliği temsil eden din adamı veya sivil yöneticilere yer veren teokrasilerde, böyle bir iddia ile başa geçen kişilerin, selahiyeti Allah'tan aldıklarına dair hiçbir delil yoktur. Bu kişilere Allah'tan vahiy gelmediği gibi ellerinde Allah'a ait olduğu bilinen -veya böyle olduğuna inanılan- bir talimat da mevcut değildir. Papa veya teokratik kral yanılmaz olduğunu, bütün tasarruflarının Allah iradesine uygun bulunduğunu iddia etmektedir, ancak bu iddianın dini, akli, sosyal ve hukukî bir delili bulunmamaktadır.
Hakkın sesini bir sınıfın -mesela emekçi sınıfın, işçilerin- temsil ettiğini ve egemenliğin de onlarda olması gerektiğini savunan rejimlerde, hakim ses ile halkın sesinin paralelliği konusunda iki problem vardır: a) Mesela işçi sınıfı halkın tamamı değildir ve halkın tamamının rızası ile temsil selahiyetini almış da değildir. b) Fiilen iktidarı ellerinde tutanlar bir avuç bürokrat ve siyasîdir, bunlarla hakim sınıf arasında da rızaya dayalı bir temsil ilişkisi yoktur.
Halkın kendi iradesi ile kendini yönetmesinden ibaret olan demokrasilerde -doğrudan demokrasi hariç- halkın iradesinin yönetime, daha doğrusu devletin fonksiyonlarına yansıması önünde çok önemli ve aşılması imkânsız engeller bulunduğuna daha önceki yazılarda işaret edilmişti. Siyasi iktidarın sesinin tam olarak halkın sesinden ibaret olduğunu farzettiğimizde karşımıza çıkan problem bu sesin, hakkın sesini (iyiyi, doğruyu, olması gerekeni, Allah'ın irade ve rızasını) temsil edip etmediğidir. Bu problemi şöyle bir soru haline getirmek de mümkündür: Hakkın sesini temsil etmek için yalnızca, tek başına, kayıtsız ve şartsız olarak halkın sesi ve iradesi yeterli midir?
Laik-demokratik sistemler dini, Allah'ın rıza ve iradesini sosyal ve siyasî hayatın dışına çıkarmışlardır. Buna göre "iyi, doğru, güzel, olması gereken, meşrû olan" halkın dediği ve istediğidir. Daha doğrusu temsilcileri vasıtasıyle ortaya konduğu iddia edilen halk çoğunluğunun istek ve iradesidir. Bu teorinin temelinde akıl ve bilim vardır; Aydınlanma döneminin getirdiği ve modernitenin yanılmaz bir kılavuz olarak kabul ettiği akıl ve bilim. Ancak halkın iradesi, isteği ve dediği ile akıl ve bilim arasındaki ilişki alanı oldukça sislidir. Olup bitene bakıldığında değerler ve kurallar halk tarafından değil, kendilerini akıllı ve bilgili kabul eden seçkinler tarafından ortaya konuyor, halka sunuluyor, herşeye aklı ermez kabul edilen halk, siyasetin inceliklerinden (entrikalarından) istifade edilerek ikna ediliyor (kandırılıyor), oyları (tasvipleri) alınıyor ve bu halkın iradesi, isteği, dediği oluyor. Halbuki bunun, aydınlara ait olduğu, aydınların (kendilerine bu sıfatı yakıştıranların) okuduklarına halkın anlamadan âmin dediği apaçık ortadadır. Kurallar ve değerler ister gerçek mânâda halkın akıl, bilgi ve iradesine dayansın, ister seçkin bir sınıfa ait olup hile ile halka maledilmiş akla ve bilgiye dayansın hakkın sesini temsil eder mi? Bu değerler ve kurallara dayanan sistemler ferdin kemale ermesini ve mutlu olmasını, insanlığın da, barış ve adaletin hakim olduğu bir dünya düzenine kavuşmasını sağlar mı? Bunun için yeterli olur mu?
Hem tarihte ve günümüzde görülen uygulamalardan (tarihi delilden), hem de akıl ve bilginin mahiyet ve sınırından (felsefî, epistemolojik delilden) hareketle bu sorunun cevabını müteakip yazıda arayalım.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Siyasî Temsil
Siyasi temsilden maksadımız, devletin başlıca fonksiyonları olan icrada, kazada, yasamada ve denetimde milletin, özel ve tüzel kişiler tarafından temsil edilmesi, bu kişilerin millet adına tasarrufta bulunmasıdır. Bu kişilerin seçimle iş başına geldiği rejimlerde seçmenlerin, seçilen şahıslara temsil selahiyeti verdikleri varsayılmaktadır. Şüphe yok ki, seçmenler vekillerine "siz nasıl isterseniz öyle kanun çıkarın ve devleti yönetin" demiyor, tam aksine "siz bizim vekillerimizsiniz, bizim istediğimiz gibi kanun çıkarın ve yönetin" diyorlar. Vekiller devletin idare merkezine gidip faaliyetlerine başladıklarında, yaptıklarının millet iradesine (seçmenlerin isteklerine) uygun olup olmadığı nasıl tesbit edilecektir? Hukuk ve siyaset bilim adamları bu sorunun cevabını aramışlar, halkın yönetime katılmasının çareleri üzerinde düşünmüşlerdir. Ancak bu güne kadar bulunan çareler, temsilî demokrasilerde millet iradesinin meclise ve yönetime tam olarak yansımasını sağlamada yeterli olamamıştır.
Türkiye'yi örnek olarak alırsak gerek yasamada ve gerekse yönetimde iradesi geçerli olan görünüşte meclistir, gerçekte ise iktidar partisi veya partilerinin yönetici kadrolarıdır. Bu kadrolar da yalnızca kendi iradeleri ile değil, onları destekleyen ve yönlendiren iç ve dış güç odaklarının iradeleri ile (en azından bunları göz önüne alarak) hareket etmektedirler. Yöneticiler parti guruplarının iradelerine, parti gurupları da milletvekillerinin iradelerine hakim olmaktadırlar. Halbuki temsilî demokrasilerde varsayılan ilke, vekillerin bu sıfatla tasarruflarına, onlara vekalet veren seçmenlerin (halkın, milletin) hakim olduğu idi. Yarı doğrudan veya yarı temsili sistemlerde halk iradesinin yönetime yansıması ilkesi bir miktar daha işlerlik kazanmakla beraber bu da o ölçü ve miktar sınırlarında kalmaktadır. R. Garaudy, "İster Allah'ın yerini gasbeden mutlak bir hükümdarlık biçiminde olsun, ister kabilenin ya da mezhebin yerini alan, partilerden ve sınıflardan oluşmuş bir parlementonun ya da evet veya hayırdan başka cevabın olmayacağı referandumun sözkonusu olduğu bir 'aygıt' biçiminde olsun tüm temsil etme ve edilme aldatmacadır" derken bu gerçeği dile getirmektedir. (20. Yüzyıl Biyografisi, s. 257).
Temsilî demokrasinin savunucuları, yönetime halk iradesinin her kademede yansımasını değilse bile kısmen yansımasını, belli süreler sonunda yapılan serbest seçimlerin sağladığını, bu seçimlerde halkın, icraatını veya programlarını beğenmediği partilere ve adaylara oy vermemek suretiyle bunu gerçekleştirdiğini ileri sürmektedirler. Ancak bu da bir iddia ve varsayımdan ibaret olup iki önemli açığı bulunmaktadır: a) Seçimlerin dört yılda bir olduğunu düşünürsek bu uzun süre içinde vekillerin, halk iradesine ters düşen tasarrufları geçerli ve bağlayıcı olmakta, çoğu zaman atı alan Üsküdarı geçmektedir. b) Parti ve adayların seçiminde halkın bilgi, duygu ve iradesi iki yüzlü ve aldatıcı davranışlarla yönlendirilmektedir.

Kitlelerin saflığından yararlanmak adayların işlerine gelir. Oy avcılığı daha çok bilinçaltını yönlendirme sorunu olur. Siyasal söylevciler, duygusal içeriklerle yüklü sözcükleri ve imgeleri (hayalleri) utanmazca kullanırlar. Oy verme işlemi, genellikle olguların ve sorunların nesnel bir biçimde tartışılmasıyle yapılmaz. Bunun yerine seçmen, zekice bulunmuş sloganların ya da özellikle çekici görünen posterlerin kışkırttığı duygusal dürtülerle etki altında bırakılır. Yasama meclislerinde, rasyonel olmayan etmenlerin etkileri, neredeyse seçmenler arasındaki etkileri kadar apaçık görülür. (E.M. Burns, Çağdaş Siyasal Düşünceler, Ankara, 1984, s. 32.)

Yerinden yönetime ağırlık verilmesi ve sivil toplum teşkilatı ile halkın her an yönetimi denetlemesi ve ona katılması, son zamanlarda siyaset bilimi uzmanlarının üzerinde ısrarla durdukları çaredir. Ancak -kısmen fayda sağlasa bile- bugüne kadar dünyanın hiçbir yerinde bu çözüm teklifi ve uygulaması da amacı gerçekleştirememiştir.
Demokrasinin tercih edilmesi gereken bir sistem olduğu iddiası iki ön kabule dayanmaktadır: a) Hakimiyet milletindir (böyle olmalıdır), bu ilkenin gerçekleşebildiği, geçerlik kazandığı tek sistem demokrasidir. b) Milletin veya millet çoğunluğunun değerlendirmesi ve kararı iyidir, doğrudur, güzeldir, insanlara aradıkları mutluluğu vermek için yeterlidir. Bundan önceki yazı ile bu yazıda millet iradesinin ve dolayısıyle hakimiyetinin devlet yönetimine yansıması ilkesinin, başka bir deyişle devletin, milletin istediği gibi yönetilmesi amacının, hangi şeklinde olursa olsun temsili demokrasilerde tam olarak gerçekleşmediğini ortaya koymaya çalıştık. İkinci önkabulü; yani "millet çoğunluğunun kararının iyiyi, güzeli, doğruyu" temsil ve teşkil ettiği iddiasını ise aşağıdaki ele alacağız.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Demokrasi, Demagograsi
Demokrasinin çeşitli tanımlarından birinin veya tamamının İslâm ile örtüşüp örtüşmediği veya İslâma uygun düşüp düşmediği konusunda farklı görüşler ileri sürülmüş, kitap ve makaleler yazılmış, hatta Doğu'da ve Batı'da tezler yapılmıştır. Bu yazının konusu, bu uygunluk veya uygunsuzluğun tesbiti değil, ülkemizde genelgeçer demokrasi tanımlarının uygulamaya uygun düşüp düşmediğidir. Bundan otuz kırk yıl önce kitaplar ve makalelerde demokrasi "ya doğrudan veya temsilcileri aracılığı ile halkın kendi kendini yönetmesidir" diye tarif edilirdi. Şimdilerde bu tanım "insan haklarına riayet edilen, mümkün ise bireye kadar yönetime katılma imkânı veren bir siyasî sistem" olarak tarif edilmektedir.
Dönüp uygulamaya baktığımızda görülen manzara hiç de tanımlara uymamaktadır; çünkü perde arkasında bulunan ve yönetmek için seçilmedikleri halde yönetime hakim olan güçleri bir yana bıraksak bile görünüşte iktidar partiler arasında el değiştirmekte, partilere de parti karar ve disiplini hakim bulunmaktadır. Milletvekili adayları parti tarafından belirlenmekte, bu belirlemede halkın irade ve menfaatinden ziyade partinin başında bulunanlar ile bunların maddi manevi güç aldığı çevrelerin dedikleri olmaktadır. Milletvekillerinin temsil, yönetime katılma ve denetim fonksiyonları sıfıra yakındır. Milletvekili, arkasında binlerce insanın bulunduğu müstakil bir temsil kişiliği değil, oy sayısını dolduran, verilen vazifeleri yapan bir birimdir. Meclisin göze çarpan yerinde "hakimiyetin millete ait olduğu" yazıldığı halde gerçekte hakimiyet, milyonlara nisbetle bir avuç teşkil eden seçilmemiş/temsil yetkisi olmayan güçlerin elindedir. Onlar istemedikçe anayasa ve kanunlar değiştirilemez, haklar ve hürriyetler verilemez, alınamaz, alınmış kararlar uygulanamaz. Halkın temsilcilerinin elini kolunu bağlayan, iradelerini dizginleyen bir görünmez el bir kâbus gibi üzerimize çökmüş bulunuyor. Gerek halk ve gerekse onun temsilcileri bu eli kaldırmaya, kırmaya kadir olamıyor, bu şuurdan ve güçten mahrum bulunuyorlar.
Bütün bunlar vakıaya, olup bitene uygun düşen tesbitler ise medyada boy gösterme imkanını bulan bir kısım üst düzey (!) yetkililerin, değerli olmasalar bile önemli olan kişilerin ikide bir çıkıp halk iradesinden, halkın dediğinin olduğundan, halkın yararının her şeyin önünde bulunduğundan, kendilerinin halka hizmet için bu eziyetlere (!) katlandıklarından, adaletten, hakkaniyetten, hukuk devletinden... bahsetmeleri demagojidir; bunlar demagoglardır ve demagogların üst düzeyde bulundukları siyasî sistemin adı demokrasi değil, demagograsidir.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sistem ve Siyaset
Siyaset: a) sistem içinde, hem iktidarı elde etmek/tutmak/geliştirmek, hem de hizmet etmek için, b) Sistem içinde iktidara gelip sistemi değiştirmek için, c) Sistem dışında mücadele ederek sistemi değiştirmek için yapılabilir. Millî Nizam-Selamet-Refah isimleriyle devam eden parti hareketi için genel intiba ikinci amaçla siyaset yapmak olmasına rağmen bu hareket giderek birinci ile ikinci çizgi arasında zikzak çizmeye başlamış, son zamanlarda ise birinci çizgiye daha yakın bir rotaya girmiştir.
Türkiye'de tamamen, tavizsiz, açıkta ve gizlide sistem içinde kalarak siyaset yapmak ve bu yoldan sistemi değiştirmek mümkün değildir; çünkü demokrasi ismen ve bazı kurumlarıyle işler olmasına rağmen ülkemizde sistem, anayasa ve zinde güçleriyle kendini kitlemiş, dondurmuş, değişemez kılmıştır. Sistemin değiştirilmesi isteniyorsa kilit ya demokrasi anahtarı ile açılacak yahut da kırılacaktır. Bize göre Refah Partisi'nin -mevcut şartlarda- sistemin kilidini demokrasi anahtarı ile açması mümkün değildir; çünkü bu aşamanın henüz gerçekleşmemiş (hatta gerçekleşme eğilimine girmemiş) üç şartı vardır: a) Halkın iradesi doğrultusunda anayasa değişikliğinin kayıtsız, şartsız, istisnasız mümkün olması, b) Bu değişikliğe ülke halkının üstünde/dışında hiçbir gücün engel olmaması, c) Sistemi halihazırda her şeye rağmen ve ne pahasına olursa olsun koruyanların ya ikna yoluyla, yahut da güç dengeleri değiştiği için değişime razı olmaları (veya boyun eğmeleri). Bu tesbit doğru ise -ki biz böyle olduğuna kaniyiz- Refah Partisi'nin kısmî, hatta tek başına iktidarı elde ettiğinde yapabileceği şey sistem içinde yapılabileceklerin "iyisini" yapmaktan ibarettir. Bu "iyi"nin, sistemin güç ve devamlılık kazanmasına mı yoksa değişim şartlarının oluşmasına mı hizmet edeceği konusu -böyle bir niyet ve şuur var olduğu takdirde bile- oldukça çetrefil ve karanlıktır.
Değişim taraftarlarının ümitli olabilmeleri için her şeyi partiden, parti siyasetinden beklememeleri gerekir. Demokratik yoldan sistem değişikliğinin gerçekleşebilmesi için çok yönlü çalışmalara, farklı yollardan (siyaset, kültür, ekonomi, eğitim, sanat, medya...) yürüyen guruplara ve bir bütünün parçası olma şuurunu taşıması gereken bu çalışmalar/guruplar arasında diyaloga ve dayanışmaya ihtiyaç vardır.
Başarının şartı samimiyettir, davanın menfaatini diğer bütün menfaat ve meyillerin üstünde/önünde tutmaktır.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İslâm İktisadı
Kavram
İktisat bilimi tabiat veya matematik bilimleri gibi/bu mânâda ve mahiyette kesin ve evrensel bir bilim olsaydı, bu bilimin uygulandığı alanlarda oluşan kurumlar da tarihte ve günümüzde birbirinin aynı olarak görülse idi -tıpkı İslâm fiziği, İslâm matematiği diyemiyeceğimiz gibi- İslâm iktisadından söz etmemiz de anlamsız ve tutarsız olurdu. Halbuki -bildiğim kadarıyla- genel olarak iktisat teorisi içinde arz-talep kanunu gibi kesine yakın kurallar ve ilişkiler bulunmakla beraber tartışmaya ve değişmeye açık, temel ilkelere, amaçlara ve kalkış noktalarına göre farklı kurallar, değişkenler ve uygulamalar da vardır. Bu iki açıdan bakılarak "mutlak iktisad"den söz edilebileceği gibi bir ideolojiye, dine, bakış açısına bağlı farklı ve göreceli iktisad adlandırmaları yapmak da mümkündür. Bu bağlamda İslâm iktisadından maksadımız "İslâmın getirdiği varlık, bilgi ve değerler anlayış ve sistemine dayalı, bu çerçeve içinde oluşan ve işleyen iktisad bilimi ve iktisadî hayattır".

Kaynaklar
İslâm ilimleri ve kurumlarının temel kaynağı Kur'an ve Sünnet, islâmî tecrübe ve akıldır. Kur'an-ı Kerim'de ve Sünnet'te "üretim, üretimin unsurları, unsurlar arasındaki ilişki ve denge, tüketim, paylaşım, istihdam, tabiat-insan ilişkisi, insanın varoluş gayesi, servet, ihtiyaç" gibi konu ve kavramlar -kimi genel ilkeler, kimi de özel hükümler ve örnekler şeklinde- yer almış, açıklamalar ve yönlendirmeler yapılmıştır.
Vahyin ışığında ve rehberliğinde işleyen islâmî tecrübe ve akıl siyaset, hukuk, ahlak, cemiyet konuları gibi iktisat konularını da -islâmî bir bilim dalı olan fıkıh bütünü içinde ele almış ve geliştirmiştir. Genel fıkıh kitapları yanında vergi, para, mal, maliye, pazar konularında ayrı kitaplar ve risaleler de yazılmıştır. Batı'da, son asırlarda iktisat bilimi bağımsızlık kazanınca islâm dünyasında da "siyaset, cemiyet, hukuk" bilimleri gibi İslâm iktisad bilimi de bağımsız bir disiplin olma yoluna girmiştir; bugün İslâm iktisadı ile ilgili enstitüler, kürsüler, tezler, kitaplar ve makalelerin listesi büyük kataloglar oluşturacak düzeye gelmiştir.

İlkeler
1. İslâm iktisadının muhatap insanı "İslâm insanıdır" ve bu insana, ferdî müslümanlığını gerçekleştirme yanında, caydırıcı gücüyle hakim olacağı dünya düzenini yönlendirme, iktisadî zulmün ve baskının ortadan kalkmasını sağlama vazifesi verilmiştir.
2. İslâmî iktisadın kurallaştırılması ve işleyişi iki farklı amaca göre değişiklik arzeder: a) Adalet, hakkaniyet, barış ve hürriyetin -müslümanların dünyaya müdahil olmaları sayesinde- oluşması halinde insanların normal ihtiyaçlarına cevap veren "tabii iktisad sistemi". b) Dünya düzenine milliyetçi, egoist, sömürücü, hileci, israfçı güçlerin hakim oldukları dönemde müslümanların, amaçladıkları mutlu dünya düzenini kurabilmek için olağanüstü çabalar göstermek ve yollara başvurmak mecburiyetinde kaldıkları "olağanüstü iktisat sistemi". Birinci saf, ikincisi geçici olarak karma bir iktisat sistemidir.
3. İnsan da bütün yaratılmışlar da Allah'a aittir, gerçek mülk sahibi Allah'tır, insan O'nun emanetçisi ve mülkünde -O'nun iradesine göre- tasarrufun vekilidir.
4. Fertler ve topluluklar (kavimler, ümmetler, kabileler, aşiretler...) aynı asıldan/kökten ve Allah tarafından yaratıldıkları için ve bu bakımdan birbirlerine eşittirler. Eşitliği bozacak oluşumlar ve yapılar, kulların kendi iradeleri ve çabalarıyla elde edecekleri iyi veya kötü vasıf, fiil, eser ve ürünlere bağlıdır.
5. İnsanların kardeşliğinde belirleyici unsur "iman birliğidir". Aynı imanı taşıyanlar ek olarak aynı ailenin mensubu olurlarsa kardeşlik daha güçlü bağlarla takviye edilmiş ve bu takviyeye ait haklar da devreye girmiş olur. Aynı aileden geldikleri halde imanları farklı olanlar kardeş değildir. Müminlerin kardeşlerine karşı olduğu gibi kardeşleri olmayan insanlara karşı da hukukî ve ahlâkî sorumlulukları vardır; kardeş olmayan insan, soyulacak, sömürülecek, ezilecek, zulmedilecek... insan değildir. Bu sebeple kime karşı olursa olsun israf, hile, aldatma, fahiş bedel, spekülasyon, ihtikâr, haksızlık... yasaklanmıştır.
6. İktisadî kurallar ve uygulamalar, belirleyici nasların (ayet, hadis) bulunmaması halinde İslâmın genel hüküm ve ilkelerinden hareketle kavramlaştırılacak "maslahat: fayda" ilkesine dayanır.
7. Aksine bir zaruret bulunmadıkça üretim ihtiyaca göre yapılır ve üretime katılan bütün unsurların payları adalet ve hakkaniyet ölçülerine göre belirlenir. Serbest ekonomik faaliyetler dengeyi bozan güç birlikleri oluşturursa devlet, kararında müdahale ile adaleti sağlar.
8. Üretime ve kazanca katılamıyanlar ile katıldıkları halde gelirleri, israfsız giderlerini karşılamayan insanların ihtiyaçlarını karşılamak üzere yeniden paylaşım gerçekleştirilir. "Nafaka, zekat, sadaka, vakıf, diyet dayanışması, karz-ı hasen (faizsiz kredi), mal veya menfaat bağışı, miras ve gerektiğinde vergi" yeniden paylaşımın önemli ve geleneksel araçlarıdır.
9. Riske ve teşebbüse katılmayan sermayenin getiri (kâr, rant) hakkı yoktur. Bu sebeple faiz yasaklanmış, iktisadî faaliyetlerin finansmanında ortaklık kurumu ikame edilmiştir.
Amaç
İslâmda iktisadî faaliyetlerin amacı:
1. Ferdin tabii ihtiyaçlarını karşılayarak huzur içinde düşünmesini, inanmasını ve inancını yaşamasını (müslüman fert için Allah'a kulluk etmesini) temin etmek.
2. Toplumun adalet, güven ve refah ihtiyacını -islâmî ölçüler içinde- sağlamak.
3. Dünyada yaşayan diğer toplulukların hem birbirine, hem de İslâm ümmetine tecavüzünü, haksızlığını önleyecek güce ulaşmak ve bu güç sayesinde İslâmı, fiil ve kavil olarak (davranış, temsil ve ifade halinde) insanlığa tebliğ etme, öğretme, ulaştırma imkânını elde etmek.

Sonuç
Yukarıda özetlenen tanım, ilkeler ve amaçlar göz önüne alındığında bir "İslâm iktisadından söz etmek" anlamlı ve tutarlıdır. Müslümanların bir vazifesi de bu iktisadı teori ve pratik olarak gerçekleştirmek ve insanlığa sunmaktır.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Siyaset ve Ahlak
Türkiye'nin ekonomisi iyi yönetiliyor mu, yönetilmiyor mu? Etnik ayrımcılık ve buna dayalı terör olayları var mı, yok mu? Bu olaylara karşı alınan tedbirler, olması gerekenin en iyisi veya ona yakını mı, değil mi? Enflasyon düşecek mi, düşmeyecek mi? Türkiye dolaylı yoldan bağımlı mı, bağımsız mı? İşkence var mı, yok mu? Bazı bakanlıklara görevli alınırken siyasî ayırma ve kayırma yapılıyor mu, yapılmıyor mu? Pek azı müstesna siyasîler, halkın gözüne girip oy alabilmek için dinî ve mukaddesatı istismar ediyorlar mı, etmiyorlar mı? Devlet dairelerinde rüşvet alınıyor mu, alınmıyor mu?
Bu ve benzeri soruların cevaplarını, mecliste, açıkoturumlarda, televizyon tartışmalarında, siyasî konuşmalarda ... takip ediyoruz; siyasîlerden iktidarda olanlar ile muhalefette olanlar genellikle farklı cevaplar veriyorlar. İktidardakiler her şeyin iyi gittiğini, yakında Türkiye'nin köşeyi döneceğini, "Cumhuriyet tarihinde ilk defa şu, şu büyük işlerin başarıldığını", hükümetin her meselenin üstesinden geleceğini söylüyorlar; muhalefettekiler ise tam zıddını söylüyor, kara tablolar çiziyor, felaketin, iflasın, krizin kapıda beklediğini haber veriyorlar. Kar beyazdır, birisi karın kara olduğunu söylüyorsa gerçeğin hilafını söylüyor demektir; bunu bilerek, kasten söylüyorsa "yalan söylüyor" demektir. Yukarıdaki sorularda da siyahlar ve beyazlar var; aynı şeye biri siyah, diğeri beyaz diyorsa ortada bir yalancı var demektir. Bu yalancılar da ülkeyi yönetenler veya yönetmeye talip olanlar ise karşımızdaki dağ gibi bir ahlak krizidir. Çünkü ister iktidara gelebilmek için olsun, ister iktidarda kalabilmek için olsun yalan söylemek, bizim geleneğimizde ahlaksızlıktır. İslâmda böyle bir yalanı söyleyen kimse şahid, hakim, yönetici, öğretmen, imam, dinî metinlerin ve haberlerin taşıyıcısı (râvi)... hasılı makbul ve muteber bir insan olamaz. İtibarını yeniden kazanabilmesi için halini düzeltmesi, yalandan vazgeçmesi (tevbe etmesi) ve buna çevresini inandırması gerekir.
Evet Türk'ün geleneğinde, müslümanın da dininde yalan söylemek ayıp, çirkin ve günahtır, yalancı da haysiyetsiz bir insandır, sâbıkalı ve şâibelidir. Ülkemizde yalanı seçkinler ve seçilenler -milletin gözünün içine baka baka- söylüyorlarsa bir yerde yanlış yapıldığı ortaya çıkmış olmaz mı?
Pekiyi bu yanlıştan ne zaman dönülecek?

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Muhalefet
Bir müslümana göre muhalif, İslâma muhalefet edendir. İslâmı bir tehlike olarak gören, onun hayattan uzak tutulması için çalışan ve gerektiğinde diğer gayr-i müslimlerle işbirliği yapan, onları yardıma çağırandır. İslâmı siyasete değil, siyaseti İslâma alet eden, hâdim kılan müslüman, siyasî kurum, kuruluş ve faaliyetleri İslâma olan fayda ve zararları bakımından ele almak ve değerlendirmek durumundadır. Siyasi faaliyetin amacı yalnızca dünya hayatını iyileştirmek ve toplumun bu dünya hayatına hizmet etmek ise (ülkeyi kalkındırmak, güçlendirmek, enflasyonu düşürmek, gelir dağılımını adil hale getirmek, borçları azaltmak, sanayileşmek, sağlığı korumak, dış politikayı millî menfaatlerin gerektirdiği çizgide yürütmek... ise) müslümana göre bu, ikinci derecede önemli bir hizmettir; hatta hizmet olması, birinci derecede önemli olan amaca (İslâmın korunmasına, yaşanmasına) hâdim olmasına bağlıdır.
Müslümanlar vaktiyle iktidarı Halk Partisi'nin elinden alıp Demokrat Parti'ye verirken birinci derecede beklentileri ve umutları bu partinin İslâma hizmet etmesi, İslâmlaşmanın yolundaki engelleri kısmen de olsa kaldırması idi. Şimdilerde kafalar karıştı, müslümanlar -bilerek, bilmeyerek- İslâmlaşmayı engellemeyi kendine vazife bilen ve bunu açıkça söyleyen "muhaliflere" oy vermeye, onların safında siyaset yapmaya başladılar. Açık beyanlarına göre bu muhalifler, birinci derecede diğer partilere (sağcı, solcu, liberal, devletçi... partilere) değil, İslâma hizmet etmesi muhtemel partilere muhaliftirler; onların iktidara gelmemesi için her fedakârlığı göze almakta, antidemokratik de olsa her tedbire başvurmaktadırlar. Müslümanın şuuru ve tavrı bakımından önemli olan, kendilerinden korkulan partilerin gerçek amacı ve bu amacı gerçekleştirme imkân ve kabiliyetlerinden ziyade muhaliflerin beklentileri ve korkularıdır. Muhaliflerin bekledikleri ve korktukları husus, İslâmın güçlenmesi ve sosyal hayattaki etki alanını genişletmesidir.
İslâmdan korkanlara, onu tehlike olarak görenlere, onu engellemeyi birinci vazife sayanlara oy verenler veya onlarla ortaklık kuranlar, yaptıklarını bir daha düşünmek, kısa veya uzun vadede İslâmın menfaati açısından hesabı tekrarlamak ve sonucu tekrar kontrol etmek durumundadırlar.
İslâmı "siyasal, köktenci, yumuşak, sert, sevdiren, korkutan..." gibi çeşitlere ayıran ve muhalefetlerinin her çeşit değil, bir çeşit İslâma yönelik olduğunu söyleyenler bir gün yalnızca kendilerini aldattıklarını anlayacaklardır.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Velâyet
Velâyet'in lûgat mânası iki ve daha fazla şeyin, araya yabancı bir şey girmeksizin arka arkaya oluşu, bulunuşudur. Bu asıl kavram, zaman içinde genişleyerek "koruma, yardım, dostluk, temsil, yönetme selâhiyeti" gibi mânaları da çerçevesine almıştır. Bir hukuk (Fıkıh) terimi olarak velâyet "temsil, koruma, yönetme ve adına tasarrufta bulunma selahiyetidir." Şahsi veya mal varlığı yönetilen fert veya özel şahıs ise "hususi velayet"ten, toplum ve ümmet ise "amme velâyetinden" söz edilir. İster fert olsun, ister toplum, müslümanların velîsi, yöneticisi, onlar adına tasarrufta bulunma selahiyetini taşıyan kişi (velî) müslüman olacaktır. Kur'an-ı Kerim ve Sünnet kaynakları bu konuda en küçük bir tereddüde yer bırakmayacak açıklık ve kesinlikte ifadelerle doludur:

Sizin velîleriniz ancak Allah'tır,
Rasûlüdür, iman edenlerdir; onlar ki, Allah'ın emirlerine boyun eğerek namazı kılarlar, zekâtı verirler. Kim Allah'ı, Rasûlünü ve iman edenleri velî edinirse -bilin ki- üstün gelecek olanlar Allah'ın tarafını tutanlardır. (Mâide: 5/55, 56)
Müminler, kendileri gibi iman edenleri bırakıp da inkârcıları veli edinmesinler... (Âli-İmrân: 3/28)
Ey iman edenler, küfrü imana tercih ediyorlarsa babalarınızı ve kardeşlerinizi bile veli edinmeyin; sizden kim onları veli edinirse işte onlar zalimlerin ta kendileridir. De ki: eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, bozulmasından korktuğunuz ticaretiniz, hoşunuza giden konaklarınız... Allah'tan, Rasûlünden ve O'nun yolunda cihaddan size daha kıymetli ve sevimli geliyorsa artık Allah'ın (sizin gibiler için uygun olan) emrini getirmesine kadar bekleyin; Allah, emirlerine karşı gelenleri doğru yola iletmez. (Tevbe: 9/23-24).
Ey iman edenler, yahûdileri ve hıristiyanları veli edinmeyin; onlar birbirinin velîleridir, içinizden onları veli edinenler de onlardandır... (Mâide: 5/51).
Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileridirler; onlar iyiyi emreder, kötüyü önlerler, namazı kılar, zekâtı öderler, Allah'a ve Rasûlüne itaat ederler. İşte onlara rahmet edecektir Allah. Şüphe yok ki, Allah izzet ve hikmet sahibidir. (Tevbe: 9/71)

Bu açık ve kesin ifadeler, müslümanların yönetimlerini teslim edecekleri kimselerde bulunması gereken şu vasıfları belirlemektedir:
1. İman: Velî, yönetici, mümin adına tasarrufta bulunan selahiyeti verilecek kişi mümin olacaktır. İslâm hukukçuları kamu hukuku ile ilgili bahislerde bu şartı ele almış ve üzerinde ittifaka varmışlardır; müminlerin, müslümanların devlet başkanı, velâyet yetkisi taşıyan başkan yardımcıları (vekiller, vezirler), hâkimler, vâliler, komutanlar, müdürler... mümin ve müslüman olacaklardır.
2. Amel: İslâmın getirdiği ibadet, hayat ilkeleri, ta'lîmat ve ahlâka riâyet edecek, bu alanlardaki yükümlülüklerini fiilen yerine getirecektir. Amel konusunda kusuru bulunan kimselere fâsık denilmektedir ve hukukçular, fâsıkların velî olup olamıyacaklarını tartışmışlardır.
Tartışmasız olan husus, bulunduğu takdirde imanı ve ameli tam olanların öncelikle veli olacaklarıdır.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Gök Boncuk
Hikaye malûmdur: Eskiden birden fazla eş ile evliliğin yaygın olduğu günlerde -birisi dört kadınla evlenmiş, her birine- diğerlerinden gizli olarak birer gök boncuk vermiş. Kadınlarla bir arada otururken birisi "Hangimizi daha çok seviyorsun?" diye sorarsa "Gök boncuğum kimde ise gönülcüğüm ondadır" der vaziyeti idare edermiş. Bu eski "çok eşli aile siyasetinin" birinci unsuru gitmiş, ikinci unsuru kalmıştır. Uygulama alanı da aile değil ülke halkıdır.
Siyasilerin kafalarında bir düşünce, gönüllerinde bir bağlılık ve sevgi var; kimi sağa, kimi sola, kimi Batı'ya, kimi İslâma, kimi falan izme, kimi de filan izme bağlıdır. Ne var ki, oy alabilmek için bütün çevreleri (potansiyelin azamisini) memnun etmek mecburiyeti vardır. Bu mecburiyet siyasîleri "ikiyüzlülüğe, takıyyeye, çifte görüntü vermeye, her çevreye bir gök boncuk dağıtmaya..." sevketmekte, bunun adına da siyaset (politika) denilmektedir.
Öteden beri siyasîlerin elmalarla armutları topladıklarında, bir arada olması mümkün olmayan reyleri bir arada tutmaya çalıştıklarına şahit olageldik. Bu tutum ve yaklaşımların bir kısmı poletikadır, bir kısmının ise gaflet ve delaletten kaynaklandığı kanaatine vardık.
Devlet veya parti kademelerinin en üst seviyelerine kadar gelmiş kişiler çıkıp "Hem müslümanım, hem de Batıcıyım", "Asıl müslüman biziz, biz dini siyasete alet etmiyoruz ve ülkemizi Ortaçağın karanlığına götürmelerine izin vermeyeceğiz", "Filan partiye oy verirseniz ülkeye siyasal İslâm (fundamantalizm, şeriat) gelir, derlerse, hem müslüman olacaklarını -özellikle böyle bir açıklamanın hoşa gideceğini bildikleri yerlerde- ilan eder, hem de ülkede İslâmın gelişmesini, halkın hayatına daha fazla girmesini önleyecek tedbirleri -entrikalı, suret-i haktan görünerek- almaya devam ederlerse ortada iki ihtimalden birisi var demektir: Ya halka karşı politika yapılmaktadır yahut da böyle davranan siyasîler gaflet ve delalet içindedirler.
Son günlerde bir devlet büyüğünün "Hem tarihimizi ve geleneklerimizi korumalıyız, hem de bilimde, teknolojide, sanatta, düşüncede dünya ile bütünleşmeliyiz" demesi, bir partinin bir koalisyon (geçici ve zayıf iktidar) uğruna dün kara dediklerine bugün ak demesi yüksek değerler sistemine göre aşağılarda kalan davranışlar, düşüncelerdir ve politikalardır.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Millî Eğitim Şurası ve İmam-Hatip Liseleri
Yaklaşık kırkbeş yıldan beri -aklı eren öğrenci ve öğretici olarak içinde bulunduğum- millî eğitimimizin bozuk olduğu, baştan sona ıslaha muhtaç bulunduğu yazılır, söylenir, tartışılır, kongre, kurultay ve şuraların konusu olur. Yurt içinde ve dışında yetişmiş bunca ilgilimiz reform, düzeltme yeniden yapılandırma teklifleri ve modelleri sunarlar. Bütün bunlara rağmen şikayetler aynen devam etmekte, ıslahat teklif ve teşebbüsleri de sil baştan kabilinden tekrarlanmaktadır. Bu kadar yetişmiş adamın bunca gayretinin iyi bir sonuç vermemesi, derde deva olmaması normal değildir. Bize göre işe, bu anormalliğin sebebini ve kaynağını araştırmakla başlamak ve tesbit edilen sebebi (engeli) ortadan kaldırma konusunda anlaşmak, uzlaşmak şarttır. Bu şartın gerçekleşmesi de ülkemiz aydınlarının, nasıl bir insan yetiştirmek istendiği konusunda bir asgari müşterekte birleşmelerine bağlıdır.
Evet millî eğitimimizle nasıl bir insan yetiştirmek istiyoruz? Dünya vatandaşı mı, çağdaş (Batılı) insan mı, Türk insanı mı, İslâm insanı mı, her birinden parçalar alınarak oluşturulmuş sentez insan mı?.. Önce buna karar vermemiz, bu konuda anlaşmamız gerekiyor. Bu şart yerine getirilmedikçe daha birçok şuralara, kongre ve kurultaylara, birbirine ters birçok teklif ve modeller sunulacak, her bir teklif ve modelin taraftarı, kendisininki olmuyorsa diğerinin de olmasına karşı çıkacak, ya eski bozuk düzen devam edecek yahut da yeni bozuk (karma, bütünlük ve tutarlılıktan yoksun) düzenler icat edilecektir.
Bu genel girişten sonra yakında yapılacak olan Millî Eğitim Şurası hazırlık çalışmalarında yer alan ve din dersleri, İmam-Hatip Liseleri ve mecburi temel öğretimle ilgili bulunan birkaç hususu ele almak, camiamızın düşüncelerini yazıya dökmek istiyoruz:
Dünyada temel öğretimin asgari dokuz yıla çıktığı gerekçesinden hareketle bizde de dokuz yıla çıkarılması, buna eklenecek son iki yılda da öğrencinin yüksek öğrenime ve mesleğe yönlendirilmesi isteniyor.
Ayakta kalabilmenin her alanda rekabete dayandığı bir dünyada bizim, mecburi öğrenimi hâlâ beş yılda tutmamız elbette doğru değildir. Ancak bunun yolu, bütün öğrencileri dokuz yıllık tek tip bir öğrenime tabi kılmak değildir. Sekiz yıllık okullar yanında, 5 artı 3 yıllık okullar (iki kademeli temel öğretim okulları) ile de öğrenciye sekiz yıllık mecburi öğrenim verilebilir. Buna göre öğrenci, bugün adına ilkokul dediğimiz okulları (temel öğretimin birinci kademesini) bitirince eline alacağı bir belge ile adına ortaokul dediğimiz üç yıllık okula (temel öğretimin ikinci kademesine) gelecek, burayı da bitirdikten sonra mecburi öğrenim dönemini tamamlamış olacaktır. İkinci kademe, öğrencinin ileride devam etmek istediği okullara ve gireceği mesleğe göre -uygun bir şekilde ve dozda- farklılaştıracağı için kabiliyetlerin zamanında değerlendirilmesi, amaca daha uygun eleman yetiştirilmesi ve vatandaşların istek ve ihtiyaçlarına cevap verilmesi imkan dahiline girecektir. Mesela ileride imam ve hatip olmak veya ilahiyat tahsili yapmak isteyen yahut da daha yoğun din bilgi ve eğitimi aldıktan sonra normal liselere veya mesleğe girmek isteyen öğrenciler, mevcut İmam-Hatip Liselerinin bünyesindeki orta okullara (yeni terimle mecburi öğretimin ikinci kademesinin bu çeşidine) devam edecek, böylece amaçlarını gerçekleştirme imkanına kavuşacaklardır.
Eğer sekiz veya dokuz yıllık temel (mecburi) öğrenimi tek tip ve aynı mekânda (okulda) gerçekleştirme isteğinin gizli gerekçesi İmam-Hatip Liselerine darbe vurmak değilse -ki biz böyle bir kötü zan beslemiyoruz- yukarıdaki teklif ve model, camiamızın vazgeçilmez isteğidir; bunu gerçekleştirecek kararlar alıp uygulamak ise halk iradesine dayalı yönetimlerin varlık sebebini teşkil etmektedir.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İmam-Hatipler - 1
Türkiye'de 1950'den itibaren geçilen çok partili sistemin millî eğitime yansıyan en önemli tasarrufu, o zamanki adlarıyla İmam-Hatip Okulları olmuştur. Bu tasarrufun da baş sebebi, halktan oy alarak iktidara gelmek isteyen partilerin, halkın bu mevzudaki ısrarlı taleplerini karşılamak mecburiyetinde kalmalarıdır. Bu okullar böylesine bir gerilimin ve asılmanın meyvası olduğu içindir ki, başından beri iki tarafın farklı amaçlarının çatışma noktasında kalmış, birbirine zıt istek, tasarruf ve oyunların meydanı olmuştur. Müslüman halk bu okulları, ileride ister bir iş ve meslek tutmak istesin, ister yüksek tahsil yapsın çocuklarının, millî ve manevi değerlerini kaybetmeden orta öğrenimlerini yapabilecekleri okullar olarak görmüşlerdir. Halka rağmen onları yönetmek isteyen, öz kültürüne yabancılaşmış, iktidar hırsıyla dini istismar eden, fakat onu geliştirmeyi ve yaşamayı istemeyen hakim azınlık ise bu okullara hep menfi bakmıştır. Onlara göre İmam-Hatip Liseleri aslında olmaması gereken, demokrasinin başlarına bela ettiği, hiç olmazsa sayıları ve fonksiyonları sınırlı tutulması icabeden okullardır; çünkü buralarda yetişenler, ferdî ve sosyal hayatlarında dini uygulayan ve uygulamak isteyen, dine dayalı sosyal talepler oluşturan kimseler olmakta, siyasî yelpazede genellikle sağda ve İslâmî kesim içinde yer almakta, onların sayılarını ve oylarını arttırmaktadırlar.
İşte bu karşı taraf amaçlarına ulaşabilmek için kim bilir kaç kere İmam-Hatip Liselerini azaltma, budama, sınırlama teşebbüslerine girişmişlerdir; kimi zaman orta kısmını kapatmışlar, genellikle yenilerinin açılmasının karşısında olmuşlar (hâlâ binası tamamlanmış ve açılma bekleyen birçok okul vardır, ayrıca bir yerleşim merkezinde belli bir nüfus bulunmadan İmam-Hatip açılmaz ve açılan yerlerde de ancak bir okul açılır...), kimi zaman da mezunlarının gidebileceği yüksek öğrenimi sınırlamışlar, onları din görevliliği mesleğine ve dinî yüksek öğrenime hapsetmek istemişlerdir.
İmam-Hatip Liselerinde okuyan ve buradan mezun olan gençler anarşist olsalar, aylak olsalar, bu okullar diğer liselerden geride olsa, devlete aşırı yük getirse... mezkûr tasarruflar ve istekler karşısında insanın canı yanmaz; gel gör ki, İmam-Hatipliler bilgi yarışmalarında, münazaralarda, üniversiteye giriş imtihanlarında diğer lise mezunlarından hiç de geride değiller. Önemli bir kısmı mesleğe yönelmiştir, ülkenin birlik, beraberlik, asayiş, kalkınma, ahlâkî davranış ihtiyaçlarına önemli katkıları vardır, liseden sonra -ilahiyat dışında- yüksek tahsil yapanlar, intisap ettikleri her alanda diğer kardeşlerinden ve meslektaşlarından geri kalmamış, onlarla uyum içinde işlerini başarı ile yürütmüşlerdir, yürütmektedirler. Bütün bunlar birer gerçek olduğu ve istatistiklerle sabit bulunduğu halde bu okullara kıyma isteği ideolojik taassuptan başka hiçbir sebebe dayanmamaktadır. Bu taassubun tahrik ettiği sözde aydınlar şimdi de İmam-Hatip Liselerinin orta kısmını, dokuz yıllık mecburi temel öğretim bahanesiyle kaldırmak, mesleğe (İmam-Hatip Liselerine) iki yıl ayırmak, mezunlarının yalnızca İmam-Hatip olmalarını sağlamak ve İlahiyat Fakülteleri dışında bir fakülte veya yüksek okulda yüksek tahsil yapmalarına engel olmak istemekte, 15. Millî Eğitim Şurası'nda bunu tezgahlamayı planlamaktadırlar.
İmam-Hatip Liselerini seven, çocuklarını bu okullara gönderen, mezunlarının ülke için faydalı olduğuna inanan, bu yüzden okulların mevcut statüsü içinde (hem mesleğe, hem yüksek öğrenime eleman yetiştiren orta öğretim kurumları olarak) devamını isteyen milyonlar, bu olumsuz tasarruflara asla razı olmayacak ve imkan vermeyeceklerdir. Aklı başında ve sorumluluğunu müdrik yöneticilerin, ilgililerin yapmaları gereken, halka kulak vererek bu okulları iyileştirmek, sayılarını talebe uygun hale getirmek, halkın mevcut ve istekli katkılarından yararlanarak ülkemizde orta öğrenim görmüş insan sayısını arttırmaktır. Bu okulları iki kademe olarak planlamak, birinci kademesini (İmam-Hatip Liselerinin bünyesindeki orta okulları, orta kısmı), mecburi (sekiz veya dokuz yıllık) temel öğretimin ikinci kademesi olarak kabul etmek, ikinci kademesini (İmam-Hatip Liselerini) ise hem mesleğe, hem de yüksek öğrenime eleman hazırlayan okullar olarak muhafaza etmektir. Böyle bir düzenleme hem mecburi ilk öğretimi uzatma isteğine aykırı değildir, buna ulaşmamıza yardım eder, hem de halkın meşrû, haklı, ısrarlı isteklerine cevap vermiş olur.
İmam-Hatip Liselerine yapılmak istenenler karşısında aydınlarımızı ve yöneticilerimizi, memleket ve halk sevgisi ile demokrasi imtihanına çağırıyoruz.


İmam-Hatipler - 2
İmam-Hatip Liseleri kırk yılı aşkın bir zamandan beri eğitim ve öğretim veren, T.C. Millî Eğitim Bakanlığı'na bağlı, hem mesleğe, hem de yüksek öğrenime eleman yetiştiren orta öğretim okullarıdır. Bu okullar ilk açıldığında yalnızca meslek adamı yetiştirsin diye düşünülmüş olmalı ki, birinci mezunlarını İlahiyat Fakültesine dahi almadılar ve doğrudan meslek icrasına (Diyanet kadrolarında din hizmetlerine) sevkettiler. Şüphesiz bu düşünce ve tutum, milletine yabancılaşmış bazı siyasîler ile yüksek bürokratlara aitti. Halk ve onlardan kopmamış bulunan aydınlar bu "demokrasiye, insan haklarına ve eğitim-öğretim ilkelerine aykırı" icraatı kabul etmediler. Karşılıklı mücadele yıllar içinde şu sonuçları getirdi: Önce 1959 da Yüksek İslâm Enstitülerini açarak İmam-Hatip mezunlarını yalnızca buraya aldılar. İlahiyat dahil başka yerlerde yüksek öğrenim almak isteyen İmam-Hatiplileri dışardan imtihan vererek normal liseyi bitirmek mecburiyetinde bıraktılar. Sonra millî eğitimle ilgili yeni kanunlar çıkarılırken, diğer meslek liseleriyle beraber İmam-Hatip Okullarını da "hem mesleğe, hem de yüksek öğrenime eleman hazırlayan liseler" statüsüne soktular. Artık bu liseler bir yandan kabiliyeti ve arzusu olanları din görevlisi olarak yetiştiriyor, kabiliyeti yahut da arzusu olmayanları ise yüksek öğrenime hazırlamış oluyordu. Halkın rağbeti ve siyasîlerin de menfaatleri icabı bu rağbeti görmeleri sebebiyle İmam-Hatiplerin sayısı durmadan artıyor, önemli sayıda mezun çeşitli yüksek öğretim kurumlarında okuyarak mezun oluyor ve birçok ilim ve meslek dalında memleketin hizmeti ordusuna katılıyordu.
Yabancılaşmış, at gözlüklü aydınlar (aydınlarımızın bir kısmı) halkın İmam-Hatiplere rağbetini daima yanlış değerlendirdiler, hiçbiri bunu imana ve farklı dünya görüşüne bağlamaya, manevi değerlerimize cephe almış baskıcı yönetimlerin kıskacında bunalmış halkın tepkisini sebep olarak değerlendirmeye yanaşmadılar. Batıdan aktardıkları, ne kadarının toplumumuza uyduğunu test etmedikleri sosyolojik analizlere dayanarak bu rağbeti üretim biçimine, çarpık şehirleşmeye, kimlik arayışına ve yoksul tesellisine bağladılar. Gerekli siyasî, sosyal ve ekonomik tedbirler alındığı ve reformlar yapıldığı takdirde halkın ekonomik durumu düzelince bu hastalığın da (!) geçeceğini söylemekten, yazmaktan usanmadılar. Halbuki buna benzer okulların açılması isteği halkımızdan, hür dünyanın baskısı ile Türkiye'de çok partili demokrasiye geçme hareketinin başladığı 1940'lı yılların sonlarına doğru gelmeye başlamıştı. O zamanın sosyo-ekonomik şartları şimdikinden çok değişikti ve yoğun şehirleşme olayı da yoktu. Bu arzu, halkımızın, bin yıldan fazla bir zamandan beri geçmişinden devralıp geldiği millî ve manevi değerlerinden, imanından, dünya görüşünden geliyordu. Bunları silmek, yok etmek, bâtınınki ile değiştirmek isteyenlere karşı bir direnişti. Halkımız yenileşmeyi, değişmeyi, gelişmeyi, onların deyişi ile "gavurdan" güçlü olmayı istiyordu, asla gerici, ilkel ve yobaz değildi, ancak bu hamleyi kendi değerleri, öz kültürü ve medeniyeti içinde gerçekleştirmek istiyordu. Onun imanında ve tarih hafızasında kurduğunu; sulh, adalet ve insan hakları için cihan hakimiyeti mefkûresine oynadıklarını biliyordu; dün olan bugün niçin olmasındı. Olmuyorsa bu işte bir terslik vardı ve bu terslik kendilerine teslim oldukları yönetici ve aydınlardan geliyordu. Resmi tarih milletin yaşını bir asırdan aza indirdiği, geri kalanını adeta yabancı saydığı gibi millî eğitim de millî aydınlar ve yöneticiler yetiştirmekten uzak bulunuyordu.
İşte bu düşünce ve değerlendirmeler halkı, yeni bir eğitim-öğretim anlayışına ve bu anlayışı gerçekleştireceğini umdukları İmam-Hatip Okullarına yöneltti. Bu okullar kuruldukları günden itibaren üç farklı beklentinin baskısı altında kaldılar: Halk kurtarıcısını bu okullardan bekliyordu, batıcı ve batılılaşmış aydınlar bu okulların ülkeyi geriye götüreceğinden, şeriatı getireceğinden, Ortaçağ zihniyetini hortlatacağından korkuyorlardı. Bazı dinî çevreler de bu okullardan reformcu din adamlarının yetişeceğini, bunların dini çağa uyduracaklarını ve bozacaklarını (dini mihraptan yıkacaklarını) ileri sürüyorlardı. Her üç baskı ve beklenti, küçük yumuşamalarla beraber hâlâ devam etmektedir.
Dinin etkisini sosyal hayatın bütün alanlarından çekip kişi vicdanına hapsetmek isteyenler (böyle bir şeyin mümkün olduğunu zannedenler) İmam-Hatip Liselerini de yalnızca imam yetiştiren okullar haline getirmek istiyorlar. "Bunlar camide oldukları sürece zararları sınırlı olur, parlementodan vilayete, emniyetten orduya kadar bütün kademelere yayılan İmam-Hatipler ise bizi korktuğumuza uğratırlar" diyorlar. İşte bu korkudan (vehimden) kaynaklanan arzularını gerçekleştirmek için yıllardan beri çeşitli tedbirlere başvurdular: Önce orta kısmını kapattılar, buna karşı direnme ile karşılaşınca mezunların gidebilecekleri yüksek öğretim kurumlarını sınırlama yoluna girdiler. Her fırsatta bu okulların sayısını azaltma teklifinde bulundular. En son olarak da sekiz yıllık ilköğretim projesini devreye soktular; daha doğrusu bütün dünyada uygulanan bu projeyi Türkiye'ye sokarken bu arada İmam-Hatip Liselerinin orta kısmını ortadan kaldırmanın yolunu bulur gibi oldular. Şimdi mücadele bu noktada cereyan ediyor. Bütün ilköğretim okullarını, aynı zamanda İmam-Hatip Liselerine öğrenci yetiştiren okullar haline getirmedikçe bunda da muvaffak olamayacaklardır.
Son cümle ile çözüm tartışmasına girmiş olduk. Nüfusunun yüzde doksan dokuzu müslüman olan bir ülkede, her şeyden önce millî birlik ve bütünlüğü sağlamak için -bir kültür unsuru olarak tıpkı Türkçe gibi- İslâm din bilgisinin de en az lise sonuna kadar bütün öğrencilere verilmesinde zaruret vardır. Halkın büyük bir kısmı bunu istediğine göre (her zaman bir referandum yapılarak bu istek tesbit edilebilir) bunun demokrasiye uygunluğu ortadadır. Bilgi vermek dine çağırmak veya dini dayatmak demek olmadığından bunun laikliğe aykırı bir yanı da yoktur.
Bütün ülkede orta okullar kaldırılacak, sekiz yıllık ilköğretim okullarına geçilecekse bu okullara çok az sayıda ortak ders (türkçe, matematik, sosyal bilgiler) yanında seçmeli dersler konmalıdır. Bu seçmeli dersler içinde arapça ve Kur'an-ı Kerim dersleri de olmalıdır. Öğrencilerin eğilim ve kabiliyetleri, öğretmenlerin tavsiyeleri ve velilerin istekleri doğrultusunda öğrenciler seçmeli dersleri de alıp okuyabilmeli, ilköğretim okulundan mezun olanlar, gerekli altyapıyı almış olarak istediği liseyi seçebilmeli ve öğrenimini burada sürdürmelidir. Seçtiği lise hangisi olursa olsun buradan mezun olduktan sonra isterse mesleğe geçmeli, istemezse -imtihanını kazandığı takdirde- dilediği dalda yüksek öğrenime geçebilmelidir. Bu tekliflerimiz demokrasi, laiklik ve insan haklarının gerekleridir; aksine kararlar ve uygulamalar ise bu ilkelere aykırıdır. Aykırı gidişler, şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da yalnızca tepki, sertlik ve ayrılık getirir.
İmam-Hatipliler bu ülkede kırk yıldan beri okuyor, mezun oluyor ve görev yapıyorlar. Eğitim ve öğretim seviyeleri diğer okullarımızdan mezun olanlardan aşağı olmadığı gibi suç işleme oranları da onlardan daha yüksek değildir, aksine sıfıra yakındır. Ülkeyi geriye götürmemiş, medenileşmeye, gelişmeye karşı çıkmamışlardır. Maddeye tapış yüzünden krize düşmüş dünyada örnek bir insan hayatı projesi sunmanın gayreti içindedirler; bu projenin içinde düşünce, din ve vicdan hürriyeti başta olmak üzere diğer insan hakları, insanın aşkın boyutunun geliştirilmesi, yalnızca insana mahsus bulunan ahlakın toplum hayatına avdet etmesi... vardır.
Hülasa, korkular varsa bunu gidermenin yolu baskı ve dayatma değildir, birbirini dinleme, anlama, hoşgörme ve alış-veriştir.


İmam-Hatipler - 3
Cumhuriyet devrimi kültür, medeniyet ve bu meyanda insan ve toplum modeli olarak Batı'yı hedef almış, kendi insanını bu modele göre çağdaşlaştırmak üzere yola çıkmıştır. Çağdaş Batı medeniyetinin ilahlarından biri ilerlemedir. Batı'da din, ilerlemeye engel görülmüş ve Aydınlanma dönemi sonrasında fiilen hayatın dışına atılmıştır. Bizim devrimciler de aynı yolu izlemiş, laiklik ilkesini benimsemiş ve bu ilkeyi, dinî hayatın dışına çıkarma anlayışı içinde uygulamışlardır. Devrim tarihi boyunca dinden özenle arındırılmak ve uzaklaştırılmak istenen alanlardan biri de eğitim ve öğretim olmuştur. Bu mânâda laik eğitim ve öğretimin yetiştirdiği nesil kozmopolitleşmiş, aynı milletin çocuklarının bir kısmı İslâma karşı ve ondan nefret eder, bir kısmı İslâm konusunda bilgisiz ve nötr, bir kısmı okul dışı ve çoğu kez aileden gelen etki ile inançlı veya dindar, fakat yeterli bilgiden ve eğitimden mahrum, çok azı bilgili, iyi yetişmiş, fakat toplumun "yükselen değerleri" bakımından itibar görmez olmuşlardır.
Bu işler olup biterken milletin geniş tabanı bu gidişten memnun değildir. Onlar çocuklarının inanç, dünya görüşü, ahlak ve kültür bakımından kendileri gibi olmalarını, aynı zamanda -özlerini ve özelliklerini bozmadan- gerekli bulunan gelişme ve değişmeye de açık olarak yetiştirilmelerini istemektedirler. Devrim yöneticileri bu istek ve beklentilere iltifat etmedikleri, hatta şiddetle karşı çıktıkları için de dişlerini sıkıp zamanını beklemişlerdir. Çok partili demokrasi dönemine girilince millet, oy gücünü kullanarak isteklerini dile getirmiş, siyasîler de -hem kendi özlerini bozmayacak, yollarına engel olmayacak, hem de halkı/avamı tatmin edecek- bir formüldür diye İmam-Hatip Okullarını açmışlardır.
Yöneticiler bu okulları camilere imam yetiştirecek bir meslek mektebi olarak düşünüyor, halk ise geleceğin okumuş halkını, yöneticilerini, bürokratlarını, alimlerini yetiştirecek eğitim-öğretim kurumlarının bir parçası olarak görüyorlardı. Bu iki bakış/görüş hep çatıştı, çelişti; birincisi ikincisini engellemeye ve saptırmaya çalıştı, çeşitli teşebbüsler yapıldı... Bütün bunlara rağmen halk iradesi galip geldi, İmam-Hatipler resmi görüşün hapishanesinin duvarlarını yıktı, yeterli olmasa bile önemli ölçüde halkın iradesi yönünde gelişmeler gösterdi. Eskiden İmam-Hatiplere karşı olan tavır genellikle gizlenirdi, bu gelişmeler karşı tarafı korkuttuğu, paniğe kapılmasına yol açtığı için şimdi daha açık hale geldi. Artık çeşitli kesimler İmam-Hatiplere karşı olan tavırlarını açıkça ortaya koyuyor, bunları kapalı hapishaneye -işlevleri ve sayıları resmi görüş tarafından sınırlanmış meslek mekteplerine- çevirmeye çalışıyorlar. Bu maksada ulaşmak üzere yakaladıkları son fırsat da sekiz yıllık temel eğitim/öğretime geçiş olarak ortaya çıkmış bulunuyor.
Bugün dünyada, geniş ölçüde temel eğitimin beş yıldan fazla olduğu, bunun ilk dört veya beş yılından sonra bütün öğrencilerin tek tip bir temel eğitim ve öğretime tabi tutulmadıkları, yalnızca ikinci üç yıllık kademede değil, birden fazla kademede guruplara (farklı temel eğitim kademelerine) bölündükleri, devamlı gözlemlenerek yönlendirmeler yapıldığı, her öğrencinin eğilim ve kabiliyetine göre farklı temel eğitim kademelerine kaydırıldıkları bilinmektedir. Bu bilgiden hareketle İmam-Hatipliler ve dostları hiçbir zaman temel eğitimin sekiz, on, oniki... yıla çıkarılmasına karşı çıkmamışlardır. Bunların istedikleri temel eğitimin -eğer sekiz yıla çıkarılacaksa- beş artı üç şeklinde iki kademeye bölünmesi, birinci kademenin (şimdiki ilk okulların) bütün öğrenciler için tek tip olması (olabilmesi), ikinci kademenin (bugünkü orta okulların) ise öğrencilerin eğilim ve kabiliyetlerine, velilerin de isteklerine göre tercih edecekleri farklı okullar (kademeler) olarak düzenlenmesidir. Bu ikinci kademeler mevcut ilkokulların bünyelerinde açılabileceği gibi mevcut -meslek ve düz liselere bağlı- orta okullarda da açılabilmeli, ileri ülkelerde olduğu gibi bütün kademelerde ve daha yukarısında karşılıklı geçişler de mümkün olmalıdır. Öğrenciler beş yıl ortak ve tek programlı, buna ek olarak -aynı binalarda veya farklı bina ve okulların bünyelerinde- üç yıl da farklı programlı öğrenim gördükten sonra orta öğrenimlerini diledikleri liseye geçerek devam ettirmeli veya başka bir işe başlayabilmelidirler. Bu tez kabul edildiği takdirde temel eğitimin ilk beş yıllık kademesini tamamlayan bir öğrenci mesela İmam-Hatip Lisesinin bünyesinde ve binasında açılmış olan "sekiz yıllık zorunlu temel eğitimin ikinci kademesine" gelebilecek, burada üç yıl dinî öğretim ağırlıklı programı alarak temel eğitimden mezun olacak, bundan sonra istediği lisede öğrenimini sürdürecektir. Başka öğrenciler de sağlık liselerinin, endüstri meslek liselerinin, ticaret liselerinin, ziraat liselerinin... bünyelerinde açılmış olan ikinci kademelere devam edebileceklerdir.
Meselenin çözümü bu kadar basit ve açıktır, ileri dünyadaki uygulamaya da uygundur. Buna rağmen karşı taraf, bu formüle karşı niçin direnmektedir? Bize göre bu direnmenin tek sebebi ideolojiktir, İmam-Hatip Liselerinde okuyan çocukların farklı yetişmeleri, millî inanış, görüş ve kültüre daha yakın olmaları, öze dönüş meyli taşımalarıdır.
İmam-Hatiplere karşı olan bazı siyasîler ile onların oyununa gelen bazı müslümanlar, iki kademeli temel eğitim yerine, temel eğitimin sekiz yıllık "tek tip bir bütün" olması, bu arada seçmeli dersler arasında din dersi, Kur'an ve arapça konulması tezini ileri sürmeye ve savunmaya başlamışlardır. Evet bu bir oyundur, hiledir, göz boyamadır, tepki almadan İmam-Hatiplerin hakkından gelme formülüdür; çünkü biz, daha önce orta öğrenimde seçmeli dersler arasında bulunan din dersi tecrübesini yaşadık. "Din dersini isteyen veli mi, istemeyen veli mi dilekçe versin?" ikileminin dayatıldığını, "isteyen veli dilekçe versin" görüşü uygulandığında çeşitli sebeplerle -istendiği halde- okula gelip dilekçe verememek yüzünden din dersi alan, dinî ağırlıklı program alan ve almayan öğrencilerin beraber bulunmalarının sakıncalarını biliyoruz. İmam-Hatipler dışındaki okullarda din bilgisi alınsa da bunun yalnızca "bir yarım yamalak bilgilenme" olduğunu, eğitim yönünün bulunmadığını da biliyoruz. Kur'an, arapça ve din dersi almak isteyen öğrencilerin ya sayısı az olduğu için yahut da -yeterli sayıda öğrenci bu dersleri almak istediğinde- bu kadar okulda mezkûr dersleri verecek öğretmen bulunamıyacağı için mezkûr derslerin, adı var, kendisi yok dersler arasında kalacağının ve fiilen yok olacağının da farkındayız. Dileriz iyi niyetli formül arayıcıları da bu bilgiler ve deneyim sonuçlarını kabulde bize katılırlar. Katılırlar da müslüman halkın ve okumuşlarının ortak iradelerini koro halinde seslendirir ve dile getiririz, birlik olarak davamızın peşinde oluruz, amacımızı ve formülümüzü -karşımızdakiler kadar- açık olarak ve cesaretle ortaya koruz, hiçbir bozucu uzlaşmaya razı olmayız, bugün güç karşısında başka tezler uygulamaya geçirilse bile -biz gevşemez ve bozulmazsak- "yarınlar bizim, elbet bizim" olur. Bu dava çok daha güçlü muhalifler ve yok edici uygulamalarla savaştı, imanlı sahipleri sayesinde ayakta kaldı, düştü kalktı, düştü kalktı, ama yerde kalmadı, elbette kalmayacaktır. Ya Türkiye'nin bütün ilk ve ortaöğretim okulları İmam-Hatiplerin amacına uygun kılınacak yahut da İmam-Hatipler var olacaktır; izin verilirse yerin üstünde, verilmezse yerin altında!


İmam Hatipler - 4
Birkaç gün önce camiamızın ilgi ile takip ettikleri bir TV söyleşmesinde İmam-Hatip Liseleri tartışılırken söz yine sekiz yıllık temel eğitim meselesine geldi. Dayatmacı birinci cumhuriyetçiler ısrarla temel eğitimin sekiz yıla çıkarılmasını ve bunun tek kademeli (farklı programlara yönlendirme yapılmayan, farklı liselerin bünyesinde kademelerine yer verilmeyen, tek programlı, sekiz yıllık bir bütün halinde) olmasını savundular. Aynı savunmacılar İmam-Hatip Liselerinin de yalnızca mesleğe eleman (İmam ve Hatip) yetiştiren meslek liseleri haline getirilmesini istediler.
Açıkladıklarından açıklayamadıklarını da çıkararak gerekçelerini şöylece ortaya koymak mümkün: T.C. inkilap kanunları arasında bulunan eğitimde birlik (tevhid-i tedrisat) kanununa göre eğitim ve öğretim yalnızca millî eğitimin (devletin) tekelinde ve gözetiminde yapılmalıdır, tek tip Türk insanı yetiştirilmelidir, farklı kurumların (vakıflar, diğer bakanlıklar, mahalli idareler vb.) açacağı ve yöneteceği okullardan fikri ve manevi formasyonu farklı insanlar yetişebilir, bunlar arasında Cumhuriyet inkılabının ilkelerine karşı çıkanlar, bu konuda farklı düşünenler, farklı bir devlet ve toplum yapısını benimseyenler yetişebilir, bu ise birinci Cumhuriyetin sonu olur, buna izin verilmemelidir. Bu amaçla alınması gereken tedbirlerden biri de Türk çocuklarını ilk öğrenim ve eğitilme yıllarının sekizinde, aynı okulda, devletin ilgili bakanlığının hazırladığı aynı programla okutmak ve eğitmektir, ilk beş yıldan sonra yine mecburi olan üç yıllık eğitim, farklı liselerin bünyesinde açılacak ve farklı programlar uygulayacak olan -temel eğitimin- ikinci kademelerinde verilirse, buna imkan tanınırsa, İmam-Hatiplerin bünyesinde açılacak olan ikinci kademede öğrenciler dindarlaştırılabilir, farklılaştırılabilirler...
Bu gerekçeleri teker teker ele alıp kısaca cevaplandırmak, reddetmek gerekirse şunları söylemek mümkündür:
1. Eğitimde birlik kanunu, diğer birçok inkilap kanunu gibi -kağıt üstünde kalmış- fiilen yürürlükten kalkmıştır; çok eski yıllardan başlayarak Millî Eğitim Bakanlığı'ndan başka bakanlıklara bağlı okullar açılmış, yabancıların yönlendirdiği kolejlerin açılmasına izin verilmiş, askeri okullar da Millî Savunma Bakanlığı'na ve Genelkurmay'a bağlanmıştır. Ayrıca adı geçen kanun, İmam-Hatip Liselerinin açılmasını âmirdir, bu liselerin orta öğretim kurumu olmasına ve burada okuyanların yatay ve dikey geçiş imkanlarına engel değildir.
2. Millî kültür, millî birlik şuuruna ve ülküsüne sahip Türk insanı yetiştirilmek isteniyorsa bunun için eğitimde birlik kanunu yetmezdi, yetmiş yıl boyunca ülkeleri değişmeden bir devlet politikası olarak devam ettirilmesi gereken millî kültür ve eğitim politikasına ihtiyaç vardı. Dilden bilime, hedeflerden ülkülere kadar durmadan değişen, bir iktidarın ve bakanın yaptığını diğerinin yıktığı ve değiştirdiği bir eğitim sisteminde eğitimde birlik kanunu ne işe yarar? Kaldı ki, hem demokrasiyi yaşamak ve geliştirmek, hem de insanların fikri, ideolojik, manevi kişiliğine el koymak, devletçe bunu oluşturmaya ve değiştirmeye kalkışmak bir arada yürümez. İkincisi artık dinazorlaşan siyasî ve ideolojik sistemlere aittir. Cumhuriyet tarihi boyunca Millî Eğitim Bakanlığı'nın denetim ve gözetiminde yürütülen millî eğitimin yetiştirdiği Türk gençleri içinde türkçüler, islâmcılar, komünistler, masonlar, faydacılar, etnik gurupçular... yetişmiştir, eğitimde birlik kanunu bunu engelleyememiş, tek tip insan yetiştirememiştir, birlik ve beraberlik de sağlanamamıştır, Cumhuriyet tarihi boyunca ülkemiz isyanlar ve anarşi ile uğraşmaktadır. Bütün bunlardan ibret alıp "millî birlik" kavramını yeniden düşünmek gerekirken yanlışta ısrar, denenmişi yeniden denemek hamakattir veya hiyanettir.
3. Bize göre millî birlik etnik temelde veya kavim kültürü çerçevesinde gerçekleşemez. Kavmi, etnik farklılıkları Allah'ın hikmet ve kudretine bağlayan, farklılıkların yaşanmasına izin veren, bunu bir hak olarak telakki eden, "insan hakları, hürriyet ve adaleti" şiar edinen İslâm içinde gerçekleşebilir. Osmanlı denemesi bunun eksikli de olsa güzel bir örneğidir. Bu çerçevede müminler, etnik aidiyetleri farklı da olsa kardeştir (birlik), mümin olmayan vatandaşlar insan hak ve hürriyetlerine sahiptir ve Allah'ın, müminlere emanetidirler (beraberlik), diğer ülke vatandaşları da insandır, aynı ana ve babadan gelmişlerdir, kendilerine İslâm tebliğ edilecek istidatlardır, diledikleri dini seçme ve müstakil, hür, adalete mazhar olarak yaşama haklarına sahiptirler (evrensellik, küreselleşme). İkinci cumhuriyetçileri bilmem ama münevver müslümanların ülküsü/amacı budur; ülkemiz çocuklarının bu ülküyü benimsemelerini isterler, diğer okullarda bunun gerçekleşmediğini gördükleri için farklı okullara (İmam-Hatiplere, kolejlere...) yönelmektedirler.
4. Amaç yetmiş yıl önce tasarlanmış, kanunlaştırılmış ilkeleri değil, ülkenin ve halkın menfaatlerini korumak, isteklerini gerçekleştirmek, dünyada olup bitenleri takip ederek tarihe müdahil olmak şeklinde belirlenmelidir. Kur'an'ın hükümlerini değiştirmede sakınca görmeyenlerin bazı ilkeleri Allah emri gibi korumakta ısrar etmeleri bir başka dindarlık ve bağnazlık değil midir? Demokrasilerde halktan/milletten üstün bir otorite kaynağı yok denirken yabancılaşmış bir gurubun millî iradeye ipotek koymaya kalkışması demokrasiye sığar mı? Yoksa bunlar kendilerini farklı bir asıldan evrimleştirilmiş veya kutsallaşmış mı sanıyorlar?
5. Bütün İmam-Hatipliler ve onların dostları temel eğitimin sekiz yıla -hatta daha fazlasına- çıkarılmasına taraftardırlar. İstedikleri bu mecburi eğitimin süresinin iki kademeli olması, beş yıldan sonraki ikinci kademesininin -sekiz yıllık ilköğretim veya temel eğitim okulları yanında- mevcut liselerin bünyesinde bulunan ikinci kademede (eski orta okullarda) farklı programlarla oluşmasına/devamına izin verilmesidir; Batı'daki uygulama da böyledir. Kademeler vardır, farklıdır ve birbirine -yatay ve dikey- geçiş imkanı vardır. Buna karşı çıkanların hedefi -bugünki şekil ve statüsü ile- İmam-Hatip Liselerini yok etmektir, davranış ve tavırları ideolojiktir, siyasîdir. İmam-Hatipliler savaş istemezler, ama kendilerini savunmasını da bilirler.


İmam-Hatipler - 5
İmam-Hatip Okulları açıldığında halkımızda üç farklı tavır ve beklendi vardı:
1. Yıllardır beklenen okullar açıldı, artık çocuklarımız hem dinlerini, hem de dünyalarını doğru bir şekilde öğrenecek ve tarihimizle kesilen bağlantıyı yeniden kuracak, değerlerimizi koruyacaklar.
2. Bu okulları sistem açmıştır, maksat dinî mihraptan yıkmak veya kontrol etmektir, bu okullardan İslâma hayır gelmez.
3. Bu okullar irtica yuvasıdır, Cumhuriyet Türkiyesi için önemli bir tehlikedir, buradan mezun olanlar şeriatçı olurlar ve toplumu geriye götürmek, şeriata dayalı devlet kurmak için çaba gösterirler, bunları ya kapatmalı yahut da -sayı ve işlevlerini iyice sınırlayarak- kontrol altında tutmalıdır.
O gün bugün bu okulların içinde ve yanında yaşadım, toplumun nabzını da elimde tutmaya çalışıyorum. Bu üç yaklaşım ve beklentiden hiçbiri ortadan kalkmadı, üçü de devam ediyor, ancak yaklaşımları benimseyenlerin sayıları değişti. Birinciler hayli çoğaldı, ikinciler iyice azaldı, üçüncüler ise bilhassa aydın geçinen ve dine soğuk kesimde sayıları artarak temsil ediliyorlar.
Sebepleri değişik de olsa İmam-Hatip Liselerine karşı olanlar son yıllarda emellerine ulaşabilmek için bir fırsat yakalar gibi oldular: Zorunlu öğrenimin en az sekiz yıla çıkarılması zarureti. Dünyada zorunlu öğretimi beş yılda tutan topluluklar yok denecek kadar azaldığı için bu talebin karşılanması kaçınılmaz hale gelmiştir. Bir taşla iki kuş vurmak isteyenlerin planı şudur: Orta okullar kaldırılarak ilköğretim sekiz yıla çıkarılınca İmam-Hatip Liselerinin de orta kısmı ortadan kalkmış olacak, sekiz yılın sonlarına doğru öğrenciler İmam-Hatip Liselerine değil, diğer liselere yönlendirilecek (çünkü halihazırdaki öğretmenlerin çoğu ancak böyle bir yönlendirme yaparlar), İmam-Hatip Liseleri öğrenci bulamayacak, çoğu kapatılacak ve binaları da diğer okullara verilecek...
Bu oyunun farkında olan, dinini, milletini, memleketini seven insanımızın, bekçiyi öldürmek değil de üzümü yemek isteyenleri de tatmin edecek gayet makul bir çözüm teklifleri var; buna göre zorunlu öğretim sekiz veya dokuz yıla çıkarılabilir, ancak bu iki kademeli olur, birincisi beş yıl olup bu kademede her öğrenci aynı dersleri alır, ikinci kademe ise beş yıllık kademenin bulunduğu binalarda olabildiği gibi liselerin binalarında açılır (yani mevcut liselerin orta okulları, zorunlu öğretimin ikinci kademesi haline getirilir), bu ikinci kademede ortak dersler yanında, öğrencinin yapacağı lise öğreniminin çeşidine göre (düz lise, meslek liseleri vb.) farklı ve yönlendirici dersler de verilir. Mecburi olan bu iki kademeyi bitiren öğrenci okumak istiyorsa yönlendirildiği lisede orta öğrenimine devam eder. Bu takdirde İmam-Hatip Liselerinin bünyelerinde bulunan orta okullar, zorunlu öğretimin ikinci kademeleri olarak devreye sokulacak ve buraya gelen öğrencilere, ortak dersler yanında Kur'an-ı Kerim, Arapça ve Din Bilgisi dersleri verilecektir.
İyi niyetli fakat bu konuda tecrübesi bulunmayan bazı kimselerin, yukarıda açıklanan çözüm yerine tek kademeli sekiz yıllık zorunlu öğretim okullarına seçmeli olarak bazı derslerin konulması ile de problem çözülebilir demeleri, oyuna gelmenin bir başka tehlikeli örneğidir. Seksen öncesinde seçmeli din dersleri tecrübesi yaşanmıştır; tarihten ibret almayanların sonu hüsrandır.
Yukarıda özetlenen makul ve eğitim biliminin gereği olan çözüm kabul edilmez ise ve İmam-Hatip Liselerinin orta kısımları -zorunlu öğretimi sekiz, dokuz yıla çıkarma bahanesiyle- kapatılırsa bunu yapanlar karşılarında en azından otuz beş milyon vatandaşı bulacaklardır. Bu rakkam bazı gurupların abartılı rakkamları ile karıştırılmasın diye basit bir hesap verelim: Kırkbeş yıldan beri İmam-Hatip Okullarına girip çıkanların sayısını alın (bugün bu okulların sayısı beşyüzden fazladır ve öğrenci adedi yedi bini bulan okullar vardır), bu sayıya onların aile fertleri ile eş ve dostlarını katın, bunlara bir de yazının başında zikredilen birinci yaklaşımın mensuplarını ekleyin, bakın bakalım bizim rakkam doğru mudur?
İmam-Hatip dostları uyarıyor, kavga da istemiyorlar; karşı taraf kavgada ısrar ederse meşrû savunma hakkını kimse inkâr edemez.


İmam-Hatipler - 6
Bir hukuk mensubunun şu günlerde basına akseden bir açıklamasını üzüntü ile okudum ve "barış, adalet ve hakkaniyet ölçüleri içinde ülkede birlikte yaşama" ilkesi ve çağrısı bakımından ümit kırıcı buldum. Şöyle diyor: "İmam-Hatip Liseleri din adamı yetiştirmek için açılmışlardı. Ama bu okullardan mezun olanlar bürokraside aktif görevler almaktadırlar. İmam-Hatipler, imam yetiştiren bir hüviyette değildir artık. Buralardan mezun olanlar avukat oluyor, savcı oluyor, hakim oluyor, emniyet müdürü oluyor. Şeriata göre düşünen kafalar, devletin kritik noktalarına yerleşiyor, laik bir devleti yönetmeye çalışıyorlar..."
Bu sözlerin sahibi ne yazık ki bir hukuk mensubu. Bu nasıl bir hukuk anlayışıdır ki, ülkenin insanlarını bölüyor, bir kısmını bir kasta kaydediyor, bir sınıfa hapsediyor, bunları devlet ve millet için potansiyel zararlı olarak kabul ediyor ve suçları sabit olmadan mahkûm eyliyor.
Bu açıklama deveye benziyor. Neresini doğrultsanız yine eğri kalacak, ancak yine de birkaç yerini doğrultmadan, birkaç yerine mukabele etmeden geçmek mümkün olmuyor:
a) İmam-Hatip Okulları hiçbir zaman yalnızca imam yetiştirmek ve başka bir tahsile ve mesleğe asla öğrenci vermemek üzere açılmadı. Bugün bağlı bulunduğu kanunda da "hem mesleğe, hem de yüksek öğrenime yetiştirme, hazırlama" kaydı açık ve seçik olarak mevcuttur.
b) İmam-Hatip Liselerinden mezun olan gençlerin diledikleri yüksek öğrenimi almaları ve istedikleri mesleğe geçmeleri, layık oldukları makamları işgal etmeleri -laik Türkiye kanunlarına göre- anayasal haklarıdır.
c) Laiklik kavram ve uygulama olarak tartışılan bir konudur ve laik ülkelerin çoğunda din ve düşünce hürriyetinin kısıtlı bulunduğu, alemin malumudur. "Şeriata göre düşünen kafalar"ın sahipleri, ne laik ülkeyi yönetirken, ne de kendi sistemleri içinde ülke yönetirken hak ve hürriyetlere dokunurlar. Şeriat düzeninde inanmak da, inanmamak da serbesttir. Her inanç sahibi -makul ve meşrû sınırlamalar dışında- inanç ve düşüncesini açıklama ve yaşama imkanına sahip olur. Şeriata karşı olan ve dolayısıyle İslâmdan başka bir dine inananlara da şeriattan bir zarar gelmez; şeriat yalnızca haksızlığı, ahlaksızlığı, baskıyı, sömürüyü ortadan kaldırır, ahlaka ve hukuka aykırı davranışların alenen (açıkça) icrasını engeller. Keşke laik-demokratım diyenlerde, şeriatta olduğu kadar adalet, hakkaniyet, hürriyet ve hoşgörü bulunsa:
d) Orduyu da uyarmaya kalkışan bu açıklamanın amacı, orta kısımları kapatılmak istenen İmam-Hatiplerin mensuplarına gözdağı vermekse, bu işi bir oldu bittiye getirmekse buna kimsenin gücünün yetmeyecektir inşaallah.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kemale Yolculuk
İlâhiyatlı Misyonu
İnsanoğlu kendi başına, tesadüflerin sevkiyle varolmamış, yaratılmıştır. Başıboş, amaçsız, mutlak mânâda hür veya mecbur olarak da yaratılmamış, belli sınırlar içinde hür olan iradesiyle hayat çizgisini seçmesi, bir amaca doğru belli bir yoldan ilerlemesi için yaratılmıştır. Yaratan eserini herkesten daha iyi bildiği için ona verdiği bilgi, akıl ve iradenin amacına ulaşmasına yeterli olmadığını göz önüne alarak gerektikçe peygamberler ve kitaplar göndermiş, insanların akıl ve iradelerine yardımcı olacak lütuflarda bulunmuştur.
Son Peygamber'i (s.a.) rehber edinen müslümanların çocukları doğdukları günden itibaren -en azından nazari ve farazi olarak- ilahi lütuflara mazhar olmakta, müslüman çevreleri tarafından doğru hayat çizgisini seçecek bir biçimde eğitilmektedirler. Çocuklar büyüyüp ergen ve ergin çağa girdiklerinde kendi iradeleriyle ya kemalin, ya zevalin; ya ahsen-i takvimin, ya esfel-i safilînin; ya Hakk'a kulluğun ya nefse köleliğin, hasılı ya cennetin, ya cehennemin yolunu seçeceklerdir.
İlahiyat Fakültesini kendi iradeleriyle seçmiş, yahut da bu fakültelere geldikten sonra içinde bulunduğu durumun şuuruna ermiş, sorumluluğunu idrak etmiş olanların seçtikleri ve seçecekleri yol bellidir, ancak yolu seçmek, belli bir mesafeyi katetmek her şey değli, yalnızca bir şeydir, bir ömür boyu sürecek olan kemal yolculuğunun küçük bir parçasıdır. Burada kemalden "insan-ı kâmil"in erginlik ve olgunluğunu kastediyoruz. Kâmil insan aynı zamanda kâmil kuldur, kulluk kemale doğru yol aldıkça iğreti, emanet, gölge varlık hakkındaki şuur da kemale doğru ilerler, sonunda gerçek varlık, kemal ve malikiyetin kime ait olduğu, yakinin bütün dereceleriyle kavranmış, idrak edilmiş olur. Kemale yolculukta insanın yakıtı veya azığı ilim, iman ve ameldir. Hiçbir beşer bu üç unsurun tamamını, eksiksiz olarak elde etmiş olamaz, hayırlı ömür bunlardan, mümkün olan en fazlasını elde etme çabasıyla geçirilen ömürdür. Belki en büyük âfet kişinin kendini, ilim, iman ve amelde zirveye erişmiş bilmesi ve sanmasıdır.
İlim, iman ve amel üçlüsü birbirinin hem sebebi, hem de sonucudur; ilim imanı, iman ameli getirir, amel imanı arttırır, artan iman ve amel yeni marifetlere pencere açar... İlahiyat mezunu herşeyi bitirmemiş, yalnızca bir menzili katetmiştir. Şimdi onun önünde bir ömür boyu ulaşmak için yol katedeceği daha nice menziller, konaklar vardır. Gerçi "insanı kemale doğru götüren yollar insanların sayısı kadardır" denilmiştir, ancak bu yollar değişik yollar değil, tek yolda, tek amaca doğru yürüyüş biçimleridir. Umumi bir yürüyüş biçimi, (kemal yolculuğunda ilke) zikretmek gerekirse şunları söylemek mümkündür: İlim okumak, dinlemek, düşünmek ve müzakere etmek suretiyle geliştirilir. İman bir hidayet meselesi olmakla beraber ilmin, eğitimin ve amelin iman üzerindeki tesiri inkâr edilemez. Amel -ki bunun içinde ibadet, hayat düzeni ve ahlak da vardır- ilim ve iman yanında eğitimle geliştirilir. Eğitimde en önemli unsur çevredir, kâmil veya kemal yönünde ilerleme cehdi içinde olan insanlar ile beraber olanların onlardan etkilenmemesi düşünülemez:
Ak üzümler mor olur yahut kara
Mor üzümle komşu olsa bir ara

Kâmil insan sohbetinde daim ol
Gül kokar gül bahçesinden geçse yol

Örneğin Allah Resulü yol Kitab
Nurunun pervanesi bin âfitâb

İslâmda fertlerin, diğer fertlere ve topluma karşı da ödev ve sorumlulukları bulunduğu için ameli hem ferdî, hem de sosyal alanlarda düşünmek ve yürütmek zarureti vardır. Gemi batarsa suçlu suçsuz, kusurlu kusursuz bütün yolcularıyle birlikte batar. Gemisini kurtaran kaptandır, ama unutmamak gerekir ki, gemiler yolcular içindir. Toplum gemisinde herkesin kendi güç, kabiliyet ve imkânlarına göre vazife ve sorumluluğu vardır. İlahiyat mezununun vazifesi insanlara kemal yolculuğu şuurunu kazandırmak ve bu yolculukta yardımcı olmaktır.
Haydi hep beraber kemale yani Hak kulluğuna, yani gerçek insanlığa doğru kanat açalım, Mevla kanatlarımıza güç versin, versin ki, bizim için mukadder olan en ileri menzile ulaşalım!

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İlâhiyat Fakülteleri
1. Medreseleri kapatan Cumhuriyet rejimi "yüksek dinî mütehassısları" yetiştirmek üzere Dâru'l-fununa bağlı bir İlâhiyat Fakültesi açmıştı. 1933 yılında bu fakülte kapatılmış, aynı gerekçeye bir de siyasî taviz ihtiyacı eklenince 1949 yılında Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi açılmıştır. Bu fakülte Üniversiteye bağlı, 4 yıllık bir yüksek öğretim kurumu idi.
2. Bugün İlâhiyat Fakültelerinin proğramlarına doğrudan fakültelerin ve üniversitelerin müdahalesi imkan dahiline girmiştir. Mezunların öğretmen olabilmeleri için dayatılan belli saatteki (kredilik) mecburi pedagojik formasyon dersleri ile yine mecburi bir iki ders dışında fakülteler ders koyma ve kaldırma imkânına sahiptirler. Müfredat ise tamamen hocalara bırakılmış gibidir. Program ve müfredatta kusur varsa -ki vardır- sorumluluğu fakültelere aittir.
Lisans döneminde öğrenci arapçaya -ve ileride lisans üstü öğrenim yapmak istiyorsa bir yabancı dile- ağırlık vermeli, ilimlerin tarihleri ve metodolojisini kavramaya çalışmalıdır. Düşünme ve bilgiye ulşama meleke ve imkânlarını geliştirmeye bakmalıdır. Hazır bilgi depolamanın fazla bir değeri yoktur.
3. Hocaların ilmî çalışmaları daha ziyade tarihi alanda kalmaktadır. Şüphesiz bu da faydalıdır; geçmişte olup biteni iyi bilip değerlendirmeden bugün ve geleceğe bakmak sağlıklı olmayabilir.
Yapılan lisansüstü çalışmalarda günümüzün meselelerine de yönelinmeye başlandığı görülmektedir. Bizde ilâhiyat fakültelerinin tarihi çok eski olmadığından bu gelişme hızını normal görmek gerekir.
İlâhiyatçı "müslüman, âlim, ilmiyle âmil, dava sahibi ve davasında samimi" bir kişi olmalıdır.
4. İlmî çalışmalar, fakülte içi ve dışı diye ikiye ayrılırsa bu yalnızca bir fiziki ayırma olur. Çalışmayı yapan ilim adamıdır ve ilim adamı bütün dünya ile -çalışma ve uzmanlık alanı bakımından- ilişki içindedir.
"Resmi âlim"lik bir anlayış ve kişilik meselesidir; makama göre değişmez. Diyanet'te, resmî olmayan yerlerde resmî alimler olabilir; buna karşı ilâhiyatta ve resmi makamlarda resmi olmayan alimler olabilir. İlmiyle âmil bir İslâm âliminin en büyük âmiri Allah Teâlâ'dır. Allah için O'nun dininin (Rabbani) âlimi, kulların hatırı veya korkusu yüzünden ilmine hiyânet etmez, doğru bildiğini her yerde olsa söyler veya -çaresi yoksa, gerekiyorsa- susar.
5. Özel üniversiteler olmalıdır. İlâhiyat Fakültelerinin de özel veya kamuya ait üniversiteler olarak da açılmasında ve İlâhiyat Üniversitesinin (daha güzeli İslâm İlimleri Üniversitesinin) anabilim veya bölümlere paralel fakültelerinin olmasında (böyle bir denemeye girilmesinde) fayda görüyorum. Marifet iltifata tabidir; toplum şuurlanıp dönüştükçe İslâm ilimlerinin aydınlatma ve çözme fonksiyonu artacak ve mezkûr fakültelere (ihtisas fakültelerine) ihtiyaç hasıl olacaktır.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Şeyh mi, Alim mi?
Din ile sosyal hayatın, medrese ile tekkenin, cami içi ile dışının birbirinden ayrılması, bir bütünün, birbirini bütünleyen unsurların parçaları gibi değil de seçenekler gibi ele alınması, birbiri ile ilişkisinin koparılması nasıl sun'î, sağlıksız, İslâm dışı ve seküler bir tutum ve telakki ise şeyh ile alimin (hocanın) birbirinden ayrılması, birer seçenek olarak düşünülmesi de aynı doğrultuda ve değerde bir tutumdur. İslâmî hayata uyum sağlayacak ve ümmet içinde sosyalleşecek her bir müslümanın öğrenmek ve eğitilmek için yardımcılara (öğretmene, eğiticiye, rehbere...) ihtiyacı vardır. Öğrenme ve eğitilme ihtiyacı büyük ölçüde aile içinde karşılanırsa da yalnızca ailenin yeterli olmadığı ve olmayacağı aşikardır.
Belli bir döneme kadar İslâmı öğreten şahıslarla, İslâmî eğitim veren, insanlara İslâmî faziletleri kazandıran şahıslar aynı idi. Tasavvuf hareketi doğunca kısmen de olsa öğretme ve eğitme kurumları birbirinden ayrılmaya başladı. Giderek birinci işi medreseler ve mektepler, ikincisini ise tekkeler üslenmiş oldu. Medrese ve mektepteki öğrenme rehberinin adına müderris, muallim, hoca... denildi, tekkedeki eğitim rehberinin adına da şeyh, pir, mürşid gibi isimler verildi. Bunlar birbirine sıcak baksa ve yekdiğerini tamamlasa idi mesele çıkmayacaktı. Durum böyle olmadı, iki kurum arasında rekabet ve mücadele başladı, biri diğerini küçümsedi, küçümsemenin de ötesinde suçladı, ittiham etti, dışladı. Bu kavga hâlâ sürmese idi bu yazının konusu da olmazdı. Ne yazık ki bugün de cemiyetimizde halk, din eğitimi ve öğretimi alma konusunda alimler ve hocalar ile şeyhler arasında kalmış gibidirler. Şeyhler hocaları beğenmiyorlar, hocalar da şeyhleri. İstisnaları bir yana bırakırsak şeyhlere (tarikat mensuplarına ve üstadlarına) göre hocalar zahir ehlidir, dinin dış yüzünü bilirler, sırra ve derinliğe inmemişlerdir, onların rehberliği ile iyi bir müslüman (hatta bazılarına göre müslüman) olmak mümkün değildir, herkes bir tarikata intisap etmelidir. Hocalara (tarikata girmemiş veya tarikat faaliyeti göstermeyen din alimlerine) göre de tarikatlar bid'atlerle, hurafelerle doludur, şeyhler cahildir, bir kısmı sapıktır, bildikleri ve yaşadıkları dinî hayat İslâma göre muteber değildir, bu sebeple müslümanlar tarikatlerden uzak durmalı ve hocalardan (alimlerden) öğrendikleri sahih islâmı yaşamaya çalışmalıdır, selamete ulaştıracak yol ve tutum budur.
Bize göre sahih İslâm (ilim yoluyla öğrenilmiş ve yaşanılan müslümanlık) ile sahih tasavvuf (İslâmın yaşanılması ve bazı özel yetiştirme usûlleri ile elde edilen bilgi ve fazilet) arasında fark olamaz. Fark ve tutarsızlık görüntüsü varsa kusur, ilme dayalı İslâm anlayışında ve yaşantısında değil, tasavvufa dayalı İslâm anlayışı ve yaşayışındadır. Uyarak kendini düzeltme vazifesi de tasavvufa düşer. Tasavvuf ve tarikat erbabı, zahir denilen İslâm ilimleri ile elde edilen İslâm bilgisine (şeriata) ters düşen bilgi ve davranışlarını hemen terkedip kendilerini düzeltmekle yükümlüdürler, çünkü şeriat bilgisinin sahihliğini, Kur'an'a ve Sünnet'e başvurarak kontrol etmek mümkündür, ona ters düşen tarikat bilgisinin sahihliğini ise ancak şeriat bilgisi ile kontrol edebiliriz.
Bir müslümanın sahih bir tasavvuf terbiyesi alması farz da değildir, yasak da değildir. Eğer almaya karar verirse rehberinde şu şartları aramalıdır: Âlim olması, ilmiyle amel ediyor olması, bu faaliyetten menfaat elde etmemesi ve eğittiği kişilerin bu sayede daha iyi birer müslüman olduklarının sabit bulunması. Bu şartları ve vasıfları taşıyan bir rehber hem şeyhtir, hem de hoca ve alimdir; bu vasıfta rehberler çoğaldıkça da insanımız "şeyhe mi, hocaya mı?" ikileminden kurtulacaktır. Ancak tarikatsız alim ile tarikatlı cahil arasında kalan müslümana benim tavsiyem, "kesin olarak alime gitmesi, alimin dediğini tutmasıdır."

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Şehir Velisi, Dağ Velisi
Vaktiyle bir bölgede iki veli yaşarmış; biri dağda, diğeri şehirde. Dağda veli olup yaşayan zat birgün şehirdekini ziyarete karar vermiş, hediye olarak götürecek başka bir şeyi olmadığı için de bir miktar kar toplamış, çıkınına koymuş ve yola koyulmuş. Ovaya indiği ve hava kızdırdığı halde keramet olarak kar erimiyor, olduğu gibi duruyormuş. Şehre ve çarşıya girince dağ velisi insanları ve bu arada kadınları görmüş, kadınları görünce -nefsi ile mücadele etmiş olsa da- aklından bir şeyler geçmiş olmalı ki, kar eriyip akmaya başlamış. Derken şehir velisinin ayakkabı tamir dükkânına ulaşmış, selamlaştıktan sonra şehirlinin ona söylediği ilk cümle şu olmuş: "Kardeşim, dağda veli olmak kolaydır, marifet şehirde veli olmaktır."
Bu kıssadan hisseye gelince:
Müslümanların biri ferdî, diğeri ictimaî iki gurup yükümlülük ve vazifelerinin bulunduğunu ve bu iki gurubun birbirini tamamladığını biliyoruz. İctimaî vazifelerinden biri de eğitim yoluyla yeni nesilleri İslâmî değerler ve pratikler içinde sosyalleştirmektir. Bu eğitim dağda; yani hiçbir bozuk sesin, görüntünün ve etkinin bulunmadığı bir çevrede (kapalı bir ortamda) değil, karışık ve karmaşık bir çevrede gerçekleşecektir; bunu içinde bulunduğumuz şartlar/durum mecbur kılmaktadır. Eğer böyle bir mecburiyetimiz olmasaydı belki kolayı seçer, bozucu etkilerden uzak, kapalı ortamlarda veli (iyi/kâmil müslüman ferd ve ümmet) olmaya çalışırdık. Ne yazık ki günümüz şartlarında böyle kapalı ortamlar/alanlar oluşturmak imkansız hale gelmiştir; mevcut iletişim araçları dünyayı bir köye çevirmiştir, her yasağı delerek bozucu/değiştirici çevrelerle ilişki kurma imkanları vardır. Yakın geçmişte kapalı toplum örneklerinin nasıl değiştiğini gördük, bu deneyim mevcutlarının da er veya geç iletişime, alışverişe açık hale geleceklerini göstermektedir. Bu vaki durum karşısında bir İslâmî toplum modeli oluşturmak üzere düşünen, yazıp çizen, modeller tasarlayan müslüman münevverlerin, yukarıda anlatılan kıssadan alacakları hisseler vardır. Ölçüsüz ve dengesiz yasakçılık ve yasaklarla insanımızı dünyadan ayırmak, başka toplum ve kültürler ile aramıza aşılamaz duvarlar çekmek mümkün değildir. Bunu yapamıyoruz diye hiçbir yasağa yer vermemek çocuğu sokağa salmak, aşılamadan sürüye katmak da onu zayi etmek demektir; çünkü eğitilmemiş nefis kötüye meyillidir, yalnızca kötü örneklerin karşısında değil, iyi ile kötünün karışık bulunduğu örnekler karşısında da eğitilmemiş nefsin tercihi (dinî ve ahlâkî bakımdan) kötüden yana olacaktır.
Şehir velisini koruyan aşı iman ve salih amel (iyi iş, davranış ve ibadetler) ile hasıl olan eğitilmişlik (tezkiye) ve olgunluktur (kemal). Zor olan da bu eğitimi, bozucu şartlar ve çevre içinde vermektir. Müslümanlar yer yer, zaman zaman başarılı olur da fazilet toplumunu oluştururlarsa -ki, bu toplumda dinî ve ahlâkî ölçülere göre suç, ayıp ve günah olan davranışlar kamuya açık alanlarda görülemez, ibadetler ve faziletler açık, kabahatler gizli olur- bu takdirde insanlar uygun çevrededir ve eğitilmeleri nisbeten kolaydır. İçinde bulunduğumuz şartlarda -her yerde ve her zaman- böyle toplulukları oluşturmak ya zor, ya imkansız olduğuna, buna rağmen aşırı yasakçılık yoluna girildiğinde olumsuz sonuçlar da elde edildiğine göre yapılması gereken -alınabildiği ölçüde tedbirler alınarak- zor yolu seçmek, veliyi şehirde yetiştirmektir; yani Rusyanın, Çin'in, Amerika'nın, Almanya'nın... hakim olduğu çevrede, Türkiye'de hakim olan eğitim, medya ve sanatın bozduğu çevre içinde veli (İslâm insanı) yetiştirmektir.
Hayatı durdurmak ve bekletmek mümkün değildir, tavuk ve yumurta gibi "İslâm cemaati iyi müslümanlara, iyi müslümanlar hangi şart ve çevre içinde isek ona uygun (onun içinde yapılabilecek) İslâmî eğitime muhtaçtır". İslâm ülkeleri için en uygun strateji, elde mevcut bütün siyasî, iktisadî, insani gücü ve imkanı eğitim için kullanmak, eğitim için seferber etmek, nihai başarının buna bağlı olduğunu bilmektir.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Din Dersi
Hazırlıkları tamamlanmış bulunan 15. Millî Eğitim Şurası'nda tartışılacak konulardan biri de halen ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alan Din Kültürü ve Ahlak Dersi'dir. Şura hazırlık raporunda bu dersin, notsuz ders haline getirilmesi öngörülmektedir. Anayasa'nın 24. maddesi değiştirilmediği takdirde bu ders, seçmeli dersler arasına alınamıyacağına göre, öğrencinin dersi alması, derse devam etmesi mecburi olacak, ancak girdiği ve aldığı dersi dinlemekle yetinecek, bundan imtihan edilerek not almıyacaktır; şuraya teklif edilen yeni şekil budur. Tabii durup sormak gerekiyor: Oniki Eylül hareketinden sonra hazırlanan anayasada mecburi hale getirilen ve bugüne kadar da bütün ilk ve ortaöğretim öğrencilerinin zorunlu olarak okuduğu ve not aldığı bu ders şimdi neden notsuz ders haline getirilmek isteniyor? Bu soruya verilen cevap şudur: Zorunlu din dersi laiklik ilkesine aykırıdır, devlet hiçbir şahsı, belli bir dini öğrenmeye mecbur edemez. "Pekiyi, bu dersin zorunlu olması laiklik ilkesine aykırı idi de birçok maddesinde laik niteliği tekrarlanan bir anayasada vaktiyle nasıl zorunlu kılındı?" sorusuna cevap beklemeden yeni düzenleme için ileri sürülen gerekçeyi tahlil ve tenkit etmek istiyoruz.
Bir kere zorunlu olan dersin içinde eğitim yoktur, bilgi verme ve öğretme vardır. Müfredatı da devletin ilgili birimlerince hazırlandığı için laik ve demokratik devletin nitelik ve gereklerine uyumlu kılınmıştır. Halkının büyük çoğunluğu Türk olan ülkemizin okullarında okuyan çocuklar, düşünce ve ifade hürriyetine rağmen -faydalı, gerekli, hatta zaruri olduğu için- türkçe okumaya ve öğrenmeye mecbur tutuluyor, diğer ülkelerin de resmi okullarında böyle bir ana dili mecburi olarak okutuluyor, öğretiliyor ve bu uygulama insan haklarına aykırı telakki edilmiyor, "insanlar başka diller de öğrenebilir, bunlarla konuşup yazabilirler, ancak bir ülkenin anadilini öğrenmek, etnik mensubiyeti ne olursa olsun bütün vatandaşlar için mecburidir, buna zaruret vardır" deniliyor.
Bu zaruretin de ne olduğu sorulduğunda "aksi halde millî birlik ve beraberlik olmaz, ülkenin bütünlüğü bozulur, kamu düzeni ve hizmetleri olumsuz etkilenir..." cevabı veriliyor. Biz din eğitimini değil, fakat din öğretimini, anadili öğretimine benzetiyoruz ve halkının çoğu müslüman olan bir ülkenin anadininin (çoğunluğun dininin) tıpkı anadili gibi okullarda zorunlu olarak öğretilmesini savunuyoruz ve bunu, laikliğe de, din ve düşünce hürriyetine de aykırı bulmuyoruz. İnanmayana ve istemeyene din eğitimi vermek, onu dinî pratikleri yerine getirmeye alıştırmak ve bir mânâda zorlamak laikliğe aykırı olabilir, ancak millî birlik ve beraberliği, insanların birbirini anlaması ve iletişim kurmasını sağlayabilmek için çoğunluğun dinini bütün vatandaşlara -okul çağında- öğretmek laikliğe, din ve düşünce hürriyetine aykırı telakki edilemez. Her vatandaş öğrenir, ama dilerse inanır ve inancını hayatına geçirir, dilerse inanmaz veya inandıklarını yaşamaz, diğer din ve inançlara mensup olanlara da ayrıca kendi dinlerini öğrenme imkanı tanınır; bu böyle olduğu müddetçe çoğunluğun dinini (anadini) öğretmeyi laikliğe aykırı görmenin anlamı yoktur.
Din ve düşünce hürriyetini insan hakkı olarak gören ve bu hürriyeti insanlara tanımayı demokrasinin, çağdaşlığın vazgeçilmez şartı olarak ilan eden toplumların; zorlama, mecburiyet, baskı olmaksızın isteyenin, istediği yerde -kamu düzenini bozmadan, başkalarının hak ve hürriyetlerini zedelemeden- inançlarının gereğini yerine getirmelerini de sağlama vazifeleri vardır. Bu sebeple -birçok yerde olması gerektiği gibi- okullarda, isteyen öğrencinin ibadetini zamanında yapabilmesi için özel yerlerin tahsisi bir insan hakkıdır, din ve vicdan hürriyetinin tabii sonucudur.
Bu iki gerçekten hareket edildiğinde varılacak sonuç şudur: a) Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının tamamının ilk ve ortaöğretimde okuyan çocuklarına İslâm dininin, zorunlu dersler arasında öğretilmesi laikliğe, din ve vicdan hürriyetine aykırı değildir, çelişkiden kurtulabilmek için laikliğin böyle yorumlanması ve anlaşılması gerekmektedir. b) Okullarda isteyen öğrencilerin ibadet yapabilmeleri için bir yer tahsis edilmesi (mesela müslüman olup namaz kılmak isteyen öğrenciler için bir namaz odasının ayrılması) laikliğin, din ve vicdan hürriyetinin tabii sonucudur; bu yapılmadığı takdirde devlet dine müdahale etmiş, ibadeti -dolaylı olarak- engellemiş, din ve vicdan hürriyetini kısıtlamış olacaktır.
Şûradan beklediğimiz, din derslerini notsuz ders haline getirerek fiilen kaldırmak yerine zorunlu ve notlu olarak bırakması, hem bu dersleri geliştirme ve iyileştirme, hem de dileyen öğrencilerin ibadet edebilmelerine imkan hazırlama yönünde tavsiye kararları almasıdır.