Kalbin hastalıklarından biri de
hased (kıskançlık) tır.
Bazıları, hased'i; "zenginlerin iyi durumunu
bilmenin sebep olduğu bir eziyettir" diye tanımlar. Erdemli insanın
hased etmesi caiz değildir. Çünkü erdemli insan, güzel olan yolu izler.
Kimileri de hasedi; kıskanılan kişiden nimetin yok olmasını arzu etmektir, diye
tanımlar. Habuki kıskanan kişi, yok olmasını arzu ettiği nimetin benzerine
sahip de olmaz.
Ama
"imrenmek" (gıpta) bunun zıttıdır. Çünkü gıpta edilen kişiden
nimetin yok olmasını arzu etmeden benzer nimete sahip olmayı arzu etmektir.
Gerçek şu ki, hased etmek, hased edilen kişinin sahip olduğunu, gördüğü güzel
durumunu çekememek ve buğzetmektir. İki türlü olur:
1 - Hased edilen
kişinin tümden nimet sahibi olmasını çekememek. Kötü olan hased budur.
Hased
eden kişi bundan rahatsız olunca, kıskandığı kişinin söz konusu şeylere sahip
olmasından üzüntü ve eziyet duyar. Bu da kalbinde bir hastalık olur.
Kıskandığı
nimetin yok olmasıyla kendisi bir yarar sağlamasa da, o nimetin yok olmasından
zevk alır. Kıskanmaktan bütün kazancı, eziyet veren hastalıktan kurtulmuş
olmasıdır. Halbuki o hastalık, ancak kendisinin kıskançlığı terketmesiyle, yani
bu durumdan rahatsızlık duymayı bırakmasıyla olur. Aksi halde ağrı kesici
verilerek tedavi edilen hastaya benzer. Çünkü kulun üzerinde Allah'ın nimetinin
varlığını çekememesi, bir hastalıktır.
Haset edilen kişi, sahip olduğu nimeti yitirse bile, ondan daha büyüğüne tekrar
sahip olabilir. Hatta benzerleri de o nimetin benzerlerine sahip olabilirler.
Haset eden kişinin belirli bir şeyde
belli bir amacı yoktur. Ama kişilere nimetin verilmesinden rahatsız olmaktadır.
Onun için biri:
" Haset, nimetin yok olmasını temenni etmektir, başkasında
nimetin bulunmasından hoşlanmayan kişi, kalbi ile nimetin yok olmasını arzu
ediyor demektir" der.
2 -
Haset eden kişi,
haset ettiği kişinin kendisinden üstün olmasını çekememekte, kendisi onun gibi
veya ondan üstün olmak istemektedir. Bu da bir haset olmakla beraber, ona gıpta
(imrenme) denir.
İbni Mes'ud ve İbni Ömer'den rivayet edilen hadiste Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem buna da haset adını vermiştir:
"Ancak iki şeyde
haset olur; Birine Allah bilgi (hikmet)
vermiş, onunla hüküm verir ve
başkalarına öğretir, birine de Allah'ın mal vermiş ve hak yolunda onu sarfetmesini sağlamıştır. Bu iki kişiye haset edilir." (Buhârî (1/165), Müslim (1/559), İbn Mâce (2/1407)
Ahmed (1/385)
İbni Mesud, bu lafızlarla
rivayet eder.
İbn Ömer ise, şu
lafızlarla rivayet eder:
" Allah birine
Kur'an'ı verir, o da gece gündüz onunla meşgul olur, birine de Allah mal verir,
o da gece gündüz ondan hak yolunda infak eder".
(Buhârî
(13/502), Müslim (1/558), İbn Mâce (2/1408) Ahmed (2/9)
Buhârî bunu Ebu Hureyre'nin
sözleriyle şöyle rivayet eder:
" İki şey dışında haset olmaz;
Birine Allah Kur'an'ı verir, o da gece gündüz onu okumakla meşgul olur. Bir
adam bunu duyunca, keşke bu adama verildiği gibi bana verilseydi ve ben de onun
amel ettiği gibi bununla amel etseydim, der. Allah birine de malı verir, o da
hak yolunda harcar, bir adam bunu görünce, keşke bu adama verildiği gibi bana
da verilseydi ve onun harcadığı gibi ben de harcasaydım, der."
(Buhârî (9/73), Ahmed (2/479)
Haset, Rasûlullah sallallahu aleyhi
ve sellem'in bu iki yer dışında yasakladığıdır. Bu iki yerde olan kıskanmaya
gıpta etmek (imrenmek) derler. O da başkasının durumunu beğenmek ama
kendisinden üstün olmasından hoşlanmamaktır.
Allah'ın nimet vermesini sevdiği halde
buna niçin haset denilmiştir? denilebilir. Cevap olarak şöyle denilmiştir:
Bu sevgide hareket noktası, nimetin
başkasına verildiğini görmekle beraber başkasının kendisinden üstün olmasından
hoşlanmamaktır. Başkası olmasaydı, bunu kendisi de sevmeyecekti. Bu işin hareket
noktası, başkasının kendisinden üstün olmasından hoşlanmamak olunca, ona da
haset denilmiştir. Çünkü ardından sevmenin geldiği bir hoşnutsuzluktur. Ama
insanların sahip olduğu şeylere iltifat etmeden Allah'ın kendisine nimet
vermesini istemek, hiçbir şekilde haset değildir.
Onun için genellikle insanlar gıpta
diye adlandırılan bu ikinci tür haset hastalığına yakalanırlar. Buna rekabet de
denilebilir ve iki taraf, biri diğerinin kendisinden üstün olmasını sevmediği
için sevilen ve övülen bir şeyi elde etmekte rekabet edebilirler. Tıpkı iki
yarışmacının diğerini geçmek istemesi gibi. Yarışmak, kötü bir şey değildir,
aksine hayır işlerde övülen ve teşvik edilen bir şeydir.
Yüce Allah buyurur:
"İyiler, şüphesiz, nimet içinde
ve tahtlar üzerinde etrafı seyrederler. Onları, yüzlerindeki nimet
pırıltısından tanırsın. Sonunda misk kokusu bırakan, ağzı kapalı saf bir
içecekten içerler. İyi şeyler için yarışanlar, bunun için yarışsınlar."
(83
Mutaffifin/22-26)
Yarışan insanların, dünyanın yok olacak
nimetleri yerine, bu nimetler için yarışması emredilmiştir. Bu, Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem'in hadisine de uygundur. Çünkü Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem kendisi ile amel edilen ilme sahip olanlar ve Allah
yolunda infak edilen mala sahip olanlar dışında kimsenin haset edilmesini
yasaklamıştır.
Kendisine ilim verildiği halde onu başkalarına öğretmeyen ve
onunla amel etmeyenler yahut kendisine mal verilip de onu Allah yolunda
harcamayanlara imrenme olmaz ve kimse onların durumunda olmak istemez. Çünkü
bunlar, arzu edilen iyi bir durum içinde olmayıp azap içinde olmaya adaydır.
Kim üstlendiği bir görevi bilgi ve adaletle yerine getirirse, emanetleri
sahiplerine / ehline verir ve insanlar arasında Kur'an ve Sünnetle hükmederse,
onun derecesi büyük olur ve büyük bir cihad içinde sayılır. Allah
yolunda cihad eden
(mücahid) kişi de böyledir.
Allah yolunda cihad eden kişi, malı
infak eden kişiden üstün olsa da, insanlar, büyük bir yorgunluk içinde olan
kişileri kıskanmaz. Çünkü bunu kimse arzu etmez. Ama malı ve ilmi infak etmek
böyle değildir. Bu ikisinin normalde dışarıdan düşmanı yoktur. Bunlara karşı
dışarıdan mücadele edenlerin varlığı söz konusu olsa bile, bu onların
derecesinin yükselmesine sebep olur.
Nitekim
Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem; namaz kılan, oruç tutan, hac yapanları saymamıştır. Çünkü ilim
ve infakla meydana geldiği gibi, normalde bu amellerle başkalarını yüceltmek ve baştacı yapmak meydana gelmez. Yani bu ameller sahiplerine yarar sağladığı
kadar, ilim ve infak gibi başkalarına yarar sağlamaz.
Aslında haset, başkaların işlerinin iyi
gitmesi ve liderlik durumunda olmasından kaynaklanır. Değilse, yemesi, içmesi,
evlenmesi başkalarından çok olsa da, amel eden kişi normalde haset edilmez.
Ama ilim ve mal sahipleri çokça haset
edilirler. Onun için öğrencileri ve taraftarları çok olan kimi alimler
başkalarından çok haset edilirler. Aynı şekilde malından infak edenler de
böyledir.
- Biri kalplerin azığı ile insanlara yarar sağlarken,
- diğeri bedenlerin azığı ile onlara
yarar sağlamaktadır.
Bütün insanlar kendilerini ıslah edecek
hem ilme hem mala muhtaçtırlar.
Onun için Allah bunlarla ilgili iki
örnek vererek şöyle buyurur:
"Allah, hiçbir şeye gücü
yetmeyen ve başkasının malı olan bir köle ile, kendisine verdiğimiz güzel
nimetlerden gizlice ve açıkça sarf eden kimseyi örnek verir. Hiç bunlar
eşit olur mu? Övülmeğe layık olan Allah'tır, fakat çoğu bilmezler."
Allah iki adamı örnek veriyor:
"Biri hiçbir şeye gücü yetmeyen
bir dilsiz -ki efendisine yüktür, nereye gönderse bir hayır çıkmaz- bu, doğru
yolda olan, adaletle emreden kimse ile bir olabilir mi?"
(16 Nahl/75-76)
Her iki örneği yüce Allah,
kendisinden başkasına ibadet edilmediği halde kutsal zatı adına vermektedir.
Çünkü putlar ne yarar sağlayan bir amel işlemeye, ne de bir konuşmaya güç
yetirirler.
- Bir tarafta hiçbir şey yapmaya gücü olmayan bir köle, diğer tarafta
Allah'ın kendisine verdiği güzel rızıktan açık ve gizli infak eden biri. İyilik
yapmaktan aciz olan bu köle ile insanlara açık ve gizli ihsan eden köle eşit
olur mu? Allah, kullarına iyilik ve ihsan etmeye kadirdir ve her zaman onlara
iyilik etmektedir. Durum böyleyken, hiçbir şeye gücü yetmeyen köle ona nasıl
benzetilip ortak koşulabilir?! İşte bu, Allah'ın kendisine mal verdiği ve gece
gündüz ondan infak eden kişi örneğidir.
- İkinci örnekte ise tablo şöyledir:
İki adamdan biri dilsiz, ne aklı
var, ne dili var, ne de bir iş yapamaya gücü yeter. Aynı zamanda sahibinin
üzerinde de yüktür. Ne tarafa gönderse elinden hiçbir iyilik gelmez. Hiçbir
yararı olmaz. Aksine, sahiplenen kişi üzerine her bakımdan bir yüktür.
Diğeri ise, alimdir, adaletlidir,
adaleti emreder, adaletle çalışır ve sıratı müstakim üzerindedir. Bu da
Allah'ın bilgi / ilim (hikmet) verdiği ve hem onunla amel eden, hem de onu başkalarına
öğreten kişi örneğidir.
Allah, bunu kendisi için örnek
verir. Çünkü O bilendir, gücü yetendir, adaleti emreder,
adaletle iş yapar ve sıratı müstakim üzeredir. Kendisi şöyle buyurur:
"Allah, melekler ve adaleti
yerine getiren ilim sahipleri, O'ndan başka ibadete layık ilah olmadığına şahitlik ederler.
O'ndan başka ibadete layık ilah yokdur, O güçlüdür, Hakim'dir.
(Ali İmran/18).
Hud'un dilinden,
"Şüphesiz Rabbim, sıratı
müstakim üzeredir." (11 Hud/56) buyurur.
Onun için insanlar Abbas'ın evine
değer veriyordu. Çünkü oğlu Abdullah insanlara öğretiyor, diğer oğlu da
yediriyordu. Halk bunu önemsiyordu. Muaviye, halkın İbni Abbas'tan hacla
ilgili şeyler sorduğunu ve kendisinin onlara cevap verdiğini görünce,
"Vallahi şeref budur" demiştir.
Sahih hadiste belirtildiği gibi,
Ömer radıyallahu anh, Ebu Bekir'le infakta yarışmak istedi. Ömer bunu şöyle
anlatır:
" Rasûlulllah
sallallahu aleyhi ve sellem sadaka vermemizi emretti,
bu da malım olduğu bir zamana rasladı, Ebu Bekr'i bir gün geçeceksem, bugün
geçerim, dedim, malımın yarısını getirdim. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem bana:
"ailene ne bıraktın?" dedi. Bunun kadar bıraktım, dedim. Ebu
Bekir ise, bütün malını getirdi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ona da:
"ailene ne bıraktın?"
deyince:
Onlara Allah'ı ve Rasûlünü bıraktım, dedi. Ben de
hiçbir şekilde artık seninle yarışmayacağım, dedim".
(Tirmizî (5/277): hadis hasen-sahihtir. Der. Ebû Dâvûd (2/313), Darimî (1/391)
Ömer'in yaptığı yarışma ve mubah
rekabetti. Yani gıpta idi. Ebu Bekr'in durumu ondan daha üstündü, çünkü kendisi
kesin olarak bir yarışma içinde olmadığı gibi kendini başkasının durumuna göre
de ayarlamazdı.
Miraç hadisinde belirtildiği gibi,
Musa aleyhisselam'ın durumu da böyledir. Buhârî ve Müslim'in rivayetine göre:
"Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'le yarışma ve gıpta içinde olmuş ve
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in onu geçtiğini görünce ağlamıştır. Niçin
ağlıyorsun? denildiğinde şöyle demiştir:
Ağlıyorum, çünkü benden sonra peygamber
olan bir gencin ümmetinden cennete girenler, benim ümmetimden girenlerden
fazladır".
(Müslim
(1/150), Beyhakî (2/375)
Başka bir rivayette ise şöyle geçer:
"Bir adamın yanından geçtik, söyleniyor
ve yüksek sesle "Ona ikram ettin ve üstün kıldın" diyordu, yanına yükseldik, ona
selam verdik, selamı aldı ve ey Cebrail, yanındaki kimdir? dedi. Bu Ahmed'tir, dedi. Rabbinin risaletini
tebliğ eden ve ümmetine samimi olan ümmi peygamber, merhaba, dedi. Sonra gittik.
Bu kimdir ey Cebrail? dedim. Bu, İmran oğlu Musa'dır, dedi. Kime sitem ediyor?
dedim. Senden dolayı Allah'a sitem ediyor, dedi. Allah'a karşı sesini
yükseltiyor, dedim. Allah onun doğruluğunu biliyor, dedi". (Suyutî
fi Hasaisu'l-Kubrâ (1/162)
Ömer, Musa'ya benzetilirdi.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in durumu, Musa'nın durumundan üstündü.
Zaten kendisinde böyle bir rekabet yoktu.
Ashap arasında da örneğin Ebu Ubeyde
b. Cerrah ve başkaları bu tür şeylerden uzaktılar. Mubah olmakla beraber, gıpta
eden ve yarışan kimselerden çok çok üstündüler. Onun için Ebu Ubeyde, bu
ümmetin emini (güvenilir) olmayı hak etmiştir. Kendisine emanet edilen bir
şey hakkında mümin insanın içinde bir rekabet yoksa, o şey hakkında rekabet
etmesinden endişe edilen kişiden daha güvenilir olur. Onun için kadınlar hakkında
iğdiş edilmiş kişilere ve devlet başkanlığı için rekabet etmeyeceği bilinen
kişilere velayet konusunda güvenilir. Bir şey almayacağı bilinen kişiye de mal
konusunda güvenilir. İçinde hainlik bulunan kişiye bir şeyin emanet edilmesi,
koyunların kurda emanet edilmesine benzetilir. Bu durumda emaneti yerine
getirmeye gücü yetmez. Çünkü emanet edilen şeye karşı içinde istek
bulunmaktadır.
İmam Ahmed'in Müsned'inde rivayet
ettiği hadiste şöyle denir:
"Bir gün Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem'in yanında oturuyorduk.
"Cennet ehlinden bir adam şuradan
yanınıza geliyor" dedi.
Ensar'dan bir adam çıkıp geldi. Ayakkabısını sol eline
almış, abdestten sakalı damlıyordu, selam verdi.
Ertesi gün olunca Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem aynı şeyi söyledi ve aynı adam aynı minval üzere
çıkıp geldi.
Üçüncü gün olunca Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
söylediğini tekrarladı ve aynı adam aynı halde çıkıp geldi. Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem kalktıktan sonra Abdullah b.Amr b. As adamın
peşinden gitti ve kendisine:
Babamla anlaşamadım ve evine üç gün gitmemeye
yemin ettim, beni üçgün misafir edersen yanına gelirim, dedim. Olur, dedi. Enes
der ki:
Abdullah, yanında üç
gün kaldığını ve gece namazı için kalktığını görmediğini söyledi. Sadece yatağa
girdiğinde Allah'ı anardı ve sabah namazına kadar yatardı. Abdullah der ki,
hayır dışında bir şey söylediğini de görmedim. Üç gün sonunda adamın
yaptıklarını neredeyse küçümsemeye başlamıştım.
Ey Allah'ın kulu, babamla benim
aramda bir ayrılık veya dargınlık sözkonusu değildi, sadece Rasûlullah'ın
üç kez cennet ehlinden bir adam yanınıza geliyor, dediğini işittim, üçünde de
sen çıkıp geldin, ne amel işlediğini görmek ve sana uymak için yanında kalmak
istedim, çok amel ettiğini de görmedim, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem'in söylediği dereceye nasıl geldin? dedim.
Şöyle dedi:
Gördüğünden başka bir şey yoktur.
Sadece, Allah'ın kendisine verdiği hayırdan dolayı hiçbir müslümana karşı
içimde aldatma ve kıskanma duygusu taşımıyorum. Abdullah şöyle dedi:
Seni bu dereceye yükselten ve bizim
de yapamadığımız budur". (Ahmed (3/166)
Abdullah b. Amr'ın ona
"Seni bu dereceye yükselten ve bizim de yapamadığımız budur"
demesi,
adamın her türlü kıskançlıktan uzak olduğunu gösterir. Yüce Allah bu yüzden Ensar'ı överek şöyle buyurur:
"Daha önceden Medine'yi yurt
edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret
edip gelenleri severler; onlara verilenler karşısında içlerinde bir
çekememezlik hissetmezler; kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları
kendilerinden önde tutarlar. Nefsinin tamahkarlığından korunabilmiş kimseler,
işte onlar saadete erenlerdir."
(59 Haşir/9)
Yani Muhacir kardeşlerine verilen
şeylere karşı içlerinde bir kıskanma veya rahatsızlık duymazlar. Bazıları
bunun, onlara verilen ganimet ve yardımlardan yahut onlara öncelik
verilmesinden içlerinde haset veya öfke duymadıkları anlamında olduğunu söyler.
Çünkü bu tür şeylerden dolayı kıskanma olur.
Evs ve Hazrec arasında din konusunda
bir rekabet vardı. Bir taraf, Allah ve Rasûlü yanında daha üstün olacakları bir
iş yaptığında diğer taraf da aynısını yapmak istiyordu. Bu da onları Allah'a
yaklaştıran bir yarıştı. Onun için Yüce Allah:
"Yarışanlar bunda
yarışsınlar"
(83 Mutaffifin/26) buyurur.
Kötülenen kıskançlıkla ilgili olarak
Yüce Allah yahudiler hakkında şöyle buyurur:
"Kitap ehlinin çoğu, hak
kendilerine apaçık belli olduktan sonra, içlerindeki çekememezlikten ötürü,
sizi, inandıktan sonra küfre döndürmek isterler. Allah'ın emri gelene kadar
onları affedin, geçin. Allah muhakkak her şeye Kadir'dir."
(2 Bakara/109)
Kıskançlıklarından sizlerin dinden
dönmenizi arzu ederler. Açık gerçeği gördükleri halde bu şekilde arzu
etmelerine kıskançlık yol açmıştır. Çünkü size verilen nimeti görünce ve
kendileri bu nimetten yoksun kalınca, çekememeye başladılar. Şu ayetlerde de
Allah onların durumlarını şöyle belirtir:
"Yoksa Allah'ın bol nimetinden
verdiği kimseleri mi çekemiyorlar? Oysa İbrahim ailesine Kitap ve hikmet
verdik, onlara büyük hükümranlık bahşettik. Onlardan ona inananlar ve yüz
çevirenler vardı. Çılgın bir alev olarak cehennem yeter. Şüphesiz, ayetlerimizi
inkar edenleri ateşe sokacağız; derilerinin her yanışında, azabı tatmaları için
onları başka derilerle değiştireceğiz. Allah güçlüdür, Hakîm'dir."
(4
Nisa/54-56)
"De ki: Yaratıkların şerrinden,
bastırdığı zaman karanlığın şerrinden, düğümlere nefes eden büyücülerin
şerrinden, hased ettiği zaman hasetçilerin şerrinden tan yerini ağartan Rabbe
sığınırım."
(113
Felak suresi)
Tefsircilerden bir grup, surenin
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'i yahudilerin çekememeleri ve kendisini
büyü yapmaları üzerine indiğini belirtir. Yahudi Lebid b. A'sam ona büyü
yapmıştır.
(Buhârî (10)221),
Müslim (4/1719), Ahmed (6/57), Nesâî (7/112) İbn Mâce (9/31), İbn Ebi Şeybe
(7/435), İbn Sa'd (2/196), Beyhakî (8/247), Taberânî (7/180), Abdurrezzak
(11/14) Bu hadisi hadis imamlarının daha pek çoğu değişik senetler ile rivayet
etmişlerdir. Muhakkik alimler, hadisin mutevatir dereceye yükseldiğini ifade
ederler.
İmam İbn Kayyım
şöyle der:
"Bu hadis
hadisçiler nezdinde sabit ve makbul bir hadistir. Sıhhati hususunda hiçbir
ihtilaf yoktur. Bazı kelamcılar ise felsefenin etkisi altında kaldıklarından
hadisi inkar ederler. Onların bu inkarlarının ilim ehli nazarında hiçbir değeri
yoktur. Hadis imamlarından ve fakihlerden hiçbir kimse hadisin sahihliği
hakkında bir söz etmemiştir. Rasûlullah'ın yakalandığı sihir bir hastalık idi
ve vücuduna isabet etmişti. Zaten Yüce Allah ona bu hastalıktan şifa verdi.
Hastalık peygamberler içinde caizdir." (Bedaiu'l-Fevaid 2/250)
Çağdaş
araştırmacılardan Mevdudî ise şöyle der: "Bu hadis muhaddisler tarafından
o kadar çeşitli senetler ile nakledilmiştir ki mutevatir seviyesine
ulaşmıştır." (Tefhimu'l-Kur'an 7/320)
Allah'ın verdiği nimetten dolayı
haset ederek kişilere buğzedenler haksız ve zalim kişilerdir. Allah'a
yaklaştıran şeyler dışında sahip olduğu şeylerde başkasının kendisinden üstün
olmasını hoş görmemek de doğru değildir. Allah'a yaklaştıracak şeylerin
başkasına da verilmesini sevmekte bir sakınca olmaz. Nitekim başkasının
durumuna bakmaksızın kalbin bu gibi şeylerden yüz çevirmesi daha iyi olur.
Haset eden kişi kıskançlığının
gereğini yapacak olursa, tevbe etmedikçe cezayı hak eden zalim ve haksız biri
olur. Haset edilen kişi de haksızlığa uğramış olup sabretmesi ve Allah'tan
sakınması gerekir. Haset edenin hasedine karşı sabreder, bağışlar ve üzerinde
durmaz.
Yüce Allah şöyle buyurur:
"Kitap ehlinin çoğu, hak
kendilerine apaçık belli olduktan sonra, içlerindeki çekememezlikten ötürü,
sizi, inandıktan sonra küfre döndürmeyi isterler. Allah'ın emri gelene kadar
onları affedin, geçin. Allah muhakkak her şeye Kadir'dir."
(2
Bakara/109)
Yusuf'u da kardeşleri kıskandılar ve
şöyle dediler:
"Kardeşleri: "Biz
birbirimize bağlı bir topluluk olduğumuz halde, babamız, Yusuf'u ve biraderini
daha çok sevmekte Yusuf'u öldürün veya onu ıssız bir yere bırakıverin ki
babanız size kalsın; ondan sonra da iyi kimseler olursunuz" dediler."
(12
Yusuf/8-9)
Onu ve kardeşini babasının el
üstünde tutmasını çekemediler. Onun için Yakub,Yusuf'a şöyle dedi:
"Babası şunları söyledi:
"Oğulcuğum! Rüyanı kardeşlerine anlatma, yoksa sana tuzak kurarlar; zira
şeytan insanın apaçık düşmanıdır."
(12 Yusuf/5)
Öldürmeyi, kuyuya atmayı
planlayarak, küfür diyarına götüren kişiye köle olarak satılıp kafirlerin
elinde köle olmasına yol açarak haksızlık yaptılar. Bu yetmiyormuş gibi,
gördüğü bütün haksızlıklardan sonra bir de fuhşa zorlayan kadınla başı belaya
girdi. Kendisini bu kötü işten koruması için Allah'a sığındı, fuhuş yapmak
yerine hapse girmeyi tercih etti, Allah'ın gazabına uğramak yerine, dünya
azabını yeğledi. Hevesini tatmin etmek ve çirkin amacına ulaşmak isteyen kadın
tarafından da haksızlığa uğradı.
Kadın, aşık olduğu için onu baştan
çıkarmaya çalıştı. Onun isteğini kabul etseydi, ikisi de işkence yaşamayacaktı.
Kardeşleri de ona buğzederek kuyuya atılmasına ve elinde olmadan köle olarak
satılmasına yol açtılar. Bunlar kendisini mutlak özgürlükten çıkardılar ve
elinde olmadan Allah'tan başkasına kölelik esaretine düşürdüler. Kadın da, onu
öyle bir duruma düşürdü ki kendi tercihi ile hapis yatmayı seçti. Bu onun için
daha büyük bir çile oldu. Burada sabretmesi de takva ile beraber tercih edilen
bir sabırdı. Halbuki onların zulmetmelerine karşı sabretmesi, başka idi. Çünkü
bu duruma karşı onurlu insanlar gibi sabretmeyenler, hayvanlar gibi avunurlar.
Halbuki musibetlere karşı onurlu bir şekilde sabretmek en üstünüdür. Onun için
Yüce Allah:
"Şüphesiz kim takvalı olur ve
sabrederse, Allah iyi davrananların ecrini yok etmez"
(12
Yusuf/90)
buyurur.
Bu şekilde, mümin imanından dolayı
eziyet görür veya küfür, fasıklık yahut Allah'a itaatsizlik yapmaya zorlanırsa,
yapmasa bile, eziyet ve ceza çekmiş olur. Dinini bırakmak yerine, ya hapis ya
da yurdu terkederek eziyet ve ceza çekmeyi tercih eder. Tıpkı eziyet çeken ve
azap gören Muhacir müslümanların başına geldiği gibi. Vatanlarını terketmeyi
dinlerini terketmeye tercih ettiler.
Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem'e türlü eziyetler yapıldı. Hepsine karşı kendi iradesiyle sabretti.
Zaten kendi tercihi ile yapacağını yapmaması için eziyet görüyordu. Bu da
Yusuf'un sabrından daha büyüktü. Çünkü Yusuf'un fuhuş yapması istendi, ama
yapmadığı için hapisle cezalandırıldı.
Halbuki Peygamber sallallahu aleyhi ve
sellem ve ashabı kafir olmaları istendi ve yapmadıkları taktirde öldürülerek
cezalandırılacaklardı. Hapis, onlar için en hafif ceza idi. Müşrikler,
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemi ve Haşimoğullarını Ebu Talib semtinde üç
yıl ambargo uygulayarak hapsettiler. Ebu Talip öldükten sonra da baskılarını
artırdılar. Ensar'ın ona biat ettiklerini öğrenince, bu kez hem onun hem
ashabının Mekke'den çıkmasına engel olmaya ve hapsetmeye kalkıştılar. Hicret
edenler de, Ömer ve benzeri kişiler dışında, ancak gizlice kaçarak
çıkabiliyordu. Bu şekilde yurtlarından çıkmaya mecbur ettiler. Nitekim birtakım
kişileri de hicretten alıkoydular ve hapsettiler.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in ve müminlerin çektikleri, Allah'a ve Rasûlune itaat etmek için kendi
iradeleriyle katlandıkları şeylerdi. Yusuf'un hapsedilmesi veya babasından ayrı
bırakılması gibi, kişinin kendi tercihi olmadan başına gelen semavi musibetler
türünden değildi.
Şüphesiz musibetlere uğrayan kişinin olanlara karşı rıza
göstererek sabretmesinden dolayı sevap kazanıyor ve bundan dolayı günahları
bağışlanıyorsa da, kendi iradesiyle musibetlere katlanmayı tercih etmesi daha
üstündür ve böyle yapanların derecesi de daha yüksektir.
Allah'a itaat etmek
için eziyet gören ve haksızlıklara uğrayan kişi, bundan dolayı sevap kazanır ve salih amel işemiş olur.
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Medine'lilere ve çevrelerinde
bulunan bedevilere, savaşta Allah'ın peygamberinden geri kalmak, kendilerini
ona tercih etmek yaraşmaz. Çünkü Allah yolunda susuzluğa, yorgunluğa, açlığa
uğramak, kafirleri kızdıracak bir yeri işgal etmek ve düşmana başarı kazanmak
karşılığında, onların yararlı bir iş yaptıkları mutlaka yazılır. Şüphesiz Allah
iyilik yapanların ecrini zayi etmez. Allah, yaptıklarının karşılığını en güzel
şekilde kendilerine vermek üzere, az veya çok sarf ettikleri her şey,
yürüdükleri her yol, onlar
için yazılır."
(9 Tevbe/120-121).
Ama hastalık, bir yakınının ölmesi,
hırsızların malını çalması gibi kendi tercihi olmaksızın kişinin başına gelen
musibetlere karşı kişi sadece sabrettiği için sevap kazanır. Yoksa musibetleri
başka şeye tercih ettiğinden dolayı değil. Elinde olmadan başına gelen
musibetlere sabrettiği için günahları silinir. Ama sevap, ancak kişinin kendi
iradesi ve tercihi ile yaptığı ameller için yazılır.
Allah'a inandıkları, O'na ve
Rasûlune itaat ettikleri için ve bundan dolayı güçlük, hastalık, hapis,
vatandan ayrılık, mal ve yakınlarını kaybetmek, işkence, hakaret, makamı ve
malı yitirmek gibi zararlara uğrayanlar, peygamberlerin ve ilk muhacirler gibi
hicret edenlerin yolundadırlar.
Bunlar gördükleri eziyet karşılığında sevap
kazanırlar ve bundan dolayı kendilerine salih amel yazılır. Tıpkı cihad eden
kişinin açlık, susuzluk, yorgunluk çekmesi ve kafirlerin hücumuna direnmesi
karşılığında sevap kazanması gibi. Bu sonuçlar, kişinin işlediği birer amel
değilse de, kendi iradesiyle yaptıklarının sonucu şeylerdir. Bunlara sonuçlar
da denir.
Bunların, sebebi işleyen kişinin
fiilleri mi, Allah'ın fiilleri mi, yoksa faili olmayan fiiller mi konusunda
kişiler ihtilaf etmişler. Doğrusu, sebebi işleyen ile diğer sebepler arasında
ortak şeylerdir. Onun için işleyen kişilere sevap yazılmıştır.
Belirtmek istediğimiz, hased'in
kalbin hastalıklarından biri olduğudur.
Galip gelen bir hastalıktır.
İnsanlardan ancak çok az kişi ondan kurtulabiliyor.
Onun için "Hasetsiz
ceset yoktur" derler.
Ancak kötü kişi, hasedi açıklar, ama
iyi kişi gizler.
Hasan Basri'ye biri:
"Mümin, hased eder mi?" diye sormuş, o da:
"Yusuf'un kardeşlerini ne zaman unuttun? Ne var ki onu içinde tut, eline
ve diline vurmadığı sürece sana zarar vermez" demiştir.
|