Dördüncü esas; ile bu açıklığa kavuşur. Şöyle ki:
İnsanların pek çoğu bazı
sıfatların -veya çoğunun, ekseriyetinin ya da tamamının- yaratılmışların
sıfatlarına benzediğini zanneder, sonra da bu anlayışını nefyetmek ister ve dört
tür yanlışa (sakıncalı
duruma)
düşer.
Birisi: nasslardan anladığını yaratılmışların sıfatlarına benzetmesi ve nassların delâlet ettiği hususun
teşbih ve temsil olduğunu zannetmesidir.
İkincisi: kendi anladığını nassların manâsı olarak telâkki edip bunları nefyedince
(sıfatları bu anlama alıp ta'tile sapınca), nasslar, delâlet etmekte oldukları
Allah'a lâyık olan sıfatların isbatı konusunda işlevsiz kalmaktadır. Bu kimse de, nasslara karşı işlediği suçun
(cinayetin) yanısıra, Allah ve Resûlü'nün sözlerinden anlaşılanın bâtıl bir temsil olduğunu zannetmek ve onların sözlerinde geçen
"Allah için sıfatların ve kendi yüceliğine uygun ilâhî manâların isbatı"
nı işlevsiz kılmak (ta'til
etmek) suretiyle
Allah ve Resulü hakkında kötü zan beslemiş olmaktadır.
Üçüncüsü: bu kimse herhangi bir bilgisi
olmaksızın (bir
ilme dayanmaksızın)
bu sıfatları nefyetmekte ve Allah'a lâyık olan hususları işlevsiz kılmış
olmaktadır. (ta'til etmektedir.)
Dördüncüsü: Rabb'ı ölülerin ve cansızların ya da var olmayan
(ma'dûm)
şeylerin sıfatlarını temsil etmekle vasıflanmaktadır. Bu şekilde, Allah'a lâyık olan kemal sıfatlarını işlevsiz kılmış
(ta'til etmiş)
ve O'nu eksik ve var olmayan şeylere benzetmiş olmaktadır. Nassların delâlet ettiği sıfatları işlevsiz kılıp, bunların delâletini (Allah'ın) yaratılmışlara benzetilmesi olarak görmekle Allah'ın kelâmında ta'tîl (işlevsizleştirme) ve temsili (benzetme) bir araya getirmekte ve dolayısıyla Allah'ın isimleri ve âyetleri hususunda mülhid
konumuna düşmekte (ilhada (küfre) sapmakta)
dir.
Meselâ, nassların tamamı Allah'ın yüceliği, yaratılmışların üstünde oluşu ve Arş'a istiva etmesi ile vasıflanmasına delâlet eder. O'nun yüce ve yaratılmışlardan ayrı oluşu nassa uygun olan akıl ile bilinir.
Arş'a istiva etmenin bilinmesinin yolu ise bizzat nasstır. Kitap veya Sünnet'te, O'nun âlemin içinde veya dışında, âlemden ayrı veya içre oluşuyla vasıflanması söz konusu değildir. Vehme düşen kimse, Allah Arş'a istiva etmekle tavsif edildiğinde O'nun istivasının:
"Ve size bineceğiniz gemiler ve hayvanlar var etmiştir."
(Zuhruf 43/12-13) âyetinde geçtiği üzere insanın gemi veya hayvan üzerine oturup yerleşmesi gibi olduğunu zanneder. Ona, Allah Arş'a istiva etmişse, gemiye veya hayvana binen kimsenin bunlara muhtaç olduğu gibi, Allah da Arş'a muhtaç imiş gibi gelir.
Nitekim gemi batarsa gemiye binen kimse de (denize) düşer; hayvanın ayağı tökezlerse ona binen de yere kapaklanır. Buna kıyasla şayet Arş yok olursa -hâşâ- Allah Te'âlâ da düşer, işte söz konusu kişi zannına binaen bunu reddetmek ister ve
"O'nun istivası oturmak veya yerleşmek şeklinde değildir" der.
İstiva denen şey için söylenenlerin, oturma ve yerleşme
(istikrar bulma)
için de söyleneceğini bilmez. Eğer ihtiyaç duyma söz konusu ise istiva ile oturma ve yerleşme arasında fark yoktur; bu manâda O ne istiva eden, ne yerleşen ne de oturandır. Şayet bunlar için yalnızca istiva için geçerli olan hususlar geçerliyse, birini isbat edip diğerini reddetmek delilsiz ve yersiz bir hükümdür.
İstivâ, yerleşme ve oturma (istikrar
bulma) arasında genel kabul görmüş bazı farkların olduğu bilinmektedir. Ancak burada gaye, bir şeyi reddettiği halde onun benzerini isbat
eden kimsenin hatasının bilinmesidir. Herhalde buradaki hata "Arş üzerine
istiva" mefhumu üzerindeki hatasından kaynaklanmaktadır; zira o bu istivanın,
insanın hayvana veya gemiye binip yerleşmesi (anlamındaki istiva) ile aynı
olduğunu zannetmiştir. Oysa bu lâfızda buna delâlet eden bir şey yoktur; çünkü
Allah tıpkı diğer fiil ve sıfatları gibi istivayı da kendi zâtına izafe
etmiştir.
Nitekim O, kendisinin "takdir edip yol gösterdiğini", gökyüzünü
elleriyle bina ettiğini, Musa ve Harun ile birlikte işittiğini ve gördüğünü
zikrettiği gibi yarattığını sonra da istiva ettiğini buyurmuştur.
Diğer
sıfatlarında da olduğu gibi, yaratılmışlara da uyan mutlak bir istiva ya da
yaratılmışı da içine alan genel bir istivadan bahsetmemiştir. Ancak kendi yüce
zâtına izafe ettiği bir istivayı zikretmiştir.
-Farz-i muhal kabilinden-
Allah'ın, yarattığı varlıklar gibi olduğu düşünülse idi -ki Allah bundan yüce ve
münezzehtir- O'nun istivası yaratılmışların istivasının benzeri olurdu. Ancak,
O'nun yarattıklarına benzemediği ve bilâkis O'nun yaratılmışlardan müstağni
olduğu, Arş'ın ve sair şeylerin Yaratıcısı olduğu ve kendisinin dışındaki her
şeyin O'na muhtaç bulunduğu bilindiğine göre Allah kendisi dışındaki her şeyden
müstağnidir. Ancak kendisine mahsus bir istivadan bahsetmiş, başkasını da kapsamına alan veya başkasına uyan bir istivayı zikretmemiştir.
Aynı şekilde ilmi, kudreti, görmesi, işitmesi ve yaratmasında da ancak kendisine mahsus (sıfatlardan) bahsetmiştir. O halde, şayet Allah Arş'a istiva etmişse ona muhtaç olacağı ve Arş çökerse üzerinde bulunanın da yere kapaklanacağı nasıl düşünülebilir.?
Bütün eksiklerden arınmış ve yüce olan
Allah zalimlerin
ve münkirlerin
söylediklerinden münezzehtir.
(çok çok yücedir.)
Bunlar, böyle anlayan, böyle vehmeden, lâfzın zahiri ve delâlet ettiği hususun bu olduğunu zanneden veya yaratılmışlardan müstağni olan Âlemlerin Rabbi için bunları caiz gören kimsenin salt cehalet ve sapkınlığından başka bir şey değildir. Bir câhilin böyle anladığı ve bunu vehmettiği farz edilirse, ona bunun caiz olmadığı, Allah'ın zâtını vasıfladığı
diğer sıfatlarda buna benzer hususlara delâlet etmediği gibi burada da lâfzın
kesinlikle buna delâlet
(işaret)
etmediği açıklanır.
Allah Te'âlâ:
"Göğü kendi ellerimizle biz kurduk,
bina ettik"
(Zâriyât 51/47) buyurduğunda, bu inşanın inşaat
malzemelerine (kovaya, küreğe, kerpice ve çamurla çalışmaya)
ihtiyaç duyan insanoğlunun inşası gibi olduğu düşünülebilir mi?
Allah'ın âlemin bazı kısımlarını diğerlerinin
üstünde
(tabaka tabaka)
yarattığı ve üstte olanı alttakine muhtaç kılmadığı
bilinmektedir.
Meselâ;
Hava yerin üstündedir ve yerin kendisini taşımasına muhtaç değildir; bulut yerin
üstündedir ve onun kendisini taşımasına muhtaç değildir; gökler yerin üstündedir
ve onun tarafından taşınmaya muhtaç değildirler. Yücelerin Yücesi her şeyin
Rabbi ve sahibi,
hâkimi olan Allah,
yarattığı her şeyin üstünde
(yukarısında)
olunca bu, yarattıklarına ve Arş'ına muhtaç olmasını nasıl gerekli kılar?
Ya da yarattıklarından yüce olması, yaratılmışlar hakkında bile zorunlu olmadığı halde O'nun için bu ihtiyacı nasıl zorunlu kılar?
Kaldı ki, yaratılmışlar hakkında bile söz konusu olan
"kendisi dışındakilerden müstağni olma" ya Allah daha lâyıktır ve O'nun için bu daha önceliklidir.
(Şurası bilinen bir gerçektir ki bir yaratığın başka birine muhtaç olmamasının kesin olduğu bir mes'elede, Allah'ın hiç de muhtaç olmayacağı açıklamaya bile ihtiyaç göstermeyen bir konudur.)
Yine bunun gibi:
"Gökte olanın, sizi yere batırıvermeyeceğinden emin misiniz? O zaman yer sarsıldıkça sarsılır"
(Mülk 67/16) âyetine göre Allah'ın göklerin
içinde olması gerektiğini vehmeden kimse ittifakla câhil ve sapkındır
(sapıktır).
"Güneş ve ay göktedir" demiş olsaydık bunu gerektirirdi; zira
" fî (içinde)" edatı öncesi ve sonrasına bağlıdır ve izafe edildiği şeye göre değişir. Dolayısıyla bir şeyin bir mekânda olması, cismin bir hayyizde olması, arazın cisimde olması, yüzün aynada olması, sözün kâğıtta olması birbirinden farklıdır. Her ne kadar hepsinde
" fî=da" edatı kullanılıyorsa da bunların her birinin
diğerlerinden ayrıldığı kendine has bir
durum ve
özelliği vardır.
Birisi "Arş gökte midir yerde mi?" diye sorsa, "Göktedir"
denir; yine "Cennet gökte midir yerde mi?" dese, "Göktedir" cevabı verilir ve bundan ne Arş'ın ne de Cennet'in göğün içinde olması gerekir.
(bu cevap ne Arş'ın, ne de cennetin göğün içinde olmalarını gerektirmez.)
Sahîh hadîste varit olduğu üzere Peygamber (sallallahu
aleyhi ve sellem) buyurmuştur ki:
"Allah'tan Cennet'i istediğinizde Firdevs'i isteyiniz. Çünkü O, Cennet'in en üstünüdür. Cennet'in ortası ve
tavanı, çatısı Rahmân'ın Arşı'dır"
(Buhârî,
"Cihâd", 4; Tirmizî, "Cennet", 4; İbn Mâce, "Zühd", 39.)
Tavanı,
çatısı Arş olan bu Cennet feleklerin üstündedir; maamâfih, feleklerin üstünde de altında da olsa
"Cennet'in gökte olmasıyla" O'nun yüce olması kastedilmektedir.
Allah Te'âlâ:
"... bir çare bulup göğe yükselsin... "
(Hac 22/15) ve:
"Gökten tertemiz su indirdik."
(Furkân 25/48) buyurmuştur.
İmdi, Allah'ın Yücelerin Yücesi
ve her şeyin üstünde olduğu muhatapların zihninde yerleştiğine göre, "Allah
göktedir" sözünden anlaşılan
O'nun yüceliklerde ve her şeyin fevkinde
(üstünde)
olduğudur.
Resûlüllah (sallallahu aleyhi ve sellem):
"Allah
nerededir?" diye sorduğunda:
"Göktedir" diyen cariyenin ifadesi de
buna benzer; O, özellikle yaratılmış cisimlere ve bunlara hulul etmeye işarette
bulunmaksızın yalnızca yüksekte oluşu kastetmiştir.
(Müslim, "Mesâcid", 33; Ebû Dâvûd, "Eymân", 16; Muvatta', "Itk", 8; Ahmed b. Hanbel, V, 447, 448, 449.)
"Yükseklik" denince bu bütün
varlıkların fevkine şamildir; bütün bunların üstünde olan da göktedir.
(yaratılmışların yukarısı göktedir.)
Bu, orada O'nu içine alan bir varlığın bulunmasını gerektirmez.
(Ayrıca bu, Allah'ı çevreleyen bir mekânın bulunmasını gerektirmez.)
Zira âlemin fevkinde (üstünde)
Allah'tan başka bir varlık mevcut değildir.
Aynı şekilde, "Arş göktedir" denildiğinde bu da
Arş'ın mevcut ve yaratılmış bir başka şeyin içinde olmasını gerektirmez. Gökten
kastedilenin felekler olduğu farz edilse bile o zaman da kasıt "onun üstünde"
şeklinde olur.
Nitekim:
"... sizi hurma dallarına asacağım"
(Tâhâ 20/71)
"Yeryüzünde gezin dolaşın"
(Âl-i İmrân 3/137) ve
"Yeryüzünde dolaşın"
(Tevbe 9/2) âyetlerinde de (" fî " edatının kullanımı ile ilgili) aynı hususlar geçerlidir.
Nitekim kişi en üst noktasında
(en yükseğinde) olsa bile
"Filân kişi dağdadır" veya "damdadır
(yüzeydedir)" denilir.
(ve bununla o şahsın, dağın veya damın içinde olduğu
kastedilmez).
|