Allah'ın sıfatlarını isbat
yollarına gelince: isbat için sadece teşbihi
(benzetmeyi) reddetmenin yeterli olmadığı malûmdur. Şayet isbat için sadece teşbihi reddetmek yeterli olsaydı, Allah Te'âlâ'nın -teşbih reddedilmiş olmakla birlikte- kendisi için
mümteni' olan sayısız uzuv ve fiil ile ve kendisi hakkında caiz olmayan
eksikliklerle tavsif edilmesi mümkün olurdu.
Meselâ Allah'a iftirada bulunan (müfteri)
bir kimse teşbihi reddedip, Allah'ı ağlama, hüzün,
açlık ve susuzlukla tavsif etse ve:
"Allah yer ama kulların yediği gibi değil, içer ama kullarınki gibi değil, ağlar ve üzülür ama kulların ağlama ve üzülmesi gibi değil, güler fakat onların gülmesi gibi değil, sevinir ama onların sevinmesi gibi değil, konuşur fakat kulların konuşması gibi değil" dese:
"O'nun kullarınki gibi olmayan pek çok uzvu vardır; Allah'ın yüzü ve iki eli vardır ama kulların yüzü ve elleri gibi değil" denmesi, hattâ işin mide, bağırsaklar ve erkeklik organı gibi Allah'ın münezzeh olduğu pek çok şeye kadar vardırılması mümkün olurdu. Allah, zalimlerin söylediklerinden son derece yüce ve münezzehtir.
Haberi sıfatlar ve diğerlerini isbat
(kabul) edip bunları reddeden kimseye:
"Teşbihi reddedip, isbat konusunda sadece teşbihin reddini yeterli gördüğüne göre bunlarla senin isbat ettiklerin arasında ne fark vardır?"
diye sorulur. Aslında bunlar arasında bir farkın ortaya konulması gerekir.
(İşin temelinde bir farkın bulunduğunu isbat etmek kaçınılmazdır.)
Eğer:
"Bu ayırım noktasında dayanak vahiydir
(nakildir); vahiy
neyi bildirmişse bunları isbat edip diğerlerini etmedim" derse, ona ilk olarak şu söylenir:
Vahiy, doğru olanın (peygamber), hakikatte vâki olan şey hakkında verdiği haberdir. Peygamber, isbat
(kabul) veya red şeklinde neyi haber vermişse o
haktır, doğrudur. Haber, haber verilen şeye delâlet eder.
In'ikâs-ı edille söz konusu değildir.
(In'ikâs-ı
edille;
Bir şeyi isbat eden delil bâtıl ve çürük olursa, isbat ettiği hususun (medlul, netice) da bâtıl olacağı düşüncesi.)
Delil bulunmaması, delâlet olunan
(delil olduğu)
şeyin de yok olmasını gerektirmez. Vahyin
bildirmediği bir şeyin -eğer varlığını red de etmiyorsa- aslında var olması
mümkündür. Vahyin bu hususları özellikle isimlerini zikrederek reddetmediği de
malûmdur. Bunları reddeden vahyin
(naklin)
zikredilmesi gereklidir; aksi takdirde bunları var
kabul etmek caiz olmadığı gibi var olduğunu reddetmek de caiz değildir.
Ayrıca, Allah hakkında isbat
(kabul) ve reddedilen şeyler arasında
(özde)
bir fark bulunması gerekir. Caiz, zorunlu veya imkânsız olma açısından birbirine denk olan şeylerden birini bırakıp diğerine cevaz, vücub veya imtina' hükmünü vermek mümkün değildir. Reddedilen hususun, isbat
(kabul) edilenden red gerekçesiyle, isbat
(kabul) edilenin de reddedilenden isbat
(kabul) gerekçesiyle ayırt edilmesi gerekir.
Bu,
husus
şu şekilde de ifade edilebilir:
Allah hakkında reddedilmesi gereken şeyin reddini, O'nun hakkında sabit olduğu bilinen hususun da isbatını
zorunlu kılan bir husus bulunmalıdır. Şayet vahiy
(nakil)
yeterli ise, hakikatte vâki olan durumu haber
vermektedir. Peki esasen bu ikisi arasındaki fark nedir?
Denilir ki:
Allah, kendisi hakkında sabit olan kemal sıfatlarına aykırı olan her şeyden münezzehtir; zira iki zıt husustan birinin varlığı diğerinin reddedilmesini gerekli kılar, imdi, Allah'ın, varlığı zâtı gereği zorunlu olan bir varlık olduğu ve zorunlu olarak kadîm olduğu bilinince, O'nun hakkında yokluk ve hudûsun
(fena bulma ve sonradan meydana gelmenin)
imkânsız olduğu ve kendisi dışındaki her şeyden
müstağni olduğu
(başkalarına muhtaç olmadığı)
da malûm olur.
Zira zâtı için ihtiyaç duyduğu bazı hususlarda
kendisinden başka bir varlığa muhtaç olan şey zâtı gereği mevcut
(zâtıyla kâim bir varlık)
olamaz, bilâkis onun varlığı hem zâtı hem de ihtiyaç duyduğu hususu ona sağlayan
şey iledir; dolayısıyla o olmadan var olamaz.
Allah Te'âlâ kendisi dışındaki her şeyden müstağnidir.
(Kendinden başka hiç kimseye muhtaç değildir.Bu sebeple O, bu ihtiyaçsızlığıyla çelişen herşeyden
münezzehtir.) Kudret ve kuvvetine aykırı olan her şeyden de münezzehtir. Allah hayy
ve kayyûmdur; hayy ve kayyûm
oluşuna
aykırı olan her şeyden münezzehtir.
Özetle, vahiy
(nakil), Allah Te'âlâ hakkında kendisinde varit olan esmâ-i hüsnâyı ve kemal sıfatlarını isbat etmiş, Allah'ın benzeri
(misl) ve dengi
(küfüv)
bulunmasını reddetmesi örneğinde olduğu gibi bunlarla tezat teşkil eden hususları ise reddetmiştir.
Zira bir şeyin isbatı, onun zıddının ve bu zıddın gerektirdiği hususların reddi anlamına gelir. Akıl, zıtlarının varlığını bildiği gibi (bu eksiklik sıfatlarının da) reddedildiğini bilir. Zira iki zıt husustan birinin isbatı, diğerinin ve bunun gerektirdiği şeylerin reddi demektir.
Rabb
Te'âlâ'nın münezzeh olduğu şeylerin reddini
(tenzih edildiği şeyleri nefyetmeyi)
bilme yolları, çelişkiye düşerek ve birbirine benzer olan hususları birbirinden ayrı tutarak bu işi eksik ve hatalı yapanlarda olduğu gibi sadece teşbih ve tecsîmin reddiyle sınırlı kalmaya ihtiyaç göstermeyecek kadar çoktur. Öyle ki, herhangi bir şeyi isbat
(kabul) eden kimseye, bunu reddeden, yaptığının teşbihi gerektirdiği şeklinde delil getirmektedir.
Meselâ Karmatîler tüm bu hususların reddi hususunda delil getirerek, hattâ reddi bile reddederek demişlerdir ki:
"Allah ne mevcuttur, ne de mevcut değildir; O ne hayydır
(diridir) ne de hayy
(diri) değildir, denilemez. Çünkü bu mevcuda veya ma'dûma
(yok olana) benzetmektir".
Bu durumda iki zıt hususun da reddi gerekir ki bunun
tutarsızlığı, imkânsızlığı son derece açıktır.
Üstelik, Allah'ı ma'dûmlara, imkânsız
(mümtenî)
veya cansız olan şeylere
(cemadâta)
benzetmekle, kaçınmakta oldukları kemal sahibi
dirilere benzetmekten daha kötü bir şey onları bağlamaktadır. Allah'ın münezzeh
olduğu hususlardan tenzih edilmesinin yolları, buna ihtiyaç bırakmayacak kadar
çoktur.
Allah'ın kendisi hakkında reddettiği şeylerin reddinin, hem isbatı hem de reddi içinde barındıran bir red olduğu daha önce geçmişti. Zira salt redde ne bir medih
(övgü) ne de kemal söz konusudur.
Nitekim ma'dûm red ile (nefyedilmekle)
tavsif olunur ve var olanlara benzemez, ancak bu onun için bir medih
(övme)
değildir. Zira Allah'ın herhangi bir sıfatı açısından yaratılmışlara benzemesi,
O'nun münezzeh olduğu teşbih ve temsili ifade ettiği gibi eksiklik sıfatları açısından eksik olan bir şeye benzemek de mutlak eksikliktir. Eksiklik ise kemalin zıddıdır.
(Rabb Tebâreke ve Teâlâ bunların hepsinden münezzehtir.)
Meselâ, uyku ve uyuklama tam anlamıyla hayat sahibi olmanın zıddıdır, zira uyku ölümün kardeşidir. Aynı şekilde, bitkinlik kudret ve kuvvet açısından bir eksikliktir. Yeme, içme vb. şeylerde kendisinden başka bir varlığa muhtaç olma söz konusudur. Keza, başkasından yardım dilemek ve ondan destek almanın zımnında ona muhtaç olma vardır. Varlığı ve fiilleri konusunda kendisine destek olacak ve yardım edecek birine ihtiyaç duyan herkes ona muhtaçtır ve ondan müstağni değildir; hal böyleyken yiyip içen kimse nasıl olsun?
(Allah Tebâreke ve Teâlâ
bu gibi şeylerin hepsinden münezzehtir.)
Yiyip içenin içi boştur, içinde boşluk olmayan (samed) ise yiyip içenden daha tam ve eksiksizdir. Bu sebeple meleklerin içi boş değildir, yiyip içmezler.
Daha önce, Allah'ın yaratılmışlar hakkında sabit olan her kemal sıfatına daha lâyık olduğu ve yaratılmışların münezzeh olduğu her türlü eksiklikten Yaratıcı'nın tenzih edilmesinin daha da Öncelikli olduğu da söylenmişti. Vahiy
(nasslar)
bunu
"Allah Samed'dir" âyetinde reddetmiştir. "Samed",
boşluğu olmayan, yiyip içmeyen demektir.
("Samed"in bir anlamı bu olmakla birlikte. Kur'ân-ı Kerîm'de yalnızca bir defa Allah'a sıfat olarak geçen bu kelimeye tefsirlerde şu anlamlar da verilmiştir: Kendisinden üstün bir kimse bulunmayan, yaratılmışların ihtiyaç ve isteklerinde kendisine yöneldikleri seyyid, yücelikte nihayet derecesinde olan, mâ
fevki olmayan, kendisi olmadan hüküm verilmeyen, yaratılmışlardan sonra bakî
olan.)
Bu sûre Rahmân'ın nesebi veya bu konunun özüdür. (İhlâs sûresi bu konuda temeldir. Başka bir ifadeyle Allah'ın kimliği mesabesindedir.)
Allah Te'âlâ Hz. İsa ve annesi hakkında:
"Meryem oğlu Mesih ancak bir resuldür. O'ndan
önce de (bir çok) resuller gelip geçmiştir. Anası da çok doğru bir
kadındır. Her ikisi de yemek yerlerdi."
(Mâide 5/75) buyurmuş ve bunu O'nun İlahlığının reddine bir delil olarak göstermiştir.
Bu, Allah'ın daha öncelikli ve evlâ olarak bunlardan tenzih edilmesine delâlet eder. Karaciğer, dalak ve benzeri organlar yeme içme ile ilgili uzuvlardır. Yeme içmeden müstağni ve münezzeh olan kimse yeme içme uzuvlarından da münezzehtir.
"El" için ise durum farklıdır; el fiil ve amelde bulunmak içindir, Allah Te'âlâ da fiil ve amel ile tavsif edilir; çünkü bunlar kemal sıfatlarındandır. Fiilde bulunmaya gücü olan kimse böyle olmayandan daha tam ve eksiksizdir.
(iş yapabilen, yapamayandan daha mükemmeldir.)
Allah Te'âlâ eş ve çocuk sahibi olmaktan ve buna
dair uzuvlardan münezzehtir. Kemal sıfatlarından olan sevinme ve gazaplanmanın
aksine, Allah'ın münezzeh olduğu zayıflık ve aczin gereği olan hüzün ve ağlama
için de aynı şey geçerlidir.
(Allah ise, zayıf olmaktan da, âciz olmaktan da münezzehtir.)
Allah tıpkı kudret, ilim, hayat, işitme, görme ve
konuşma ile tavsif edilip (bunların zıddı olan) aciz, cehalet, ölüm, sağırlık,
körlük ve dilsizlikle tavsif edilmediği gibi, sevinme ve gülme ile tavsif
edilir, fakat hüzün ve ağlama ile tavsif edilmez. (vasıflanmaz)
Naklin isbat ettiği, Allah'ın dengi ve benzeri olmadığı hususu aklen de sabittir.
O'nun benzeri olan hiçbir şey yoktur. O'nun hakikatinin yaratılmışlardan birinin hakikati gibi veya sıfatlarından birinin hakikatinin yaratılmışların sıfatlarından birinin hakikati gibi olması mümkün değildir. O'nun yaratılmışlar, melekler, semavî varlıklar, yıldızlar, hava, su veya yeryüzü, insanoğlu, insan bedeni veya ruhu vs. türünden bir şey olmadığı kesin olarak bilinir. O'nun hakikatinin, yaratılmışlardan birinin hakikatine benzemekten uzak olduğu ve bunlardan birine benzemesinin bir yaratılmışın hakikatinin bir başka yaratılmışın hakikatine benzemesinden daha imkânsız olduğu da malûmdur.
Zira iki hakikat birbirinin benzeri ise bunlardan biri için caiz olan şey diğeri için de caiz, vâcib olan şey diğeri için de vâcib olur. Bu durumda, muhdes olan
(sonradan meydana gelen) yaratılmış varlık için caiz olan yokluk ve ihtiyaç duyma gibi hususların zâtı gereği zorunlu ve kadîm olan Yaratıcı hakkında da caiz olması ve birisi için söz konusu olan zorunluluk ve sonluluğun diğeri için de söz konusu olması gerekir. Bu durumda tek bir varlık hem zâtı gereği zorunlu hem de zâtı gereği zorunlu değil, hem var hem de yok olur. Bu ise iki zıttın bir araya gelmesidir.
Bu da "benim görmem gibi bir görüş, benim elim gibi bir el vb."
diyen
Müşebbihe'nin görüşünün yanlışlığını ortaya koyan hususlardan biridir. Allah onların söylediklerinden kesinlikle yüce ve münezzehtir.
(Müşebbihe;
Allah'ın zâtını insana veya sıfatlarını insanın sıfatlarına benzeten (teşbih) fırkalara genel olarak Müsebbibe ismi verilir. Birinci gruba dahil olanlar daha ziyade Sebeiyye, Beyâniyye, Mugîriyye, Mansûriyye, Hattâbiyye vb. gibi aşırı Şiî (Ğulât) fırkalarıdır. Mukâtil b. Süleyman el-Belhî (v. 150/767), Kehmes b. Hasen et-Temîmî (v. 139/756) gibi teşbîhçi hadîsçiler ile Ebû Abdullah Muhammed b, Kerrâm es-Sicistânî'nin (v. 255/869) taraftarları olan Kerrâmiyye fırkası ise
ikinci gruba örnek teşkil eder.)
Burada amaçlanan, Allah hakkında sabit olan ya da O'nun münezzeh olduğu
(tenzih edilmesi gereken)
şeyleri veya bunun yollarını etraflı biçimde ortaya koymak değildir; çünkü başka yerlerde bunlar geniş biçimde açıklanmıştır.
Burada maksat, genel olarak bu ve yolları hakkında bilgi vermektir.
Vahyin isbat (kabul) veya red şeklinde bir ifadede bulunmadığı, aklen de kendisini isbat
(kabul) veya reddeden bir delilin olmadığı hususlarda sükût ederiz; bunu ne isbat
(kabul) ne de reddederiz.
Varlığını bildiğimiz hususları isbat (kabul)
eder, olmadığını
(nefyedildiğini)
bildiğimiz hususları reddeder, isbat veya reddi
(nefyi) konusunda
bilgimiz olmayan hususlarda ise susarız.
Allah
herşeyi
daha iyi bilir.
|