Birinci
temel /
esas: Ulûhiyyet Tevhîdidir.
(Tevhîd-i iradî, Tevhîd-i amelî,
Tevhîd-i ma'bûdiyyet isimleriyle de anılan
Ulûhiyyet Tevhîdi:
Kulların
yaptıkları fiillerde yüce Allah'ı tek olarak tanıma, bilme ve inanmaları
anlamındaki tevhiddir. Allah'ı ibadete layık yegane ilah olarak tanırken,
başkasını asla ona ortak koşmamaktır.
)
Daha önce geçtiği üzere, Allah Te'âlâ müşriklerin, kendisinin izni olmaksızın, O'nunla kendileri arasında, dua ettikleri ve şefaatçi edindikleri bir takım aracıların varlığını kabul ettiklerini haber vermiştir.
Allah Te'âlâ buyurur ki:
"Onlar; Allah'ı bırakıp kendilerine ne
zarar ne de yarar veremeyen şeylere
ibadet ediyorlar ve: 'Bunlar Allah katında bizim
şefaatçilerimizdir' diyorlar. De ki: 'Allah'ın göklerde ve yerde bilmediği bir
şeyi mi Allah'a haber veriyorsunuz?' O, onların koştukları ortaklardan uzak/münezzeh ve yücedir."
(Yûnus 10/18) ;
Allah
Te'âlâ
bu âyette
onları şefaatçi edinen bu kimselerin müşrik olduklarını haber vermektedir.
Yüce Allah,Yâsîn
sûresinde sözü edilen mü'min kişiden nakille şöyle
buyurmaktadır:
"Bana ne olmuş ki, beni yaratana ibadet etmeyecekmişim! Halbuki, hepiniz O'na döndürüleceksiniz. O'ndan başka
ilahlar mı edineyim? O çok esirgeyici Allah, eğer bana bir zarar dilerse onların (putların)
şefaati bana hiçbir fayda vermez, beni kurtaramazlar. İşte o zaman ben apaçık
bir sapıklığın içine gömülmüş olurum. Şüphesiz ben, Rabbiniz'e inandım, beni dinleyin."
(Yâsîn 36/22-25);
Yine şöyle buyurmaktadır:
"Elbette ki sizi ilk
defa yarattığımız gibi teker teker bize geldiniz ve
(dünyada iken) size verdiklerimizi arkanızda
bıraktınız. Ve içinizde gerçekten ortaklar olduklarını iddia ettiğiniz
şefaatçilerinizi de (şimdi) beraberinizde göremiyoruz. Böylece
(onlarla) aranız açılmış ve iddia etmiş olduklarınız sizden ayrılmışlardır" (En;âm 6/94);
Allah
Te'âlâ, bu âyetlerde
onların şefaatçılarının kendileri hakkında ortaklar
olduğunu sandıklarını haber vermektedir.
Allah
Te'âlâ yine şöyle buyuruyor:
"Yoksa onlar Allah'tan başkasını şefaatçiler mi
edindiler? De ki: Onlar hiçbir şeye güç yetiremezler ve akıl erdiremezlerse de
mi (şefaatçi edineceksiniz)? De ki: Bütün şefaat Allah'ındır. Göklerin ve
yerin hükümranlığı O'nundur. Sonra O'na döndürüleceksiniz."
(Zümer 39/43-44);
"... O'ndan başka ne bir dost ne de bir şefaatçiniz vardır." (Secde 32/4);
"Rableri'nin huzurunda toplanacaklarından korkanları O'nunla
(Kur'ân ile) uyar. Onlar için Rableri'nden başka ne bir dost ne de bir aracı vardır."
(En'âm 6/51);
"... İzni olmadan O'nun katında kim şefaat edebilir?"
(Bakara 2/255);
"Rahman (olan Allah, melekleri) evlât edindi, dediler. Hâşâ! O, bundan münezzehtir. Bilâkis
(melekler), lütuf ve ihsana mazhar olmuş kullardır. O'ndan (emir
almazdan) önce konuşmazlar; onlar, sadece O'nun emri ile hareket ederler.
Allah, onların önlerindekini de, arkalarındakini de (yaptıklarını da,
yapacaklarını da) bilir. Allah rızasına ulaşmış olanlardan başkasına şefaat
etmezler. Onlar, Allah korkusundan titrerler!" (Enbiyâ 21/26-28);
"(Müşriklere) de ki: Allah'tan başka ilah
saydığınız şeyleri çağırın! Onlar ne göklerde ne de yerde zerre ağırlığınca bir
şeye sahiptirler. Onların buralarda hiçbir ortaklığı yoktur, Allah'ın onlardan
bir yardımcısı da yoktu. Allah'ın huzurunda, kendisinin izin verdiği kimselerden
başkasının şefaati fayda vermez." (Sebe' 34/22-23);
"(Resulüm!) De ki: Allah'ı bırakıp da (ilâh olduğunu) ileri sürdüklerinize yalvarın. Ne var ki onlar, sizin sıkıntınızı ne uzaklaştırabilir, ne de değiştirebilirler. Onların yalvardıkları bu varlıklar Rableri'ne -hangisi daha yakın olacak diye- vesile ararlar; O'nun rahmetini umarlar ve azabından korkarlar. Çünkü Rabbin'in azabı, sakınılacak bir azaptır."
(İsrâ 17/56-57).
Seleften bir grup der ki:
Bunlar Uzeyr'e, Mesih'e ve meleklere dua eden bir
kavimdi.
(Bunların bu tavırları üzerine)
Allah Te'âlâ da bu âyeti indirdi. Bu âyette, meleklerin ve peygamberlerin
kendilerinin,
Allah'a yakın olmaya çalıştıklarını, O'nun rahmetini umup, azabından
korktuklarını beyan etti.
Şunun bilinmesi de (gerçek)
tevhidin hakikatinden,
gereklerindendir:
Allah Te'âlâ, kendisi için, başka hiçbir yaratılmışın bunlarda kendisine ortak olmadığı; ibadet, tevekkül, havf
ve takva gibi bir takım hakların varlığını (isbat etmiş)
bildirmiştir.
Nitekim
Allah Te'âlâ buyurmuştur ki:
"Allah ile beraber başka bir
ilâh edinme, yoksa kınanmış ve yalnız başına bırakılmış olarak oturup
kalırsın."
(İsrâ 17/22);
"(Resulüm!) Şüphesiz ki Kitab'ı sana hak olarak indirdik. Öyle ise sen de dini Allah'a has kılarak
yalnız O'na kulluk et"
(Zümer 39/2);
"De ki: Bana, dini yalnız
Allah'a hâlis kılarak O'na kulluk/ibadet etmem
emredildi"
(Zümer 39/11)
"De ki: Ey câhiller! Bana Allah'tan başkasına
kulluk etmemi mi emrediyorsunuz? (Resulüm!) Şüphesiz sana da senden
öncekilere de şöyle vahyolunmuştur ki: Andolsun
(bilfarz) Allah'a ortak koşarsan, işlerin mutlaka boşa gider ve hüsranda kalanlardan olursun! Hayır! Yalnız Allah'a kulluk et ve şükredenlerden ol."
(Zümer 39/64-66).
Nitekim
Peygamberlerin her biri de kendi kavmine şöyle duyurdu:
"Sadece Allah’a ibadet edin Ondan başka ibadete layık ilahınız
yoktur." (Meselâ bk: A'râf 7/59, 65, 73, 85)
Allah Te'âlâ tevekkül hakkında şöyle buyurmaktadır:
"... Eğer mü'minler iseniz ancak Allah'a güvenin."
(Mâide 5/23);
"... Mü'minler ancak Allah'a tevekkül etsinler."
(İbrahim 14/11);
"... De ki: Bana Allah yeter. Tevekkül edenler, ancak O'na güvenip dayanırlar."
(Zümer 39/38) ve
"Eğer onlar Allah ve Resûlü'nün kendilerine verdiğine razı olup, 'Allah bize yeter
(hasbünallâh), yakında bize Allah da lütfundan verecek, Resulü de. Biz
yalnız Allah'a rağbet edenleriz' deselerdi (daha iyi olurdu)"
(Tevbe 9/59)
Allah Te'âlâ bu son âyette:
Verme hususunda:
"Allah ve Resûlü'nün
kendilerine verdiğine"
ifadesini kullanırken /
buyururken,
Tevekkül için:
"Allah bize yeter" buyurmuş, "Allah
ve Resulü (bize yeter)" dememiştir.
Çünkü verme, şer'î olarak
(şeriatın tanıdığı)
vermektir. Bu ise
Resûlüllah'ın tebliğ ettiği mubah veya helâl kılınan hususları da içine alır.
"Helâl",
Resûlüllah'ın
helâl kıldığı,
"Haram", O'nun haram kıldığı,
"Din" de O'nun teşri kıldığı/ şeriat olarak ortaya koyduğu şeydir.
Allah Te'âlâ buyurur ki:
"Resul size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının."
(Haşr 59/7).
Âyette (Tevbe 9/59):
"
حَسْبُنَا
اللّهُ
(hasbünallâh)" buyurulmaktadır.
"
الحسب Hasb", yeterli olan demektedir. Kul için
yalnız başına yeterli olan sadece Allah'tır.
Nitekim O, şöyle buyurmaktadır:
"Bir kısım insanlar, mü'minlere: 'Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker/ordu topladılar; aman sakının onlardan!' dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve 'Allah bize yeter; O ne güzel vekildir' dediler."
(Âl-i İmrân 3/173)
Yani tek başına
Allah,
onlara yeter.
Yine buyurmuştur ki:
يَا
أَيُّهَا
النَّبِيُّ
حَسْبُكَ
اللّهُ
وَمَنِ
اتَّبَعَكَ
مِنَ
الْمُؤْمِنِينَ
"Ey Peygamber! Sana ve sana
tâbi olan/uyan mü'minlere Allah yeter"
(Enfâl 7/64).
Yani sana ve sana tâbi olan/uyan mü'minlere yeten, Allah'tır; O sizin hepinize yeter.
Kastedilen, hataya düşen bazı kimselerin zannettiği
gibi: "Allah ve mü'minler sana yeter" şeklinde değildir;
Zira O, peygamberine tek başına yeter. O'nun yanında, O'nunla
beraber Peygamber'e yetecek kimse yoktur.
(kendisiyle birlikte başkasına bir ihtiyaç yoktur.)
Âyetin
bu kullanışı Arab dilinde yaygındır.
Dilde bu, şairin: "Sana ve
ed-Dahhâk'a
Hint kılıcı yeter
(
فحسبك
والضحاك سيف مهند )" ifadesinde olduğu şekilde kullanılır.
Araplar da der ki:
"Sana ve Zeyd'e bir dirhem yeter
(
حسبك وزيداً درهم
)"; yani Zeyd'le sana, ikinize bir dirhem kâfidir.
Allah Te'âlâ, "havf, haşyet ve takva" hakkında:
"Her kim Allah'a ve Resûlü'ne itaat eder, Allah'a
saygı duyar (haşyet) ve O'ndan sakınırsa (takva), işte asıl bunlar
mutluluğa/kurtuluşa
erenlerdir." (Nûr 24/52) buyurarak;
"İtaatin" kendisi ve
Resûlü'ne, "haşyet" ve "takvanın" ise yalnız kendisine yönelik
olduğunu bildirmiştir.
Nuh (a.s.)
da:
"Ey kavmim! Şüpheniz olmasın ki, ben sizi 'Allah'a kulluk/ibadet edin; O'na karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin ki,...' diyerek apaçık uyaran bir kimseyim."
(Nuh 71/2-3)
Diyerek kulluk/ibadet
ve takvayı yalnızca Allah'a, itaati ise kendisine (Resül'e) yönelik
olarak göstermiştir.(ait kılmıştır)
Zira Resül'e itaat eden, Allah'a itaat etmiş olur.
Yine Allah Te'âlâ buyurmuştur ki:
"... Şu halde insanlardan korkmayın, benden korkun"
(Mâide 5/44);
"... Şu halde, eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, benden korkun"
(Âl-i İmrân 3/175).
Hz. İbrahim (a.s.)
:
"Hem siz Allah'ın, ilâh
oldukları hakkında hiç bir delil indirmemiş olduğu şeyleri O'na ortak koşmaktan
korkmuyorsunuz da ben sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerden nasıl olur da
korkarım? Şimdi biliyorsanız, söyleyin bakalım, Allah'a iman edenler mi, yoksa
O'na ortak koşanlar mı, güven içinde olmaya daha lâyıktırlar?
(En'âm 6/81) demiştir.
Yine Allah Te'âlâ:
"Hiç şüphesiz iman edenler
ve imanlarına her
hangi bir zulümle gölgelememiş olanlar
(imanlarına zulüm
karıştırmayanlar)
yok mu? İşte asıl güven içinde
olanlar onlardır ve hidayete ermişler de onlardır."
(En'âm 6/82) buyurmuştur.
Sahîhayn'da (Buhâri ve Müslim'de)
İbn Mes'ûd'un şöyle dediği rivayet edilir:
Bu âyet indiğinde,
Resûlüllah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem)
ashabına ağır geldi ve:
"Hangimiz
kendi nefsine zulüm (haksızlık) etmez ki?"
dediler.
Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahu aleyhi ve sellem):
"Sözü edilen
zulümden maksat
şirktir. Siz sâlih kulun:
"Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür"
(Lokman 31/13)
sözünü ve Allah Te'âlâ'nın:
"...Yalnızca benden korkun"
(Bakara 2/40) ve
"... Yalnız benden sakının"
(Bakara 2/41) buyruklarını işitmediniz mi?"
buyurdu.
(Buhârî, "İmân", 23; "Tefsîru sûre 6", 3.)
Bununla ilgili olarak (şu da söylenebilir ki):
Resûlüllah (sallallahu aleyhi
ve sellem),
hutbesinde:
''Kim Allah'a ve Resûlü'ne itaat
ederse
(
من يطع الله و رسوله
) doğru yolu bulmuş olur; her kim de onlara karşı çıkarsa, bunun zararı ancak
kendisine dokunur; Allah'a hiçbir zarar gelmez"
(Müslim, "Cum'a", 48; Ebû Dâvûd,
"Salât", 223; "Nikâh", 32; Ahmed b. Hanbel, IV, 256, 379.);
"Allah ve Muhammed ne dilerse
(
ما شاء الله و شاء محمد
) demeyin; Allah, sonra da
Muhammed ne dilerse
(
ما شاء الله ثم شاء محمد
) deyin"
buyurmuştur.
(Dârimî, "İsti'zân", 63;
İbn Mâce, "Keffârât", 13; Ahmed b. Hanbel, V, 72, 393.)
Bu şekilde, itaat konusunda Peygamber'in ismini
Allah'ın ismine "ve (
و
)" harfi / edatı ile
bağlamış; irade / dileme (meşîet)
konusunda ise bunun
"sonra
(
ثم
)
" ifadesiyle
yapılmasını emretmiştir.
Bunun sebebi şudur:
Peygamber'e itaat etmek, Allah'a itaat etmektir; her
kim Peygamber'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur.
İrade / dileme (meşîet)
konusunun aksine, Allah'a itaat
etmek de Peygamber'e itaat etmek demektir.
Zira kullardan hiçbirinin
iradesi / dilemesi,
Allah'ın iradesi / dilemesi
değildir ve Allah'ın iradesi / dilemesi
de kulların iradesi / dilemesine
bağlı olan bir şey değildir. Bilâkis, Allah neyi dilerse -insanlar bunu istemese
bile- olur ve kullar neyi dilerse dilesin, Allah dilemeyince olmaz.
|