Zira
"te'vil" kelimesi, çok sayıda ıstılah olduğu için üç manâda kullanılır olmuştur.
1 - Birincisi; fıkıh ve fıkıh usûlünde söz sahibi olan müteahhirînin pek çoğunun görüşüdür ki buna göre te'vil
"bir delil sebebiyle, lâfzı râcih (tercihe şâyân) olan manâdan mercûh
(tercih edilmeyen zayıf) manâya çekmektir".
Sıfatlara ilişkin nassların te'vili veya te'vilin terk edilmesi, bunun iyi mi kötü mü, hak mı yoksa bâtıl mı olduğu konusunda görüş beyan eden müteahhirînin çoğunluğu da te'vil ile bunu kasteder.
2 - İkincisi; tefsir anlamındaki te'vildir. İbn
Cerîr ve tefsir konusunda eser veren diğerlerinin "te'vil âlimleri bu konuda ihtilâf etmişlerdir"
derken kastettikleri, "tefsir" dir.
(Ebû Ca'fer Muhammed b. Cerîr b. Yezîd et-Taberî
(v. 310/922).
İslâm tarihçisi ve müfessir.)
Kur'ân'ı tefsir edenler ile müfessirlerin öncüsü olan
Mücahid'in ıstılahlarına hâkim olan manâ budur.
Sevrî:
"Mücahid'den bir tefsir geldiğinde, bu sana yeterlidir" demiştir.
(Ebû Abdullah Süfyân b. Sa'îd es-Sevrî (v. 161 /778). Hicrî II. asrın meşhur kelâm âlimi, muhaddis ve sûfîsidir.)
Şâfi'î, Ahmed ve Buhari ve daha başka kimseler O'nun tefsirine itimat ederler. O'nun, müteşabihin te'vilini bildiği söylendiğinde bununla kastedilen tefsirini bildiğindir.
3 - Te'vilin üçüncü anlamı; sözün
sonuç itibariyle işaret ettiği
(sözün kendisine döndüğü)
hakikattir.
Nitekim Allah Te'âlâ:
"Onun (Kitab) te'vilinden başka bir şey beklemiyorlar. Te'vili geldiği
(haber verdiği şeyler ortaya çıktığı) gün, önceden onu unutmuş olanlar derler ki: Doğrusu Rabbimiz'in elçileri gerçeği getirmişler."
(A'râf 7/53) buyurmuştur.
Buna göre Kur'ân'daki meâdla
(âhiretle)
ilgili haberlerin te'vili, Allah'ın meâdda olacağını haber verdiği kıyamet, hesap, ceza, Cennet, Cehennem ve benzeri hususlardır.
Nitekim Allah Te'âlâ:
"Yusuf kıssasında, ebeveyni ve kardeşleri O'na secde ettikleri zaman"
(Hz. Yusuf'un)
"Ey babacığım! işte bu daha
önce (gördüğüm) rüyanın yorumudur."
(Yûsuf 12/100) dediğini buyurmuştur.
Görülüyor ki O, hakikatte vuku
bulan şeyi rüyanın yorumu olarak değerlendirmiştir.
(Yukarıda geçen) ikincisi sözün tefsiridir ki bu, manâsının bilinmesi veya illeti ve delilinin anlaşılması için lâfzın tefsir edildiği ifadelerden ibarettir.
Üçüncü tür
(ıstılahî anlamıyla)
te'vil; bizzat dış dünyada
(hariçte)
mevcut olan şeydir.
(Pratikleri vakıadır). Hz. Aişe'nin şu sözü bu kabildendir:
"Resûlullah
(sallallahu aleyhi ve sellem)
rükû ve secdesinde,
"Ey Rabbimiz olan Allah! Seni tesbîh ve sana hamdederiz. Allahım, bana mağfiret et!" der ve bununla Kur'ân'ı te'vil ederdi".
(Buhari, "Ezan", 123,139; "Meğâzî", 51; "Tefsîru sûre 110", 1; Müslim, "Salât", 2,6, 217, 223; "Müsâfirîn", 187; Tirmizî, "Salât", 79; Nesâ'î, "İftitâh", 77; "Tat-bîk", 9, 25, 63,86; İbn Mâce, "İkâmet", 20; Ahmed b. Hanbel, V, 283, 284, 289; VI, 35, 43, 94; Ebû Dâvûd, "Salât", 147,148.)
Hz. Aişe'nin kastettiği:
"Rabbin'e hamdederek O'nu tesbîh et ve O'ndan mağfiret dile"
(Nasr 110/3) âyetidir.
Süfyân b. Uyeyne'nin sözü de böyledir:
"Sünnet, emir ve nehyin
(yasağın) te'vilidir".
Zira emredilen fiilin kendisi, emrin te'vilidir; haber verilen varlığın kendisi, haberin te'vilidir. Söz ise ya haber ya da emirdir.
Bu sebeple
Ebû Ubeyd ve diğer bazıları, "es-samma" sarınması
(اشتمال الصماء)"
nın tefsiri konusunda ifade ettikleri gibi "fakîhlerin te'vili dilcilerden daha iyi bildiğini" söylerler.
Zira Hipokrat ve
Sîbeveyh'in
tabileri bunların sırf lügatle bilinemeyecek maksatlarını nasıl biliyorlarsa,
fakîhler de
Resûlüllah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in maksadını
(ne demek
istediğini) bildikleri için emir ve nehyedilen şeylerin tefsirine vâkıftırlar.
Ancak şu da var ki, emir ve nehyin te'vilinde, haberin te'vilinin aksine (maksadın) bilinmesine ihtiyaç vardır.
(Süfyân b. Uyeyne (v. 198/813). Etbâu't-tâbiînden müfessir.)
(Ebû Ubeyd Alî b. el-Hüseyn b. Harb el-Kâdî el-Bağdâdî (v. 319/931). Şafiî müctehididir.)
(Pek çok hadiste, Hz. Peygamber'in
sammâ' sarınmasını yasakladığı ifade edilmektedir. Örneğin bk. Buharı, "Salât", 10; "Mevâkît", 30; "Libâs", 20; Tirmizî, "Libâs", 24; "Edeb", 20; Nesâ'î, "Zînet", 106,107; Ibn Mâce,
"Libâs", 3; Dârimî, "Salât", 100; Ahmed b. Hanbel, II, 496,503, 510, 529; III, 6,13, 46, 66,95, 293, 297, 322, 331, 344, 349.)
Sammâ', vücudun, el, kol çıkacak bir aralık bırakılmadan sarılmasıdır. Kişi gerektiğinde elini kullanamayacağı gibi, zarar ihtimalinin de
söz konusu olması sebebiyle bu tarz bir giyinme yasaklanmıştır. Dilciler, sammâ'ı "vücudun, kollardan birini kaldıramayacak ve elin de çıkmasına imkân tanıyan bir delik bulunmayacak şekilde sarılması" diye tarif etmişlerdir. Bu tarz giyinmeye sammâ' denmesi, "bütün menfezlerin kapanması sebebiyle hiçbir çatlağın bulunmadığı kayaya benzemesi" ile açıklanmıştır. Zira sammâ'ın kelime anlamı "sert kaya"dır.
Fakîhler ise sammâ'ı, "kişinin bir kumaşla sarındıktan sonra bunun bir tarafını kaldırıp omuzlarına koyması ve fercini açık bırakması"
olarak tarif etmiştir. Dilcilerin açıklama tarzına göre kişinin ihtiyaç anında elini çıkarması mümkün olmayıp zarara uğraması muhtemel bulunduğundan sammâ' mekruh olurken, fakîhlerin açıklama tarzına göre ise, avret yeri açıkta kalacağı için haramdır. Hadîsin Buhârî'de geçen şekli, fakîhlerin açıklama tarzının daha doğru olduğunu göstermektedir: "Resûlullah, sammâ' sarınmasını ve kişinin avret yeri üzerine başka bir örtü almadan tek bir elbise içine ayaklarını toplayıp oturmasını yasakladı".)
İmdi bu böyle bilinince; Allah Te'âlâ'nın hakikî isim ve sıfatlarla muttasıf mukaddes zâtı hakkında haber verdiği hususların te'vili, hakikî sıfatlarla muttasıf mukaddes zâtı için sabit bir hakikattir. O'nun va'd ve va'îd
(cennetin nimetleriyle cehennem cezaları)
hususunda haber verdiği şeylerin te'vili, bizzat
vukû bulacak va'd ve va'id
(mükâfat ve cezanın kendisi)
dir.
İşte bu sebeple, hadîsin bildirdiği hususlardan muhkem olanlarla amelde bulunur, müteşabih olanlara da iman ederiz. Çünkü Allah'ın zâtı ve ahiret günü hakkında verdiği haberlerde, anlamı bizim dünyada bildiklerimize benzeyen müteşabih lâfızlar söz konusudur. Nitekim O, Cennet'te et, süt, bal, şarap vb. bulunduğunu haber vermiştir. Bunlar lâfız ve manâ olarak dünyadakilere benzemektedir. Fakat onlar bunlar gibi değildir ve hakikatleri de bir değildir.
(Cennetteki bu şeyler dünyadakinin aynı olmadığına
göre)
Allah Te'âlâ'nın isim ve sıfatları için, bu daha öncelikli olarak geçerlidir. Bunlarla kulların isim ve sıfatları arasında benzerlik olsa bile bu sebeple Yaratıcı yaratılmışlara, bunların hakikatleri de birbirine benzemez.
(ne Yaratan yaratılan gibidir, ne de O'nun hakikati,
onların hakikati gibidir.)
Gayb hakkında verilen haberler de, görünür âlemdeki anlamı bilinen isimlerle ifade edilmezse anlaşılmaz. Aralarındaki fark da göz önünde bulundurularak, görünür âlemdekilere dair bilgi vasıtasıyla gaybda olanlar bilinir.
(Ama hiçbir zaman
onların biribirlerinin aynı olduğunu söyleyemeyiz.)
Yine bilinir ki, Allah'ın gayb âlemi hakkında haber verdiği hususlar,
görünür âlemde bilinenlerden daha yücedir.
(çok daha muazzamdır). Gayb âleminde hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiçbir insanın aklına gelmeyen şeyler vardır. Biz de Allah kendisine mahsus kıldığı -Cennet ve Cehennem gibi- gayb hakkında bir şeyi bize haber verdiği zaman, bunun manâsını biliriz, bu hitapla bizden anlamamız istenen şeyi anlarız ve bunu tefsir ederiz. Henüz vuku bulmamış, fakat ancak kıyamet gününde meydana gelecek şeyler gibi haber verilen hususun hakikatine gelince, bu yalnızca Allah'ın bildiği te'vil nev'indendir.
(Onun hakikati ancak Allah'ın bildiği bir şeydir).
Bu yüzden İmam Mâlik ve diğer Selef
âlimlerine
Allah Te'âlâ'nın:
"Rahman Arş'a istiva etti."
(Tâhâ 20/5) âyeti hakkında soru sorulduğunda onlar:
"İstiva malûmdur (bilinen
bir şeydir),
bunun nasıl olduğu bilinmez
(keyfiyeti meçhuldür), buna iman etmek vaciptir, bunun hakkında soru sormak ise bid'attir" cevabını vermişlerdir.
Aynı şekilde İmam Mâlik'in hocası Rabîa b. Abdurrahmân da daha önce:
"İstiva malûmdur
(bilinen bir
şeydir), bunun
nasıl olduğu bilinmez
(keyfiyeti meçhuldür); bunu açıklamak
(beyân)
Allah'a, bize bildirmek de Resûl'e aittir. Bize ise iman etmek düşer"
diyerek istivanın bilindiğini, nasıllığının ise meçhul olduğunu
(keyfiyetinin bilinemediğini)
ifade etmiştir.
Selef ve
(müctehid)
imamların sözleri arasında buna benzer pek çok şey
bulunur. Onlar kulların Allah'ın sıfatlarının keyfiyetini bilmesini reddeder ve
Allah'ın keyfiyet ve mahiyetini ancak kendisinin bileceğini ifade ederler. Hz.
Peygamber
(sallallahu aleyhi ve sellem):
"Ben seni sena edemem; sen
kendini sena ettiğin
(övdüğün)
gibisin"
buyurmuştur ki bu hadîs Müslim'in Sahîh'i ve diğer eserlerde geçmektedir.
(Müslim, "Salât", 222; Tirmizî, "Da'avât", 75, 112; Ebû Dâvûd, "Salât", 148; "Vitr", 5; İbn Mâce, "Duâ", 3; "İkâmet", 117; Nesâ'î, 'Taharet", 119; "Tatbik", 47, 71; "Kıyâmü'l-leyl", 51; Ahmed b. Hanbel, I, 96,118,150; VI, 58, 201; Muvatta', "Messü'l-Kur'ân", 31.)
Yine bir başka hadîste:
"Allahım senden, kendini isimlendirdiğin, Kitab'ında indirdiğin, yarattıklarından herhangi birine öğrettiğin veya gayb
ilminde kendine seçip ayırdığın (başkasına bildirmediğin)
bütün isimlerinle istiyorum." buyurmuştur.
(Ahmed b. Hanbel, I, 391, 452.)
Bu hadîs de, İbn Mes'ûd'dan naklen Ebû Hâtim'in Müsned'i ve Sahîh'inde yer almaktadır. Hz. Peygamber
(sallallahu aleyhi ve sellem) bu hadîste Allah'ın gayb ilminde kendine ayırdığı isimlerinin bulunduğunu ve bu isimlerin manâlarını kendisinden başka kimsenin bilmediğini haber vermektedir.
Bütün eksiklerden münezzeh olan
Allah Te'âlâ kendisinin alim, kadîr, semî', basîr, ğafûr, rahim ...
olduğunu haber vermiştir. Biz bunların manâsını anlarız; ilimle kudreti,
rahmetle sem' ve basarı birbirinden ayırt ederiz. Çeşitli manâlara
sahip olsalar da bütün isimlerin ittifakla Allah'ın zâtına delâlet ettiğini
biliriz. Bunlar zât bakımından müşterek, sıfatlar açısından ise birbirinden
ayrıdırlar.
(Yâni zât yönünden müttefik ve birdirler, sıfat yönünden farklıdırlar.)
Aynı şekilde, Hz. Peygamber
(sallallahu aleyhi ve sellem)'in
Muhammed, Ahmed,
el-Mâhî,
el-Haşir,
el-Âkıb gibi isimleri, Kur'ân'ın Kur'ân,
el-Furkân,
el-Hüdâ,
en-Nur,
et-Tenzil,
eş-Şifâ vb. isimleri de böyledir.
(İbn Teymiyye, Cübeyr b. Mut'im'den rivayet edilen şu hadîse atıfta bulunmaktadır:
"Benim beş ismim vardır: Ben Muhammed'im ve Ahmed'im; ben
Mâhî'yim, Allah benimle küfrü yok edecektir; ben Hâşir'im, kıyamet günü insanlar arkamdan gelerek haşrolacaklardır ve ben Akıb'ım". bk. Buhârî, "Menâkıb", 17, "Tefsiru sûre 61", 1; Müslim, "Fedâ'il", 124. Hadiste geçen Akıb kelimesi de, "kendisinden sonra peygamber gelmeyen kimse" şeklinde açıklanmıştır.)
İnsanlar bu isimlerin -zât bir olduğu için-
müteradif kabilinden
(eşanlamlı) mi
yoksa -sıfatlar birden fazla olduğu için- birbirinden ayrı mı oldukları
hususunda ihtilâf etmişlerdir.
Nitekim, (kılıca) "seyf
(سيف)",
"sârim
(صارم)"
ve "mühenned
(مهند)" denilir.
Fakat "sârim" denilirken keskinlik (sarm, صرم
), "mühenned" denilirken de Hind ülkesinde yapılmış olma kastedilir.
(Gerçek şu ki:
bunlar zât açısından bir, ama sıfat yönüyle biribirlerinden farklıdır.)
|