Râfizî
şöyle diyor:
“Ali'nin imametine delalet eden Kur'an' dan deliller vardır. Allah (c.c.) şöyle
buyuruyor:
“Sizin veliniz ve yardımcınız ancak Allah'la O'nun Peygamberidir. Bir de iman
edenlerdir ki, Onlar, Allah'ın emirlerine boyun eğerek namaza devam ederler ve
zekât verirler.” (Maide: 5/55)
Bu
ayetin Ali hakkında nazil olduğu hususunda icma' vardır. Sa'lebî, Ebu Zer'den
rivayetle O'nun şöyle buyurduğunu naklediyor:
Şu
iki kulağımla işittim ki, -işitmedimse kulaklarım sağır olsun- Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyordu:
“Ali,
itaatkârların kumandanı, kâfirlerin katilidir, O'na yardımcı olan zafere ulaşır.
Ona yardım etmeyen yardımsız kalır.” Ben de bir gün öğle namazını Rasulullah'la
kılmıştım. Mescitte bulunan bir fakir yardım istedi. Kimse ona yardım etmeyince
ellerini yukarıya doğru kaldırarak:
“Allahım!
Şâhidik ederim ki, Peygamberinin mescidinde yardım taleb ettim fakat kimse bana
yardım etmedi” dedi. O esnada Ali namazda ve rüku halindeydi...
Fakire
parmağındaki yüzüğe işaret etmesi üzerine, fakir gelip yüzüğünü aldı. Bu hadise
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) huzurunda oldu. Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) ibadetini bitirince başını semaya
kaldırarak şöyle buyurdu:
“Allahım!
Musa (a.s.) “Bir de bana ehlimden bir vezir ver. Kardeşim Harun'u (ver) Onunla
arkamı kuvvetlendir. Elçilik işimde Onu bana ortak et.” diye niyaz ettiğinde,
“Seni, kardeşinle takviye edeceğiz” diye âyet inmişti. (Daveti kabul
edilmiştir.) Allahım! Ben de senin peygamberin ve dostunum. Allahım! Benim
göğsüme genişlik ver. İşimi kolaylaştır. Bir de bana ehlimden bir vezir yap.
Ali ile arkamı kuvvetlendir.”
Rasulullah
sözünü bitirir bitirmez Cibril (a. s.) O'na şu âyeti getirdi:
“Sizin veliniz ve yardımcınız ancak Allah'la O'nun Peygamberidir. Bir de iman
edenlerdir ki, Onlar, Allah'ın emirlerine boyun eğerek namaza devam ederler ve
zekat verirler.”
Fakih
İbnül Meğazilî, İbn-i Abbas'ın:
“Bu âyet Ali hakkında
nazil oldu” dediğini nakletmiştir. Evet ayetin işaret ettiği mutasarrıf olan
Veli Ali'dir. Allah ve Rasulü velayeti O'na verdikleri
gibi, ümmet arasında da velayet O'nun hakkı olarak bilinir.”
Ey
Râfizî:
“Bu
âyetin Ali (r.a.) hakkında nazil olduğu hususunda ümmet icma' etmiştir.”
şeklindeki sözün, senin en büyük yalanlarındandır.
Aksine bu âyetin yalnız Ali
(r.a.) hakkında nazil olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Senin nakillerin
tamamen yalandır. Zaten Sa'lebî'in tefsiri uydurma haberlerle doludur. Kendisi
de ne konuştuğunu bilmeyen bir kimseydi. Talebesi el-Vahidi'de böyledir. Daha
sonra ileri sürdüğün bütün deliller de bâtıldır. Onlar ancak Allah (c.c.)'ın kalbini
körelttiği, sağırlar, dilsizler nefsi arzularına esir olanlar ve câhiller tarafından
revaç bulurlar.
Bunun için zındıklar râfizîlerin kapısından girerek bu uydurma
ve yalan haberlerle İslâm
ve müslümanlara hücum etmişlerdir.
Tabiî ki bu
haberler câhilleri de şüpheye düşürmüşlerdir. Hatta Nusayriler ve İsmâililer bu
haberlere inanarak sapıtmışlardır. Bu sapıklar daha aşırı giderek ashab-ı
kiramı sebbetmişler. Hızını almayan bu hâinler Ali (r.a.) ve hatta Rasulullah'ı da (sallallahu aleyhi ve sellem) ta'n etmişlerdir.
Sa'lebi, aynı ayetin Ebu Bekir (r.a.) hakkında nazil olduğunu,
İbn-i Abbas'tan rivayet etmiştir. Yine Sa'lebinin rivayetine göre, Abdülmelik
şöyle diyor:
Ebu
Ca'fer el-Bâkır'a âyetten kimlerin kasdedildiği sorulunca, “Mü'minler”dir, diye
cevap vermiştir.
Ali
b. Ebi Talha, O'da İbn-i Abbas'tan rivayet ettiğine göre, İbn-i Abbas mezkûr
âyetle ilgili olarak şöyle diyor:
“Her
müslüman Allah'ı, Resulünü ve bütün mü'minleri kendisine veli edinmiştir.”
Ey
Râfizi,
İcmâ'ın
varlığı hakkındaki iddiandan dolayı seni affediyoruz. Bu haberle ilgili olarak
bir tek sahih senedli haber getirebilirsen kâfidir. Sa'lebiden rivayet ettiğin
haberin senedinde zaif ve töhmete duçar olmuş bir çok kişiler vardır.
İbnul
meğazilî el-âsıtî'ye gelince, hadis ilmini biraz bilen kimse O'nun kitabını yalan
rivayetlerle nasıl doldurduğunu çok iyi bilir.
Eğer âyet-i kerimeden murad,
zekâtın rükû halinde iken verilmesi olsaydı, bu durum velayetin şartlarından
olması vacip olacaktı. O zaman da Ali'den (r.a.) başka hiçbir müslüman velayet
hakkına sahip olamazdı. Hasan ve Hüseyin'in (r.a.) velayeti de mevzu bahis olmazdı.
Ayet-i Kerimedeki “Namaz kılanlar” lafzının cemi' (çoğul) sığası olması
âyetin yalnız Ali'ye (r.a.) delalet etmediğini gösteriyor.
Ayrıca kul iyi bir
şey yapmadığı müddetçe övülmez. Ali'nin (r.a.) namazdaki bu hareketi de müstehab
değildir ki, bununla övülsün. Eğer müstehab olsaydı Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) da namazda iken fakire yardım eder, başkasının yardımda
bulunmasına teşvikte bulunur, Ali (r.a.)'de fiilini tekrar ederdi. Halbuki bu
durum namaza meşguliyet sokmaktır. “Rükû halinde zekat verenlerden başka kimse
veliniz olamaz” denilirmi?
“Ve
zekatı verirler” ifadesi zekatın mevcudiyetine delalet eder. Halbuki Ali (r.a.), Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem)'in devrinde iken hiçbir zaman zekat
kendisine farz olmamıştır. Çünkü o fakir idi. Gümüşün zekatı ise ancak bir
seneye kadar nisab miktarına sahib olanlara farz olur. ancak bir seneye kadar
nisab miktarına sahib olanlara farz olur. Ali (r.a.) ise hiç de bunlardan değildi.
Kaldı ki âlimlerin çoğunluğuna göre yüzük zekat olmaz. Mezkûr âyet:
“Namazı
kılın, onlar gibi zekat verin ve rükû' eden mü'minlerle rükû edin.”
(Bakara:
2/43),
“Ey
Meryem! Rabbine ibadete devam et, secdeye kapan ve rükû' edenlerle beraber
rükû' yap,”
(Al-i İmran: 3/43) âyetleri gibidir. Bütün
bunlardan başka müfessirlerin indinde, açıkça bilinen şudur:
Âyet
kâfirleri veli (dost ve âmir) edinmeyip, mü'minleri veli edinmenin
vücûbu hakkında nazil
olmuştur. Azıcık düşünen kimse bile, kelâmın akışının buna delâlet ettiğini
anlar. Allah (c.c.) bu hususta şöyle buyuruyor:
“Ey
iman edenler! Yahudilerle hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar, birbirlerinin
dostudurlar. İçinizden kim onları dost ve yardımcı edinirse, O da onlardandır.
Allah, düşmana dostluk etmekle nefislerine zulmedenleri hak yoluna eriştirmez.” (Maide:
5/51)
Bu
âyet yahudi ve hıristiyanları dost edinmekten nehyeder.
Daha
sonra Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Onun
için kablerinde nifak hastalığı olanları görürsün ki, kâfirlerle dostluk yapmak
hususunda yarışırlar. Korkarız bir zaman inkilabı ile İslâm mağlup olur,
derler. Fakat yakındır ki, Allah, müslümanlara zaferi veya kendi katından bir
emri getirirde nefislerinde gizlediklerine pişman olurlar.” (Maide:
5/52)
Ondan
sonra Allah (c.c):
“Sizin veliniz ve yardımcınız ancak Allah'la O'nun Peygamberidir; bir de iman
edenlerdir ki, onlar, Allah'ın emirlerine boyun eğerek namaza devam ederler ve
zekat verirler.” (Maide: 5/55) buyurmuştur.
Şüphesiz
bu sıfat bütün mü'minlerindir. Lâkin Ali (r.a.), Ebubekir (r.a.) ve İslâm'a ilk girenler
öncelikle bu âyetin şümulüne dâhildirler.
Mezkûr
ayetin sebeb-i nüzulünü açıklayan hadisi düşünen ve güzelce kavrayan bir kimse
bunun yalan olduğunu görecektir. Eğer bu hadis doğru olsaydı, Ali'ye (r.a.) yardım
etmeyenler ve Onun hakkını vermeyenler (Şiîlere göre) yardım görmeyenlerden
olacaklardı. Halbuki hiç de böyle olmamıştır. Aksine ilk üç halife (Allah
cümlesinden razı olsun) Fars, Rum ve Kıbtilerin memleketlerini fethederek zafere
ulaşmışlardır.
Şiîler ise Osman (r.a.) şehid edilinceye kadar bütün ümmetin Onu
yardımsız bıraktıklarını iddia ediyorlar. Onların tam inadına ümmet, Osman
(r.a.) şehid edilinceye kadar görülmemiş bir şekilde zafere ulaşmıştı. Ondan
sonra da böyle bir muzafferiyyet görülmemiştir. Osman (r.a.) şehid edilince
müslümanlar parçalandılar. Bir kısmı Ali'yi (r.a.) desteklerken, bir kısmı O'nun
aleyhinde bulundular. Diğer bir kısmı da her iki tarafa yanaşmayarak kenara
çekildiler.
Bilindiği gibi, insanların
Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) olan iman ve itaatları Ali (r.a.)
için değildir.
Ali'nin (r.a.) Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) ile olan beraberliği de, Harun'un
Musa (a.s.) ile olan beraberliği gibi değildir.
İsrailoğulları Harun'u
(a.s.) severken,
Musa (a.s.)'dan korkuyorlardı. Harun (a.s.)'da Musa'yı seviyor ve O'nunla
birlikte hareket ediyordu.
Râfizîler ise,
Müslümanların Ali'ye (r.a.) buğzettiklerini, O'na biat etmediklerini ve O'na karşı nassı gizlediklerini
iddia ediyorlar. Durum böyle olunca “Musa'nın, Harun'a ihtiyaç duyduğu gibi,
Rasulullah'da
(sallallahu aleyhi ve sellem) Ali'ye (r.a.) ihtiyaç duymuştur” denilebilir mi?
İşte Ebu Bekir
(r.a.),
O'nun vasıtasıyla aşere-i mübeşşereden (cennetle müjdelenen on kişi) beş kişi
-bunlar, Osman, Talha, Sa'd, Abdurrahman
ve Ebu Ubeyde'dir- müslüman olmuştur. Halbuki ilk
müslümanlardan Ali'nin (r.a.) vasıtasıyla İslâmı kabul etmiş hiç kimseyi
tanımıyoruz. Halbuki Mus'ab b. Umeyr vasıtasıyla Useyd b. Hudayr ve Sa'd b.
Muaz'ın müslüman olduklarını biliyoruz.
Yalnız Ali'nin (r.a.) Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem)yardımcı olduğu hususundaki Râfizînin iddiasına
gelince:
Allah
(c.c.) şöyle buyuruyor:
“...
Yok eğer (kıskançlık
ederek) Peygamberin aleyhinde birbirinizle yardımlaşırsanız, bilmiş olunuz
ki, Allah O'nun yardımcısıdır, Cibril de, mü'minlerin sâlih olanı da...”
(Tahrim: 66/4).
Bu
âyet-i kerime ile her sâlih mü'minin Rasulullah'a yardımcı olduğu beyan
ediliyor. Allah'da, Cibril ile O'nun yardımcısıdır. Salih mü'minler arasında
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) üzerine (Rasulullah'a) veli olacak veya O'nun hakkında tasarrufta
bulunacak hiç kimse düşünülemez. Ancak Allah (c.c.)'ın buyurduğu gibi:
“Erkek
ve kadın bütün mü'minler, birbirlerinin yardımcılarıdır.” (Tevbe: 9/71)
Takva
sahibi olan her mü'min Allah (c.c.)'ın yardımcısı (dinini yaşamakla) olduğu gibi Allah
(c.c.)’da Onun yardımcısıdır. Çünkü:
“Allah,
iman edenlerin yardımcısıdr.” (Bakara: 2/257),
“Biliniz ki, Allah'ın velileri
(dostları) için hiçbir korku yoktur ve Onlar mahzun
da olmayacaklardır.” (Yunus: 10/62)
buyuruyor.
Binaenaleyh
âyetlerden de anlaşıldığı gibi bir kimseye yardımcı olan kişinin, mutlaka Onun
hakkında tasarruf sahibi olması gerekmez. Yardımcı olmak ile veli (bir kimsenin
velayetine sahip olmak) olmak arasındaki fark anlaşılmış oldu.
Emir'e
Vali denilir ama, veli denmez. Fakihler de bir cenazede velî ve vâlî bir araya
geldiklerinde namaz için hangisinin öne geçeceği hususunda ihtilaf etmişlerdir.
Muvâlât düşmanlığın zıddıdır.
|