İman
Çeviren: Cemal Güzel
TEVHİD YAYINLARI
Günahların Bağışlanması Üzerine Tartışmalar
"îslam"
ve "iman" terimleri hakkında alimler tarafından bir çok farklı görüş
ileri sürülmüştür. Bu görüşlerinin kimi çelişik ve kimisi de ortaktır. Bu
yüzden bu konuda gerçeği bilmek gerekmiştir. Bunun için de bu konu üzerinde görüş
birliği sağlanan temel prensipler belirlenmeli ve arkasından da bu temel
prensiplere dayanarak konunun tartışmalı yönlerinde gerçeğe ulaşmaya
çalışmalıdır.
Acaba
bu konuda Kitab (Kur'an), sünnet ve icma kaynak-larınde ne gibi bilgiler
vardır? Peygamber Efendimizden gelen çok kanallı (mütevatir) rivayetlere ve
islâm kaynaklarının ortaya koyduğu kesin bilgilere göre "Medine
Döne-mi"nde insanlar şu üç zümreye ayrılıyorlardı:
1) Müminler
2) Oldukları gibi
görünen kâfirler
3) Görünüşte
müslüman, fakat içten kâfir olan münafıklar.
Nitekim
Cenab-ı Allah (c.c.) "Bakara" suresinin hemen başında bu üç zümreyi
zikrederek müminlerin nitelikleri hakkında dört, kâfirlerin nitelikleri
hakkında iki ve münafıkların nitelikleri hakkında da on kûsûr ayet
indirmiştir. Müminlerin niteliklerini belirten ayetler şunlardır:[1]
"O
kitab (Kur'an) takva sahipleri için yol göstericidir. Onlar ki gaybe inanıp
namazlarını kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah rızası için
harcarlar. Yine onİar gerek sana indirilen ve gerekse senden önce indirilen
gerçeklere inandıkları gibi ahiret hayatı hakkında asla şüphe beslemezler.
İşte bunlar Rabbierinin bağışladığı hidayet üzere olanlar ve kurtuluşa
erenlerdir."[2]
Şu
iki ayet de son nefeslerine kadar tevbe etmeksizin ölen kâfirlerin
niteliklerini belirtmektedir:[3]
"Kâfirlere
gelince onları uyarsan da uyarmasan da kendileri için birdir, onlar inanmazlar.
Allah onların kalbteri ile kulaklarını mühürlemiştir ve gözleri de perdelidir,
onları büyük bir azab beklemektedir."[4]
Öte
yandan aşağıdaki ayetler de münafıkların vasıflarını belirtmektedir:
"İnsanlardan
kimi de var kî," Allaha ve Ahiret gününe inandık" derler, oysa
inanmamışlardır.
Böylece
Allah'ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar, halbuki sadece kendilerini
aldatırlar, ama farkında değildirler.
Onların
kalblerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını artırmıştır Yalan
söylediklerinden ötürü onlara acı bir azab vardır.
Onlara
"Yeryüzünde fesat çıkarmayınız" dendiği zaman, "Biz sadece düzelticileriz"
derler. Haberiniz olsun ki, onlar bozguncuların ta kendileridirler, ama farkında
değildirler.
Müminlerle
karşılaşınca "İnandık" derler. Fakat şeytanları ile başbaşa
kaldıklarında "Biz sizlerle birlikteyiz, onlarla sadece alay
ediyoruz" derler.
Buna
karşılık Allah da kendileri ile alay eder ve onları taşkınlıkları içinde
bocalamaya bırakır.
Bu
kimseler hidayet karşılığında dalâleti satın almışlardır. Onlar bu ticarette
kazançlı olmamışlar ve hidayete erenıemişlerdir."[5]
Bu
ayetlerin devamında Cenab-ı Allah (c.c.) münafıkların durumunu açıklamak üzere
biri ateş ve öbürü de su konulu iki misal vermektedir. Ateş konulu misal
şöyledir:
"Onların
durumu tıpkı karanlıkta ateş yakmak isteyen şu kimselere benzer ki, ateş
çevrelerini aydınlatınca Allah gözlerinin nurunu giderir de kendilerini karanlık
ortasında hiç bir şey göremez halde bırakır."[6]
Su
konulu misal da şöyledir:
"Yahud
onlara zifiri karanlıklar gök gürültüleri ve şimşekler eşliğinde gökten boşanan
şiddetli bir yağmura tutulmuş ve yıldırımlar düştükçe ölüm korkusu içinde
parmakları ile kulaklarını tıkayan kimselere benzerler. Oysa Allah inkarcıları
çepeçevre kuşatmıştır."[7]
Oysa
Hicret'ten önce (Mekke döneminde) insanlar ya mümin veya kâfirdi, aralarında
münafık yoktu. Çünkü bu dönemde müminler zayıf durumda oldukları için
inananlar hem içten ve hem de dıştan inanıyorlar, inanmayanlar ise kâfir
kalıyorlardı. Fakat Peygamber Efendimiz-salât ve selâm üzerine olsun- Medine'ye
hicret edip de, müminler orada taraftar kazanıp güçlenince durum değişti.
Medinelilerin büyük bir çoğunluğu gönüllü olarak müslüman olmakla birlikte
bazıları isteyerek veya istemeyerek müslüman görünmelerine rağmen aslında
kâfir kaldılar. Böylelerinin başı Abdullah b. Ubey b. Selül idi. Bilindiği
gibi bu adam ve onun gibi münafıklar hakkında özel olarak bir kaç ayet
inmiştir.
Kur'an'ın
bir çok yerinde, meselâ Bakara, Al-i îmran, Nisa, Maide, Ankebut ve Ahzab
surelerinde müminler ile münafıklardan birarada bahsedilmektedir. Bu ayetlerde
anlatı-
lan
münafıkların kimi Medinelilerden ve kimi de bedevilerdendir. Nitekim Cenab-ı
Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
"Gerek
çevrenizdeki bedeviler ve gerekse Medineli-ler arasında iki yüzlülüğü
kesinlikle huy edinmiş münafıklar vardır. Onları sen bilemezsin» fakat biz
biliriz."[8]
Öte
yandan bu münafıklar arasında müşrik kökenliler olduğu gibi Ehl-i Kitab
(yahudi ve hristiyan) asıllılar da vardı.
Bu
arada Fetih, Kıtal, Hadid, Mücadele ve Munafıkûn surelerinde, daha doğrusu
Medine'de nazil olan surelerin çoğunda münafıklar konusu ele alınmaktadır.
Nitekim Al-i İm-ran suresinde şöyle buyurulmuştur:
Münafıkların özellikleri
"Ey
müminler, sakın sefere çıkan veya savaşa girişen kardeşlerine "Eğer bizim
yanımızda olsalardı, ne ölürler ve ne de vurulurlardı" diyen kâfirler
gibi olmayınız... İki tarafın karşılaştığı gün başınıza gelenler, Allah'ın izni
ile ve mü'minler ile münafıklar belli olsun diye başınıza gelmiştir. Onlara
"Gelin Allah yolunda savaşın veya vatanınızı savunun" dendi de
"Eğer savaş olacağını bilseydik sizinle birlikte gelirdik" dediler.
O gün onlar imandan çok küfre yakındılar. Kalblerinde olmayan şeyi dilleri ile
söylüyorlardı. Oysa Allah içlerinde saklı tuttuklarını çok iyi
bilmektedir."[9]
Yine
aynı surede münafıklar hakkında şöyle buyurulmuştur:
"Ey
müminler, kendinizden başkasını sırdaş edinmeyiniz. Onlar size ellerinden
gelen, her kötülüğü yaparlar. Size sıkıntı verecek şeyleri dilerler.
Nefretleri ağızlarından taşmaktadır. Bunun yanında içlerinde saklı tuttukları
kin daha da büyüktür...
İşte,
Siz, öyle kimselersiniz ki, onları severseniz, fakat onlar sizi sevmezler. Siz
Kitab'ın tümüne inanırsınız. Onlar ise sizinle karşılaştıkları zaman
"inandık" derler ama kendi başlarına kaldıkları zaman size karşı
duydukları öfkeden ötürü hırslarından parmaklarını ısırırlar. Onlara
"Kininizle ölünüz" de. Hiç şüphesiz Allah göğüslerini özünü
bilir."[10]
"Sana
ve senden önceki peygamberlere indirilenlere inandıklarını sandıkları halde
Tağut'un hakemliğine baş vurmak isteyenleri-oysa ona karşı çıkmaları
emre-dilmişti-görümüyor musun? Şeytan onları hak yoldan iyice saptırmak
istiyor.
Kendilerine,
"Allah'ın indirdiğine ve Peygamberine geliniz" denince münafıkların
senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün... Hayır, onlar aralarında çıkan
anlaşmazlıklarda seni hakem tutmadıkça ve vereceğin hükme karşı içlerinde hiç
bir burukluk duymaksızın kararlarına kesinlikle teslim olmadıkça mümin
olamazlar."[11]
Yine
aynı surede şöyle buyuruluyor:
"Size
ne oldu da münafıklar hakkında ikiye ayrıldınız? Oysa kendi tutumları yüzünden
Allah onları baş aşağı çevirmiştir. Allah'ın saptırdığım doğru yola iletmek mi
istiyorsunuz? Allah'ın saptırdığını hidayete erdirmeye yol bulamazsın.
Onlar
sizin de kendileri gibi inkarcı olup kâfir olmanızı arzu ettiler. O halde
Allah yolunda göç etmedikçe onlardan hiç birini dost edinmeyiniz. Eğer yüz
çevirirlerse onları yakalayınız, bulduğunuz yerde öldürünüz ve onların hiç
birini dost ve destekçi edinmeyiniz.
Ancak
anlaşmalı olduğunuz bir topluma sığınanlar ile ne sizinle ve ne de kendi
toplumları ile savaşmak istemedikleri için yürekleri sıkılarak size gelenler
hariç."[12]
Ulu
Allah (c.c.) aym surenin başka bir yerinde de şöyle buyuruyor:
"Münafıklara
acı bir azaba çarpılacaklarını müjdele! Onlar ki, mümineri bırakıp kâfirleri
dost ediniyorlar. Bu yolla onların nezdinde şeref mi arıyorlar, acaba? Oysa
şeref, tümü ile Allah katmdadır... Hiç şüphesiz, Allah bütün münafıkları ile
kâfirleri cehennemde birara-ya getirecektir.
Onlar
sizi gözetlerler. Eğer size Allah bir fetih bağışlarsa "Biz de sizinle
birlikte değil miydik?" derler. Buna karşılık eğer kâfirler başarı elde
ederse "Müminlerin yanında olsaydık sizi yenmez miydik, oysa şimdi sizi
onlara karşı savunduk" derler...
Münafıklar,
akılları sıra Allah'ı aldatmaya çalışılar. Oysa O, onların aldatmalarını kendilerine
çevirir. Onlar namaza durdukları zaman tembel tembel dururlar, insanlara karşı
gösteriş yaparak Allah'ı pek az anarlar. İki taraf arasında yalpalayıp
dururlar, ne onların ve ne de bunların tarafında yer alırlar. Allah'ın
şaşırttığı kimseye asla çıkar yol bulumazsın... ___
Hiç
şüphesiz, münafıklar cehennemin en alt kalındadırlar. O gün onlar için hiç bir
destekçi bulamazsın. Ancak tevbe edip tutumlarını düzeltenlere ve Allah'a
sığınıp ihlâsla O'nun dinine sarılanlara gelince onlar müminlerle
beraberdirler. Hiç şüphesiz Allah müminlere büyük bir mükâfat
verecektir."[13]
Öte
.yanda aynı konuda Maide suresinde şöyle buyurul-muştur:
"Ey
Peygamberim, ağızları ile "inandık" demelerine rağmen kalbleri ile
inanmayanlarla yahudîlerden küfür yolunda biribileri ile yarışanlar sakın seni
üzmesin. Onlar yalana ve senin yanına gelmeyen bir başka guruba kulak
verirler..."[14]
Aynı
surenin başka bir ayetinde de şöyle Duyurulmuştur: "Ey müminler, yahudiler
ile hristiyanları dost edinmeyiniz. Çünkü onlar birbirlerinin dostlarıdırlar.
Aranızdan kim onları dost edinirse bilsin ki, artık onlardan-dır...
Kalplerinde hastalık bulunanların "Başımıza bir belâ gelmesinden
korkuyoruz" diyerek onların (yahudiler ile hıristiyanların) arasına
koştuklarını görürsün. Oysa Allah belki fetih veya başka bir çıkar yol nasib
eder de sonra onlar içlerinde gizledikleri duygulardan dolayı pişman olurlar.
Buna karşılık müminler "Bütün güçleri ile sizinle beraber olduklarına
dair yemin edenler bunlar mıdırlar?" derler. Hiç şüphesiz, onların amelleri
boşa gitmiş ve kendileri hüsrana uğramışlardır."[15]
Yine
aynı surenin başka bir yerinde şu ayetleri okuyoruz: "Onlar size
geldiklerinde "inandık" derler Oysa onlar yanınıza küfürle
girdikleri gibi yine küfürle yanınızdan çıkmışlardır. Hiç şüphesiz, içlerinde
gizledikleri duyguları Allah iyi bilir.
Onların
çoğunun günahkârlık, saldırganlık ve haram yemede birbirleri ile
yarıştıklarını görürsün. Yaptıkları işler ne kadar kötüdür!"[16]
Bu surenin başka bir yerinde de şöyle buyurulmuştur: "De ki; "ey
kitab ehli (yahudi vehıristiyanlar), sizden önceki sapmış, bir çoklarını
saptırmış ve doğru yoldan uzaklaşmış bir kavmin arzularına uyarak dininizde haksız
yere aşırılığa sürüklenmeyiniz... Onlardan çoğunun kâfirleri dost edindiklerini
görürsün. Gerçekten onlar kendi kendilerine ne kadar büyük kötülük etmişlerdir,
bu yüzden Allah'ın gazabına uğramışlar ve azabı ebediy-yen çekeceklerdir. Oysa
eğer Allah'a, Peygamber'e ve O'na indirilenlere inanmış olsalardı onları
(kâfirleri) dost edinmezlerdi. Fakat onların çoğu fasıktır."[17]
Berae
suresine gelince bu surenin çoğu ayetleri münafıkların nitelikleri ile onların
kötülükleri hakkındadır. Bu yüzden ona "Rezil eden, ifşa eden sure"
adi verilmiştir. Bu sure "Tebük" savaşı yılında nazil oldu. Tebük savaşı,
Hicretin dokuzuncu yılında meydana gelen ve Peygamber Efendimizin -salât ve
selâm üzerine olsun- katıldığı son savaştır. Bu savaşta bir çok münafığın
münafıklığı ortaya çıktığı gibi Cenab-ı Allah (c.c.) bu surede münafıkların
bir çok sıfatını açıklamıştır.
Öte
yandan Cenab-ı Allah (c.c.) bu konuda Nur seresinde şöyle.buyurmuştur:
"Onlar
(münafıklar) gerçi "Allah'a ve O'nun Resûlıı-ne inanıyor ve itaat
ediyoruz" derler, ama arkasından aralarından bir gurup bu sözlerinden
dönerler. Aslında onlar inanmış değillerdir.
Aralarında
hüküm verilmesi için Allah'a ve Resulüne çağrıldıkları zaman müminlerin sözü
sadece "Duyduk ve uyduk" demekten ibaret olur. İşte felaha erenler onlardır."[18]
Cenab-ı Allah (c.c.) aynı konuda Ahzab süresinde de şöyle buyuruyor:
"İnsanlar
arasında öyleleri var ki, "Allah'a inandık" der. Fakat kendisine
Allah uğrunda eziyet edilince insanların işkencesini Allah'ın azabı gibi
sayarlar. Ama eğer sana Rabbinden bir destek gelecek olsa böyleleri kesinlikle
"Biz sizinle birlikte idik" derler. Sanki Allah mah-lûkatın
içlerindeki saklı duyguları bilmiyor mu?
Hiç
şüphesiz Allah, müminleri de münafıkları da iyi bilir."[19]
Ceriab-ı
Allah (c.c.) ayni konuda Ahzab suresinde şöyle buyuruyor:
"Ey
Peygamber, Allah'dan kork ve kâfirlerle münafıklara itaat etme. Hiç şüphesiz,
Allah her şeyi bilen ve
hikmet
sahibidir."[20]
Bu
surede münafıkların Ahzab savaşındaki tutumları belirtilmiş, konuşmalarından
örnekler verilerek korkaklıkları ve yılgınlıkları dile getirilmiştir. Nitekim
Ulu Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Münafıklar
ile kalblerinde hastalık bulunanlar "Allah'ın ve Resulünün bize
vadettikleri şeyler birer aldatmacadan başka bir şey değilmiş" dediler.
İçinizden
halkı savaştan alıkoyanlarla kardeşlerine "Bize katılınız" diyenleri
Allah çok iyi bilir. Bunların pek azı savaşa gelir.
Onlar
size karşı cimrice davranırlar. Savaşta tehlikeli durum gelince onların ölüm
baygınlığına uğramış kimseler gibi gözleri kayarak sana baktıklarını görürsün.
Korkulu an geçince ganimet tutkusu içinde sizi keskin dilleri ile yaralarlar.
Onlar aslında inanmamışlardır, bu yüzden Allah amellerini boşa çıkarmıştır. Bu
Allah için kolay bir şeydir.
Korkaklıklarından
ötürü düşman ordularının Medine'den ayrılmadığını sanırlar ve eğer bu ordular
geri gelirlerse çöldeki bedeviler arasında bulunup başınıza gelecekleri
gelip-giderlerken sormayı temenni ederler. Zaten aranızda bulunanlar da çok az
savaşırlardı."[21]
Aynı
surenin daha sonraki ayetlerinde şöyle Duyurulmuştur:
"Eğer
münafıklar, kalblerinde hastalık olanlar ve Medine'de kötü haber yayanlar bu
tutumlarından vazgeçmezler ise seni üzerlerine musallat ederiz. O zaman
yakınında çok az bir süre kalabilirler, lanetlenirler, nerede rastlansalar
yakalanıp öldürülürler...
Allah
münafık erkek ve kadınlarla müşrik erkek ve kadınları azaba çarptırsın ve mümin
erkekle mümin
kadınların
tevbesini kabul etsin diye bu emaneti insanlara sundu."[22]
Aynı konuda Kıtal (Muhammed) suresinde şu ayetleri okuyoruz:
"Yoksa,
kalblerinde hastalık olanlar, Allah içlerinde besledikleri kini meydana
çıkarmayacak mı sandılar? Eğer dileseydik böylelerini sana gösterirdik de sen
onları simalarından ve konuşma tarzlarından tanırdın. Hiç şüphesiz Allah
yaptığınız her şeyi bilir."[23]
Cenab-x
Allah (c.c.) aynı konuda Fetih suresinde şöyle buyurmuştur:
"İmanlarına
iman katsınlar diye müminlerin kalble-rine huzur indiren O'dur. Göklerin ve
yeryüzünün askerleri Allah'ındır. Hiç şüphesiz, Allah her şeyi bilen ve her
şeyi yerli yerinde yapandır. (Kalplere inen bu huzurun maksadı) Allah'ın mümin
erkek ve kadınları, oralarda ebediyyen kalmak üzere, altından nehirler akan
cennetlere koymak ve onların günahlarım bağışlamaktır. Bu Allah katında büyük
bir kurtuluştur.
Buna
karşılık Allah hakkında kötü duygular besleyen erkek ve kadınlar ile Allah'a
şirk koşan erkek ve kadınlara azab çektirsin diye-Kötü duyguları kendi
başlarına gelesiler!- Allah onlara gazabetmiş, onları lanetlemiş ve kendilerine
cehennemfhazirlamiştır. Orası da ne kötü bir yerdir." (Fetih; 48/4-% Aynı Konuda Hadid
suresinde şu ayetleri okuyoruz: "O gün, mümin erkek ve kadınları, nurları
önlerinde ve sağlarında ilerler görürsün. Ayrıca kendilerine "Bu gün
müjdeniz, altlarından nehirler akan ve içlerinde ebediyyen kalacağınız cennetlerdir"
denilir. İşte büyük kurtuluş budur.
O
gün münafık erkek ve kadınlar müminlere "Bize doğru bakınız da nurunuz üzerimize
yansısın" derler. Buna karşılık (müminler ve tarafından kendilerine)
"Geriye (dünyaya) dönün ve nuru orada arayın denilir. O sırada aralarına
iç tarafı rahmet ve dış tarafı cehhenem azabına açılan bir sur çekilir. Bunun
üzerine münafıklar, müminlere "Biz sizinle birlikte değil miydik?"
diye seslenirler. Müminler de onlara derler, "Evet, ama siz fitneye
kapıldınız, bizim yenilmemizi beklediniz, şüpheye düştünüz. Kuruntular sizi
aldattı. Böylece Allah'ın emri (ölüm) gelip çattı. O ayartıcı şeytan sizi
Allah hakkında yanılgıya düşürdü. Bu gün artık ne sizden ve ne de kâfirlerden
fidye kabul edilmez. Varacağınız yer ateştir, orasıdır sizin lâyığınız!"[24]
Mücadele
suresinde de şöyle buyuruluyor:
"Gizli
gizli konuşmalardan menedildikleri halde yine o menedildikleri işe dönen şu
adamları görmüyor musun? Onlar günah, düşmanlık ve Resulûllah'a isyan amaçlı
gizli konuşmalar yapıyorlar. Yanına geldiklerinde de seni Allah'ın
selâmladığından başka bir tarzda selâmlıyorlar..
Allah'ın
gazab ettiği kimseleri dost edinenleri görmüyor musun? Onlar ne sizdendirler
ve ne de onlardan. Bilerek yalan yere yemin ederler. Allah onlar için şiddetli
bir azab hazırlamıştır. Onlar ne kadar kötü bir iş yapmışlardır! Yeminleri
kalkan yapıp (insanları) Allah yolundan çevirdiler. Onlar için küçük düşürücü,
bir azab vardır."[25]
Bu
surede geçen "Onlar ne sizdendirler ve ne de onlardan" ifadesi Nisa
süresindeki "arada yalpalayıp dururlar, ne bunlara bağlanırlar ve ne de
onlara" ifadesi ile aynı manadadır. Tıpkı. Peygamber Efendimizin - salât
ve selâm üzerine olsun- buyurduğu gibi
"Münafık,
iki sürü arasında şaşkın kalan bir koyun
gibidir.
Bir berikinin ve bir öbürkünün arasına katılır."
Bu
konuda Haşr suresinde ise şöyle buyuruluyor:
"Münafıkları
görmüyor muşunu? Onlar Kitaplılardan olan kafir kardeşlerine "Eğer siz
yurdunuzdan sürülecek olursanız, kesinlikle sizinle birlikte biz de çıkar ve
sizin aleyhinizde hiç kimseye itaat etmeyiz.
Şayet
sizinle savaşılırsa mutlaka size yardım ederiz." derler. Oysa Allah
şahittir ki, onlar yalan söylüyorlar.
Buna
göre eğer onlar sürgün edilecek olsa bunlar onlarla beraber çıkmazlar, eğer
onlarla savaşılsa onlara yardım etmezler, yardım etseler bile (sıkışınca) arkalarına
dönüp kaçarlar, sonra bir daha kendilerine yardım edilmez. İyi biliniz ki,
onların kalplerinde sizin korkunuz Allah'mkinden fazladır."[26]
Öte
yandan aynı konuda Münafıkın suresinde de şöyle buyuru lmuştur:
"Münafıklar
yanına geldikleri zaman "şahitlik ederiz ki, sen kesinlikle Allah'ın
rasulûsun" derler. Senin kendi rasulû olduğunu kesinlikle bilen Allah,
bununla birlikte münafıkların yalancı olduklarına şahiddir."[27]
Maksadımız
Kur'an'da münafıklara ve onların vasıflarına ne kadar geniş biçimde yer
verildiğini belirtmektir,
"Münafıklar"
zahirde müslüman görünürler. Peygamber Efendimiz zamanında münafıklar daha
sonraki benzenlerinde görülmeyen bir titizlikle islâmiyetin zahiri hükümlerine
uyarlardı. Çünkü o günlerde islâm Cenafa-ı Allah'ın (c.c.) şu buyruğu uyarınca
hem delille ve hem de kılıçla destekleniyordu:
"O
Resulünü, hidayet ve hak dinle gönderdi ki, O hak dini bütün dinlere üstün
çıkarsın. Hiç şüphesiz, şa-hid olarak Allah yeterlidir."[28]
Bilindiği
gibi Huzeyfe b. Yemanî -Allah ondan razı olsun- sahabîler arasında
münafıkların niteliklerini ve ileri gelen münafıkların isimlerini en iyi bilen
kimse idi. Çünkü Peygamber Efendimiz-salât ve selâm üzerine olsun- Tebük savaşı
yılında ileri gelen münafıkların isimlerini ona gizlice bildirmişti. Bu yüzden
söylendiğine göre "Kendisinden başka hiç kimsenin bilmediği bir sırrın
sahibi" diye anılır ve cenaze namazı kılınması yasaklanan münafıklardan
biri olabilir diye Hz. Ömer- Allah ondan razı olsun- Onun cenazesini kılmadığı
kimselerin namazını kılmazdı. İşte bu Huzeyfe'nin "Günümüzde münafıklık,
Peygamber Efendimizin zamanından daha çoktur" dediği ve başka bir
rivayete göre sözlerini "Peygamberimiz zamanında münafıklar münafıklarını
gizli tutarlardı, oysa bugün bu hallerini gizlemiyorlar" şeklinde
açıkladığı bildirilmiştir. Buharı, bu konuda İbn-i Ebu Melike'nin şu sözünü
nakleder, "Peygamberimizin sahabî-lerinden otuz kişi ile tanıştım,
bunların hepsi kendileri hesabına münafıklıktan korkuyordu."
Cenab-ı
Allah -c.c- münafıkların namaz kıldıklarını ve zekât verdiklerini belirtiyor,
fakat onlar tarafından yapılan bu ibadetlerin kabul edilmediğini açıklıyor.
Nitekim bu konu ile ilgili olarak buyuruyor ki:
"Münafıklar,
(akılları sıra) Allah'ı aldatmaya çalışırlar. Oysa O, onların aldatmalarını
başlarına çevirir. Bunlar namaza durdukları zaman tembel tembel dururlar,
insanlara gösteriş yaparlar, Allah'ı pek az anarlar."[29]
Diğer
bir ayette de şöyle Duyurulmuştur:
"De
ki, "İster gönüllü ve ister gönülsüz olarak sadaka verin, verdikleriniz
kabul edilmeyecektir. Çünkü siz yoldan çıkmış kimselersiniz.
Sadakalarının
kabul edilmeyişinin tek sebebi şudur: "Onlar Allah'a ve Rasulûhe
inanmazlar, namaza tembel
tembel
dururlar ve kesinlikle istemeye istemeye sadaka verirler." [30]
Bu
arada münafıklar Peygamber Efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun- yanında
savaşlara bile katılıyorlardı. Nitekim tanınmış münafık Abdullah b. Ubeyy b.
Selul ve arkadaşları Peygamber Efendimiz ile birlikte katıldıkları bir savaş
sırasında Kur'an-ı Kerim'in ifadesi ile şöyle demiş:
"Eğer
Medine'ye dönersek, kesinlikle üstün olanlarımız aşağı, olanları oradan
çıkaracaktır."[31]
Sahabilerden
Zeyd b. Erkam-Allah ondan razı olsun-Abdullah b, Ubeyy'in bu sözünü Peygamber
Efendimize ulaştırınca bazıları Abdullah'ın böyle bir şey demediğini ileri
sürdükleri için Cenab-ı Allah (c.c.) bu ayeti indirerek Zeyd'i
desteklemişlerdir.
Demek
ki, insanlar gerçekte şu üç kısma ayrılırlar:
1) Müminler
2) Görünüşte müslüman
olmakla birlikte aslında ve iç alemi itibarı ile kâfir olan münafıklar
3) Hem görünüş ve hem
de iç alemleri itibarı ile kâfir olanlar.[32]
Müslümanlar
arasında arap olmayanlar (acemler)in sayısı çoğalınca "zındık"
terimi ortaya çıktı. Bu terim zamanla fıkıh alimlerinin diline de girdi. Bunun
üzerine "Halk arasında zındık olarak tanınan ve bu hali ile hükümdarın
huzuruna çıkarılan kimsenin tevbesi kabul olunur mu?" diye bir tartışma
çıktı. Malikiye, Ahmed b. Hanbel'den gelen iki rivayetten birine, Şafii'nin
ileri gelen tarafdarlarından bir bölümüne ve Ebu Hanife'ye dayandırılan iki
görüşten birine göre bu sorunun cevabı olumsuzdur, yani "zındık"ın tevbesi makbul değildir. Buna karşılık
Şafiî mezhebinden kaynaklanan meşhur rivayet böyle birinin tevbesinin kabul
edilmesi yolundadır. Ahmed b. Hanbel'e dayandırılan ikinci bir rivayet ile
Hanefî Mezhebinin bu konudaki başka bir görüşü de böyledir. Bazı mezhep
imamlarının bu konudaki görüşleri daha da detaylıdır.
Bu
konuya girmekteki maksadımız "zındık" kelimesinin adı geçen fıkıh
imamlarının dilinde Peygamber Efendimiz-salât ve Selâm üzerine ol
sun-zamanındaki "Münafık" terimi ile aynı anlama geldiğini
belirtmektir. Bu anlam da kişinin zahirde müslüman görünürken aslında ve iç
dünyasında göründüğünden başka türlü olması demektir. Bu kişi isterse
yahudilik, hristiyanlık ve benzeri bir dinin bağlısı olsun; isterse de
Allah'ın varlığını, ahireti ve salih amelleri reddeden bir inkarcı olsun.
Çoğu
kelâm bilginleri ile sıradan halkm dilinde "zındık" bu anlamların
ikincisine gelirken fıkıh alimleri bu terimi ilk anlamda kullanmışlardır. Çünk
fıkıh alimleri bu terimi kullanırken kâfir ile kâfir olmayanı ve mürted
(islâm-dan dönen) ile böyle olmayanLbirbirinden ayndetmek istemişler, ayrıca
kâfir ve mürted niteliklerini açığa vuranlarla gizli tutunları hep birlikte bu
terimin kapsamı altında gördükleri gibi küfür ve mürtedlik derecelerine
bakmaksızın her türlü kâfir ve mürted hakkında bu terimi kullanmışlardır.
Bilindiği
gibi Cenab-i Allah (c.c.) kâfirliğin "fazlalık"la nitelenebileceğini
belirtmiştir. Tıpkı imanın "fazlahk"la nitelenebileceğini ifade
ettiği gibi. Nitekim O şöyle buyurmuştur:
"Savaşmanın
yasak olduğu haram ayları ertelemek küfürde daha ileri gitmektir."[33]
Yine
Cenab-ı Allah (c.c.) aşağıdaki ayette, ahirette bazı kâfirlerin diğer bazı
kâfirlerden daha ağır azab görecek-
lerini
haber vermiştir:
"Onlar
ki, inkâr ettiler ve insanları Allah'ın yolundan alıkoydular. İşte onların
azabını kat kat artırdık."[34]
Bu
incelik bu konuda mutlaka bilinmesi gereken temel bir prensiptir. Çünkü iman ve
küfür konusunda konuşup sapık görüşülülerin kâfir olduklarını belirtenler bu
temel prensibi gözönünde bulundurarak kişinin dış görünüşü ile iç yüzünün
hükmünün farklılığını fazla irdelememişlerdir. Oysa bu iki durumun hükmü ile
ilgili ayırım dinimizin temel kaynakları olan Kur'an ve sünnetle icma-i ümmetle
gözetilmekte, hatta bu dinin temel niteliğinden kesinlikle anlaşılmaktadır.
Bu
temel prensibi inceleyen kimse bilir ki, çoğu sapık görüş ve bidat
taraftarları Peygamber Efendimizin bildirdiği gerçekleri iyice anlayamadığı
için yanılgıya düşmüş hatalı birer mümin olabilecekleri gibi asıl mahiyetlerini
gizleyerek olduğundan başka türlü görünen zındık birer münafık da olabilirler.
Bu
konudaki diğer bir temel prensip de şudur. Gerek Kur'an'da ve gerekse Peygamber
Efendimizin -salat ve selâm üzerine olsun- hadislerinde bazı kimselere
müslüman" denebileceği, fakat "mümin" denemeyeceği
belirtilmiştir. Nitekim Cenab-ı Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
Mümin-Müslüman
farkı.
"Bedeviler
"inandık" dediler. Onlara de ki; "Siz inanmış değilsiniz. Bu
yüzden -İslâm olduk- deyiniz. Çünkü henüz iman kalbi er in ize girmedi. Eğer
Allah'a ve O'nun Rasûlüne itaat ederseniz, Allah yaptığınız amellerden hiç
birinin karşılığını noksan bırakmaz. Hiç şüphesiz O bağışlayıcı ve
rahimdir."[35]
Öte
yandan Cenab-ı Allah (c.c.) Lut Kavminin kıssasını anlatırken şöyle buyuruyor:
"Orada
müminlerden kim varsa çıkardık. Zaten orada müslumanlardan bir ev halkından
başka kimseyi bulamadık."[36]
Bazıları
bu ayete göre "mümin" ve "müslüman" terimlerinin aynı
anlama geldiklerini ve buna göre bu ayetle yukar-daki ayet arasında çelişki
bulunduğunu sandılar. Oysa durum böyle değildir. Tersine bu iki ayet arasında
sıkı bir anlam benzerliği vardır. Çünkü Cenab-ı Allah (c.c.) ikinci ayette
"orada bulunan müminleri çıkardığını, fakat orada bir tek ev halkından
başka hiç bir müslümana rastlanmadığım bildirmektedir.
Şöyle
ki, Hz. Lut'un- selâm üzerine olsun- eşi şehirde ka: lan ailelerden birine
mensuptu. O şehirden çıkarılıp kurtulanlar arasmda değil, şehirde kalıp azaba
çarpılanlar arasında idi. Çünkü o görünüşle kocasının dinine bağlı olup tarafında
yer alır gibi davranıyordu idi ise de aslında kabilesi-ninin yanında ve onların
dinine bağlı idi. Bu yüzden eve gelen misafirleri kabilesine haber vererek
kocasına ihanet etmişti. Nitekim Cenab-ı Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Allah
kâfirlere örnek olarak Nuh'un karısı ile Lût'un karısını gösterdi. Bu ikisi
salih kulumuzun nikâhı altındayken kocalarına ihanet ettiler."[37]
Yalnız
şunu belirtmek gerekir ki, bu iki kadının ihaneti ırz veya yatak konusunda
değil, din konusunda idi. Çünkü bir peygamber eşinin kocasını aldatması
düşünülemez. Ayrıca bilindiği gibi bazı şeriatlere göre kâfir kadınlarla
evle-nilebilir. Nitekim bizim şeriatımızda da kâfirlerin bir çeşidi olan
kitabh (ehl-i kitab) kadınlarla evlenmek cazidir. Buna karşılık kocasını
aldatan bir kadınla evlenmek deyyüs-luktur ki, Cenab-ı Allah (c.c.) tüm
peygamberlerini böylesine yüz kızartıcı bir sıfattan uzak tutmuştur. Buna göre
"Fahişe bir kadınla tevbe etmedikçe evlenmek haramdır" diyen fıkıh
alimleri doğru söylemişlerdir.
Sözün
kısası, Hz. Lût'un karısı mümin olmadığı gibi şehirden çıkarılıp
kurtulanlardan biri de değildi. Buna göre "orada müminlerden kim varsa
çıkardık" şeklindeki ilâhi ifadenin kapsamma girmiyordu. O şehirde
bulunan "müslüman bir aileye mensup olduğu için Cenab-ı Allah (c.c.) onun
hakkında "Zaten orada müslümanlardan bir ev halkından başka kimseyi
bulamadık" buyurmuştur. Yani Kur'an-ı Kerîm "şehirden
çıkarmaktan" bahsederken de "müslim" ligi dile getirerek bize
hikmetli üslûbunun bir Örneğini vermektedir. Tıpkı bunlar gibi Cenab-ı Allah
(c.c.) bir başka ayette de şöyle buyuruyor:
"Müslüman
erkek ve kadınlar ile mümin erkekler ve kadınlar."[38]
Görüldüğü
gibi bu ayette de Cenab--ı Allah (c.c.) "müslim" ile "mtimirV'i
biribirinden ayrı saymıştır. Böylece bu konuda Kur'an-ı Kerim'den üç tane
delil göstermiş olduk.
Ayrıca
Buharı ile Müslim'de Saad b. Ebu Vakkas -Allah ondan razı olsun- tarafından
rivayet edilen şöyle bir hadis vardır. Saad b. Ebu Vakkas diyor ki:
"Bir
gün Peygamberimiz- salât ve selâm üzerine olsun-huzuruna gelen bir kaç kişiye
sadaka vermiş, fakat bir kişiye hiç bir şey vermemiştir. Bunun üzerine
kendisine
"Ya
Rasulallah, falancaya sadaka vermedin, Oysa o '"mümin"dir."
dedim. Peygamberimiz bana
110
kimse müslim midir ki?" diye karşılık verdi. Bir süre sonra yine kendimi
tutamayarak Peygamberimize:
"Ya
Rasulallah, falancaya ve falancaya sadaka verdiğin halde filancaya vermedin.
Oysa o kişi mümindir" dedim Peygamberimiz bana yine iki veya üç kere üst
üste
"
O kişi müslim midir?" diye karşılık verdikten sonra bana aslında daha çok
sevdiği o kimseyi bırakarak diğer bir kaç kişiye sadaka vermesinin sebebinin
sadaka verdiği kimselerin Allah tarafından sürüne sürüne cehenneme atılmalarından
duyduğu endişe olduğunu anlattı."
Zuhrî
bu hadisi açıklarken diyor ki: "O devrin anlayışına göre İslâmi Kelime-i
Şehadet getirmek ve iman da amel işlemek demekti. Oysa Peygamber
Efendimiz-salât ve selâm üzerine olsun -bu hadiste Saad b. Ebu Vekkas'a iki
ayrı cevap veriyor. Birincisi demek istiyor ki, "Senin mümin olduğuna
şahitlik ettiğin kişi, mümin değil, müslim olabilir." İkincisi "Eğer
o kişi mümin ise diğerlerinden daha üstün ve değerlidir. Bu duruma göre imanca
daha zayıf kimselere sa-. daka veriyorum ki, yoksulluk bu kimselerin dinden
çıkıp Allah'ın kendilerini cehennme atmasına yolaçmasın."
Buna
göre Kur'an-ı Kerim ile sünnetin "mümin" değil de "müslim"
olduklarını belirttiği bu kimseler acaba aslında iç alemlerinde kâfir olan
münafıklar mıdır, yoksa çok zayıf imanı olan kimseler de bu kategoriye girer
mi? Bu nokta değişik branşh alimler arasında tartışmalıdır.
Bir
gurup hadis ve kelâm alimi ile bu gurubun görüşünü paylaşanlara göre Kur'an-
Kerim ile hadiste bu şekilde belirtilenler görünüşte teslim olup İslama boyun
eğdikleri halde kalblerinde hiç iman bulunmayan kimselerdir.
Bu
görüşün sahipleri diyorlar ki; "Allah tarafından kabul edilen İslâm, iman
temeline dayanır, ondan ayrı düşünülemez. Fakat söz konusu kimseler iç
alemlerinde değil de görünüşte müslim oldukları için iç alemleri itibarı ile ne
müslim ve ne de mümin olmamışlardır. Cenab-ı Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Kim
İslâm'dan başka bir din ararsa (bulacağı din Allah tarafından) asla kabul
edilmez"[39]
Yani
her müslim, ayni zamanda mümindir. İslama ters düşen, ona yabancı kalan şey
Allah katında makbul değildir. Buna göre iman'm islâm'dan bir parça olması onun
kapsamına girmesi gerekir. O zaman her mümin, müslim olduğu caklannı belirtemek anlamsız olur. Zira
müminlerin Allah'a ve Rasulûne itaat edince karşılığında sevap kazan-caklan
kesinlikle bilinen bir gerçek olduğuna göre bunu belirtmek gereksiz olur.
Ayrıca
ayette bu kimselerin kalblerine "henüz" iman girmediği belirtildikten
sonra kendilerine "Eğer Allah'a ve Rasulûne itaat ederseniz, Allah hiç bir
amelinizin sevabını zayi etmez" diye hitab etmektedir. Eğer bu kimseler bu
durumdayken Allah'a ve Rasulûne itaat etmenin karşılığında sevap kazanmayacak
olsalar, bu hitap anlamsız olurdu. Çünkü Cenab-ı Allah, bu ayetin devamında
Allah'a ve Rasulûne itaat etmenin bu kimselerin daireleri dışında tutuldukları
"mümin"lerin vasfı olduğunu belirterek şöyle buyuruyor:
"Müminler
ancak onlardır ki, Allah'a ve Rasulûne inandılar, sonra da şüpheye düşmediler.
Arkasından da mallan ve canları ile Allah yolunda savaştılar. İşte iman
iddiasında doğru olanlar bunlardır."
Bu
ayette belirtilen hal, imana gerçeklik kazandıranların halidir, yoksa zerre
kadar imanı olanların niteliği değildir. Nitekim Cenab-ı Allah başka bir ayette
şöyle buyuruyor:
"Müminler
o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir ve kendilerine
Allah'ın ayetleri okunduğu zaman (o ayetler) imanlarını pekiştirir, ayrıca
Rabblerine tevekkül ederler. Namazlarını kılarlar ye kendilerine verdiğimiz
rızıktan başkalarına verirler. İşte gerçek müminler bunlardır."[40]
Başka
bir ayette de şöyle buyurulmuştur:
"Müminler
o kişilerdir ki, Allah'a ve Rasulûne gönülden inanmışlardır. İçtimai bir iş
görüşmek üzere Allah'ın Rasulûnun yanında buludukları zaman O'ndan izin
almadan gitmezler. Ey Muhammed, yanından ayrılırken senden izin alanlar, İşte
Allah'a ve Peygambere inananlar
onlardır."[41]
Peygamber Efendimizin "Zina eden kimse, zina ettiği anda mümin
değildir..." şeklinde başlayan hadisi ve buna benzer hadisleri de
yukardaki ayetlerin ışığında düşünülmelidir.
Yukardaki
ayet açıkça belirtir ki, söz konusu bedevilerde bulunmadığı belirtilen iman,
cehennemde ebediyyen kalmayacak olan fasık kıble ehlinde bulunmayan imandır.
Yoksa böylelerinin her birinde birazcık iman vardır. Bu imanın bulunmayışı
sahibini ebediyyen cehennemde bırakan küfrün varlığını gerektirmez.
Bu
"durunTun açıkça anlaşılması bunoktadaki kargaşalığı gidererek okuyucuya
şunu öğretir ki, müslümanlar arasında ne cehennemin en alt katına atılacak
olan kesin münafıklardan ne haklarında "Müminler, ancak onlardır ki, Allah'a
ve Rasulûne inandılar sonra da şüpheye düşmediler. Arkasından da malları ve
canları ile Allah yolunda savaştılar. İşte iman ididasmda doğru olanlar
bunlardır" diye Duyurulanlardan ve ne de haklarında "İşte gerçek müminler
bunlardır" diye Duyurulanlardan olmayan bir kesim vardır.
Buna
göre bu kesim ne münafıktır ne gerçek anlamda sadık mümindir ve ne de hiç azab
görmeksizin doğrudan doğruya cennete gireceklerdendir. Tersine bu kesimin amel
defterlerinde hem ibadet, hem günah; hem iyilik ve hem de kötülük bulunur. Bu
zümrenin ebediyyen cehennemde kalmalarını engelleyecek derecede imanları
olduğu gibi, bir süre cehhenemde kalmalarını gerektiren büyük günahları da
vardır.
Bu
kesime bazı alimler "koyu fasık" adını vermişlerdir. Hemen belirtelim
ki, bu kesimin gerek ismi ve gerekse tabi olduğu hüküm, alimler arasında
tartışmalı bir konudur. Bu noktadaki anlaşmazlık İslam tarihinde "temel
inanç prensipleri" alanında beliren ilk anlaşmazlıktır.[42]
İmam
Ahmed b. Hanbel "Haricilerle ilgili değişik kanallardan rivayet edilmiş
on tane sahih hadis vardır" diyor. Müslim bu on hadise, aynen Ahmed Hanbel
gibi yer vermiştir. Buharı bu hadislerin bir kaç tanesine yer verirken diğer
hadis kaynaklarında da bunlar içinde, değişik sayıda hadise rastlanmaktadır.
Söz
konusu hadislerin en sahihleri Hz. Ali b. Ebu Talib ile Ebu Said-ül Hudrî-Allah
her ikisinden de razı olsun-ta-rafından rivayet edilen iki hadistir. Buharî ile
Müslim'in ortaklaşa yer verdikleri bu hadislerden birincisine göre Hz. Ali-AHah
ondan razı olsun-şöyle diyor:
"Size
Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun-bir hadisini naklederken gökten
yere düşmeyi Rasulûllah'a yalan yere bir söz yakıştırmaya tercih ederim. Fakat
eğer benimle onlar (Hariciler) arasındaki olaylardan size sözedecek olursam
bilmelisiniz ki harp hileden ibarettir. Bir defasında Peygamberimizin-s al ât
ve selâm üzerine olsun- şöyle buyurduğunu işitmiştim:
"Ahir
zamanda ortaya yaşları genç ve kafalarında ham hayaller besleyen bir grup
(kavim) çıkacaktır. En hayırlı insanların söylediği sözleri konuşurlar, ama
imanları gırtlaklarından aşağı inmez. Bunlar ok yaydan çıkar gibi dinden
sıyrılıp çıkacaklardır. Onları rastladığınız yerde öldürünüz. Çünkü onları
öldüren kimse Kıyamet günü bu yaptığından dolayı sevap kazanacaktır."
Yine
Buharî ile Müslim'in ortaklaşa yer verdikleri öbür hadise göre Ebu Said-ül
Hudrî-Allah ondan razı olsun-şöyle diyor:
"Ali
b. Ebu Talib, Yemen1 den Peygamberimize deriye sarılı bir parça külçe altın
göndermiştim. Rasulullah de henüz cürufundan ayrılmamış olan bu altın filizini
dört kişi arasmda bölüştürdü. Sahabilerden biri bu konuda
"O
altın o adamlara değil, bize verilmeliydi" diye konuştu. Bu sözler
kulağına varınca Peygamberimiz o sahabiye
"Bana
güveniyor musunuz? Oysa göktekinin (Allah'ın) güvenine mazhar olmuş bir
kimseyim, nitekim sabah-akşam bana gökten haber (mesaj) geliyor" diye
karşılık verdi.
Bu
sırada orada bulunan göz çukurları derin, elmacık kemikleri ile alnı çıkık,
gür sakallı, başı traşlı ve beli kuşaklı bir adam ayağa kalkarak Peygamberimize
"Ya
Rasulallah, Allah'dan kork" dedi. Peygamberimiz de adama
"Yazıklar
olsun sana! İnsanlar arasında Allah'dan en çok korkan (bu sıfatı taşımaya en
lâyık) kimse ben değil-miyim?" diye karşılık verdi. Bunun üzerine adam
geri dönüp oradan uzaklaşmaya koyuldu. Arkasından Halid b. Ve-dil-Allah ondan
razı olsun
"Ya
Rasulallah, onun boynunu vurayım mı?" diye sordu. Peygamberimiz, Halid'e,.
"Belki
namaz kılan biridir" karşılığını verdi. Halid, Peygamberimizin bu
sözlerine "Nice namazlar kılan kimse var ki, kalbinde olmayanı dili ile
söylüyor" diye karşılık verince Rasulûllah'dan
"Bana
insanların kalblerinî yarayım, göğüslerini oyayım diye emir verilmedi"
cevabını aldı. Daha sonra arkasını dönüp gitmekte olan adama bakan
Peygamberimiz şöyle dedi;
"Bu
adamdan kaynaklanan öyle bir nesil gelecek ki, onlar Allah'ın Kitab'ını kuru
kuruya okuyacaklar, okudukları gırtlaklarından aşağı inmeyecetir. Onlar ok yaydan
çıkar gibi dinlerinden sıyrılıp çıkacaklardır." Öyle sanıyorum ki
Rasulullah bu sözlerini
"Eğer
onlara yetişirsem saldırgan bir düşmana karşı savaşır gibi onlara karşı
savaşırım" diye bağlamıştır.
Bu
ifade Müslim'e aittir. Yine "Müslim'de yer aldığına göre Ebu Said-ül Hudrî
"Peygamberimiz, ümmeti arasında bulunup ayrı bir fırka (gurup) halinde
ortaya çıkacak olan bir kavimden söz etti. Bunların görünür belirtisi
başlarının traşh olmasıdır. "Peygamberimiz onlar hakkında
"Onlar
insanların en kötüleridirler" veya "Onlar insanların en kötüleri
arasındadırlar" dedikten sonra sözlerini "iki müslüman grubun hakka
daha yakın olanı onlarla savaşacaktır" diye bağladı. Ey Iraklılar, onlarla
sizler savaştınız."
Bu
hadis, Ebu Bekre -Allah ondan razı olsun- tarafından rivayet edilip Müslim'de
yer alan Hz. Hasanla -Allah ondan razı olsun- ilgili "Benim bu oğlum
(torunum) Seyyid'dir. Allah onun aracılığı ile iki büyük müslüman grubu birbiri
ile barıştıracaktır" şeklindeki hadisle birlikte incelenince açıkça
anlaşılır ki;
1) Sıffîn'de
birbirleri ile savaşan grupların her ikisi de mü'mindir.
2) Bu iki gurubun
barışması -Hz. Hasan'ın yaptığı gibi-Allah katında savaşmalarından daha
makbuldür.
3) Bu iki gurup
arasındaki savaş her ne kadar emredilmiş bir şey değil idi ise de Hz. Ali ve
taraftarları, Hz. Muaviye ile taraftarlarına göre hakka daha yakın idi. Çünkü
Haricilere karşı savaşmak Peygamberimiz tarafından emredilen bir şeydir. Bu
yüzdendir ki, gerek sahabiler ve gerekse büyük mezhep imamları onlarla savaşma
konusunda müttefikti.
Bu konuda
biz de deriz ki; halife Hz. Osman öldürülüp de Hz. Ali -Allah her ikisinden
razı olsun- Irak'a gidince ve ümmet arasında gerek Cemel (deve) gerekse Sıffın
olayları sırasında herkesçe bilinen fitne ve ayrılık meydana gelince çatışan
tarafların her ikisine de karşı çıkan "Hariciler" adında bir üçüncü
kesim meydana çıktı. Peygamber Efendimiz-Salâtve1 selâm üzerine olsun- daha
önce gerek bunların ortaya çıkacağını ve gerekse haklarındaki hükmün nasıl
olduğunu bildirmişti.
Sözünü
ettiğimiz bu hariciler çeşitli adlarla anılırlar. Bunlar ilk önce
"Harura" denen yerde ortaya çıktıkları için kendilerine
Haruriye" adı verildiği gibi Hz. Ali ile Nehre-van'da savaştıkları için
"Ehl-i Nehrevan (Nehrevanlılar) adı ile de anılırlar. Önemli kollan
Abdullah b, Ibaz'ın taraftarları olan "Ibaziye" ile Nafi b. Ezrak'ın
taraftarları olan "Ezarıka" ve Necdet-ül Hesuri'nin taraftarlar olan
"Nec-dat"tır.
Hariciler,
günahları gerekçesi ile, hatta kendilerince günah sayılan davranışları sebep
göstererek kıble ehlini kâfir sayıp kanlarının akıtılmasını helâl şayan ilk
zümredirler. Onlar vaktiyle Peygamberimizin haklarında buyurduğu gibi
"putperestleri bırakıp müslümanlan öldürüyorlardı."
Nitekim
bunlar Hz. Ali'yi -Allah ondan razi olsun- kanını akıtmayı helâl görerek
öldürmüşlerdir. Bilindiği gibi Hz. Ali'yi Abdurrahman b. Mulcem adındaki harici
öldürmüştür. Gerek bu adam ve gerekse diğer bazı harici arkadaşları ibadet
konusunda müctehid olarak ortaya çıktılar. Fakat bunlar Ehl-i Sünnet yolundan
ayrılan cahillerdir. Onlara göre insanlar ya mümin veya kâfirdir. Mümin bütün
farzları yerine getren ve bütün haramlardan kaçman kimseye denir. Onların
görüşüne göre böyle olmayan herkes ebediy-yen cehennemde kalacak olan bir kafir
idi. Daha sonra kendileri gibi düşünmeyen herkesi böyle sayarak "Osman,
Ali ve benzerleri Allah'ın indirdiği prensiplere aykırı hükümler verdikleri
için zalim ve dolayısı ile kâfirdirler" demişlerdir.
Haricîlerin
bu görüşü Kur'an'da ve sünnette bulunan bir çok delil karşısında asılsız ve
batıldır. Örnek verecek olursak Cenab-ı Allah Kur'an'da hırsızı öldürmeyi
değil, elini kesmeyi emretmiştir. Eğer hırsız bu davranışı yüzünden Müslümanlar arasında
"Haricilerin" mahiyeti meydana çıkınca sahabiler onlar hakkında
konuşarak kendileri ile ilgili Peygamber hadislerini açıkladılar ve onların
görüşlerini reddeden Kur'an ayetleri belirttiler. Böylece bu kimselerin bidatçı
olduğu herkes tarafından anlaşıldı.
O
Haricîlerin arkasından "Mutezile"ler geldi. Bunlar Hasan-ı Basrî'nin
ölümünden sonra ehl-i sünnet ve'l-ce-maat'dan ayrılan Amr b. Ubeyd ve Vasıl b.
Ata ile bunların taraflarından meydana geliyordu. Bu kimseler tıpkı hariciler
gibi. "Büyük günah işleyenler ebediyyen cehennemliktirler. Biz onlara ne
mümin ve ne de kâfir diyor, tersine onları fasık diye adlandırarak mümin ile
kâfir arasında bir yerde kabul ediyoruz" dediler. Ayrıca "mutezileler
Peygamber Efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun- ümmeti arasındaki büyük
günahkârlara şefaat edeceğini ve bu kimselerin bir süre cehennemde kaldıktan
sonra çıkacaklarını reddetmişlerdir. Onlara göre insanlar hiç azap görmeyecek
olan "iyiler" ile hiç saadet yüzü görmeyecek olan
"kötüler"ol-mak üzere ikiye ayrılırlar. Öte yandan
"kötüler" kâfirler ve fasıklar olmak üzere iki kesimden meydana
gelirler. Görüldüğü gibi "mutezileler, "Hariciler" gibi
düşünerek büyük günah işleyenleri kâfir saymamışlardır.
Mutezile
mezhebine, Haricilere verdiğimiz cevabın aynisini vererek kendilerine şöyle
deriz: Hariciler nasıl insanları günahsız müminler ile sevapsız kâfirler
olarak iki kısma ayırdılar ise siz de bütün insanları günahsız müminler ve
sevapsız kâfir ve fasıklar olarak ikiye ayırıyorsunuz. Oysa eğer fasıkm bütün
iyi amelleri yok sayılıp kendise ebedî cehennemlik olsaydı, tıpkı mürted
(dinden dönen kimse) gibi Ölüm ve köleleşme cezasına çarptırılması gerekirdi.
Halbuki fasık, münafığın tersine dine inandığını açığa vurmuşdur ve Cenab-ı
Allah da şöyle buyurmaktadır:
"Allah
kendisine ortak koşulmasını affetmez. Fakat bunun
dışında kalan günahları dilediğine bağışlar."[43]
Görülüyor
ki, Cenab-ı Allah bu ayette şirkin dışında kalan günahları affetmeyi dileğine
bağlamıştır. Öteyandan bu ayetteki affı tevbe şartına bağlamak doğru değildir.
Çünkü tevbe söz konusu olunca şirk ile başka bir günah arasında fark yoktur.
Nitekim Ulu Allah şöyle buyuruyor:
"De
ki; ey nefislerine aşın derecede zulmeden kullarım, Allah'ın rahmetinden ümit
kesmeyiniz. Çünkü Allah bütün günahları affeder."[44]
Görüldüğü
gibi bu ayette söz konusu olan tevbe eden kimse olduğu için Cenab-ı Allah tüm
günahları kapsayan genel bir ifade kullanmıştır. Oysa yukardaki ayette tevbe
şartı söz konusu olmadığı için affı sınırlı ve şarta bağlı tutmuştur.
Öteyandan
Cenab-ı Allah başka bir ayette şöyle buyuruyor:
"Sonra
Kitab'i, kullarımızdan seçtiklerimize miras verdik. Onlardan kimi nefsine
zulmedendir, kimi orta yoldadır ve kimi de Allah'ın izin ile hayırlarda öncüdür
ki, bu büyük bir lûtuftur. Onlar Adn cennetlerine girerler ve orada altın
bilezikler ve inciler takınırlar ve elbiseleri ipekten olur.
"Bizden
hüznü gideren Allah'a hamdolsun, hiç şüphesiz Rabbimiz affedici ve şükre
karşılık verendir. Bize ebedi ikamet edilecek ahiret yurdunu kereminden ihsan
eden O'dur. Orada bizen ine yorgunluk ve ne de bıkkın-lak dokunur" derler.[45]
Görülüyor
ki, Cenab-ı Allah bu ayetlerde "kendilerine kitap vererek seçmiş
olduğu" bu ümmeti üç kesime ayırıyor:
1) Nefislerine
zulmedenler
2) Orta yolda olanlar
3) Hayırlılarda öncü
olanlar. Bu üç kesim Cebrail'in -selâm üzerine olsun- hadisinde geçen
"islâm", "iman" ve "ihsan" derecelerine tekabül
eder ki, inşaallah, ilerde bu hadisi ele alacağız.
Hepimiz
biliyoruz ki, ayetteki "Nefsine zulmeden" deyimi eğer "büyük günahlardan
kaçman ve bütün günahlardan tevbe eden kimse" şeklinde yorumlanmak
istenirse böyle bir kimse bu kesime girmeyerek ya "orta yolda olan"
veya "Hayırlarda Öncü" kategorilerden birine girer. Çünkü hiç bir
Ademoğlu yoktur ki, hiç günah işlememiş olsun. Fakat işlediği günahlardan
tevbe eden kimse ya "orta yolda olan" veya "hayırlarda
öncü" olmak derecesine kavuşur. Ayrıca Ce-nab-i Allah'ın şu ayette
belirttiği gibi büyük günah işlemekten uzak duran kimsenin diğer günahları
affedilir:
"Eğer
size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı
bağışlarız."[46]
Öteyandan "Nefsine zulmedenler" arasında belirli bir süre azap
çekerek günahlardan kimseler bulunmalıdır. Çünkü Peygamber Efendimizin -salât
ve selâm üzerine olsun- belirttiğine göre dünyada müminin başına belalar
günahlarına karşılık ve kefaret olan faktörlerdendir. Nitekim Buha-ri el
Müslim'in ortaklaşa yer verdikleri bir hadiste Rasûlul-lah şöyle buyuruyor:
"Müslümanin
başına gelen hiç bir bela, hiç bir musibet, hiç bir üzüntü, hiç bir keder ve
ayağına batan dikene varıncaya kadar hiç bir sıkıntı yoktur ki, karşılığında
Allah günahlarından birini silmemiş olsun."
Müsned
ve diğer hadis kaynaklarında belirtildiğine göre "Kötülük yapan, cezasını
görür"[47]
malûldeki
ayet inince Hz. Ebu Bekir-Allah ondan razı olsun- "Ya Rasulallah,
hepimizin belini bükecek bir ayet geldi, hangimiz kötülük işlemiyor ki?"
dedi. Peygamberimiz de ona şu cevabı verdi:
"Ya
Eba Bekir, sen hiç sıkıntı çekmez, hiç üzülmez misin? Hiç başına belâ gelmiyor
mu? Bunların her biri günahlarına kefaret otur."
Öteyandan
bazı kimselerin cehenneme girdikten bir süre sonra oradan çıkacaklarını ve
Peygamber Efendimizin- salât ve selâm üzerine olsun- cehennemlik bazı
kimselere şefaat edeceğini belirten çok sayıda hadis vardır. Bu yoldaki
hadisle şu iki mezhebin görüşlerine karşı cevap mahiyetindedir. Sözünü etmek
istediğimiz mezhepler "Cehenneme girecek olan Tevhid ehli, bir daha hiç
oradan çıkmayacaktır mı, diyen "Vaidiye" ile "Tevhid ehli
arasında cehenneme girecek olanlar olacak mı, yoksa olmayacak mı, bilmiyoruz
diyen "Murcie-i Vakıfe" mezhepleridir. "Şiiliğin bazı kolları
ile "Eşari"liğin Kadı Ebu Bekir ve onun gibi düşünen bazı
taraftarları da bu görüştedirler. "Mürcie" mezhebinin bazı aşırı
unsurları tarafından savunulan "Tevhid ehli arasında hiç kimse cehenneme
girmeyecektir" şeklindeki görüşe gelince ilim adamları arasında bu görüşü
savunduğu bildir-len bir tek kimse bile tanımıyoruz.
Ayrıca
yukarıda gördüğümüz gibi Peygamber Efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun-içki
içtiği için bir kaç sefer sopalanma cezasına çarptırılan bir kimsenin Allah'ı
ve Rasu-lûllah'ı sevdiğine şahadet edip onun lanetlenmemesini istemiştir.
Bilindiği gibi, Allah ve RasulÛllah'ı seven kimseyi gerek Allah ve gerekse
Rasulûllah, onun sevgisi oranında severler.
Sunuda
hatırlatalım ki, müminlerin anası Hz. Ayşe'ye-Allah ondan razı olsun-bilinen o
ağır iftirayı yöneltenler arasında Bedir savaşları arasında bulunan Mıstah b.
Esas- Allah ondan razı olsun- da vardı. Bilindiği gibi Hz. Ebu Bekir bu olay
üzerinde Mistah'Ia maddi ve manevi her türlü ilişkisini tümü ile keseceğine
dair yemin edince bu konuda şu ayet inmiştir:
"Aranızdaki
fazilet ve servet sahipleri yakınlarına,
yoksullara
ve Allah yolunda göç edenlere bir şey vermemeye yemin etmesinler; böylelerini
affetsinler, yaptıklarına göz yumsunlar. Allah sizi affetsin, istemez misiniz?"[48]
Belki
"Ama Mıstah ve onun gibiler tevbe ettiler." denebilir. Fakat
yukardaki ayette görüleceği üzere Cenab-ı Allah, bunların affedilmeleri,
yaptıklarına göz yumulup kendilerine iyilik edilmesi için tevbe etmelerini
şart koşmuştur. Tıpkı bunun gibi diğer bir Bedir savaşçısı olan Hatıb b. Ebu
Beltea müşriklere mektup yazarak onlara Peygamber Efendimiz ile ilgili bilgiler
verdiği için Hz. Ömer-Allah ondan razı olsun-kendisini öldürmek isteyince
Peygamberimizden şu cevabı almıştır;
Bilmediğin
bir şey var. Cenab-ı Allah, Bedir savaşçılarına tecelli ederek kendilerine
"Ne kötülük işlerseniz, işleyiniz, tüm kötülüklerinizi bağışladım"
buyurmuştur.
Bunlar
böyle olduğu gibi, Peygamber Efendimizin -sa-lât ve selâm üzerine olsun- şöyle
buyurduğu kaynaklarda ye-ralmıştır.
"Ağacın
altında bana biat eden hiç kimse cehenneme girmeyecektir."
Kur'an
ve hadis kaynaklı bu deliller sözü edilen iyi ameller sayesinde kötülüklerin
affedileceğini, bunun için ayrıca tevbe şartının aranmadığını, aksi halde tevbe
kapısının sadece söz konusu kimselere mahsus olmadığını belirtir. Kısacası
yukardaki hadisler, sözü edilen iyi amellerin affedilmeyi gerektirdiğini ifade
eder.
Belki
"Bu durum sadece küçük günah işleyenler için söz konusudur"
denebilir. Fakat incelediğimiz delillerde böyle bir sınırlama olmadığına göre
affedilecekleri bildirilen bu kimselerin büyük günah da işlemiş olabilecekleri
anlaşılmaktadır.[49]
Aynca
Kur'an ve sünnetin açıkça belirttiğine göre şu on şey, kulun işlediği
günahların bağışlanmasını sağlar:
1- Tevbe. Tevbenin
günahlardan doğacak cezaların bağışlanmasını sağlayacağı, tüm müslümanlarca
kabul edilmiş bir gerçektir. Nitekim Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:
"De
ki; "Ey nefislerine aşırı derecedi zulmetmiş olan kullarım, sakın Allah'ın
rahmetinden ümit kesmeyiniz. Çünkü Allah bütün günahları affeder."[50]
Yine
Allah, aynı konuda şöyle buyuruyor:
"Bilmiyorlar
mı ki, kullarının yaptıkları tevbeleri kabul eden ve sadakaları alan Allah'tır.
Hiç şüphesiz Allah, tevbeleri kabul edicisi ve esirgeyicidir."[51]
Bu
konudaki bir başka ayet de şöyledir:
"Kullarının
yaptıkları tevbeyi kabul ederek günahlarım affeden O'dur."[52]
2- İstiğfar. Bu
konuda Peygamber Efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun- Buharî ile
Müslim'de yeralan şöyle bir hadisi vardır:
"Eğer
kul bir günah işler de arkasından "Ya Rabbi, bir günah işledim, beni
affet" derse Cenabı-ı Allah "Kulum, günahları affeden ve cezalandıran
bir Rabbi olduğunu bildiğine göre onu affettim" buyurur. Arkasından
başka bir günah işler de yine "Ya Rabbi, bir günah daha işledim, beni
affet" derse Cenab-ı Allah "Kulum, günahları affeden ve cezalandıran
bir Rabbi olduğunu bildiğine göre onu affettim, varsın ne yaparsa yapsın"
buyurur, -Peygamberimiz, ayni sözü üç veya dört kere tekrarlamıştır.-
Yine
aynı konuda Sahih-i Müslim'de şu hadis buyurul-maktadır:
"Eğer
sizler hiç günah işlemeyecek olsanız, Allah sizi ortadan kaldırır ve yerinize
hem günah işleyip hem de istiğfar eden ve böylece günahları affedilen başka bir
ümmet getirirdi."
Bu
konuda Peygamber Efendimizin-' salât ve selâm üzerine olsun- "İstiğfar
eden kimse, eğer aynı günahı yüz kere işlese bile ısrarlı olmamalıdır"
şeklindeki hadisine dayanarak istiğfarın (af dilemenin) mutlaka tevbe ile
birlikte olması gerektiği ileri sürülebileceği gibi "tevbesiz istiğfar
hem mümkün ve hem de olabilir bir şeydir de" denebilir.
Gerçi
bu meseleyi enine-boyuna incelemenin yeri burası değildir, ama şimdilik şu
kadarını söylememiz yerindedir ki, istiğfar (af dileme) tevbe ile birlikte
olduğu takdirde onun sonuçları her tevbe eden kimse için geçerli olur. Fakat
eğer tevbe ile birlikte olmaz ise oa zaman onun müjdeli sonuçları sınırlı bazı
istiğfar ediciler, yani istiğfar ederken günahlarının silinmesini sağlayacak
şekilde Allah'dan korku duyup O'na sığınan istiğfar ediciler için geçerli
olur. Tıpkı Bitaka ile ilgili hadiste belirtildiği gibi. Hani öyle bir
samimiyet ve ihlâs ile "lâilâhe illallah" dedi ki, onun böyle demesi
günahları kadar ağırlık oluşturarak bütün günahlarının silinmesini
sağlamışdır. Yine başka bir hadiste belirtildiği gibi, yol kesicinin biri, bir
köpeğe su içirmiş ve bu işi yaparken kalbinde öyle güçlü bir iman belirmiş ki,
bu iman geçmiş tüm günahlarının affedilmesine sebep olmuştur. Bunlara benzer
çok sayıda hadis vardır.
3- Günahların
silinmesini sağlayan iyi ameller. Nitekim Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:
"Gündüzün
iki ucunda (sabah, akşam) ve gecenin (gündüze) yakın saatlerinde namaz kıl,
çünkü iyilikler kötülükleri giderir."[53]
Bu
konuda Peygamber Efendimiz-salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyuruyor:
"Büyük
günahlardan sakınıldığı takdirde beş vakit namaz, cuma namazı ve Ramazan orucu
ibadetleri namaz vakitleri iki cuma arası Ramazandan Ramazana işlenen
günahlara keffaret olurlar."
Yine
Peygamberimiz-s al ât ve selâm üzerine olsun-buyu-ruyor ki:
"Kim
inanarak ve önemini bilerek Ramazan ayında oruç tutarsa geçmiş günahları
affedilir."
Diğer
bir hadiste de şöyle buyuruluyor:
"Kim
inanarak ve önemini bilerek Kadir gecesini ibadetle geçirirse geçmiş günahları
affedilir."
Yine
Peygamberimiz- salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyuruyor:
"Kim
kötü söz söylemeksiziri ve çirkin bir hareket yapmaksızın! Beytullahı ziyaret
ederse anasından doğduğu gün gibi günahlarından arınmış olarak evine döner."
Başka
bir hadiste de şöyle buyurulmuştur:
"Her
hangi bir kimsenin ailesi, malı ve çoluk-çocuğu yolu ile uğradığı belâlar, onun
namaz, oruç, sadaka ve iyiliği emredip kötülükten alıkoyma alanlarındaki eksikliklerine
kefaret olur."
Bir
diğer hadis te şöyledir:
"Kim
mümin bir köleyi azad ederse Allah o kölenin her azasına karşılık onun bir
azasını cehennemden azad eder."
Gerek
bunlar ve gerekse bunların benzeri olan hadisler sahih hadis kaynaklarında yer
almışlardır. Peygamberimiz-salât ve selâm üzerine olsun- bir başka hadiste de
şöyle buyurmuştur:
"Su
ateşi nasıl söndürürse sadaka da günahları öyle giderir. Ateş odunu nasıl
yakarsa hased (kıskançlık duygusu) da iyi amelleri öyle yokeder."
Bu
görüşe karşı çıkan mezhepler "İyi ameller, ancak küçük günahlara kefaret
olabilir, büyük günahlara gelince bunlar ancak tevbe yolu ile affedilebilir
diyebilir ve bu konudaki bazı hadislerde geçen "büyük günahlardan
sakmıl-dıkça..." şeklindeki ifadeleri de görüşlerinin delili olarak gösterilebilir.
Bu itirazlara bir kaç yönden cevap verebiliriz:
Birincisi,
hadislerdeki "büyük günahlardan sakınma" şartı beş vakit namaz, cuma
ve Ramazan orucu gibi farz ibadetleri için koşulmuştur. Çünkü Cenab-ı Allah
"Eğer
size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı
affederiz" (Nisa: 4/31) buyurduğuna göre büyük günahlardan kaçınmış olmak
şartı ile işlenen farz ibadetler küçük günahların bağışlanmasını gerektirir.
Fakat farz ibadetlerin dışında kalan nafile ibadetler için buna benzer başka
bir sevabın olması gerekir. Çünkü Cenab-ı Allah -c.c- şöyle buyuruyor:
"Kim
zerre ağırlığınca iyilik işlemiş ise karşılığını görür. Kim de zerre
ağırlığınca kötülük işlemiş ise karşılığını görür."[54]
İkincisi,
affın (mağfiretin) büyük günahlarla birlikte olabileceği bir çok hadislerde
açıkça belirtilmiştir. Nitekim Peygamber Efendimiz bir hadiste: "O kimse
cepheden kaçmış bile osla affedilir." buyurmuştur. Sünen-i Ebu Da-vud'da
yer alan bir hadise göre bir kaç sahabi cehennemlik olmayı hakkederek ölen bir
arkadaşları hakkında Peygamberimize başvurduklarındı Resulullah kendilerine
"O arkadaşınız adına bir köle azad ediniz,-Allah o kölenin vücudundaki
her azaya karşılık arkadaşınızın bir azasını cehennemden azad eder"
buyurmuştur. Öteyandan Buhari ile Müslim'in ortaklaşa yer verdikleri bir
hadisin bir yerinde Peygamberimiz "...Zina ve hırsızlık etmiş olsa
bile..." buyurmaktadır.
Üçüncüsü,
Peygamberimizin Bedir savaşma katılanlar
hakkında
Cenab-ı Allah'dan naklen söylediği "Ne kötülük yaparsanız yapınız, sizi
affettim" şeklindeki söz eğer işlenecek günahların küçük olması veya tevbe
edilmiş olması şartına bağlanacak olursa, o zaman bu bakımdan Bedir savaşına
katılanlarla diğer tüm müslümanlar arasında bir fark kalmaz. Küfrün ancak tevbe
yolu ile affedilebileceğini kesinlikle bildiğimiz için bu hadisin küfür halini
de kapsamına alabileceğini ileri sürmek nasıl caiz değilse bu ifadenin sadece
büyük günahlardan kaçınılınca affedileceği bildirilen büyük günahları
kasdettiğini söylemek de caiz değildir.
Dördüncüsü,
Peygamber Efendimiz-salât ve selam üzerine olsun- buyuruyor ki:
"Kıyamet
günü, kulun hesaba çekileceği, ilk amel namazdır. Kul namazlarını tam olarak
kılmış bulunursa mesele yok. "Bakın, bakalım bu kulun işlenmiş nafilesi
var mı?" denir ve eğer nafilesi varsa farz namazla-rmdaki eksiklik
bunlarla tamamlanır. Arkasından diğer amelleri konusunda da aynı işlem
yapılır."
Bilinen
bir şeydir ki, bu tamamlanan eksiklik müstaha-bı terketmekten ileri gelmez.
Çünkü müstahabı terketmek telâfi edici bir karşılık gerektirmeyeceği gibi o
takdirde ter-kedilen ve işlenen müstahap arasında bir fark olmaz. Demek oluyor
ki, farz ibadetlerdeki eksiklikler nafile ibadetlerle tamamlanarak karşılanır.
Bu
durum Cenab-ı Allah'ın farz ibadeti yapılmadıkça nafile ibadeti kabul
etmeyeceği şeklindeki prensible çelişmez. Çünkü nafile ibadetin kabul edilmesi
demek Allah tarafından bu ibadete sevap verilmesi demektir. Oysa farz ibadet
yerine getirilmedikçe nafile ibadete sevap verilemeyeceği bilindiğine göre kul
farz ibadeti eksik bırakarak nafile ibadet işlediği takdirde bu nafile ibadet
sahibine ayrıca sevap kazandırmayıp eksik bırakılan farzın bedeli ve tamamlayıcısı
olur.
Bu
yüzden ilk dönem alimlerinden (seleflerden) birine göre nafile ibadet sadece
Peygamber Efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- için söz konusudur. Çünkü
onun geçmiş ve gelecek bütün günahları peşinen affedilmiştir. Onun dışında
kalan herkes her an affa muhtaçtır. Sözkonusu alim "Gecenin bir bölümünde
uyan ve sana mahsus olmak üzere nafile namaz kıl."[55]
mealindeki ayeti bu görüşüne delil göstermiştir.
Bu
demek değil ki, kul bir nafile işleyip de farz bir ibadeti terkettiği zaman
işlediği nafile kesinlikle terkettiği farzın yerine geçer. Tersine farzı
terkettiğinden dolayı hakkedeceği azap, işlediği nafileden elde edeceği
sevaptan daha büyüktür.
Burada
şöyle bir soru sorulabilir; "İnsan uyuyakahr da bir vakit namazını
kaçırırsa hatırlayınca o namazı kaza etmesi gerekir. Bu hem nass'a hem de
cema'a dayalı bir hükümdür. Oysa eğer nafileler bu kaçırılan namaza bedel
olabilseydi, onun kaza edilmesi gerekli olmazdı." Bu soruya cevap olarak
denir ki; "Kaçırılan farz namazın nafilelerden bir bedel olduğunu düşünmek
yanlıştır." Eğer, "Bu hüküm cezayı sildirici bütün nafileler için de
geçerlidir" denirse bu itiraza şöyle bir cevap verilebilir; "Eğer
bir kul çarptırılacağı bir cezadan tevbe ederek kurtulabiliyor s a, bu
mümkünse, tev-be etmekten alıkonmaz. Bilinen bir şeydir ki, kul kendisine
emredilen görevleri yapmalı ve yasaklanan davranışlardan kaçınmalıdır. Çünkü bu
prensibe aykırı düşmek kınanmayı ve cezalandırılmayı gerektirir. Her ne kadar
bu tip bağışla-tıcı sebepler sayesinde cezadan kurtulmak mümkün ise de asıl
prensip budur. Tıpkı insanın Öldürücü zehirli maddelerden korunması gerektiği
gibi. Her ne kadar bu zehirli maddeler içildiği takdirde alınacak bazı ilâçlar
aracılığı ile zararları giderilebiliyorsa da asıl prensip budur. Allah
herşe-yi bilen hikmet sahibi ve merhametlidir. Bu itibarla kullan için yararlı
olan şeyleri emretmiş ve zararlı olan şeyleri de yasaklamıştır. Buna rağmen
kullar helak edici yollara düşünce Allah onları rahmetinden ümitsiz
bırakmamış, tersine onlara karşılaşacakları zararı gidermek üzere başvuracakları
sebepler ve çıkış yolları göstermiştir.
Buna
dayanarak "Gerçek din adamı, halkı Allah'ın rahmetinden ümitsiz etmeyen
ve aynı zamanda onlara Allah'ın emirlerine karşı gelme cüreti aşılamayan
kimsedir." Bu yüzdendir ki, kula her günahı işlediğinde tevbe etmesi emredilir.
Nitekim müridin biri bir gün şeyhine
"Günah
işliyorum" deyince şeyhi kendisine
"Tevbe
et" dedi. Mürid
"Sonra
yine günah işliyorum" deyince şeyhi
"Yine
tevbe et" dedi. Mürid yine
"Ayni
günahı yine işliyorum" deyince şeyhi yine
"Bir
daha tevbe et"'dedi. Mürid
"Ne
zamana kadar böyle sürecek?" diye sorunca şeyhi ona
"Şeytanı
ümitsiz bırakıp hayal kırıklığına uğratıncaya kadar" diye cevapverdi.
Öteyandan
Müsned adlı hadis kaynağında yer aldığına göre Hz. AH- Allah ondan razı olsun-
Peygamber Efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyurduğunu
nakletmiş-tir:
"Hiç
şüphesiz, Allah sık sık fitneye uğrayıp hemen arkasından tevbe eden kulları
sever."
Ayrıca
uykuya dalarak veya unutarak her hangi bir namazı kaçıran kimsenin uyanınca
veya hatırlayınca kılacağı kaza, kaçırdığı namaza kefaret olur. Bu itibarla o
namazın omuzlarında kalan sorumluluğunu giderir, kınama ve cezadan kurtulduğu
gibi övgüye ve sevaba kavuşur. Fakat yapacağı nafilelere gelince bunlardan ne
kadarının sevabça kaçırdığı farzın yerini tutacağını bilemeyiz. Bu miktar
bilinse bile diğer farzlar için yapılması mümkün olmayabilir.
Öteyandan
eğer kulun kaçırdığı farz kadar nafile yapmakla yükümlü tutulduğu kabul
edilecek olursa o zaman bu ibadet nafile olmaktan çıkar. Çünkü aşağıdaki kudsî
hadiste buyurulduğu gibi nafile ibadetlerin gayesi kulu Allah'a yakın hale
getirmektir:
"Kulumu
bana en çok yaklaştıran şey üzerine farz kıldığım ibadetlerdir. Nafile
ibadetlerle kulum bana yaklaşmaya devam eder; öyle ki, sonunda onu severim.
Ben kendisini sevince gören gözü, işiten kulağı, tutan eli ve yürüyen ayağı
olurum..."
Demek
ki, kul farz ibadetleri verilen emir uyarınca yerine getirmediği takdirde
nafile ibadetlerden beklediğini elde edemez. Bununla birlikte Allah o kula
zulüm edecek değildir. Çünkü "O hiç kimseye zerre miktarınca
zulmetmez." Bu durumda o kulun nafilesini benzeri olan işlenmemiş bir
farzın yerine geçirir. Tıpkı borçlu bir adam gibi. Bu adam alacaklılarına bir
şeyler bağışlıyor diye düşünelim. Eğer bağışladığı şeyler borcunu karşılayıp
aşarsa adam hem "adil" ve hem de "iyiliksever" bir adam
olur. Eğer bağışları borcunu karşılar, hiç bir fazlalık olmazsa adam sadece
"adil" olur. Eğer alacaklılarına borcu kadar bağışta bulunursa o
zaman yanlış davranmış, verdiği şeyleri yanlış adlandırmış, tersine
karşısındakilere vermek zorunda olduğu buseyi vermiş olur.
Şurası
şaşırtıcıdır ki, "Mutezile" mezhebinin taraftarları
"Tevhid" ve "adi" ehli olmakla övünmelerine rağmen
"Tevhid" konusundaki görüşlerini belirtirken Allah'ın varlığını
inkâr etmeye veya O'na ortak koşmaya götürecek şekilde O'nun sıfatlarını inkâr
etmişlerdir. Öteyandan Cenab-i Allah bizzat kendi kendine yakıştırdığı
"adi" ve adalet "O'nun hiç kimseye zerre ağırlığınca
zulmetmemesi" ve "Kim zerre ağırlığınca iyilik işlerse karşılığını
görür. Buna karşılık kim zerre ağırlığınca kötülük işlerse karşılığını
görür" buyruklarında prensipleşmektedir. Oysa "Mutezile"
mezhebinin tarftarları büyük günah işleyen kulun imanı ile birlikte bütün iyi
amellerinin, işlediği o büyük günah yüzünden silinip yokolacağını ileri
sürmektedirler. Bu ise Allah'ın kendisinden uzak olduğunu belirttiği zulümden
başka bir şey değildir. Buna göre Cenab-ı Allah'ı, oizzat O'nun kendisini
vasıflandırdığı gibi bir adaletle vasıflandırmak, O'nun "adaletini"
ilâhî kaderi inkâr edecek bir şekilde yorumlamaktan daha doğru ve yerindedir:
Beşincisi,
Cenab-ı Allah nasıl ki, tevbeyi bütün günahları giderebilecek tek sebep saydı
ise kâfir olmayı da bütün iyi amelleri yokedebilecek olan tek faktör saymıştır.
Oysa "Haricî"ler ile "Mutezile"ler büyük günahları.bütün
iyi amelleri, hatta imanı yokedecek bir sebep saymışlardır. Oysa Cenab-ı Allah
şöyle buyuruyor:
"İçinizden
kim dininden döner ve kâfir olarak ölürse işte onların bütün iyi amelleri
dünyada da ahirette de boşa çıkmıştır ve onlar orada ebedi kalmak üzere cehennemliktirler."[56]
Görülüyor
ki; Cenab-ı Allah, iyi amellerin silinmesini "kâfir olarak ölmek"
şartına bağlamıştır. Besbelli ki her hangi bir şarta bağlanan bir sonuç, o şart
yokolunca yoko-lur. Yine Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:
"Kim
inanmayı kabul etmez ise onun ameli silinmiştir."[57]
Öteyandan
Cenab-ı Allah Peygamberlerin isimlerini saydıktan sonra şöyle buyurmuştur:
"Babalarından,
çocuklarından ve kardeşlerinden bir çoğunu da seçip doğru yola hidayet ettik.
İşte bu Allah'ın hidayetidir. Kullarından dilediğini buna iletir. Eğer onlar
Allah'a ortak koşsalardı, işledikleri bütün amelleri silinip yokolurdu."[58]
Aynı
manada diğer bir ayet de şöyledir:
"Eğer
Allah'a ortak koşarsan, işlediğin ameller silinip yokolur ve hüsrana
uğrayanlardan biri olursun."[59]
Bu
ayet, daha önceki ayetler gibi "Hiç şüphesiz Allah kendisine ortak
koşulmasını affetmez" mealindeki ayetle tam bir bağdaşma halindedir. Çünkü
Allah'a ortak koşmak affe-dilmediği ve ebediyyen cehennemde kalmayı
gerektirdiğine göre tabii olarak sahibinin bütün iyi amellerinin silinip
yokolmasma yolaçar. Kur'an'da küfrün dışındaki günahlar anlatılırken onların bütün
iyi amellerinin silinmesine yola-çacağı söylenmemiştir.
Gerçi
Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:
"Çünkü
Onlar Allah'ı kızdıran şeylerin peşine düştüler, O'nu razı edecek şeylerden
hoşlanmadılar. Bu yüz-den, Allah, onlarını amellerini silip yoketti."[60]
Çünkü
Cenab-ı Allah, burada küfrü kasdetmiştir. Nitekim başka bir ayette de şöyle
buyuruluyor:
"Ey
müminler, sesinizi Peygamberin sesinin üstüne çıkarmayınız. Birbirinizle
yüksek sesle konuştuğunuz gibi O'nunla da öyle yüksek sesle konuşmayınız;
yoksa farkında olmadan amelleriniz silinip yokolur."[61]
Cenab-ı
Allah'ın bu buyruğunun sebebi Peygamber karşısında yüksek sesle konuşmanın
sahibi farkında olmaksızın küfre yolaçması ve böylece amellerin silinip
yokolmasma sebep olmasıdır.
Şunu
da kesinlikle bilmek gerekir ki, günah işlemek küfre sebep olabilir. Nitekim
büyük alimlerden biri "Günahlar küfrün habercileridir" demiştir. Bu
yüzden amelleri silip yokeden küfre yolaçar endişesi ile günahlardan uzak
durulması emredilmiştir. İşte Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:
"Bundan
dolayı Peygamberin emrine aykırı davrananlar bir fitneye uğramaktan veya acı
bir azaba çarpılmaktan sakınsınlar."[62]
Buradaki "fitne" küfür anlamındadır Bilindiği gibi İblis, Allah'ın
emrine aykin davrandığı için kâfir olmuş ve Allah'ın emrini dinlemeyen başka
kimseler de acı azaba çarpılmışlardır.
Hariciler
ile "Mutezile" ler de delil olarak Cenab-ı Allah'ın şu ayetine
dayanırlar:
"Allah
ancak takva sahiplerinin amellerini kabul eder."
Bu
iki mezhebin savunucuları yukardaki ayete dayanarak şöyle diyorlar;
"Büyük günah işleyenler takva sahibi olmadıklarına göre Allah onların hiç
bir amelini kabul etmez ve bu yüzden de hiç bir iyi amelleri olmaz. İyi
amellerin en başta geleni iman olduğuna göre böylelerinin imanı da olmaz ve
bunun sonucu olarak cehennemlik olmayı hakeder-ler."
"Murcie"
mezhebi kendilerine "Ayetteki takva sahiplerinden maksat, küfürden
sakınanlardır" diye cevap verirler ise de onlar bu cevaba şöyle karşılık
veriyorlar: Takva sahipleri deyimi Kur'an'da sevap elde etmeyi hak kazananlar
için kullanılır. Nitekim Cenab-ı Allah -c.c- şöyle buyuruyor;
"Takva
sahipleri cennetlerde ve nehir kenarlann-dandırlar. Güçlü hükümdarın huzurunda
doğruluk koltuklarına kurulmuşlardır."[63]
Ayrıca Hz. Adem'in oğulları Habil İle Kabil Allah için kurban kestiklerinde
kurbanı kabul edilmeyen kardeş, hemen o zaman kâfir olmamış, daha sonra kâfir
olmuştu. Çünkü eğer kurban keserken kâfir olsaydı, zaten kurban kesmeye
girişmezdi.
Bir
de şu var ki, eski büyüklerimiz yukardaki ayetin kapsamına
girmekten sürekli korkmuşlardır. Eğer ayetteki takva sahipleri, "küfürden
sakınanlar" demek olsaydı, o zaman bu ayetten korkmazlardı. Son olarak
şunu da söylemek gerekir ki, "takva sahipleri" deyimi ile kâfir
olmayanları kas-detmek Kur'an-ı Kerim'in üslûbuna aykırı olduğu için bu deyime
böyle bir mana vermek yerinde değildir."
Bu
tartışmaya verilecek en doğru cevap şudur:
Takva
sahiplerinden maksat işledikleri her ameli Allah korkusu ile işleyen
kimselerdir. Nitekim ünlü tefsir alimi Fu-dayl b, İyaz "Hanginiz daha iyi
amel işleyeceksiniz diye sizi denemek için.."[64]
mealindeki ayeti tefsir ederken "daha iyi amel" deyimini "daha
halis" ve "daha doğru" diye açıklamıştır. Kendisine
"Ya
Ebu Ali, en halisi ve en doğrusu ne demektir?" diye sorulunca şu cevabı
vermiştir:
"şlenen
amel halis olup da doğru olmadığı zaman kabul edilmediği gibi doğru olup da
halis olmadığı zaman da kabul edilmez. Kabul edilebilmesi için hem halis ve
hem de doğru olmalıdır. Bir amelin halis olabilmesi için de sünnete uygun
yapılması gerekir. O halde Allah'dan başkası için amel eden riyakârların ameli
kabul edilmez. Nitekim Cenab-ı Allah kutsî bir hadiste şöyle buyuruyor:
"Ben
ortak koşulanların en müstağnisi, en ihtiyaçsı-zıyım. Kim bir amel işler de bu
amelde başkasını bana ortak koşarsa ben o amelle tamamen ilgisizim, o amel bütünü
ile bana ortak koşulana ait olur."
Peygamber
Efendimiz-salât ve selâm üzerine olsun- de şöyle buyuruyor:
"Allah
abdestsiz kılınan namazı ve haram maldan verilmiş sadakayı kabul etmez."
Başka
bir hadiste de şöyle buyuruluyor:
"Allah
başı örtülmüş olmadıkça kadının namazını kabul etmez."
Bir
diğer hadis de şöyledir:
"Kim
emrimize aykırı olan bir amel işlerse yaptığı amel reddedilir, kabul
edilmez."
Demek
ki, kim küfürden kaçındığı halde Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine
olsun- uygulamalarına aykırı olan bir amel işlerse işlediği amel kabul edilmez.
Meselâ eğer bir kimse abdestsiz namaz kılarsa kıldığı namaz makbul değildir.
Çünkü o kimse her ne kadar şirkten kaçınmış ise de sözü geçen amel konusunda
takva yolunu tutmamıştır. Bilindiği gibi Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:
"Verdiklerini,
Rabb'lerinin huzuruna dönecekler diye kalbi eri korku ile ürpererek
verirler."[65]
Hz.
Aişe-Allah ondan razı olsun- bu ayet hakkında Peygamberimize:
"Ya
Rasulallah, bu ayette söz konusu olan kimse zina işleyen, hırsızlık yapan,
içki içen ve bunları yaptıktan sonra Allah'ın azabından korkan kimse
midir?" diye sordu. Peygamberimiz de:
"Hayır,
ey Sıddık'm -Hz. Ebu Bekir'in- kızı, ayette kas-dedilen kimse namaz kılan, oruç
tutan, sadaka veren ve bunları yaptıktan sonra, yaptığı ameller kabul edilmez
diye korkan kimsedir" diye cevap verdi.
Öteyandan
yukarda sözünü ettiğimiz eski büyüklerimizden birinin yaptığı amellerin kabul
edilmeyeceği ile ilgili korkusu, işlediği amelleri emredildiği şekilde yapmamış
olabileceğinden duyduğu endişeden kaynaklanmıştır. Nitekim "inşaallah
müminim" ve "inşaallah namazı kıldım" diyen bir kimsenin imanı
ve amelleri konusunda tereddütlü konuşmasının sebebi de bu olsa gerektir.
Böyle diyen bir kimse kalbindeki imandan şüpheli olduğu için değil, görevini
verilen emirlere uygun olarak yaptığından endişeli olduğu için böyle şüpheli
konuşmaktadır.
Buna
göre yakardaki ayeti "Allah sadece bütün günahlardan uzak kalabilen
kimselerin amellerini kabul eder" şeklinde yorumlamak doğru değildir.
Çünkü gerek kâfir ve gerekse fasık tevbe etmek istedikleri zaman bu manada takva
sahibi değildirler. Eğer amelin kabul edilmesi, ameli işleyenin o anda
günahsız olması şartına bağlı olsaydı, tevbe-nin kabul edilmesi imkânsız
olurdu. -Fakat amelin takva şartına bağlanması böyle görülemez, yani böyle bir
şart ileri sürülebilir- Çünkü tevbe eden kimse o anda sadece gerekli olduğu
şekilde tevbe etmektedir. Yani bu kimse tevbe etmeye girişirken kötülükten
vazgeçerek iyiliğe geçmektedir. Besbelli ki, bu kimse henüz günahlarından
sıynlabilmiş değildir sadece bu günahlardan sıyrılma konusunda samimi şekilde
kararlıdır.
Öteyandan
insan ısrarla büyük günah işlediği bir dönemde bir takım iyi ameller işlese ve
bir süre sonra tevbe etse bu tevbe ile günahlarının üzerinden düşmesi ve
işlediği o iyi amellerin de kabul edilmesi gerekir. Oysa bu iyi amelleri
işlerken adam fasıkü.
Tıpkı
bunun gibi daha önce başkalarına cinayet, gasb ve iftira gibi zulümler yapmış
olan bir kâfir veya bir zimmi-miislüman olsa, müslü m anlığı kabul edilir ve
insanlara yapmış olduğu zulümler üzerinde kalır. Eğer sadece büyük günah
işlememiş kimselerin iyi amelleri kabul edilmeseydi, işlediği kötülük ve
zulümlerden tevbe etmedikçe kâfirin müs-lümanlığı geçerli olamaz ve bu yüzden
ebedî cehennemlik olurlardı.
Bilindiği
gibi Peygamber Efendimiz-salât ve selâm üzerine olsun- zamanında halk arasında
bilinen günahları işlemiş olup ağır cezalar hakketmiş olan bazı kimseler
müslü-man olmuş ve müslümanlıkları kabul edilmişti. Daha sonra hakkettikleri
ağır cezalardan dolayı tevbe ediyorlardı. Nitekim Buharı ile Müslim'de bulunan
bir hadis şöyledir:
Muğire b.
Şube müslüman olmadan Önce birlikte yolculuk ettiği bir guruba gaddarlık
yapmış onların mallarını soymuştur. Bu olaydan sonra Peygamberimizin huzuruna
gelerek müslüman olmuştu. Hudeybiye olayı sırasında müşriklerden Urve b.
Mesud, Peygamberimizin karşısına gelip dikilince bu sırada Rasulûllah'ın
yanıbaşmda duran Muğire, Urve'yi kılıcı ile geriye itti. Bunun üzerine
"Kim
bu adam? diye soran Urve'ye
"
O kız kardeşinin oğlu (yeğenin) Muğire'dir" diye cevap verilince Urve,
Muğire'ye,
"Ey
gaddar adam, senin gaddarlığın burada duyulmadı mı?" diye hitap etti.
Bunun üzerine Peygamberimiz araya girerek
"Onun
müslüman oluşunu kabul ediyorum, fakat gasbettiği mala karışmıyorum" diye
buyurdu."
Nitekim
bu konuda Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:
"Sabah-akşam
Rafob'lerinin rızasını isteyerek O'na yalvaranları (Kureyş ileri gelenlerinin
arzusuna uyarak) yanından kovma. Onların hesabından sana ve senin hesabından
ontara hiç bir sorumluluk düşmez. Eğer onları kovarsan zalimlerden
olursun."[66]
Tıpkı
bunun gibi Hz. Nuh zamanın ileri gelenleri kendisine
"Sana
bir sürü bayağı kimseler uymuşken biz sana inanır mıyız?" deyince Hz.
Nuh'dan şu cevabı almışlardır;
"De
kî, ben onların daha neler yaptıklarını bilmem, onların hesapları yalnız
Rabb'ime aittir. Keşke bunun böyle olduğunu bilseydiniz."[67]
Zaten
biz hiç bir müslüman tanımıyoruz ki, müslüman olmayan biri yanma gelerek
müslüman olmak istesin de böyle kimseye "günahsız olmadıkça müslümanlığın
geçerli olmaz." demiş olsun. Namaz ve zekât gibi iyi amellerin durumu da
böyledir.
4- Günahların
affedilmesini sağlayan dördüncü faktör, müminin mümine duasıdır. Meselâ
müminlerin, müminin cenaze namazını kılmaları gibi Hz. Ayşe ile Hz.
Enes'in-Al-lah'ın selâmı üzerlerine olsun- birlikte rivayet ettiklerine göre
Peygamber Efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun-şöyle buyuruyor:
"Herhangi
bir ölünün cenaze namazını yüz kişiye ulaşan sayıda bir müslüman cemaat kılar
da hep birlikte ölüye şefaat olurlarsa Allah onların şefaatini kabul eder."
Müslim'deki
bir hadiste İbn-i Abbas'ın -Allah her ikisinden razı olsun- rivayet ettiğine
göre Peygamber Efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyuruyor:
"Her
hangi bir mümin ölür de Allah'a hiç bir şekilde ortak koşmamış olan kırk kişi
cenaze namazının kılarsa Allah bu cemaatı o ölü hakkında mutlaka şefaatçi
kılar."
Bu
hadislere göre günahların affedilmesini sağlayan faktörü mümine öldüktün sonra
dua edilmesidir. Bu hadislerde belirtilen günahların affedileceği müjdesini
sadece büyük günahlardan kaçınan ve bunun sonucu olarak küçük günahları
bağışlanan Ölülere mahsus saymamak gerekir. Çünkü böyle bir müminin küçük günahları
bu konuda tartışan tarafların her ikisine göre de zaten bağışlanmıştır Sözün
kısası, cenaze namazı sırasında yapılan dua ölünün günahlarının affedilmesini
sağlayacak faktörlerden biridir.
5- Günahların
affedilmesini sağlayan başka bir faktör de ölünün arkasından yapılan
hayırlardır. Sadaka ve benzeri gibi gerek bazı hadislerin açık ifadesine ve
gerekse mezhep imamlarının ortak görüşüne göre bu hayırların Ölüye yararlı
olduğu kesindir. Ölü namına köle azad etmek ve hacca gitmek de böyledir. Hatta
Buhari ve Müslim'de yer alan bir hadiste Peygamber Efendimiz-salât ve selâm
üzerine olsun şöyle buyuruyor:
"Kim
oruç borcu bırakarak ölürse velisi onun yerine oruç tutar."
Aynı
şekilde Ölünün adak borcunu onun adına velisinin tutması gerektiğini belirten
ve bir kaç kanaldan rivayet edilen sağlam hadisler vardır. Şunu da belirtelim
ki,
"İnsan
için sadece emeğinin karşılığı vardır."[68]
mealindeki
ayeti bu prensiple çelişkili görmek şu iki gerekçe ile doğru değildir:
Birinci
gerekçe Kur'an ve sünnette yeralan çok sayıdaki delilin belirttiğine ve mezhep
imamlarının ortak görüşlerinden anlaşıldığına göre mümin emeği karşılığı
olmayan bazı İütuflardan faydalanabilir. Meleklerin mümin adına dua ve
istiğfar etmeleri gibi. Nitekim Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:
"Arş'ı
taşıyanlar ve O'nun çevresinde bulunanlar, Rabb'Ierini överek teşbih ederler,
O'na inanırlar ve müminler için şöyle mağfiret dilerler: Rabb'imiz, rahmet ve
bilgi bakımından her şeyi kapladın. Tevbe edip, senin yoluna uyanları bağışla,
onları cehennem azabından koru."[69]
Yine
Peygamberler ve genel olarak müminler, müminler için dûa ve istiğfar ederler.
Nitekim Cenab-ı Allah aşağıdaki ayetlerde şöyle buyuruyor:
"Onlara
dua et, çünkü senin duan onların ızdırapla-rını yatıştırır."[70]
"Kimi
bedeviler var ki, Allah'a ve ahiret gününe inanırlar, verdiklerini Allah'a
yakın dereceler kazanmaya ve Peygamber'in duasını almaya vesile sayarlar."[71]
"Ey
Muhammed, gerek kendi günahların ve gerekse mümin erkek ve kadınların günahları
için Allah'tan mağfiret
dile."[72]
Bu
konudaki diğer bir örnek de cenaze namazı kılanların ve mezarlıkları ziyaret
edenlerin ölüler için dûa etmeleridir.
İkinci
gerekçe şudur: Ayetin zahiri anlamı, "Kişi için sadece emeğinin karşılığı
vardır" şeklindedir. Bu doğrudur. Çünkü kişi sadece kendi emeğinin,
çalışmasının karşılığını hakeder ve mülkiyeti altına alır. Başkasının emeğinin
ve çalışmasının karşılığına malik olup hak sahibi çıkamaz. Fakat bunun böyle
olması, Allah'ın kuluna yarar ve rahmet bağışlamasına engel değildir. Nitekim
Cenab-ı Allah, kullarına güçleri dışında kalan faktörlerle sürekli olarak
merhamet eder. Ayrıca Cenab-ı Allah Tcullarına sevap kazandıracak sebeplere
sarılmayı nasip ederek onlara hikmeti ve rahmeti ile bağışta bulunmaktadır ve
herkesi bu engin rahmetin kapsamı altına almaktadır. Nitekim Peygamber
Efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- sahih bir hadiste şöyle buyuruyor:
"Her
hangi bir kimse müslüman kardeşi için bir dûa ederse Allah o kimseye görevli
bir melek gönderir. Adam mümin kardeşi için dûa ettikçe görevli melek de
"Amin, senin için de aynısı olsun" der."
Diğer
bir sahih hadis de şöyledir:
"Kim
bir cenaze namazı kılarsa kendisine bir kırat verilir. Eğer cenazeye toprağa
verilinceye kadar eşlik ederse kendisine en küçüğü Unu d dağı kadar ola iki
kırat verilir."
Demek
ki, Cenab-ı Allah bir yandan cenaze namazı kılana, ölüye dûa etti diye rahmet
etmekte ve öte yandan da bu kimsenin duası sayesinde ölüye rahmet
bağışlamaktadır.
6- Kıyamet günü gerek
Peygamber Efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun- ve gerekse kendilerine
şefaat yetkisi verilmiş diğer kimselerin günahkârlar için şefaat etmeleri. Bu
konuda Peygamberimizin bir çok hadisi vardır. Bunlardan biri şudur:
"Benim
şefaatim, ümmetinin büyük günahkârları
içindir."
Bir başka
hadise göre Peygamberimiz şöyle buyuruyor: "Ümmetimin yarısının cennete
girebilimesi ile şefaat yetkisine sahip olmam arasında tercih yapmam istendi.
Ben şefaat yetkisini seçtim. Çünkü bu daha yaygın ve geniş kapsamlıdır. Onu
tak „ -«hinleri için mi sanıyorsunuz? Hayır. O günahkârlar, kötülüklere dîndir."
7- Cenab-ı Allah'ın
günahlara kefaret saydığı belâlara katlanmak. Nitekim Peygamber Efendimiz
-salât ve selâm üzerine olsun- bu konuda şöyle buyurmuştur.
"Müslümanın
başına gelen hiç bir belâ, hiç bir musibet, hiç bir üzüntü, hiç bir keder ve
ayağına batan dikene varıncaya kadar hiç bir sıkıntı yoktur ki, karşılığında
Allah günahlarından birisini silmemiş olsun."
8- Kabirde
karşılaşılan sıkıntıların, baskıların ve korkuların her biri günahlara kefaret
olur.
9- Kıyamet gününün
korkunç olayları, belâları ve sıkıntıları da günalara kefaret olurlar.
10- Cenab-ı Allah'ın
sebepsiz ve gerekçesiz rahmet ve mağfireti de günahların silinmesini
sağlayabilir.
Yukarıdan
beri saydığımız bu on sebebin günahkârlara yönelecek kınamayı ve cezayı
giderebileceği sabit olunca Hariciler ve Mutezile mezhebinin "Büyük günah
işleyenlerin cezalan ancak tevbe ile ortadan kalkabilir" şeklindeki iddiaları
bu prensibe ters düşer.[73]
Yukardan
beri açıklanan bu "iki gürüş," yani Haricilerin günah işleyen herkesi
kâfir sayıp ebedî cehhenmlik ilân
eden
görüşleri İle böyle kimseleri ebedî cehennemlik kabul eden ve tevbe etmedikçe
Allah tarafından affedilmelerini imkânsız gören ve aynca bunların hiç imanı
olmadığını ileri süren görüşü hiç bir fıkıh ve hadis imamı benimsemiş değildir.
Bu görüşler sadece bidatçilar tarafından savunulmuştur.
Murcie
mezhebinin aşırı görüşlerinden (gulat-ı Murcie) olup da büyük günahkârlar
hakkında tereddüt belirterek "Bunlardan olan biri cehenneme girecek mi,
girmeyecek mi, bir şey diyemem" diyenler de bidatçıdır. Çünkü bütün büyük
imamlar ehl-i kıble'den olan bazı müminlerin bir süre cehenneme girip sonra
yine çıkacaklarını, Kur'an ve sünnetin bu yoldaki kesin delillerine uyarak
görüş birliği halinde kabul etmişlerdir. Durum böyleyken "Hiç bir kıble
ehli cehenneme girmez" diye kestirip atan bir imam tanımıyoruz. Bunun
arkasından "Aslında azab diye bir şey yok, bu yolda söylenen şeyler asılsız
korkutmacalardır" diyen sapıkların ve kâfirlerin görüşleri gelir.
Böyle
diyenler Cenab-ı Allah'ın "İşte Allah, kullarını bu azabı ile
korkutuyor."[74]
şeklindeki ayetini delil olarak gösterebilirler. Böyle diyenlere verilecek cevabımız
şudur:
"Korkutma"
olayı, ancak korkutulan kimse hesabına korkunç olan bir gelişme meydana
gelebilecekse, yani böyle bir şey mümkünse etkili olabilir. Bunun tersine
meydana gelebilecek korkuç bir gelişme aslında yoksa korkutmanın etkili olması
imkânsız olur. O zaman insanları asılsız bir şeyle korkutmak söz konusu olur.
Tıpkı küçük bir çocuğu korkutur gibi, ki aklı başında yetişkinleri bu yoldan
korkutmanın mümkün olmadığını herkes bilir. Çünkü ortada korkulacak bir şey
olmadığnı öğrenecek olan yetişkinlerin korkusu hemencecik kayboluverir.
Bu
görüş sapık felsefecilerin, Karmatilerin ve böyleleri gibi düşünenlerin
sözlerine benzer. Onlar şöyle diyorlar:
"Peygamberler
insanlara aslı olmayan bir takım vaadler ve tehditler yolu ile hitap
etmişlerdir. Bunlar sadece can bedenden ayrıldıktan sonra neler olacağını
anlatmak isteyen misallerdir. Belirttikleri vaadlere ve tehditlere gelince
yararlı şeylerdir. Çünkü insanlar ancak bu yolla yönlendirilip denetim altına
alınabilirler."
Bu
görüşün asılsızlığı, dinimizin temel gerçekleri karşısında ispat edilmeyi
gerektirmeyecek derecede kesin olmakla birlikte onunla ilgili olarak şunları
diyebiliriz: Eğer durum böyle olsaydı, peygamberlerin yüksek zekâlı yakın
dostları bunu bilecekler ve zamanla böyleleri verilen emirlere uyup
yasaklardan kaçınmayacaklardı. Tıpkı sapık fel--1, sefeciler ile İsmaili'ler, Nusayrîler ve
benzerlerinden oluşan h Karmatiler
gibi. Çünkü bu sapıklara göre aralarında bulunan ilim ve marifet sahipleri emir
ve yasaklardan muaf oldukları gibi böyleleri için mahzurlu şeyler mubah hale
gelir, farzlar onların üzerinden düşer. Böylece onların kompleksleri belli
olmakta, sırları meydana çıkmakta ve "gizli dinlerinin" herkes
tarafından anlaşılıp öğrenilmesi mümkün olmaktadır. Bunun soncunda içlerinde
görünüşlerinin tersine olan bir inanç barındırdıkları için kendilerine
"Batıniye" adı verilmiştir.
Eğer
-maazellah- Peygamberlerin dini de böyle olsaydı, Peygamberlerin yakın
çevresindekiler bu durumun iç yüzünü iyi bilecekleri için meydana vuracaklar,
ayrıca bilgili ve araştırıcı dindarların dinleri "Batınıye"cilerinki
gibi iki yüzlü bir aldatmaca olacaktı.
Oysa
kesinlikle biliniyor ki, Rasûhıllah'ın zahiri ve batını en iyi bilen, O'nun
maksad ve amacına en iyi şekilde vakıf olan sahabiler, gerek gizli ve gerekse
açık olarak onun emirlerine en sıkı şekilde itaat eden ve ölünceye kadar en titiz
şekilde bu tutumu devam ettiren kimselerdir. Hatta sahabiler arasında
Rasûlullah'la en samimi olanlar, O'nun özel hayatım
en yakından bilen Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer-Allah onlardan razı olsun- gibi
kimseler, gizli ve açık hayatlarında emirlere en titiz şekilde uyan, farzları
en çok yerine getirip haramlardan en fazla kaçınan kimselerdir.
Bu
sapık görüşün savunucuları bazı bakımlardan sapık ta-savvufculara benzerler.
Hani Allah'ın emirlerine uyup yasaklarından kaçınmayı sözde henüz "arif
olamamış sıradan müridlere mahsus sayan sufî taslakları var ya, onları
kasde-diyoruz. Onlara göre mürid, ariflik mertebesine yükselince serî
yükümlülüklerden sıyrılır. Onlar Cenab-ı Allah'ın
"Sana
yakin (ölüm) gelinceye kadar ibadet et."[75]
"Yakin"
kelimesini "marifet anlamında yorumluyorlar." Oysa ayetteki
"Yakin" kelimesi "ölüm ve sonrası" anlamındadır. Nitekim
Cenab-ı Allah Kur'an-ı Kerim'in başka bir yerinde cehennemliklerin dilinden
şöyle buyuruyor:
"(Onlar
derler ki;) Biz boş şeylere dalanlarla birlikte dalardık. Ceza gününü
yalanladık. Sonunda bu haldeyken bize yakin (Ölüm) gelip çattı.
Artık
onlara şefaatçilerin şefaati fayda vermez."[76]
Nitekim
meşhur sufî Hasan-ı Basrî "Cenab-ı Allah, mümin kulları için ölümden
başka bir amaç noktası belirlememiştir" dedikten sonra sözlerine delil
olarak yukardaki ayeti okumuştur. Ayrıca Peygamber Efendimiz- salât ve selâm
üzerine olsun- de Osman b. Mazun'un ölümü üzerine "Osman b. Mazun'a
gelince ona Rabbi tarafından yakîh (yani ölüm) geldi" buyurmuştur.
Oysa
bu "arif taslakları her şeyden önce bütün varlık aleminin gerçeği olan
kaderi müşahede ettiklerini, arifin gayesinin kaderi müşahede etip herkesin
gördüğü bu alemden yok olması olduğunu ileri sürerler. Onlara göre kaderi esas
alan bakış açısmda
emirler ile yasaklar, Allah'ın sevdikleri ile hoşlanmadıkları ve Allah'ın
dostları ile düşmanları arasında fark yoktur.
Onlardan
biri diyor ki; "Arif, ilk öne itaat ve isyan safhasını yaşar. Arkasından
isyansız itaat safhasına geçer." Nitekim onların bir şeyhi "Ben
kendisine isyan edilen bir Rabb'e inanmıyorum" demiştir. Bu şeyhe bir
zalimden sö-zederek "Bu adamın malı haramdır" dediklerinde o da böyle
diyenlere "Bu adam eğer emre isyan etti ise kadere itaat etti" diye
cevap vermiştir.
Bunlara
göre sözde arifler bu safhadan sonra üçüncü bakış açısına geçerler. Bu bakış
açısmda ne itaat ve ne de isyan söz konusudur. Bu bakış açısı, "vahdet-i
vücud"a inanan "Ehl-i vahdef'in bakış açısıdır.
Bu
görüş, bidatçı sufîlerin en aşırı derecelilerinin görüşüdür. Tıpkı Keramite
mezhebinin Şia'nın en aşırı kolu olduğu gibi. Bu iki sapık görüş arasında
yakınlık vardır. Bunlardaki küfür ne yahudilikte, ne hristiyanhkta ve ne de
müşrik araplarm putperestliğinde yoktur. Doğrusunu Allah bilir.[77]
Bundan
başka bazı alimler "mümin" ve "iman" kelimeleri üzerinde
tartışmışlardır. Bu tartışma kimi zaman kelime üzerinde ve bazan da mana ile
ilgili olmuştur. Fıkıh imamları yukarda anlattığımız hükümlerden hiç biri
üzerinde tartışmamışlardır. Onların tartışma alanı kelimeler olmuştur. Tıpkı
"iman" hakkındakrşu tartışmaları gibi; "iman artar ve azalır
mı? İmanda istisna olur mu, olmaz mı? Ameller, imanın bir bölümü mü, değil mi?
Günahlara iyice batmış bir fasık kâmil bir mümin sayılabilir mi, sayılamaz mı?"
Sahabilerden,
Tabiin imamlarından ve selefin çoğunluğundan gelen görüşe göre-ki bu görüş
hadis alimleri tarafından desteklendiği gibi "Ehl-i sünnet" yolu
olarak isimlendirilir -iman söz ve amel olarak hem artar, hem eksilir, ibadetle
artar ve isyanla eksilir, ayrıca imandan istisna yapılabilir. Nitekim
sahabilerden Umeyr b. Habib Hatmi- Allah ondan razı olsun- "iman hem
artar, hem azalır" deyince kendisine "Bu artış ve azalış nasıl
olur?" diye sordular. O da bu soruya "Allah'ı zikrettiğimiz, O'na
hamdettiğimiz ve O'nu teşbih ettiğimiz zaman bu yaptıklarımız imanın artışı,
buna karşılık Allah'dan gafil kaldığımız, O'nu unuttuğumuz ve ihmal ettiğimiz
zaman bu yaptığımız da imanın azalışı olur" diye cevap vermiştir. Bu
sözler ilk müslümanların (selefin) çoğunluğunun bu konudaki sözlerine örnek
teşkil eder.
İlk
müslümanların bir kısmı ile daha sonraki dönemin çoğu alimleri imanı
"söz, amel ve niyet" olarak tarif ederken sonraki dönemin bazı
alimleri bunu "söz, amel, niyet ve sünnete uymak" şeklinde
tanımlamışlardır. Bunlar arasında "iman" dille söylemek, kalble
inanmak ve vücudun organları ile amle etmektir" diyenler de vardır. Bu
son ifadeyi Ali b. Ebu Rıza'dan rivayet ederek Peygamber EFendimize-salât ve
selâm üzerine olsun- dayandıran da olmuştur. Fakat Ebu Salt Harevî'ye ait olan
bir hadis kitabında yer alan bu iddia, hadis alimlerinin ortak görüşüne göre
asılsızdır, yani Peygamberimiz bu sözleri söylemiş değildir.
Gerçi
yukardaki tarifler arasında manaca fark yoktur. Fakat ilk dönem müslümanlarının
tarifinde kullanılan kayıtsız "söz" ve "amel" terimleri
"kalb ve dilin sözü" ile "kalb ve organların ameli"ni
kapsamlarına alırlar. Çünkü kalbin inancı olmaksızın dilin söylemesi, münafık
sözüdür. Böyle bir söz ise normal olarak "söz" diye adlandırılmaz,
ancak belirli ve kayıtlı anlamda "söz" adını alabilir. Nitekim
Ce-nab-ı Allah Kur'an-ı Kerim'in bir yerinde
"Onlar,
dilleri ile kalbinde olmayan bir şeyi söylüyorlar"[78]
buyuruyor.
Tıpkı bunun gibi "Kalblerin ameli ile uyumlu olmaksızın organların
ameli" de münafık amellerinden-dir ki, böyle ameli Allah kabul etmez.
Buna
göre ilk dönem alimlerinin (selefin) tarifi, hem zahiri ve hem de batınî olarak
sözü ve ameli kapsamına alır. Fakat bazı kimselerin bu tarifi, niyeti kapsamına
olmaz nitelikte görmeleri, onu öyle anlamaları mümkün olduğu için alimlerden
biri bu tarife "niyet" kelimesinin de açıkça eklemeyi uygun
görmüştür. Arkadan gelen bazıları imanın tarifini açıklarken "sünnete uygun
olmadıkça mutlak anlamında söz, amel ve niyet makbul değildir" dediler.
Bu söz de doğrudur. Çünkü "iman, söz ve ameldir" diyenler söz ve
ameli genel manaları ile anlamışlar, belirli söz ve amelleri düşünmemişlerdir.
Tıpkı
bunun gibi imanı "Kalbin inanması, dilin söylemesi ve organların
ameli" olarak tarif edenler söz ve ameli zahirî alâmetler olarak
görmüşlerdir. Öyle olunca bu tarife "kalbin inancı"nı eklemek gereği
duyulmuştur. Fakat bu tarifteki "Kalbin inancı" mutlaka "Allah
korkusu, Allah sevgisi ve Allah'a
güvenmek" gibi inanca eşlik eden kalb amellerini de kapsamına alır diye
düşünülmelidir. Çünkü iman konusunu ele alan bütün farklı gurupların ortak görüşüne
göre imanın "kalb amellerini" kapsamına alması, "organların
amellerini" kapsamına almasından daha önemli ve daha önceliklidir.
Tabii'ne
bağlı bazı fıkıh alimleri, imanın azalabüeceği, noksanlık sıfatını
taşıyabileceği görüşüne katılmamışlardır. Çünkü onlar Kur'an'da imanın
artabileceğinden bahsedildiğine rastlandığı halde azabileceğinden
bahsedilmediğine dayanmışlardır. İmam-ı Ahmed Hanbeli'den gelen iki rivayetten
biri bu yoldadır. Diğeri ve taraftarlarınca meşhur kabul edileni diğer
imamların bu konudaki görüşlerinin aynısı, yani imanın hem artırıp hem de
azalabüeceği görüşüdür.
Alimlerden
biri de bu konuda "fazlalık" ve "eksiklik" terimlerinden
kaçınarak "üstünlük" kavramını tercih etmiştir. Ona göre imanın
"üstünlüğü" ve "farklılığı" söz konusu olabilir. Bu görüş
îbn-i Mübarek'e dayandırılmıştır. Bu zatın maksadı tarışma konusu olmuş bir
terimden kaçınarak varlığı kesinlikle kabul edilmiş bir kavrama sığınmaktadır. ,
Öteyandan
Hemmad b. Ebu Süleyman ve taraftarları imanın "üstünlük'le
nitelenebileceğini, amellerin onun kapsamına gireceğini ve istisna kabul
edebileceğini kabul etmemişlerdir. Bunlar Mürcie mezhebinin fıkıh
alimlerindendir-ler. Şeyh Hemmad b. Ebu Süleyman ve dostları gibi Küfe-liler
ile daha Önce yaşamış Alkame ve Esved gibi İbn-i Me-sud 'un taraftarlarına
gelince bunlar vaktiyle Mürcie mezhebine şiddetle karşı çıkmış ve imanda
istisna olabileceğini savunmuşlardı. Fakat Hemmad b. Ebu Süleyman eskilerinin
yolundan ayrıldı. Zamanla kazandığı taraftarlarla birlikte bu Küfeli guruplara
ve daha sonrakilere katıldı.
Şunu
hemen belirteyim ki, ilk dönem alimleri (selef) ile mezhep imamları, Mürcie
mezhebinin taraftarlarına şiddetle karşı çıkmalarına, onları bidatçi ilan edip
ağır sözlerle kınamalarına rağmen ben hiç kimsenin onlara kâfir dediğini
hatırlamıyorum. Tersine imamlar onların bu görüşleri yüzünden kâfir sayılamayacaklarını
görüş birliği ile söylemişlerdir.
Nitekim
gerek Ahmed b. Hanbel ve gerekse onun dışında kalan imamlar Mürcie mezhebini
tutanların kâfir sayılamayacaklarını açıkça belirtmişlerdir. Gerek Ahmed b.
Hanbel'den ve gerekse diğer mezhep imamlarından Mürcie mezhebi mensuplarının
kâfir olduğu veya kâfir olup olmadıkları tartışmalı bidatçılar olduğu şeklinde
bir görüş kim naklederse büyük bir hata içindedir. Ahmed b. Hanbel ile diğer
imamlardan doğru şekilde nakledilecek görüş, onların Cehmiyye-i Müşebbihe
mezhebine taraftar olanlarla bunlara benzer görüşler savunanları kâfir
saydıkları şeklindedir. Ahmed b. Hanbel, ne "Haricîleri" ve nede
"Kaderiye" mezhebinin taraftarlarını kâfir saymamıştır. Bu
mezheplerin ilim sıfatını kabul etmeleri, fiillerin yaratılmış lığını inkâr
etmeleri ve meşiyeti umumîleştirmeleri halinde de bu böyledir. Bununla
birlikte onun bu mezhepleri kâfir saydığı şeklinde bir başka rivayet de vardır.
Fakat
Ahmed b. Hanbel'in, Mürcie mezhebini kâfir saymadığı kesin ve tartışmasızdır.
Cehmiye mezhebine gelince gerek bu mezhebin ileri gelenlerini, gerek "Ben
cehmiye taraftarıyım" diyen herkesi ve gerekse bu mezhebin bazı
görüşlerine katılanları kâfir saymadığı da gerçektir. Tersine halkı
görüşlerini benimsemeye çağıran ve çağrılana uymayanları ağır şekilde
cezalandıran Cehmiye temsilcilerinin arkasından namaz kılmıştır. Ne o ve ne de
diğer imamlar, bu adamları kâfir saymadıkları gibi onların mümin olduklarına,
arkalarında namaz kılınıp haccedilebileceğine, onlarla birlikte savaşa
çıkilabileceğine ve onlara, diğer meşru imamlar gibi, isyan edilemeyeceğine
inanmışlardır.
Bununla
birlikte onların söylediği ve aslında büyük küfür olmakla birlikte, böyle
olduklarını bilmeden söyledikleri batıl sözlere karşı çıkmış ve bu sözlere
imkânlar ölçüsünde karşi koymak için onlara karış mücadele etmiştir. Böylece
dinin ve sünnetin prensiplerini ortaya koyarak Allah'a ve Rasulûllah'a itaat
görevini yerine getirdiği gibi sapık Cehmiye taraftarlarının bidatlarma da
karşı koymuş, fakat bunun yanında cahil, bidatçi, zalim ve fasık da olsalar
gerek ümmetin ve gerekse imamların hukukunu da gözetmiştir.
Hammad
b. Ebu Süleyman, Ebu Hanife ve diğerleri gibi tanınmış Küfe fıkıhçıları, hem
dilin söylemesini ve hem de kalbin doğrulanmasını imandan saymışlardır. Bu
görüş aslında Muhammed b. Kilâb ile arkadaşlarının görüşü idi. Fakat bu
kimseler de aynı görüşü benimsemişlerdir, onlardan "iman sadece kalbin
tasdik etmesidir" şeklinde bir görüş nakledilmemi ştir.
Bu
sözü Cehm b. Safvan'ın söylediği nakledilir. Anlatıldığına göre o "iman
sadece kalble tasdik etmektir. Dille ikrar olması şart değildir" demiştir,
ilk dönem müslümanla-rı ile imamlar bu görüşe şiddetle karşı çıktılar. Hatta
Veki b. Cerrah, Ahmed b. Hanbel ve diğer bazıları böyle diyenlerin mutlak
anlamda kâfir olacaklarını söylemişlerdir.
Bu
söz Cehmiye mezhebinin görüşlerinden biridir. Onlar bu geörüşlerini şöyle
savunuyorlar; "Firavun, İblis (Şeytan) Ebu Talib, yahudiler ve benzerleri
Allah'ı kaİbleri ile tanımışlar ve dilleri ile inkâr etmişlerdir, buna göre
bunların hepsi mümin idi." Onlar şu ayetleri bu görüşlerinin delilleri
olarak göstermişlerdir.
"Vicdanları
onların doğruluğuna kanaat getirdiği halde sırf haksızlık ve böbürlenme
yüzünden onan inkâr
ettiler."[79]
"Kendilerine
kitap verdiklerimiz onu oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar."[80]
"Gerçekte
onlar seni yalanlamıyorlar. Fakat o zalimler bile bile Allah'ın ayetlerini
inkâr ediyorlar."[81]
Bu
adamlar görüşlerini şöyle savunmaya devam ediyorlar; "İblis, (Şeytan)
kendisine g^..'.;;uw ''âhî haberleri yalanlamış veya inkâr etmiş değildir.
Çünkü Allah, pc>&«— ber aracılığı ile olmaksızın ona emir vermiş ve o da
kibirlenirse bu emre karşı gelmişti. Bunun sonucu olarak içinden bir
yalanlama, bir tekzib eylemi meydana gelmediği halde kâfir olmuştur."
Başka
bir yerde bu konu geniş şekilde incelenecektir.
Mürcie
mezhebinin bu görüşünden sonra Keramiye mezhebinin "İman sadece dille
söylemektir, kalble tasdik etmek değildir. Bununla birlikte böyle bir kimse
ahirette azaba çarpılır ve edebi cehennemlik olur" şeklindeki görüşleri
ortaya çıkmıştır.
Öteyandan
Ebu Abdullah Salihî bu konuda şöyle diyor, "İman sadece kalbin tasdik
etmesi, tanıması demektir. Fakat bu halin öyle bazı gerekleri vardır ki,
bunlar yok olunca bu durum kalbde tasdik'in olmadığını gösterir. Şeriatın küfür
olduğunu belirttiği her zahiri söz ve amel, gerçekten küfre götürür. Çünkü
böyle bir söz veya amel kalbde tasdik halinin bulunmadığını gösterir. İşte
küfür bu tek özellik, yani kalbde onaylama halinin yokluğudur."
Bu
görüşü, Ebu Hasan Eşarî'nin iki görüşünden biridir. Eşarî'nin arkadaşları olan
Kadı Ebu Bekir, Ebul Meali ve benzerleri de bu görüştedirler. Bu yüzden
"Mekalât" adlı eserin yazarı bunları Mürcie mezhebinin
taraftarlarından saymıştır.
Ebu
Hasan Eşarî'nin bu konudaki ikinci görüşü tıpkı seıadis alimlerinin görüşü
gibidir. Yani "iman, hem de ameldir" şeklindedir. Arkadaşlarının bir
bÖ~ -a görüşü tercih etmişlerdir. Bu arada imanda istisna olup olmayacağı
konusunda gerek Eşarî ve gerekse arkadaşlarının çoğunluğu hadis alimleri gibi
düşünmüşlerdir.
Eşarî'ye
göre yeterlilik meydana gelmesini sağlayan imandır. Ona göre istisna bu durumla
ilgilidir, yoksak kemal, noksan ve halle ilgili değildir. Eşarî iman hakkında
ne "mahlûktur" ve ne de "mahlûk değildir" demeyi doğru görmemiş,
bu hükümlerin her ikisinden de kaçınmıştır. Bu konuda o ehl-i sünnet alimleri
arasında tanınmış bir eser meydana getirmiştir.
Ebu
Mansur Maturidî ve benzerleri gibi Ebu Hanife'nin sonraki arkadaşlarından bir
gurup da aslında buna benzer bir görüşü benimseyerek "İman, kalbdeki
inançtır; açıktan söylenen söz ise dünya ile ilgili bazı hükümlerin sabit
olması içindir" dediler. Bu kimselerin imanda istisna olup olamayacağı ve
benzeri meselelerdeki görüşleri, dayandıkları kaynaklarda belirtilen görüşler
gibidir.
Hariciler,
Mürcie, Mutezile, Cehmiye ve öbür mezheplerin iman konusundaki tartışmalarının
özü, bu mezheplerin tümünün imanı, bir bölümü yokolunca hepsi yokolan ve bu
bölümlerin varlığı ile tümü varolabilen bir bütün, bir birim olarak kabul
etmeleridir. Bu mezheplerin hiç biri imanın bir kısmı yokolunca geride kalan
kısmının varolabileceğim benimsememiştir. Nitekim Peygamber Efendimiz-salât ve
selâm üzerine olsun- şöyle buyurmuştur:
"Kalbinde
bir başak tanesi ağırlığınca iman bulunan kiminse cehennemden çıkar (orada
ebedi kalmaz)"
Bu
noktadan sonra "Hariciler" ile "Mutezile" mezhebi,
"ibadetlerin tümü imanın bir parçasıdır. Buna göre bazı ibadetler
yokolunca imanın bir kısmı ve sonuç olarak geride kalan kısmı kaybolur"
demişler ve buna dayanarak büyük
günah
işleyen kimsenin hiç imanı kalmayacağına hükmetmişler.
Öteyandan
"Murcie" ile "Cehmiye" mezhepler de ortak görüş halinde
imanın bölünmez tek bir bütün olduğunu vurguladıktan sona "Mutezile"
mezhebi, onun sadece kalble tasdik etmekten ibaret olduğunu belirtirken
"Cehmiye" mezhebi onun hem kalble ve hem de dille tasdik etmek demek
olduğunu söylemiştir. Bu iki mezhep bu yoldaki görüşlerini şöyle
savunmuşlardır, "Eğer biz ibadetleri imana katsak o zaman ibadetler
imanın bir bölümü olacağı için, ibadelerin bir kısmı bulunmayınca iman da yok
olur ve sonuç olarak büyük günah işleyenlerin imandan çıktığını kabul etmek
gerekir ki, bu da Mutezile ve Hariciye mezheplerinin görüşüdür. Fakat imanın
bir takım gerekleri ile belirtilerinin varlığı söylenebilir ki bu gereklerin ve
belirtilerin yokluğu halinde imanın yokolduğuna hükmedilir.
Bu
iki gurubun "her ikisi de selefden, ehl-i sünnetten ve hadis alimlerinden
sonra çelişkiye düştüler. Şöyle ki, bir yandan "iman söz ve ameldir"
derken Öbür yandan da "iman, bazı amellerin yokoîması ile yokolmaz"
demişlerdir.
Hatta
İbn-i Hatib ve benzerleri bu konuda Şafii'yi de çelişkili görmüşlerdir.
Bilindiği gibi Şafii, sünnet imamla-nndandır ve Murcie mezhebine karşı çıkan
meşhur sözleri vardır. Ayrıca bir kitabında Sahabi'lerin, Tabiin'in ve onlara
uyanların bu konuda hadis alimlerinin görüşü etrafında birleştiklerini
belirtmiştir. Bu arada İbn-i Hatib, bu konu ile ilgili yazdığı bir kitapta Cehm
b. Safvan ile salihî'nin görüşünü benimseyince Şafii'nin görüşünü anlamakta
güçlük çekerek onu çelişkili görmüştür.
Böyle
düşünenlerin bu konudaki "şüpheleri" şundan kaynaklanmaktadır.
Birden çok parçadan oluşmuş bileşik bir gerçek, bütün meydana getiren
parçaların bir kısmı kaybolunca yokolur. Tıpkı on sayısı ve gerçeği gibi.
"On" sayısını meydana getiren parçaların bir kısmı yok olursa geride
kalan sayı artık "on" sayısı değildir. Bileşik maddeler de böyledir.
Senkcebin gibi. Bu maddeyi meydana getiren elementlerin bir yokolunca geride
kalan şey artık "senkcebin" değildir.
Bu
itirazı dile getirenler görüşlerini şöyle savunuyorlar; "İman, zahiri ve
batını sözlerle amellerden meydana gelen bir bütün olunca bu bütünü meydana
getiren bazı unsurların yokolması, imanın da yokolmasını gerektirir. Bu da Hariciler
ile Mutezile'nin görüşüdür. Ayrıca bu durumuda aynı kimsenin sahip olduğu iman
dolayısı ile mümin ve üzerinde bulundurduğu küfür oranında ne kâfir olması, böylece
ayni şahsın üzerinde hem iman ve hem de küfür bulundurması gerekir. Bu ise
icma-ı ümmet'e ters düşen bir faraziyedir."
Allahualem
bu şüpheden dolayı fıkıh imamlarından biri, imanın ekşitebileceği görüşünü
reddetmiştir. Belki de bu imam, böyle düşündüğü, yani imanın eksilebileceğini
benimsediği takdirde onun tümü ile yok olacağını zannetmiştir. Fakat imanın
artması söz konusu olunca böyle bir tehlike yoktur.
Ayrıca
bu "itiraz" ibadetin imandan ve günahın da küfürden bir parça
olduğunu ve küfür ile imanın biraraya gelmesi düşünülemeyeceği gerekçesi ile
aynı insanda hem ibadet ve hem isyan halinin bir araya gelemeyeceğini
söyleyenlerin, bu görüşü savunanların itirazıdır, onlara göre ortada ancak
katıksız iman veya katıksız küfür varolabilir.
Arkasından
tek tek şahıslar için geçerli gördükleri bu hüküm tek tek amellere de
yaygınlaştırarak "Herhangi bir amel bir bakımdan makbul ve başka bir
bakımdan sevimsiz olamaz" demiştir. Öte yandan Ebu Haşim bu konuda daha da
ileri giderek bu hükmü belirli bir tür amelin tümü için geçerli kabul etmiş ve
şöyle demiştir:
"Rükû,
secde ve diğer bazı ibadet türlerinin bazıları ibadet kabul edilirken diğer
bazı çeşitlerigünah sayılamaz. Çünkü ayni gerçek birimi, değişik iki vasıf
taşıyamaz. Buna göre ibadet ve günah kalbdeki niyetlere dayanır. Yani secde
edenin görünür, bedeni ameli değil, niyeti ve amacı önemlidir."
Fakat
alimler, Ebu Haşim'in bu görüşüne şiddetle karşı çıkarak onun icma-ı ümmete
ters düştüğünü, aynı zamanda, şeriatın ve aklın bazı kesin prensiplerini inkâr
etmiş oldu-, ğunu belirtmişlerdir.
Bu
itirazı ileri sürenlerin yanılgılarının temel sebebi sadece zihinlerde varolan
soyut ve mutlak bir gerçeği gözönün-de bulundurmalarıdır. Bu noktadan hareket
ederek derler ki; "İman, iman olması itibarı ile ve secde secde olması
itibarı ile biribirinden üstün ve birbirinden farklı olamaz vs."
Oysa
eğer gerçeği görseler kabul edecekler ki, zihninin dışmda ve objektif alemde
varolan nesneler farklı özellik taşırlar. Soyut ve mutlak gerçek (realite)
sadece zihinde vardır. Buna göre insanlar bazı şeylerin birbirlerinden üstün
ve farklı olduklarını söylerken objektif dünyada varolmayan soyut ve mutlak
şeylerin değil, dünyada varolan şeylerin birbirlerinden üstün ve farklı
olduklarını belirtmek istemektedirler.
Meselâ
bilindiği gibi siyah rengin çeşitli tonları vardır. Bu tonların bazısı koyu ve
bazısı açıktır Beyaz ve diğer renkler de böyledir. Fakat eğer biz sadece
zihnimizin tasarlayabildiği soyut ve mutlak siyah'ı düşünecek olursak bunun -
birbirinden farklı ve birbirinden üstün çeşitleri düşünülemez. Ama böyle bir
siyah renk de sadece zihinlerde vardır, dış (objektif) dünyada bulunamaz.
Usul~ü
Fıkıh ilmi ile uğraşan bir çokları da bu hatanın benzerine düşerek aklın,
farzın ve haramın biribirlerinden farklı türlere sahip olamayacaklarını ileri
sürmüşlerdir. Bu konularda farklılığı ve üstünlüğü inkâr edenler Kadı Ebu Bekir,
İbn-i Akıl ve benzerleridir. Usul-û Fıkıh alimlerinin çoğunluğunun görüşü bunun
tersinedir. Ebu Hasan Temimî, Ebu Muhammed Berbeharî, Kadı Ebu Yala, Ebu Hattab
ve benzerlerinin görüşleri gibi. Ayrıca mantıkçılar, felsefeciler ve onların
yolundan giden Kelâm alimleri de aynı hataya düşerek Vacib-ül Vücud'u
(Allah'ı) tevhid etmenin (bir bilmenin) herkes için aynı manayı taşıyan bir kavram
olduğunu ileri sürmüşler ve bu görüşlerinin sonucu olarak kesin bir inkâra
kadar sürüklenmişlerdir ki, bu konuyu başka bir yerde detaylı bir şekilde
açıkladık.
Yunan
mantığının taraftarları bu konuda kararsız ve belirsizdirler. Öyle ki, böyle
biri, önce bir şey diyor, sonra dönüp tersini söylüyor. Yeri gelince bu konu
anlatılacaktır. Burada meseleyi, konumuzu ilgilendirdiği kadarı ile ele alarak
diyoruz ki, meselenin iki tarafı, iki kutbu vardır:
1- İman bütününü
meydana getiren unsurlur yokolma bakımından biribirlerine bağımlı mıdırlar?
2- İman bütünün
meydana getiren unsurlar varolma bakımından birbirlerine bağımlı mıdırlar?
Birine
Prensip:
Bilmek
gerekir ki, birden çok unsuru bulunan bir varlığın -bu varlık ister maddi bir
nesne olsun, isterse maddi varlıkların bağımlı bir niteliği olsun- bazı
unsurları yokolunca geride kalan unsurları yokolabilir de, yokolmayabilir de-
Yani bütün halindeki bir varlığın bazı unsurlarının yokolma-sı, geride kalan
unsurların yokolmasım mutlaka gerektirmez. Başka bir ifade ile böyle bir
realite ister bileşik nesne, ister sentez ve isterse başka bir ad alsın, bazı
elementlerinin veya birimlerinin yokolması, diğer elementlerinin veya birimlerinin
yokolmasım gerektirmez.
Bu
görüşün tersini savunanlar tarafından verilen on sayısı ve senkeebin (kimyevi
bir bileşik) örnekleri de bu ku-
rala
uygundur. Şöyle ki, on sayısı içinde bir sayısı yokolunca geride dokuz sayısı
kalır. Yani birleşik bir varlığı meydana getiren unsurlardan birinin yokolması
diğer unsurları da yoketmez.
Fakat
bu görüşü savunanların en çok söyledikleri şey, herhangi bir bileşiği veya
bütün meydana getiren unsurların bir kısmı yokolunca artık eski bileşik
varlığını, eski sentetik bütünün ve eski ismi taşımayı hakkettiren özelliğin
kaybolduğudur. Tıpkı az önceki örneklerimizde on ve senkeebin isimlerinin
ortadan kalkması gibi.
Bu
görüşün savununcularına şöyle diyebiliriz: Birleşik bir varlığın ancak
kendisine has terkibini muhafaza ettikçe varolabileceği, aklı başında hiç
kimsenin tartışma konusu yapmayacağı bir gerçektir. Buna göre iman, namaz, hacc
ve benzerleri gibi birden çok unsuru bulunan bir ibadetin bazı unsurları
yokolunca daha önceki bütünün varlığını devam ettireceğini, bileşik varlığın
bütün unsurları yerli yerindey-ken ne idi ise ayni şey olarak kalacağını aklı
başında olan hiç kimse ileri süremez.
Tıpkı
bunun gibi herhangi bir ağacın veya evin bazı bölümleri yokolunca geride kalan
kısmın eskisinin aynısı olacağını veya herhangi bir insanın veya başka bir
canlının bazı organları yokolunca daha Önceki bütünlüğünü koruyacağını da hiç
kimse söyleyemez. Nitekim Peygamber Efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun-
şöyle buyuruyor:
"Her
yeni doğan çocuk fıtrî yapısına uygun olarak doğar. Sonra ana-babası onu ya
yahudî, ya hristîyan veya ateşperest yapar. Tıpkı herhangi bir hayvanın bütün
organları yerinde bir yavru doğurması gibi. Yeni doğan hayvan yavrusunda
herhangi bir uzvun eksik olduğunu hiç görüyor musunuz?"
Tabii
ki, canlı bir organizmadan bir uzuv (organ) eksilir-se artık eski organizma
kalmaz. Ama bu yüzden organizmanın geride kalan kısmının da yokolması gerekmez.
Böyle
bir durumda bileşik kavramın adının geride kalıp kalmayacağı konusuna gelince
bu herşeyden önce mana ile değil kelime ile ilgili bir konudur. İman'ın birden
çok unsuru ve bölümü olduğunu kabul edersek nitekim Peygamber Efendimiz -salât
ve salam üzerine olsun- şöyle buyurmuştur:
"İman
yetmiş küsur bölümdür. En üst derecelisi lâ-ilâheillallah kelimesi ve en aşağı
derecelisi de yolcuları rahatsız edecek maddeleri yoldan kaldırıp atmaktır.
Haya da imanın bir bölümüdür"
Tıpkı
namazın ve haccın da bazı unsur ve bölümleri olduğu gibi. İmanın bir bölümünün
bulunmayışı diğer bölüm ve unsurlarının da yokolmasını gerektirmez. Tıpkı namazın
ve haccın bazı unsurlarının yokluğu diğer unsurların yokolmasını gerektirmediği
gibi.
Demek
ki, bu meseleyi ortaya atanların "Bileşik bir şeyin bir kısmı yokolunca
diğer kısmı da yokolur" şeklindeki görüşleri doğru değildir. Yalnız eğer
bu kimseler "Bu durumda bütünün kendisi değil, bir kısmı kalır" ve
"o durumda bileşik şey artık eskisi gibi değildir" derlerse bu
sözlerini kabul ederiz.
O
zaman geride şu tartışma konusu kalıyor. Bütünün bazı unsurları yokolunca acaba
bütünün adının ortadan kalkması gerekir mi? Bu soruya şöyle cevap verebiliriz.
Bileşik
maddeler ve kavramlar bu bakımdan ikiye ayrılırlar: Kiminde isimlendirmede
terkip hali şarttır, kiminde ise böyle bir şart yoktur. Meselâ on sayısı ile
senkeebin maddesi birinci kategoriye girer.
Bazı
bileşik kavram ve cisimler de vardır ki, bir kısım elementleri yokolduğu halde
yine eski adlarını muhafaza ederler. Benzer elementlerden oluşan bütün bileşik
cisimler ve kavramlar böyledir. Ayrıca farklı ve değişik elementlerden meydana
gelen bir çok bileşikler de böyledir. Meselâ belirli bir ağırlıktaki buğday
yığınının adı, eksildiği zaman da buğdaydır. Toprak, su ve benzeri cisimler de
böyledir, İbadet, taat, hayır, hasenat, ihsan, sadaka, ilim ve bunların
benzeri olan kavramlar da bu kategoriye girer. Bunlar çok sayıda unsuru olan kavramlar
olup azına da çoğuna da bu isimler verildiği gibi unsurların bazısı yok olup
bir kısmı varolunca da aynı adı taşırlar, "Kur"1 an" kelimesi
de böyledir, bütünü de bir kısmı da aynı adı taşır. Eğer elimizdeki Kur'an daha
çok olarak nazil olsaydı, adı yine "Kur'an" olurdu, . Ayrıca daha
önceki peygamberlere inen kitaplar da bazan "Kur'an" diye anılırlar.
Nitekim Peygamber Efendimiz-sa-lât ve selâm üzerine olsun- bir hadisinde
"Davud'a indirilen Kur'an hafif tutulmuştur" buyuruyor. Tıpkı bunlar
gibi söz, kelâm, mantık ve benzerleri gibi terimler, muhtevalarının azma da
çoğuna da delâlet ederler.
Zikir,
dua terimleri de böyledir, aza da çoğa da takılabilirler. Dağ kelimesi
böyledir, çoğu kısımları aşınıp yokol-muş olsa bile geride kalan kısım aynı adı
taşımaya devam eder. Deniz ve nehir isimleri de ayniıdir, eksilince de isim aynı
kalır. Şehir, ev, köy, mescid ve benzerleri olan isimler de böyledir. Bu
isimler belirli bir bütüne verilir, fakat zamanla bütünün elementleri
eksildiği halde bu isimler yerlerinde kalır.
Bütün
hayvan ve bitki isimleri de böyledir. Meselâ "ağaç" gibi. Bu isim
köklerden, gövdeden, dallardan ve yapraklardan meydana gelen bir bütünün ismi
olduğu gibi bir kısım dalları kesildikten sonra da o bütünün ismi olmaya devam
eder. Yine insan, at ve eşek isimleri de böyledir. Bu isimler belirli azaları
bir arada olan bir canlı organizmanın adı olduğu halde bu hayvanların çoğu
azaları yokolsa bile isim yerinde kalır. Bazı özel isimler de böyledir. Meselâ
Zeyd ve Amr gibi. Bu isimler belirli unsurları içeren bir organizmaya takılır,
ama sözkonusu organizmaların bazı organları yokolsa da isim yine devam eder.
Buna
göre bileşik kavramlar ve cisimler iki kısım olduklarına göre, daha doğrusu
çoğu bileşikler bu ikinci kategoriden olduklarına göre bu itirazı ileri
sürenlerin "Bir bütünün bazı parçalan yokolunca o bütünün taşıdığı ismin
de yo-, kolmasi gerekir." şeklindeki iddiaları doğru değildir. Çünkü çoğu
kere bütünün ismi geride kalan unsurlarla birlikte kalabilmektedir.
Bilindiği
gibi "iman" terimi de bu kategoridendir. Çünkü Peygamber Efendimiz,
daha önce hatırlattığımız gibi "İman, yetmiş kusur bölümdür. En üst
derecelisi lâilâ-heillallah kelimesi ve en aşağı derecelisi de yolcuları rahatsız
edecek maddeleri yoldan kaldırıp atmaktır. Haya (utanma duygusu) da imanını
bir bölümüdür" buyuruyor. Hep biliyoruz ki, "Yol üzerindeki
engelleri temizleme" ve benzeri unsurlar yokolsa bile iman
yokolmamaktadır.
Buharî
ile Müslim'de yer aldığına göre Peygamber Efen-dimiz-salât ve selâm üzerine
olsun- "Kalbinde başak tanesi ağırlığınca iman bulunan kimse cehennemden
çıkar" buyurmuştur. Peygamberimiz burada imanın çeşitli unsurlara
bölünebileceğini, geriye bazı unsurların kalabileceğini ve bu unsurların
imandan sayildığını ifade ediyor. Bundan anlaşılıyor ki, imanın bir kısmı
yokolup gerideki kısmı kalabilir.
İşte
bu delil, yukardaki iddianın sahiplerinin dayanaklarını çürüterek iman
teriminin Kur'an, namaz, hacc ve benzerleri gibi bir terim olduğunu açıklar.
Haccın öyle unsurları vardır ki, bunların eksik bırakılması haccın eksiksiz
bir farz oluşunda eksiklik meydana getirir, ama bu ibadeti batıl (geçersiz)
hale getirmez. Cemre taşlarını atmak, Mi-na'da gecelemek ve benzerleri gibi.
Bir kısım unsurları da sadece müstehap bakımından bu ibadetin kemalinde
eksiklik oluşturur. Hilâli ve çölü görünce sesi yükseltmek ve ilk tavafta
boyanmak gibi.
Namaz
da böyledir. Onun öyle unsurları vardır ki, bu unsurların yokluğu, namazın
müstehaplan yönünden eksiksiz-liğini (kemalini) zedeler. Öyle unsurları da var
ki, bunlar Ebu Hanife, Ahmed ve Maliki mezheplerine göTe namazın farzlar
yönünden kemalini zedeler, ama onu bozmaz. Yine namazın öyle unsurları var ki,
eksik bırakılmaları sehiv secdesi ile telâfi edilemez. Görüldüğü gibi bazan
ayni bütünün farklı unsunları seri ve tabii hüküm bakımından değişik
olabilmektedir.
Eğer
yukardaki itirazın sahibi "Şu unsur iman bütünün özüne dahildir, fakat şu
unsur iman bütünün özünün dışında kalır." derse o zaman kendisine
"İmanın özünden ne kasdediyorsunuz?" diye sorarız. Eğer bu soruya
"îmanım özü derken kendisi yok olduğu takdirde sahibi kâfir olacak olan
mahiyeti kasdediyorum" derse kendisine denir ki; "imanın, bütün
dönemler ve bütün mükellefler için geçerli, siyah ve beyaz kavramları gibi kesin
mahiyetli bir tek Özü yoktur. Tersine iman ve küfür, gerek ulaşma biçimine ve
gerekse mükellefliğe gerekçe olan çağrının varlık ve yokluğuna göre değişiklik
gösterir."
Bu
böyle olduğu gibi imanın mutlak olarak gerektirdiği yükümlülükler zamana bağlı
olarak gerektirdiği belirli yükümlülükler gibi değildir. Meselâ Cenab-ı Allah,
Hz. Mu-hammed'i-salât ve selâm üzerine olsun- peygamber olarak-gönderince bütün
insanlar O'nun bildirdiği haberlere inanmak ve verdiği emirlere uymakla
yükümlü hale geldiler. Fakat o zaman Rasulûllah, henüz ne beş vakit namaz
kılmayı ne Ramazan ayında oruç tutmayı ve ne de Beytullah'ı ziyaret etmeyi
emretmemiş, bunlara karşılık ne içki içmeyi ne faizi ve benzer haramları
yasaklamamış olduğu gibi o zaman Kur'an'ın çoğu ayetleri henüz inmemişti.
Buna
göre o sırada kim Kur'an'm o güne kadar inen kısmına inanıp iki şehadet
cümlesini dile getirerek bunun gerektirdiği gibi davrandı ise o gün için kamil
anlamda bir mümin olmuştur. Oysa ayni şahıs, bu sınırlı anlamdaki imanı-meselâ
- Hicret'den sonra ortaya koysa kabul edilmez ve bu imanla yetinmeye kalkışacak
olsa kâfir sayılırdı.
Nitekim
İmam-ı Ahmed (Hanbelî) diyor ki; "İman başlangıçta noksan olarak ortaya
çıktı. Zamanla artarak kemale erdi. Bu yüzden Cenab-ı Allah Veda Haccı yılında
şöyle buyurmuştur:
"Bu
gün size dininizi kemale erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım."[82]
Bunun
gibi Kur'an-ı Kerim'in inişinden ve dinin tamamlanmasından sonra herhangi bir
kimseye dinin bir kısmı ulaşır da diğer bir kısmı ulaşmaz ise böyle bir kimseye
Peygamberin getirdiği gerçeklerin tümüne genel olarak inanmak düşer. Bunun
yanında kendisine ulaşan ilkelere detaylı bir şekilde inanması gerekirken
henüz kendisine ulaşmamış olan ve öğrenmek imkânmı bulamadığı prensiplere bu
prensiplerden bilgisi kendisine ulaştığı zaman detaylı şekilde inanması
gerekli olur.
Bu
böyle olduğu gibi herhangi bir kimse Peygambere kesin bir şekilde inanır da
namaz vakti girmeden veya başka herhangi bir farz amelin yükümlülüğü omuzlarına
binmeden ölürse üzerine düşen iman etme görevini eksiksiz şekilde yerine
getirmiş olarak Ölür. Fakat bu arada namaz vakti girerse namazı kılması
gerekir. O zaman daha önce üzerine düşmeyen yeni bir yükümlülükle karşı
karşıya gelmiş olur. Hacca gitmeye ve cihad yapmaya gücü yeten kimse de böyledir.
Onun omuzlarına da başkalarının omuzlarına binmemiş olan bir detaylı tasdik
yükümlülüğü binmiş ve bu yükümlülüğün gereğini yapmak zorunluğu ile karşı
karşıya kalmış olur.
Böylece
imanın gerekli olan kısmı bir yandan vahyin gökten iniş durumuna ve bir yandan
da bu vahyin mükellefe ulaşıp ulaşmadığına göre farklılık gösteriyor. Bu nokta
doğrudan doğruya tasdik (inanma) unsurunu etkiliyor. Ayrıca mükellefin
yapabilme gücüne sahip olmaması ve benzeri gibi yükümlülük şartları bakımından
da farklılıklar olur. Bu alandaki farklılıklar da amelde farklılaşmaya yolaçar.
Bilinen bir gerçektir ki, böylelerinin omuzlarına binen yükümlülük
diğerlerinin omuzlarına binen yükümlülüğe benzemez.
Aynı
şeriatte imanın gerekli olan kısmı değişiklik ve farklılık gösterdiğine göre,
-bu iman çeşitleri arasında Allah'ı tanımak, bu inanca başka hiç bir şeyi
ortak etmemek, genel hatları ile peygamberlere ve ahiret gününe inanmak gibi
ortak temel prensipler var olmakla birlikte-şurası bilinen bir gerçektir ki,
bazı kimseler üzerlerine düşen iman yükümlülüğünün bir kısmını yerine getirip
bir kısmını bıraktıkları zaman, tıpkı diğer farzlarda olduğu gibi, imanın
bölümleri arasında ayırım yapmış olurlar.
Şu
noktayı da söylemeden geçmeyelim. Bu yerine getirilmemiş bırakılan bölüm,
diğer bölüm için şart olabileceği gibi şart da olmayabilir. Şart olma durumuna
Kur'an'm bir kısmına inanıp diğer bazı kısımlarını inkâr eden veya bazı
peygamberlere inanıp diğer bazılarına inanmayan kimsenin tümü misal
verilebilir. Nitekim Cenab-ı Allah buyuruyor ki: "Onlar ki, Allah'ı ve
O'nun peygamberlerini inkâr ederler, Allah ile peygamberleri arasında ayırım
yaparlar. "Kimine inanırız ve kimine inanmayız" diyerek inanmakla
inanmamak arasında bir yol tutmak isterler. İşte onlar gerçek kâfirlerdir. Biz
kâfirlere alçaltıcı bir az-ab hazırladık."[83]
Bunun
yanında bazan da bırakılan kısım diğer kısmın varlığı ve kabul edilmesi için
şart olmaz. O zaman hem iman hem münafıklık, hem imanın bazı bölümleri ve hem
de küfrün bir kısım unsurları biraraya gelmiş olur. Buhari ile Müslim'in
birlikte yer. verdikleri şu hadiste Peygamber Efendimizin -salât ve selâm
üzerine olsun- buyurduğu gibi:
"Dört
sıfat vardır ki, bunlar kimde bulunursa o kimse halis münafık olur. Kim bu
sıfatlardan birini üzerinde bulundurursa onu terkedinceye kadar münafıklık
sıfatlarından birini taşımış olur: (Bu vasıflar şunlardır:) 1) Konuşunca yalan
söylemek. 2) Verilen emanete hıyanet etmek 3) Yapılan anlaşmayı bozmak 4)
Mahkeme sırasında doğruluktan ayrılmak."
Müslim'de
yer alan bir hadiste de Peygamber Efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun-
şöyle buyuruyor:
"Kim
hiç savaşmaksızın ve içinden hiç savaş arzusu duymaksızın ölürse bir çeşit
münafık olarak ölmüş olur."
Yine
Müslim'de yer verildiğine göre Peygamberimiz, Ebu Zerr'e "Sen üzerinde
cahiliye döneminin bazı kalıntılarını taşıyan bir kimsesin" buyurmuştur.
Yine
Müslim'de yer aldığına göre Peygamber Efendimiz-salât ve selâm üzerine olsun-
şöyle buyuruyor:
"Dört
şey var ki, ümmetin arasında yaşayan cahiliye geleneklerindendir. Bunları
terketmeyeceklerdir. (Bunlar şunlardır:) 1) Soylulukla öğünmek. 2) Sülâleye
dil uzatmak 3) Ölünün arkasından yüksek sesle ağlamak. 4) Yıldızlar aracılığı
ile yağmur dilemek.
Yine
Buharı ile Müslim'in ortaklaşa yer verdikleri bir hadiste Peygamber Efendimiz
"Müslümana sövmek füsıklık, onu öldürmek küfürdür" buyurmuştur.
Müslim'de yer alan bir hadis de şöyledir:
"Halk
arasında yaygın olan iki huy var ki, bunlar küfürdür. Bu huylar sülâleye dil
uzatmak ve ölünün arkasından yüksek sesle ağlamaktır."
Buharı
ile Müslim'in Ebu Hureyre'den rivayet ettikleri bir başka hadis de şöyledir:
"Babalarınızdan
yüz çevirip başkalarının çocukları olduğunuzu ileri sürmeyiniz. Çünkü bu şekilde
babalarınızdan yüz çevirmeniz sizin için küfürdür."
Bu
hadis, Kur'an-ı Kerim'in okunuşu neshedilen (ortadan kaldırılan) şu ayetine
dayanıyor:
"Babalarınızdan
yüz çevirip başkalarının çocukları olduğunuzu ileri sürmeyiniz. Çünkü bu
şekilde babalarınızdan yüz çevirmek sizin için küfürdür."
Yine
Buharî ile Müslim'de yer aldığına göre Ebu Zerr-Allah ondan razı olsun-
"Peygamber Efendimizin- salât ve selâmı üzerine olsun- şöyle dediğini
duymuştum" diyor.
"Kim
bile bile babasından başkasının evladı olduğunu ileri sürerse küfretmiş olur.
Kim kendisinin olmayan bir şey üzerinde sahiplik iddia ederse bizden değildir,
cehennemde kendisine yer ayırsın. Kim bir başkasına asılsız yere kâfirlik
isnad eder veya öyle olmayan bir kim-seye-Ey Allah'ın düşmanı!- diye seslenirse
bu sıfat mutlaka kendi üzerine döner."
Buhari'de
yer aldığı şekli ile hadis şöyledir:
"Kim
bile bile öz babasından başka birinin evlâdı olduğunu iddia ederse Allah'ı
inkâr etmiş olur. Kim mensubu olmadığı bir kavimden olduğunu ileri sürerse
cehennemdeki yerini hazırlasın."
Buharî
ile Müslim'de yer aldığına göre Cerir ile İbn-i Ömer'in-Allah her ikisinden
razı olsun- rivayet ettiğine göre Peygamber Efendimiz-salât ve selâm üzerine
olsun- Veda Haccı sırasında şöyle buyurmuştur: ' "Benden sonra tekrar biribirinizin
boynunu vuran kâfîrler olmayınız."
Buharî'nin
Ebu Hureyre'den rivayet ettiği bir hadis şöyledir:
"Her
hangi bir kimse kardeşine- ey kâfir!- diye seslenirse bu itham ikisinden biri
üzerinde kalır."
Buharî
ile Müslim'in Zeyd b. Halid'den rivayet ettiğine göre Peygamberimiz şöyle
buyuruyor:
"Peygamberimiz
bir gün Hudeybiye'de yağmurlu bir geceden sonra bize sabah namazı kıldırdı.
Namazı bitirince yüzünü cemaate dönerek
"Bu
gece Rabbiniz ne buyurdu, biliyor musunuz?" dedi. Sahabilerin
"Allah
ve Resulü bilir" diye cevap vermesi üzerine sözlerine şöyle devam etti:
"Allah
buyurdu ki; "Kullarımdan kimi mümin ve kimisi de kâfir olarak sabahladı.
Kim "Allah'ın bağış ve rahmeti sayesinde yağmura kavuştuk" dedi ise
bana inanıp yıldızların yağmur yağdırmada etkili olduğu iddiasını
reddetmiştir. Buna karşılık kim "falan veya filân yıldız sayesinde yağmura
kavuştuk" dedi ise beni inkâr edip yıldızlara iman etmiştir."
Müslim'de
yer aldığına göre hadisin bir kısmı şöyledir:
"...Rabb'iniz,
ne buyurdu, baksanıza! Buyurdu ki; "Kullarıma verdiğim hiç bir nimet yok
ki, onun yüzünden bazıları kâfir olarak sabahlamış olmasın. Çünkü bunlar-
falan yıldızlar sayesinde, filân yıldızlar saye-sinde-derler."
Bu
hadislerin benzerleri çoktur. Bunun yanında İbn-i Abbas ve onunla birlikte
selef den bir zat "Allah'ın indirdiği prensiplere göre hükmemeyenler
kâfirlerin" başka bir ayette "fasıklarm" başka bir ayette de
"zalimlerin" "ta kendileridir"[84]
şeklindeki ilâhî buyruğu açıklarken "Bu ayetlerde bildiğimizin dışında
bir küfür, bildiğimiz dışında bir fasıklık ve bildiğimiz dışında bir zulüm söz
konusudur" demişlerdir. Ahmed b. Hanbel, Buhari ve daha bazı hadis
kaynaklan bu açıklamaya yer vermişlerdir.[85]
İman
güçlü olunca unsurları arasında karşılıklı tutkunluk ve bağımlılık bulunur,
zayıf imanın unsurları arasında bu sıkı bağımlılık görülmez. Yani kalbdeki
inanç, marifet, Allah ve peygamber sevgisi güçlü olunca bu durum kendiliğinden
Allah düşmanlarından nefret etmeyi gerektirir. Nitekim Ce-nab-ı Allah şöyle
buyuruyor:
"Eğer
onlar Allah'a, Peygamber'e ve O'na indirilen gerçeklere inansalardı, o
inkarcıları dost edinmezlerdi."[86]
Başka
bir ayette de şöyle buyurulmuştur:
"Allah'a
ve ahiret gününe inanan bir toplumun babaları, oğulları, kardeşleri, veya akrabaları
bile olsa Allah'a ve Rasulûne düşman olanlarla dostluk kurduğunu göremezsin.
Onlar o kimselerdir ki, Allah kalblerine iman yazmış ve onları kendiliğinden
bir ruh ile desteklemiştir."[87]
Fakat
her hangi bir kimse "Allah'a ve Resulüne düşman olanları" yakınları
oldukları için veya ihtiyacından dolayı sevebilir ve bu husus imanını
zayıflatan bir günah olmakla birlikte o kimsenin kâfir olmasma yolaçmaz. Tıpkı
sahabiler-den Hatib b. Ebu Beltea'nın durumu gibi. Bilindiği gibi bu zat bir
ara müşriklere yazmış olduğu bir mektupta karşı tarafa Peygamberimiz hakkında
gizli bilgiler vermiş ve bunun üzerine hakkında şu ayet inmişti:
"Ey
müminler, sakın benim ve sizin düşmanlarınızı dost edinip onlara sevgi ile
yaklaşmayınız."[88]
Yine
tıpkı Saad b. Ubade'nin olayı gibi. Hani bu zat da meşhur "iftira"
olayı sırasında İbn-i Ubeyy'in tarafını tutarak Saad b. Muaz'a karşı tehditkâr
sözler söyledi. Hz. Ayşe onun hakkında "Aslında iyi bir adamdı, fakat
akraba taraftarlığı duygusu onu böyle davranmaya sürükledi" dedi. Nitekim
bu şüpheye dayanarak Hz. Ömer, Hatıb'ı münafık olarak adlandırdı ve
Peygamberimize "Ya Rasulallah, bırak da şu münafığın boynunu vurayım"
dedi de Peygamberimiz kendisine "Ama o Bedir savaşına katıldı" diye
cevap verdi. Hz. Ömer, Hatıb'ın o şüphe uyandırıcı davranışına dayanarak
kendisini kesinlikle münafık olarak adlandırmıştır.
Tıpkı
bunlar gibi Useyd b. Hazır'ın, Saad b. Ubade'ye "Vallahi, sen yalan
söylüyorsun, onu mutlaka öldüreceğiz. Sen kesinlikle münafıkları savunan bir
münafıksın" demesi de bu kabildendir. Ayrıca sahabiler arasından Malik b.
Deşhım'e "münafık" diyenlerin sözlerini de bu kategoride saymak
gerekir. Her ne kadar böyle diyen sahabiler Malik b. Deşhim'ın münafıklarla
düşüp kalktığını ve onlara yakınlık duyduğunu gördükleri için bu sözü
söylemişler ise de durum yine aynıdır.
Bu
yüzdendir ki, münafıklıkla suçlananları aynı kategoriye konacak kimseler
değildir. Tersine bunlardan kimisi katıksız münafık, kimisi hem imanı ve hem
de münafıklığı nefsinde biraraya getirmiş, kimisi imanı baskın olduğu halde
nefsinde münafıklığın unsurlarından birini barındıran kimselerdir. Ayrıca şu
nokta da önemlidir ki, Tebük savaşı yı-' lında müslümanların imanı kuvvetlenip
belirli bir hale gelince daha önce kınamadıkları münafıklık belirtilerini kınamaya
başlamışlardır.
Bu
arada Hasan-i Basrî ve benzeri selef den kimselere dayandırılarak anlatılan şu
tutum da bu kategoridendir. Hani onlar fasıklara "münafık" adını
takmışlardı ve icma-ı ümmet düşerek o dönemin konuşmalarında bu üslûp
benimsenmişti. Bunun sonucu olarak aralarında "Koyu fasık, acaba kâfir
mi, yoksa imanı olmayan bir fasık mı, yoksa eksiksiz imanı olan bir mümin mi,
yoksa imanı ile doğru orantılı bir mümin mi, yoksa fasıklığı ile doğru
orantılı bir mümin mi, yoksa fasıklığı ile doğru orantılı bir fasık mı, yoksa
münafık mıdır?" diye tartışmışlardır. Hasan-ı Basri, bu konuda kendisini
icma-ı ümmet dışına çıkaracak bir görüş benimsememiş, fakat böyle bir kimsenin
yukardan beri anlattığımız anlamda "münafık" olacağını söylemiştir.
Münafıklık
da küfür gibidir, birbirinden farklı birden çok münafıklık vardır. Bu yüzdendir
ki, çoğu kere "Dinden çıkaran küfür olduğu gibi dinden çıkarmayan küfür de
vardır. Tıpkı bunun gibi büyük münafıklık olduğu gibi küçük münafıklık da
vardır" denir. Nitekim şirk de biri "Büyük şirk" ve öbürü
"küçük şirk" olmak üzere ikiye ayrılır. Ebu Hatem ile başka bazı
hadisçilerin bildirdiklerine göre Peygamber Efendimiz -salât ve selâm üzerine
olsun -
"Bu
ümmetin arasında şirk karınca yürüyüşünden daha gizlidir" buyurunca Ebu
Bekir-AIlah ondan razı olsun-hazretleri
"Ya
Rasulallah, karınca yürüyüşünden bile daha gizli olduğuna göre ondan nasıl
korunacağız?" diye sordu. Peygamberimiz de ona şöyle cevap verdi;
"Beri
bak, sana öyle bir kaç cümle öğreteyim ki, bu sözleri söyleyince şirkin
büyüğünden de küçüğünden de korunabilesin. Allahumme inni euzu bike en uşrike
bi-ke veene aletnu veestağfiruke limalâalemu."
Öteyandan
Tirmizi'de şu hadis yer almıştır:
"Kim
Allah'dan başkası adına yemin ederse O'na şirk koşmuş olur."
Bundan
da anlışılıyor ki, şeriatın koruyucusu (yani Peygamberimiz) her hangi bir
kişide imanın bazı unsurları bulunsa da ortada gereken yeterlikte bir iman
olmadığı için o kişide iman
olmadığını bildirmektedir. Nitekim O (Peygamberimiz) şöyle buyurmuştur:
"Zina
eden kimse müminken zina etmez. Hırsız müminken hırsızlık etmez. İçki içen
kimse müminken içki içmez."
Peygamberimizİn-salât
ve selâm üzerine olsun- şu hadisi de bu kategoriye girer.
"Kim
bizi aldatırsa bizden değildir. Kim bize karşı kullanmak amacı ile silâhlanırsa
bizden değildir."
Bu
tip hadislerde geçen "biz" ve "bizler" gibi çoğul birinci
şahıs zamirleri Peygamber Efendimizle çevresinde bulunan müminleri, yani sevabı
hakkettirip ebedi azabdan koruyan "mutlak bir iman" ile iman etmiş
müminleri kapsamına alır. Bu yüzdendir ki "Koyu fasıkın, bir bakıma mümin
olduğu söylenebileceği gibi bir bakıma mümin olmadığı da söylenebilir
denmiştir.
Bundan
da anlaşılıyor ki, herhangi bir kimse mutlak anlamda ne mümin ve nede münafık
olmayan bir müslüman olabilir. Başka bir ifade ile imanın gerekli mahiyetine
değil de temel özüne sahip olabilir. Bu yüzden Ahmed b. Hanbel ile onun gibi
başka mezhep imamları yukardaki hadiste geçen "Bizden değildir"
sözünü "bizim gibi değildir" veya "Bizim seçkinlerimizden
değildir" şeklinde yorumlamaya karşı çıkarak "Bu yorum, Mürcie
mezhebinin yorumudur. Onlara göre söz konusu kimse anlatılan büyük günahı işlememiş
olsaydı, Peygamberimiz gibi olurdu" demiştir. Tıpkı bunun gibi Hariciye
mezhebi ile Mutezile mezhebinin hadisteki bu ifadeye getirdiği "Böyle bir
kimse bütünü ile imandan çıkarak ebedi olarak cehennemlik olmaya müstahak
olur" şeklindeki yorum da, daha önce belirtildiği gibi, yanlış bir
yorumdur. Yani ne o yorum doğrudur ve ne de bu yorum doğrudur.
Bunun
böyle olduğunu belirtmek üzere bilinen bir gerçek olarak diyebiliriz ki,
sevilen bir şeyin varlığını kabul etmek, onu sevmeyi; saygıdeğer bir şeyin
varlığını tanımak onu saymayı ve çekinilecek bir şeyin varlığım onaylamak ondan
çekinmeyi gerektirir. Buna göre sırf Allah'ın varlığını tanımak, O'na ve O'nun
güzel isimleri ile yüce sıfatlarına inanmak O'na kalben sevgi beslemeyi, O'na
saygı duymayı ve O'ndan korkmayı gerektirir. Bu da O'na itaat etmeyi isteyip
O'na karşı gelmekten hoşlanmamayı gerekli kılar. Öteyandan güçle eşleşen kesin
irade yani istek, istenen şeyin, yapılabilecek şeyin meydana gelmesini
gerektirir. Demek oluyor ki, kul kesin bir irade ile namaz kılmak isteyince
eğer ayni zamanda namaz kılabilecek güce sahipse namazı kılar. Buna göre eğer
gücü yettiği halde namazı kılmazsa bu durumun o kulun isteğinin (iradesinin)
zayıf olduğunu gösterir.
Bu
açıklama ile bu noktada beliren bir yanılgıyı gidermiş oluyoruz. Bilindiği gibi
amelsiz (eylemsiz) iradenin azabı gerektirip gerektirmeyeceği çok
tartışılmıştır. "Azabı gerektirmez" diyenler şu hadislere
dayanmışlardır. Buharî ile Müslim'de yer verilen bir hadise göre "
Peygamberimiz -sa-lât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyuruyor:
"Allah,
ümmetimin içinden geçen duygulara -bu duygular söylenmedikçe veya eylem haline
getirilmedikçe-göz yummuştur."
Ebu
Hureyre ile ibn-i Abbas-AUah her ikisinden de razı ol sun-tarafından birlikte
rivayet edilerek Buharî ile Müslim'de yer verilen bir hadise göre de
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-şöyle buyuruyor:
"Kul
herhangi bir kötülüğü aklına koyunca bu yüzden defterine günah yazılmaz. Eğer
o kötülüğü işlerse hesabına bir günah yazılır. Buna karşılık her hangi bir
iyiliği aklına koyunca (içinden geçirince) hesabına tam bir sevap yazılır. Eğer
o iyiliği işlerse hesabına on kat ile yidiyüz kat arası sevap yazılır."
Başka
bir rivayete göre de Cenab-ı Allah "Eğer kulum içinden geçen o günahı
işlemezse (ey görevli meleklerim) onu hesabını sevap olarak yazınız. Çünkü
kulum bu günahı benim için terketmiştir" buyuruyor.
Öteyandan
"Eyleme geçirilmemiş irade azaba yolaçar" diyenler de aşağıdaki
hadislere dayanmışlardır. Bu hadislerden Müslim'de olanına göre Peygamber
Efendimiz-salât ve selâm üzerine olsun- bir defasında
"İki
müslüman kılıçlarını çekerek biribirleri üzerine yürürse ölen taraf da öldüren
taraf da cehennemliktir" buyurunca kendisine
"Ya
Rasulallah, öldüren tarafın neden cehennemlik olduğunu anladık da öldürülen
taraf niye cehennemlik oluyor?" diye soruldu. Peygamberimiz bu soruya
"Çünkü
o da karşıdakini öldürmek istedi" diye cevab verdi.
Ebu
Kebeşetûl Emmari tarafından rivayet edilen ve Müslim'de yer verilen başka bir
hadise göre Peygamber Efendi-miz-salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyuruyor:
"İki
adam düşününüz. Bu adamlardan birine Allah hem ilim hem mal vermiş, adam da
malını Allah rızasına uygun harcamaktadır. Öbürüne de ilim vermiş, fakat mal
vermemiştir. Fakat adam- Eğer benim de falanca gibi malım olsaydı, ben de onun
yaptığ gibi yaparak Allah rızası için harcardım- derse bu ikisi sevapça
aynıdır.
Buna
karşılık iki adam daha düşününüz. Bu adamlardan birine Allah mal vermiş fakat
ilim vermemiştir. Adam malını Allah'ın rızasına aykırı şekilde harcamaktadır.
Öbürüne de ne ilim ve ne de mal vermediği halde adam -Eğer benim de falanca
gibi malım olsaydı, ben onun gibi yaparak o malı Allah rızasına aykırı şekilde
Y ullanırdım- derse bu ikisi eşit derecede günahkârdır."
Bu
tartışma "içinden geçirmek" ile "istemek (irade etmek)"
arasında fark olduğu belirtilerek çözülür. "İçinden geçirmek" hali
görünür hiç bir eylemle eşleşmeyebilir. Buna da tabii ki, hiç bir ceza düşmez.
Fakat eğer kul böyle bir gönül duygusunu, tıpkı Hz. Yusuf -selâm üzerine
olsun- gibi, eyleme geçirmemiş bırakırsa bu yüzden Hz. Yusuf gibi sevap
kazanır. Bu yüzdendir ki, Ahmed b. Hanbel "İnsanın içinden geçen arzular,
gelip geçici duylar ile ısrarlı istekler olmak üzere ikiye ayrılırlar"
demiştir.
Yine
bu yüzdendir ki, Kur'an-ı Kerim'de belirtildiğine göre Hz. Yusuf başından
geçen o kadın olayı yüzünden hiç bir günaha girmemişti. Tersine, Allah onu
kötülükten ve fuhuştan uzak tutmuştur, çünkü O Allah'ın halis kullarından biri
idi. O kışkırtılmış olmasına, kendisine yalan söylenmesine, başka kadınlar
aracılığı ile ayartılmak istenmesine, hapse atılmasına ve başka herhangi bir
insanı mutlaka fuhuşa kalkıştıracak bir sürü sebebe rağmen Allah'dan korkarak
nefsine hakim olmuştur. Bu yüzden Allah onu dünyada rahmeti ile
mükafatlandırmıştır. Ayrıca Kur'anın ifadesi ile
"İman
edip AHah'dan korkanlar için, hiç şüphesiz, ahiret mükâfatı daha
hayırlıdır."[89]
"Kesin
iradeye" gelince burada yeterli güçle birlikte yapılabilir nitelikteki
eylemi yapma halinin birarada olması, eşleşmesi gerekir. İsterse söz konusu
eylem sırf bakmaktan, başı hareket ettirmekten, bir şey söylemekten, adım atmaktan
veya vücudu kımıldatmaktan ibaret kalsın farketmez.
Bu
açıklamadan sonra Peygamberimizin "İki müslüman kılıçlarını çekerek
biribirleri üzerine yürürse ölen taraf da öldüren taraf da cehennemliktir"
şeklindeki hadisi kolayca anlaşılır. Çünkü öldürülen taraf da arkadaşını
Öldürmek istemiş, bunun için elinden geleni yaptığı halde isteğini (muradını)
gerçekleştirememiştir. "Eğer benim de falanca gibi malım olsaydı, ben de
onun yaptığı gibi yaparak o malı Allah rızasına aykırı şekilde
kullanırdım" şeklinde konuşan kimsenin sözü de bunun gibidir. Bu adam da
yapabileceği şeyi yapmayı istemiş ki, bu da onu söylemekten ibarettir, söz
konusu eylemi asıl kendisini yapmaya gücü yetmemiştir.
Yine
bu yüzdendir ki başkalarını sapıklığa çağıran kimse, eylem sahibinin günahında
hiç bir eksilme meydana gelmeksizin, çağırışına uyan kimse kadar günaha girer.
Çünkü bu kimse o eylemi işleyenlerin sapıkıhğını murad etmiş ve bunun için
elinden gelen tek şey olan kötülüğe çağrıyı yapmıştır.
"îrade"
ve "eylem" hakkındaki bu açıklamadan sonra bilmek gerekir ki, kalbde
bulunan tasdik ve bilgi kalbin eylemini gerektirir. Tıpkı algının iradeye
dayalı hareketi gerektirmesi gibi. Çünkü nefsin iki gücü vardır:
1) "Uygun"
ile "zıt" olanı farkedip algılamak, bunları bilip tasdik etmek
2)
Uygundan
hoşlanıp zıttan nefret etmek. Harekete korku ile umudu, "tutmak"la
"karşı olma"yı algılamaktan doğar. Uygun ve ters olanı algılamak da.
elemi ve kederi gerektirir. Bundan dolayı Peygamber Efendimiz -salât ve selâm
üzerine olsun- şöyle buyurmuştur:.
"Her
yeni doğan çocuk fıtrî özüne uygun olarak doğar. Sonra ana-babası onu ya
yahudi ya da hristiyan veya putperest yapar. Tıpkı her hangi bir hayvanın bütün
organları yerinde bir yavru doğurması gibi. Yeni doğan hayvan yavrusunun da
her hangi bir uzvun eksik olduğunu hiç görüyor musunuz?"
İşte
kalbler de Allah'ı tanımaya, O'nu tasdik edip dinini kabul etmeye uygun bir
yapıda yaratılmışlardır. Fakat zaman zaman özelliklerini bozan etkiler altına
girerler.
Öteyandan
hakkı bilmek onu sevmeyi, batılı bilmek de ondan nefret etmeyi gerektirir.
Çünkü fıtrî yapıda hakkı
sevip
batıldan nefret etme iç güdüsü vardır. Fakat kalb zaman zaman özelliklerini
bozan etkiler altma girebilir. Bu bozucu etki ya kalbi, hakkı tasdik etmekten
alıkoyucu şüphelerden gelir, veya onu hakka uymaktan alıkoyan şüphelerden
ileri gelir. Bunun içindir ki; Cenab-ı Allah namazlarda şu ayetleri okumamızı
emretmiştir:
"Bizi
dosdoğru yola ilet. Nimet verdiğin kimselerin yoluna. Gazaba uğramışların ve
sapıkların yoluna değil."[90]
Peygamber
Efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- de şöyle buyuruyor:
"Yahudiler
"Gazaba uğramışlar" ve hristiyanlar da "sapıklardır."
Çünkü
yahudiler "hakkı, çocuklarını bildikleri gibi biliyorlar." Fakat
haktan nefret etmeye, ona düşman olmaya yo-laçan kibirleri ve kıskançlıkları
yüzünden ona uymazlar. Buna karşılık hristiyanlar da ibadet geleneği,
kalblerinde şefkat, merhamet vardır. Fakat bunlar hak bilgiden yoksundur ki,
bu yüzden yolları "sapık"tır. Yani bir tarafta iyi niyetten yoksun
bir bilgi ve öbür tarafta da bilgisiz iyi niyet vardır. Bu yapıya asılsız
bilgiler ile burnun doğrusundan giden bir inatçılık eklenince, aslında, ortada
ne işe yarar bir bilgi ve ne de işe yarar bir iyi niyet kalıyor. Nitekim
Cenab-ı Allah Ehl-i Kitab'ın müşrikleri ile ilgili olarak şöyle buyuruyor:
"Ve dediler ki; eğer biz onların sözlerini dinleseydik veya düşünüp
anlasaydık, şu çılgın ateşin halkı arasında olmazdık."[91] Diğer bir ayette de şöyle
buyûruluyor: "İnsanlardan ve cinlerden bir çoğunu cehennemlik olarak
ayırdık. Çünkü onların kalbleri var, fakat duymazlar. Gözleri var, fakat
görmezler. Kulakları var, fakat işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibi hatta
hayvanlardan bile daha sapıktırlar. İşte onlar gafillerdir."[92]
Şunu
da belirtelim ki "iman" terimi, "tasdik" teriminin her
bakımdan anlamdışı değildir. Çünkü "tasdik" her türlü haber hakkında
kullanılır. Nitekim "Bir sayısı, ikinin yarısıdır" ve "Gök,
yerin üzerindedir" gibi bilinen gerçekleri haber veren bir kimseye
"Doğru söylüyorsun", "Bu sözünü tasdik ederiz" diye cevap
verilir. Fakat böyle bir kimseye sana "iman ediyoruz" veya "Bu
söze iman ediyoruz" diye cevap verilmez. Bu terimin kullanılabilmesi için
haber verilen şeyin gayb (görünmez, bilinmez) ile ilgili olması gerekir. O
zaman haberi veren için "O kimseye iman ettik" ve haber verilen şey
için "Ona iman ettik" denir.
Nitekim
Hz. Yusuf un kardeşleri babalarına
"Ama
doğru söylesek de sen bize iman etmezsin" dediler.[93]
Yani
"Bizi onaylamazsın, tasdik etmezsin." Çünkü onlar babalarına gayb
kategorisine giren bir haber getirmişlerdi. Yine Cenab-ı Allah'ın " Sana
bir sürü bayağı kimse uymuşken hiç biz sana iman eder miyiz" [94]mealindeki
buyruğu da böyledir.
Aşağıdaki
ayetlerdin tümü bu kabildendir:
"...
Allah'a iman eder ve müminlere de iman eder."[95]
"Şu
iki adamın kavmi bize kölelik ederken şimdi biz kalkıp bizim gibi iki insana mı
iman edeceğiz?"[96]
"Eğer
bana iman etmediniz ise bari beni kendi halimde bırakınız."[97]
"Musa'ya
kavminden sadece genç bir gurup iman etti."[98]
Yani
"iman", "tasdik"den hem kelime ve hem kavram bakımından
farklıdır. Kelime yapısı bakımından taşıdığı farki ele alırsak bir defa
"tasdik" gramer bakımından "geçişli (müteaddi)" dir. Meselâ
"onu tasdik ettim" cümlesinde görüldüğü gibi. Oysa "iman"
böyle değildir. "Ona iman ettim" cümlesinde görüldüğü gibi. Kelime
yapısı bakımından arada olan diğer bir fark, daha önce söylediğimiz gibi,
şudur: "İman" terimi her türlü haberle ilgili olarak değil, gayb konularından
haber verirken, şüphenin egemen olduğu meselelerden bahsederken kullanılır.
Böyle bir habere, karşı tarafa inanınca "iman etti" denir. Oysa
"Tasdik" terimi böyle değildir, o her çeşit haberi kapsamına alır.
Kavram
ve anlam bakımmdan JIiman" ile "tasdik" arasında varolan farka
gelince "iman", "emn" yani "güven" kavramından
türemiştir. Bu itibarla "hem haber vermeyi" (ihbarı), hem
"isteği (inşaı)" ve hem de "benimsemeyi (iltizamı)" ifade
eder.
Oysa
normal anlamlı "tasdik" terimi böyle değildir. Yani karşı tarafa
haber verene güven duymayı gerektirmeyen bir haber verilince "falanca iman
etti" denmez. Fakat eğer verilen haber, haber verene karşı güven beslemeyi
gerektiriyorsa o zaman verilen haberin, haberi alan kişinin itaat etmesini
gerektirip gerektirmediğine bakılır. Eğer haber, haberi verene itaat etmeyi
gerektiriyorsa o zaman karşı taraf haberi tasdik etmenin yanında haberi verene
itaat etmeyi de benimsemedikçe hakkında "iman etti" deyimi
kullanılmaz. Tersine itaatsizlik ve boyun eğmeme tutumu görüldüğü takdirde
"iman"m zıddı olan "küfür" terimi kullanılır.
Bunun
yanında "tasdik" terimi, haber verme çeşitleri ile ilgili bir
terimdir. Yani "tasdik" demek haber verenin doğruluğunu bildirmek,
bunun karşıtı olan "tekzib" de haber verenin yalan söylediğini
belirtmek demektir Bazan yalancı bir insan "tasdik" edileceği, bazan
da doğru söyleyen haberci "tekzib" edilebilir. Buna göre
"tasdik" ve "tekzib" iki haber türüdürler.
"Haber" hakkında haber vermektedirler. Oysa "haber"e dayanmaksızın
bilinebilen dolaysız gerçekler söz konusu olunca onlar hakkında
"tasdik" ve "tekzib" terimleri kullanılmaz, böyle
durumlarda dolaysız gerçekleri haber vermeyi de içeren "iman" ve
"inkâr" terimleri kullanılır.
Bu
böyle olduğu gibi bazan sevilen, bazan nefret edilen, bazan dost edinilen,
bazan düşmanlık beslenen, bazan itaat edilen, bazan karşı gelinen, bazan boyun
eğilen ve bazan da kendilerine karşı kibirli davranılan "zatlara"
karşı takınılan bu tutumlar "iman" ve "küfür" terimleri
ile ifade edilir. Fakat "tasdik" ve "sıdk" terimine
gelince bu ilgili olduğu kavrama bağlı olur. "Sadık (samimi) sevgi" ve
"sadık (samimi) nefret" deyimlerinde görüldüğü gibi. Ayrıca realitelerin
olumlu veya olumsuz (menfi) hallerini belirtmek için kullanılan
"doğru" ve "yalan" terimleri nasıl ki, realitenin Öz
niteliğini değil de bu realiteler konusundak olumlu veya olumsuz haberin
karakteri ile ilgili ise bu terimler "sevgi" "nefret" ve
benzeri kavramların sıfatları olarak kullanılınca da realitelerin temel Özünü
değil, "sevgi" ve "nefret"in niteliğini belirtirler. Oysa
"iman" ve "küfür" terimleri böyle değildir. Bu terimler,
ikrar, inkâr, sevgi, nefret, güven ve güvensizlik gibi duyguları araya
katmaksızın, doğrudan doğruya ilgili "zaf'lara dönüktürler.
Bunun
en güzel örneği Hacer-ül Esved taşı selâmlamr-ken okunan şu klâsik duadır;
"Allah'ım, sana iman ederek, Kitabını tasdik ederek, sana vermiş olduğum
söze bağlı kalarak ve Peygamberin Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun-
uyarak..."
Görülüyor
ki, burada "seni tasdik ederek" değil "sana iman ederek"
denmekte ve fakat "Kitabım tasdik ederek" ifadesi kullanılmaktadır.
Nitekim Cenab-ı Allah da Kur'an-ı Kerim'de Hz. Meryem'in ağzından "O
Rabb'inin sözlerini ve kitaplarını tasdik etti"[99]
buyurarak tasdik terimini "sözler" ve "kitaplar" la ügili
olarak kullanmıştır.
Müslim'de
yeralan aşağıdaki hadis de ayni özelliği taşır. Peygamber Efendimiz-salât ve
selâm üzerine olsun-buyuruyor ki:
"Allah
uğruna savaşmak üzere sefere çıkan kimseye Allah kefildir. (Buyuruyor ki); O
kulumu sırf bana olan imanı ve sözlerini tasdik etmiş olması sefere çık a ram
aktadır..." Başka bir rivayette "Bana olan iman ve Peygamberimi
tasdik etmiş olması", diğer bir rivayette de " O kulumu Allah yolunda
cihad etmek gayesi ile O'nun sözlerini tasdik etmiş olması sefere
çıkarmaktadır" ifadesine rastlanmıştır. Görülüyor ki, bütün rivayetlerde
"tasdik" terimi "sözler"' veya "peygamberler"
ile ilgili olarak kullanılmıştır.
Diğer
bir örnek de Müslim'de yer alan aşağıdaki hadistir. Bu hadise göre
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-cennetteki yüce dereceleri
anlatınca kendisine
"Ya
Rasulallah, bu derecelere ancak peygamberler ulaşabilir" denmiş, bunun
üzerine Peygamberimiz bu sözleri
söyleyene
"Hayır,
varlığım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, bu dereceler Allah'a iman eden ve
peygamberleri tasdik eden kimseler içindir" diye cevap vermiştir.
Öteyandan
"imân" terimi verilen habere "inanmak" anlamında da
kullanılarak bu anlamda (Falanca Allah'a ve Peygambere) iman etti"
denebilir. Buna göre "iman" terimi verilen habere inanmak anlamını da
kapsamına almaktadır. O zaman da "Küfür" terimi bazan Peygamberi
tasdik etmemek, yani verdiği habere inanmamak anlamında ve bazan da verdiği
haberi onaylamamak, benimsememek anlamında kullanılır. Her iki durumda da
Peygamberin verdiği haber-reddedilmekle birlikte ikinci anlamdaki
"küfür" daha ağırdır. Ayrıca sadece Peygamberin verdiği haberi
tasdik etmek, O'nun verdiği haberin aslı olduğunu kabul etmek, böyle bir onaylamaya ve zahirî ve ne de batınî
olarak O'mm emirlerine itaat etmek ve Allah'ı sevip saymak halleri
eklenme-dikçe, sırf böyle bir "tasdik", "iman" olmaz.
Nitekim
İblisin, (şeytanın) Firvun'un, Yahudilerin ve benzerlerinin küfürleri,
kendilerine ulaşan bilgileri "tasdik etmemek" ve
"tanımamak" anlamında değildi. Çünkü İblis'e zaten hiç bir haber
verilmemiş, Cenab-ı Allah kendisine Hz. Adem'e -selâm üzerine olsun-secde
etmesini emretmiş buna karşılık o kibirlenerek bu emre karşı geldiği için kâfirler
arasına katılmıştır. Demek ki, İblis'in kâfir olması, kendisine verilen bir
haberi yalanlamaktan değil, kibirlenerek emre karşı gelmekten ileri gelmiştir.
Tıpkı bunun gibi Firavun ve kavmi inat ve bencillik yüzünden kendilerine gelen
haberleri inkâr ettikleri için Cenab-ı Allah Firavun'a Hz. Musa'nın ağzından
"(Ey
Firavun) bu delilleri ancak göklerin ve yeryüzünün Rabb'inin indirdiğini
biliyorsun"[100]
diye seslenmiştir.
Bu
konuda şu iki görüş ileri sürülebilir. Ya denir ki; küfrün gerekleri olan
kibirlenme, reddetme, kıskançlık ve benzeri tutumlar bilmemekten ve tasdik
etmemekten -ki iman budur- ileri gelir. Yoksa, eksiksiz bilgisi ve tam bir
tas-diği olan kimsenin eğer yeterli gücü de varsa mutlaka teslim olup itaat
etmesi gerekir. Tıpkı kesin iradenin, yeterli gücün varlığı halinde murad
edilen şeyin var olmasını gerektirmesi gibi.
Bunun
tersine yeterli gücün varlığına rağmen murad edilen şeyin var olmaması kalbde
arzu ve iradenin olmadığını gösterir. Tıpkı bunun gibi tasdik etmenin ve
bilmenin gerekli sonucu olan kalb sevgisi ve boyun eğme olmayınca bu durum
kalbde tasdik halinin ve bilginin bulunmadığını, tersine ortada şüphe ve
kuşkunun bulunduğunu gösterir. Nitekim bazı grupların görüşleri bu yoldadır. Bu
görüş Cehm'in,
Salihî'nin, en meşhur rivayete göre Eşarî'nin ve onun dostlarından biri olan
Kadı Ebu Bekir'in görüşüdür. Bu kimseler ve mezhepler zahiri ve batınî amelleri
doğrudan doğruya imanın bir parçası değil, imanın gerekli sonuçları olarak
görmekte ve yokluğu, imanın yokluğunu gerektiren, yani imanın gerekli şartı
olan amelleri tasdikin gereklerinden saymaktadır. Bunlara göre batınî tasdik,
aslı küfürle birarada bulunamaz.
Yahud
şöyle denebilir; Bazan kalbde hakkla ilgili meydana gelmekle birlikte yine
kalbde bulunan kıskançlık, bencillik ve benzeri duygular kalbin teslim
olmasına, boyun eğmesine ve sevgi duymasına engel olurlar. Bu durum irade ile
eylem arasındaki ilişkiye benzemez. Çünkü irade ile birlikte yeterli güç
bulunursa murad edilen şey mutlaka ortaya çıkar. Fakat hakkı bilip tasdik
etmek, yeterli gücün varlığına rağmen, mutlaka o hakkı eylem safhasına
geçirmeyi gerektirmek, tersine bunun yanında hakkı istemek ve sevmek de
mutlaka gereklidir.
Eğer
biri ortaya çıkar da "Yeterli oranda olan güç, kesin bir ifade (istek)
olmaksızın güç konusu olan şeyin gerçekleşmesini gerekli kılar" derse
doğru söylememiş, yanılmış olur. Tersine bunun için irade (istek) de
gereklidir. Bundan kolayca anlaşılabilir ki, "Allah'ın sadece yaratıklarla
ilgili ilmi, bu yaratıkların varolmasi için yeterlidir, onların varolmasını
gerekli kılar" şeklindeki görüş yanlıştır. Bu görüş bazı felsefeciler
tarafmdan savunulmuştur. Tıpkı "varoluşu mümkün yaratıkların (mümkinat)
güç olmaksızın varolmaları gerekli olur" şeklindeki görüşün yanlış olması
gibi. Ayrıca "sadece yeterli orandaki güç yeterlidir" diyenler de
yanılmışlardır. Tersine bir şeyin varolabilmesi için ilim, kudret (güç) ve
irade (istek), bu üç faktörün her üçü de gereklidir.
Kulun
sadece bilmesi ile tasdik etmesinin iman demek olduğunu, bunun kalbin
amellerini gerekli kılacağını, bu durumda eğer kalbin amelleri ortaya çıkmazsa
bunun bilginin yokluğunu göstereceğini ileri süren düşünce Allah'ın sadece
alemin düzeni ile ilgili bilgisinin bu alemi varetmeye yeterli olacağını ileri
süren görüş gibidir.
Bu
da "psikolojik mutluluk" sadece gerçekleri bilmekten ileri gelir,
diyerek bu şartı Allah sevgisi ve O'na ibadet etmekle birlikte görmeye yanaşmayan
sözde felsefe taraftarlarının sözüne benzer. Böyle bir söz de tıpkı
"vücudun veya ruhun kemali sadece sevgidedir, iradeye dayalı eylemin bu
sevgiye eşlik etmesine bağlı değildir" diyen ile"Haz, sadece
algılamanın ve hissetmenin sonucudur" diyenin görüşlerini andırır ki, bu
görüşlerin sonuncusu bütün akıllıların ittifaki ile yanlıştır. Tersine haz
duymak için "uygun olanı" algılamak gerekir. Söz kenusu
"uygunluk" da ancak algılayan (sufe) ile algılanan (obje) arasındaki
sevgi sayesinde varolabilir. Yoksa bu sevgi, bağdaşma ve "uygunluk"
sadece algının (idrakin) ve hissetmenin sonucu değildir.
Çoğu
felsefeciler ve tıp uzmanları ve onların görüşlerini paylaşanlar "haz,
uygun olan şeyin algılanmasıdır" derler. Oysa bu görüş eksiktir. Tersine haz,
uygun olan şeyin idrak edilmesini izleyen, onun arkasından gelen bir haldir.
Meselâ tatlıyı seven ve bunu arzu eden birini düşünelim. Adam tatlıyı tadarken
ve yerken algılar (idrak eder). Fakat adamın haz duyması sadece tatlıyı
tatmasının sonucu değildir, tersine bu adamın tatma olayı ile birlikte
hissedeceği bir duygudur.
Buna
göre "başta" ve "sonra" ikişer şey gereklidir. Bir defa
"başta" sevilen şeyi hissetmek ve ona sevgi beslemek gerekir. Çünkü
hissedilmeyen bir şeyin arzu edileceğini düşünemeyeceğimiz gibi hissedilmesine
rağmen hakkında sevgi beslenmeyen bir şeyin arzu edilmesi de söz konusu olamaz.
Bunun arkasından insan sevdiği şeyi algılayınca, bu algı ile birlikte haz ve
ferahlık duygusu meydana gelir.
Bundan
dolayıdır ki, Peygamber Efendimiz-salât ve selâm üzerine olsun-bize kadar
gelen bir duasında şöyle buyurmuştur:
"Allah'ım,
senden hiç bir zarara ve hiç bir fitneye uğ-ramaksmn senin yüzünü görmenin
hazzını ve seninle buluşmanın şevkini dilerim."
Gerek
Müslim'de ve gert«_ başka kaynaklarda yer alan bir hadis de şöyledir:
"Cennetlikler
cennete girince "Ey cennetlikler, Allah'ın size şimdi yerine getirmek
istediği bir vaadi vardır" diyen bir ses duyarlar. Bu sesi duyunca
"Bu vaad nedir, acaba? Yüzümüz ak ve terazimizin sevap kefesi ağır basmadı
mı? Bunun sonucu olarak Allah bizi cehennem'den uzak tutup cennete koymad mı?
derler.
Bunun
üzerine Allah perdeyi aradan kaldırır da cennetlikler onu görüverirler. O
zaman anlarlar ki, Allah onlara kendisini görmek kadar kıymetli hiç bir şey
vermiş değildir."
Görülüyor
ki, "haz" Allah'ı görmeye eşlik eden bir duygudur. Görme olayına
eşlik eden "haz" duygusundan dolayıdır ki, diğer hiç bir şey
cennetlikler için Allah'ı görmek 4a-dar sevimli değildir. Yoksa sadece görmek
"haz" değildir.
Sözün
kısası kalbde imanın varolabilmesi için Allah'ı ve RasulÛUah'ı tasdik etmek,
Allah'ı ve Rasulûllah'ı sevmek gerekir. Yoksa Allah'dan ve Rasulûllah'dan
nefret edilirken, Allah'a ve Rasulûllah'a düşmanlık beslenirken sadece kuru
kuruya O'mı tasdik etmiş olmak iman sayılmaz- Bu konuda bütün müslümanlar görüş
birliği halindedirler.
Aynca
sadece tasdik ve bilgi sevgiyi gerektirmez. Bunun için kalbin kıskançlık ve
bencillik gibi hastalıklardan kurtulmuş olması gerekir. Çünkü insan
psikolojisi hakkı (Allah'ı) sevmeye yatkın yaratılıştadır. Ona uygun ve
elverişli gelen tutum budur. Sağlıklı kalbler için en sevimli şey Allah'ı
sevmektir. İşte Allah'ın dostu olan Hz. İbrahim'in -selâm üzerine olsun
-dininin, hanif (dosdoğru) din olmasının anlamı budur. Nitekim Cenab-ı Allah
şöyle buyuruyor:
"O
gün ki, ne mal ve oğullar fayda verir. O gün sadece (küfür ve münafıklık
hastalıklardan) korunmuş sağlıklı ve temiz bir kalb getiren kimse fayda
görür."[101]
O
halde bilmek, bilinen şeyi sevmek gerektirmez. Bunun için insanın ruhunda
bilinenle "uyuşan" başka bir iç güdü olmalıdır. Bu içi güdü de insan
ruhunda normal olarak vardır.
Bu
iki faktör karşılıklı olarak biribirini güçlendirir. Yani ilmi (bilgi) amli
(eylemi) güçlendirdiği gibi eylem de bilgiyi kuvvetlendirir. Buna göre Allah
hakkında gerekli bilgiyi edinip O'nu tanıyan kimse eğer kalbi sağlıklı ise
O'nu sever. İnsanın Allah hakkındaki bilgisi arttıkça O'na karşı beslediği
sevgi artar. Allah'a karşı beslediği sevgi arttıkça da O'nu daha çok anar
(zikreder).
Allah'ı
bilmek O'nun isimlerini ve sıfatlarım bilmekle ve dile getirmekle olur.
Sevginin güçlü olması sevgiliyi çok anmayı gerektirir. Bunun tersine nefret de
nefret edileni anmaya yanaşmamayi gerektirir. Buna göre Allah'a ve
Rasulul-lah'a düşmanlık besleyen, Allah'a ve Rasulûllah'a karşı kin duyanın bu
tutumu onu Allah'ı ve Rasulûllah'ı iyilikle anmaktan ve sevgi belirtecek
ifadelerle dile getirmekten alı-koyar. Bu da o kimsenin bu konudaki bilgisinin
zayıflamasına ve bu bilgi zayıflığı da günün birinde Allah'ı ve Rasulûllah'ı
unutmasına yolaçar. Nitekim Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:
"Sakın
Allah'ı unuttuklarından dolayı Allah'ın da onlara kendilerini unutturduğu
kimseler gibi olmayınız."[102]
Aynı
konuda diğer bir ayet de şöyledir:
"Kalbini
bizi zikretmekten alıkoyup nefsinin arzusuna uyan ve işi gücü hep aşırılık
olan kişiye itaat etme."[103]
Bununla
birlikte şunu da belirtelim ki, nefret ve düşmanlık duygularına rağmen bu
duygularla birlikte tasdik hali meydana gelebilir. Fakat bu da zayıf bir
tasdik ve zayıf bir bilgi olur. Fakat eğer ortada nefret ve düşmanlık duyguları
olmaz ise bu durum, "mümin" olmayı sağlayacak derecede bir Allah ve
Resulûllah sevgisinin varolmasını gerekli kilar.
O
halde iman etmenin şartlarından biri de iman edilecek
konuda
tam bilgi sahibi olmaktır. Bu yüzden Allah'ın bazı isim ve sıfatlarını bilmeyen
kimsenin, Peygamberimizin getirdiği ilâhi prensipleri kabul etmiş olması ve
küfrü gerek-tirici nitelikteki bilgişiziliğini gidererek kendisini o konuda
yeterli derecede bilgi sahibi yapacak olan bilgi ile karşılaşmamış olması
şartı ile kâfir olmaz Zira Allah'ı tanıyan alimler de bu alandaki bilgileri
bakımından biribirlerinden farklıdırlar. Nitekim Cenab-ı Allah ilmi ile emel
etmeyen alimleri cahil olarak nitelemekte, bilgisiz saymaktadır. Cenab-ı Allah
şöyle buyuruyor:
"Allah'a
göre ancak şu kimselerin tevbesi makbuldür ki, cahillikle bir kötülk yaparak
hemen ardından tevbe ederler."[104]
Ebu
Aliye diyor ki; Peygamberimizin sahabelerine bu ayetin manasını sordum. Bana
"Kim Allah'ın emrine karşı gelirse cahildir ve kim ki ölmeden Önce tevbe
ederse yakın zamanda tevbe etmiş sayılır" dediler. Nitekim İbn-i Mesud
-Allah ondan razı olsun- "Allah'dan korkmak yeterli derecede ilim ve Allah'ın
affına mağrur olmak (aşırı derecede güvenmek) yeterli derecede
cehalettir" demiştir. Sabi "Alim kimdir?" sorusuna "Alim,
Allah'dan korkan kimsedir. Nitekim Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:
"Kulları
içinde ancak alimler Allah'dan gereğince korkarlar."[105]
Ebu
Hayyan Teymî de şöyle diyor: Alimler üç kısma ayrılırlar:
1- Hem Allah'ı ve hem
de O'nun emrini bilenler
2- Allah'ı bilen,
fakat O'nun emrini bilmeyenler
3- Allah'ın emrini
bilen, fakat O'nu bilmeyenler Allah'ı bilen alimler, O'ndan korkanlardır.
Allah'ın emrini bilen alimler ise O'nun farzlarını ve yasaklarını bilenlerdir.
Nitekim Cenab-ı Allah "Kulları arasında ancak alimler, Allah'dan gereğince
korkar.[106]
" buyurmuştur.
Bu
ayetten anlaşılıyor ki Allah'dan gereğince korkan herkes alimdir. Ayetin doğru
olan anlamı budur. Yoksa bu ayetin anlamı "Her alim Allah'dan korkar"
şeklinde değildir. Bununla birlikte Allah ile ilgili bilgi başka bir engel bulunmadığı
takdirde O'ndan korkmayı gerekli kıldığı için Allah korkusunun yokluğu, bu
korkunun dayanağı olan ilmin zayıflığını gösterir. Çünkü eğer bu temel dayanak
güçlü olsaydı, önüne dikilen engeli ortadan kaldırırdı.
"Akıl"
terimi de böyledir. Bu terim bazan bilgi kazandıran bir yetenek, bazan çeşitli
bilgiler ve bazan da bilgi uyarınca amel etmek anlamlarına gelir. Buna
karşılık '"cehalet" terimi de kimi zaman bilgi yokluğu ve kimi zaman
da bilinenlere aykırı biçimde davranma anlamında kullanılır. Nitekim
Peygamber Efendimiz-salât ve selâm üzerine olsun-bir hadisinde şöyle
buyurmuştur:
"İçinizden
biri oruçlu iken kem söz söylemesin, çirkin konuşmasın, (cahillik etmesin)
Eğer biri ona söver, veya kendisine sataşırsa kendi kendine- Ben oruçlu bir
adamım- desin."
Peygamberimiz
burada "cahilliği" çirkin söz anlamında kullanmıştır. Aşağıdaki
beytin şairi de bu sözden aynı anlamı kasdetmektedir:
Hey,
hiç kimse bize karşı cahilce davranmasın
Yoksa
biz cahillerin cahilce davranışlarına daha cahilce karşılık veririz.
"Cahüiye"
döneminin bu adla anılması yine aynı anlamdadır. Yine Ebu Zerr- Allah ondan
razı olsun- bir sahabiye sövüp onu anasından yana kınayınca, bu anlamda olmak
üzere Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-kendi-sini "sen cahiliye
döneminin bazı kalıntılarını üzerinde taşıyan birisin" diye azarladı.
Cenab-ı Allah bu konuda şöyle buyuruyor:
"
O zaman kâfirler kalblerini kin ve tutkunlukla, ca-hiliye kin ve tutkunluğu
(kompleksi) ile doldurdular."[107]
Hiç
şüphesiz Öfke ve körükörüne bağımlılık insanı ken-. dişine zararlı olan şeyleri
yapmaya ve kendisine faydalı olacak olan şeyleri terketmeye sürükler. İşte bu,
ilmin tersine davranmak demek olan cehaletin ta kendisidir ki, sahibini bile
bile zararlı işleri yapmaya ve yine bile bile faydalı şeyleri yapmamaya
götürmektedir. Çünkü böyle bir kişi kalbinde bir takım şahıs ve hareketlere
karşı körü körüne kin ve nefret besler hale gelmektedir.
Bu
durumda olan kimse bütünüyle cahil veya gerçekleri tasdik etmemiş biri
değildir. Fakat kalbi kin ve kıskançlıkla dolu olduğu için bu duygularının
gereği, ilminin gereğine baskın çıkar, üstün gelir. Bu da ilminin zayıflığını
gösterir. Çünkü onun etkisi görülememiştir.
Fakat
bu sonuç ve bu gereklilik adamın kendisinden kaynaklanmaz. Tersine bunun
kaynağı hem kendisi ve hem de yararlı olanı sezip zararlı şeylerden kaçınan
psikolojik dünyası, yani nefsidir. Ama bu psikolojik dünya, yani nefis
hastalanıp bozulunca zararlı şeyleri sevip faydalı şeylerden nefret eder hale
gelir. O zaman psikolojik alem (nefis)
iştahı
çektiği için bile bile zararlı maddeleri yiyen veya içen bir hasta gibi olur.
Ben
derim ki, Peygamber Efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun -şu hadisinin
anlamı işte budur:
"Allah
şüpheler belirdiği zamanki keskin görüşü ve aşırı arzular ortaya çıktığı
zamanki olgun aklı sever."
Nitekim
Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:
"Güçlü
ve basiretli kullarımız İbrahim'i, İshak'ı ve Yakub'u da hatırla."[108]
Görülüyor
ki, Cenab-ı Allah, bu üç peygamberi -selâm üzerlerine olsun- eylemde güçlü
olmak ve ilimce basiretli (ileri görüşlü) olmakla nitelemektedir. Güçlülüğün
aslı, iyiliği sevip kötülükten neret etmeyi sağlayan kalb güçlülüğüdür.
Mümin, kalbçe güçlü ve vücudça zayıf, buna karşılık . münafık vücudça kuvvetli,
fakat kalbçe zayıftır.
Sözün
kısası, iman, şu iki temel dayanağın her ikisini, yani Hakkı hem tasdik edip
hem de sevmeyi içermelidir. Bu iki dayanaktan biri imanın sözlü ve öbürü de
ameli temelidir.
Şunu
da belirtelim ki, yeterli gücü eşlik eden eksiksiz sevgi gerek açık söz ve
gerekse açık eylem yolu ie vücudun harekete geçmesini gerektirir. Daha önce
söylediğimiz gibi, bu apaçık bir gerçektir. O halde biri ortaya çıkar da
bilmeyi ve tasdik etmeyi "iman" denince kasdedilen her şeylerin bütünü,
imanın tüm muhtevasının gerektiricisi olarak kabul ederse yanılmış olur. Çünkü
bunun için "bilgi" ve "sevgi" de gereklidir.
Sevilen
şeyi sevebilmek için onu bilmek şarttır. Tıpkı bilgi için hayatın şart olması
gibi. Fakat bir şeyi bilip varlığını kesinlikle kabul etmek mutlaka onu
sevmeyi gerektirmez. Bunun için bilen kişi ile bilmen şey arasında sevgiye
gerekçe olarak bir faktörün bulunması gerekir.
Bunun
içindir ki, öyle şeyler vardır ki, insan bunların kesinlikle varolduklarını
kabul ettiği ve onlan bildiği halde onlardan nefret eder. Meselâ insan
şeytanların ve kâfirlerin varolduklarını kabul eder, fakat bunlara karşı
nefret besler. Demek ki, sadece bir şeyin varlığını kabul etmek, onu sevmeyi
gerekirmiyor.
Fakat
Allah zatım sevmeye, ibadet edilmeye lâyık olduğu gibi, Rasulallah da O'nun
emri uyarınca sevilmeye müstahaktır. Kalbler de O'nu sevecek ve O'na kulluk
edecek özellikle yaratılmışlardır. Tıpkı bu kalblerde Allah'ı tanıyıp tasdik
etmeyi sağlayan özelliğin varlığı gibi. Buna göre kim Allah'ı ve Rasulûllahı
tasdik eder de bunları sevmez ise mümin değildir. Mümin olabilmek için tasdikin
yanında Allah ve Rasulûllah sevgisinin de varolması gerekir.
Kalbde
tasdik ve sevgi varolunca bunun gereği olarak ister istemez vücud harekete
gelir ve bu hareket de açık sözler ve görünür eylemler meydana çıkar. Vücudda
beliren açık sözlerle görünür eylemler kalbde bulunan imanın gereği, delil ve
sonucudur. Tıpkı bu açık söz ve görünür eylemlerin geri dönüp kalbdeki imanı
etkilemesi gibi. Yani her ikisi de karşılıklı olarak biribirlerini etkiliyor.
Bu
böyledr, ama asıl kök kalbdir, vucud kökü kalbe dayanan ağacın dallarını
oluşturur. Dallan köke dayanır ve kök de dallan aracılığı ile güçlenip
derinlikleri kavrar. Tıpkı imana örnek olarak gösterilen ağaç gibi. Bilindiği
gibi Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:
"Görmedin
mi, Allah nasıl bir benzetme yaptı? Güzel söz kökü yerde sabit ve dalları göğe
yükselen güzel bir ağaç gibidir. Öyle bir ağaç ki, Rabb'inin izni ile her zaman
meyvesini verir."[109]
Buradaki "söz"den maksat, "Kelime-i Tevhid" yani
"la-ilahe illallah, Muhammedun rasûlullah" cümlesidir. Bilindiği
gibi ağacın kökü güçlenip damarlan genişledikçe ve bu damarlara su yürüdükçe
dalları beslenip güverir. Buna karşılık dallar da yağmur ve rüzgâr yolu ile
beslendikçe bu beslenme ağacın kökünü de etkiler.
Tıpkı
bunun gibi "iman" kalbde gizli ve "islâm" da onun görünür
tezahürüdür. Açık sözlerle görünür eylemler (ameller) sonuç olduğuna, kalbin
gizli söz ve eylemlerinin kaçınılmaz gerekli olduklarına göre açıktaki söz ve
eylemler, gizli söz ve eylemlerin varolup olmadığını gösteren delillerdir.
Nitekim Cenab-i Allah şöyle buyuruyor:
"Allah'a
ve ahiret gününe inanan bir gurubuna babaları, oğulları, kardeşleri veya
akrabaları bile olsa Allah'a ve Rasulûllah'a düşman olanlarla dost olduklarını
göremezsin. Onlar öyle kimselerdir ki, Allah kalblerine îman yazmış ve
kendilerini tarafından bir ruh ile desteklenmiştir."[110]
Cenab-ı
Allah açıkça belirtiyor ki, Allah'a ve ahiret gününe inananların Allah ve
Rasulûllah düşmanları ile dostluk kurmaları görülemez. Çünkü bu kimselerin
imanları, öbürlerini dost edinmekle taban tabana zıttır. Buna rağmen eğer bu
iki kesim arasında dostluk meydana gelirse bu durum müminlerin imanlarının
yetersizliğini gösterir. Bu konuda da Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:
"Onlardan
bir çoğunun kâfirleri dost edindiklerim görürsün. Nefislerinin kendileri için
hazırladığı bu davranış ne kadar kötüdür ki, bu yüzden Allah'ın gazabına uğramışlardır
ve ebedi azaba çarpılacaklardır.
Eğer
onlar Allah'a, Peygambere ve O'na indirilen gerçeklere inansalardı, kâfirleri
dost edinmezlerdi. "[111]
Diğer
bir ayette de şöyle buyuruluyor:
"Müminler
o kimselerdir ki, Allah'a ve Rasulûllah'a inandıktan sonra bu imanlarda asla
şüpheye düşmediler. Arkasından Allah yolunda malları ve canları ile cihad ettiler.
İşte iman iddiasında sadık olanlar bunlardır."[112]
Cenab-ı
Allah bu ayette bize bildiriyor ki, ayette sözü geçen kimseler
"inandık" şeklindeki ifadelerinden doğru sözlüdürler. Bundan
anlaşıldığına göre insanlar "inandık" şeklindeki sözleri açısından
"doğru sözlüler" ve "yalancılar" olmak üzere ikiye
ayırüırlar. Bu konudaki yalancılarda yala-nıcılıklan oranında münafıklık
vardır. Nitekim Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:
"İnsanlar
arasında öyleleri var ki, "Allah'a ve ahiret gününe inandık" derler,
oysa inanmamışlardır.
Onlar
Allah'ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar, halbuki, yalnız kendilerini
aldatırlar da bunun farkında değildirler.
Onların
kalblerinde hastalık vardır. Allah da bu hastalıklarını arttırmıştır. Yalan
söylediklerinden ötürü onlar için acı bir azab vardır."[113]
Peygamber
Efendimiz de-salât ve selâm üzerine olsun-bu konuda "münafıklık binasının
üzerine kurulduğu temel yalancılıktır" buyurmuştur. Cenab-ı Allah başka
bir ayette aynı konuda şöyle buyuruyor:
"Münafıklar
sana geldikler zaman "şahitlik ederiz ki, sen kesinlikle Allah'ın
Rasulûsün" derler. Allah senin kendi Rasulû olduğunu bilmekle birlikte o
münafıkların yalancı olduklarına şahittir."[114]
Diğer
bir ayette de şöyle buyurmuştur: "Onlardan kimi de "Eğer lütuf ve
kereminden bize mal verirse elbette sadaka verecek ve faydalı insanlar olacağız"
diye söz verdiler.
Fakat
Allah kereminden kendilerine mal verince eli sıkı davranarak verdikleri sözden
caydılar.
Allah
da verdikleri sözden döndükleri ve yalan söylediklerinden dolayı kendi
huzuruna gelecekleri güne kadar münafıklarına münafıklık katmıştır."[115]
Başka
bir ayet de şöyledir:
"Onlardan
kimi de sadakalarının (zekat gelirlerinin) bölüştürülmesi konusunda sana dil
uzatırlar. Eğer sadakalardan kendilerine bir pay verilirse gönülleri olur,
fakat kendilerine pay verilmediği takdirde hemen kızı-verirler."[116]
Sözün
kısası "insan Allah'ı ve RasulûUah'ı sevmediği, bü-yükienerek kulluktan
kaçındığı, hatta Allah'a ve Rasulûllah'a karşı düşmanlık ettiği halde sırf
kalbi ile tasdik etti diye müs-lüman olmaz" sözü üzerine derinlemesine
düşünen kimse bu sözün doğruluğundan şüpheye düşmez. Bu yüzdendir ki,
"Mürcie" mezhebinin çoğunluğu "Kalbin, eylemi (tasdik) imanın
bir parçasıdır, iman bütünü içine girmez" demişlerdir. Nitekim ünlü
"Makale" yazarları onların bu görüşlerini bize nakletmişlerdir. Bu
yazarlardan biri olan Eşari, kitabının bu konu ile ilgili kısmında şöyle
dıiyor:
"Mürcie
mezhebinin taraftarları imanın ne olduğu konusunda farklı görüşler ileri
sürmüşlerdir. Onlar bu konuda "on iki kol"a ayrılırlar.
Onların
"Birinci kol"unun görüşüne göre Allah'a iman etmek, sadece Allah'ı,
Rasulûllah'ı ve Rasulûllah'm Allah katından getirdiği gerçekleri tanımak,
bilmek demektir. Bu bilme ve tanımanın dışında kalan dille ikırar etmek, kalble
benimsemek, Allah'ı ve Rasulûllah'ı sevmelk, saymak, onlardan korkmak ve
vücudun çeşitli organları ile bir takım ameller yapmak, bunların hiç biri iman
bütününün birer parçası değildir.
Onlara
göre kâfir olmak, Allah'ı tanımamak demektir. Bu görüş Safvan b. Cehm'e
dayandırılır. Cehm taraftarlarının görüşüne göre insan Allah'ı tanıyıp
bildikten sonra dönüp O'nu dili ile inkâr
ederse bu inkâr yüzünden kâfir olmaz. İman bölünmez bir bütün olduğu gibi
inananlar bu bakımından birbirlerinden farklı ve üstün olamazlar. İman ile
küfür sadece kalble ilgili kavramlardır, yoksa vücudun çeşitil organları ile
ilgili değildirler.
"Mürcie"
Mezhebenin "İkinci kol"una göre ise iman sadece Allah'ı bilmek,
tanımak, buna karşılık küfür de sadece Allah'ı bilmemek, tanımamaktır. Buna
göre sadece Allah'ı tanınmamaktan başka iman ve sırf Allah'ı tanımama, bilmeme
halinden başka küfür (kâfirlik) yoktur. "Allah üçün üçüncüsüdür" sözü
aslında küfür değildir. Fakat bu söz ancak bir kâfirin ağzıdan çıkabilir.
Çünkü Cenab-ı Allah bu sözü söyleyenin kâfir olduğunu belirtmiş ve bütün
müslü-. ; manlar bu sözü ancak bir kâfirin söyleyebileceğini görüş birliği
halinde açıklamışlardır.
"Mürcie"
mezhebinin bu koluna göre Allah'ı tanımak ve bilmek O'nu sevmek ve O'na boyun
eğmektir. Yine onların görüşlerine göre Allah'a iman etmek, dolayısıyle ve
kendiliğinden Peygambere iman etmek demek değildir. Daha doğrusu Rasulüllaha
iman edilmedikçe Allah'a iman edilemez. Bunun böyle olması böyle bir şeyi
yapmak imkânsızdır diye değildir. Fakat bizzat Rasulûllah "Kim bana inanmamış
ise Allah'a inanmış sayılmaz" diye buyurduğu için bu böyledir.
Bu
görüş Ebu Hüseyin Salihî tarafından ileri sürülmüştür. Eşari,
"Mucez" adlı eserinde Salihî'nin gerek bu konu-' daki ve gerekse
diğer konulardaki görüşlerini anlattıktan sonra şöyle diyor, "İsimler
konusunda ben da Salihî'nin görüşünü benimsiyorum. "Genellikle"
(umum ve husus) konusuna gelince ben haberin zahiri görüntüsüne bakarak
"genellik" ve "özellik" konusunda kesin hüküm vermeye
taraftar değilim. Çünkü haber sözlük anlamı ile "genel" veya
"'özer' olabilir. O yüzden bu konuda tereddütlüyüm, araştırmaya veya
ilgililerin görüş birliğine dayanmadıkça "genellik" ve
"özellik" ile ilgili kesin hüküm vermem."
Eşari,
"Makalât" adlı eserinin yukarıya aldığımız bölümünde daha sonra
şöyle söylüyor:
"Murcie"
mezhebenin "Üçüncü Kol"una göre iman Allah'ı tanıyıp bilmek ve O'na
boyun eğmektir. Bu da O'na karşı büyüklük taslamaktan uzak durarak O'na sevgi
beslemekle olur. İşte bu özellikleri kişiliğinde biraraya getiren kimse
mümindir. Onlara göre İblis (şeytan) aslında Allah'ı tanıyordu. Fakat O,
Allah'a karşı büyüklük tasladığı için kâfir olmuştur. Bu görüş Yunus
Semurî'nin bir kısım arkadaşları tarafından savunulmuştur.
"Murcie"
mezhebininin "Dördüncü Kol"una göre ki bunlar Ebu Semr ile Yunus'un
arkadaşlarındır, iman Allah'ı tanımak, O'nu sevmek, O'na kalbden boyun eğmek
ve O'nun benzersiz bir "tek" olduğunu dile getirmek demektir. Bu peygamberler
yolu ile delil gelmediği zaman için böyledir. Peygamberler yolu ile delil
gelmiş ise o zaman peygamberi kabul etmek, O'nu tasdik etmek ve onun Allah
katından getirmiş olduğu gerçekleri tanımak da imanın ayrılmaz parçası olur.
Onlar
bu saydığımız özelliklerin her birine veya bir gurubuna iman ismini vermezler.
Görüşlerine göre bu özelliklerin hepsi biraraya getirilmelidir. Bunların hepsi
biraraya gelince meydana gelen bütüne iman derler. Fakat bu özelliklerden her
hangi birinden yoksun kalmayı küfür saymışlardır. Bu arada imanın ne
parçalanabileceğim ve ne de artıp eksilebileceğini kabul etmemişlerdir.
"Murcie"
mezhebinin "Beşinci Kolu"na göre -ki bunlar Ebu Sevban'ın
arkadaşlarıdır-iman, Allah'ı, Rasulûllah'ı ve akılca mutlaka yapılması gereken
görevleri benimseyip kabul etmektir.
"Murcie"
mezhebinin "Altıncı Kol"una göre iman, Allah'a, peygamberlere
inanmak, kesin delillerle belirlenmiş farz ibadetleri kabul etmek, bu konularda
Allah'a boyun eğmek ve bu durumu dille ifade etmektir.
Bu
kulun görüşüne göre anlatılan bu iman bütününün her bir özelliği aynı zamanda
bir ibadettir. Fakat bu özelliklerden her hangi biri yerine getirilip diğeri
ihmal edilirse o zaman yerine getirilen özellik de ibadet niteliğini kazanamaz.
Meselâ Allah'ı tanıyıp bu tanımayı dille ifade etmemek hali gibi. Buna karşılık
bütünün her hangi bir özelliğini terketmek aynı zamanda bir günah işlemektir.
İnsan bu özelliklerden birini yerine getirmedi diye kâfir olmaz. Kişiler
imanları bakımından biribirlerinden farklı ve üstün olabilirler. Başka bir
ifade ile bazı kimseler Allah'ı daha iyi tanıyıp Ö'nu daha güçlü şekilde tasdik
etmiş olabilirler. Ayrıca iman artıp eksilebilir, yani bu nitelikleri
taşıyabilir. Bu görüş Hüseyin b. Muhammed Neccar ve arkadaşları tarafından
savunulmuşdur.
"Murcie"
mezhebinin "Yedinci Kol"u Ebu Gaylan ve arkadaşları tarafından
savunulduğu için "Gaylâniye" diye bilinir. Bunlara göre iman,
Allah'ı ikinci dereceden bir tanıma ile tanıyıp bilmek, O'nu sevip kendisine
boyun eğmek ve Rasulûllah'ın, Allah katından getirmiş olduğu gerekçelerin
tümünü kabul etmektir. "İkinci dereceden bir tanıma" şartının
koşulmasının sebebi, onlara göre Alah'ı birinci dereceden (yani üstün körü)
bir şekilde tanımanın her insan tarafından ister-istemez yerine getirilen
tabii bir görev oluşudur. Bu yüzden onlar bu anlamda Allah'ı 'tanıyıp bilmeyi
iman saymamışlardır.
Görüşlerini
anlattığımız bu kolların tümü, yanı "Şemu-riyye"
"Cehmiyye", "Gaylâniyye" ve "Neccâriyye" kollarının
hepsi kâfirlerde iman olabileceğini, onlarda imanın bazı unsurlarının
bulunabileceğini kesinlikle reddederler. Çünkü bu kolların tümüne göre iman
parçalara ayrılmaz bir bütündür.
"Murcie"
mezhebinin "Sekizinci Kol" una göre -ki bu görüş Muhammed b. Şebib
tarafından savunulmuştur-iman, Allah'ın varlığını dille ifade etmek, O'nun
eşi-benzeri olmayan bir "tek" olduğunu bilip kabul etmektir. Ayrıca
Allah'ın peygamberlerini tanımak ve bu peygamberlerin O'nun katından
getirecekleri namaz, oruç gibi bütün müslümanlar tarafından tartışmasız olarak
benimsenip Rasulûllah'dan nakledilen prensipleri kabul etmek, bunun yanında
Allah'a boyun eğmek, yani O'na karşı büyüklük taslamaya kalkışma-maktır.
Onlara
göre İblis (Şeytan) aslında Allah'ı tanıyor, kabul ediyordu. Fakat O'na karşı
büyüklük taslamaya kalkıştığı için kâfir oldu. Eğer bencilliğe kapılıp büyüklük
taslamamış olsaydı, kâfir olamazdı.
Yine
onların dediklerine göre iman bütün, parçalara ayrılabilir ve bu konuda
insanlar biribirinden farklı ve üstün olabilirler. İmanın her hangi bir
niteliği ibadet ve iman bütününün bir parçası sayılabilir Buna göre bu parçayı
terke-den, savsaklayan kimse imanın bir kısmını terkettiği için kâfir olur.
Fakat mümin olabilmek için iman bütününün bütün parçalarını biraraya getirmek
gerekir. O halde Allah'ın eşi benzeri olmayan bir "tek" olduğunu
kabul eden ve fakat peygamberleri tanımayan kimse, peygamberleri tanımadığı
için kâfirdir. Oysa bu kimse, Allah'ı tanımak gibi iman bütünün önemli bir
unsuruna sahip bulunuyordu.
"Murcie"
mezhebinin "Dokuzuncu Kol" una göre -ki bu kol Ebu Hanife ile
arkadaşlarının bağlıları tarafından savunulmaktadır -iman Allah'a ve Rasulûne
inanmak ve Rasulûl-lah'ın, Allah katından getirdiği prensiplerin tümünü kabul
etmektir. Bu inanç ve kabul, yorumlu ve detaylı bir şekilde değil, genel
hatları olacaktır.
"Murcie"
mezhebinin "Onuncu Kol"unun görüşüne göre -ki bu görüş Ebu Muaz
Turneni ve arkadaşları tarafından ileri sürülmüştür- iman, büyük günahları
terketmek demektir. İman öyle bir takım nitelikler demetinin adıdır ki, insan
bu nitelikleri veya bunlardan birini terkettiği takdirde kâfir olur. İşte terkedildiği
takdirde sahibini kâfir saydıran nitelik, imandır.
Bunun
yanında terkedildiği takdirde sahibini kâfir saydıracağı hususunda islâm
alimleri arasında görüş birliği bulunmayan ibadetler, imana dayalı şeriatın
birer unsuru sayılırlar. Bunlar eğer farz ibadetler ise onları terkeden kimse
fasıklıkla suçlanır. Küfür niteliği taşımayan büyük günahlar insanı imandan
çıkarmaz.
Namaz,
oruç ve hacc gibi ibadetleri inkâr eden, rededen veya küçümseyen kimse kafir
olur. Bu durumda kâfir olmanın sebebi, bu ibadetleri yapmamak değil, onları
küçümsemek, reddetmek ve inkâr etmektir. Eğer kişi bu ibadetleri yerine
getirmemeyi mubah sayarak değil de başka şeylerle oyalanarak veya "başka
zaman yaparım" diyerek terkederse kâfir olmaz. İsterse bu kişi ömründe sadece
bir gün veya bir tek vakit namaz kılmış olsun. Fakat bu durumda böyle bir
kimseyi fasık sayarız. Nitekim bu kolun lideri olan Ebu Muaz diyor ki;
"Kim bir peygamberi öldürür veya yaralarsa kâfir olur. Yaralama durumunda
kâfir olmasının sebebi, yaralamış olmak değil, peygamberi hor görmesi onu
düşman bellemesi ve ondan nefret etmesidir."
"Murcie"
mezhebinin "Onbirinci Kol"u Bişr-i Munsı tarafından savunulmuştur. Bu
kolun görüşüne göre iman, "tasdik" demektir. İman, kelime anlamı ile
"tasdik" demek olduğu için "tasdik" anlamını taşımayan
eylem "iman" sayılamaz. "Tasdik" hem kalble ve hem de
dille olur. Buraya kadar İbn-i Ravendi de bu kolun görüşlerini paylaşmakla birlikte
bu noktadan sonra şöyle düşünmeye devam etmektedir; "Küfür demek,
"inkâr etmek", "reddetmek" ve "örtmek",
perdelemek" demektir. Buna göre ancak sözlük anlamına göre küfür olan
hallerin küfür ve sadece söz anlamı ile iman olan niteliklerin iman sayılması
caizdir." Ona göre güneşin Önünde secde etmek ve AUah'dan başka her hangi
bir şeyin karşısında secdeye kapanmak, aslında küfür değil, fakat küfür alâmeti
(göstergesi)dir. Çünkü Cenab-ı Allah sadece kâfirlerin güneşe karşı secde
ettiklerini belirtmiştir.
"Murcie"
mezhebinin "Onikinci Kul"u olan "Keramiyye" Muhammed b.
Keram ve arkadaşları tarafından temsil edilir. Bu kolun görüşüne göre iman,
sadece dille ikrar ve tasdik etmektir, kalbin bu konuda hiç bir fonksiyonu
yotur. Bu adamlar kalble tanıyıp bilmenin, daha doğrusu dille tasdik etmek
dışında her hangi bir eylemin iman olabileceğini reddetmişlerdir."
Görülüyor
ki, Eşari tarafından görüşleri anlatılan bu "Murcie" mezhebi
kollarının tümü imanda kalb eyleminin fonksiyonu olduğunu ileri sürerler.
Aralarında bu görüşe katılmayan, karşı çıkan bir kaç tane kol vardır ki,
bunlar da "Cehmiyye" ve "Salihiyye1" kollarıdır.[117]
Eşari,
adı geçen "Makalât" isimli eserinde hadis alimleri ile "Ehl-
Sünnet" mezhebinin bu konudaki görüşlerini de kısaca şöyle anlatıyor:
-Hadis
alimleri ile Ehli- Sünnet mezhebinin bu konudaki görüşleri de kısaca şöyledir:
İman Allah'a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, Allah katından gelen
Kur'an'a ve güvenilir ravilerin (rivayetçilerin) Peygamber Efendimizden -salât
ve selâm üzerine olsun- nakletmiş oldukları ha-, dişlere inanmak demektir.
Allah,
tek, eşsiz, varlığı kendinden başka hiç bir şeye dayanamayan, ne arkadaş ve ne
de evlâd edinmemiş olan bir
ilâhtır.
Peygamberimiz, O'nun kulu ve Rasulûdur. Cennet de cehennem de gerçektir.
Kıyametin kopacağı an, bir gün gelip çatacaktır, bunda asla şüphe yoktur.
Allah, kabirlerdeki ölülerin tümünü yeniden diriltecektir.
Cenab-ı
Allah, "O Rahman Arş'a istiva etmiştir"[118]
şeklindeki buyuruğu uyarınca Arş'ı üzerindedir.
Cenab-ı
Allah "Tersine Allah'ın iki eli de açıktır"[119]
ayetinde belirtildiği üzere iki eli
ve
"Gemi gözlerimiz önünde akıp gidiyordu"[120]
ayetinde anlatıldığı üzere iki gözü
ve
"Yalnız Rabb'inin celâl ve ikram sahibi yüzü geriye kalacaktır"[121]
şeklindeki ayette bildirildiği üzere yüzü vardır. Yalnız bu saydığımız
organların nitelik ve mahiyeti üzerine hiç bir şey söylenemez. Mutezi-le'nin
ve Hariciler'in dedikleri gibi, "Allah'ın isimleri, Al* lah'ın zatından
başka bir şeydirler" denemez.
Kur'an-ı
Kerim mahlûk (yaratılmış) değildir. Hiç bir kıble ehli işlediği her hangi bir
günah yüzünden kâfir sayılamaz. Bu günah isterse zina, hırsızlık ve benzeri
büyük günahlardan biri olsun. Böyle kimseler ne kadar büyük günahlar
işlerlerse işlesinler, sahip oldukları imanla mümin sayılırlar.
İman,
Allah'a, meleklere, Allah'ın kitapları ile peygamberlerine; hayır ve şer, acı
ve tatlı yanlan ile kadere inanmak, bunlar yanında insanın başına gelmeden
savunulan bir belânın zaten insanın başına gelmesinin söz konusu olmadığına
ve başına gelen bir belânın da savulmasının söz konusu olamayacağını kabul etmek
de imanın özündendir. İslâm demek, hadiste belirtildiği üzere Allah'dan başka
ilâh olmadığına şahitlik etmektir. İslâmla iman aynı şey değildir, bu iki
terim, biribirinden farklı anlamlar taşır.
Hadisçilerle
Ehl-i Sünnet mensuplarının kabul ettiklerine göre biri söz ve öbürü eylem
(amel) olmak üzere iki ana
unsurdan
oluşan iman hem artabilir, hem de eksilebilir. Onlar iman için ne
"mahlûktur (yaratılmıştır)" ve nede "mahlûk değildir"
derler."
Eşarî
oldukça uzun süren ,bu açıklamalarının sonunda "Hadisçiler ve ehl-i
sünnetin anlattığımız bütün bu görüşleri ile ilgili olarak biz de onlar gibi
düşünüyoruz, deriz--demektedir. İşte Eşari'nin bu kitabında geçen ve
hadisçilerle Ehl-i Sünnet mezhebi ile aynı görüşü benimsediğini belirten tek
sözü budur. "Mucez" adlı eserinde geçen destekleyici ifadesini ayrı
tutuyoruz.[122]
Buraya
kadar yaptığımız bu uzun açıklamadan maksadımız, bu ümmetin mezheplerinin
çoğunluğunun kalb eylemlerini imandan bir parça saydıklarını belirtmektir.
Hatta "Murcie" mezhebinin kollan da büyük bir çoğunlukla bu kanaattedir.
Mutezile, Hariciler, Ehl-i Sürmfet ve hadisçilerin bu konudaki görüşleri
herkesçe biliniyor. "Mürcie" mezhebinin Cehm b. Safvan kolunun bu
konudaki karşı çıkışı istisnai bir görüş olduğu gibi "Keramiye"
kolunun "iman, sadece dille ifade edilen sözdür" şeklindeki görüşü de
istisnaidir.
Şu
noktayı da önemle belirtmek gerekir ki, iman konusunu ele alarak "ameller
imanın bir parçası mıdır, değil midir?" ve "iman hem söz ve hem de
eylem midir?" diye konuşanlar çoğunlukla amelden bahsedilirken vücudun görünür
organları ile işlenen dış eylemlerin kastedildiğini ve sözden kastedilen şeyin
de dilin ifade ettiği söz olduğunu sanırlar. Bu düşünce yanlıştır.
Tersine
tüm müslümanların ortak görüşü ile, sadece kuru söz iman değildir. Sadece kalb
ile tasdik etmek de müs-lümanlarnı büyük çoğunluğuna göre iman değildir. Yalnız Cehm ile Salih'in görüşünü destekleyen
küçük bir azınlık bunun tersini ileri sürüyor. Bazı safsatacı akılcıların ve
dini hükümlere genellikle ters görüşler ileri sürenlerin bu konudaki
düşünceleri, îbn-i Keram'ın sözlerinden çok ileri derecede yanlıştır.
Tıpkı
bunun gibi, Allah sevgisi ve saygısı ile birlikte olmayan, tersine Allah'a ve
RasulÛllah'a karşı nefret ve düşmanlık hisleri ile birarada bulunan sözde bir
kalb tasdiki de tüm müslümanların ortak görüşüne göre iman değildir. İbn-i
Keram'ın bu konudaki - ters gibi görünen- görüşü hüküm bakımından değil,
isimlendirme bakımından ortak görüşten ayrılır. Bu zat münafıklara "mümin"
ismini vermekle birlikte onların ebediyyen cehennemde kalacaklarını belirtmektedir.
Böylece ortak görüşe hüküm bakımından değil, isimlendirme bakımından karşı
çıkmaktadır. Fakat bu konuda Cehm'in görüşünü savunanlar hem hüküm ve hem de
isimlendirme bakımından ortak görüşe karşı çıkmaktadırlar.[123]
İmanın
kökünün kalbde olduğu gibi kabul edilince bilmek gerekir ki, "iman"
terimi, bazan "tasdik", "sevgi" ve "saygı" gibi
kalble ilgili söz ve eylemleri ifade etmek için kullanılır. O zaman zahiri söz
ve eylemler imanın gerekleri, sonuçları ve delilleri olurlar. "İman"
terimi, kimi zaman da hem kalbde ve hem de vücudda meydana gelen bazı
özellikler için kullanılır. O zaman da imanın gerekleri ve sonuçları kavramın
kapsamına alınmış olur.
Bundan
anlaşılıyor ki, zahiri ameller (vücudumuzun görünür tüm eylemleri)
"islam" adını alırlar ve bunlar bazan iman kapsamına alınır, bazan
alınmaz.
Bu
da şöyledir. Her hangi bir kelimenin tek başına kullanıldığı zamanki anlamı,
yakın anlamlısı ile birlikte kulla-
nıldiğı
zamanki anlamından farklı olur. Tek başına kullanıldığı zaman yakın anlamlı
her iki kelimenin anlamlarını tek başına kapsamına aldığı halde yakın anlamdışı
ile birlikte kullanılınca sadece kendi anlamını ifade eder. Meselâ "fakir"
ve "miskin" kelimelerini ele alalım. Bu kelimelerden biri tek başına
kullanılınca kendi Öz anlamı ile birlikte Ötekinin anlamını da kapsamına alır.
Fakat her iki kelime yanya-na kullanıldığı takdirde her birinin anlamı, sadece
kendi kavramsal içeriği (muhtevası) ile sınırlı kain*.
"Maruf"
ve "münker" kelimeleri de böyledir. Bu kelimeler Cenab-ı Allah'ın
"onlara marufu emrederek mün-ker'i yasaklarlar"[124]
ayetinde olduğu gibi tek başına kullanılırsa (meselâ) "münker"
kelimesinin kapsamına "fahşa" ve "bağy" kelimelerinin
anlamları da girer. Fakat "münker" terimi "Namaz, insanı fahşa
ve münker'den alıkoyar" [125]ayetinde
olduğu gibi yakın anlamdaşlarından biri ile (fahşa ile) birlikte veya
"Fah-şa'dan, münker'den ve bağy'den meneder"[126]
ayetinde olduğu gibi yakın anlamdaşları olan "Münker" ve
"Bağy"ın her ikisi ile birlikte kullanılırsa o zaman bu terim, ya
sırf kendi anlamını ifade eder veya her üç terimin anlamım kapsar. Burada iki
farklı görüşün bulunması sınırlı anlamlı bir kelime, genel anlamlı bir kelimeye
bağlanınca genel anlamlı kelimenin anlamını sınırlar mı, sınırlamaz mı
tartışmasına dayanır.
Vücudumuzun
zahirdeki (görünür) söz ve eylemleri (amelleri) batım (iç) eylemlerini
(amellerin) sonucu ve gerekleri olduklarına göre bir yerde sadece
"iman" terimi kullanılınca her iki anlamı (zahiri ve batını ameller
anlamlarını) da kapsamına alır. Tıpkı Peygamber Efendimizin -salât ve selâm
üzerine olsun- "İman yetmiş kûsûr bölümdür. En üst seviyelisi
-lâilâheillellah-demek ve asgarisi, gelip geçenleri rahatsız eden şeyleri yoldan
kaldırıp atmaktır"
şeklindeki
hadisidir. Bu takdirde "islâm1" terimi "iman" teriminin
kapsamına girmiş, onun bir parçası olmuş olur. Öyle olunca "iman",
zahiri (görünür) ve batını (iç) bütün ibadetlerin ismi olur. Nitekim
Peygamberimizin-salât ve selâm üzerine olsun- Abd-i Kays kabilesinden gelen bir
heyete hitaben söylediği şu sözler bu kabildendir:
"Size
Allah'a iman etmeyi emrediyorum. Allah'a iman etmek nedir, biliyor musunuz?
AHah'dan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in O'nun Rasulû olduğuna şe-hadet
etmek, namaz kılmak, zekât vermek, oruç tutmak ve ganimetlerden beşte birini
vermeniz."
Bu
hadis hem Buharî'de ve hem de Müslim'de vardır. Peygamberimiz, burada imanı,
islâm anlamında açıklamıştır. Çünkü şehadet cümlelerini dile getirmek isterken
onların hem kalble tasdik edilmelerini ve hem de dille ifade edilmelerini
kasdetmiştir.
Daha
önce söylediğimiz gibi Peygamberimiz bu sözleri Abd-i Kays kabilesini temsilen
gelen bir heyete karşı söylemiştir. Bu kabilenin önemi şundan ileri gelir. Medine
halkından sonra beldelerinde cuma namazı kılan ilk müslüman topluluk
bunlardır. İbn-i Abbas- Allah ondan razı olsun- bu konuyu şöyle anlatıyor:
"İslâm
tarihinde Medine'den sonra ilk cuma namazı Bahreyn köylerinden biri olan
Cezasî'de kılınmıştır. Bu köyün halkı Peygamberimize baş vurarak dediler k;
"Ya Rasulal-lah, sizinle aramızda Mudar kabilesinin falanca kâfir kolu
var. Bu yüzden sizinle sadece haram aylarda (hacc mevsiminde) buluşabiliyoruz.
Buna göre bize öyle bağımsız bir ibadet emret ki, onu hem biz yapalım ve hem de
bizim ötemizde oturan kabileleri onu işlemeye çağıralım" dediler.
Onlar
bu sözleri ile Temim, Esed, Gatafan ve diğer Necidli kabileleri
kasdediyorlardı. Bu kabileler o zamar henüz kâfir idiler. Buna karşılık Abd-i
Şems kabilesi, İslâm dinini uygulamak
isteyen, samimi kimselerdi. Nitekim Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine
olsun- onlara yukarda-ki zahiri (görünür) söz ve eylemleri (amelleri) yerine
getirmelerini emredince bunları hem zahiri ve hem batım olarak yerine getirip
mümin oldular.
Fakat
"iman" ve "islâm" terimleri yanyana kullanılınca
Peygamberimizin-salât ve selâm üzerine olsun-aş ağıdaki hadisinde olduğu gibi
"iman" kalble ve "islâm" da dış (görünür) eylemlerle
ilgili olur:
"İslam
dış görünüş, buna karşılık iman kalbdedir. İman senin Allah'a, O'nun
meleklerine, kitaplarına, Peygamberlerine, ölümden sonraki dirilişe, iyi ve
kötü yönleri ile kadere inanmandır."
İnsanda
bu iman meydana gelince şahadet cümlelerini ifade etmek, namaz kılmak, zekât
vermek, oruç tutmak ve hacca gitmek gibi şartlan olan islâmın da şahsında meydana
gelmesi kaçınılmaz bir sonuç olur. Çünkü o kimsenin Allah'a, O'nun
meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman etmiş olması Allah'a teslim
olmasını, O'na boyun eğmesini gerektirir. Yoksa insanın kalbinde onaylama (ikrar),
sevgi ve boyun eğme varken, gücü yettiği halde bu hallerin onun görünür
davranışlarında belirmemesi düşünülemez. Tıpkı kesin irade ile gücün varlığına
rağmen istenen şeyin ortaya çıkmamasının imkânsız olması gibi.
Bundan
şu anlaşılıyor ki, kesin şekilde kalbi ile iman eden bir kimsenin eğer dilini
döndürmeye gücü yetiyor ise şahadet cümlelerini dili ile ifade etmemesi
düşünlemez. O halde dili dönen bir kimsenin şahadet cümlelerini ifade etmemesi,
kalbinde tam bir imanın bulunmadığını gösterir. İşte Cehm ve arkadaşlarının
"dıştan ifade edilmeyen sadece kalbi bir iman Ankette işe yarar"
şeklindeki iddialarının asılsızlığı bundan anlaşılır. Çünkü böyle bir şey
mümkün değildir. Sebebine gelince kalbde tam bir iman meydana geldiği halde
kişinin gücü oranında bu imanın dış davranışlarına yansımaması mümkün değildir
ve yine insanın bir başkasını kesin bir şekilde sevdiği halde eğer onunla
buluşmaya gücü yetiyorsa bu yolda hiç bir teşebbüse girişmemesi, hiç bir adım
atmaması olacak şey değildir.
Akıllara
takılabilecek bir soruya cevap vermek için şunu hemen belirtelim ki,
Peygamocıu ve selâm üzerine olsun- amcası Ebu Talib"'in Rasulûllah'a
karşı besıem-ği sevgi aradaki akrabalık dolayısı ile idi, yoksa Allah için
değildi. Başka bir deyimle Ebu Talib, Peygamberimizin yakım ve ailece büyüğü
olduğu için O'nu koruyup desteklemişti. Bu yüzdendir ki, onun bu davranışı
kendisine Allah'ın rızasını kazandırmamıştı. Yoksa eğer onun bu davranışı
kalbindeki imandan ileri gelseydi, kesinlikle şahadet cümlelerini dile
getirmesi gerekirdi. Onu Peygamberimizi desteklemeye sürükleyen gerekçenin
aynısı (ki bu akraba ve ırk tutkunluğudur) kendisini şahadet cümlelerini ifade
etmekten alıkoymuştur.
Oysa
Ebu Bekir-Allah ondan razı olsun- ve benzerlerinin davranış gerekçesi bunun
tersinedir. Nitekim Cenab-ı Allah Öyleleri hakkında şöyle buyuruyor:
"Ondan
uzak tutulur, Allah'dan korkup sakınan kimse. O ki, malını vererek (cimrilik
kompleksinden) arınır. Ve onun üzerinde hiç kimsenin karşılık verilecek bir
nimeti yoktur. O yalnız Yüce Rabb- inin razısına ermek için verir. Yakında
kendisi de hoşnut edilecektir."[127]
1- Bu noktadaki
yanılgı aşağıdaki sebeplerden ileri geliyor: ;(1- Sanılıyor ki,
"bilmek" ve "tasdik etmek" imanın bütün gereklerini
kapsamına alır.
2- Sanılıyor ki,
kalbdeki iman kişiden kişiye farklılık, üstünlük göstermez.
3- Sanılıyor ki,
gerek sözlerin ve gerekse görünür eylemlerin (amellerin) kalbdeki makbul
imandan farklı ve başka olması mümkündür.
4- Sanılıyor ki,
kalbde sadece "tasdik" ve zahirde de sade çeşitli organların
eylemleri (amelleri) vardır. Oysa kalbin "tasdik"ten başka
"amel" (eylemi) de olduğu gibi zahir deyince akla sözler ile
organlarımızın eylemleri birlikte gelmelidir. Bunların ikisi de batini (iç)
temelin varlığını gerekli kılar.
"Murcie"
mezhebi zahiri amelleri (eylemleri) imandan ayırmıştır. Hatta bu mezhebin bazı
kolları kalb amellerini de imandan ayırarak onu sadece tasdik'ten ibaret
saymışlardır. Bu açık ve kesin bir sapıklıktır. Bu mezhebin kimi kolları da
sadece zahiri amelleri (görünür eylemleri) imandan ayırır. Onlara cevap olarak
denmesi gerekir ki, vücudun organları tarafından yapılan dış eylemler içteki
imanın varlığına bağlıdırlar, bunlar biribirinden ayrılmaz, aynı zamanda zahiri
amellerin yokluğu batını bir iman temelinin yokluğunu gösterir.[128]
Böyle
olunca tartışma konusu olarak şu noktada kalıyor. Acaba zahirî ameller iman
kavramının özünden bir parça mıdır, yani iman kavramı bu amelleri doğrudan doğruya
kapsamına alır mı, yoksa bunlar iman kavramının gerekleri midirler?
Konuyu
inceleyince görünür ki, zahiri ameller bazan iman kavramının kapsamına
girerler, bazan da imanın gerekleri olurlar. Bu da "iman"
kelimesinin yalnız başına kullanılıp kullanılmadığına bağlıdır. Eğer
"iman" kelimesi ile "islâm" kelimesi yanyana kullanılırsa o
zaman islâm kavramının muhtevası, "iman" kelimesinden ayrılmış olur.
Bununla birlikte "islâm", "iman"ın gereği olmuş olur.
Bunun yanında Cenab-ı Allah'ın "iman edip iyi ameller işleyenler halkın
en hayırlıdırlarıdır"[129]
ayetinde olduğu gibi eğer "iman" ile "amel" terimleri
yanyana kullanılmış ise o zaman amel doğrudan doğruya, iman kavramının
kapsamına girmez" diye düşünülebileceği gibi "amel, iman kavramının
kapsamı içindedir, burada dar anlamlı bir kelime, geniş anlamlı bir kelimeye
bağlanmıştır" da denebilir. Fakat her iki halde de amel, imanın pratiğe
geçilerek "gerçek" leşmesi ve "tasdik" edilmesi aracıdır.
Bu
böyle olduğu içindir ki, Şeyh Ebu İsmail Ensarî ve benzeri gibi bazı alimler
"iman, bütünü ile tasdik"ten ibarettir. Çünkü kalb, Peygamber
Efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun- getirdiği prensipleri tasdik eder.
Dil, kalbdeki bu duyguyu tasdik eder" demişlerdir. Bilindiği gibi halk
arasında bu anlamda "falancanın işi, sözünü tasdik etti" diye bir
söz vardır. Nitekim Peygamber Efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun-
aşağıdaki hadisi de bu anlamdadır:
11
Gözler zina eder, onların zinası bakmaktır. Kulaklar zina eder, onların zinası
işitmektir. El zina eder, onun zinası tutmak, dokunmaktır. Ayak zina eder, onun
zinası yürümek, adım atmaktır. Kalb ister, arzu eder. Buna karşılık cinsiyet
organı bu arzusu ya tasdik ederfonay-lar) veya tekzib eder."
Görüldüğü
gibi "tasdik" deyimi "haber" ile ilgili olarak kullanıldığı
gibi "irade" ile ilgili olarak da kullanılır. Misal olarak
"falanca azminde" veya "sevgisinde sadıktır" dendiği gibi
"adamlar sadık bir hamle yaptılar" da denir.
İlk
dönem islâm alimleri (selef) ameli, imandan ayırdıkları ve "iman konusunda
herkes biribirinin benzeri, aynısı-dir" dedikleri için, "Mürcie"
mezhebine şiddetle karşı çıkmışlardır. Gerçekten onların (Mürcie'nin)
herkesteki imanı biribirine eşit sayan görüşü, düşülebilecek hataların en büyüklerinden
biridir. Tersine insanlar ne "tasdik" ne "sevgi" ne
"korku" ve ne de "bilgi ve tanıma derecesi" bakımından eşit
değildirler, bu bakımlardan insanlar biribirinden farklıdırlar.
Ayrıca
onların ameli, imandan ayrı saymaları, kalb amelini (eylemlerini) de imandan
ayırdıkları şüphesini uyandırıyor ki, böyle bir şey kesinlike yanlıştır. Çünkü
eğer bir kimse Rasulûllah'ı tasdik etse, fakat kalbi ile O'ndan nefret edip
vücudu ile O'na düşman olsa, böyle bir kimse kesinlikle kâfirdir. Buna
karşılık eğer onlar sadece kalb eylemlerini (amelleri) iman kavramınmın
kapsamına alıyorlarsa yi-,ne de yanılgı içindedirler. Çünkü vücudun eylemi
(ameli) olmaksızın kalbdeki imanın varlığı ve devamlılığı düşünülemez.[130]
Burada
maksadımız "belirli" bir ameli söz konusu etmek değildir. Tersine
Allah'a ve Rasulûllah'a kalbinden inanan bir kimsenin Peygamberimizin-salât ve
selâm üzerine olsun-düşmanlar tarafından saldırıya uğradığını görünce gücü
yettiği halde olup-bitenlere seyirci kalarak sadece kuru sözlerle
Rasulûllah'ın tarafını tutmakla yetinmesi düşünebilir mi, böyle bir şey normal
olabilir mi, yoksa böyle bir kimsenin mutlaka Rasulûllah'm tarafını tutmak
üzere bir şeyler yapması mı gerekir? Herkes kabul eder ki, birinci varsayım,
yani hiç bir şey yapmadan olaylar karşısında seyirci kalarak sadece kuru
sözlerle Peygamberimizi desteklemek olacak şey değildir, imkânsızdır.
Bu
yüzdendir ki, imkân sınırları içinde olan cihad, imandandır ve bu kadarlık bir
cihadın yokluğu da imanın yokluğumı gösterir. Nitekim Peygamberimiz -salât ve
selâm üzerine olsun- Müslim'de bulunan bir hadise göre şöyle buyurmuştur:
"Kim
hiç savaşmamış ve içinden savaşmayı geçirme-miş olarak ölürse bir tür
münafıklık üzerine ölmüş olur."
Bu
hadisten açıkça anlaşıldığına göre böyle bir kimsede bulunan imanın yanında münafıklığın
bir çeşidi de varolmuş olur. Nitekim Cenab-i Allah da şöyle buyuruyor:
"Müminler
ancak şu kimselerdir ki, Allah'a ve Rasu-lûne inandılar. Sonra da şüpheye
düşmediler ve Allah yolunda malları ile, canlan ile savaştılar. İşte (iman
iddialarında) sadık olanlar bunlardır."[131]
Ayrıca yine Müslim'de yeraldığına göre Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine
olsun-şöyle buyuruyor:
"Aranızda
kim bir eğrilik görürse onn eli ile düzeltsin. Eğer gücü yetmezse dili ile,
buna da gücü yetmezse kalbi ile düzeltsin (bu eğriliğe karşı nefret
beslesin.)" Başka bir rivayete göre hadisin sonu şöyledir:
"Bunun
ötesinde hardal tanesi kadar bile iman yoktur."
Bu
hadis açıkça gösteriyor ki, bir kalbde Allah'ın yasaklamış olduğu eğriliklere
karşı nefret duygusu yoksa o zaman o kalbde iman yok demektir. Nefret ve sevgi
kalbin eylem-lerindendir. Bilindiği gibi İblis (şeytan) ve benzerleri Cenab-ı
Allah'ın böylesine eğrilikleri yasakladığını bilirler, fakat onlardan nefret
etmezler. Nefret etmek şöyle dursun, insanları Allah'ın ve Rasulûllah'm
yasakladığı bu hareketleri işlemeye çağırırlar.
Şunu
da belirtmek gerekir ki, Cehm iel Salihi'nin taraftarları açıkça şöyle
diyorlar; "Allah'a ve Rasulûllah'a sövmek, teslis (üçleme) inancını ve
diğer küfür kelimelerinden birini dile getirmek batın (kalb) açısından küfür
değil, fakat sadece zahiri
bakımdan kâfirliğin delilidir. Buna rağmen söz konusu küfürbaz ve sövücünün
batini alemde Allah'ı tanıyan. O'nun birliğini onaylayan bir mümin olması
mümkündür."
Bu
kimseler Kur'an ve sünnete dayanarak veya icma-i ümmetten delil göstererek
"Böyle bir kimse hem zahiri ve hem de batım bakımdan kâfirdir"
dendiği zaman cevap olarak der ki "Bunun böyle olabilmesi için söz konusu
sözlü küfür batını bakımdan bir yalanlamanın bulunmasını gerektirir. Oysa
iman böyle bir yalanlamanın varolmamasını gerektirir.[132]
O
zaman bu kimselere şöyle deriz: Size söyleyecek şu iki gerçeği biliyoruz: Bu
gerçeklerden biri reddettiğimiz bir dini prensip ve ikincisi de kendi
kendimize biraz derinlemesine düşününce elde edeceğimiz kaçınılmaz bir gerekçedir.
îlk
önce dini prensibi ele alalım. Biz biliyoruz ki, herhangi bir baskı altında
olmaksızın, gönüllü olarak Allah'a ve Ra-sulûllah'a söven, hatta zorlanarak
değil de kendi isteği ile küfür kelimelerinden birini ağzına alan veya
Allah'la, Allah'ın ayetleri ile ve Rasulûllah ile alay eden kimse hem batım ve
hem de zahiri anlamda kâfir olur. Buna göre kim çıkar da "Böyle bir kimse
sadece zahiri bakımdan kâfirdir, batını anlamda mümin olabilir" derse o
kimse dinimiz bakımından kesinlikle yanlış ve sapık olan bir görüş ileri
sürmüş olur.
Çünkü
Cenab-ı Allah Kur'an-ı Kerim'de kâfirlerin bazı sözlerini açıkladıktan sonra
onların kâfir olduklarını ve bu yüzden ağır cezalara, çarpılmayı hakkettiklerini
belirtmiştir. Eğer kafirlerin söz konusu küfrü gerektirir karakterdeki
sözleri, kimselerin aleyhlerinde yapılmış bir şahitlik veya yanılarak ağızdan
kaçmış olabilecek bir itiraf gibi bir nitelik taşısalarda, o zaman doğru
olabileceği gibi asılsız olması da muhtemel olan bir şahitlik yüzünden
Allah'ın onları ceza görecekler olarak saymaması, hatta söz konusu şahitlik
kesinleşmedikçe onları azaba çarptırması gerekirdi. Oysa Cenab-ı Allah şöyle
buyuruyor:
"Allah
üçün üçüncüsüdür" diyenler kesinlikle kâfir olmuşlardır."[133]
Diğer
bir ayette de şöyledir:
"Allah,
Meryem oğul Mesih'dir" diyenler kesinlikle kâfir olmuşlardır."[134]
"îkinci
bildiğimiz gerçeğe gelince eğer kalb, Rasulûllah'ın doğru söylediğine ve O'nun
Allah'ın elçisi olduğuna inanmış olur, aynı zamanda Allah'a karşı sevgi ve
saygı beslerse, o zaman böyle bir kalbin buna rağmen Allah'a dil uzatması,
O'na'sövmesi imkânsız qlur. Böyle bir şey ancak Allah'a karşı varolabilecek
bir küçümseme ve saygısızlık duygusu ile "birlikte varolabilir. Bundan da
anlaşılır ki, sadece Rasülullah'ın doğru söylediğine inanmış olmak iman sayılamaz,
imanın varolabilmesi için bunun yanında kalbde Rasulûllah'a karşı sevgi ve
saygı da bulunmalıdır:
Bunun
yanında Cenab-ı Allah buyuruyor ki:
"Kendilerine
Kitab'dan bir pay verilenleri görmüyor musun?" Onlar Cibt'e ve Tağut'a
inanırlar."[135]
Başka
bir ayet de şöyledir:
"Kim
Tağut'u inkâr edip Allah'a inanırsa, hiç şüphesiz, kopmayan, sağlam bir kulpa
yapışmıştır."[136]
Bu
ayetlerden anlaşılıyor ki, Tağut'a karşı da "iman" ve
"küfür" söz konusudur. Bilindiği gibi, Allah'ın sadece varlığını ve
taşıdığı sıfatları onaylamak konusunda-mümin ile kafir aynı durumdadır. Nitekim
putlar, şeytan ve büyü (sihir) ile ilgili bilgi konusunda müminle kafir
ortaktır. Nitekim Cenab-ı Allah büyü konusunda şöyle buyuruyor:
"Halbuki,
onlar "Biz bir fitneyiz, sakın kâfir olma" demedikçe hiç kimseye bir
şey öğretmiyorlardı. Fakat onlar, bunlardan erkekle karısının arasını açacak
şeyler öğreniyorlardı. Ama onlar, Allah'ın izni olmaksızın büyü ile hiç
kimseye zarar veremezler. Onlar kendilerine yararlı olanı değil, zarar vereni
öğreniyorlardı. Yemin olsun ki, onu satıp karşılığında çıkar sağlayanın
ahirette hiç bir nasibi olmadığını gayet iyi biliyorlardı."[137]
Görülüyor
ki; "Hz. Süleyman'ın mülkü konusunuda şeytanlar tarafından uydurulan
sözlere kanarak hiç bilmez gibi Allah'ın Kitabını arkalarına atanlar, ahirette
hiç bir nasipleri olmayacağını kesinlikle bildikleri halde" yine de kâfir oluyorlar.
Tıpkı
bunun gibi "Putlara ve Tağut'a inanan" bir kimse büyü yolu ile kan
ile kocanın arasının açıldığını bilmekle veya şeytanın ve putlarının halleri
üe insanların karşısına çıkardıkları fitneler hakkında malûmat sahibi olmakla,
sırf bu alanlardaki bilgileri yüzünden "putlara ve Tağut'a inanmış" olmazlar.
Bilinen
bir gerçektir ki, putların maddelerin elementlerini (ayan) yaratableceklerine,
onların istedikleri her şeyi yapabileceklerine ve bunlara benzer ilâhi
özelliklere sahip olabileceklerine hiç kimse inanmaz. Fakat puta tapanlar, putlarına
tapmalarının sonucu olarak sadece şeytanların bu putlar aracılığı ile
kendilerine seslenerek bazı konularda bilgi vermeleri gibi, bazı isteklerinin
yerine geldiğine inanırlar. Nitekim bu durumun benzerine günümüzün putperest
kavimleri olan Hindliler, Çinliler, Orta Asyalılar ve başkaları arasında da
rastlanmaktadır.
Sözü
geçen putperestlerin kâfir olmalarının sebebi, o putlara boyun eğmeleri,
yalvarmaları, tapınmaları ve onla-
n
amaçlarına ermenin vesilesi saymalarıdır. Yoksa bu putların sahip oldukları
etkiyi onaylamaları yüzünden kâfir olmamışlardır. Çünkü böyle bir şeyi mümin
olan bir alim de bilip ona inanır. Fakat o alim, böyle bir etkinin gerek dünyada
ve gerekse ahirette yolaçacağı zararı bilerek ondan nefret eder, uzak durur.
Gerçi kâfir de bu zararın varlığını bilebilir, fakat dünya bağlığı onu yine de
kâfirliğe sürükler. Cenab-ı Allah bu durumu şu ayette belirtmektedir:
"İnandıktan
sonra Allah'ı inkâr eden, -kalbi imanla yatışmış olduğu halde inkâra zorlanan
değil, fakat küfre göğüs açan, küfürle sevinç duyan-kimselere Allah'dan bir
gazab iner ve onlar için büyük bir azab vardır. Bu onların dünya hayatını
ahirete tercih etmelerinden ve Allah'ın da inkâr eden bir kavmi hidayete
erdirmeyeceğin-den ötürü böyledir. Onlar öyle kimselerdir ki, Allah kalblerini,
kulaklarım ve gözlerini mühürlemiştir. İşte gafiller, onlardır."[138]
Görüldüğü
gibi, Cenab-ı Allah yukardaki ayetlerde iman ettikten sonra kâfir olan
kimseleri ve böylelerini bekleyen cezayı anlattıktan sonra "Bu, onların
dünya hayatını ahirete tercih etmelerinden ötürü böyledir" diye buyurarak
bu kimselerin bu yüzden cezaya müstahak olduğunu bildirmektedir.
Bilindiği
gibi, onaylamak ile yalanlamak, bilmek ile bilinmemek, bunlar sevgi ile
nefretten ayrı şeylerdir. Yukardaki görüşün savunucuları, ayette geçen
kimselerin kalble-rindeki "tasdik" ve "iman" yokolduğu için
cezaya müstahak sayıldıklarını ileri sürüyorlar. Onlara bakacak olursanız
"dünyayı ahirete tercih etmek" bu konuda asıl gerekçe değildir, o
sadece "tasdik" ve "iman"m kalbden silinmesine yo-laçan bir
sebep olabilir. Oysa Cenab-ı Allah "Dünyanın ahirete tercih edilmiş
olmasını" hüsrana uğramanın asıl sebebi saymıştır. Öteyandan
"dünyayı ahirete tercih etmek" tutumu, kâfirliğin ahirette zararlı
olduğunu, hatta kâfirin ahi-rette hiç bir paya sahip olamayacağını bilmek ve
bunu tasdik etmek de birarada varolabilir.
Şunu
da belirtelim ki, Cenab-ı Allah yukardaki ayette küfrü gerektiren sözleri
baskı altında söyleyen kimseyi kâfirlerden ayırmış, müstesna tutmuştur. Eğer
kafirlik, mutlaka kalbin Allah'ı yalanlamasına ve tanımamasına bağlı olsaydı,
küfür sözlerini zorla söyleyen kimsenin kâfir sayılmaması anlamsız olurdu.
Çünkü baskı yolu ile kalbi etkilemek imkânsızdır. Bundan anlaşılıyor ki, baskı
altında olmaksızın dille kâfirliği gerektirecek.bir söz söylemek küfürdür. Bu
arada ayette geçcen "Fakat küfre göğüs açan kimse" ifadesinin
açıkladığı durumu söz konusu kimsenin dünyayı ahirete tercih etmiş olmasının
sonucu olarak görmek gerekir. Nitekim Peygamber Efendimiz -salât ve selâm
üzerine olsun- bu konuda şöyle buyurmuştur:
"İlerde
öyle bir gün gelecek ki, mümin olarak sabahlayan kişi akşama kâfir olarak ve
mümin olarak geceye giren kimse sabaha kâfir olarak çıkar. İnsan dinini dünya
metaı karşılığında satar."
Yukardaki
ayet Ammar b. Yasir, Bilâl b. Rebah ve bunlar gibi yoksul ve koruyucusuz
müslümanların, müşrikler tarafından Rasulûllah'a sövmeye ve buna benzer küfre
götürücü sözler söylemeye zorlanmaları,1 olayı üzerine nazil oldu. Bu
zavallıların kimi, Ammar gibi, karşılaştığı baskı altında dili ile küfrü
gerektirecek söz söylemek zorunda kalmış ve kimi de -Bilâl gibi-bütün
baskılara katlanarak ağzından böyle bir söz çıkarmaya yanaşmamıştır. Hiç
şüphesiz bu sahabiler, kalblerindeki duyguları değitirsinler diye değil,
inançlarının tersini dilleri ile söylesinler diye zorlanmışlar ve baskı altına
alınmışlardır. Buna göre baskı ve zorlama söz konusu olmaksızın böyle bir söz
söyleyen kimse, hiç şüphesiz "Göğsü, o küfür sözüne açık olarak"
yani gönüllü olarak o sözü söylemiş demektir.[139]
Tıpkı
şunun gibi ki bir gün, bir grup yahudi, Peygamber Efendimize -salât ve selâm
üzerine olsun- gelerek, "senin Allah RasulÛ olduğuna şahadet ederiz"
dediler. Fakat buna rağmen müslüman olmamışlardı. Çünkü onlar bu sözü söylerken
sadece içlerindeki samimi kanaatlerini dile getirmişler, bir başka deyimle
"senin AV*1** RasulÛ olduğunu kesinlikle biliyoruz" demek
istemişlerdi. Nitefcımi«,»ıwl_' "1>r* halde bana uyunuz" diye
teklif eden Peygamberimize "Yahudilerden korkuyoruz, yapamayız" diye
cevap vermişlerdir.
Bundan
da anlaşılıyor ki, sadece gerçeği bilip bu bilgiyi ifade etmek iman etmek için
yeterli değildir. İman etmiş olmak için insanın içindeki bilgiyi dile getirmesi
gerektiği gibi, bu dile getirdiği bağlılık ve boyun eğmişlikle birara-ya
getirmesi gerekir.
Meselâ
münafıklar söz konusu gerçeği yalan yere dilleri ile ifade ettikleri için
yürekten kâfir sayılırken yukarda sözü edilen yahudiler bu sözü
benimsemeksizin ve boyun eğ-meksizin kuru kuruya söyledikleri için yürekten ve
hem de görünüşte kâfir kabul edilmişlerdir. Bu arada bir de Peygamberimizin
-salât ve selâm üzerine olsun-amcası Ebu Ta-lib'in durumu var. Ebu Talib, bazı
sözlerinden ve davranışlarından anlaşıldığına göre Rasulûllah'ın peygamber
olduğunu biliyordu. Fakat atalarının dinine körü-körüne bağlı olduğu ve
kabilesi tarafından kınanacağından çekindiği için Kelime-i Şehadet getirerek
içinde saklı tuttuğu bu onayı açığa vurmaktan kaçındı. Böyle olunca, yani
kalbindeki bilgi ile sevgi ve bağlılığı, batıl tutkunluğu ile hak nefretini kalbinden
söküp atabilecek olan bu unsuru yanyana getiremediği için mümin olamamıştı.
İblis'e
(şeytana), Firavun'a, yahudilere ve benzerlerine gelince bunların içlerinde
çöreklemiş bulunan küfür, bencillik ve kıskançlık duygulan kendilerini Allah'ı
sevmekten, kalblerini O'na kulluk sunmaktan alıkoydu. O sevgi ve kulluk
duygusu ki, iman ancak onun varlığı halinde tamamlanabilir. Böyle olunca bu
kimselerin kalbinde Allah'a karşı nefret duygusu varlığını Allah'ı
öfkelendirecek hareketler peşinden koşmalarına ve sonuç olarak kâfir
kalmalarına yolaç-tı ki, bu durumun varlığı yanında bulunabilen kuru bir gerçek
bilgisi hiç bir işe yaramamıştır.[140]
Aşağıdaki
sayacağımız bir kaç bakımdan iman konusunda kişiler arasında farklılık
görülebilir, yani bu bakımlardan imanların fazlalık ve eksiklik sıfatları ile
nitelendirilmesi mümkün ve yerindedir:
1- Zahiri (görünür)
ameller: Bu bakımdan insanların akıbetinden farklı ve üstün olabildikleri, bu
açıdan insanlar arasında fazlalığın ve azlığın söz konusu olabildiği herkesin
kabul ettiği hiç bir itiraza uğramamış bir gerçektir. Bu noktadaki tartışma,
zahirî amellerin, iman kavramının kapsamına girip girmeyeceğidir.
Amellerin
iman kavramının kapsamına girmediğini ileri sürenler, onların imanın meyveleri
ve gerekli sonuçları olduğunu söylüyorlar. Buna göre zahiri ameller mecazi
anlamda iman kavramının kapsamına girebilir. İşte onlara göre, imanın fazla ve
noksan olmasının anlamı budur, yani böyle bir söz iman meyvelerinin fazlalığı
ve eksikliği demektir.
Daha önce
belirttiğimiz gibi, görünür amellerin imanın gerekleri ve kaçınılmaz sonuçları
oldukları da söylenebilir. Çünkü ortada söz veya zahiri amel bulunmaksınız
kalbde tam bir imanın varolduğunu ileri sürmek imkânsızdır. Fakat amellerin
imanın gereği veya ayrılmaz bir parçası sayıimaları, yine daha Önce
belirttiğimiz gibi, "iman" kelimesinin yalnız başına veya
"İslam" kelimesi ile yanyana kullanılıp kullanılmamasına bağlıdır.
Bu
görüşü savunanların "fazlalık ve noksanlık zahirî amellerde görülür, yoksa
bu amelleri gerekli ve kaçınılmaz kılan özde eksiklik ve fazlalık olmaz"
demeleri yanlış bir düşüncedir. Çünkü her hangi bir şekilde sonucunun farklı
oluşu o şeyin de farklı olmasını gerektirir. Yoksa ge-rektirici sebeplerin aynı
olması, sonuçların ve gereklerin de aynı olmasına yolaçar. Buna göre insanların
zahiri ameller açısından biribirinden farklı ve üstün olmaları bu amellerin gerektirici
sebebi bakımından da biribirinden farklı ve üstün olmalarını gerektirir.
2- Kalb amelleri
(eylemleri): Her mümin kendi iç aleminde yaşadığı psikolojik tecrübe ile bilir
ki, Allah'ı ve Rasulûllah'ı sevmek, Allah'dan korkmak, O'na yönelik sığınmak,
O'na ihlâsla bağlanmak, kalbini riyadan, kibirden ve bencillikten uzak tutmak,
başkalarına acımak ve herkesin iyiliğini istemek gibi iyi huylara sahip olmak
bakımından insanlar biribirlerinden farklıdırlar: Nitekim Peygamber Efendimiz
-salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyuruyor:
"Şu
üç vasıf kimde olursa o kimse imanın hazzını içinde bulur:
1- Kim Allah'ı ve
Rasulullâh'ı bu ikisi dışında kalan her şeyden daha çok severse
2- Kim sırf Allah
rızası için birini severse
3- Kim Allah
tarafından küfürden kurtarıldıktan sonra ateşe düşmekten kaçınır gibi tekrar o
hayata dönmekten çekinirse."
Cenab-i
Allah -c.c- da bu konuda şöyle buyuruyor: "De ki; eğer babalarınız,
oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar,
kesadlaş-masından korkutuğunuz ticaretiniz ve hoşlandığınız meskenler size Ali ah'dan, Rasûlullah'dan
ve Allah yolundan cihad etmekten daha sevgili ise o halde Allah emrini
gönderinceye kadar bekleyiniz (başınıza neler gelecek göreceksiniz!)"[141]
Peygamberimizin
-salât ve selâm üzerine olsun- başka bir hadisi de şöyledir:
"Vallahi,
ben içinizden AHah'dan en çok korkan ve O'nun koyduğu sınırları en inceden
inceye tanıyan kimseyim."
Diğer
bir hadis de şudur: Peygamber Efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bir
defasında
"Her
hangi biriniz beni çocuğundan, ana-babasın-dan ve diğer bütün insanlardan daha
çok sevmedikçe mümin olamaz" buyurunca orada bulunan Hz. Ömer-Allah ondan
razı olsun- Rasûlullah'a:
"Ya
Rasûlallah, seni kendi dışımda kalan her şeyden daha çok seviyorum" diye
cevap verdi. Bunun üzerine Peygamberimiz, kendisine
"
Olmaz, ya Ömer! Beni kendi nefsinden de daha çok sevmelisin" buyurunca Hz.
Ömer
"Öyleyse
seni kendimden de daha çok seviyorum" diye karşılık verdi. Bunun üzerine
Peygamberimiz sözlerini
"Şimdi
oldu işte, ya Ömer" diye bağladı.
Sahih
kaynaklarda yer alan yukardaki ve benzerleri hadisler Allah sevgisi ile Allah
korkusunun insandan insana farklı olabileceğini göstermektedirler. Nitekim
Cenab-ı Allah açıkça şöyle buyuruyor:
"Müminlere
gelince Allahı en çok onlar sever"[142]
însan
bu gerçeği kendi iç tecrübesi ile de bilebilir. Bilindiği gibi, insan aynı
şeyi bazan çok ve bazan da az sevdiği gibi yine aynı şeyden kimi zaman az ve
kimi zaman çok korkar. Bu böyle olduğu için marifet (tasavvuf) ehli, imanın "fazlalık" ve
"noksanlık" sıfatlarını taşıyabileceğini en kuvvetli şekilde savunan
kimseler olmuşlardır. Çünkü onlar bu durumu kendi iç alemlerinde bizzat
yaşayarak biliyorlardı. Nitekim Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:
"Onlar
ki, halk kendilerine "Düşmanlarınız size karşı ordu topladılar, onlardan
korkunuz" deyince bu söz onların imanlarını arttırdı ve "Allah bize
yeter, O ne güzel vekildir" dediler."[143]
Görülüyor
ki, başkaları için korku sebebi olan böyle bir tehlike ayette sözü geçen
müminler için güven ve sükûnet gerekçesi olabilmiştir.
Öte
yandan Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- bir başka hadisi de
şöyledir:
"Müminlerin
en kâmil imanlıları en güzel ahlâklılarıdır."
3- Kalbdeki bilgi ve
tasdikin farklı derecelerde oluşu: Kalblerdeki tasdik ve bilgi genel ve detaylı
olması bakımından farklılık gösterir. Yani Rasûlullah'ın verdiği bilgileri
ana hatları ile meselelerin detaylarına inmeksizin tasdik eden bir kimse,
Peygamberimizin Allah'ın isimleri, sıfatları, cennet, cehennem daha önceki
ümmetlerin durumu gibi alanlarda söylediklerini yakından bilerek tasdik eden
kimse gibi olmaz. Ayrıca Peygamberimize itaat etmeyi prensip olarak kabul edip
de arkasından hemen ölen birini düşünelim. Böyle bir kimse de prensipte
benimsediği itaati yaşayıp da hayatında pratik ve detaylı bir şekilde
uygulayan bir kimse gibi olamaz.
4- Bizzat bilgi ve
tasdik'in farklı dereceli oluşu: Canlılarda bulunan güçlülük, irade, işitme,
görme ve
konuşma
gibi sıfatlar nasıl farklılık gösteriyorsa bilgi ve tasdik nitelikleri de
farklı derecelerdedir. Tıpkı varlık aleminde hareket, siyahlık ve beyazlık
gibi fenomenlerin (arazın) farklı oluşu gibi. Yani her hangi bir şeyi yapabilme
gücü insandan insana farklı olabildiğine göre o şeyden haberdar olma derecesi
de farklı olur.
Buna
göre bir kimsenin ortaya çıkıp ta "aynı şey hakkındaki bilgi farkı
olmaz" demesi, tıpkı o kimsenin "aynı şey karşısında herkesin gücü
eşittir" ve "aynı şey herkes tarafından aynı görülür" demesi
gibidir.
Oysa
hep biliyoruz ki, yeni doğan ay'ı (Hilâl'i) görme bakımından insanlar
biribirlerinden farklıdır. Yine insanlar ayni sesi işitme konusunda da
farklıdırlar. Tıpkı bunun gibi aynı kelimeyi iki kişinin telâffuz ettiğini
düşünelim, her ikisi de bu kelimeyi biribirlerinden farklı bir şekilde
telâffuz ederler. Aynı şeyi koklayan veya tadan iki ayn kişi de farklı koku ve
tad algılarlar.
Sözün
kısası hiç bir canlı çeşidinin hiç bir niteliği, hiç bir algı türü ve hiç bir
davranış biçimi yok ki, hatta hiç bir cansız varlığın her hangi bir niteliği
gösterilemez ki, biri diğerinden farklı ve değişik olmasm. Hatta bu yüzden
deniyor ki; "Hiç kimsenin her hangi bir şey hakkındaki bilgisi o şeyle
ilgili Allah'ın bilgisi gibi değildir. " Daha doğrusu Allah'ın her hangi
bir kimsenin o konudaki bilgisinden aklın alabileceği oranda daha yeterlidir.
Üstelik Allah'ın bilgisi ile kulun bilgisi arasındaki fark sadece hadislik
(sonradan olmak) ve kadimlik (öncesizlik) bakımından değildir, bu iki bilgi
başka bir çok bakımdan da biribirinden farklıdır.
Ayrıca
insanın bizzat kendisi, herhangi bir konu ile ilgili bilgisinin çeşitli
durumlarda farklılık gösterdiğini psikolojik tecrübesi ile bilir. Tıpkı
işittiği, gördüğü, güç yetirdiği, sevdiği, nefret ettiği, hoşlandığı, kızdığı,
istediği ve istemediği konularda durumu değiştikçe farklı algılar edindiği
gibi; Bu konularda farklılığı ve değişikliği inkâr etmek, saçmalıktan başka bir
şey değildir.
5- Tasdik
gerekçesinin farklı oluşu: Şurası kesindir ki, tasdik ve sevgisinin gerekçesi
kesin delillere dayanan ve karşıt şüphenin asılsızlığını açıkça ortaya koyan
kimse onayını böyle güçlü bir gerekçeye dayandırmamış olan kimse gibi olamaz.
Başka bir deyimle inanç ve sevgisini kuşku götürmez apaçık bilgilere
dayandıran kimse, hiç bir zaman şüpheler karşısında kalıp onları akıl yürütme
ve araştırma yolu ile gidermeye çalışan kimse gibi olamaz.
Hiç
bir akıllı kimse şüphe etmez ki, çok sayıda ve güçlü delile dayanan, karşıt
şüphelerin asılsızlığından emin olmuş ve o konuda ileri sürülen delilerin
çürüklüğünü ispatlamış olan bilgi, karşıt düşüncelerin mahiyetinden habersiz
ve tek delile dayalı bilgi gibi değildir. Her hangi bir şey gerekçeleri güçlü
ve çok sayıda oldukça, engelleri yokolup ortadan kalktıkça bu durum onun daha
eksiksiz, daha güçlü ve daha tamam olmasını sağlar,
6- Tasdikin
devamlılık açısından farklı oluşu:
İmanın
özü olan tasdik ve sevgi konusundaki diğer farklılık alanı devamlılık,
kesintisizlik, hatırda tutma ve kalbde canlandırma durumudur. Nitekim nefret de
bu alandaki gaflet ve yüz çevirmekten meydana gelebilir.
Bilgi,
tasdik, sevgi ve saygı gibi kalb kaynaklı haller, ancak gerekçeleri ve
varoldukça varolabilen, sebepleri devam ettiği sürece devam edebilen nitelik
fenomen (araz) ve hallerdir. İlim (bilgi) istediği kadar kalbde aslında
varolsun, gaflet hali onun gerçekleşmesini engeller. Yani her hangi bir şeyi
bilen kimse gaflet halinde o şeyi hem bilen ve hem de şuur alanında canlı tutan
kimse gibi değildir. Nitekim Umeyr b. Habib Hatımî bir defasında sahabİlere
dayanarak imanın fazlalık ve noksanlık niteliklerini taşıyabileceğini söyleyince
dinleyicileri kendisine "imanın fazlalığı ve noksanlığı ne demektir,
nasıl olur?" diye sordular. O da bu soruyu soranlara şu cevabı verdi;
"Allah'a hamdettiğimizde, O'nu zikrettiğimiz ve teşbih ettiğimizde bu
imanın fazlalaşması, artması; buna karşılık Allah'ı aklımızdan çıkardığımız, unuttuğumuz ve umursamadığımız zamanki
tutumumuz imanın eksikliği demektir."
7- İmanın
farklılaşmaya en yatkın vasıf oluşu: İnsanla ilgili sıfatlar ve eylemler
arasında ne kadar farklılık olursa olsun, iman bunların hepsinden
farklılaşmaya daha müsaittir. Örnek verecek olursak insan sevginin ne kadar
farkı dereceler taşıyabileceğini bizzat kendi psikolojik dünyasındaki
tecrübeleri ile iyi bilir. Söz konusu sevgi ister evlâda, ister eşe, ister
makam ve mevkie, ister vatana, ister bir dosta, ister bir ata, ister bir
bahçeye, ister altına, gümüşe veya başka bir servet kaynağına dönük olsun.
Neye
karşı olursa olsun, her sevgi önce sevgiliye karşı kalbde beliren basit bir
ilgi şeklinde doğar. Sonra kalbin sevgiliye doğru sürüklenmesini sağlayan bir
eğilim haline dönüşür. Arkasından kalbin karşı tarafa tutulması anlamına gelen
bir tutku olur. Derken bu tutku zamanla aşka, daha sonra da kör bir tapınmaya
dönüşür. Bu son safhada kalb, sevilenin kulu olur, o artık onun emrinin dışına
çıkamaz olur.
Şekli
ve mecazi bir çok aşıkların akıbeti herkesçe bilinir. Böyle bir aşk kimini
intihar etmeye, kimini sevgisilini öldürmeye, kimini kâfir olup îslâmdan
ayrılmaya, kimini aklım yitirip delirmeye, kimini ailesinden, servetinden ve
mevkiinden olmaya ve kimisini de sağlığından ve diriliğinden yoksun kalmaya
sürüklemiştir. Buna göre " sevgi artma ve eksilme sıfatlan ile
nitelemez" diyenler dünyanın en saçma sözlerinden birini söylemiş olurlar.
Öteyandan
bilinen bir gerçektir ki, insanlar Allah'a karşı olan sevgileri bakımından
diğer her hangi bir sevgiliye karşı duydukları sevgiden çok daha büyük
farklılık ve değişiklik gösterirler. Meselâ bilindiği gibi Cenab-ı Allah Hz.
İbrahim -selâm üzerine olsun- ile Peygamber Efendimizi -sa-lât ve selâm
üzerine olsun- kendisine dost edinmiştir. Nitekim Peygamber Efendimiz bu
konuda "Eğer ben yeryüzü
halkından
birini dost edinecek olsaydım, Ebu Bekir'i dost edinirdim. Fakat arkadaşınız
(kendisim kas d e diyor) Allah'ın dosturdur" ve "Allah, İbrahim''i
nasıl dost edindi ise beni de dost edinmiştir" buyurmuştur.
Bilindiği
gibi bütün peygamberler ile müminler hem Allah'ı severler ve hem de Allah
kendilerini sever. Nitekim Cenab-ı Allah bu konuda "Ey müminler»
aranızdan kim dininden dönerse bilsin kî, Allah yakında öyle bir gurup ortaya
çıkaracak ki, (fonları sevdiği gibi onlar da O'nu severler. Bunlar müminlere
karşı alçak gönüllü, fakat kâfirlere karşı onurlu ve sert davranırlar.[144]
ve "Müminlere gelince onlar en çok Allahi severler"[145]
buyurmuştur.
Ayrıca
Cenab-ı Allah Kur'an-ı Kerim'in değişik ayetlerinde "Takva
sahiplerini", "Adalete uygun davrananları", "Tevbe
edenleri", "Tertemiz olanları" ve "Allah yolunda, parçaları
içice geçmiş bir yapı gibi saf tutarak savaşanları" sevdiğini
bildirmiştir. Bunun yanında Peygamber Efendimiz-salât ve selâm üzerine olsun-
de zaman zaman sevdiği kimseleri belirtmekten sakınmamıştır. Nitekim Müslim'de
yer alan bir hadise göre Hz. Hasan ve Hz. Usame- Allah her ikisinden de razı
olsun- hakkında "Ya Allah, ben bu iki kimseyi seviyorum. Onları sen de
sev ve sevenlerini de sev" buyurduğu gibi bir defasmda Amr İbn-il As-
Allah ondan da razı olsun- tarafından sorulan "En sevdiğin insan kimdir?
şeklindeki soruya "Ayşe'dir" diye cevap vermiş ve aynı soru
sahibinin "Peki, erkekler arasında en sevdiğin kimdir?" biçimindeki
sorusunu da "Ayşe"nin babasıdır (Ebu Bekir'dir)" diye
karşılamıştır. Peygamberimiz bu konudaki bir başka hadisinde de sahabilere
seslenerek "Vallahi, sizleri seviyorum" buyurmuştur.
Demek
ki, insanlar Allah'ı sevme bakımından varlıkların en fazilteli iki örneği olan
Hz. Muhammed ve Hz. İbra-
him
ile kalbinde hardal tanesi kadar iman taşıyan en zayıf imanlı kişi arasında
mesafe kadar farklılık gösterirler. Bu iki kutup arasında kaç derece olduğunu
sadece göklerin ve yeryüzünün Rabb'i bilebilir.
Çünkü
varlıklar arasında insan kadar fertleri (bireyleri) biribirinden farklı
olabilen başka bir tür yoktur Meselâ hiç bir cins at başka cinsten olan bir
milyon ata denk olamaz. Oysa insanlar arası fark konusunda Buhari ile Müslim'de
yer alan şöyle bir hadis vardır:
Bir
defasında Peygamberimizle Ebu Zerr bir yol kenarında oturuyorlardı. O sırada
yolda eşraftan sayılan bir zat geçiyordu. Peygamberimiz; Ebu Zerr'e
"Bu
adamı tanıyor musun?" diye sordu. Ebu Zerr de O'na şu cevabı verdi;
"Evet,
tanıyorum, Ya Rasûlallah. Bu adam hangi kadına talip olursa kendisi ile
evlenir, ne söylerse sözü dinlenir ve ortaklıkta görünmese hemen aranır."
Az sonra yanlarından sıradan bir müslüman geçince Peygamberimiz yine
"Ebu
Zerr, bu adamı tanıyor musun?" diye sordu. Ebu Zerr bu soruya da şu cevabı
ver«r
"Evet,
tanıyorum, ya Rasûlallah. Bu adam sade halktan ve sıradan bir kimsedir. Eğer
bir kadına talip olsa onunla ev-lenemez, bir şey söylese sözü dinlenmez ve
ortadan kaybolsa kimse kendisini merak edip sormaz" Peyamberimiz, Ebu
Zerr'in bu cevabı üzerine
"Ya
Ebu Zerr, bu adam, ötekinin yeryüzü dolusu kadarından daha hayırlıdır."
buyurmuştur.
Görüldüğü
gibi sözü en ölçülü insan olan Peygamberimiz bu hadisinde bir tek insanın
yeryüzü dolusu insan kitlesinden daha hayırlı olabileceğini belirtmiştir.
Öteyandan kimi insan, meleklerden daha üstün ve kimi insan da hayvanlardan
daha aşağı olabildiğine göre demek ki, insan fertleri (bireyleri) arasındaki
fark, meleklerin arasındaki farktan daha
büyüktür.
Hemen belirtelim ki, insanlar arasındaki farklılığın temel sebebi, Allah'ı
tanımak ve sevmek konusudur. Bu konuda insandan insana ne kadar fark olduğunu
sadece Allah bilir. İnsanlar başka şeyleri sevme konusunda biribir-lerinden ne
kadar farklı olurlarsa olsunlar, Allah'ı sevme bakımından aralarında varolan
fark mutlaka daha büyüktür.
İnsanlar
aynı şekilde korktukları, boyun eğdikleri ve bağlandıkları şeylerle ilgili
korku, boyun eğme ve bağlılık dereceleri bakımından da farklıdırlar. Bunun
yanında bildikleri ve onaylayıp kabul ettikleri şeylerle ilgili bilgi, onaylama
ve kabul etme dereceleri de biribirinden farklıdır. Bu arada eğer meselâ melekler
ve sıfatları ile ilgili ve onaylamalarında biribirlerinden farklı iseler
aralarındaki bu fark, Allah'ı ve sıfatlarını bilip onaylama konusunda daha
büyüktür.
Bu
böyle olduğu gibi eğer insanlar, insanın özü ve sıfatları, cinlerin özü ve
sıfatları, ahirette karşılaşılacak nimet ve azap konularında biribirlerinden
farklı bilgi ve onaylama derecelerine sahip iseler, şurası kesindir ki,
Allah'ı ve sıfatlarını bilip onaylamak konusundaki derece farkları insanın Özü
ve ahiretteki nimet ve azab konularındaki bilgi farklarından daha büyüktür.
Hatta insanların kendi vücud yapılan, biyolojik özellikleri, sağlıkları,
hastalıkları ve bunlara benzer konularla ilgili bilgi dereceleri bakımından
farklı oldukları görülüyorsa, bilelim ki, Allah'ı bilme ve tanıma bakımından
aralarında çok daha büyük fark vardır.
Çünkü
kullar tarafından bilinen ve söylenen her şey aynı zamanda Allah ile ilgili
bilginin bir parçasıdır. Çünkü hiç bir varlık yoktur ki yaratıcısı O olmasın.
Bütün varlıkların sıfatları, isimleri, miktarları ve hareketleri, Cenab-ı Allah'ın
güzel isimleriyle yüce sıfatlarının delilleri ve şahitleridirler. Çünkü
varlıklarda görülen her kemal (yeterlilik ve olgunluk) O'nun kemalinin eseri
olduğuna göre her hangi bir varlıkta varolduğu belirlenen her kemale
(yeterlilik ve olgunluk) o varlığın yaratıcısı olan Allah daha lâyıktır. Buna
karşılık her hangi bir varlığın uzak ve ilgisiz olduğu bir eksiklik ve
yetersizlik, o varlığın yaratıcısı için daha ilgisiz ve uzak mesafedir. Bu,
herkesin diline ve ifade tarzına göre böyledir. Bu prensip "sonucun kâmil
olması, sebebin kâmil olmasına dayanır" ve "yaratılmış varlığın
kamilliği, yaratıcısının ve varedicisinin kemalinden ileri gelir" diye ifade
edilebilir. Nitekim hem Ahmed b. Hanbel'in, "Müsned" adlı eserinde ve
hem de İbn-i Hıbban'm "Sahih" adlı kaynağında İbn-i Mesud'a -Allah
ondan razı olsun- dayandırarak yer verdiklerine göre Peygamber Efendimiz -salât
ve selâm üzerine olsun- şöyle buyurmuştur:
"Herhangi
bir kulun başına bir belâ bir musibet gelir de o kul" Allahım, ben senin
kulun ve ümmetinin evlâdıyım Alnım senin elindedir, hükmüne bağlı ve yargına
razıyım. Kendine taktığın, kitabında bize bildirdiğin, kullarından birine
Öğrettiğin veya kendi katındaki gayb-la ilgili bilginde tuttuğun bütün
isimlerin hürmetine senden Kur'an-ı kalbimin ayrılmaz yoldaşı, göğsünün nuru,
kederimin gidericisi ve üzüntümün savıcısı eyle" diye dua ederse Allah
mutlaka o kulun keder ve üzüntüsünü gidererek yerine ferahlık ve genişlik
verir."Sahabile-rin
"Ya
Rasulallah, bu duayı başkalarına öğretelim mi?" diye sormaları üzerine
Peygamberimiz sözlerini
"Tabii,
bu duayı benden işitenler onu başkalarına öğretmelidirler" diye bağladı.
Görüldüğü
gibi, Peygamberimiz, bu hadisinde "Cenab-ı Allah'ın sadece kendi katındaki
gaybla ilgili bilgisinde tuttuğu isimleri" olduğunu belirtmektedir.
Bilindiği gibi, Ce-nab-ı Allah'ın isimleri sadece sembolik fonksiyonu olan
normal adlar değil, bunun yanında "Alim (bilgin), "Kadir
(güçlü)", "Semi (işiten)", "Basir (gören)",
"Rahim (esirgeyen)", "Hakim (hikmet sahibi), ve benzeri gibi her
biri diğerinden ayrı ve farklı bir sıfatı belirten ve bu arada zatına ad olma
fonksiyonunu da gerçekleştiren isimlerdir. Burada bazı isimlerini sadece
kendisi bildiği ve bazılarını da kulları arasında sırf dilediği kimselere
bildirdiği ifade edildiğine göre açıkça anlaşılıyor ki, insanların O'mınla
ilgili bilgileri arasındaki farklılık, diğer şeylerle ilgili bilgileri arasındaki
farklılıktan daha büyüktür.[146]
Bundan
da ortaya çıkıyor ki, Kelâm alimleri arasından kim, Allah'ı gerektiği şekilde
bildiğini, hiç bir bilmedik sıfatı kalmamış olacak şekilde O'riu her yönü ile
tanıdığını, çünkü kendisinin bilgi sınırları içine girmemiş ve varlığı konusunda
herhangi bir delille rastlamadığı bir kavramın aslında yok demek olduğunu
sanıyorsa bu kimse yanılmış, hata etmiş, sapılmıştır ve bu yoldaki akıl
yürütmesi çürüktür.
Çünkü
"herhangi bir şey hakkında kesin veya zayıf herhangi bir delil yoksa bu
durum o şeyin yok olduğunu gösterir" hükmünün doğru olabilmesi için söz
konusu şeyin varlığının sabit olabilmesi için böyle bir delilin varlığının gerekli
olduğu bilinmelidir. Meselâ eğer bİrşey var olsa onun varlığının mutlaka bir
çok kanaldan nakledileceği gerçeği gibi. O zaman böyle bir durum, o şeyin varlığının
ispatı için gerekli olur ve eğer bu gereklilik yerine gelmez ise aslında o
şeyin varolmadığı sonucuna varılır. Örnek olarak, eğer Şam ile Hicaz arasında
Bağdat ve Mısır gibi büyük bir şehir olsaydı, insanların bu şehirden bahsetmiş
olmaları'gerekirdi, bu arada eğer bir veya iki veya üç kişi böyle bir şehrin
varlığını ileri sürecek olursa bunların yalan söylediğini hemen anlarız.
Tıpkı
bunun gibi eğer Peygamberimiz-salât ve selâm üzerine
olsun- zamanında Müseyleme, Ansı, Tuleyha ve Seccah gibi bir başkası daha
ortaya çıkıp peygamber olduğunu ileri sürseydi, tarih araştırıcıları,
saydığımız yalancı peygamberler gibi, onun hakkında da bize bilgi verirlerdi.
Bu böyle olduğu gibi, eğer biri ortaya çıkıp Kur'an'a nazire (benzetme) düzmüş
olsaydı, tarih bize, tıpkı Museyle-me'nin düzmece Kur'an'ı gibi, ondan da
bahsederdi. Nasıl ki, bu tarihçiler bize Ebul alâ Mearrî'nin "el-Fusul
vel-Gayat" adlı Kur'an düzmecesi ile başka bazı sapıkların saçma düzmecelerin
nakletmiştir.
Bu
böyle olduğu gibi, eğer Hz. Ali, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman-Allah
hepsinden razı olsun- dönemlerinde birisi halifelik iddiası ile ortaya çıkarak
bu uğurda savaşa girişmiş olsaydı, daha sonraki bu tip olaylarda olduğu gibi,
tarih bize o dönemlere ait bu yoldaki gelişmeleri de iletirdi. Bunun yanında
eğer Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Hz. Ali'ye hastalığı
sırasında müslümanlara namaz kıldırmayı emeretseydi, tarihçiler bu yolda Hz.
Ebu Bekir'e verilen emirle ve Ebu Bekir'in bu emri yerine getirmesi konusunda
yaptıkları gibi, bunu da naklederlerdi. Hiç şüphe yok ki, eğer Peygamberimiz,
Hz. Ali'nin halife yapılmasını vasiyet etmiş olsaydı, tarih bunu da
belirtirdi.
Bu
arada Peygamber Efendimiz ile sahabilerinin birara-ya gelerek def dinledikleri,
el çırptıkları ve oyun oynadıkları bize nasıl bildirilmedi ise namazdan sonra
hep birlikte el kaldırıp dua ettikleri de bildirilmiştir. Eğer bunlar yapılmış
olsaydı, mutlaka bize nakledilirdi. Yine bildiğimize göre Peygamberimiz,
yolculuk sırasında öğlen, ikindi ve yatsı farzlarının hiç bir zaman dörder
rekat olarak kilmamıştır. Çğer yoluculuk sırasında arasıra bu farzları dörder
rekât olarak kılsaydı, nasıl ki, zaman iki vakit namazını birarada kıldığı
hakkında bilgi sahibi olduksa bu konuda da bize bilgi ulaşması gerekirdi.
Tıpkı
Peygamber Efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun- farz namazları tek başına
değil, cemaatle kıldığı bize bildirildiği gibi. Yine tıpkı gerek
Peygamberimizin ve gerekse sahabilerinin yolculuk sırasında gerektiğinde teyemmüm
etmek üzere yanlarında toprak taşımadıkları, geceleri cenaze namazı
kılmadıklarını mutlaka her mescide girişlerinde itikâfa niyetlenmediklerini ve
Habeşistan hükümdarı Necaşi'den başka hiç kimsenin yokluğunda cenaze namazını
kılmadıklarını bilmediğimiz gibi. Ve yine eğer Peygam-berimiz-salât ve selâm
üzerine olsun- gerek sabah namazında ve gerekse başka bir vakit namazı
sırasında yüksek sesle belirli bir duayı kunut niyeti İle okusaydi, bu duanın
bize mutlaka nakledilmiş olması gerektiğini, zaman zaman okuduğu bazı dualar
nasıl bize kadar geldi ise bu duanın da zamanımıza ulaşmış olması gerektiğini
bildiğimiz gibi.
Bunlar
yanında tıpkı Peygamberimiz, Muzdelifede iki vakit namazı kısaltarak birarada
kıldığı zaman eğer arkasında duranlardan birine namazını her zamanki gibi
tamamlamasını veya iki vakti kendisi gibi birlikte kılmamasını emretmiş
olsaydı, sahabiler daha önemsiz olayları naklettikleri gibi bunu da bize
nakledeceklerini bildiğimiz gibi.
Yine
biliyoruz ki. Peygamberimiz, yeni aybaşı (hayız) olan kadınlara bir gün ve bir
geceyi doldurunca gusül abdes-ti almalarını emretmemiş ve sahabilerine
üzerlerine ve elbiselerine bulaşan meniyi yıkamaları gerektiğini söylememiştir.
Bunlar yanında O, nikah, ahş-veriş, kiralama ve bunlara benzer sözleşmeler
sırasında söylenecek belirli sözler ortaya koymuş değildir. Yine O, Veda Haccı
sırasında Haccın arkasından Umre ziyareti yapmamış, Kurban bayramı günü
Mina'dan Mekke'ye dönünce ilk önce say ve tavaf yapmamış, arkasından ikinci
tavafı yapmıştır.
Bu
örnekler çoğaltılabilir. Sözün kısası, Buhari ile Müslim ve benzerleri gibi
sağlam kaynakları inceleyen; sahabilerin, tabiin'in ve onların izinden giden
eski-yeni bütün imamların sözlerini araştıran kimse, bu konudaki sözlerimizin
doğruluğunu tespit edebilir.
Bu
örnekleri saymaktaki gayemiz şunu belirtmektir. Herhangi bir şeyin varlığı»
varlığını ispatlayan delilin bulunmasına dayanıyorsa, o zaman delilin yokluğu
söz konusu şeyin yokluğunu gösterir. Fakat eğer bir şeyin varlığı mümkün olur
ve biz onun varlığını ispatlayan delilin bulunduğunu bilmemiz mümkin ise bizim
bu delilin varlığını bilmeyişimiz o şeyin yok olduğunu göstermez.
Buna
göre Allah'ın bazı isim ve sıfatları hakkında eğer elimizde delil yoksa, buna
dayanarak bu isim ve sıfatların yok olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü Allah'ın bütün
isim ve sıfatlarım kesinlikle bileceğimizi gerektiren ne akli ve nede seri hiç
bir dayanağımız yoktur. Tersine insanların en üstünü ve Allah'ı en iyi bileni
olan Peygamberimiz sahih bir hadisinde "Allah'ım, ben sana övgüler düzemem.
Sen kendini övdüğün gibisin" ve başka bir hadiste de Kıyamet günü nasıl
şefaat edeceğini anlatırken "Secdeye kapanır ve şu anda bilemediğim, fakat
o zaman Allah'ın kalbime ilham edeceği hamd cümleleri ile Allah'a
hamdederim" buyurmuştur.
Düşünelim
ki, eğer Allah'ın en üstün kulu Allah'ı hangi sözlerle öveceğini ve Kıyamet
günü kapanacağı şefaat secdesi sırasında söyleyeceği hamd cümlelerini şimdiden
bilmediğini söylüyorsa O'nun dışında kalan herhangi bir kimse Allah'ı överken
kullanılacak olan sıfatların tümünü ve O'nun bütün güzel isimlerini nasıl
bilebilir?
Durum
böyle olunca kim Allah'ın isim ve sıfatlarını daha iyi biliyorsa o kimse
Allah'ı daha iyi tanıyıp bilebilir. Tıpkı bunun gibi kim Peygamberimizin
taşıdığı isim ve sıfatları daha iyi biliyorsa o kimse Peygamberimizi
başkalarına göre daha iyi tanıyor, daha iyi biliyor demektir.
Buna
göre Peygamberimizin sadece nebi (haberci) olduğunu bilen, O'nun Rasul (Allah
elçisi) olduğunu bilen kimse gibi, Rasul olduğunu bilen de Hatem-ur Rasul (son
peygamber) olduğunu bilen de O'nun Hz. Adem'in tüm evlâd-larının efendisi
olduğunu bilen kimse gibi, bunu bilen de O'nun Cenab-ı Allah tarafından şefaat
ebedilme, Havuz, Ma-kam-ı Mahmud gibi özelliklerle şereflendirildiğini bilen
kimse gibi değildir.
Buna
karşılık Peygamberimizin özelliklerinden birini bilmeyen kimse kâfirdir diye
bir şey yoktur. Tersine çoğu müminler O'nun faziletlerini ve özelliklerini hiç
baştan işit-memişlerdir. Tıpkı bunun gibi Cenab-ı Allah'ın bazı isim ve
sıfatlarını bilmeyen herkes kâfirdir diye bir şey yoktur. Çünkü çoğu müminler
O'nun Rasulûllah tarafından bildirilen ve dile getirilen çoğu sıfatlarını hiç
işitmemişlerdir.
Buraya
kadarki açıklamalarımız kalble ilgili imanın insandan insana farklılık
gösterilebileceğini belirtiyor. Bunun yanında müminlerin görünür (zahiri) söz
ve ameller bakımından biribirinden farklı oldukları, şüphe edilmez bir gerçektir.
Doğrusunu Allah bilir.[147]
Artık
anlaşılır ki, eksiksiz bir niyet yeterli oranda bir güç (kudret) ile biraraya
gelince nasıl istenen şeyin ortak çıkmasını gerektiriyorsa, tıpkı bunun gibi
"tasdik" ve '"sevgi" gibi unsurlardan oluşan kalbdeki iman
görünür (zahiri) söz ve eylemler gibi dış tezahürleri gerektirir. Buna karşılık
kalb-de bulunması gereken imanın dış gerekleri ile normal sonuçları ortaya
çıkmaksızın varlığını sürdürmesi imkânsızdır.
Bu
prensiplerden anlaşınca bu konudaki "ilmî şüphe" ortadan kalkmış
olur. O zaman geriye sadece şöyle "Terimsel bir anlaşmazlık" kalır.
Batıni imanın gereği olan zahiri
söz ve
eylemler, acaba îman kavramının bir parçası mıdır? O zaman iman terimi bu dış
unsurlara doğrudan doğruya delâlet eder. Yoksa bu dış unsurlar imanın dış
uzantıları, ürünleri ve sonuçlan mıdırlar? O zaman iman terimi, bunlarla
dolaylı olarak, gereklilik ilişkisi yüzünden delâlet eder.
"İşin
gerçeği" daha önce belirttiğimiz gibi, "iman" terimi, bazan o
anlamda bazan da bu anlamda kullanılır. Eğer "iman" terimi,
"islâm" veya "amel" terimleri ile yanyana kullanılırsa o
zaman sadece batini anlamını ifade eder. Fakat eğer yalnız başına kullanılırsa
o zaman hem zahiri ve hem de batini anlamlarını birlikte ifade eder.
Meseleyi
böyle anlayınca bazı ayet ve hadislerde varmış gibi görünen bağdaşmazlıklar
ortadan kalkmış olur. Meselâ bilindiği gibi Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
"İman
yetmiş kusur dala ayrılır. Bu dalların en yükseği lâilâheillâllah demek ve en
alttakisi de gelip geçenleri rahatsız eden şeyleri yoldan kaldırıp atmaktır.
Utanmak da imanın dallarından biridir."
Burada
Peygamberimiz "iman" kelimesini yalnız başına kullandığı için bu
terim hem batini ve hem de zahiri anlamlarını birlikte ifade ediyor.
Öteyandan
Peygamber Efendimiz bu terimi "İman", senin Allah'a, O'nun
meleklerine, O'nun kitaplarına, O'nun peygamberlerine ve ahiret gününe
inanmandır" hadisinde ve "islam" terimini de "İslam, senin
Allah'dan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in O'nun Rasulû olduğuna şahadet
etmen, namaz kılman, zekât vermen, Ramazan'da oruç tutman ve Ka'be'yi ziyaret
etmen demektir" hadisinde kullanmıştır.
Görüldüğü
gibi Peygamberimiz, birinci hadiste sadece "iman" terimini
kullandığından dolayı terimi "islam" teriminden bağımsız düşündüğü
için sadece bu kelimenin kendine özgü anlamını kasdetmişken ikinci hadiste
"iman" terimini
"islâm"
terimi ile birlikte düşünüp açıklamıştır. Bu arada "Kim islâm dan başka
bir din peşine düşerse bilsin ki, bulacağı din kabul edilmez"[148]
mealindeki ayette "İslam" terimi, "iman" teriminin batini
anlamını da kapsamına alır. Çünkü insan kalbinde iman olmaksızın görünürdeki
amellerini yerine getirse Allah'ın katında "islam" adını taşıyan
dinin gereğini yerine getirmiş olamaz.
"Fakat
"Bedeviler" "iman ettik" dediler. Onlara da ki; "Siz
iman etmediniz, fak at-m üsf uman olduk- deyiniz. Çünkü henüz iman kalblerinize
girmedi"[149]
ve
"Orada müminlerden kim varsa çıkardık. Zaten orada müslümanlardan bir ev
halkından başka kimseyi bulamadık"[150]
ayetlerinde olduğu gibi "iman" terimi "islam" terimi ile
yanyana kullanılınca o zaman "Müsned" de bulunan ve Enes b. Malik
tarafından rivayet edilmiş olan "İslâm açıkta görünen davranışlar bütünü
ve iman ise kalbde bulunur" hadisinde belirtildiği gibi "islâm"
terimi "Zahiri ameller" anlamına gelir.
Tıpkı
"fakir", "miskin", "maruf", "münker",
"Bağy (zulüm)" ve bunlara benzer kelimelerde olduğu gibi bir terimin
yalnız başına ve anlamdaşları ile yanyana kullanıp kullanılmamış olmasına
bağlı olarak değişik anlam aldığını, bunun diğer milletlerin dillerinde de
böyle olduğunu bilen kimse bu konuda şüpheden kurtulur. Doğrusunu Allah bilir.
Eğer
biri "iman" terimi, mecazi anlamda görünür amelleri kapsamına
alır" derse kendisine şöyle denir:
"Bir
defa" bu söz "ameller ancak mecazi anlamda İslâm teriminin dışında
kalır" şeklindeki sözden daha yerinde ve daha haklı değildir. Hatta bu
ikinci söz daha güçlü bir gerekçeye dayanır. Çünkü "iman" terimi
ancak "islâm" ve "amel" gibi yakın anlamlı kelimelerle
yanyana kullanılınca görünür ameller kapsamı dışında kalıyor, buna karşılık
" İman yetm iş kûsûr dala ayrılır. Bu dalların en yükseği Lâilâhe-illallah
demek ve en alttakisi de gelip geçenleri rahatsız eden şeyleri yoldan kaldırıp
atmaktır. Utanmak da imanın adlarından biridir" hadisinde olduğu gibi
"iman" terimi yalnız başına kullanılınca görünür amelleri de kapsamına
alıyor. Sebebine gelince bir terimin yakın anlamlıları ile birlikte geldiği
anlamı, "mecaz" saymak, tek basma kullanılınca aldığı anlamı
"mecaz" saymaktan daha doğrudur.
Yukardaki
sözü söyleyene "ikinci cevabımız" da şudur: Görünür amellerin kalb
ağacının dalı, gereği ve sonucu olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Fakat acaba
bunlar "iman" teriminin kapsamına girerler mi, onun bir parçası
mıdırlar, yoksa bu terimin ayrılmaz birer uzantıları mıdırlar? Mesele budur.
Bilindiği
gibi "namaz", "zekat", "hacc" ve bunlara benzer
dini ve şeriat terimleri, fıkıh imamlarının görüş birliği ile, muhtevalarının
şeriatta anlatılan şekillerini ifade eder. Buna göre kim ortaya çıkar da
"Bu terimler, aslında sadece sözlüklerdeki anlamlarını taşırlar. Şeriat
koyucunun bu muhtevaları eklemiş olduğu unsurlar, doğrudan doğruya terimin
kapsamına girmez, bunlar ilave hükümler ve şartlardır. Nitekim Kadı Ebu Bekir
b. Tayyıb, Kadı Ebu Ya'la ve bunların görüşünü paylaşanlar böyle düşünüyorlar.
Onlara göre şeriat, meselâ hacc, oruca ve namaza doğrudan doğruya bu ibadetlerin
kapsamına girmeyen bazı niyet, davranış ve dua şartları eklemiştir. Kim böyle
derse bilsin ki, bu sözü fıkıh imamları ile diğer ilim adamları tarafından
benimsenmemiştir. Bu yüzden dört mezhebin taraftarlarının ezici çoğunluğu bu
görüşün tersini kabul etmiştir.
Bunun
yanında "iman terimi, aslında sadece tasdik anlamına gelir. Bu kelimenin
Allah'ı, O'nun meleklerini, O'-nun kitaplarını ve O'nun peygamberlerini tasdik
etmek anlamında kullanılması ve bu tasdikin Allah'ı ve Rasulûllah'ı sevmeyi gerektirdiğinin ileri sürülmesi,
bunlar terimin kapsamına girer anlamında değil, hükmî birer şarttır demek
olur" şeklindeki bir söz, eğer yukardaki itirazdan daha çürük değilse
bile ondan pek de daha aşağıdaki kalmaz.
Bu
arada "iman terimi mutlak anlamda kullanılınca görünür dış ameller
kalbdeki imanın gerekleri olurlar, yoksa bu terimin kapsamına girmezler"
diyen bir kimsenin sözü yukardaki sözlerden farklı ve ayrı bir şey değildir.
Çünkü şeriat koyucu (Allah ve Rasulüllah) "iman" terimini nasıl
"amel" terimi ile yanyana kullanmış ise "Hacc" terimini de
onun tamamlayıcısı olan terimlerle yanyana kullanarak "Kim Beytûllahı
ziyaret ederse" dedikten sonra arkasından "Kim tavaf eder, say eder,
Arafat'da durur ve taşları atarsa" demiştir. Namazla ilgili olarak da
"Kim namaz kılarsa" dedikten sonra "Kim Kur'an okur, rukûa varır
ve secde ederse" demiştir. Oruç hakkında da "Kim inanarak ve önemini
bilerek (ihtisap) Ramazan ayında oruç tutarsa" demiştir. Çünkü bilindiği
gibi "inanmak" ve "önemini" bilerek yapmak"
şartlarına ayrılmadıkça tutulan oruç, şeriatın istediği oruç olamaz.
Bunun
yanında Peygamber Efendimiz-salât ve selâm üzerine olsun- "Kim cinsi
münasebette bulunmaksızın ve çirkin söz sÖylemeksizin bu evi (Beytûllahı)
ziyaret ederse, anasından doğduğu gün gibi bütün günahlardan arınmış olarak
evine döner" buyuruyor. Bilindiği gibi cinsi münasebette bulunmak (refes)
haccı bozar ve çirkin söz söylemek (füsuk) da onun sevabını eksiltir. Ayrıca
Peygamber Efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bir hadisinin baş
tarafında "Kim bizim gibi namaz kılar, bizim döndüğümüz kıbleye yönelir ve
kestiğimiz hayvanın etini yerse..." buyurmuştur. Bu hadisten anlaşıyor
ki, her hangi bir kimse "Bizim durduğumuz kıbleye yönelmedikçe" namaz
kılmış olamaz.
Yine
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- başka bir hadisinde şöyle
buyuruyor:
"Beş
vakit namaz kılmayı, Allah bir gün ve bir gece süresince kuluna farz kıldı. Kim
bu namazları devamlı şekilde kılarsa Allah onu cennete koymayı taahüt etmiştir.
Fakat kim bu namazları devamlı şekilde kılmaz ise Allah'ın o kimseye karşı hiç
bir taahhüdü yoktur. İsterse ona azap verir ve isterse kendisini
affeder."
Peygamberimiz
bu hadiste "devamlı şekilde namaz kılan kimseden" bahsediyor.
Bilindiği gibi, kişi namazı devamlı kılmadıkça "emredilen namazı
kılan" biri olamaz. Fakat Peygamberimizin burada belirttiği şey, cezaya ve
azaba çarpılmanın şartının söz konusu "devamsızlık" olduğudur. Bu
yüzdendir ki, devamsızlıktan dolayı namazı vaktinden sonra kılmamak gerekmez.
Çünkü devamlılık, aslında namazı kılmamayı değil, kılmayı gerektirir. Nitekim
Cenab-ı Allah "Namaza ve özellikle orta vakitteki namaza devam
ediniz."[151]
buyuruyor. Bu ayet Hendek savaşı sırasında ikindi namazının geciktirilmesi
üzerine nazil olmuştur. Bu olay üzerine Peygamberimiz de şöyle buyurmuştur:
"Onlar
(müşrikler) nasıl bizi namaz kılmaktan alıkoyup güneşin batmasına yolaçtılar
ise Allah da onların karınlarını ve mezarlarını ateşle doldursun"
Bu
hadisten anlaşılıyor ki, bu hadise dayanarak namazı terkeden kimsenin kâfir
sayılamayacağını ileri sürmek zayıf bir ispatlama yoludur. Fakat bu hadise
dayanarak devamlı şekilde vaktinde namaz kılmayan kimsenin kâfir olmayacağı,
yani insanın namazı vaktinden sonraya bırakıp kıldı diye kâfir olamayacağı
ileri sürülebilir. Nitekim sahabiler bir defasında Peygamberimiz namazı
vaktinde kılmayan hükümdarlar hakkında
"Ya
Rasulallah, bunlara karşı savaş açmayalım mı?" diye sorunca RasÛlullah
kendilerine
"Namaz
kıldıkları sürece hayır," diye cevap vermiştir.
Ayrıca
İbn-i Mesud, "Onlardan sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki, bunlar
namazı savsakladılar"[152]
mealindeki ayeti açıklarken "Buradaki, savsaklamak, namazı vaktinden
sonra kılmak demektir" deyince kendisini dinleyenler "Biz du...7.1
terketmek olduğunu sanıyorduk" dediler. İbn-i Mesud da boytc uv
"Eğer
söz konusu kimseler namazı terketselerdi kâfir olurlardı" diye karşılık
vermiştir.
Yukardan
beri yaptığımız bu açıklamadan maksadımız şudur ki, belirsiz bir ismin
kapsamına çok şeyler girer, fakat bunlar açıkça belirtilerek
smırlandırlabilir.
Bu
arada "zahiri amellerin iman teriminin kapsamına girmesi mecazi
anlamdadır" diyene şöyle de cevap verilebilir; "Eğer sen söz konusu
zahiri amellerin kalbde bulunan asıl imanın gereği ve vazgeçilmez sonucu
olduklarını kabul edersen, bilesin ki, gerektirici şartın yokluğu gerekli hale
gelen sonucun yokluğunu gerektirir. Bundan da zahiri amellerin yokluğu batini
özün (asıl imanın) yokluğunu gerektirir sonucu çıkar. Eğer bu prensibi kabul
edersen, yaptığın itiraz, sadece kelime ve ifade farkından ileri gelen sözel
(laf-zi) bir itiraz olur."[153]
Eğer
Cehm ve taraftarlarının "dış plânda gösterilen bütün kâfirlik
tezahürlerine ve görünür bütün farzları terket-meye rağmen gerekli ve yeterli
nitelikteki bir iman kalbde varlığını sürdürebilir" şeklindeki
görüşlerinin mahiyeti nedir? diye soracak olursan sana şöyle denebilir,
"Bu söz, se-nin-zahir, batınını gereği ve gerekli sonucudur- şeklindeki deminki sözünle çelişir, onunla bağdaşmaz.
Hatta sana "o zaman senin bu sözün -zahir, bazan batınla birarada bulunabileceği
gibi kimi zaman da ondan ayrı olabilir- anlamına gelir" bile denebilir.
Bu takdirde de zahir ve batının ne gereği, ne gerekli sonucu ve nede malulü
olur. Fakat sadece varlığı batınm varolduğunu gösteren, buna karşılık yokluğu,
batının yolduğunu gerektirmeyen bir delil niteliği kazanır. Eğer böyle ise
senin sözünün mahiyeti bu olur.
Bu
da hem akılla ve hem de şeriat prensipleri ile bağdaşmayan bir yanılgıdır.
Neden dersen, bu durum kesin nitelikli bir delil değildir. Çünkü böyle bir
durum münafıkda da görülebilir. Bu ancak dünya ile ilgili bazı işlerde delil
olarak kullanılabilir. Tıpkı bir kelimenin belirli bir anlamı taşıması, ifade
etmesi gibi. Senin sözünün mahiyeti, özü budur.
O
zaman sana karşı şöyle de denebilir: O halde görünür dış ameller, kalbdeki
imanın meyvası, gereği ve vazgeçilmez sonucu değildir. Çünkü söz konusu zahiri
amelleri gerektiren faktör eğer kalbdeki imanın kendisi ise bunun varlığı başka
bir şeyin varlığına dayanmıyor demektir. Sebebine gelince herhangi bir
faktörün gereği ve sonucu olan bir şey bu faktörden başka bir şeye dayanamaz,
daha doğrusu bu sonucun varlığı söz konusu faktörün varlığını gerektirir. Yani
gerekçe varolunca gerekli sonuç da kesinlikle varolur.
Buna
karşılık zahiri amel, bazan kalbdeki imanla birklik-te birarada bulunup bazan
bulunmazsa, o zaman zahiri amel hem o birlikte bulunacağı başka şeyin sonucu
olabilir ve hem de imanla birlikte o şeyin ortak sonucu olabilir. O takdirde bu
başka şey ya imandan ayrı bir şey olur veya imana ortak olur. Bu alternatifler
karşısında en normal çözüm zahiri amellerin hem o başka faktöre ve hem de imana
aynı anda dayalı olmasıdır. Hatta, kolayca kabul edilebileceği gibi, söz konusu
zahiri ameller, imansız olarak varolabilir. Tıpkı münafığın işlediği ameller
gibi. O takdirde de zahiri amel,
imanın
ne gerektiricisi ve nede ayrılmaz bir sonucu olur. Tersine bazan onunla
birlikte ve bazan da onun zıddı (hatta çelişiği) ile birlikte bulunabilir ve
tabii ki, iman amelin ne sebebi, ne gerekçesi ve nede zorlayıcı faktörü olur.
O zaman zahiri amelin imanın delili olması da söz konusu edilemez. Çünkü
delilin sonucu gerektirmesi gerekir. Doğrusu da budur. Çünkü sırf şehadet
cümlelerini kuru kuruya dile getirmek Allah katında işe yarayacak bir imanın
varlığını gerektirmez.
Bu
yüzdendir ki, Saad b. Ebu Vakkas- Allah ondan razı olsun- biri hakkıda "O
mümindir" deyince Peygamber Efen-dimiz-salât ve selâm üzerine olsun-
kendisine "Yoksa o m ü si uman mıdır?" diye karşılık vermiştir. Aynı anlamda
Cenab-ı Allah da Kur'an-ı Kerim'in bir yerinde şöyle buyurmuştur:
"Ey
müminler, eğer mümin kadınlar göçederek size sığınırlarsa onları imtihan
ediniz. Gerçi Allah onların imanlı olup olmadıklarını iyi bilir. Eğer onarın
mümin olduklarını anlarsanız, sakın onları geri çevirmeyiniz."[154]
Bu
ayetten açıkça anlıyoruz ki, sadece sözle müminlik iddiasında bulunmak,
kalbdeki imanın varolduğuna delil sayılmaz. Çünkü eğer öyle olsaydı, müminlere
sığınan kaçak müslüman kadınların denemeden geçirilmesi, imtihan edilmeleri
gerekmezdi. Bundan anlaşılıyor ki, insanın iç yüzü ancak deneme ve imtihanla
anlaşılabilir ve böylelikle ancak mümin olup olmadığına karar verilebilir.
Nitekim Peygamber Efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyuruyor:
"Herhangi
bîr kimsenin devamlı şekilde mescide gittiğini gördüğünüz zaman mümin olduğuna
şahadet ettiniz. Çünkü Allah, "Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a ve
ahiret gününe inanan, namazı kılan, zekâtı veren ve
Allah'dan
başka hiç kimseden korkmayan kimseler şenlendirip onarırlar" buyurmuşur.[155]
Şöyle
bir görüş ileri sürülebilir: Zahiri ameller bazan imanın gereği olur, bazan da
başka bir faktörün gereği olurlar. Tıpkı şehadet cümlelerini söylemek gibi. Bu
cümleleri söylemek bazan kalbdeki imanın gereği olur, bazan da münafığın sözde
imanı gibi korku ve korunma endişesinden ileri gelebilir. Nitekim Cenab-ı
Allah "Kimi insanlar var ki, "Allah'a ve ahiret gününe inandık"
derler. Oysa inanmamışlardır."[156]
buyuruyor.
Buna
göre biz "görünür ameller, imanın ürünüdürler" dediğimiz zaman, bu
söz bu ameller kalbdeki imana dayandıkları takdirde böyledir, yoksa
münafıklıktan dolayı yapılan dış ameller için doğru değildir.
Bu
noktada şöyle denebilir: Zahiri ameller, kalbdeki imandan kaynaklandıkları
takdirde söz konusu iman ya o amellerin gerektirici faktörüdür veya bu ameller
başka bir faktöre dayanırlar. Eğer imanın kendisi bu ameller için gerektirici
faktör ise bu amellerin imanın ayrılmaz bir sonucu ve kopmaz ürünleri
oldukları ispat edilmiş olur ki, istenen de budur: Eğer zahiri ameller başka
bir faktöre dayanıyorsa o zaman iman amellerin bu faktöre dayalı olmasını sağlayan
sebeplerden biri olmuş olur. Çünkü bu durumda zahiri ameller imanla birlikte
öteki sebebin ortak sonucu olmuşlardır.
Bundan
açıkça anlaşılır ki, görünür iyi ameller ancak imanın bunlar için gerektirici
bir faktör olması halinde imanın ürünleri ve sonucu olabilirler. O takdirde
gerekli olan şey, gerektiricisinden ve sonuç, sebebinden ayrılmaz olur. Yine o
zaman farz olan zahiri amellerde bir eksiklik görüldüğü takdirde bu durum
kalbdeki imanın noksanlığı yüzünden olur. Yani kalbde bulunması gereken imanın
tam olmasına rağmen gereken zahiri amellerin bulunmaması düşünülemez.
Tersine
berikinin varlığı, ötekinin eksiksiz olmasını gerektirdiği gibi berikinin
eksik oluşu, ötekinin de eksik olmasını gerektirir. Çünkü zahiri amelsiz ve
sözlü itirafsız bir imanın eksik oluşu, ötekinin de eksik olmasını gerektirir.
Çünkü zahiri amelsiz ve sözlü itirafsız bir imanın eksiksiz olarak kalbde
varolabileceğim farzetmek, tam bir gerekçenin sonuçsuz olarak varolabileceğim
farzetmek gibidir ki, bu imkânsız bir şeydir.
Gerek
bundan ve gerekse buna benzer diğer gerekçekler-den iman konusunda Salihî'nin,
Cehm'in ve bu ikisini savunanların görüşlerinin asılsızlığı meydana çıkar. İki
görüşünden daha çok tanınanına göre Eşarî ve Ebu Hanife'nin Ma-turidi gibi
taraftarları ile onlarla aynı görüşü paylaşılan bazı son dönem (muteahhir)
imamları da bu kategoriye girer.
Bu
saydığımız kimselerin ortak kanaatlerine göre iman, sadece kalbdeki bulunan bir
tasdikten (onaylamadaii) ibarettir. Bu bakımdan herkes biribirine eşittir.
îman, gerek bulunuşu ve gerekse yokluğu halinde parçalanmaz bir bütündür. Hiç
bir zorlama ve baskı altında olmaksızın kâfirliği gerektiren bir sözün veya
Allah'a ve Rasulûllah'a dönük bir sövmenin varlığına rağmen kalbde eksiksiz
bir iman bulunabilir. Zahiri sözlere dayanarak bu sözlerin sahibinin kâfir olduğu
söylenemez. Bunun için kalbdeki tasdikin (onaylamanın) yokluğu gerekir. Zahiri
ameller kalbdeki batini imanın gerekli unsurları değildirler. Yani zahiri
ameller olmaksızın kalbde eksiksiz bir iman varolabilir.[157]
Yukardan
beri özetlediğimiz bu görüş aşağıda sayacağımız bakımlardan yanlıştır:
1- Bu görüşü
savunanlar kalbde bulunması gereken Allah sevgisini Allah korkusunu ve
bunların sonucu olan duyguları imanın özünden birer parça saymamış oluyorlar.
2- Bu kimseler, İblis
(şeytan), Firavun, yahudiler, Ebu Ta-lib ve benzerleri gibi kesinlikle kâfir
oldukları bilmen kimselerin kâfirliklerini, kalblerinde tasdik halinin
bulunmayışının gerekli bir sonucu olarak görüyorlar ki, bu görüş akılla ve
hislerle alay etmek demektir. Tıpkı bunun gibi onlar İs-lâmiyeti sevmedikleri
için Rasulûllah'dan nefret edenlerin ve kendisini kıskananların bu çirkin
duygularını, sözü geçen kimselerin Peygamberimizin doğru sözlü olduğunu bilmemelerine
ve buna benzer sebeplere bağlamışlardır.
3- Bu kimseler,
Allah'a ve Rasulüllah'a sövmek, teslis ve benzeri gibi kâfirliği gerektiren
sözlerin kalbdeki gerçek imanla birlikte bulunabileceğini, buna göre bu tip
sözler söyleyen bazı kimselerin aslmda Allah'a inanmış ve ahirette bahtiyar
kimseler olabileceklerini söylemişlerdir ki, bu görüş İslâm dini açısından
kisinlikle yanlıştır.
4- Bu kimseler, gücü
yettiği halde imanını hiç bir zaman dile getirmemiş olan ve yine gücü yettiği
halde Allah'a karşı hiç bir farz ibadet yapmamış olan kimsenin Allah'a eksiksiz
bir şekilde iman etmiş bir mümin olabileceğini ve buna dayanarak ahirette
bahtiyar olabileceğini ileri sürmektedirler. Yalnız bu görüş sadece Cehmiye
mezhebi tarafından ileri sürülmüştür, fıkıhçı ve fıkıhçı olmayan Murcie mezhebi
taraftarları bu görüşü benimsemezler.
5- Bu görüş hem
Cehmiye ve hem de Murcie mezheplerini birlikte bağlar. Bunlar hep birlikte derler
ki, insan, ne namaz kılmak, ne akrabalara iyilik etmek ve ne de doğru söz
söylemek gibi hiç bir iyilik işlememiş ve bütün büyük günahlara girmiş bir
kimse bile olsa peygamberler ve sıddık-İar ayarında tam imanlı bir mümin
olabilir.
Bu
durumda hep yalan söyleyen, verdiği hiç bîr sözü tutmayan, uhdesine teslim
edilen emanetlere hıyanet eden, yalancılıkta, hıyanette ve sözünü tutmamakta
ısrarlı, Allah'a hiç secde etmemiş,
hiç kimseye en ufak bir iyilik yapmamış, üzerine aldığı hiç bir emaneti yerine
getirmemiş, elinden gelen hiç bir yalancılığı, hiç bir zulmü ve hiç bir
kötülüğü ardına bırakmamış olan bir adam düşünelim. Onlara göre bu adam imanı
peygamberler ayarında onlan tam imanlı bir mümin olabilir.
Bu
görüş, "zahiri ameller, batini imanın gerekli unsurlarıdır"
prensibine karşı çıkan herkesi bağlar. Fakat eğer biri "zahiri ameller,
imanın vazgeçilmez unsurlarırdır, batini iman, görünür salih amellerin
varlığını gerekli kılar" dedikten (bu prensibi kabul ettikten) sonra bu
kimsenin "Bu zahiri ameller, iman kavramının özünden bir parçadır"
veya "Bu ameller, iman teriminin gerekli bir sonucudur" diye
düşünmesi, sadece kelime plânında kalan (sözel) bir tartışmadır, prensip
farklılığı göstermez.
6- Bu kimselerin
ortak görüşüne göre gönüllü olarak hristiyan haçına ve putlara secde eden veya
Kur'an-ı Kerim'i çöplüğe atan yahut haklı bir gerekçeye dayanmaksızın bir insanı
öldüren yahut da namaz kılarken gördüğü bir müslüma-nı öldüren veya Kabe'yi
ziyaret ederken gördüğü herkesin canına kıyan yja da Karmatilerin müslümanlara
karşı işledikleri cinayetlerin tıpkısını yapan kimsenin, bütün bu yaptıklarına
rağmen peygamberler ve siddıklar ayarında bir mümin ve Allah dostu olması
mümkündür.
Sebebine
gelince kalbdeki iman ya bu tip işlerle zıt ve çelişkilidir veya çelişkili
değildir. Eğer çelişkili değilse o zaman bu işler ile iman birarada
bulunabilir. Buna karşılık eğer bu tip işler imanla çelişir şeyler ise o zaman
bunları terket-mek imanın gereği ve vazgeçilmez şartı olur. O takdirde ancak
bu tip işlerden uzak duran kimse kalbinde gerekli imanı bulunduran bir mümin
olur. Kim bu tip işlerden uzak durmaz ise bu durum onun kalbindeki imanın
yetersiz ve geçersiz olduğunu gösterir.
Sözü
edilen görünür ameller ile kaçınmazlar kalbdeki imanın vazgeçilmez tezahürleri
olunca o zaman bunlar imanın gerekleri ve sonuçları olurlar. Böyle olunca,
bilinen bir şeydir ki, bu ameller ve kaçınmalar iman güçlendikçe güçlenirler,
iman arttıkça artarlar ve iman eksildikçe eksilirler. Çünkü sonuç, ancak
sebebin ve gerektirici faktörün artması ile artar ve yine ancak onun eksilmesi
ile eksilir.
Buna
göre zahiri ameller, kalbdeki imanın gerekli sonuçları sayılınca bu amellerin
artmasının kalbdeki imanım artmasından ileri gelmesi gerekir. Aynı zamanda bu
amellerin çokluğu kalbdeki imanın artmış olmasına ve eksilmelerine de kalbdeki
imanın eksilmesine delil olur.
Bütün
bu açıklamalar mümin tarafından iyiden iyiye akıl süzgecinden geçirilince
açıkça görülür ki, bu konuda ilk müslümanlann (selefin) görüşü, hiç sapılmaması
gereken tek gerçektir. Kim eskilerin bu görüşüne ters düşerse gerek akli ve
gerekse nakli delillere göre açık bir yanılgıya tutulmuş olur. Zaten eski
büyüklerin ve ilk imamların görüşlerine ters olan her konudaki görüşü bekleyen
akıbet aynıdır. Doğrusunu Allah bilir.
Cehm
ve arkadaşlarının "İman, sadece bilgi ve tasdikten ibarettir. İnsan, sırf
bu kadarı ile sevaba ve saadete hak kazanır" şeklindeki görüşleri eski
Yunan felsefecilerinden Meşsaiye ekolünün "insanın mutluluğu, sadece
varlık aleminin mahiyetini bilmeye dayanır" şeklindeki görüşüne benzer.
Ayrıca
şunu da belirtelim ki, Cehmiye mezhebi ile Mesaiye ekolüne bağlı
felsefecilerin görüşleri sadece bu konuda değil, "isim ve sıfatlar",
"zorunluluk (determinizim) ve kacter" ile "iman"
konularında da biribirlerine yakındır.
Bu
görüşün yanlışlığı hakkında başka vesilelerle geniş açıklamalar yaptık. Bu
görüşün bir benzeri de vardır. O görüşe göre bilgi" insan psikolojisinin
(nefsinin) iki güdüsünden (gücünden) biridir. İnsan psikolojisinin başlıca iki
güdüsü vardır. Biri bilmek ve tasdik etmek (onaylamak) ve öbürü de istemek ve
yapmak (irade ve amel). Nitekim hayvanın da biri "algılamak" ve öbürü
de "irade ile hareket etmek" olmak üzere başlıca iki güdüsü vardır.
Oysa
gerçeği sevmeksizin, istemeksizin ve ona uymaksızın sadece bilmek, insanca
yarar sağlamaz. Tıpkı bunun gibi bir kimsenin Allah'ı sevmeksizin, O'na kulluk
ve itaat etmeksizin O'nu sadece bilmesi, lâyık olduğu sıfatları onaylaması
kendisine saadet sağlamaya yeterli değildir. Tersine Kıyamet günü en ağır azaba
çarptırılacak olan kimse bilgisinden yararlanmayan alim olacaktır.
Başka
bir deyimle eğer gerçeği bildiği halde ondan nefret eder, ona karşı düşmanlık
beslerse böyle bir bilgiden yoksun olan kimseye göre daha şiddetli bir ilahi
gazaba ve do-layısıyle daha ağır bir azaba müstahak olur. Tıpkı hakkı
amaçladığı ve aradığı halde ne aradığını ve onu nasıl arayacağını bilmeyen
kimse böyle olmayan bir kimseye göre daha koyu bir sapıklığa düşer ve Allah'ın
rahmetinden uzak kalmak demek olan lanetin daha ağırına çarpılır. Bu böyle olduğu
içindir ki, Cenab-ı Allah Kur'an-i Kerim'de bize şöyle dua etmemizi
öğretmiştir:
"Bizi
doğru yola ilet. Nimetin verdiğin kimselerin yoluna Yoksa gazabına uğramışların
ve sapıklarına yoluna değil."[158]
Ayette
geçen "gazaba uğramışlar" gerçeği bildikleri halde onu sevip
uygulamayanlar, buna karşılık "sapıklar" da gerçeğe ulaşmak
istemelerine rağmen bunun yolunu ve ne olduğunu bilmeyenlerdir. Beriki sözü ile
hareketleri çelişen "facir alimi" ve öteki de "cahil ibadet
düşkünü"nü sembolize eder. Başka bir ifade ile biri, yani "gazaba
uğramışlar" yahudilerin, öbürü, yani "sapıklar" da hristiyanlann
durumunu gösterir. Nitekim Peygamber Efendimiz-salât ve selâm üzerine olsun- bu konuda "Yahudiler,
"gazaba uğramışlar" ve hristiyanlar da "sapıklardır"
buyurmuştur.[159]
Yukarda
sözünü ettiğimiz felsefecilere gelince onların durumu yahudiler ile
hristiyanlann durumundan daha da beterdir. Çünkü onlar berikilerin cehalet ve
sapıklığı ile ötekilerin facirlik ve zalimliklerini biraraya getirerek cehalet
ve zalimlik alanında yahudiler ile hristiyanları geride bıraktılar. Sebebine
gelince onlar saadeti sadece gerçeği bilmeye bağlı saydılar, insanın varlık alemi
ile ve akıl prensipleri ile uyum içinde bilgi sahibi olmasını mutlu olması
için yeterli gördüler. Arkasından da Allah'ın zatı, isimleri, sıfatları,
melekleri, kitapları, peygamberleri, yaratıkları ve emirleri hakkında çok
zayıf bilgilere yetindiler. Böylece cahillikleri bilgilerinden daha büyük ve
sapıklıkları hidayetlerinden daha baskın oldu. Başka bir deyimle basit (sade)
cehaletle katmerli (bileşik) cehalet arasmda dönüp-dolaşır oldular. Çünkü
onları tabii ilimler ile matematik alanında söyledikleri sözler nefsin (insan
psikolojisinin) kemalini sağlayamaz, bu konuda yararlı değildir.
Bu
arada onların "vacıb-ul vucud (varlığa zaruri varlık)" hakkındaki
görüşleri çok az bir gerçek payı ile büyük oranlı bir asılsızlık ve batıl
arasında bocalar. "Akıllar" ve "Vicdanlar"la ilgili
görüşleri de böyledir. Çeşitli dinlere bağlı taraftarları "akıllar"
ile "vicdanlar"ın peygamber tarafından bildirilen melekler
olduklarını sanırlar. Oysa gerçek böyle değildir.
Bu
kimselerin "akıllar" ile "vicdanlar'm melekler olduklarını
sanmaları, onların vacib-ul vucud'un (varlığı zaruri olan ilk varlığın) mutlak
varlık olduğunu sanmalarına benzer. Oysa kendileri de itiraf ediyorlar ki,
mutlak varlık
sadece
insanların zihinlerinde vardır. Tıpkı bunun gibi "akıllar" ve
"vicdanlar" hakkındaki görüşleri de iyice incelenince gerçekler
aleminde varolmayan bir takım zihinsel sembollere dönüşür.
Ayrıca
bu görüşlerinde şirk (Allah'a eş koşma) vardır. Çünkü onlar bütün alemi yaratan
bir ilâh yanında ayın altında kalan varlıkları yaratan bir başka ilâhın
varlığına inanırlar. İnançlarına göre bu ikinci ilâh, daha yukardaki ilahın bağımlısı
ve sonucudur! Görüldüğü hu saçma inançları hristiyanlann "Mesih (İsa)
Allah'ın oğludur" şeıt-lindeki sözlerinden daha sapıktır.
Bunların
"İlk"lerinin ve "öncü"lerinin "peygamberlik"
hakkında belirli bir görüşleri yoktur. "Arkadan gelenler"i ise bu
konuda şaşkındırlar. Kimisi -Ebu Zekeriyya Razı ve benzerleri gibi-
peygamberliği kökünden inkâr eder ve bununla birlikte evrenin hadis (sonradan
yaratılmış) olduğunu söyler. Bunlar beş unsurun kadim (varlığı öncesiz) olduğunu
söyleyerek bu alanda en bozuk ve en saçma görüşü benimsemişlerdir.
Bazıları
da peygamberliği kabul eder ve bu arada evrenin kadim (varlığı öncesiz)
olduğunu ileri sürer. İbn-i Sina ve benzerleri gibi. Fakat bunlar peygamberi
adil bir hükümdar olarak kabul ederler. Onlara göre peygamberlik demek, bazı
seçkin insanlarda beliren derin görüş, etkileme yeteneği ve haya gücü demektir.
Bu
adamlar peygamberleri şu üç özelliği sahip olan kişiler olarak kabul ederler:
1- İsabetli bir sezgi
gücü. Onlar bu güce '"Kutsi güç" adını verirler.
2- İnsanları etkileme
gücü
3- Zihinde hayal
edilen imajları işiten ve gören duygu gücü.
Onlara
göre Allah'ın sözü, peygamberin vicdanında haya edilen sesler ve melekler de
yine onun haya gücünün canlandırdığı şekil ve nurlardır. Bu özellikler riyazet
ve çile adamında meydan gelebilir. Bu yüzden peygamberlik, onlara göre,
doğrudan doğruya Allah vergisi (vehbi) değil, emek verilerek kazanılabilir
(kesbi) bir sıfattır.
Bu
düşüncelerin sonucu olarak bunların görüşünü benim-seyenler-Meselâ öldürülen
Suhreverdi ve îbn- Sabin Mağribi gibi- peygamberlik sevdasına kapıldılar ve
kendilerine "Kalk ve uyar"[160]
diye seslenmelerini bekler hale geldiler. Nitekim misal olarak, isimleri
söylenen kimselerin biri "Bana -kalk ve uyar-mesajı gelmedikçe ölmeyeceğim"
derken öbürü de hep Mekke yakınlarında oturarak sık sık Hira dağına çıkıyor ve
orada Peygamberimize olduğu gibi kendisine de vahiy gelmesini gözlüyordu.
Bu
arada bu adamların her ikisi, diğer benzerleri gibi, durmadan bir çeşit
büyücülük olan simyacılık ile uğraşıyor ve peygamberler tarafından gösterilen
mucizelerin simyacılıktan kaynaklanan birer büyü olduklarına inanıyorlardı.
Şunu
da belirtelim ki, İbn-i Arabi gibi ya "Benden sonra peygamber
yoktur" sözünün sahibinin (Peygamberimizin) doğru söylediğine inanarak
veya başka bir endişeye dayanarak kendilerini peygamberlik sevdasına
kaptırmayanlar ve bu iddia ile ortaya çıkmayanlar cazibesine kapılarak
"velilerin sonuncusu, peygamberlerin sonuncusundan daha büyüktür. Çünkü
peygamber ancak bir aracı vasıtası ile Al-lah'dan bilgi alabilirken veli bu
bilgiyi aracısız olarak doğrudan doğruya alabilmektedir" demişlerdir.
Adam
böyle derken çömezliklerini yaptığı feylesofların prensiblerine dayanıyordu.
Çünkü bu felsefecilere göre peygamberlerin veya velilerin zihinlerinde,
vicdanlarında-ki imajlar hayali birer ışık varlığı olan meleklerden kaynaklanır.
Yani onlara göre melekler zihinde canlandırılan hayal ürünü varlıklardır.
Peygamber de işte bu hayali varlıklar aracilığı ile bilgi alır. Oysa veli, akıl
ürünü olan bilgilerini böyesine hayali bir varlığın söz konusu olmaksızın sağlamaktadır.
Böyle olunca ancak hayal ürünü bir aracı sayesinde kazanılabilen bilgiye göre,
işin içine hayali bir araç girmeksizin, doğrudan doğruya elde edilen bilgi
tabii ki, daha üstün, daha mükemmeldir.
Bu
adamlar peygamberlik konusunda felsefecilerin inançlarına katılınca
"velilik, peygamberlikten daha büyük bir derecedir" demeye
başladılar. Tıpkı çoğu felsefecilerin "feylesof, peygamberden
büyüktür" dedikleri gibi.
Bu
söz Farabi, Mübeşşir b. Fatek ve benzerlerine aittir. Bunlar
"peygamberliğin en yüksek derece olması büyük halk kalabalıklarına
göredir, yoksa seçkin azınlığa göre böyle değildir derler. Onlara göre
peygamberin Özelliği, sadece hayal etmek ve hayal ettirmektir.
Bu
kimseler işi o kadar ileri götürdüler ki, sonunda felsefeyi velilik kılığına
büründürerek felsefeciye veli demişler ve felsefecilerin açıklamalarını
mükâşefe ve muhasebe sonucu varılmış gerçekler sanarak demişler ki; "Veli,
peygamberden üstündür. Çünkü o, mücerred (soyut) gerçekleri Rabb'inin
katından hayalgücünün aracılığına dayanmaksızın alırken peygamber bu
gerçekleri zihninde hayali olarak canlanan şekil ve sesler aracılığı ile
sağlayabilmektedir."
Adamlar
bu ağır iftira ile bile yetinmeyerek "bütün peygamberlerin ve nebilerin
Allah ile ilgili bilgileri, bu velilerin sonuncusununun ışıklı kandilinden
sağlamaktadırlar" dediler. O sonuncu veli ki, kendisi aslında insanların
"Allah'ı en tanımayanı ve Allah'ın dini ile O'nunla ilgili bilgiden en
uzak olanıdır. Onlara göre bu sonuncu veli bütün evreni kapsamına almış
"mutlak varhk"tır. Buna göre her varlığın varoluşu tıpkı
"Vacib-ül vücud"un varlığı demektir.
Bu
görüş aslında evrenin ayrı bir yaratıcısı olduğunu kabul etmeyen, bizzat evrenin
"vacib-ul vucud (varlığı gerekli temel varlık)" olduğunu ileri süren
Tabiatçi, başka bir deyimle dehri felsefe ekolünün görüşünü yansıtır. Daha
doğrusu bu ekolün felsefecileri "Evrenin (kâinatın) kendisi, kendi
kendinin "vacib-ül vucud"udur" derler.
Şunu
da belirtelim ki, eğer bu adamların ne dedikleri iyice incelenirse
görüşlerinin ilâhiyatçı dehrilerinkinden daha sapık olduğu ve üzerinde iyi
düşünülen Tabiatçı dehrilerin görüşlerine katıldıkları anlaşılır.
Nitekim
bize anlatıldığına göre Muhyiddin b. Arabi ile Şeyh Ebu Hafs Suhreverdi
"Hakk tecelli edince kul onunla karşılıklı şekilde (muhataba) konuşabilir
mi, konuşamaz mı?" diye tartışmaya girişmişlerdir. Suhreverdi "Eve't,
bu mümkündür" derken îbn-i Arabi "Hayır, böyle bir şey olamaz"
demiş. Öyle zannediyorum ki, bu tartışma bu iki kafadarın yek diğerinin
gıyabında olmuş. Bu sırada İbn-i Arabi'ye "Suhreverdi böyle böyle
diyor" denince İbn-i Arabi, adama şu cevabı vermiş; "Zavallı adam!
Biz doğrudan doğruya zatı görerek konuşktuk, o ise sıfatları görerek konuşabiliyor"
Şunu
da belirtelim, çok sayıda tasavvuf ve irfan mensubu, kendilerini
Peygamberimize sımsıkı bağlı ve her türlü bi-dattan uzak saydıkları halde,
İbn-i Arabi'nin yukardaki sözünü sık sık aralarında tekrar edip ona önem
verirler ve bu sözü söyledi diye İbn-i Arabi'yi de saygı ile anarlar. Oysa bu
sözün vahdet-i vucud ile Allah'ı inkâr etmeyi biraraya getirmiş bir küfür
temeline dayandığını hiç düşünmezler.
Çünkü
İbn-i Arabi'ye göre Allah, ne ismi ve nede sıfatı olmayan mücerred (soyut) bir
varlıktır. Ne dünyada ve nede ahirette görülmesi mümkün değildir. O'nun ne
sözü ve ilmi ve ne de bunlara benzer başka bir niteliği vardır. O sadece
yaratılmış varlıklara yansıyarak (tecelli ederek) görülebilir. O varlıkların
varlığından ve bunun benzerlerinden
başka
bir şeydir. Cinsin türlere ve türün bireyle yansıdığı gibi bazan belirli
nesnelerde (cüziyat) gelen şekilde belirir. Tıpkı her hayvan bireyinde
hayvanlığın ve her insan bireyinde insanlığın genel anlamda belirmesi gibi.
İbn-i
Arabi'nin bu açıklamaları, fikir babalan olan eski Yunan mantıkçılarının
yanılgılarına dayanır. Onlara göre belirli varlık bireyleri, kapsamma
girdikleri genel kavramlara bağlı olarak bazı akıl ürünü cevherleri birlikte
taşırlar. Buna göre her belirli insan bireyi, aynı zamanda akıl ürünü bir
insan, akıl ürünü bir hayvan, akıl ürünü bir konuşabilir canlı (natık), akıl
ürünü bir duygusal canlı ve yine akıl ürünü bir cisim (beden) taşır. İşte
varlığın yansıdığı mahiyet budur ve bu mahiyet bütün belirli varlık bireyleri
arasında ortaktır.[161]
Bu
görüş ancak onu anlamayan ve üzerinde düşünmeyenler tarafından benimsenebüir.
Yoksa insan bu görüşün iç yüzünü kavrayınca onun bir akıllı sözünden çok bir
deli saçmasına benzediğini kolayca anlar. Çünkü hem akla ve hem de duyu
organlarının algılarına aykırıdır. Sözü geçen kimselerin böyle bir görüşe
kapılmaları,1 kendi zihinlerinde bir takım "mutlak genel" kavramlar
düşünmeleri ve sonra da tasarlamalarını dış dünayada da var olduklarım
sanmalarından ileri gelir. Bu konudaki yanılgıları peygamberler konusundaki
yanılgıların tam tersidir. Bilindiği gibi peygamberler, kaynağı kendileri
dışında olan bir çok şeyler müşahede etmişler, fakat bu inkarcılar, söz konusu
müşahedelerin peygamberlerin kendi hayallerinden kaynaklandıklarını sanmışlardır.
Demek
istediğimiz şu ki, bu inkarcıları kendi hayallerinde, kendi zihinlerinde bir
takım "mutlak genel" kavramlar müşahede etmişler, sonra da bunların
dış dünyada varolduklarını sanmışlardır. Oysa bu genel kavramlar sadece onların
zihinlerinde ve hayallerinde vardır. Onlar hayallerinde varolan şeyleri dış
dünyada var saymışlardır. Buna karşılık peygamberlerin bildirdikleri
gerçekleri onların hayallerinden kaynaklanıyor sanmışlar. Oysa bu gerçekler
peygamberlerin dışından kaynaklanıyordu. Bu yüzden Peygamberlerin haber
verdikleri gayb kaynaklı gerçekleri yalanlamışlardır.
Ayrıca
bu adamlar, bütün varlıkların yaratıcısı olan ve yarattıklarının tümünden
başka ve farklı olan Allah'ı insanlardaki "insanlık" ve
hayvanlardaki "hayvanlık" genel kavramı gibi bir şey saymışlardır.
Başka bir ifade ile bunlar Allah'ı varlıklar üzerinde bulunan, fakat bu varlıklardan
başka bir şey saymak istemişlerdir. Bunun için bazan genel kavramları, bazan
madde ile şekli örnek olarak vermişlerdir. Bu arada Allah'ı duyu organları ile
algılanabilir şeyler ile örneklendirmek istediklerinde camdan süzülen ışınlar
ile kıl parçası içindeki havayı misal olark göstermişlerdir. Böylece alemlerin
Rabb'ini basit örneklerle ifade etmeye çalışırken iyice bataklığa saplanarak
bir daha doğru yolu bulamamışlardır. OnlarAllah ile ilgili olarak verdikleri
bu örneklerde şu bakımlardan yanılmış, sapıklığa düşmüşlerdir:
1- Onlar Allah'ı
ifade edebilmek için madde ile şekil ve genel kavram ile belirli bireyler
örneklerini kullandılar. Oysa iyice incelendiklerinde bu saydığımız ikili
örneklerin aslında tek bir şeye dönüştükleri görülür. Buna rağmen onlar
bunları iki ayrı şey saydılar. Tıpkı Allah'ın sıfatları gibi konularda iki
şeyi saydıkları gibi. O alanda meselâ ilmi alimle, yine ilmi malümle (bilinen
nesne ile), yine ilmi kudret (güçlülük) ile ve yine ilmi irade ile bir
saymışlardır.
Bütün
bunları akıllı bir insan düşünce süzgecinden geçirince bu adamların ilahiyat
konularında en cahil insanları ve bu alanda en batıl (asılsız) görüşleri ileri
süren kimseler olduklarını anlayıverir. Bu böyle olduğu halde gerek kendi
hayallerinde ve gerekse taraftarlarının zihinlerinde onlarla ilgili korkunç ve
ölçüsüz iddialar vardır. Tıpkı fikir yoldaşları olan batınilerden
Karmatilerin-ashnda en cahil, en sapık ve en kâfir kimseler oldukları halde-
kendilerinin peygamberler gibi masum imamlar olduklarını iddia etmeleri gibi.
2- Onlar, bu
varsayımların hangisi ele alınırsa alınsın, Allah'ın varlığını, O'nun
tarafından yaratılmış olmayan bir başka şeyin varlığına bağlı sayarlar. Çünkü
genel kavramların dış dünyada var olabilmeleri belirli nesnelerin ve maddenin
varlığı şeklin varlığına bağldır. O zaman "vacib-ul vu-cud'un (zaruri
varlığın)" kendisi tarafından yaratılmış olmayan bir şeye bağlı olması
görülür. Oysa varlığı kendisi tarafından yaratılmış olmayan bir şeye bağlı
olan bir şeyin kendisi "vacib-ul vücud" olamaz. Bu açık bir
gerçektir.
3- Bu adamların
görüşü iyice incelendiğinde işin yaratıcının varlığının yaratılmışların
varlıklarının tıpkısı olmaya varıp dayandığı görülür. Bu adamlar açıkça bu
görüşü ileri sürerler, fakat buna rağmen vücud (varlık) ile subut (bulunma)
arasında, varlık ile mahiyet arasında ve genel kavram (külli) ile belirli
nesne (cüzî) arasında başkalık olduğunu ileri sürerler. Bu başkalık
"mutlak" ile "belirli" arasındaki farklılıktır.
Bu
yüzden onlar hulul (sızma) teorisini İleri sürerler. Böyle düşünürken bazan
yaratıcıyı yaratıklara hulul etmiş ve bazan da yaratıkları yaratıcıya hulul
etmiş kabul ederler. Fakat ileri sürdükleri örneklerde iddia ettikleri gibi bir
başkalığın ispatsız kaldığı meydana çıkınca görüşlerinin özeti şu olur;
"Yaratıcı, yarattıklarının ta kendisidir. Buna göre ne yaratıcı ve ne de
yaratık vardır. Evrenin kendisi vacib-ül vücüd'dur."
4- Bu adamlar sözde
"Tevhid" prensibini koruyabilmek için Allah'ın gerekli sıfatlarının
ve isimlerinin çok sayılı oluşundan, yaratılmış varlıklarla ilgili olmasından,
madde veya cevher sanılmasından sakınırlar. Oyka arkasından sözleri iyice
inecelendiğinde anlaşılır ki, Allah'ı bozulan ve kokuşan cisimlerin aynısını
sayarak her türlü noksan sıfatla nitelerler. Nitekim bu iddialarını şu
sözlerle açıkça ifade ederler: "Görmüyor musun ki, Allah yaratıkların
sıfatlarını takınarak belirir. Bunu bizzat kendisi bize bildirerek noksan ve
kınanmış sıfatları üzerinde taşıdığını ifade ediyor. Yüce Zat (Allah) mükemmelliğin
sahibidir. O mükemmellik ki varlığın tüm tezahürleri ile yokluğun boyutlarını
kapsamına alır. Bu tezahürler geleneksel olarak veya şeriata göre yahut akla
göre hoş görülen şeyler olabilecekleri gibi, bunun tersine geleneklere, akla ve
şeriata göre hor görülen şeyler de olabilirler. Bu yalnız Allah için böyledir.
Görülüyor
ki, onlara göre Allah, güzel ve çirkin, övülen ve yerilen her sıfatı üzerinde
taşımaktadır. Başka bir yazımda bu adamların bu konudaki görüşlerini uzun uzun
anlattım. Şimdi bu konuda sözü uzatmanın sırası değildir. Fakat bu meseleye
değinmekten maksadım, sapık görüşlülerin ele başlan arasındaki benzerliğe
parmak basmaktır. Öyle ki, mümin bu ele başlarından birinin görüşünü anlayınca,
bu bilgisi ona başka bir ele başının görüşünü anlama hususunda yardımcı olur
ve böylece ortaya çıkardıkları sapiklilarm Çokluğunun farkına vararak
sapıklıkları belli hale geleceği için onlardan kaçınabilir.
Meselâ
Muhyiddin îbn-i Arabi'ni görüşüne göre Allah kendisine "mutlak
müşahede" anlamında tecelli etmiştir. O varlıkların varlığıdır ve mutlak
mücerred (soyut)dir, ne ismi ve ne de sıfatı vardır.
Bellidir
ki, böyle düşünen kimse için Allah tarafından hitap meydana gelmesi mümkün
değildir. Bu yüzden İbn-i Arabi, "Allah tecelli edince hitap (diyalog)
meydana gelmez" diye düşünmüştür. Ebu Hafs Suhreverdi'ye gelince sünnet bilgisi ile bağlılığı İbn-i Arabi'den daha
güçlü olduğu ve ondan daha iyi bir insan olduğu için hadislerde Allah'ın kullarına
tecelli ettiğini ve bu tecelli sırasında onlarla konuştuğunu okumuş ve bu
okuduklarına inanmıştır. Fakat îbn-i Arabi felsefesi ile Suhreverdi'nin sünnete
bağlılığından daha çok tanınmıştır.
Bu
yüzden bu ikisinin bağlıları Suhreyerdi'nin sünnete bağlılığım dile getirmekle
birlikte İbn-i Arabi'ye daha çok saygı gösterirlerdi. Nitekim taraftarları
arasında "Sultan-ul Ektab" lâkabı ile anılan İbn-i Hamuye'nin
bağlılarından biri olan Şeyh Husamüddin bana aynen böyle söylemiştir. Bu zat
İbn-i Arabî ile İbn-i Hamuyye'ye aşırı derecede saygı ve bağlılık gösteriyordu.
Kendisine bu iki kimsenin sözlerindeki yanlışlık ve küfür belirtileri ile
Peygamberimize-salât ve selâm üzerine olsun- iftira yolu ile yakıştırmış oldukları
sözde hadisleri açık açık
anlattım.
Adam, bu kişilere körü-körüne bağlı olduğu, onların sözlerini incelemeden ve
sapıklıklarını araştırmadan peşlerine düştüğü için aramızda uzun tartışmalar
oldu.
Bir
gün Hemedan'lı Tavusî bana şeyhi, Saaddettin İbn-i Hamuye'nin "ibn-i
Arabî, su kovalarının bulandıramaya-cağı bir denizdir. Fakat Şeyh Şihabuddin Suhreverdi'nin
yüzündeki Peygamberimizin yolundan gitme nuru ayrı Düşeydir" dediğini
anlatmıştı. Kendisine dedim ki, bu söz şöyle demeye benzer, "Şu adamlara
kâfir mülkünden büyük bir pay verildi. Fakat Meyafankın (Diyarbakır) emiri
Şahab Gazi'nin yüzündeki islâm nuru başka bir şeydir."
Bu
adamlar İbn-i Arabi'yi üstün tutup kendisine saygı duyuyorlardı. Çünkü Şeyh
Şihabuddin Suhreverdî, sünet bilgisi ve bağlılığı ile Peygamberimizin
getirdiği gerçekleri ortaya koyma konusunda İbn-i Arabi'nin felsefe ile tasavvufu
birleştirip özel bir akım meydana getirme yolundaki başarısı ile boy
ölçüşememiştir.
Bu
kimselerin belini bükecek olan şey, yaratıcı ile yaratılmışlar arasındaki
başkalık ve yaratılmışlardan bağımsız olarak yaratıcının belirliliğinin ispat
edilmesidir. Öyle belirli bir ilâh ki, eller dua etmek üzere Ö'na kaldırılıyor
ve Peygamberimiz'in miracı da O'na oluyor. Oysa Suhrever-di'nin inancım ortaya
koyan bir konuşmasında Allah hakkında "işaretsiz ve belirlemesiz (bilâ
işaretin ve tayinin)" ifadesini kullandığı söylenmiştir. İşte kendisini
ölüme götüren sözü bu olmuştur. Çünkü Allah hakkında "işaret ve belirleme"
yok sayılınca geriye sadece kesin bir "yokluk" ve inkâr veya vahdet-i
vücud ile hulul (sızma) anlamında bir küfür kalır.
Bu
arada sözü geçen sapık inkarcılardan olan İbn-i Sabin ve benzerleri "Ne
işaret ve ne de belirleme (söz konusudur) Tersine ne ki görüyorsan görünmeyen
zattır ve görmediğin zat gördüğünün ta kendisidir" dediler. Zikirlerinde
de müslümanların "Iâilâheillallah" cümleleri yerine "ley-se
illallah (sadece Allah vardır)" sözünü kullandılar. Çünkü onların
inançlarına göre Allah bütün varlıkların varlığıdır. O'dan başka hiç bir
varlık yoktur.
Oysa
müslümanlar bilirler ki, Allah, her şeyin yaratıcısı, Rabb'i ve melikidir. O,
ne yaratılmışların ta kendisi ne on-lann bir parçası ve ne de onların bir
sıfatıdır. Tersine O, yaratılmışlardan apayrı ve başkadır. O, ibadet edilmeye
tek müstahak olandır, başka hiç bir varlık buna lâyık değildir. O'ndan başka
ilâh yoktur. Nitekim. Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:
"Allah
ile birlikte başka bir ilâh çağırma, Yoksa azaba çarpılanlardan olursun."[162]
Bir
başka ayet de şöyledir:
"De
ki; AHah'dan başkasına kulluk etmemi mi bana emrediyorsunuz ey cahiller!"[163]
Bir
diğer ayette de şöyle Duyurulmuştur:
"De
ki; gökleri ve yeri yoktan vareden AHah'dan başkasını mı dost tutayım?"[164]
Şurası
kesindir ki, bu sapık görüşlüler ibadet edebilecek, dost (veli) edinibilecek ve
ilâh olarak kabul edilebilecek bir başkasına sahip değildirler. Tersine onlara
göre O, hem "ibadet eden" hem "ibadet edilen ve hem "namaz
kılan" ve hem de "kendisi için namaz kılınan" dır. Nitekim
bunların şairleri olan İbn-i Farız, "Nuzum-us Suluk" başlıklı
kasidesinde böyle demektedir.
Kelâmcılardan
ve tasavvufçulardan olan bu "Cehmiye" mezhebliler "iman sadece
bilmek ve onaylamak (tasdik etmek) demektir" şeklindeki görüşleri
hakkında "tanınan ve bilinen, olumluluk ve olumsuzluk niteliklerini
taşıyan varlıktır" derler ve bu konudaki sözlerini şöyle bağlarlar;
"söz konusu varlık ne evrene dahildir ne onun haricindedir; ne evrene
ters bir şeydir ve ne de ondan farklıdır". Arkasından dönüp bu varlığı,
yaratıklara hulul etmiş (sızmış) veya yaratıklara zemin olmuş yahut onu
yaratıkların aynısı sayarlar veya O'nu tamamiyle yok farzederler.
Bu
adamlar bu konuda Mesai ekolüne bağlı felsefecilere benzerler. Bilindiği gibi
bu felsefe ekolü insanın kemalini ilme bağlı sayar. Bunlara göre en yüksek
ilim ve en yüce felsefe varlık felsefesi ile bu meselenin eklentileri
(leşa-hik) üzerine düşünmektir. Bunlar "vacibul-ül vücud"u mutlak
varlık olarak kabul ederler.
Fakat
bu ekolün çömezleri olan yukarda sözü geçenlere bir yandan temel kaynaklardaki
sözleri değiştirirler ve bunun sonucunda islâmî ve Kur'an'da geçen terimlere
eski Yunan felsefesinin inkarcılarına meşru bir ifade kalıbı hazırlamaya
çalışıyorlar. Bu tutum kesin şekilde tespit edilmiş, ve daha bir çok yerde
tarafımızdan açıkça ortaya konmuştur.[165]
Sözü
geçen hadiste ilk olarak "islâm"m ne olduğu soruluyor. Peygamberimiz
-salât ve selâm üzerine olsun- de bu soruya şöyle cevap vermiştir:
"İslâm,
senin Allah'dan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in, Allah'ın rasûlü olduğuna
şehadet etmen, namaz kılman, zekât vermen, Ramazan'da oruç tutman ve
Beytüllah'ı ziyaret etmendir."
Bu
beş esası, îbn-i Ömer-Allah ondan razı olsun- tarafından rivayet edilen ve
başlıca hadis kaynaklarının ittifakla yer verdikleri aşağıdaki hadiste sayılan
esaslardır:
1) Allah'dan başka
ilâh olmadığına ve Muhammed'in O'nun rasulü olduğuna şahadet etmek
2) Namaz kılmak
3) Zekât vermek
4) Ramazan'da oruç
tutmak
5) Gücü yetenin
Beytüllahı ziyaret etmesi" Peygamberimiz, bu hadisi Allah tarafından hacc
farz kılındıktan sonra bu şekilde söylenmiştir. Bu yüzden beş esas
sayılmıştır. Bu konudaki çoğu hadislerde daha eski tarihli oldukları için hacc
ibadeti geçmez. Meselâ Peygamberimizin Abd-i Kays kabilesinin temsilcilerine
seslenerek söylediği hadis bu örneklerden biridir:
"Size
yalnızca Allah'a inanmayı emrediyorum. Yalnızca Allah'a iman etmek ne
demektir, biliyor musunuz? Allah'dan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in
Allah'ın Rasûlü olduğuna inanmak, namaz kılmak, zekât vermek, Ramazan'da oruç
tutmak ve bir de ganimetlerin beşte birini (Beytülmal'e) vermenizdir."
îbn-i
Kays kabilesinin temsilcilerine hitap eden hadis, en ünlü ve en sahih (sağlam
kaynaklı) hadislerden biridir. Bu-hari'nîn yer verdiği bazı rivayet kanallarına
göre bu hadiste oruç zikredilmemiştir, fakat Buharî'nin yer verdiği çoğu
rivayet kanalları ile Müslim'in rivayetlerinde oruç vardır. Oruç ibadeti Ebu
Said tarafından rivayet edilen ve Abd-i Kays kabilesinden gelen heyetten söz
edilmiş olan hadiste de geçer. Bu hadis Müslim'de yer almıştır.
Buhari
ile Müslim'in ortaklaşa yer verdikleri ve İbn-i Ab-bas -salât ve selâm üzerine
olsun- tarafından rivayet edilen yine bu konudaki bir başka hadiste
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- sözü geçen heyete
"ganimetlerin beşte birini vermelerini", emretmiştir. Savaşta ele
geçirilen ganimetlerin beşte birini devlete vermek Bedir savaşında farz
olmuştur. Oysa Ramazan'da oruç tutmak daha önce farz , kılınmıştır.
Abd-i
Kays kabilesi heyeti, Peygamber Efendimizi -salât ve selâm üzerine olsun-
ziyaret etmeye gelen heyetlerin en hayırlısı, en seçkini idi. Bu heyet,
Peygamberimizi hac-cın farz oluşundan Önce ziyarete gelmişti. Bazıları bu ziyaretin
"heyetler yılı" diye anılan hicrî dokuz yılında olduğunu ileri
sürerler ise de bu olayın sözü geçen tarihten daha önce yapılmış olması daha
doğrudur.
Çünkü
bu heyet, ziyaretleri sırasında Peygamberimize Necid'li müşrikleri kasdederek
"seninle aramızda kâfir Mu-dar kabilesinin falanca kolu var. Bu yüzden
ancak Haram aylarda (savaşın yasak olduğu aylarda) sana ulaşabiliyoruz"
demişlerdir. Bilindiği gib hicri 9 yılında Mekke fethedilip Hevazın adlı
direnme güçleri Huneyn'de bozguna uğratılınca araplar ya islâmiyeti kabul
ederek veya korku içinde anlaşma yaparak îslamâ teslim olmuş, savaşı
bırakmışlardı. Zaten onlar müslüman olmak için Mekke 'nin fethini bekliyorlardı.
Sözünü
ettiğimiz bu hicri 9 yılında Peygamberimiz, müslümanlann başında hacc görevlisi
olarak Ebu Bekir'i- Allah ondan razı olsun- göndermiş ve arkasından
Peygamberimiz ile müşrikler arasında daha önce yapılmış olan anlaşmaların
gereğini yerine getirmek üzere Hz. Ali'yi -Allah ondan razı olsun-
göndermişti. Fakat bu ikinci heyetin yola çıkışını, ilk heyetin yola çıkışı
tarihi olan Zilkaade ayından dört ay sonraya bırakmıştı. Nitekim Cenab-i Allah
bu konuda şöyle buyurmuştur:
"Haram
aylar çıkınca müşrikleri nerede bulursanız Öldürünüz, onları yakalayınız,
hapsediniz ve her gözetleme yerinde oturup onları bekleyiniz. Eğer tevbe ederler,
namaz kılarlar ve zekâtı verirlerse onları salıveriniz, serbest bırakınız.
Çünkü Allah bağışlayan ve esirgeyendir." [166]
îşte
bu iki heyet arasında geçen dört ay, Haram aylan kapsıyordu.
İşte
bu yüzden Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Hz. Ebu Bekir'i-AUah
ondan razı olsun-hacc kafilesinin başkanı olarak Mekke'ye göndermeden önce o
yıl, yani hicri 9 yılında Tebük seferine çıkarak Rum diyarı üzerine yürümeye
fırsat bulmuştu. Hristiyanlar üzerine yürüyebilmesi müşrik araplardan yana
güven içinde olmasından, onlardan İslama hiç bir zarar gelmeyeceğini
bilmesinden ileri geliyordu.
Yine
bu yüzdendir ki, Rasûlullah, Tebük seferine çıkarken savaşabilecek hiç
kimsenin geride kalmasına izin vermemişti. Böyle olduğu için bu savaşa sadece
münafıklar, sonradan tevbeleri kabul edilen ünlü üç kişi ile mezaretliler
katılmamıştı. Nitekim bu Tebük seferi yılında Peygamberimiz, Hz. AIi'yi-Allah
ondan razı olsun- yanma almayarak Medine'de bırakınca münafıklar bunu bahane
ederek Hz. Ali'yi sevmediği için yanına almadı" diye söylenti yaymaya koyulmuşlardı.
Bu
dedikodular Hz. Ali'yi rahatsız etmiş olmalı ki, ağlaya ağlaya savaş kervanına
yetişerek Peygamberimize 'Beni
kadınları
ve çocukların yanında burada mı bırakıp gidiyorsun?" diye yakındı ve
Resûlullah'dan "Yoksa sen benim için Musa'nın Harun'u olmak istemiyor
musun? Fakat tabii ki, benden sonra Peygamber yoktur" şeklinde yatıştırıcı
bir cevap alarak geri döndü. Oysa daha önceki seferlere çıkarken geride, yani
Medine'de önemli sayıda eli silâh tutabilenden meydana gelen bir birlik
bırakırdı. Bu defa böyle birlik bırakmak gereğini duymayışmın sebebi, ne arap
yarımadasında ne Mekke civarında ve ne de Necd bölgesinde Medine ve Mekke'ye
saldırabilecek, hatta buraları tehdit edebilecek düşman bir kuvvet kalmamış
olması idi.
Peygamberimiz
Tebük seferinden dönünce Hz. Ebu Bekir'i hacc kafilesinin başına geçirdi. Ebu
Bekir, müslüman-lara ziyaret yaptıracak, onlara namaz kıldıracak ve bunlar yanında
o yıldan sonra artık hiç bir müşrikin Kabe'yi ziyaret edemeyeceğini ve çıplak
kılıkla Beytullah'm çevresinin dolanılmayacağım ilan edecekti. Rasûlullah, Hz.
Ebu be-kir'den bir süre sonra Hz. Ali'yi yola çıkardı. CJnun görevi de
anlaşmaları uygulamaya koymaktı. Çünkü araplar ancak ya büyük bir yetkiliyi
veya onun ailesinden birini muhatap kabul edip sözünü dinlerlerdi.
Tarihle
ilgili bu açıklamayı yapmaktaki maksadımız Abd-i Kays kabilesi heyetinin hicri
9 yılından daha önce gelmiş olması gerektiğini belirtmektir.
Öte
yandan yine bu konu ile ilgili bir başka hadis Enes b. Malik -Allah ondan razı
olsun- tarafından rivayet edilen ve Müslim'de yer alan aşağıdaki
"Dımam" hadisidir. Enes b. Malik diyor ki:
"Bir
ara Peygamberimize soru sormamız yasaklanmıştı. Bu yüzden o günlerde çölde
oturan akıllı bir adamm gelip bir şey sormasını ve bizim de verilen cevabı
dinlememizi istekle beklemeye koyulmuştuk. Nihayet bir gün çöl halkından biri
çıkageldi ve Rasûlullah ile arasında şu karşılıklı konuşma yer aldı: Adam:
"Ya
Muhammed, senin elçin bize gelip senin Allah'ın Ra-sûlü olduğunu ileri
sürdüğünü söyledi, buna ne dersin?" Rasûlullah:
"Doğru
söyledi." Adam:
"Gökleri
kim yarattı?" Rasulûllah:
"Allah."
Adam:
"Yeryüzünü
kim yarattı?" Rasulûllah:
"Allah."
Adam:
"Şu
dağlan kim yükseltti ve üzerlerindeki varlıkları kim yarattı?" Rasulûllah:
"Allah."
Adam:
Gökleri
ve yeri yaratıp dağları yükselten Allah hakkı için söyle, seni Allah mı
gönderdi?" Rasulûllah:
"Evet,
Allah gönderdi." Adam:
"Senin
elçin bir gün bir gece zarfında beş vakit namaz kılmamız gerektiğini söyledi,
doğru mudur?" Rasulûllah:
"Evet,
söylediği doğrudur." Adam:
"Seni
peygamber olarak gönderen Allah hakkı için söyle, bunu sana Allah mı
emretti?" Rasulûllah:
"Evet,
Allah emretti." Adam:
"Senin
elçin malımızın bir kısmını zekât olarak vermemiz gerektiğini söyledi, bu
doğru mudur?" Rasulûllah:
"Evet,
elçim doğru söyledi." Adam:
"Seni
peygamber olarak gönderen Allah hakkı için söyle, bunu sana Allah mı
emretti?" Rasulûllah:
"Evet,
Allah emretti." Adam:
"Senin
elçin yolculuk yapacak gücü olanın Beytullahı ziyaret etmesi gerektiğini ileri
sürdü, bu konuda ne dersin?" Rasulûllah:
"Elçim
doğru söyledi."
Adam
bu konuşmadan sonra geriye dönmüş giderken
"Seni
hakkı bildirmek üzere göndermiş olan Allah adına yemin ederim ki, bu
söylediklerine ne bir şey ekler ve nede onlardan birini eksiltirim" dedi.
Bunun üzerine Resulûl-lah
"Eğer
adam doğru söylüyorsa, kesinlikle cennetliktir" buyurdu. Aynı hadisin
başka bir kanaldan gelen şekline göre Enes b. Malik-Allah ondan razı olsun-
şöyle diyor:
"Bir
gün bizler Peygamberimizle- salât ve selâm üzerine olsun-birlikte Mescid'de
otururken deve sırtında bir adam çı-kageldi. Mescidin yanına gelince devesini
çöktürüp yularından kazığa bağladı. Sonra bize dönerek
"Muhammed
hanginizdir? -diye sordu. O sırada Rasulûllah, hepimizin önünde sırtını bir
şeye yaslamış durumdaydı. Bu yüzden adama
"Muhammed,
şu beyaz yüzlü ve yaslanmış duran kimsedir" diye cevap verdik. Bunun
üzerine adam Rasûlullah'a dönerek
"Abdülmuttalib'in
torunu sen misin?" diye sordu. Rasûlullah
"Bu
konuda gerekli cevabı az önce aldın" buyurdu. Arkasından adam
Peygamberimize
"Sana
bazı sorular soracağım ve bu sorularımda ısrarlı olacağım. Sakın bu yüzden bana
gücenme" dedi. Peygamberimiz kendisine
"Aklına
ne gelirse sor" diye cevap verdi. Bunun üzerine adam, Peygamberimize
"Gerek
senin ve gerekse senden önceki peygamberlerin Rabbi hakkı için soruyorum; Allah
seni bütün insanlara mı peygamber gönderdi?" diye sordu. Rasulûllah
"Allah
hakkı için evet" diye cevap verdi.
Enes
b. Malik sözlerinin devamında adamın Peygamberimize namazı ve zekatı sorduğunu
belirtiyor, fakat oruç ve haccla ilgili soru sorup sormadığı hakkında bir şey
söylemiyor. Enes sözlerini şöyle bağlıyor; "Adam Peygamberimize
"Senin Allah katından getirdiğin prensiplere iman ettim, dönüşümde kabilem
arasında senin elçin olacağım. Ben, Beni Saad b. Ebu Bekir'in kardeşi Dıman b.
Ebu Sale-be'yim" dedi.
Bu
iki rivayetin her ikisi de hem Buharî'de ve hem de Müslim'de vardır. Fakat
Buharı, ilk hadiste orucu zikretmiş, ama hacc'a yer vermemiştir. Birinci
hadisin üslubu ve ifade tarzı daha eksiksiz olmakla birlikte hadis uzmanları
her ikisini bir hadis saymaktadırlar.
Allah
bilir, ama anlaşılan Buhari, haccı zikretmeyi doğru ve inandırıcı görmedi.
Çünkü Peygamberimizin hısımları olan Saad b. Ebu Bekir oğulları
Hevazin'lerdendir. Bilindiği gibi müslümanlarla Hevazinler arasında Mekke'nin
fethinden sonra Huneyn olayı meydana geldi ve bunlar bu olaydan sonra tümüyle
müslüman oldular. Peygamberimiz de daha önce müslüman savaşçılar arasında
bunların kadın ve çocuklarını bölüştürmüşken müslüman olmaları üzerine bunları
kendilerine geri vermişti. O halde bu ziyaret ancak Mekke fethinden önce
olabilir ki, o zaman da henüz hacc farz değildi.
Bu
konu ile ilgili olan ve Talha b. Abdullah -Allah ondan razı olsun- tarafından
rivayet edilen hadiste sadece namaz, zekât ve oruç zikredilmiştir. Bu hadisin
yukardaki "Dımam hadisi" olduğu da ileri sürülmüştür. Fakat hem
Buhari ve hem de Müslim, bu hadisi Talha ve Abdullah'tan rivayet ederek
nakletmiştir. Bildirildiğine göre Talha b. Abdullah şöyle diyor:
"Bir
gün Necd halkından biri Peygamberimizi ziyaret etmeye geldi. Saçları dağınık
olan adamın uzaktan sesini duymaya başlamış, fakat ne dediğini anlayamamıştık.
Nihayet Peygamberimizin yanına gelince İslâm'ın ne olduğunu sorduğunu anladık.
Peygamberimiz, adama
"Bîr
gün, bir gece zarfında beş vakit namaz kılmalısın" dedi. Adam,
"Bundan
daha fazlasını kılmam gerekli mi?" diye sorunca Rasulüllah kendisine
"Hayır,
eğer kılarsan nafile olmuş olur" diye cevap verdi. Arkasından Rasulüllah,
adama zekâtı anlatınca adam yine
"Bundan
daha fazlasını vermem gerekli mi?" diye sordu. Peygamberimiz, adama yine
"Hayır,
eğer verirsen nafile olmuş olur" buyurdu. Bunun üzerine adam geri dönmüş
giderken
"Vallahi,
bu söylediklerine ne bir şey ekler ve ne de onlardan bir şey eksik
bırakırım", dedi. Bu sözleri işiten Peygamberimiz bize dönerek
"Adam
eğer doğru söylüyorsa felaha ermiştir" buyurdu.
Bu
hadisin hiç bir rivayet zincirinde hacc'dan söz edilmemiş, tersine tıpkı Abd-i
Kays heyeti ile ilgili hadiste olduğu gibi namaz, zekât ve oruç
zikredilmiştir.
Yine
bu konuda Buharî ile Müslim'in Ebu Hureyre'ye-Allah ondan razı olsun-
dayandırarak naklettikleri şöyle bir hadis vardır. Ebu Hureyre diyor ki:
-Bedevînin
biri, bir defasında Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- giderek:
Ya
Rasulallah, bana öyle bir takım ameller bellet ki, onları işleyince cennete
gireyim" diye sordu. Rasulüllah da adama şu cevabı verdi;
"Allah'a
ibadet edecek, hiç bir şeyi O'na ortak koşmayacaksın,. Farz namazları kılacak,
farz miktarda zekât verecek ve Ramazan'dan oruç tutacaksın."
Peygamberimizin
bu sözleri üzerine adam, "Nefsimi elinde tutan Allah'a yemin ederek
söylüyorum ki, bu söylediklerine ne bir şey ekler ve ne de onlardan bir şey
eksik bırakırım" dedi. Adam bu sözlerine arkasından geri dönüp giderken
Peygamberimiz bize dönerek
"Hanginiz
bir cennetliği görmek istiyorsa şu adama baksın" buyurdu.
. Bu hadiste sözü geçen adamın yukarda
andığımız "Dı-mam" olası muhtemeldir.
Öte
yandan bu konudaki başka bazı hadislerde de sadece namaz ve zekât
zikredilmiştir. Bu hadislerden biri Buha-rî ile Müslim'in, Ebu Eyyüb-ül
Ensarî'ye -Allah ondan razı olsun- dayandırarark naklettikleri aşağıdaki
hadistir. Söz konusu hadiste Ebu Eyyüb-ül Ensarî şöyle diyor:
-Bedevinin
biri, bir defasında, Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- karşısına
dikildi ve o sırada yolculuk halinde bulunan Rasulûllah'm devesinin yularını
-veya dizginini- tutarak
"Ya
Rasulallah, -veya-Muhammed! -beni cennete yaklaştırıp cehennemden
uzaklaştıracak olan ibadet tarzı ne ise onu bana bildir" dedi. Bunun
üzerine Peygamberimiz, adamın elinden kurtularak sahabilere baktı ve
"Adam
başarıya ulaştı -veya- hidayete erdi-" buyurdu. Arkasından adama
"Ne
dedin?" diye sordu. Adam az önceki sözlerini aynen tekrarlayınca
Peygamberimiz kendisine şu cevabı verdi:
11
Allah'a ibadet edecek, O'na hiç bir şey ortak koşmayacaksın. Namazı kılacak,
zekâtı verecek ve akrabalarına yakınlık ve ilgi göstereceksin."
Peygamberimizin
sözlerinin sona ermesi üzerine adarfı geri dönmüş giderken Rasulûllah
"Eğer
aldığı emirleri aynen geri getirirse cennete girer" buyurdu.
"Numan
b. Kavkal" hadisi adı ile anılan ve Cabir b. Abdullah -Allah ondan razı
olsun- tarafından rivayet edilip Müslim tarafından nakledilen aşağıdaki hadiste
de sadece namaz ve oruç zikredilmiştir. Cabir b. Abdullah diyor ki:
"Adamın
biri bir gün Peygamber Efendimize -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle bir
soru sordu;
"Yâ
Rasulaliah, eğer ben farz namazları kılar, Ramazanda oruç tutar, helâli helâl
ve haramı haram bilirsem ve bunlar üzerinde hiç bir şey eklemezsem cennete
girebilir miyim?" Peygamberimiz, adama
"Evet,
girebilirsin" diye cevap verdi. Bunun üzerine adam sözlerini
"O
halde vallahi, bu söylediklerine hiç bir şey katmam" diye bağladı.
Hadisin
başka bir ifade şekli "Numan b. Kavkal, Peygamberimize geldi.." diye
başlıyor. Sözünü ettiğimiz bu "Numan b. Kavkal" hadisi eskidir. Çünkü
hadiste adı geçen Numan b. Kavkal, Müslim'de belirtildiğine göre Mekke
fethedilmeden önce Saad b. As oğullarından biri tarafından öldürülmüştür.
Görüldüğü
gibi yukardan beri incelediğimiz bu hadislerin tümü, bir takım soru soranlara
cevap şeklinde ortaya çıkmışlardır. İbn-i Ömer-Allah ondan razı olsun-
tarafından rivayet edilen hadis ise başlıbaşma hüküm bildirilen bir karakter
taşır. Bunlar yanında islâma çağırmaya ve savaşa dair olun hadislerde sadece namaz
ve oruç anılmıştır. Nitekim Buharî ile Müslim'de yer alan ve Abdullah b.
Ömer-AI-lah ondan razı olsun- tarafından rivayet edilen bir hadise göre
Peygamber Efendimiz-salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyuruyor:
"İnsanlar,
AHah'dan başka ilâh olmadığına ve Mu-hammedin, Allah'ın Rasulü olduğuna şahadet
edinceye, namaz kılmcaya ve zekât verinceye kadar kendileri ile savaşmakla
emrolundum. İnsanlar bu görevleri yapınca, islâm in hak saydığı durumlar
dışında, benden kanlar.) nı ve mallarını korumuş olurlar. Onların hesapları
Al-lah'a kalmıştır."
Öte
yandan buna yakın anlamlı aşağıdaki hadis, Cabir b. Abdullah - Allah ondan razı
olsun- tarafından rivayet edilerek Müslim'de yer almıştır.
"İnsanlar,
Allah'dan başka ilah olmadığına şahadet edinceye kadar onlarla savaşmakla
emrolundum. Bu şahadet cümlesini söyledikleri takdirde, bazı haklı durumlar
dışında, kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar."
Bilindiği
gibi Ebu Bekir hazretleri -Allah ondan razı olsun- de bu konuda şöyle
demiştir:
"Vallahi,
namazla zekâtı biribirinden ayıranlarla savaşacağım. Çünkü zekât maldaki
haktır."
Hz.
Ebu Bekir'e bu sözü söyleten mantık onun yukarda-ki kısa hadisden zekât uğruna
savaşmanın maldaki hakkı almak için verilen bir savaş olduğu sonucunu
çıkarmasıdır. Nitekim Peygamberimiz maksadının bu olduğunu îbn-i Ömer
tarafından rivayet edilen hadis açıkça belirtmiştir. Zaten Kur'an-ı Kerim de bu
hadisin anlamım onaylayıp pekiştirdiğini açıkça ifade ediyor. Cenab-ı Allah
şöyle buyuruyor:
"Eğer
tevbe edip namazı kılar ve zekâtı verirlerse o zaman onları salıveriniz."[167]
Ayrıca
Muaz b. Cebel'in, Yemen'e görevli olarak gönderilmesi ile ilgili olan ünlü
hadiste de Peygamberimiz sadece namazdan ve oruçtan sözetmiştir.
Görülüyor
ki, kimi hadislerde islâmın bazı rükünleri (temel esasları) zikredilirken
diğer bazı hadislerde bu rükünlerden bahsedilmemiştir. Bu durum bazı islâm
alimleri arasında farklı açıklamalara yolaçan bir problem oluşturmuştur.
Bazılarına göre bunun sebebi, kimi ravilerin (rivayetçi-lerin) rivayet
ettikleri hadisi kısaltmış olmalarıdır.
Oysa
böyle bir şey söz konusu olamaz. Çünkü böyle bir iddia hadis rivayetçilerine
karşı güvensizlik beslemek, onlan yalancılıkla suçlamak demektir.
Ayrıca
bu iddia, olsa olsa aynı hadisin farklı rivayetleri için ileri sürülebilir.
Meselâ Abd-i Kays kabilesinin temsilcileri ile ilgili olan hadis gibi. Bu
hadisin bir rivayetinde oruçtan bahsedildiği halde başka bir rivayetinde orucun
sözü edilmemektedir. Bir rivayetinde Humus'dan (beşte birlik ganimet vergisi)
söz edildiği halde diğer bir rivayetinde Humus'a yer verilmeyen
"Dımam" hadisi ile rivayetlerinin birinde oruçtan söz edilirken "vavetinde oruç ibadetine yer verilmeyen
"Numan b. Kavkal" hadisi uc UVJ ledir. Bu hadislerin çeşitli
rivayetlerini biribirleri ile karşılaştırılınca ya rivayetçilerden birinin
hadisi kısalttığını veya başka bir rivayetçinin ona yanlış bir ekleme
yaptığını an-layıveririz.
Fakat
farklı hadisler için böyle bir şey düşünülemez. Özellikle farklı cevaplar
içeren, yani Peygamberimizin bir defa böyle ve başka bir defa öyle konuştuğunu
belirten hadisler için böyle bir açıklama yapılamaz. Zaten Kur'an-ı Kerim de
bu cevap değişikliğini ve farklılığını fiilen onaylamaktadır. Çünkü Cenab-ı
Allah
"Eğer
onlar tevbe edip namaz kılar ve zekât verirlerse sizin din kardeşleriniz
olurlar."[168]
ayetinde din kardeşliğinin namaz kılıp zekât verme şartlarına bağlandığı halde
"Eğer tevbe edip namaz kılar ve zekât verirlerse o zaman onarı
salıveriniz."[169]
ayetinde aynı namaz ve oruç, savaşı bırakmanın şartları olarak belirtilmiştir.
îbn-i Ömer tarafından rivayet edilip Buharı ve Müslim'de yer alan yukardaki
hadis de bu ayette aynı anlamı ifade eder.
Bu
arada Abd-i Kays kabilesi temsilcileri ile ilgili hadiste Humus'dan (beşte
birlik ganimet payından bahsedilmiş olmasının sebebi, bu kabilenin zaman zaman
çevrelerindeki-lerle savaşa giren kimseler olmasıdır. Böyle bir şeyin soru soran birine cevap verirken söylenmesi
gerekmez. Çünkü bu mesele onun şahsını ilgilendirmez. Ayrıca bu farklılığa verilecek
iki cevap daha vardır.[170]
Birincisi,
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-kendisine sorulan soruları
ibadetlerin farz oluş sıraları uyarınca cevaplandırmıştır. Bilindiği gibi ilk
farz olan temel prensip, şahadet cümleleridir. Arkasından namaz gelir. Çünkü
namaz vahyin ilk dönemlerinde farz kılınmıştır. Sebebine gelince Buharı ile
Müslim'de belirtildiğine göre Kur'an-ı Kerim'in ilk inen ayetleri "Yaratan
Rabb'ımn adı ile oku. O, insanı pıhtılaşmış kandan yarattı. Oku, Rab-b'm en
büyük kerem sahibidir. O insana kalemle yazmayı öğretti. İnsana bilmediğini
öğretti." [171]ve
bunların arkasından gelen ayetler de "Ey elbisesine bürünmüş kişi. Kalk
ve uyar."[172]
ayetlerdir. İkinci ayetteki sesleniş, Peygamberimizi, insanlar üzerine görevlendiriyor.
Görevlendirmeden önce bilgi vermek gerekir. Nitekim ilk inen ayetlerin
oluşturduğu surenin girişindeki sesleniş bir görevlendirme hitabı değildir. Bu
surenin son ayeti "Secde et ve yaklaş" şeklinde biterken surenin
başı "Okuma"yı emretmektedir. Namaza gelince o da bazı sözlerin ve
hareketlerin birleşmesi ile meydana gelen bir ibadettir. Namazda geçen en
değerli sözler Kur'an okumak ye en değerli hareket de secdedir..Kur'an okumak
namazın ibadet karakteri ilk sözleridir, gerisi buna bağlıdır.
Rivayet
edildiğine göre namaz ilk olarak sabah ve akşam ikişer rekât olarak farz
kılındı. Sonra Miraç gecesi beş vakit kılınması emredildi, ama bu vakitler
yine ikişer rekât idi. (farzlar tabii). Hicret olayından sonra seferi namaz
biçimi yerleşti, arkasından normal zamanlardaki namazların rekatlan arttırıldı.
Namaz
ibadeti safha safha tekâmül etti. İlk zamanlar müslümanlar namaz kılarken
konuşabiliyorlardı ve Teşeh-hüd (son Ettehiyyatü) yoktu. Bir süre sonra
Teşehhüd emri geldi ve namazda konuşmak yasaklandı.
Bu
arada Mekke döneminde müslümanlarm ezanı yoktu. Ezan, Hicret olayından sonra
Medine'de ortaya çıktı. Tıpkı ezan gibi cuma namazı, Bayram namazıları, güneş
tutulması namazı, yağmur dileme (istiska) namazı, teravih namazı ve bunlara
benzer namazların tümü Medine'ye göç edildikten sonra kılınmaya başlanmış
namazlardır.
Müslümanlara
Mekke döneminde zekât vermek ve ihtiyacı olanlara yardım etmek emredildi, ama
zekâtın nisabı (matrahı) ile çeşitli oranları Medine'de belirlenmiştir.[173]
Ramazan
ayı orucuna gelince bu Hicret'in ikinci yılında farz kılındı. Buna göre
Peygamberimiz-salât ve selâm üzerine olsun- dokuz ramazan yaşamıştır.
Bunun
yanında "Hacc" ibadetinin ne zaman farz kılındığı tartışmalıdır. Bir
bölüm alime göre hacc, Hudeybiye barışının imzaladığı yıl, yani hicri 6.
yılında farz olmuştur. Bu görüşü savunanlara göre "Allah için Hacc'i ve
Umre'yi tamamlayınız."[174]
ayeti hem Hacc'ın ve hem de Umre'nin farz olduğunu belirtir. Çünkü bir iş
tamamlamayı emretmek, ona başlayıp bitirmeyi içerir.
Alimlerin
çoğunluğuna göre ise Hac'ın farz oluşu daha sonradır. Bu farz oluşu, kimine
göre hicri 9 ve kimine göre de 10 yılındadır. Doğru olan ikinci ihtimaldir.
Sebebine gelince Hacc'ın farz oluşunu bildiren ayet
"Yolculuğuna
gücü yeten herkesin Beytullah'ı ziyaret etmesi, insanlar üzerinde Allah için
yapılması gereken bir görevdir."[175]
Bu
ayet, Al-i İmran suresinde Ehl-i Kitab (yahudî ve hristiyanlar) ile yapılan
konuşmaların hemen arkasındadır. Gerek Al-i İmran suresinin baş tarafı ve
gerekse içinde geçen ehl-i Kitab karşılıklı konuşmalar Necran bölgesi
hristi-yanlarından bir heyetin Peygamberimize-salât ve selâm üzerine
olsun-gelip Hz. îsa -selâm üzerine olsun-konusunda onunla tartışmalarından
sonra nazil olmuştur.
Necran'H
hristiyanlar Cizye vergisi vermeye razı olan ilk ehli Kitab gurubudur. Bu da
ayetlerinden biri ile Cizye'yi yürürlüğe koyan ve "Boyun eğerek kendileri
ile cizye verene kadar" ehl-i Kitab'la savaşmayı emreden Tevbe suresinin
inişinden sonra olmuştur. Nitekim Cenab-ı Allah'ın bu kesin emri üzerine
Peygamber Efendimiz-salât ve selâm üzerine olsun- hristiyanlara karşı
girişilmiş bir savaş olan Tebük seferini yapmıştır. Cenab-ı Allah şöyle
buyuruyor:
"Kendilerine
Kitab verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve
Rasulûllah'ın haram kıldığı şeyleri haram saymayan ve hak dini benimsemeyenlerle
boyun eğerek kendi elleri ile cizye verecekleri zamana kadar savaşınız."[176]
Bu
yüzden-daha önce söylenmiş olmaları dolasıyle -yukarda ele aldığımız
hadislerin çoğunda hacc'dan söz edilmemiş, ancak daha sonra söylenen
hadislerde bu ibadetten bahsedilmiştir.
Bilindiği
gibi Abd-i Kays kabilesini temsil eden bir heyet Peygamberimizi ziyaret etmeye
gelmişti. Daha önce belirttiğimiz gibi, doğru olan görüşe göre, bu heyetin gelişi
Mekke'nin fethedilmesinden önce gerçekleşmiştir. Bu heyetin üyeleri
Peygamberimize:
"Ya
Rasulallah, sizinle aramızda kâfir Mudar kabilesinin falanca kolu var"
diye yalandılar. Bu sözleri ile Temim, Esed ve Gatafan kabilelerinden oluşan
Necd halkını kasdetmişlerdir. Çünkü (o sırada henüz müslümanlığı kabul etmemiş
olan) bu kabileler Bahreyn ile Medine arasındaki bölgede yaşıyorlardı.
Peygamberimize heyet gönderen Abd-i Kays kabilesi ise Mudar oğullarından değil,
Rabia oğulla-nndandı. Fakat daha sonra Mekke fethedilince Abd-i Kays kabilesini
tehdit eden tehlike ve onları yıldıran korku ortadan kalktı.
İşte
(bu yüzden) Abd-i Kays heyeti Medine'ye gelince Peygamberimiz kendilerine
namazı, zekatı, Ramazanda orucu tutmayı ve savaşta elde edilen ganimetlerin
beşte birini (Humus) devlete vermeyi emretmiş, fakat haccı em-retmemiştir.
Tıpkı bunun gibi Buharî'de yer alan şekli ile "Dımam" hadisinden de
hacc'ın sözü edilmemiştir. Nasıl ki, Talha, Ebu Hureyre-Allah onlardan razı
olsun- ve başka sahabiler tarafından rivayet edilmiş olan bu hadisin değişik
ifadelerinde de hacc ibadetine yer verilmemiştir. Oysa hadis uzmanlarına göre
bu hadisler "Dımam" hikâyesi ile ilgilidir, "Dımam"m ne
zaman Peygamberimizi ziyaret ettiği kesin olmamakla birlikte bu görüşün doğru
olması mümkündür.
"Allah
için Hacc'ı ve Umre'yi tamamlayınız. Eğer düşman ve hastalık gibi bir engelle
kuşatilırsanız kolayınıza gelen kurbanı gönderiniz ve gönderdiğiniz kurban
yerine varıncaya kadar başlarınızı traş etmeyiniz."[177]
ayetine gelince bu ayet sadece o sırada müs-lümanların başladıkları ziyareti
tamamlamalarını emrediyor. Müslümanlar Hudeybiye barışının imzalandığı yıl Umre
niyeti ile ihram giyinerek Mekke'ye doğru yola çıkmışken düşman tarafından
kuşatılarak yola devam etmeleri önlendiği için kendilerine kuşatma engeli
karşısında nasıl davranacakları belirtilmiştir. Yoksa o sırada müslümanlara ne
Hacc ve ne de Umre henüz farz kılınmamıştı.
Yukardaki
hadislerde görülen farklılığa karşı verilecek ikinci cevaba gelince, Peygamber
Efendimiz -salât ve selâm
üzerine
olsun- bu hadislerde duruma uygun düşen ibadetleri dile getirmiştir. Meselâ
kimi zaman ve durumda namaz ve zekât gibi reddedicilerine karşı savaş açmayı
gerektiren zahiri fazlan sayarken başka bir zaman ve durumda karşısındaki soru
sorana gereken farzı dile getirmiştir. Bu durumlarda namaz ve orucu dile
getirerek cevap verdiği kimsenin zekat verecek imkânı olmadığı gibi, böyle
olmayan kimselere cevap verirken de namaz ve oruç yanında zekâtı da saymıştır.
Hacc'dan söz etmeyen hadislere gelince bunlar ya Hacc farz olmadan önce
söylenmiştir. Meselâ Abd-i Kays kabilesi temsilcilerine verilen cevapta durumun
böyle olması gerekir -veya o sırada sorusuna cevap verilen kimse uhdesinde
Hacc borcu bulunmayan bir kimse idi.
Bu
arada şunu belirtmek gerekir ki, namaz ve zekâtın diğer farz ibadetlerde
bulunmayan ortak bir özelliği vardır. Bu yüzden Cenab-ı Allah Kur'an-ı Kerİm'de
bu ibadetleri reddedenlerle savaşılması gerektiğini belirtmiştir. Çünkü iki
ibadet, meselâ oruca benzemez niteliktedir. Sebebine gelince oruç, insanlara
güven esasına dayanır. Bu yönü ile namaz abdesti ve gusul (boy) abdesti gibi
varlığı ile yokluğu kul arasında kalmış ve insanlar tarafından tespit edilmesi
mümkün olmayan bir ibadettir. Yani insanın oruca niyetlenmeyerek gizlice
yiyip içmesi mümkündür, tıpkı kişinin ab-destsiz ve cünüp olduğunu saklamasının
mümkün olması gibi. Fakat namaz ve zekât bunların tersine müminler arasında
yerine getirilmemeleri mümkün olmayan zahiri farzlardır.
Nitekim
Peygamberimiz uğrunda savaşılan ve yapılınca müslüman olunan zahiri amelleri
belirtmek isteyince bu maksatla söylediği hadiste orucun sözünü etmeyerek
namazı ve zekâtı dile getirmiştir. Oysa bu hadisi söylediği tarihde Ramazan
orucu farz kılınmıştı. Ayrıca Berae (Tevbe) süresindeki namazı ve orucu sayıp
da orucdan bahsetmeyen iki savaş emredici
ayet de böyledir. Çünkü ilgililerin görüş birliği ile belirttiklerine göre
Berae (Tevbe) suresi orucun farz oluşundan sonra inmiştir.
Bunun
gibi Peygamber Efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun-Muaz b. Cebal'i,
Yemen'e gönderirken kendisine şu ünlü direktifi vermişti:
"Sen
Kîtab'lı (ehl-i Kitab'dan olan) bir kavme elçi gidiyorsun. Onlardan ilk
isteyeceğin şey AHah'dan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in O'nun Rasulü olduğuna
şahadet etmeleri olsun. Eğer bu çağrına olumlu cevap verilirse Allah'ın
kendilerine bir gün bir gece zarfında beş vakit namaz kılmayı farz ettiğini
anlat. Eğer bu emrine itaat ederlerse kendilerine aralarındaki zenginlerden
alınıp fakirlere verilecek bir sadaka (zekat) farz ettiğini anlat. Eğer bu
emrine de itaat ederlerse sakın (zekat olarak) en değerli mallarını alma.
Mazlumun (haksızlığa uğramış kimsenin) bedduasından kork. Çünkü bu dua ile
Allah arasında hiç bir perde (engel) yoktur."
Bilindiği
gibi, "Peygamberimiz, Muaz'ı son zamanlarda yani orucun farz oluşundan ve
Mekke'nin almışından sonra, hatta Tebük seferinden ve buna göre Hacc'ın ve
Cizye'nin farz oluşundan sonra Yemen'e gönderdi. Nitekim Rasulûl-lah vefat
ettiği zaman Muaz henüz Yemen'de idi. Medine'ye dönüşü Peygamberimizin
ölümünden sonradır. Böyle olduğu halde Rasulûllah, Muaz'a direktif
niteliğindeki hadisinde orucdan söz etmemiştir. Çünkü oruç, batınî (kul ile
Allah arasında kalmış) ve ön plândaki diğer farzlara bağımlı bir ibadettir.
Aynı hadiste Hacc ibadetinin de sözü geçmez. Çünkü bu farz ibadet genel
karakterli olmayan, tersine özel bir nitelik taşıyan ve ömür boyunca sadece bir
kez yapılması gereken bir ibadettir.
Bu
yüzden sözü geçen dört farz ibadetin farz olduklarını kabul eden bir kimsenin
bunlardan birini terkettiği takdirde kâfir olup olmayacağı alimler arasında
tartışmalı bir meseledir. Fakat "şahadet cümlelerini" gücü yettiği
halde dili ile ifade etmeyen kimse yetkili müslümanlara, ilk dönem imamlarına
ve islâm alimlerinin büyük çoğunluğuna göre hem zahirî ve hem de batını anlamda
kâfirdir.
Bu
arada Murcie mezhebinin bir kesimine, yani Cehm, Şalini ve taraftarları gibi
Murcie mezhebinin Cehmiye kolunu oluşturan bazı kelâmcılara göre böyle bir
kimse kalbi ile Allah'ı tasdik etmiş olduğu takdirde görünüşte kâfir sayılır,
ama batın aleminde mümindir.
Bu
sözün mahiyeti hakkında daha önce söyleyeceğimizi söyledik. Tekrar belirtelim
ki, bu söz islâm'da bidat (asılsız uydurma) çıkaranların sözüdür. Hiç bir
zaman böyle bir söz söylenmemiştir. Daha önce açıkladığımız gibi kalb-deki iman
zahirde (görünürde) dil ile ifade etmeyi (ikrarı) gerektirir. Hatta bundan daha
Ötesini de gerektirir. Çünkü onaylama (tasdik), sevgi ve boyun eğme boyutları
ile batini bir imanın açık ifadesi (ikrarsız) varolabilmesi mümkün değildir.
Fakat
diğer "dört farz ibadet" e gelince Kur'an ve hadis-lerdeki
delillerden haberdar olduğu halde bunlardan herhangi biri ile ilgili bir farzı
inkâr eden kimse kâfir olur. Tıpkı haram oluşu Kur'an ve hadisle sabit olan
sövme, zulüm, yalancılık ve alkollü içki içme gibi davranışların haram olduğunu
inkâr edenin kâfir olması gibi.
Buna
karşılık insan çeşitli sebeplerle bu ibadetlerin farz olduklarını belirten
delillerden haberdar olmayabilir. Meselâ kişi henüz İslama yeni girmiş olabilir
veya İslâm şeriatini öğrenmesine imkân vermeyen uzak bir çölde oturuyor olabilir,
yahud vaktiyle Hz. Ömer'in -Allah ondan razı olsun-tevbe ettmeye çağırdığı
kimseler gibi, iman edip iyi ameller işlemekte olan kimselerin alkollü içki
yasağından muaf tutulduklarını yanlışlıkla sanabilir. Bunlar gibi başka bazı sebepler de bulunabilir.
O
zaman böyle kimselere önce kabul etmedikleri farzların farz olduklarını
belirten deliler anlatılır ve arkasından daha önceki yanlış bilgi ve
davranışları yüzünden tevbe etmeye çağrılırlar. Eğer eski yanlış görüşlerinden
ısrar ederlerse o zama kafir olurlar. Ama anlattığımız şartlar yerine getirilmeden
bu kimselere kâfir denemez, haklarında böyle bir hüküm verilemez. Nasıl ki,
sahabiler Kudame b. Mazun'u ve arkadaşlarım giriştikleri yanlış yorumdan dolayı
kâfir saymamışlar, böyle bir yargıya varmamışlardır.[178]
Bu
dört ibadetin farz olduğuna inanan bir kimsenin bunlardan birini yapmadığı
takdirde kâfir olup olmayacağı hakkında alimler tarafından çeşitli görüşler
ileri sürmüşler. Aşağıdaki başlıcalarını özeleyeceğimiz bu farklı görüşlerini
tümü, çeşitli rivayetler halinde Ahmed b. Hanbel'e de dayandırılmıştır.
1- Birinci görüşe
göre Hacc da dahil olmak üzere bu dört ibadetten herhangi birini terkeden
(yapmayan) kimse kâfir olur. Erteleme (vaktinde yapmama) durumunda hükmün ne
yolda olacağı alimler arasında tartışmalıdır. Fakat kişi bu ibadetlerden
herhangi birini yapmamaya kesinlikle karar verince kâfir olur. Bu görüş ilk
dönem (selef) alimlerinden bir bölümünün görüşüdür ve ayni zamanda Ebu Bekir'in
tercihini kazanmış Ahmed b. Hanbel'in bu konudaki görüşlerinden biridir.
2- İkinci görüşe göre
bu ibadetlerin farz olduğuna inanmış bir kimse onlardan birini yapmıyor
(terkediyor) diye kâfir olmaz. Bu görüş Ebu Hanife, Malikî ve Şafiî'ye bağlı
fıkıh alimlerinin büyük çoğunluğunun görüş olduğu gibi İbn-i Butta ve
arkadaşları tarafından tercih edilen Ahmed b. Hanbel'in görüşlerinden biridir.
3- Üçüncü görüşe göre
insan bu ibadetler içinde sadece namazı terkettiği için kâfir olur, (öbür üçünü
bırakmak kâfirlik sebebi değildir). Bu görüş, Ahmed b. Hanbel'e dayandırılan
üçüncü görüş olduğu gibi ilk dönem (selef) alimlerinin çoğunluğu ile Maliki ve
Şafi'nin bir bölüm taraftarlarının görüşüdür.
4- Dördüncü görüşe
göre insan namazla birlikte zekâtı ter-kettiğinden dolayı kâfir olur. (Diğer
ikisinin terkedilmesi kâfirliğe yol açmaz.)
5- Beşinci görüşe
göre insan namazla birlikte zekâtı terkettiği için de kâfir olur. Fakat zekâtı
terketmenin kâfirliğe yolaçması için îmam'ın (hükümdarın) zekât vermeyenlere
karşı savaş açmış olması gerekir. Bu dört ibadetin öbür ikisi olan oruç ve
Hacc'ı yapmamak kâfir olmaya sebep olmaz.
Bu
meslenin iki yönü vardır: Birinci yönü zahiri anlamda kâfirliği belirlemek;
ikinci yön, yani sözünü ettiğimiz dört ibadetin yapılmayışının batini (kalbi)
anlamda kâfirliğe yolaçması daha önce söylediğimiz gibi imanın sözlü ifade ile
ameli (eylemi) içerdiğini kabul etmeye dayanır. Yani kalbiyle Allah'ın
kendisine namazı, zekâtı, orucu ve haccı farz kıldığına kesinlikle inanan bir
kimsenin yıllarca yaşadığı halde ömründe hiç alnını secdeye değdirmemesi, hiç
bir ramazanda oruç tutmaması, hiç zekât vermemesi ve hiç Kabe'ye gitmemesi
olabilecek bir şey değildir, daha açıkçası böyle bir şey ancak kalbde
varolabilir, yoksa bu tutum sağlıklı bir imanla birarada bağdaşamaz. Böyle
olduğu içindir ki, şu ayette Cenab-ı Allah kâfirleri secde etmekten kaçınmakla
nitelemekte ve suçlamaktadır:
"Topuktan
açıldıkları (zor durumda kaldıkları) ve secde etmeye çağrıldıkları gün bunu
yapamazlar (çünkü secde etme zamanı geçmiştir). Gözleri yere bakarak yüzlerini
zillet kaplar. Onlar vaktiyle sağlamken de secdeye çağrılırlar (fakat secde
etmezler)di."[179]
Ayrıca
Buhari ile Müslim'de yeralan ve Ebu Hureyre ile Ebu Said-i Hudrî'den -Allah
onlardan razı olsun- rivayet edilen bir hadise göre-ki "Tecellî
Hadisi" diye anılır-Pey-gamber Efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun-
şöyle buyuruyor:
"Kıyamet
günü Cenab * "ah kullarına tecelli edince müminler hemen secdeye
kapanınaı. vie dündaya gösteriş ve nam uğruna secde etmiş olanların belleri
tutulur da secdeye varamaz olurlar."
Dünyadayken
gösteriş için secde edenlerin hali bu olunca hiç baştan secde etmemiş
olanların hali nice olur? Öte yandan Müslim'de yer alan bir hadiste
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyuruyor:
"Ateş
insanoğlunun secde yerleri dışında kalan her yerini yer(yakar). Çünkü Allah
secde yerlerini yemeyi (yakmayı) ateşe haram kılmıştır."
Bundan
kolayca anlaşılır ki, ateş dünyada hiç secde etmemiş olan kimsenin tüm
vücudunu yer (yakar). Bu arada yine Müslim'de yer alan bir hadise göre
"Peygamber Efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- ümmetini abdest
azalarında belirecek olan parlaklık ve ağartıdan tanıyacaktır." Demek ki,
abdest azaları "parlak ve ağarmış" olmayan kimseleri Rasulûllah
tanımayacak ve ümmeti arasına katmayacaktır.
Aşağıdaki
ayetler de bunu ispatlar. Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:
"Yiyiniz,
azıcık safa sürünüz, sizler suçlusunuz. Hakkı yalanlayanların vay haline o gün.
Onlara "rukûa varın", dendiğinde rukûa varmazlar. Hakkı yalanlayanların
vay haline, o gün!"[180]
"Kendilerine Kur'an okunduğu zaman secde etmezler. Tersine o kâfirler
yalanlarlar. Allah onların içlerinde gizledikleri küfür ve düşmanlığı iyi
bilir."[181]
"Ne
onayladı ve ne de namaz kıldı. Tersine yalanladı ve yüz çevirdi."[182]
"Kendilerine
-sizi şu yakıcı ateşe sürükleyen nedir?-diye sorulur. Onlar da derler ki; biz
namaz kılanlardan değildik. Yoksula yemek vermezdik. Diğer gafiller ile birlikte
boş şeylere dalardık. Ceza gününü yalanlardık. Bu halde iken sonunda bize ölüm
gelip çattı."[183]
Görüldüğü
gibi Cenab-ı Allah bu ayetlerde sözü geçen günahkârları bir yandan "namazı
terketmek"le ve öbür yandan "Hakkı onaylamamak" la; yine bir
yandan "Hakkı yalanlamakla ve öbür yandan "yüz çevirmek"le
niteliyor. Bilindiği gibi "yüz çevirmek" ibadet etmekten kaçınmak
demektir. Nitekim Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:
"O
geride kalan bedevilere de ki; siz yakında çok kuvvetli bir kavme karşı
savaşmaya çağrılacaksınız. Ya onlarla döğüşürsünüz veya onlar müslüman olurlar.
Eğer itaat ederseniz, Allah size güzel bir mükâfat verir; yok eğer daha önce
yüz çevirdiğiniz gibi bu defa da yüz çevirirseniz, Allah sizi acı bir azaba
çarptırır."[184]
Cenab-ı
Allah yukardaki ayetlerden birinde cehennemlikleri "Namaz kılanlardan
olmamakla" nitelendirdiği gibi aşağıdaki ayette de Hakk'ı yalanlamayı
"ibadetten yüz çevirmekle" birlikte zikretmiştir:
"Şu,
bir kulu (Peygamberi) namaz kılarken ona engel olmak isteyeni gördün mü? Eğer o
kul hidayet üzere ise veya kötülüklerden uzak durmayı emrediyorsa. Buna
karşılık o namaza engel olmak isteyen kimse Hakk'ı yalanlıyor ve ibadetten yüz
çeviriyorsa, Bilmiyor mu
ki,
Allah herşeyi görüyor? Hayır, (olmaz böyle şey) eğer bu yaptığından vazgeçmez
ise onu perçeminden, o yalancı ve günahkâr perçeminden tutup cehenneme sürükleriz!"[185]
Bunun
yanında Kur'an-ı Kerim din kardeşliğini, namaz kılmaya ve oruç tutmaya bağladı.
Tıpkı bu kardeşliği kâfirlikten tevbe etmeye bağladığı gibi. Buna göre namaz
kılmak ile oruç tutmak yok olunca din kardeşliği de yok olur. Bu arada
Peygamber Efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bu konuda şöyle buyurmuştur:
"Bizimle
onlar arasındaki ortak ahd namazdır. Kim namaz kılmaz ise kâfir olur."
Müslim'de
yer verilen başka bir hadis de şöyledir:
"Kim
bilerek namazı terkederse himayemizden yoksun olur."
Bunlar
yanında namaz mü s lü m anların şiarı (sembolüdür. Bu yüzden onlar onunla
anılarak kendileri hakkında "Namaz ehli ihtilâfa düştü" ve
"Kıble ehli ihtilafa düştü" gibi ifadeler kullanılır. Müslümanların
makalelerini tasnif edenler bu derlemeler için "Müslümanların
Makaleleri" veya "Namaz kılanların tartışmaları" deyimlerini
kullanmışlardır. Nitekim Müslim'de yer alan bir hadise göre Peygamberimiz
-salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyuruyor:
"Kim
şu kıldığımız namazı kılar, şu yöneldiğimiz kıbleye yönelir ve kestiğimiz
hayvanın etini yerse o üzerimizde hakları ve karşımızda sorumlulukları olan bir
müslümandır."
Bunlara
benzer delillerin sayısı Kur'an ve hadiste çoktur. Bu arada şunu belirtelim ki,
namaz ve benzeri ibadetleri ter-ketmeyi kâfirlik sebebi saymayanların bu konuda
ileri sürdükleri her delil, namazın farz olduğunu inkâr edeni olduğu kadar
terkedeni de kapsamına alır. Buna göre onların namazın farz olduğunu inkâr
edenlerle ilgili her cevabı,
aynı
zamanda namazı terkedenlerle ilgili olarak kendilerine karşı cevap olarak
kullanılabilir. Ayrıca daha önce belirttiğimiz gibi, delil kaynaklarımız
kâfirliği, ibadetten yüz çevirmeye bağlamışlardır. Bu görüşü savunanların tezlerini
ispat etmek için baş vurdukları deliller tıpkı Murcie mezhebini savunanların
görüşlerini ispat etmek için delil olarak şu tip genel hükümlere dayanmalarına
benzer;
"Kim
Allah'dan başka ilah olmadığına, Muham-med'in Allah rasulü ve İsa'nın, Allah'ın
elçisi kulu, Meryem'e sunduğu kelimesi ve kendi ruhu olduğuna şahadet ederse
Allah kendisini cennete koyar."
Bu
görüşü savunanların en sağlam dayanakları Peygamber Efendimizin-salât ve selâm
üzerine olsun-şu hadisidir:
"Beş
vakit namazı Allah kullarına bir gün, bir gece zarfında farz kıldı. Kim bu
namazları devamlı şekilde kılarsa Allah onu cennete koyacağını taahhüt
etmiştir. Buna karşılık kim bu namazları devamlı şekilde kılmazsa Allah'ın ona
karşı hiç bir taahhüdü yoktur. İsterse onu azaba çarptırır ve isterse
cehenneme koyar"
Bu
görüşün savununcuları "Görülüyor ki, bu hadise göre, Cenab-ı Allah namaza
devam etmeyenlerin akıbetini dileğine bağlamıştır. Oysa kâfirin akıbeti Allanın
dileğine bağlı değildir" diyorlar. Fakat hadisin söyledikleri anlama geldiği
kesin değildir. Çünkü burada Allah'ın vaadine bağlanan durum, "namaza
devam etmek"tir ki, bu deyim namazları vakitlerinde kılmak demektir.
Nitekim Cenab-ı Allah "Namaza ve ö/ellikle ortadaki namaza devam
ediniz"[186]
buyurmuştur. Buna göre "Namaza devam etmeme" hali namazı vaktini
geçirerek kılmak olur. Nasıl ki Peygamber Efendimiz, Hendek savaşı sırasında
ikindi namazını gecektirerek kılınca yukardaki ayetle uyarılarak "ikindi
namazını ve diğer namazları vakitlerinde kılmak"la emrolundu. Bunun diğer
bir delili de şu ayettir:
"Onlardan
sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki, namazı savsakladılar ve nefislerinin
aşırı arzularına kapıldılar. Bunlar ilerde azgınlıklarının cezasına çarpılacaklardır."[187]
İbn-i
Mesud'a ve diğer sahabîlere burada geçen "namazı zayi etmenin
(savsaklamanın)" ne demek olduğu sorulunca bu kimseler söz konusu ifadenin
namazı vaktinde kılmayarak geciktirmek demek olduğunu belirterek sözlerini
"Biz bu ifadeyi hiç bir zaman namazı terketmek (hiç kılmamak) anlamında
anlamadık. Çünkü eğer Kur'an'da sözü geçen zümre namazı büsbütün terketseydi
kâfir olurlardı" diye bağlamışlardır. Şu ayeti de ayni görüşü destekler:
"Yay
o kimselerin başlarına ki, onlar namazlarını baştan savma kılmaktadırlar."[188]
Görülüyor
ki, Cenab-ı Allah, ayette sözü geçen kimseleri namaz kıldıkları halde namazı
vaktinde kılmak, namazın belirli şartlarını yerine getirmek gibi bazı gerekli
esasları gözetmedikleri için kınamaktadır. Nitekim Müslim'de yer aldığına göre
Peygamber Efendimiz-salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyurmuştur:
"O
münafık namazıdır, o münafık namazıdır, o münafık namazıdır. Adam güneşi
gözlüyor ve güneş şeytanın boynuzları arasına gelince kalkıp alelacele dört
rekât namaz kılıyor, bu namaz sırasında Allah'ın adını çok az zikrediyor."
Görüldüğü
gibi Peygamberimiz, vaktinden sonra bırakılan ve üstünkörü bir şekilde kılınan
böyle bir namazı "Münafık Namazı" olarak nitelendirmiştir.[189]
Yine
Müslim'de yer alan bir hadise göre Peygamber Efendimiz-salât ve selâm üzerine
olsun- kendisinden sonra
gelecek
hükümdarlar arasında İslama aykırı hareketler yapacak olanların çıkacaklarını
belirtince sahabiler kendisine
"Ya
Rasulallah, onlara karşı ayaklanıp savaşmayalım mı?" dîye sordular.
Peygamberimiz bu soruya
"Namazlarını
kıldıkları sürece hayır" diye cevap vermiştir. Yine başka bir hadise göre
de
"İlerde
namazları geciktirip vakitlerinde kılmayan hükümdarlar çıkacaktır. O zaman
sizler namazlarınızı vakitlerinde kılınız ve o hükümdarların arkasında kılacağınız
namazları nafile niyetiyle kılınız" buyurmuştur.
Görüldüğü
gibi Peygamberimiz, îslâma aykırı icraatlarda bulunan hükümdarlara karşı bu
hükümdarlar namaz kılmaya devam ettikleri sürece ayaklanmayı yasaklamıştır.
Bundan açıkça anlışılır ki, söz konusu hükümdarlar eğer namaz kılmayacak
olurlarsa kendilerine karşı ayaklanılarak öldürülmeleri gerekir. İkinci
hadiste de Rasulûllah bu hükümdarların namazı vaktinde kılmayıp
gecitireceklerini belirtiyor. Bu da namazı terketmek değil, onu "devamlı
ve titiz şekilde kılmamak"tır.
Bu
iki davranış arasındaki fark yine anlaşılınca görülüyor ki, Peygamberimiz,
yukardaki hadiste namazı terketme-yi değil, onu devamlı ve titiz şekilde
kılmamayı Allah'ın dileğine bağlamıştır.
Sözün
kısası normal olarak düşünülemez ki, her hangi bir kimse kalbden mümin olsun,
Allah'ın kendisine namaz kılmayı farz ettiğini kabul etsin, Peygamberimizin
Allah katından getirmiş olduğu şeriat prensiplerine bağlı olsun da böyle bir
kimse islâm devletinin yetkilisi tarafından kendisine verilecek olan namaz
kılma emrini reddetsin de bu yüzden öldürülsün. Bununla birlikte kalbinden
mümin olsun, asla. Böyle biri ancak kâfir olabilir.
Böyle
biri "Ben namazın farz olduğuna inanıyorum, fakat onu kılmıyorum"
dese bu söz bu tutumu karşısında
yalan
olur. Tıpkı mushafı kaldırıp çöplüğe atan bir kimsenin "Bu kitapda yazılı
olan her şeyin Allah'ın sözü olduğuna şahadet ederim" veya
peygamberlerden birini öldüren bir kimsenin bu cinayeti işlerken "Ben onun
Allah'ın Rasulü olduğuna şahadet ederim" demesi ve bunlara benzer
kalb-deki imanla çelişecek davranışlar işleyenlerin tutumu gibi. İnsan bu tip
imanla çelişkili davranışlara rağmen "Ben kalben müminim" derse
söylediği bu söz yalan kabul edilir.
Bu
nokta iyi düşünülmelidir. Zahir (görünen) ile batın (iç ve kalb) arasındaki
sıkı ilişkiyi bilen kimsenin bu konuda hiç bir şüphesi olmaz. O zaman iyice
anlaşılır ki, "söz konusu ibadetlerin farz olduklarını kabul edip de
onlardan hiç birini yapmayan kimse öldürülmez" veya "müslüman olarak
ölüm cezasına çarptırılır" diyen fıkıh alimleri Murcie ile Ceh-miye
mezheplerinin belirttikleri şüphelere kapılmışlar yada kesin irade ile
biraraya gelen tam bir gücün bazan hiç bir dış eylem (hareket) meydana
çıkarmayabileceğim ileri sürenlerin tereddütlerine düşmüşlerdir.
Bu
yüzdendir ki, böyle bir kimsenin öldürülemeyeceğini düşünen alimler bu
düşüncelerini "iman" konusundaki görüşlerine dayandırarak
"ameller imanın parçası değildir" demişlerdir. Oysa daha önce
belirttik. Genel anlamda ameller imanın gerekli tezahürleridirler ve zahirî
ameller olmaksızın kalbde imanın bulunması imkânsızdır. Bu arada zahirî
ameller isterse imanın gerekli tezahürleri ve isterse imanın ayrılmaz birer
parçası sayılsınlar.
Bu
böyle olunca bazı görevlerini yapan ve bazılarım terkeden kulda yaptığı
görevler oranında iman var demektir. İman artıp eksilebilir ve aynı kişide hem
iman hem de münafıklık birarada bulunabilir. Nitekim Peygamber Efen-dimiz-salât
ve selâm üzerine olsun- şöyle buyuruyor:
"Şu
dört vasıf kimde bulunursa katıksız bir münafıktır. Bu vasıflardan herhangi
birini üzerinde bulunduran
benzeri
gibi öyle münafıklar vardı ki, haklarında ayet inmişti. Bütün bunlara rağmen
bu kimseler öldüğü zaman müs-lüman akrabaları kendilerine mirasçı olabildiği
gibi yakınları öldüğü zaman ona mirasçı olmalarına engel olunmamıştı. Bu
arada seri bir cezaya çarpıtırılmadıkça can dokunulmazlıkları da asla
çiğnenmiyordu.
Nitekim
"Haruriye" diye bilenen "Hariciye" kesimi Hz. Ali'ye -Allah
ondan razı olsun- baş kaldırıp müslümanlar-dan ayrılınca Halife Önceleri
kendilerine "Sizlerin mescid-lere gelmenizi engellenmemek ve ganimet
paylarınızı kesmemek bizim üzerimizdeki haklannızdır" dedi. Fakat adamlar
bir süre sonra müslümanlarla savaşmayı ve mallarını yağmalamayı mubah saymaya
başlayınca Hz. Ali, Peygamberimizin emri uyarınca onlara savaş açtı. Çünkü
Peygamberimiz onlarla ilgili bir habisin sonunda "Nerede karşılaşırsanız
onları öldürünüz. Çünkü Kıyamet günü bunları öldürenler
mükâfatlandırilacaklardır." buyurmuştur.
Demek
ki, "Haruriye" zümresi ile savaşmak Peygamberimizin sünneti ve
sahabîlerin sözbirliği (ittifakı) ile sabittir- Yoksa onlara karşı verilen
savaş iki müslüman kitle (Sünnîler ile Şiiler) arasında kopan savaş gibi bir
fitne savaşı değildi. Nitekim Peygamberimiz-salât ve selâm üzerine
olsun-vaktiyle bu iki müslüman kesim arasındaki savaşla ilgili olarak Buharî'de
yer alan bir hadise göre torunu Hz. Hasan'ı -Allah ondan razı olsun- kasdederek
"Benim bu torunum seyyidir. Allah onun aracılığı ile iki büyük müslüman kitleyi
barıştıracak, uzlaştıracaktır" buyururken, Müslim'de yeralan bir hadise
göre "Haruriye" zümresi hakkında "Müslümanların ikiye bölüneceği
dönemde bir gurup dinden çıkacak ve bu guruplardan hakka daha yakın olanı
onlarla savaşacaktır" buyurmuştur.
Bu
hadislerin ilki gösteriyor ki, Hz. Hasan'ın -Allah onkimse de söz konusu huyu
bırakıncaya kadar münafıklığın sıfatlarından birini üzerinde taşımış olur (Bu
vasıflar şunlardır:)
1- Konuşurken yalan
söyler
2- Kendisine verilen
emanete hıyanet eder
3- Verdiği sözden
cayar.
4- Çatışmaya
girişince çirkin yollara başvurur." Peygamberimizin bu hadisi iyice
anlaşılırsa bu konuda hiç
bir
şüpheli nokta kalmaz. Çünkü insanlar, bir çok şehrin nüfus çoğunluğunu meydana
getiren kimseler ne devamlı şekilde beş vakit namaz kılarlar ve ne de tamamiyle
namazı terkederler. Tersine bu insanlar namazlarını bazan kılarlar ve bazan da
kılmazlar.
O
halde bu kimselerde aynı anda hem iman ve hem de münafıklık vardır. Bununla
birlikte gerek miras ve gerekse onun benzeri olan konulardaki İslâm hükümleri
bu kimseler hakkında uygulanır. Çünkü bu hükümler îbn-i Ubeyy ve benzeri
katıksız münafıklar hakkında uygulandıktan sonra yukardaki kimseler hakkında
haydi haydi uygulanır.
Bu
noktayı her türü şüpheyi giderecek şekilde açıklamak gerekir. Çünkü çoğu fıkıh
alimleri kâfir olduğu söylenen herkese açıkça dinden dönmüş (mürted)
hükümlerinin uygulanması gerektiğini ve buna göre miras ve evlenme haklarından
yoksun bırakılması icap ettiğini sanırlar. O kadar ki, yorum yolu ile kâfir
saydıkları bidatçılara bile ayni hükmü uygulamaya kalkışmışlardır. Oysa durum
böyle değildir.
Bilindiği
gibi Peygamber Efendimiz-salât ve selâm üzerine olsun-zamanında insanlar; a)
müminler, b) mahiyetini açıkça ortaya koyan kâfirler c) mümin göründükleri halde
içlerinden kâfir olan münafıklar olmak üzere üç kategoriye ayrılıyordu.
Münafıklar arasında öyleleri vardır ki, çeşitli alâmet ve delillerle
münafıklıkları biliniyordu, hatta münafıklıklarında hiç şüphe edilmiyordu.
İbn-i Ubeyy ve dan razı olsun- takındığı
barışçı tutumun vacip veya müs-tahap olma ihtimaline rağmen Peygamberimiz
tarafından açıkça övülmemiştir. Hadislerin ikincisinden anlaşıldığına göre de
"Harici'ler ile savaşmış olan Hz. Ali ve taraftarları, Hz. Muaviye ve
taraftarlarına göre hakka daha yakındı! Demek ki, Peygamberimizin emri gereği
olan "Harici"lere karşı savaş, Peygamberimizin emrine dayanmayan
Cemel ve Sıffin savaşları gibi değildir.[190]
Burada
asıl anlatmak istediğimiz şudur., "Harici"Ier müslümanlara karşı
savaş açana kadar Hz. Ali ve aradaşlan onları kâfir olduklarına hükmedip
kendilerine savaş açmamışlardır. Bidatçıların ve Kur'an'ı şahsî arzularına
göre yorumlayanların kâfir sayılıp sayılamayacakları ve bunların ebedi
cehennemlik kabul edilip edilemeyecekleri konusu alimler arasında tartışmalı
bir konudur. Hiç bir imam yoktur ki, bu konuda kendisine iki ayrı görüş dayandırılmış
olmasın. Maliki, Şafii, Ahmed ve diğer imamlar gibi. Bu imamların bazı
taraftarları bu tartışmayı bütün bidatçılara yaygınlaştırarak onları ebedi
cehennemlik saymıştır. Hatta böyleleri bidatçı olduğuna inanılan herkesin ebedî
cehhen-nemlik sayılmasını zorunlu kabul etmişlerdir. Kimi de bu tutumun tam
tersini benimseyerek küfre ve inkâra sürükleyici söz söylemiş bile olsalar
Kur'an'ı kendi bildiğine göre yorumlamaya kalkışan hiç bir kimsenin kâfirlikle
suçlanamayacağını ileri- sürmüştür.
Bu
konuyu şöyle inceleyebiliriz. Herhangi bir söz küfür olabilir.
"Cehmiye" mezhebi taraftarlarının "Allah konuşmaz" ve
"Ahirette görülmez" demeleri gibi. Fakat böyle bir sözün küfür
oluşunu bazıları açıkça kabul etmeyince (bu konuda tereddüt belirtince) böyle
bir sözü söyleyenin kâfir olacağı genel ve mutlak bir ifade ile dile getirilir.
Tıpkı ilk dönem imamlarının (selefin) "Kim Kur'an'm mahlûk (yaratık)
olduğunu söylerse kâfirdir" ve "Kim Allah'ın ahirette
görülemeyeceğini söylerse kâfirdir" demeleri gibi. Fakat daha önce
anlatıldığı gibi, bu durumda hakkında kesin delil ele geçmedikçe hiç bir
belirli şahıs kâfirlikle suçlanmıyor, sadece genel bir kural söylenmekle
yetiniliyor.
Başka
bir örnek de bir takım şahsryorumlara dayanarak namazın ve zekâtın farz
olduğunu inkâr eden ve alkollü içki ile zinayı helâl sayan kimsenin tutumudur.
Hiç şüphesiz, müslümanlar arasında bu tip hükümlerin yaygınlık kazanması,
yukardaki inançların yayılmasından daha önemli ve daha tehlikelidir. Buna
rağmen böyle yanlış yorumlar ileri süren kimse bu görüşünü açıkça ifade
etmedikçe ve arkasından tevbe etmeye çağrılıp reddetmedikçe kâfirlikle
suçlanamaz. Bilindiği gibi alkollü içkinin helâl olduğunu ileri süren bir
guruba karşı sahabîler böyle davranmışlardı. Nitekim sahih bir hadise göre
vaktiyle adamın biri "Ben ölünce cenazemi yakıp küllerini denize atınız.
Vallahi, eğer gücü yeterse Allah beni hiç bir insanı çarptırmamış olduğu ağır
bir cezaya çarptırır" dedi. Fakat Allah'ın güçlülüğü ve yakıldıktan sonra
kendisini yeniden diriltebileceği konusunda şüphe belirten bu sözlerine rağmen
Allah kendisini affetti. Bu meseleleri başka yazılarımızda geniş bir şekilde
anlatmıştık.
Eğer
biri ortaya çıkar da "Cenab-ı Allah Kur'an-ı Kerim'in iki ayetinde
kâfirlere ve münafıklara karşı cihad edilmesini emrediyor. Eğer her zaman
görünüşe bakılarak münafıka müslüman işlemi yapılacaksa ona karşı nasıl cihad
edilebilecek?" denirse bu sorunun cevabı şudur. Ne iman ve ne de
münafıklık kalbde gizli kalamaz. Nitekim ilk dönem imamlarından biri bu konuda
"Hiç bir gizli sır yoktur mutlaka yüzün sayfasında veya dilin
kıvrımlarında ortaya çıkmamış
olsun"
demiştir. Ayrıca Cenab-ı Allah münafık hakkında
"Biz
dikseydik onları (münafıkları) sana gösterirdik; Sen onları simalarından
tanırdın ve sözlerinin üslubundan farkederdin."[191]
buyurmuştur.
Buna
göre'münafık, bir takım farzları yapmayarak ve bazı haramları işleyerek
cezalandırılmayı hakkederse görüşüne göre cezalandırılır, yoksa hakkında kesin
delil olmadıkça sezgi yolu ile bilinen iç durumuna göre cezalandırılmaya kalkışılmaz.
Nitekim Peygamber Efendimiz-s al ât ve selâm üzerine olsun- Allah'ın kendisine
kimliklerini bildirmiş olduğu bazı münafıkları tanıyordu. Fakat onlar bu
durumdan habersiz olarak yalan yere Peygamberimize bağlılık yeminleri
ediyorlardı. Buna rağmen Rasulûllah onları göründükleri gibi kabul ediyor ve
iç yüzlerinin gizli mahiyetini Allah'a havale ediyordu. Münafıklığın temel
niteliği şudur ki, böyle bir kimsenin gizli yönü ile açık kimliği ve görünüşü
ile batini mahiyeti biribirine ters, hatta çelişik olur. Bu yüzdendir ki,
Cenab-ı Allah Kur'an'da münafıkları yalancılıkla ve müminleri de doğrulukla
nitelemektedir.
Cenab-ı
Allah şöyle buyuruyor:
"Yalan
söylediklerinden dolayı onları (münafıkları) acı bir azab beklemektedir."[192]
Diğer
bir ayet de şöyledir:
"Münafıkların
yalancı olduklarına Allah şahittir."[193]
Bu
konudaki diğer bir ayet de şöyledir:
"İyilik,
yüzlerinizi doğru ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik (birr)
Allah'a, ahiret gününe, meleklere ve peygamberlere inanmak; akrabalara,
yetimlere, yoksullara, yolculara, dilencilere ve boyunduruk altın-. da olan
köle ve esirlere malî yardımda bulunmak; namaz kılmak, zekât vermek, yaptikarı
anlaşmalara uyanların dürüstlüğü, sıkıntı, hastalık ve tehlike (savaş)
anlarında sabredenlerin
direnişidir. İşte (iman iddialarında) doğru olanlar ve Allah'dan sakınanlar da
bu kimselerdir."[194]
Sözün
kısası bu meselelerin özü olarak bilmelisin ki, kâfirlik, biri açık kâfirlik ve
öbürü münafıklar olmak üzere iki çeşittir. Eğer ahiretle ilgili hükümlerden söz
ediyorsan o bakımdan münafığm durumu, tıpkı kâfirin durumu gibidir. Fakat eğer
dünya ile ilgili hükümler söz konusu ise bu alanda münafıklar müslümanlara
uygulanan hükümlere tabi tutarlar.
Açıkça
anlaşılmış olmalı ki, din hem sözle ifade edilmeyi ve hem de eylemi (ameli)
birlikte gerektirir. Buna göre bir kimsenin kalbden veya hem kalbden ve hem de
dille Allah'a ve Rasulûllah'a inanan bir mümin olması, buna karşılık hiç bir
zahiri farzı yerine getirmemesi yani ne namaz kılması, ne zekât vermesi, ne
oruç tutması ve ne de başka bir farz İbadeti işlememesi imkânsızdır, olacak şey
değildir.
Yalnız
insanın bu ibadetleri Allah farz kıldı diye yapması da mümin sayılması için
yeterli değildir. Yani Allah'a ve Rasulûllah'a iman etmeksizin emaneti yerine
teslim etmek, doğal konuşmak, edilen yemine ve verilen söze bağlı kalmak insanı
kâfirlikten çıkarmaz. Çünkü gerek müşrikler (Allah'a ortak koşanlar) ve
gerekse kitaplı kâfirler (yahudi ve hristiyanlar) bu görevlerin Allah
tarafından kullara yüklendiğine inanırlar. (Fakat bu inanç onları mümin
saydırmaya yetmez.) Demek ki, Peygamberimize farz kılınmış hiç bir ibadeti
yerine getirmeyen bir kimse Allah'a ve Rasulûllah'a inanmış kabul edilemez.
Bu
durum karşısında hiç bir farz ibadeti yapmadan da gerekli imanın
varolabiîeceğini söyleyen kimse, isterse bu farz ibadetleri imanın gerekli
tezahürleri ve isterse ayrılmaz birer parçası saysın-bu tartışma, sadece sözel
(lafzî) bir tartışmadır-açık bir şekilde yanlı düşünmektedir. Bu görüş Murcie mezhebi tarafından ortaya çıkarılmış
bir bidattir. Oysa gerek ilk dönem imamları (selef) ve gerekse ileri gelen
Kelâm uzmanları bu yanılgıyı önemle vurgulamışlar ve bu yanılgıyı mezhep haline
getirenler hakkında da çoğumuzun bildiği ağır sözler söylemişlerdir. Şunu da
belirtelim ki, söz konusu farz ibadetlerin en önemlisi, en önceliklisi, en
büyüğü ve en hayata yaygın olarak emredileni namazdır.[195]
"İhsan"ın
ne demek olduğunu Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun-şu hadisi iyi
açıklar:
"İhsan,
Allah'ı görüyormuşsun gibi O'na ibadet etmektir. Çünkü sen O'nu görmüyorsann
da O seni görüyor."
Bir
açıklamaya göre "ihsan ihlâs demektir." Eğer bu sözü inceleyecek
olursak ihsan'ın ihlâs'la birlikte başka anlamlan da kapsamına alan bir terim
olduğunu görürüz. Başka bir deyimle "ihsan" eksiksiz anlamda
ihlâs'la bir işi Allah'ın seveceği bir şekilde (titizlikle) yapma halini de
içerir. Nitekim Cenab-i Allah şöyle buyuruyor:
"Hayır,
kim yaptığı her işi titizlikle yaparak özünü Allah'a teslim ederse onun
mükâfatı, Rabb'inin katında verilecektir. Böyleleri için korku söz konusu
değildir ve onlar hiç üzülmeyeceklerdir."[196]
Diğer
bir ayet de şöyledir:
"Kim
yaptığı her işi titizlikle yaparak özünü Allah'a teslim eden ve ibrahim'in
dosdoğru dinini benimseyenden dince daha iyi olabilir?"[197]
Görüldüğü
gibi, Cenab-ı Allah yukardaki ayetlerin ikincisinde Önce din yönünden
"ihsanı" ve ikinci olarak genel anlamda ihsan'ı (titizliği)
zikretmiştir. Allahu alem dince ih-san'dan maksat, Cebrail-selâm üzerine olsun-
ile ilgili hadiste anlamı sorulan "ihsan" terimdir.[198]
Şimdiye
kadar şu prensipleri dile getirdim: "İslâm," Allah'ın onun uyarınca
kitaplarını indirdiği ve peygamberlerini gönderdiğinin genel adıdır.
"İslâm" kulun, alemlerin Rabb'i olan Allah'a teslim olması, tek ve
ortaksız Allah'a boyun eğmesi sırf O'na tapmak ve başka hiç bir şeye tapmamak
anlamında O'na bağlanması demektir. Bu söylediklerimizi sözlerin en değerlisi
ve İslâmın giriş cümlesi olan "lâilâheillaUah (Allah'dan başka ilâh
yoktur)" cümlesi ifade eder. Bu cümlenin zıddı ve ters kutbu olan iki
vasıf vardır ki, bunlar kibir ve şirk (Allah'a ortak koşmak) tır.
Bu
yüzdendir ki, rivayet edildiğine göre Hz. Nuh -selâm üzerine olsun-oğullarına
"lâilâheillaUah" ve "subhanellah (Allah'ın tüm noksanlıklardan
uzak olduğunu belirtirim)" demeyi emrederek onlara kibirliliği ve Allah'a
ortak koşmayı (şirki) yasaklamıştır. Çünkü Allah'a ibadet etmeyi gururuna
yediremeyen kimse O'na ibadet edemez ve dolayısıy-le O'na teslim olamaz. Bunun
yanında hem O'na hem de başka bir şeye kulluk eden kimse Allah'a ortak (şirk)
koşmuş olur ve dolayısıyle sırf O'na bağlı olmaz, tersine bağlılığında O'ne
ortak olmuş olur.
"İslâm"
terimi "bağlılık" ile "boyun eğmeyi" içerir ki, bunların
ikisi "ihlâs"ı meydana getirir. Bilindiğii gibi bütün peygamberler bu
muhteva ve kapsamındaki genel anlamlı "islâm"ı yaymak üzere görevlendirilmişlerdir.
Nitekim Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:
"İslâmı
benimsemiş peygamberler ona göre yahudi-ler arasında hüküm veriyorlardı."[199]
Öte
yandan Kur'an'da Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun-ağzından şöyle Duyuruluyor:
"Musa
dedi ki; ey kavmim, eğer Allah'a inanıyorsanız, eğer gerçekten O'na teslim
olmuş kimseler iseniz sırf O'na
güveniniz."[200]
Başka
bir ayet de şöyledir:
"Hayır,
kim yaptığı işi güzel yaparak özünü Allah'a teslim ederse mükâfatını Rabbinin
katında görür."[201]
Bir
diğer ayette de şöyle buyuruyor:
"Hani
Rabb'i, İbrahim'e "islâm ol" deyince o da "alemlerin Rabb'ine
teslim oldum" dedi. Sonra İbrahim bu inancı oğullarına vasıyyet etti.
Yakub da "ey oğullarım, bu dini sizin için Allah seçti. Buna göre sakın
müslüman olmaksızın öImeyiniz"dedi."[202]
Yine
Kur'an'da Hz. Yusuf un -selâm üzerine olsun-ağzm-dan "Beni müslüman olarak
öldür ve salih kulların arasına kat"[203]
buyuruluyor.
Bilindiği
gibi, "Halil" lâkabı Hz. İbrahim-selâm üzerine olsun- dosdoğru yola
koyulmuş (hanif) müslümanların önderidir. Kendisinden sonra gelen bütün
peygamberler O'nun soyundan ve bu inanç üzerine gelmişlerdir. Fakat daha sonra
yahudi ve hristiyanlar genel anlamlı islâm inancının dışına çıkmalarına yol
açan dini uydurmalar ortaya çıkardılar. Bu yüzdendir ki, Cenab-ı Allah
Kur'an'da bize şöyle dua etmeyi emrediyor:
"Bizi
dosdoğru yola ilet. Nimet verdiğin kimselerin yoluna. Yoksa gazaba uğramışların
(yahudilerin) ve sapıkların (hristiy ani arın) yoluna değil."[204]
Öteyandan
Peygamber Efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun-yukardaki ayetlerin
sonuncusu hakkında "Yahudiler -gazaba uğramışlar -ve hristiyanlar da
-sapıklardır" buyurduğu bildirilmiştir.
Demek
oluyor ki, bu ümmetlerin her ikisi de islâmın iki zıddından birine mağlup
olarak İslâm'dan çıktılar. Yahudiler Allah'a ortak koşmanın (şirkin) küçük
çapta etkisi altında kalırken kibirliğe yenik düşmüşler, buna karşılık
hristiyanlar da kibirliğin fazlaca etkisi altında kalmazken Allah'a ortak koşma
sapıklığına (şirk'e) mağlûp olmuşlardır. Bu durumu Kur'an-ı Kerim'de açıkça
belirten Cenab-ı Allah yahudiler hakkında şöyle buyuruyor:
"Biz
İsrailoğullarmdan şöyle söz aldık; Allah'dan başkasına tapmayınız. Ana-babaya,
yakınlara, yetimlere ve yoksullara iyilik ediniz. İnsanlara güzel söz söyleyiniz.
Namazı kılınız ve zekâtı veriniz. Fakat daha sonra pek azınız hariç, yüz
çevirerek bu sözünüzden caydınız...
Andolsun
ki, biz Musa'ya Kitab verdik ve O'nun peşinden bir çok peygamber gönderdik.
Meryem oğlu İsa ya da açık deliler verdik ve O'nu Ruhu'l-Kudüs ile destekledik.
Fakat ne zaman bir peygamber size canınızın istemediği bir mesaj getirdi ise
kibirlik taslamadınız mı? Bu peygamberlerin kimilerini yalanladınız ve kimilerini
de öldürdünüz."[205]
Görüldüğü
gibi, Kur'an-ı Kerim, yukardaki ayetlerin sonuncusundan soru üslubu ile
yahudileri paylayıp kınıyor. Onlar çirkin davranışları yüzünden bu şekilde
kınanmışlardır. Bilindiği gibi hangi peygamber onlara gelmiş de kendilerine
canlarının istemediği bir mesaj tebliğ etmek istemiş ise onu ya yalanlamışlar
veya öldürmüşlerdir. Bu tutum sadece canının istediği mesajı benimsemeye
yanaşan kibirlilerin, kendini beğenmişlerin tutumudur.
Nitekim
Peygamber Efendimiz-salât ve selâm üzerine olsun-Abdullah b. Mesud-Allah ondan
razı olsun- tarafından rivayet edilen şu hadisinde kibirliliği "Hakkı
hazmedeme-mek" Ve "Başkalarını küçümsemek" diye tanımlayarak
şöyle buyurmuştur:
"Kimin
kalbinde zerre kadar iman bulunur ise cehenneme (ebedi olarak) girmez. Kimin
kalbinde zerre kadar kibirlilik, bencillik bulunursa o kimse cennete
giremez."
Sahabilerden
biri sözlerinin burasında Peygamberimize
"Ya
Resulallah, bir adam düşünelim ki, bu kimse elbisesi ve ayakkabısı güzel olsun
istiyor. Bu kibirlik, bencillik midir?" diye sordu. Bunun üzerine
peygamberimiz o sahabiye şu cevabı verdi;
"Hayır,
değildir. Allah güzeldir, güzeli sever. Kibirliliğe gelince o hakkı kabul
etmemek ve insanları hor görmektir."
Cenab-ı
Allah da kibrililik hakkında Kur'an-ı Kerim'in bir yerinde şöyle buyuruyor:
"Öğütle
ve her şeyin açıklanmasına dair ne varsa hepsini Musa için levhalara yazdık;
Bunları kuvvetle tut, kavmine de emret de bunların en güzelini tutsunlar
(uygulasınlar), size yoldan çıkmışların yurdunu nasıl (alt-üst ettiğimi)
göstereceğim.
Yeryüzünde
haksız yere kibirlenenleri ayetlerimden uzak ve ilgisiz tutacağım. Onlar her
ayeti görseler bile yine inanmazlar. Doğru yolu görseler bile ona koyulmazlar.
Fakat azgınlık yolunu görünce o yola koyulurlar."[206]
Bu
tutum, ilmi ile amel etmeyen, tersine nefsinin arzularına uyup azanların
tutumudur. Nitekim Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:
"Onlara
şu kimsenin haberini de oku ki, adama ayetlerimizi sunduk, fakat o bunlardan
sıyrılıp uzaklaştı. Şeytan onu peşine taktı da azgınlardan oldu.
Dileseydik,
elbette o kimseyi ayetler sayesinde yükseklere çıkarırdık. Fakat o yere
saplandı ve arzularına uydu."[207]
Bu
ayetler bize kötü alim örneğini tanıtıyor. Buna karşılık böyle olmayanlar hakkında da şöyle
buyumluyor:
Öfkesi
yatışınca Musa levhaları aldı. Onlardaki yazıda Rabb'lerinden korkanlar için
yol gösterme (hidayet) ve rahmet vardı."[208]
Tabii
ki, Rabb'lerinden korkanlar, nefislerinin arzularına uyanlar gibi değil,
onların tersinedirler. Nitekim Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:
"Ama
Rabb'inin huzuruna çıkacağı andan çekinip nefsinin arzularından uzak duran
kimseye gelince, onun gideceği yer cennettir."[209]
Sözü
geçen kibirliler ve kendini beğenmişler nefislerinin arzularına uyarak Allah'ın
ayetlerinden yüz çevirdikleri için ne bilirler ve ne de anlarlar. Kibirlenerek
ve nefislerinin arzularına bağlanarak bildikleri ile amel etmeyi
ter-kettikleri için bilmekten ve anlamaktan mahrum tutulma cezasına
çarpılmışlardır.
Oysa
Rabb'lerinden korkanlar bildikleri ve amel ettikleri için Allah kendilerine
bilgi ve rahmet bağışladı. Çünkü bildikleri ile amel eden kimseye Allah
bilmedikleri şeyleri öğrenmeyi nasip eder. Bu yüzdendir ki, Cenab-ı Allah
Kur'an-ı Kerim'in bir yerinde hristiyanları tanıtırken "Çünkü onların
arasında keşişler ve rahipler vardır ve onlar büyüklük taslamazlar."[210]
buyuruyor.
Bundan
dolayı hristiyanlar, müminlere en yakın insanlar olarak tanıtılıyor. Bu ayetin
tümünü okuyalım.
"İnsanlar
arasında müminlerin en amansız düşmanı olarak yahudilerle Allah'a ortak
koşanları (müşrikleri) bulursun Buna karşılık müminlere sevgice en yakın
olanların -biz hristiyanız- diyenler olduğunu görürsün. Çünkü onların
aralarında keşişler ve rahipler vardır ve onlar büyüklük taslamazlar."
Hristiyanlar
Allah korkusuna sahip oldukları ve kibirli olmadıkları için hidayete daha
yakın olmuşlardır. Nitekim
Cenab-ı
Allah onlardan müslüman olanlar hakkında şöyle buyuruyor:
"Peygambere
indirilen Kur'an'ı dinledikleri zaman öğrendikleri gerçeklerden dolayı
gözlerinden yaşlar aktığını görürsün. Derler ki, Ey Rabbimiz, inandık, bizi
şahitlerle beraber yaz."[211]
İbn-i
Abbas- Allah ondan razı olsun- ayetin son kısmını şöyle açıklar. "Yani
bizi Muhammed ve O'nun ümmeti ile beraber yaz. Çünkü Muhammed ümmeti
Peygamberle insanlar arasında örnek bir ümmettir."
Demek
ki, hristiyanlarda eğilim (kasıt) ve ibadet var, fakat bilgi ve şahadet getirme
yoktur. Bu yüzden yahudiler onlardan fenadırlar. Çünkü yahudiler hristiyanlara
göre daha kibirli, Allah korkulan daha zayıf ve kalbleri daha katıdır. Buna
karşılık hristiyanlar daha sapık, daha şirke batmış ve Allah'ın haram
kıldıklarını haram saymama konusunda daha pervasız olmaları bakımından
yahudilerden daha fazladırlar.
Cenab-ı
Allah yahudileri nefislerinden kaynaklanan kibirliliğin, benciliğine tutkunu
olmakla nitelerken hristiyan-ları da kendi uydurdukları şirkin mahkûmları
olarak tanıtıyor. Nitekim onlarla ilgili bir ayette şöyle buyuruluyor:
"AHah"ı
bir yana bırakarak hahamları ile rahiplerin ilâh edindiler. Meryem oğlu Mesih'i
de. Oysa kendilerine yalnız tek olan Allah'a tapmaları emredildi. O kî, O'n-dan
başka ilâh yoktur ve onların koştukları ortaklardan münezzehdir."[212]
Diğer
bir ayette de şöyledir:
"Hani
Allah dedi ki; ey Meryem oğlu İsa, sen mi insanlara -Allah'ı bir yana bırakın
da beni ve anamı ilâh edinin-dedin?" diye sordu. İsa bu soruya karşılık
"Haşa, sen böyle bir şeyden münezzehsin. Doğru olduğuna inanmadığım bir
şeyi söylemek bana yaraşmaz. Eğer böyle
bir
şey söylemiş olsam sen bunu bilirdin. Sen benim içimde olanı bilirsin, ama ben
senin katındaki şeyleri bilemem. Sen gayblerin bilicisin.
Ben
onlara sadece senin bana emrettiğin şeyi, yani -Benim ve sizin Rabbiniz olan
Allah'a tapınınız- mesajını söyledim."[213]
CenabTı
Allah Kur'an'ın değişik yerlerinde onların "Allah, Meryem oğlu
Mesih'dir", "Allah, üçün üçlüsüdür" ve "Allah, çocuk
edindi" şeklindeki sözlerini nakletti ve "Neredeyse o sözün
dehşetinden gökler çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar yıkılıp
dağılacaktır"[214]
diye buyurarak iftiralarının ne kadar ağır olduğunu, sözlerinin ne büyük bir
hakaret olduğunu belirtmiştir.
Nitekim
Kur'an-ı Kerim bir kaç yerde onları "tek olan Allah'a" tapmaya
çağırır. Bunun bir kaç örneği şu ayetlerdir:
"Ey
kitaplılar, dininizde aşırılığa düşüp Allah hakkında gerçek olmayan şeyler
söylemeyiniz. Meryem oğlu İsa, sadece Allah'ın bir elçisi, Meryem'e sunduğu bir
kelime ve O'ndan bir ruhtur.
Allah'a
ve O'nun Rasullerine inanmaz. O'nun hakkında -üç tanedir- demeyiniz. Kendi
yararınıza böyle bir iddiaya son veriniz. Çünkü Allah tek olan bir ilâhtır.
Haşa, O çocuk sahibi olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi
O'nundur. O yeterli bir vekildir.
Ne
Mesih (İsa) Allah'a kul olmaktan çekinir, ne de Allah'a" yaklaştırılmış
melekler. Kim O'na kul olmaktan çekinir ve büyüklük taslarsa, bilsin ki, O,
onların hepsini kendi huzurunda toplayacaktır."[215]
Çünkü
herhangi bir insanoğlunu veya başka bir varlığı Allah'a ortak koşanlar müşrik
oldukları gibi Allah'a ortak koşulan insan veya cin de kendini beğenip
kulluktan kaçınmış olur. Nitekim Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:
"Gerçekten
insanlardan bazı erkekler, cinlerden bir
takım
erkeklere sığınarak onların kibir ve azgınlıklarını arttırırlardı."[216]
Cenab-ı
Allah bildirdi ki, her ne kadar müşrikler O'na ortak koşsalar da Allah'ın has
kulları, büyüklük kompleksine kapılarak Rabb'lerine kulluk yapmaktan yüz
çevirmezler. Yine bu konudaki başka ayette de şöyle buyuruluyor:
"Allah,
üçün üçüncüsüdür diyenler kesinlikle kâfir olmuşlardır. Oysa yalnız tek bir
Allah'dan başka hiç bir ilâh yoktur. Bu söylediklerinden eğer vazgeçmezlerse,
aralarındaki kâfirler, kesinlikle acı bir azaba tutulacaklardır...
Meryem
oğlu Mesih (îsa) sadece bir elçidir. Ondan önce de bir çok elçiler gelip
geçmiştir. Anası da doğru bir insandır."[217]
Yine
bu konu ile ilgili diğer bir ayet de şöyledir:
"
Andolsun ki "Allah ancak Meryem oğlu Mesih'dir" diyenler kesinlikle
kâfir olmuşlardır. Oysa ki, Mesih dedi ki; ey israiloğulları, benim ve sizin
Rabb'iniz olan Allah'a kulluk ediniz. Hiç şüphesiz, kim Allah'a ortak koşarsa
Allah kendisine cenneti haram kılar, onun yeri cehennem olur. Zalimlerin hiç
bir yardımcısı yoktur."[218]
Görülüyor
ki, Cenab-ı Allah bu ayette, Hz. İsa'nın -selâm üzerine olsun- zamanının insanlarına
Allah'ı bir bilip O'na hiç bir şeyi ortak koşmamalarını telkin ettiğini bize
bildirmektedir.
Yahudi
dininin aslı kibirlilik oluduğu için Cenab-ı Allah "Nerede olsalar onlara
(yahudilere) alçaklık damgası vurulmuştur."[219]
buyruğu gereğince yahudiler zilletle cezalandırılmış ve hristiyanlığm aslı da
Allah'a varan yolları çoğaltmak için O'na şirk koşmak olduğu için onlar da
Allah'ı bulamamakla cezalandırılmışlardır. Yani her ikisi de yüklendiği ağır
suçun karşılığı olarak niyetinin tersi ile
karşılaştırmakla cezalandırılmıştır. Hiç şüphesiz Cenab-ı Allah bir ayette
buyurduğu gibi "Rabb'in kullarına zulmedici değildir."[220]
Nitekim
Peygamber Efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyuruyor:
"Zorbalar
ve kibirli kimseler, Kıyamet günü, mahşere küçük karıncalar şeklinde
getirilirler, herkes onları ayakları altında çiğner."
Hz.
Ömer -Allah ondan razı olsun- tarafından nvayc edilen mevkuf ve merfu bir
hadise göre de
Peygamber
Efendimiz-salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyuruyor:
"Herkesin
başında bir hikmet vardır. Eğer alçak gönüllü ise kendisine -Yüksel, Allah
yükseltsin seni-denir. Eğer başını dikerse (kibirli davranırsa) kendisine
-Alçal, Allah al-çaltsın seni-denir."
Cenab-ı
Allah -c.c- da şöyle buyuruyor: "Kim bana kulluk etmeyi gururuna yediremez
ise aşağılık olarak cehenneme girecektir."[221] Diğer bir ayette de şöyle buyuruluyor:
"Evet
ya, sana ayetlerim geldi de sen onları yalanladın, büyüklük taslayıp
kâfirlerden oldun. Kıyamet günü Allah'a yalan uyduranların yüzlerinin kara olduğunu
görürsün. Kibirlenenler için cehennemde Özel bir yer yok mu sanki?
Buna
karşılık Allah takva sahiplerini başarıları sayesinde kurtarır."[222]
Bu
yüzden yahudiler Allah'ın gazabına ve hışmına uğramışlardır. Hristiyanlar da
uydurmalara (hurafelere) daldıkları için Allah onları doğru yoldan saptırdı.
Kendileri doğru yoldan saptıkları gibi bir çoklarını da saptırdılar, böylece
ana yoldan ayrı düştüler. Oysa onlar Allah'a yakınlaşmak, O'na kulluk sunmak için, Allah hakkında o
yalanları, asılsız masalları uydurdular. Buna karşılık Allah da onları kendinden
uzaklaştırdı, kendinden yanılttı da O'ndan başkasına tapar oldular.
Bu
noktayı iyi düşün. Demek ki, bizleri dosdoğru yoluna, nimet verdiklerinin
yoluna ileten, gazaba uğramışların ve sapıkların yoluna koyulmaktan kurtaran
bizzat Cenab-ı Allah'dır.
Cenab-ı
Allah bazı yahudîlerin Allah'a şirk koştuklarını belirterek şöyle buyurUyOr:
"Yahudiler,
Uzeyr Allah'ın oğludur dediler."[223]
Aynı
gerçeği belirten başka bir ayet de şöyledir:
"De
ki; Allah katında yeri bundan daha kötü olanı bize söyleyeyim mi? Allah kimlere
lanet ve gazab etmiş, kimlerden maymunlar, domuzlar ve Tağuta tapanlar
yapmışsa işte Onların yeri daha kötüdür ve onlar düz yoldan daha çok
sapmışlardır."[224]
Bu
ayetlerden anlıyoruz ki, yahudiler arasında putlara tapanlar ve insana tapanlar
vardı. Sebebine gelince kim kendini büyük görerek Hakk'a tapmayı gururuna
yedire-mez hale gelirse Allah onu batıla boyun eğmekle cezalandırır da böylece
o bencil kimse müşrik olur. Tıpkı Firavun ve kavmi gibi. Cenab-ı Allah'ın bize
anlattığına göre onlar kibirliliklerine ve buyüzden Allah'ı inkâr etmelerine
rağmen müşrik olmuşlardı. Nitekim Cenab-ı Allah o dönemin bir mümininin
ağzından bu müşriklere şöyle seslenmektedir:
"Ey
kavmim, neden ben sizi kurtuluşa çağırdığım halde siz beni ateşe
çağırıyorsunuz.
Siz
beni Allah'ı inkâr etmeye ve bilmediğim şeyleri O'na ortak koşmaya
çağırıyorsunuz; ben ise sizi O aziz ve çok bağışlayana çağırıyorum.
Sizin
beni çağırdığınız şeye kesinlikle ne dünyada ve ne
de ahirette d&vet olamaz."[225]
Ayrıca
Cenab-ı Allah tarafından hakkında "Daha önce Yusuf da size açık mucizeler
getirmişti"[226]
diye buyurulan Hz. Yusuf un bu müşriklere şöyle seslendiğini yine Kur'an'da
okuyoruz:
"Ey
zindan arkadaşlarım, düşününüz, çok sayıda ilâhlar mı, yoksa her şeyi hükmü
altında tutan hak-redici tek Allah mı iyidir?
Siz
O'nu bırakıp ancak sizin ve atalarınızın taktığı bir takım boş isimlere
tapıyorsunuz. Allah onların gerçekliği hakkında hiç bir delil indirmemiş,
onlara hiç bir güç vermemiştir. Hüküm yalnız Allah'ındır. O yalnız kendisine
tapmanızı emretmiştir. İşte doğru din budur. Ama insanların çoğu bunu
bilmez."[227]
Nitekim başka bir ayette de şöyle buyuruluyor: "Firavundun kavminden ileri
gelen bir gurup; seni ve ilâhlarını bırakıp yeryüzünde fesat çıkarsınlar diye mi
Musa'yı ve arkadaşlarını serbest bırakıyorsun, dediler. Firavun da; biz
onların oğullarını öldürüp kadınlarını sağ bırakacağız. Biz daima onların
tepesinde ezici olacağız, dedi."
[228]Şöyle
bir itiraz ileri sürülebilir; "Firavun nasıl müşrik olabilir ki, Cenab-ı
Allah "Firavun dedi ki; alemlerin Rab-b'i nedir?"[229]
ve "Firavun dedi ki; ey ileri gelenler, ben sizin için kendimden başka bir
ilâh tanımıyorum"[230]
ve "Ben sizin en yüce ilâhını-zim"[231]
ve "Onlara apaçık ayallerimiz gelince, bu açık bir büyüdür, dediler.
Vicdanları onların doğruluğuna kanaat getirdiği halde sırf haksızlık ve böbürlenme
yüzünden onları inkâr ettiler. Bak işte bozguncuların sonu nasıl oldu"[232]
ayetlerinde bize onun Allah'ı inkâr ettiğini anlatıyor. Şirk ancak Allah'ın
varlığını kabul edenler için söz konusudur. Yoksa Allah'ı inkâr eden bir
kimsenin O'na ortak koştuğu söylenemez."
Bu
itiraza şöyle cevap verilebilir; Cenab-ı Alan sadece Hz. Musa -selâm üzerine
olsun- dönemindeki Firavun'un Allah'ı inkâr ettiğini bildirmiştir. Oysa meselâ
Hz. Yusuf -selâm üzerine olsun- döneminde hüküm süren Firavunlardan bahseden
Kur'an-i Kerim onların Allah'ın varlığını kabul ettiklerini, fakat O'na başka
ortaklar koştuklarını haber vermektedir. Bu yüzdendir ki, Hz. Yusuf, gerek
Mısır hükümdarına, gerek azize ve gerekse o dönemin Firavunlarına seslenirken
Allah'ın varlığını kabul ettiklerini dolaylı şekilde ifade eden sözler
kullanmıştır. Nitekim aşağıdaki ayetler bu görüşümüzün delilleridir:
"Çok
sayıda ilâhlar mı, yoksa her şeyi hükmü altında tutan kahredici tek bir ilâh
mı iyidir?"[233]
"Efendine
dön de sor, ellerini kesen o kadınların maksadı neydi? (Bunu araştırıp ortaya
çıkarsın) Şüphesiz benim Rabb'im onların hilelerini bilir."[234]
"Ben
böyle yapmakla nefsimi aklamak istemiyorum. Çünkü nefis her zaman ısrarla
kötülüğü emreder. Meğer ki, Rabb'imin esirgediği bir nefis olan Rabb'im bağışlayıcı
ve esirgeyicidir."[235]
"Daha
önce Yusuf da size apaçık mucizeler getirmişti. Onun getirdiklerinden de
kuşkulanıp duruyordunuz. Nihayet o ölünce Allah ondan sonra peygamber göndermez,
dediniz."[236]
Bunlar
yanında Hz. Yusuf un -selâm üzerine olsun- kardeşleri henüz kendisini
tanımayıp Firavun'un adamlarından biri sanırken kendisine dolaylı şekilde
Allah'ı tanıyan bir ifade tarzı ile hitap etmişlerdi. Bu konudaki ayetlerde şöyle
buyuruyor;
"Yusuf
un kardeşleri dediler ki; Allah hakkı için, siz de bilmiş olmalısınız ki, biz
buraya fesat çıkarmak için gelmedik ve biz hırsız değiliz."[237]
"Siz
kötü durumdasınız. Allah sizin anlattığınızın iç yüzünü çok iyi biliyor."[238]
"Dedi
ki; eşyamızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını alıkoymaktan Allah'a
sığınırız. Yoksa biz zulmedenlerden oluruz."[239]
"Ey
aziz (vezir), bize ve çocuklarımıza darlık dokundu, değersiz bir sermaye ile
geldik, ama bizim için tam ölçü ver, bize bağışta bulun. Çünkü Allah bağışta
bulunanları sever."[240]
Zaten
şunu, belirtmek gerekir ki, Allah'ın varlığını inkâr etmek tarihte hiç bir
millet çoğunluğu tarafından benimsenmiş bir inanç biçimi olmamıştır.
Peygamberlerin gösterdikleri yoldan çıkan kâfirlerin benimsedikleri inanç
şekli hep şirk olmuştur. Allah'ı inkâr edenler her zaman küçük bir azınlık
olmuştur. Bunlar da heykellere, yıldızlara ve putlara olağanüstü saygı gösteren
bir takım müşrik felsefeciler, yani okumuş kimselerdir. Eski kavimlerle ilgili
bize kadar gelen haber ve hikâyeler bunu açıkça gösterir. Fakat Hz. Musa -selâm
üzerine olsun- döneminin Firavun'u Kur'an-ı Kerim'in dili ile "Kavmini
küçümsedi, onlar da kendisine boyun eğdiler."[241]
Bunun sonucu olarak kavmine "Ben sizler için kendimden başka bir ilâh
tanımıyorum."[242]
dedikten sonra daha da ileri giderek "Ben sizin en yüce ilâhınızın»"
dedi.[243]
Oysa
bu Firavun aslında Allah'ın varlığım biliyor, fakat tıpkı iblis (şeytan) gibi
kibirlendiği için Allah'ı inkâr etmişti. Bu yüzden Hz. Musa, kendisine
"Ey Firavun, bunları ancak göklerin ve yerin Rabb'inin benim doğruluğumu
gösteren delilleri olarak insanlara indirdiğini pekâla biliyorsun."[244]
demişti.
Firavun,
Allah'ın varlığını inkâr edince, daha Önce taptığı başka ilâhlar olduğu için
artık sırf onlara tapmaya
koyuldu
ve bu yüzden Allah kendisini müşriklikle, Allah'ı inkâr edip başka ilâhlara
tapmakla vasıflandırdı.
Sözü
geçen inkarcı ve kendilerini beğenmiş felsefe çömezlerine gelince onlar da çoğu
zaman başka ilâhlara taparlar, fakat Allah'a ibadet etmezler. Daha önce belirttiğimiz
gibi onlar "Evren, vacib-ul vucud'un kendisidir, bir kısım unsurları öbür
unsurlarını etkiler" diye düşündükleri gibi "Yıldızlara ve putlara
tapmaktan yarar sağlıyorum" gibi saçmalıklar da gevelemekten geri
kalmazlar. Bu yüzdendir ki, sözde îslâm dinine bağlı vahdet-i vucud'cularm sözleri
tıpkı Firavun'un sözü gibidir.
Ben
öteden beri bu adamların inanç sistemlerinin bu olduğunu ve bu inanç
sisteminin Firavun'un mezhebinin tıpkısı olduğunu anlatmaya çalışırken nihayet
güvenilir bir dostum bana bunların ele başlarından birinin "Biz Firavun
gibi düşünüyoruz" dediğini nakletti.
Zaten
onlar kitaplarında Firavun'u saygıyla anarlar. Onlar ne şu kâinatı yoktan
vareden bir yaratıcı bulmuşlar ve ne de varlıkları çekip çeviren bir ilâh
ortaya koymuşlardır. Onların bütün yaptıkları tabiatın yaratıcı olduğuna inanmaktır.
Bu yüzden her şeye tapmayı normal görerek "Kim neye tapsa aslında Allah'a
tapmış olur" dediler.
Onlara
göre Allah'dan başkasına tapınılması düşünele-mez. Çünkü tapılan her şey
Allah'dir. Onara göre bütün bu evren Allah'ın ya parçaları veya nitelikleridir.
Bunlar evrene taparken, bu kainat onları Allah'a yaklaştırsın, kendilerine bu
yolda aracı olsun diye beklemiyorlar. Tersine onlara göre evren ya Allah'ın
kendisi, ya bir yansıma nesnesi, ya bir parçası veya bir sıfatıdır.
Bunlar
da Firavun'un ve öbür müşriklerin taptıklarına tapıyorlar. Fakat Firavun,
taptıklarına "Bunlar Allah'ın kendisidir, yoksa bizi O'na yaklaştıran
birer aracı değildir" demiyordu. Müşrikler de taptıkları şeylerin
kendilerini Aîlah'a yaklaştıran aracılar olduklarını ileri sürerlerken bunlar
daha önce belirttiğimiz gibi taptıkları şeylere "Bunlar Allah'dan"
demektedirler. Gerçi Firavun ile müşrikler Allah'dan başkasına taptıklarına
veya Allah'ı büsbütün yok say-dıkannı açıkça inkâr ettiklerinden dolayı daha
belirli şekilde kâfirdirler, ama bu adamlar her şeye tapmayı normal ve caiz
görmeleri dolayısı ile öbürlerinden daha koyu derecede sapıktırlar. Bunlar her
ne kadar sadece Allah'a tapmayı amaç edindiler ise de herşeyin Allah olduğunu
ve tapanın aslında tapılan (mabud) olduğunu sanmışlardır.
Ötekiler
Kur'an'ın belirttiği gibi müşrik olmuşlarken Hz. Musa-selâm üzerine olsun-
döneminin Firavun'u Allah'ın varlığını inkâr edip başka ilâhlara taptığı için
Allah onu müşriklikle nitelememiştir.
Bilindiği
gibi müşrikler Allah'ı sevdikleri gibi öbür ilâhlarını da severler. Hatta öbür
ilâhlarını Allah'dan daha çok severler. Bu yüzden ilâhlarına sövülünce karşılık
olarak Allah'a küfrederler. Nitekim Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:
"Onların Allah dışında yalvardiklarına sövmeyiniz ki, onlar da bilmeyerek
sının aşıp Allah'a sövmesinler."[245]
Belki
de Firavun'un kavmi önce müşrik olduktan ve bir süre bu halde yaşadıktan sonra
Allah'dan bütün bütüne yüz çevirerek Firavun'un "ben sizin en yüce
ilâhınızım" ve "sizler için kendimden başka bir ilâh
tanımıyorum" şeklindeki sözlerine boyun eğmişlerdir. Bu yüzden onlara bir
mümin seslenince kendilerine her iki durumu anlatarak "siz beni Allah'ı
inkâr etmeye ve bilmediğim şeyleri O'na ortak koşmaya çağırıyorsunuz"
dedi. Görüldüğü gibi Firavun'un kavmine seslenen bu mümin, hem Allah'ın
varlığını inkâr etmeyi de içeren kâfirliği ve hem de O'na ortak koşmayı
birarada zikretmektedir.
Bundan
açıkça anlaşılır ki, bencilliğe kapılarak Allah'a kulluk
etmeyi gururuna yediremeyen kimse (müstekbir) müşrik olur. Bunun sebebi
bencilliğe kapılarak Allah'a kulluk etmekten yüz çevirmektir. Fakat bu duruma
şirk denmesi, kibirlenerek dini yönden sırf Allah'a yönelmekten kaçman kimseyle
aradaki benzerlik yüzündendir. Nitekim Cenab-i Allah şöyle buyuruyor:
"Çünkü
onlara, Allah'dan başka ilah yoktur, dendiği zaman büyüklük taslayarak, mecnun
bir şair için biz ilâhlarımızı mı terkedeceğiz, derlerdi."[246]
Böyleler!
kibirlenerek Allah'a ibadet etmekten kaçman müşriklerdir. Onlar bencilliğe
kapılarak dinde sırf Allah'a bağlanmaktan kaçınmışlardır. Bunlar yanında
Firavun gibi kibirliliğe kapılarak Allah'ı açıkça reddedenler daha koyu birer
kâfirdirler. Bir de İblis (şeytan) gibilerin durumu var. İblis, böylesine
büyüklük kompleksine kapılmayı başkalarına telkin ediyor, böyle olmaktan
hoşlanıyor ve kendisi de Rabbine kulluk etmeyi gururuna yediremiyor. Hiç şüphesiz
o, öbürlerinden daha koyu bir kâfirdir. İstediği kadar Allah'ın varlığını ve
ululuğunu bilmiş olsun. Nasıl ki, Firavun da Allah'ın varlığını bilen bir
kimse idi.
Nasıl
ki, ibadetlerin tümü imanın birer dalı ve türevi ise tıpkı bunun gibi bidatlar
ve günahlar da kâfirliğin birer dalı ve türevidirler. Böyle olunca bilmek zor
değil ki, kim doğruyu bildiği halde ona uymazsa yahudilere benzeyen bir azgın,
buna karşılık kim bilgisiz ve şeriata aykm şekilde Allah'a ibadet ederse
hristiyanların benzeri olan bir sapıktır. Nitekim eski imamlardan (selef den)
biri "Alimler arasında kim yoldan çıkarsa yahudîlere ve abidler (kendini
ibadete verenler) arasında kim yoldan çıkarsa hristiyanlara ben-zemiş
olur" demiştir.
O
halde müslüman bu iki menfi benzerliğin her ikisinden de uzak durmalıdır. Yani
hem kitaptan ve bilgiden pay sahibi olduğu halde büyüklük kompleksine kapılarak
Allah'ı tanımaktan ve O'na
kulluk etmekten yoksun kalan katı yüreklilerden ve hem de kalblerinde şefkat ve
merhamet duygulan bulunan, kendilerince uydurulmuş bir ruhbanlığa inanan, buna
karşılık vahye ve şeriat prensipierine aldırış etmeksizin Allah'a şirk koşarak
ibadet eden ve böylece hak yoldan uzak kalan sapıklardan kaçınmak gerekir. Oysa
bu benzerlikler insanlar arasında yaygın hastalıklardır. Yalnız benzeme oranı
bazan az ve bazan çok olabilir.
Bunlar
yanında Allah'dan başkasına tapan ve Allah'a kulluk etmeyen ve Allah'dan
başkasına tapmayı menfaat sağlama ve gerekçesine dayandıran büyüklük kompleksi
tutkunlarına gelince onlar Firavun/un özentileridirler, örnekleri Firavun'dur.[247]
[1] Şeyhu'l-İslam İbn Teymiyye,
İman, Tevhid Yayınları, İstanbul 1996: 3.
[2] Bakara: 2/2-5
[3] Şeyhu'l-İslam İbn Teymiyye,
İman, Tevhid Yayınları, İstanbul 1996: 3-4.
[4] Bakara: 2/6-7 Şeyhu'l-İslam
İbn Teymiyye, İman, Tevhid Yayınları, İstanbul 1996: 4.
[5] Bakara: 2/8-16
[6] Bakara: 2/17
[7] Bakara: 2/19
[8] Tevbe: 9/101
[9] Al-i İmran: 3/156,166-167
[10] Al-i İmran: 2/118-119
[11] Nisa: 4/60-61, 65
[12] Nisa: 4788-90
[13] Nisa: 4/138-146
[14] Maide: 5/41
[15] Maide: 5/51-53
[16] Maide: 5/61-62
[17] Maide: 5/80-81
[18] Nur: 47, 51
[19] Ankebut: 29/10-11
[20] Ahzab: 33/1
[21] Ahzab: 33/18-20
[22] Ahzab: 33/60-61, 73
[23] Muhammed: 47/29-30
[24] Hadid: 57/12-15
[25] Mücadele: 58/8-16
[26] Haşr: 59/11-13
[27] Münafıkın: 63/1
[28] Fetih: 48/28
[29] Nisa: 4/142
[30] Tevbe: 9/8
[31] Münafıkun: 63/8
[32] Şeyhu'l-İslam İbn Teymiyye,
İman, Tevhid Yayınları, İstanbul 1996: 4-16.
[33] Tevbe: 9/37
[34] Nahl: 16/88
[35] Hucurat: 49/14
[36] Zariyat: 51/35-36
[37] Tahrim: 66/10
[38] Ahzab: 33/35
[39] Al-i İmran: 3/85
[40] Enfal: 8/2-4
[41] Nur: 24/62
[42] Şeyhu'l-İslam İbn Teymiyye,
İman, Tevhid Yayınları, İstanbul 1996: 16-25.
[43] Nisa: 4/48
[44] Zumer: 39/53
[45] Fatır: 35/32-35
[46] Nisa: 4/31
[47] Nisa: 4/123
[48] Nur: 24/22
[49] Şeyhu'l-İslam İbn Teymiyye,
İman, Tevhid Yayınları, İstanbul 1996: 26-36.
[50] Zumer: 39/53
[51] Tevbe: 9/104
[52] Şura: 42/25
[53] Hud: 11/114
[54] Zilzal: 99/7-8
[55] İsra: 17/79
[56] Bakara: 2/217
[57] Maide: 5/5
[58] Enam: 6/87-88
[59] Zümer: 39/65
[60] Muhammed: 47/28
[61] Hucurat: 49/2
[62] Nur: 24/63
[63] Kamer: 54/54-55
[64] Mülk: 67/2
[65] Müminun: 23/60
[66] Enam: 6/52
[67] Şuara: 26/111-112
[68] Necm: 53/39
[69] Mümin: 40/7
[70] Tevbe: 9/103
[71] Tevbe: 9/99
[72] Muhammed: 47/19
[73] Şeyhu'l-İslam İbn Teymiyye,
İman, Tevhid Yayınları, İstanbul 1996: 37-55.
[74] Zümer: 39/16
[75] Hicr: 13/99
[76] Müddessir; 74/45-48
[77] Şeyhu'l-İslam İbn Teymiyye,
İman, Tevhid Yayınları, İstanbul 1996: 55-59.
[78] Fetih: 48/11
[79] Nemi: 27/14
[80] Bakara: 2/146
[81] Enam: 6/33
[82] Maide: 5/3
[83] Nisa: 4/150-151
Şeyhu'l-İslam İbn Teymiyye, İman, Tevhid Yayınları, İstanbul 1996: 60-77.
[84] Maide: 5/44,45, 47
[85] Şeyhu'l-İslam İbn Teymiyye,
İman, Tevhid Yayınları, İstanbul 1996: 78-81.
[86] Maide: 5/81
[87] Mücadele: 58/22
[88] Mumtahine: 60/1
[89] Yusuf: 12/57
[90] Fatiha: 1/5-7
[91] Mülk: 67/10
[92] Araf: 7/179 Şeyhu'l-İslam
İbn Teymiyye, İman, Tevhid Yayınları, İstanbul 1996: 81-89.
[93] Yusuf: 12/17
[94] Şuara: 26/111
[95] Tevbe: 9/61
[96] Mü'minun: 23/47
[97] Duhan: 44/21
[98] Yunus: 10/89
[99] Tahrim: 60/12
[100] İsra: 17/102
[101] Şuara: 26/88-89
[102] Haşr: 59/19
[103] Kehf: 18/28
[104] Nisa: 4/17
[105] Fatır: 35/28
[106] Fatır: 35/28
[107] Fetih: 48/26
[108] Sa'd: 37/45
[109] İbrahim: 14/24-25
[110] Mücadele: 58/22
[111] Maide: 5/80-81
[112] Hucurat: 49/15
[113] Bakara: 2/8-10
[114] Münafıkun: 63/1
[115] Tevbe: 9/75-78
[116] Tevbe: 9/58 Şeyhu'l-İslam
İbn Teymiyye, İman, Tevhid Yayınları, İstanbul 1996: 90-106.
[117] Şeyhu'l-İslam İbn Teymiyye,
İman, Tevhid Yayınları, İstanbul 1996: 106-112.
[118] Tana: 20/5
[119] Maide: 5/64
[120] Kamer: 54/14
[121] Rahman: 55/97
[122] Şeyhu'l-İslam İbn Teymiyye,
İman, Tevhid Yayınları, İstanbul 1996: 112-114.
[123] Şeyhu'l-İslam İbn Teymiyye,
İman, Tevhid Yayınları, İstanbul 1996: 114-115.
[124] Araf: 7/157
[125] Ankebut: 29/45
[126] Nahl: 16/90
[127] Leyi Suresi: 92/17-21
Şeyhu'l-İslam İbn Teymiyye, İman, Tevhid Yayınları, İstanbul 1996: 115-199.
[128] Şeyhu'l-İslam İbn Teymiyye,
İman, Tevhid Yayınları, İstanbul 1996: 119-120.
[129] Beyyine: 98/7
[130] Şeyhu'l-İslam İbn Teymiyye,
İman, Tevhid Yayınları, İstanbul 1996: 120-122.
[131] Hucurat: 49/15
[132] Şeyhu'l-İslam İbn Teymiyye,
İman, Tevhid Yayınları, İstanbul 1996: 122-124.
[133] Maide: 5/73
[134] Maide: 5/17
[135] Nisa: 4/51
[136] Bakara: 2/256
[137] Bakara: 2/102
[138] Nahl: 16/106-108
[139] Şeyhu'l-İslam İbn Teymiyye,
İman, Tevhid Yayınları, İstanbul 1996: 124-128.
[140] Şeyhu'l-İslam İbn Teymiyye,
İman, Tevhid Yayınları, İstanbul 1996: 129-130.
[141] Tevbe: 9/24
[142] Bakara: 2/165
[143] Al-i İmran: 3/173
[144] Maide: 5/54
[145] Bakara: 2/165
[146] Şeyhu'l-İslam İbn Teymiyye,
İman, Tevhid Yayınları, İstanbul 1996: 130-141.
[147] Şeyhu'l-İslam İbn Teymiyye,
İman, Tevhid Yayınları, İstanbul 1996: 141-145.
[148] Âl-i İmran: 3/85
[149] Hucurat: 49/14
[150] Zariyat: 51/35
[151] Bakara: 2/238
[152] Meryem: 19/51
[153] Şeyhu'l-İslam İbn Teymiyye,
İman, Tevhid Yayınları, İstanbul 1996: 145-151.
[154] Mümtahine: 60/10
[155] Tevbe: 9/18
[156] Bakara: 2/8
[157] Şeyhu'l-İslam İbn Teymiyye,
İman, Tevhid Yayınları, İstanbul 1996: 151-155.
[158] Fatiha: 1/5-7
[159] Şeyhu'l-İslam İbn Teymiyye,
İman, Tevhid Yayınları, İstanbul 1996: 155-160.
[160] Müdeşsir: 74/2
[161] Şeyhu'l-İslam İbn Teymiyye,
İman, Tevhid Yayınları, İstanbul 1996: 160-165.
[162] Şuara: 26/213
[163] Zümer: 39/64
[164] En'am: 6/14
[165] Şeyhu'l-İslam İbn Teymiyye,
İman, Tevhid Yayınları, İstanbul 1996: 165-171.
[166] Tevbe: 9/5
[167] Tevbe: 9/5
[168] Tevbe: 9/11
[169] Tevbe: 9/5
[170] Şeyhu'l-İslam İbn Teymiyye,
İman, Tevhid Yayınları, İstanbul 1996: 172-184.
[171] Alâk: 96/1-5
[172] Müdessir: 74/1-2
[173] Şeyhu'l-İslam İbn Teymiyye,
İman, Tevhid Yayınları, İstanbul 1996: 184-185.
[174] Bakara: 2/186
[175] Al-i İmran : 3/97
[176] Tevbe: 9/29
[177] Bakara: 2/196
[178] Şeyhu'l-İslam İbn Teymiyye,
İman, Tevhid Yayınları, İstanbul 1996: 185-191.
[179] Kalem: 68/42-43
[180] Mürselât: 77/46
[181] İnşıkak: 84/21
[182] Kıyamet: 75/31
[183] Müdessir: 74/42
[184] Fetih: 48/16
[185] Alâk: 96/9-16
[186] Bakara: 2/238
[187] Meryem: 19/52
[188] Maun: 107/5
[189] Şeyhu'l-İslam İbn Teymiyye,
İman, Tevhid Yayınları, İstanbul 1996: 191-197.
[190] Şeyhu'l-İslam İbn Teymiyye,
İman, Tevhid Yayınları, İstanbul 1996: 197-202.
[191] Muhammedi 47/30
[192] Bakara: 2/10
[193] Münafıkın: 63/1
[194] Bakara: 2/177
[195] Şeyhu'l-İslam İbn Teymiyye,
İman, Tevhid Yayınları, İstanbul 1996: 202-206.
[196] Bakara: 2/112
[197] Nisa: 4/125
[198] Şeyhu'l-İslam İbn Teymiyye,
İman, Tevhid Yayınları, İstanbul 1996: 206.
[199] Maide: 5/44
[200] Yunus: 10/84
[201] Bakara: 2/112
[202] Bakara: 2/131
[203] Yusuf: 12/101
[204] Fatiha: 1/5-7
[205] Bakara: 2/83, 87
[206] Araf: 7/145-146
Şeyhu'l-İslam İbn Teymiyye, İman, Tevhid Yayınları, İstanbul 1996: 207-210.
[207] Araf: 7/176
[208] Araf: 7/154
[209] Naziat: 79/40
[210] Maide: 5/82
[211] Maide: 5/83
[212] Tebve: 9/31
[213] Maide: 5/116
[214] Meryem: 19/90
[215] Maide: 5/171-172
[216] Cinn: 72/6
[217] Maide: S/72
[218] Maide: 5/72
[219] AI-i İmran: 3/112
[220] Fussilet: 41/46
[221] Mümin: 40/60
[222] Zümer: 39/59
[223] Tevbe: 9/30
[224] Maide: 5/60
[225] Mümin: 40/41
[226] Mümin: 40/34
[227] Yusuf: 12/39-40
[228] Araf: 7/127
[229] Şuara: 26/23
[230] Kasas: 28/38
[231] Naziat: 79/24
[232] Nemi: 13-14
[233] Yusuf: 12/39
[234] Yusuf: 12/50
[235] Yusuf: 12/53
[236] Mümin: 40/34
[237] Yusuf: 12/73
[238] Yusuf: 12/77
[239] Yusuf: 12/79
[240] Yusuf: 12/88
[241] Zuhruf: 43/54
[242] Kasas: 28/38
[243] Nazi-at: 79/24
[244] İsra: 17/102
[245] Enam: 6/108
[246] Saffaf: 37/35
[247] Şeyhu'l-İslam İbn Teymiyye,
İman, Tevhid Yayınları, İstanbul 1996: 210-223.