Takva Risalesi
Çeviren: Kollektif
TEVHİD YAYINLARI
Yusuf B. Esbat Ve Daha Başkaları Da Şöyle Der:
İbn-İ Abbas (r.a.) Da Şöyle Der:
"Musibet Sahibi Sevabdan Mahrum Olandır"
Hamd yalnız Allah'a
mahsustur. Saiat ve selam, kendisinden sonra bir daha peygamber gelmeyecek
olan Rasulullah'a (s.a.v.) olsun.
Bütün hamdü sena Allah
içindir. O'ndan yardım isteriz ve O'ndan mağfiret dileriz. Nefislerimizden
gelecek serlerden ve işleyeceğimiz kötü amellerden Allah'a sığınırız. Allah'ın
hidayete erdirdiğini, hiç kimse ayırıp da dalalete sevkedemez. Yine, dalalete
sevkettiğini de hiç kimse çekip hidayete getiremez.
Şehadet ederiz ki,
Allah'tan başka bir ilah yoktur. O, tekdir ve bir ortağı yoktur. Yine şehadet
ederiz ki, Muhammed (s.a.v.), O'nun kulu ve Rasulü'dür. Allah (c.c.) O'na ve
aline salatü selam etsin.
Bundan sonra, şu
gelecekteki arzedeceğim açıklamalar, kalpler hakkındaki amellerle ilgili bir
takım kısa ve özlü sözlerden ibarettir. Bu kalp amellerine makamlar ve haller
de denilir.
Bu ameller imanın
Özünden ve dinin temellerinden sayılırlar. Bunlar, mesela; Allah ve Rasulü'ne
muhabbet, Allah'a tevekkül, O'nun için dini ihlas, şükür; hüküm ve takdirine
sabır; O'ndan her halükarda korkar olmak, hir hususta O'ndan ümid duygusu
taşımak ve benzeri gibi. Allah'ın iman sahiplerine olan hakkım onlara vacip
gören bazı alimler, şu sayılan esasları da kullara vacip kabul etmişlerdir. Ne
var ki, hepimiz onlara karşı umursamaz ve ihmalkarız.
Ben derim ki: Şu
amellerin hepsi, din büyüklerinin imamların ittifakıyla, dinin asıllarıyla
emredilmiş bütün insanlara (mü'minlere) vacipdir. İnsanlar ise bu amellerde-beden-le
ilgili amellerde de olduğu gibi- "Üç derece" halinde bulunmaktadırlar:
1- Nefsine
zulüm ve haksızlık eden,
2- Mu'tedil
hareket eden (muktesid),
3- Hayırlara
koşan (sabikun bi'1-hayrat).
1- Nefsine
zulüm ve haksızlık eden: Emirleri terketmek ve yasakları işlemek suretiyle
Allah'a asi durumunda olan kimsedir.
2- Mu'tedil
hareket eden: Vacip (farz emirler)i yerine getirip haramları işlemeyenlerdir.
3- Hayırlara
koşan: Gücünün yettiği vacip (farz emirler) ve müstehab (sünnet gibi, diğer
nafileler gibi güzel) fiillere yönelen, haram ve mekruh (dince nahoş) fiilleri
de terke-den kimsedir. Fakat bununla beraber, "mu'tedil hareket eden"
ve "hayırlara koşan" diye isimlendirilen bu iki zümrenin günahları,
ya tevbe ile yok edilir. Nitekim, ayet-i kerime'de
"Şüphesiz ki,
Allah işledikleri kötülüklere çok tevbe edenleri ve onlardan iyice
temizlenenleri sever"
(Bakara: 2/222)
Ya o günahı mahvedici
bir takım iyilik (hasenat) ile yok edilir; ya keffaret sayılacak bazı
musibetlerle, ya da bunlara benzer şeylerle yok edilir.
Bu iki zümre yani,
mu'tedil hareket edenlerle hayırlara koşanlar, Allah'ın Kitabı'nda şu tarzda
zikrettiği evliyadandırlar:
"Haberiniz olsun
ki, Allah dostlarına hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir
de" (Yunus: 10/62)
Bu duruma göre,
"Evliya"nın tarifi yapılacak olursa: Mü'min ve muttaki kimseler demek
olmaktadır. Fakat onlar da şu iki kısma ayrılır:
1- Avam kısmı:
Bunlar, mu'tedil hareket eden kimselerdir.
2- Havas kısmı: Bunlar da hayra koşanlardır. Ancak, hayra koşanlar
(sabikun), evvelkilerden daha üstün dereceye sahipdirler. Bunlar, mesela:
Peygamberler ve Sıddıklar gibi zatlardır.
Rasulullah (s.a.v.),
bu iki kısmı, Buhari'nin "Sahü'inde, Ebu Hüreyre'den (r.a.) rivayet ettiği
şu (kudsi) hadis'in-de zikretmektedir:
"Allah azze ve
celle buyuruyor ki: Benim bir veli kuluma düşman olan Bana savaş açmış
demektir. Kulum kendisine farz kıldığım ibadetlerin edasından daha üstün bir
şeyle Bana yaklaşamaz. Kulum nafile ibadetlerle bana yaklaşmaya devam ettiği
takdirde ben onu severim; sevdim mi de, onun işiten kulağı olurum, gören gözü
olurum, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum; benimle işitir, benimle görür,
benimle tutar ve benimle yürür; benden isteyecek olursa, ona mutlaka veririm,
bana sığınacak olursa onu mutlaka sığındırırım. Mü'min kulumun ruhunu
kabzetmekte gösterdiğim tereddüt kadar, mutlaka yapacak olduğum hiç bir şeyde
terddüt göstermedim; çünkü o, ölümün şiddetinden dolayı ölmek istemiyor, ben
de ona kötülük (ölüm anında eziyet) etmek istemiyorum, ama gene de o ölüm ona
zaruri olur"
İman sahibinden
nefsine zulüm ve haksızlık edene gelince: Ona fisku fücuru derecesinde zıddı
da mevcut olur... Zira bir şahısda mükafatı gerektiren iyilikler (hasenat)
ile, cezayı gerektiren kötülükler (seyyiat) bazan birleşebilir. Böylece onun
mükafat ve ceza görmesi mümkün olur. Bu görüş Rasulullah'ın (s.a.v.) bütün
ashabının, İslam büyükleri ile ehl-i sünnet ve cemaatin: Kalbinde zerre
ağırlığınca iman olan cehennemde ebedi kalmaz, diyenlerin kabul ettikleri
görüştür.
Ebedi kalır, diyenler
ise: Hariciler ile Mu'tezile'dir:
Cehenneme giren Kıble
ehli bir kimse oradan bir daha çıkmaz. Büyük günahlar (kebair) hususunda,
cehenneme girişten evvel ve sonra, ne Rasulullah'ın (s.a.v.) ve ne de bir
başkasının şefaati olamaz; (bunlara göre) bir şahısda mükafat ve ceza (sevap
ve günah) ile iyilikler ve kötülükler birleşemez. Hatta, mükafat gören ceza
görmez; ceza gören de mükafat görmez.
Bu meseleye ilişkin
Kitap, Sünnet ve Ümmet'in selefinin icmaından çokça deliller vardır, fakat
yeri burası değildir. Onları kendi konularında genişçe anlattık.
Bu hususla alakalı
olarak bir çok mes'ele kurulur. Bundan dolayı, kendisinde gerçek iman bulunan
kimsede imanı derecesinde bu amellerden olması lazımdır. Her ne kadar kendisinde,
Buhari'nin "SahirTinde Ömer b. Hattab'tan (r.a.) rivayet ettiği şu
hadis'deki gibi bir takım günahlar olsa da:
"Kendisine Hımar
(merkeb) adı verilen bir adam var idi, Rasulullah'ı (s.a.v.) bazen güldürürdü.
Adam içki de içerdi ve Rasulullah (s.a.v.) kendisine dinen, tekdir edilen sopa
cezası tatbik ederdi. Bir keresinde yine huzura getirildiğinde, bir adam onun
için:
Allah ona la'net
etsin, ne de çok Rasulullah'a (s.a.v.) (ceza için) getiriliyor!
Dedi. Bunun üzerine
Rasulullah (s.a.v.) o adama şu cevabı verdi:
"Ona lanette bulunma,
çünkü o kesinlikle Allah ve Rasulü'nü sevmektedir"
Bu hadise
anlatmaktadır ki, içki içerek ya da başka bir şeyle günahkar olan bir kimse,
bazan Allah ve Rasulü'nü sevebilmektedir. Allah ve Rasul sevgisi ise, iman
kulplarının en sağlamıdır. Nitekim abid ve zahid olan bir kimse de kalbinde
mevcut bir bid'at ve nifakdan dolayı Allah ve Rasu-lü katmda-bu esasa göre-
bazan sevilmeyen biri olur. Yine mesela, "Sıhah"da ve daha başka
hadis kitaplarında yaygın bulunan, Emirü'l-mü'minin Ali b. Ebu Talib (r.a.) ile
Ebu Said el-Hudri (r.a.) ve başkalarının Rasulullah'tan (s.a.v.) naklettikleri
şu hadis de bu hususa delil teşkil eder: Rasulullah (s.a.v.) Haricileri
zikrederek buyurur ki:
"Sizden biriniz
kendi orucunu onların, oruçları yanın-
da, kendi kıraatini
(Kur'an okuyuşunu) da onların kıraatleri yanında hakir ve hafif görür. Onlar
Kur'an okurlar, ama Kur'an gırtlaklarından öteye geçmez. İslam'dan, ok'un
yaydan çıktığı gibi çıkarlar. Onlara nerede rastlarsanız öldürünüz. Çünkü
onları öldürme hususunda öldüren için Allah katında ecir vardır. Ben onlara
yetişirsem, Ad kavminin katli gibi onları katlederim"
Rasulullah'ın (s.a.v.)
ashabı Emirü'l-mü'minin Ali b. Ebu Talib ile beraber, Rasulullah'ın (s.a.v.)
emri üzerine onlarla mukatele etmişlerdir. Zira Rasulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmuştu:
"Müslümanların
ayrılığa düştüğü sırada Harici İslam'dan çıkar. Onları iki taifeden Hakka en
yakın olanı öldürür"
Bundan dolayı,
Süfyan-i Sevri ve daha başka İslam büyükleri (imamlar) şöyle demişlerdir:
"Bid'at İblis'e,
ma'siyetten daha sevimlidir. Çünkü bid'atın tevbesi olmaz, ma'siyetin ise
tevbesi olur. Bid'at'ın tevbesi olmaz sözünün manası şudur: Allah azze ve celle
ile Rasulü'nün vaz'etmedikleri bir din edinen bid'at ehline kötü ameli süslü
gösterilir, onu güzel olarak görmeye başlar. Kötü olan o amelini böyle güzel
devam ettiği müddetçe de tevbe etmiş olmaz. Zira tevbenin evveli, işlediği
fiilin tevbe edeceği kötü fiil olduğunu bilmesi yahut tevbe edecek ve onu
yapacak vacib ya da müstehab mahiyyetindeki emredilen güzel bir ameli
terkettiğini bümesidir. Fakat o, gerçekte kötü olan bir fiilini güzel görmeğe
devam ettiği müddetçe, tevbe etmiş olmaz.
Ancak bid'at sahibinin
tevbesi, hakkın ortaya çıkması için, Allah hidayete ve doğruya sevketmesi
suretiyle, mümkün ve gerçek olan bir hususdur. Nitekim, Allah Sübhane-hu ve
Teala kafirlerden, münafıklardan, bid'at ve dalalet sahibi gruplardan hidayete
sevkettiğini etmiştir.
Bu durum ise ancak,
bildiği hakka tabi olmakla gerçekleşir. Zira:
"Büdiğiyle amel
edene Allah bimediğini de öğretir"
Nitekim Allah Teala da
şöyle buyurur:
"Doğru yola
bulanların ise Allah hidayetlerini artırmış ve onlara takvalarını (Allah'tan
saygı ile korkup fenalıklardan sıkanma vasıflarını) vermiştir"
(Muhammed: 47/17)
"Eğer kendilerine
yapılan öğüdü yerine getirselerdi, her halde haklarında daha hayırlı
(imanlarının) sebat etmesi bakımından daha sağlam ve sıhhatli olurdu. Ve o
zaman biz de, kendi katımızdan onlara büyük bir mükafat verir ve kendilerini
elbette doğru bir yola eriştirirdik" (Nisa:
4/66-68)
"Ey iman edenler!
Allah'tan korkup, sakının; O'nun peygamberine inanın ki size rahmetinden iki
pay versin; size, aydınlığında yürüyeceğiniz bir nur sağlasın ve sizi bağışlasın.
Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir"
(Hadid: 57/28)
"Allah, iman
edenlerin dost ve yardımcısıdır; onları karanlıklardan aydınlığa ulaştırır ve
doğru bir yola koyar"
(Maide: 5/16)
Bu mes'eleyi isbat
edecek deliller Kitap ve Sünnet'te çoktur. Keyfine göre hareket ederek, bildiği
hakka tabi olmaktan yüz çeviren kimse de aynen böyledir; bu amelsizliği ona
cehalet ve sapıklık kazandırır, apaçık olan hak'ka karşı kalp gözünü kör eder.
Nitekim Allah Teala bu mevzuda da şöyle buyurur:
"Ne vakit ki,
onlar (hak'tan batıla) meyledip saptılar, Allah da onların kalplerini (hakkı
kabul etmekten uzak tutup) eğik haie getirdi. Allah, hakkın sınırlarını
çiğneyip bozan topluluğu doğru yola çıkarmaz" (Saf: 61/5)
"Onların
kalplerinde hastalık vardır, Allah da hastalıklarını arttırmıştır (Bakara: 2/10)
"Eğer kendilerine
(arzulan doğrultusunda) bir mucize gelirse, herhalde ona inanacaklarına dair
olanca yeminleriyle yemin ederler. De ki: Mucizeler ancak Allah katındadır
farkında değilsiniz, onlara mucize gelse yine de inanmazlar. Onların
gönüllerini ve gözlerini ilk önce inanmadıkları gibi ters çeviririz ve
kendilerini azgınlıkları içinde bırakırız da bocalayıp dururlar"
(En'am: 6/109)
Son ayet-i kerime'de
geçen, bilir misiniz? manasındaki (Vema yüş'irukum) kelimesi, olumsuzluk ve red
manasını ifade eden bir soru cümelesidir. Yani; Farkında değilsiniz,
bilmiyorsunuz; onlara mucize gelse yine de iman etmezler. Biz onların
gönüllerini ve gözlerini ilk önce inanmadıkları gibi ters çeviririz demektir.
Aynı ayet-i kerime'de
geçen (enneha) kelimesi, "Elifini esre okuyanlara göre kesinlik ifade eder
ki, o zaman yine manası; Onlara mucize gelse yine de kesinlikle iman etmezler,
onların kalplerini ve gözlerini ilk önce inanmadıkları gibi ters çeviririz,
demek olur. Bundan dolayı Seleften Said b. Cübeyr gibileri şöyle demiştir:
İyiliğin (hasenenin)
mükafatı ondan sonra iyiliktir. Kötülüğün (seyyienin) cezası da, yine ondan
sonra kötülüktür.
Buhari ve Müslim
(Sahihayn) de, İbn-i Mes'ud (r.a.) yoluyla Rasulullah'm (s.a.v.) şöyle
buyurduğu rivayeti mevcuttur:
"Doğru olunuz.
Zira doğruluk birr'e (iyiliğe) sevke-der. İyilik ise Cennet'e götürür. Kişi
doğru olmaya ve doğruluğu aramaya devam ettiği takdirde, Allah katında, sıddık
olarak yazılır. Yalandan da sakınınız. Zira yalan fücur'a sevkeder. Fücur ise,
Cehennem'e götürür. Kişi yalancı olmaya ve yalanı aramaya devam ettiği takdirde,
Allah katında, yalancı olarak yazılır"
Burada, Rasulullah
(s.a.v.) haber vermiş oluyur ki; doğruluk, iyiliği (birri) gerektiren bir asıldır.
Yalan ise, fücur'u gerektiren bir vesiledir.
Bu konu ile ilgili olarak
Allah Teala şöyle buyurmuştur:
"İyiler mutlaka
nimet içindedirler. Kötüler de mutlaka Cehennem'dedirier" (İnfitar:
82/13-14)
Bundan dolayı baz.
şeyhler müridlerine tevbeyi emrettiklerinde, onlara nefret hissi vermemek ve
kalplerini dağıtmamak gayesiyle, doğruluğu (sıdkı) tavsiye ederdi. Onun için
din şeyh ve imamlarının büyüklerin sözlerinde sıdk ve ih-las kelimeleri çok
geçer. Hatta şöyle derler: Doğru olmayana söyle, bana tabi olmasın! Ve yine
derler ki: Sıdk, Allah'ın yeryüzünde kılıcıdır, neyin üzerine konsa onu keser.
Kul, Allah'a ancak
O'nun için yaptığı iyilikle sıdk sahibi olabilir.
Anlatmak istediğimiz
mesele ile alakalı bu gibi misaller daha çoktur. Sıdk (doğruluk) ve İhlasın (samimiyet) her ikisi de
hakikatte, iman ve İslam'ı gerçekleştirip sağlamlaştırmak, manasmdadır. Zira
İslam'a girdiklerini açıklayanlar iki kısma ayrılırlar: Mü'min ve münafık...
Mü'min ile münafık'ın arasım ayıran şey ise sıdk (doğruluk)drr. Çünkü nifak'ın
üzerine kurulduğu temel, yalandır. Bundan dolayı Allah imanın hakikatmdan
bahsettiği zaman onu sıdk ile anlatır. Nitekim, şu yüce kavlinde buyurur:
"Bedeviler,
"iman ettik" dediler. De ki: Siz iman etmediniz, belki İslam'a
girdik (zahirden teslimiyyet gösterdik), deyin. İman, henüz kalplerinize
girmedi. Eğer Allah'a ve Rasulü'ne itaat ederseniz, amellerinizden hiçbir şey
eksiltmez. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. Mü'minler
ancak o kimselerdir ki, Allah'a ve Rasulü'ne iman etmişler, sonra da
(imanlarmda) şüpheye düşmemişler ve mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad
etmişlerdir. İşte onlar doğrulardır" (Hucurat:
49/14-15)
Yine bir yüce kavlinde
de şöyle buyurur:
"Ganimet malı bir
de fakir muhacirleredir ki, onlar yurtlarından ve mallarından çıkarıldılar;
(onlar sadece) Alah'ın geniş lütuf, bol ihsanını ve hoşnutluğunu
ar-zulamaktalar; Allah'a ve Rasulü'ne canlarıyla ve mallarıyla yarım ederler.
İşte imanlarında sadık olanlar da bunlardır" (Haşr: 59/8)
Bu yüce kavliyle Allah
azze ve celle, İman da'vasmda sadık olan kimselerin, iman edip de imanları
şüpheyi takip etmemiş ve Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihad etmiş
kimseler olduğunu bildirmektedir. Bu mes'ele de hem önceki ümmetlerden ve hem
de Rasulullah'ın (s.a.v.) ümmetinden gelenlerden alınan bir sözdür. Nitekim
yüce Allah şöyle buyurur:
"Allah
Peygamberlerden şöyle kesin söz almıştı: And olsun ki, size kitap ve hikmet
verdim, sonra sizinle beraber bulunanı doğru kabul eden bir Peygamber gelince,
mutlaka ona inananasınız ve ona muhakkak yardım edesiniz; bunu ikrar ettiniz
mi, bunun üzerine ahdi kabul ettiniz mi? demişti. Onlar da; 'İkrar ettik!'
diye kesin söz vermişlerdi. Öyie ise şahid olun, ben de sizinle beraber
şahidlerdenim buyurmuştu. (Al-i İmran: 3/81)
"Allah hiçbir
peygamber göndermemiştir ki, ondan şu mi-sakı (sözü) almasın: Rasulullah
(s.a.v.) peygamber olarak gönderildiğinde kendileri hayatta olurlarsa ona
mutlaka iman edeceklerine ve yardımda bulunacaklarına, ayrıca her peygamber,
ümmetinden, Muhammed peygamber olarak gönderildiğinde hayatta olurlarsa mutlaka
O'na iman edip yardımda bulunacaklarına dair söz almışlardır"
Allah Teala bir
ayetinde şöyle buyurur:
"And olsun ki,
Biz peygamberimizi açık belgelerle gönderdik ve insanlar adaletle iş görsünler
diye onlarla beraber Kitab'ı ve Mizan'ı indirdik. Demiri de indirdik; onda
şiddet ve sertlik ile, insanlar için faydalar vardır. Bu da Allah'ın kimin O'na
ve Peygamberine gıyabında yardım ettiğini bilip tesbit etmesi içindir. Şüphesiz
ki Allah çok güçlüdür; çok üstündür" (Hadid: 57/25)
Allah azze ve celle bu
ayet-i kerime'de; Adaletle iş görülsün ve ayrıca hem kendine hem de Rasulü'ne
yardım edeni bilip tesbit etsin diye Kitab'ı, Mizan'ı ve demir'i indirdiğini
bildirmektedir. Bundan dolayıdır ki, dinin ayakta durması ve nizam'i, doğruya
sevkeden Kitab'a yardım eden kılıç sayesinde olmaktadır.
"Doğru yolu
gösterici ve yardımcı olarak Rabbin yeter"(Furkan: 25/31)
Burada Kitap ve
demir'in indiriliş itibariyle müştereken söylenmesi, onlardan birinin diğeri
indirilmeden indirilmiş olmasını menetmez.
Zira, Kitap Allah
Teala tarafından indirilmiştir. Nitekim O bu hususta şöyle buyurur:
"Bu Kitab'ın
indirilişi, o çok güçlü çok üstün hikmet sahibi Allah tarafındandır" (Zümer: 39/1)
"Elif Lam Ra. Bu
Kitap'dır ki, ayetleri hikmet sahibi, her şeyden haberi olan (Allah)
tarafından sağlamlaştırılmış, sonra da bir bir açıklanmıştır" (Hud: 11/1)
"Şüphesiz ki sen
(ey Muhammed!) Kur'an-ı O yegane hikmet sahibi (her şeyi bilenden
alıyorsun)" (Nemi: 27/6)
Kitap böyle: demir
ise, içinde yaratıldığı dağlardan indirilmiştir.
Yine Allah Teala, şu
yüce kavlinde, dini toplayıcı mahiyetteki birr sahibi, da'vasmda sadık (doğru)
kimseleri şu şekilde anlatmıştır:
"Yüzlerinizi doğu
ve batı yönüne çevirmeniz (hakiki imanı yansıtan) birr değildir. Ama (gerçek)
birr; Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitab'a ve peygamberlere inananların;
malı ona olan sevgisiyle beraber yakınlarına, yetimlere, yoksullara, yolda
kalmışlara, dilenenlere, köle ve esirleri kurtarmaya harcayanların; namaz
kılar ve zekat verenlerin; andlaşıp, anlaştıkları zaman verdikleri sözü yerine
getirenlerin; zorda, darda ve savaşın kızıştığında sabredenlerin bu durumları
ve imanlarıdır. İşte bunlardır doğru olanlar ve bunlardır muttakiler"
(Bakara: 2/177)
Allah Teala
münafıkları da müteaddid ayet-i kerimelerde yalancılıkla tavsif etmiştir.
Bunlarla ilgili olarak da şu yüce sözlerinde şunları buyurur:
"Kalplerinde
hastalık vardır. Allah da onların hastalığını arttırmıştır. Yalan söylemelerine
karşılık onlara elem verici bir azab vardır" (Bakara: 2/10)
"Münafıklar sana
geldikleri zaman derler ki: Biz muhakkak senin Allah'ın Peygamberi olduğuna
şehadet ediyoruz. Allah senin kendi peygamberi olduğunu elbette bilir ve
Allah, münafıkların herhalde yalancı olduklarına şehadet eder"
(Münafikun: 63/1)
"Allah'a karşı
verdikleri sözü yerine getirmedikleri, vaadlerini tutmadıkları ve yalan
söyledikleri için Allah da kendisine kavuşacakları güne kadar, yaptıklarını
kendi kalplerinde nifaka çeviriverdi" (Tevbe: 9/77)
Münafıkların
durumlarını anlatan buna benzer deliller Kur'an-ı Kerim'de daha çoktur.
Bilinmesi gerekir ki,
sıdk ve tasdik (doğruluk ve doğrulamak) hem sözlerde ve hem de amellerde olur.
Buna misal olarak Rasulullah'ın (s.a.v.) bir sahih hadisindeki şu sözleri
verilebilir:
"İnsanoğlunun
zina nasibi, (ezeli ve İlahi bir kalemle) yazılarak
zaptedilmiştir... Şüphesiz kişi, bundan kaçamaz ve nasibine mutlaka
yetişecektir. (Bu itibarla vücudun uzuvlarının ayn ayrı zina hisseleri vardır):
Gözler zina eder, onların zinası bakmaktır. Kulaklar zina eder, onların zinası
dinlemektir. Eller zina eder, onların zinası tutup sıkmaktır. Ayaklar zina
eder, onların zinası yürüyüp gezmektir. Kalp ise arzu edip iştah bulur. Fere
(tenasül uzvu) da onu ya doğrular ya da yalanlar."
İnsanlar arasında
söylenen sözlerde de buna misaller vardır. Mesela; Onlar düşmana doğru olarak,
gerçekten saldırdılar, derler. Buna da savaşanların savaşa olan istekleri
sabit ve kesin olduğu zaman söylerler.
Yine: Falan sevgisinde
sadıktır, denir. Bu sözleriyle de: O, isteğinde, kasdında ve dileğinde
sadıktır; işinde sadıktır; haberinde ve sözünde sadıktır, manalarını
kastederler.
Münafık ise sadık
mü'minin aksinedir; o, verdiği haberde yalancıdır, yahut amelinde mürai kimse
gibi yalancıdır. Bununla alakalı olarak Allah Teala şöyle buyurur:
"Münafıklar
Allah'a karşı düzenbazlıkta bulunmak isterler; Allah onların düzen ve oyununu
boşa çıkarıp başlarına geçirir. Onlar namaza kalkınca üşenerek kalkarlar,
insanlara gösteriş yaparlar; Allah'ı pek az anarlar"
(Nisa: 4/142)
İhlas'a gelince; O,
İslam'ın hakikatidir. Çünkü "İslam" başkasına değil sadece Allah'a
teslim olmak, bağlanmaktır. Nitekim Allah Teala bu manada şöyle buyurur:
"Allah,
birbirleriyle geçinemeyen birkaç ortak kişinin kölesi olan bir adam ile, yalnız
bir kişiye bağlı (köle) olan bir adamı misal veriyor; bunlar bir olur mu? Hamd
Allah'a mahsustur. Ama onların çoğu bilmezler"
(Zümer: 39/29)
Ailah'a teslim (bağlı)
olmayan kimse, büyüklenmiş demektir. Allah'a ve başkasına teslim olup bağlanan
ise, O'na
şirk koşmuş (müşrik)
demektir. Büyüklenme (kibr) ile şirkin herbiri İslam'a zıd şeylerdir, İslam da
yine kibr İle şirkten herbirine zıd bir mefhumdur.
İslam, kelimesi hem
geçişsiz lazım ve hem de geçişli (mü-teaddi), olarak kullanılır. Nitekim, Allah
Teala bu manada şöyle buyurur:
"Ve hani Rabbi
ona teslimiyette devam et deyince; o da 'alemlerin Rabbine teslim olup (boyun
eğdim)'demişti"
(Bakara: 2/112)
Bu gibi misaller
Kur'an'da çoktur.
Bundan dolayı,
İslam'ın esası "Allah'tan başka bir İlah olmadığına şehadet etmek"
olmuştur ki, bu ifade, sadece Allah'a ibadet etmeyi ve O'ndan başkasına
ibadeti terketme-yi, içine almaktadır. Bu da Allah'ın gerek önceki ümmetlerden
ve gerekse sonrakilerden (Muhammed ümmetinden), din olarak ondan başkasını
kabul etmediği, umumi manada olan "îslarrtdır. Nitekim, yine Allah Teala
bu hususla alakalı olarak şöyle buyurur:
"Kim İslam'dan
başka bir din arzulayıp ararsa, ondan asla kabul edilmeyecektir. Ahirette de
o, zarara uğrayanlardandır" (Al-i
İmran: 3/85)
"Allah, kendinden
başka İlah olmadığına şahitlik etti. (O), azizdir, hakimdir. Allah katında Din
İslam'dır..."
(Al-i İmran: 3/18-19)
Buraya kadar
anlattıklarımız ifade etmektedir ki, hakikatte Din'in aslı, ilim ve amellerle
ilgili batini bir takım mes'delerdir. Zahiri ameller, batini ameller olmadan
pek fayda sağlamaz. Nitekim, Rasulullah (s.a.v.), İmam Ah-med'in
"Müsned"inde Enes'den (r.a.) rivayet edilen bir hadis'inde şöyle
buyurur:
"İslam alenidir,
iman ise kalpdedir. (Kalpte tealluke-der). Takva burada, takva burada!"
Eli ile
göğsünü-kalbini gösterdi.
Bundan dolayı
Rasulullah (s.a.v.), Buharı ile Müslim'in ittifak edip Nu'man b. Beşir yoluyla
rivayet ettikleri bir hadis'inde şöyle buyurmuştur:
"Helal bellidir,
haram da bellidir; ancak aralarında şüpheli şeyler vardır ki, insanların çoğu
onları bilemez. Kim şüpheli şeylerden kaçınırsa hem ırzını hem de dinini
temize çıkarmış (korumuş) olur. Kim de şüpheli şeylere düşerse harama düşmüş
demektir. Tıpkı korunun veya yasak bölgenin kenarında sürülerini otlatan ve neredeyse
içeriye girecek durumda bulunan çoban gibi. Dikkat edin! Her hükümdarın bir
yasak bölgesi vardır. Allah'ın yeryüzündeki korusu ve yasak bölgesi ise haramlardır.
Dikkat edin! Cesedde bir et parçası vardır, eğer o iyi ve sağlıklı olursa,
cesedin tümü iyi ve sağlıklı olur; eğer o fena ve bozuk olursa, cesedin tümü de
fena ve bozuk olur, işte o, kalpdir!"
Yine Rasulullah
(s.a.v.), Ebu Hüreyre'nin (r.a.) rivayet ettiği bir hadisinde şöyle buyurur:
"Kalp
hükümdardır, uzuvlar ise onun askerleridir. Hükümdar iyi ve hoş olursa,
askerleri de iyi ve hoş olur; hükümdar kötü ve nahoş olursa, askerleri de kötü
ve nahoş olur"[1]
Allah'a sevgi,
ihlastftevekkül, O'ndan razı olmak gibi batini amellerin hepsi, havas ve avam
her mii'min hakkında bir emirdir. Makamı yüksek de olsa, hiçbir mü'minin onları
ter ketmesi caiz olmaz.
Üzüntüye gelince: Onu,
ne Allah ve ne de Rasulü emretmemişlerdir. Hatta, dini hususlarla alakalı dahi
olsa, Kur'an-ı Kerim'in bir çok ayetinde nehyedilmiştir. Mesela şöyle
bu-yurulur:
"Gevşemeyin,
hüzün duymayın, eğer inanıyorsanız, muhakkak üstünsünüzdür (Al-i İmran: 3/139)
"Onların (inkarda
inad etmelerine) hüzünlenme; kurdukları hile ve tuzaktan dolayı telaşlanıp
sıkıntıda kalma" (Nahl:
16/127)
"... O,
arkadaşına, "hüzün duyma, Allah bizimle beraberdir"
demişti" (Tevbe: 9/40)
"Elinizden çıkana
tasalanmamanız ve size verdiğine fazla sevinmemeniz için"
Bu örnekler
çoğaltılabilir.
Üzüntünün
emredilmemesinin sebebi, bir fayda sağlamadığı gibi hiç bir zararı da
gidermediği içindir. Üzüntünün hiç bir faydası yoktur. Faydası olmayan bir şeyi
de Allah Teala emretmez. Evet, üzülen kimse, musibetlere üzülen gibi,
üzüntüsüne bir haram eklemediği müddetçe günahkar olmaz. Nitekim, Rasulullah
(s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Allah Teala ne
göz yaşı, ne de kalp üzüntüsünden dolayı muaheze (muhasebe) etmez. Lakin,
şundan dolayı muaheze eder veya acımada bulunur"
'Rasulullah (s.a.v.)
bunu söylerken dilini işaret etmekteydi'.
Yine şöyle buyurur:
"Göz yaşarır,
kalp üzülür; biz ise, ancak Rab azze ve cellenin razı olacağı şeyi
söyleriz"
Allah Teala, bu ayet-i
kerime'de bu manada şöyle buyurur:
"... Vah Yusuf'a!
diyerek üzüldü. Ve üzüntünden gözlerine ak indi" (Yusuf: 10/84)
Bazan, sahibinin sevap
göreceği, övüleceği şeyler de üzüntüyle beraber olabilir. Bu ise, üzüntü
bakımından değil de iyilik ve sevab bakımından güzel bir şey olur. Mesela: Dininde
meydana gelen bir musibete, müslümanlann başına gelen umumi bir felakete
üzülen kimse gibi ki, böyle kimse kalbindeki hayır sevgisinden, şer
nefretinden ve buna benzer şeyden dolayı sevaba nail olur. Fakat bunlara
üzülmek, sabır, cihad, bir faydanın elde edilmesi ve bir zararın giderilmesiyle,
alakalı bir emrin terkine sebep olursa, yasaklanmıştır. Şayet böyle bir durum
yoksa, üzülen kişi muhasebe olunur, üzüntü bakımından olan günah ise
kaldırılır.
Fakat üzüntü, kalp
zayıflığına, Allah ve Rasulü'nün emirlerini yerine getirmeye engel olursa, bir
başka bakımdan iyi olsa da, kötü görülür.
Allah sevgisi, O'na
tevekkül, ihlas ve benzeri şeylerin hepsi ise sırf hayırdan ibarettir. Bütün
bunlar, her nebi, sıddık, şehid ve salih zatlar hakkında güzel, iyi haller ve
hasletlerdir. Kim bu makamların havas (seçkin) zatlar için değil de avam
(halk) için olduğunu söyleyecek olursa, ha-vassı bu makamlardan çıkarmakla hata
etmiş olur. Çünkü hiçbir mü'min bunların dışında kalmaz. Ancak kafir ve münafıklar
hariçte kalır. Bazıları bu görüşte hata olduğunu söylemişlerse de bizim bu
konuşmalarımız, o makamlar hakkında kısa bir açıklamadan ibarettir. Burası bu
konuları genişçe anlatmanın yeri değildir.
Ancak, bu makamlarda
insanlar Havas ve Avam diye ikiye ayrılırlar. Havas'ın özel tarafı vardır.
Avam'ın da genel tarafı vardır. Bunlara örnek olarak, karşı görüşte olanların
şu sözleri verilebilir; derler ki:
"Mütevekkil,
nefsi, azık isteme durumunda korur. Havas kimse, nefsini korumaz. Mütevekkil,
tevekkülü ile herhangi bir şeyi isteyebilir. Arif, her şeye teferruatıyla
şahid olur, fakat ondan bir şey istemez" Bu hususta şöyle denir:
Gerçek tevekkül, dünya
işleri hususundaki tevekkülden daha geneldir. Mütevekkil, kalbinin, dininin iyi
olması, dilinin ve iradesinin korunması hususunda Allah'a tevekkülde bulunur.
Bu da ona göre, en mühim mes'eledir. Bundan dolayı, Rabbine her namazda şu
sözüyle yalvarışta bulunur: "(Allah'ım!) Yalnız sana ibadet eder ve ancak
senden yardım dileriz" (Fatiha: 1/5)
Yine, şöyle buyurur:
"Artık, O'na
ibadet edin ve O'na güvenip dayanın"(Hud: 11/123)
Ben ancak, O'na
dayanıp güvenirim ve O'na yönelirim"
(Hud: 11/88) "... De ki: O benim Rabbim'dir, O'ndan başka İlah yoktur.
Ancak O'na yönelip dayanırım, tevbem ve dönüşüm de O'nadir"
(Ra'd: 13/30) Allah azze ve celle Kur'an'in bir çok yerinde ibadetle tevekkülü
bir araya getirmiştir. Çünkü bu ikisi, dinin bütününü oluştumaktadır. Bundan
dolayı geçmişteki büyük zatlardan (seleften) biri şunu söylemiştir:
Allah semavi
kitapların bütün ilmini Kur'an'da toplamıştır. Kur'an'in ilmini mufassalda
(Kur'an-ı kerim'in son yedide birinde, yani: Hucurat suresinden Nas suresine
kadar olan surelerde toplamıştır. Mufassalın ilmini, Fatiha'da toplamıştır.
Fatiha'nın ilmini de (İyyake na'büdü ve iyya-ke nestain) de toplamıştır.
Bu iki mübarek cümle
(İyyake na'büdü ve iyyake nestain: Yalnız sana ibadet eder, ancak senden
yardım isteriz), Rab ve abdi (kulu) kendinde toplayan cümlelerdir. Nitekim,
"Müslim"in
"sahih"inde Ebu Hureyre'nin (r.a.) rivayet ettiği Hadis-i şerifde de
Rasulullah (s.a.v.) aynı şeyi buyurmuştur:
"Namazı
(Fatiha'yı) Benimle kulum arasında ikiye böldüm. Yarısı, Benim içindir, yarısı
da kulum içindir. Kulum için istediği vardır (verilecektir)"
Rasulullah (s.a.v.) buyurur:
"Kul: Elhamdü
lillahi Rabbi'l-alemin: Hamd, alemlerin Rabbi Allah'a mahsustur, der. Allah
azze ve celle: Kulum beni övdü (hamdetti), buyurur. Kul: Er-Rah-man er-Rahim,
(O) Rahman ve rahimdir, der, Allah: Kulum bana senada bulundu (övdü), buyurur.
Kul: Maliki yevmiddin: (O) ceza gününün yegane sahibidir, der. Allah: Kulum
beni ta'zimde bulundu, buyurur. Kul: Yalnız sana ibadet eder, ancak senden
yardım dileriz, der. Allah: İşte, şu ayet, benimle kulum arasında ikiye ayrılmıştır
ve kulum için istediği verilecektir, buyurur. Kul: İhdinassıratal müstakim,
sıratallezine en'amte aleyhim, ğayri'l-mağdubi aleyhim veladdallin: Bizi doğru
yola ilet, ni'metîne erdirdiğin kimselerin yoluna, kendilerine gazab edilmiş
olanların ve sapmışların yoluna değil (ya Rabbi!), der. Allah: Bunlar kulum
içindir ve kuluma istediği verilecektir" Geçen ayet-i kerime'deki ilk
yarıda yer alan sena ve hayır, Rab azze ve celle içindir. Diğer yarıda yer alan
dua ve istek ise, kulundur. Bu iki cümle Rabba ait olanla, kula ait olanı
toplamaktadır. "Iyyake na'büdü" Rab azze ve celle içindir, "Ve
iyyake nes-tain" kul içindir"
Buhari ve Müslim'in
"sahih"lerinde, Muaz b. Cebel (r.a.) şöyle rivayet etmektedir:
Bir merkeb üzerinde
Rasulullah'ın (s.a.v.) terkisinde bulunuyordum, buyurdu ki:
"Ey Muaz, biliyor
musun, Allah'ın kullar üzerindeki hakkı nedir?" Ben:
"Allah ve Rasulü
daha iyi bilir dedim. Bunun üzerine:
"Allah'ın kullar
üzerindeki hakkı: O'na ibadet etmeleri ve hiç bir şeyi O'na ortak
koşmamalarıdir" Yine buyurdu:
"Bunları yerine
getirdiklerinde, kulların Allah üzerindeki hakları nedir, bilir misin?"
"Allah ve Rasulü daha
iyi bilir, dedim. Bunun üzerine de şöyle buyurdu:
"Kulların Allah
üzerinde haklan: Allah'ın, kendilerine azab etmemesidir"
İbadet ise, Allah'ın
kulları bilhassa onun için yarattığı bir gayedir ki, bu da Allah'ın bir emri,
sevgisi ve hoşnutluğu bakımından olmuştur.
Nitekim, Allah Teala
bu hususta şöyle buyurur:
"Ben, cinleri ve
insanları ancak Bana ibadet etsinler, diye yarttım" (Zariyat: 51/56)
Allah Peygamberleri bu
gayeyle göndermiş, Kitapları da bu gayeyle inzal buyurmuştur.
İbadet, Allah azze ve celleye
en mükemmel ve nihai sevgiyi, en büyük ve nihai itaati kendinde toplayan bir
kavramdır. İtaatten uzak bir sevgi ile sevgiden uzak bir itaat ibadet olamaz.
İbadet, bu her iki hususu ifade ve ihtiva eden bir kelimedir. Bundan doluyı
ibadet, ancak Allah için yaraşır. Her ne kadar o ibadetin faydası kul için olsa
da. Zira Allah, bütün alemlerden zengindir, hiç bir varlığa ihtiyacı yoktur.
Ancak, Allah'ın ibadeti kullarına emretmesi, onu arzulaması ve ondan hoşnut
olması bakımından gereklidir.Bu se-bebledir ki, Allah, üzerinde yiyip içeceği
bulunan devesini korkunç ve ıssız sahrada kaybedip de uyuyacağı zaman ondan
ümidini kesen, uyanınca bulan kulunun tevbesinden Çok hoşnud olur. Devesiyle bu
şekilde bir hale ma'ruz kalıp da yüce zatına yönelerek tevbede bulunan kulundan
gayet razı olur.
Bu anlattığımız, konu
önemli hususları ihtiva eden bir mes'eledir ki, onu bu konuyu başka bir yerde
genişçe açıkladık.
Kulun tevekkül etmesi
ve yardım dilmesi (istiane) ibadetten meydana gelen bir gaye ve maksadına kendisiyle
nail olduğu bir vesile ve yoldur.
İstiane, (Yardım
dileme) dua ve istemek demektir.
Taberani
"Dua" kitabında RasuluIIah'm (s.a.v.) şöyle buyurduğunu rivayet eder:
Allah azze ve celle
buyuruyor ki:
"Ey Ademoğlu!
Dört şey vardır ki, onun biri Benim, biri de senindir. Biri, Benimle senin
aranda, biri de seninle halkım arasındadır. Benim için olan: Bana ibadette
bulunup hiç bir şeyi şirk koşmamandır. Senin için olan: En muhtaç bir zamanında
sana mükafatını vereceğim amelindir. Benimle senin aranda olan: Senin dua etmen,
Benim de kabul etmemdir. Seninle halkım arasında olan ise: Sana geldiklerinde
insanlara sevdiğin şeyi vermendir"
Bunun Allah için,
şunun kul için olması, başlangıçta sevgi ve hoşnutlukla ilgili olması
itibariyledir. Zira kul, başta sever ve gördüğünü ona uygun olarak arzu eder.
Allah Teala ise, rızasındaki gaye ve maksadı sever ve hoşnut olur, bunlara
tabi olarak da vesileyi sever. Yoksa, bütün emredilen şeylerin faydası kula
aittir, hepsini Allah sever ve hoşnut olur.
Bundan dolayı,
tevekkülün umumi makamlardan olduğunu sanan kimse zannetmiştir ki, tevekkülle
sadece dünyaya ait haz ve nasibler istenir. Bu ise, bir hatadır. Bilakis tevekkül,
dini hususlarda daha fazla caridir.
Yine tevekkül,
yapılması lüzumlu olan şeylerle isteğe bağlı
güzel şeylerin (vacib ve müstahabbın) ancak kendisiyle tamamladığı dini
esaslardandır. Bunda zühd yoluna gidip terk eden Allah'ın emrettiğini sevdiğini
ve hoşnut olduğunu terkeden kimse demektir.
"Dini zühd"
ise, ahiret hayatına faydası olmayan şeye rağbet etmeyerek terketmektir. Bu
da, Allah'a itatte kendisine ihtiyaç olmayan fazla mubahlardır. Nitekim,
"Dini vera" da, ahiret yurduna zararlı olan şeylerin terkedilmesidir
ki, onlar da: Haramların ve terkedilmesi, işlenmesi daha üstün olanın terkini
gerektirmeyen şüpheli şeylerin bırakılmasıdır. Mesela: Vacibler (işlenmesi
lüzumlu ve zaruri şeler) gibi.
Fakat, ahirete bizzat
faydalı olan ya da ona faydalı olana yardım eden şeylerde zühd (terk), dinden
değildir. Hatta dinin sahibi bu hususu şu ayetde zikretmiştir:
"Ey inananlar!
Allah'ın size helal kıldığı temiz ve faydalı şeyleri haram kılmayın; aşırı da
gitmeyin. Şüphesiz ki Allah aşırı gidenleri sevmez" (Maide: 5/87)
Nitekim, fazladan
mubah şeylerle meşgul olmak, dini zühd'ün zıddıdır. Şayet, kul o fazladan mubah
şeylerle meşgul olurken, vacib bir şeyi işlemekten geri kalırsa, ya da harama
riayeti ihmal ederse, asi olur. Bu duruma düşmese bile fazladan mubah şeylerle
meşgul olduğundan dolayı, derecesi mukarrebin derecesinden itidal yolu takib
eden (muk-tesid)lerin derecesine indirilir.
Yine; tevekkül,
Allah'ın sevdiği, hoşnut olduğu ve daima emrettiği bir esastır. Allah'ın
sevdiği, hoşnut olduğu ve daima emrettiği şey ise, mukarrebin hariç, itidal
üzere olanların fiilinden olamaz.
İşte bu izahlar zıd
görüşte olanların "Mütevekkil, nasib ve nazlarını ister" sözlerine
üçüncü cevaptır.
"İşler
tamamlanmıştır", şeklindeki sözlerine gelince, bu:
"Duaya ihtiyaç
yoktur. Çünkü istenen şey mukadder ise, dua
edip de dilemeğe ihtiyaç yoktur. Mukadder değilse, duanın faydası da
olmaz" diyenlerin sözlerine benzemektedir ki, bunlar dinen ve aklen en
sakat sözlerdendir.
Yine şöyle diyenler
olmuştur:
Tevekkül ve dua ne bir
fayda sağlar, ne de bir zararı uzaklaştırır. Çünkü, o sırf ibadettir. Şüphesiz
tevekkülün hakikati, işi Allah'a ısmarlama durumudur. Bu söz meşayih
zümresinden birinin de olsa, düpedüz hatadır. "Dua, sırf ibadettir"
sözü de aynı şekilde hatadır.
Bu ve buna benzer
sözlerin hepsinin aslı birdir; o da şudur:
Bu gibi kimseler
zannetmektedirler ki, işlerin olması, hükme bağlanmış mukadder bir mes'eledir
ve kuldan, meydana gelen mukadder sebepler üzerinde durması menedilmiş-tir.
Halbuki, bilmiyorlar ki, Allah sübhanehu işleri, kulların fiillerine bağlı
kıldığı bir takım sebeblere göre takdir edip hükme bağlar. Bundan dolayıdır ki,
onların sözlerinin itibardan uzak tutulması, işlerin tamamen asılsızlığını
gerektirir.
Şüphesiz, Rasululiah'a
(s.a.v.) bu mes'elenin aslı defalarca sorulmuş, onlara ait cevabı buyurmuştur.
Buhari ve Müslim'in "Sahih"lerinde rivayet ettikleri bir hadiste,
İm-ran b. Husayn (r.a.) şöyle nakleder:
Rasululiah'a (s.a.v.)
soruldu:
Ya Rasulallah! Cennet
ehli, Cehennem ehlinden farkedi-lir mi? Rasulullah (s.a.v.):
"Evet"
Cevabını verdi. Hangi
amelle? dendiğinde:
"Herkes ne için
yaratılmışsa ona muvaffak kılınır"
Buyurdu. Yine,
"Sahihayn'ın rivayetinde AH b. Ebu Ta-lib (r.a.) şöyle nakleder:
"Rasulullah'ın
(s.a.v.) da hazır olduğu bir cenazede bulunmakta idik. Rasulullah (s.a.v.) bir
ara oturdu. Elinde (yanında) bir değnek vardı. Değnekle yere vurmağa başladi,
sonra başını kaldırıp şöyle buyurdu:
"Her canlı nefsin
yeri cennet midir, yoksa cehennem midir? yazılmıştır. Ancak o, ya şaki (kötü)
ya da said (iyi) olarak yazılmıştır"
Ali (r.a.) der ki:
Topluluktan biri şöyle sordu:
"Ey Allah'ın
Nebisi! O halde, çalışma ve ameli bırakarak yazılmış kaderimizi bekliyemez
miyiz. Kim saadet ehli ise, ilahi kaza onu mutlaka o saadete sevkeder. Kim de
şekavet ehli (kötü) ise, ilahi kaza onu mutlaka o şekavete
sevkeder"
Bunun üzerine Rasulullah
(s.a.v.) şöyle buyurdu: "Çalışınız (amelde bulununuz); zira, herkes ne
için yaratılmışsa ona muvaffak kılınır. Saadet ehli saadete muvaffak kılınır,
şekavet ehli ise şekavete muvaffak kılınır" Bundan sonra, Rasulullah
(s.a.v.) şu ayet-i kerimeleri okudu:
"Kim (Allah için)
verir ve (kötülüklerden) sakınır, en güzel olanı doğrularsa, biz onu kolayına
kolaylaştırarak muvaffak kılarız. Kim de cimrilik edip kendini (Allah'a) muhtaç
saymaz ve en güzel olanı yalanlarsa, onu da güçlüğe muvaffak kılarız" (Leyi:
92/5-10)
Bu hadisi Sahihlerde,
Sünen'lerde ve Müsned'lerde bir çok kişi rivayet etmiştir. Tirmizi rivayet
eder: Rasululiah'a (s.a.v.) soruldu:
"Ey Allah'ın
Rasulüî kendisiyle tedavi olacağımız bazı deva, hastalıkları okuyarak
iyileştireceğimiz bir takım dua, ve kendisiyle haramlardan sakınacağımız bir
kısım takva halleri bildirsen, Allah'ın kaderinden bir şeyi reddeder mi?
Rasulullah (s.a.v.) cevaben şöyle buyurdu:
"Bu tedbirler de
Allah'ın kaderindendir"
Buradaki mana
Rasulullah'ın (s.a.v.) bir çok hadislerinde geçmektedir.
Rasulullah (s.a.v.) bu
hadis-i şeriflerinde şunu anlatmak istemektedir:
Bİr kimsenin iyi ya da kötü olduğuna dair İlahi ilim ve kitap (takdir) geçmiş
ise, bu durum onun iyi amellerle iyi (said), kötü amellerle de kötü (şaki)
olmasına aykırı olamaz. Çünkü Allah sübhanehu her şeyi olduğu gibi bilir,
Öylece onu yazar. O bilir ki, iyi, iyi amellerle iyi olur; kötü de, kötü
amellerle kötü olur. Kim iyi ise, iyi olmayı gerektirecek güzel amellere
muvaffak kılınır. Her iki kul da ne için yaratılmışsa, ona muvaffak kılınır. Bu
da ona, Allah sübhanehu'nun Kitabı'ndaki şu kavlinde zikrettiği varlıkla ilgili
umumi iradesinden meydana gelen bir durum olur:
"...Onlar durmadan
ihtilaf etmekteler. Ancak Rabbı'nin merhamet ettiği kimseler müstesna. Zaten
Rabbın insanları bunun için (bu duygu ve düşüncede) yaratmıştır" (Yusuf:
12/118-119)
İnsanların
yaratıldıkları şey ise, İlahi sevgi ve hoşnutluktur ki, o da, gereğini yerine
getirmekle emrolundukları dini iradedir (arzudur); o irade ise, Allah'ın şu
kavlinde zikredilmiştir.
"Ben, cinleri ve
insanları ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım" (Zariyat: 51/56)
Allah sübhanehu,
Kitab-ı Kerim'inde: Emir, irade, izin, Kitab, hüküm, kaza, tahrim gibi
kelimelerin her birinde, Allah'ın sevgisinde, hoşnutluğuna ve dini emrine
uygun dini husus ile, varlık hakkındaki iradesine uygun varoluş hususunu
açıklamıştır.
Bunlardan dini emir
ile ilgili olan ayetlerden misaller:
"Şübhesiz ki
Allah, adaleti, iyiliği, yakınlardan (ihtiyaç sahiplerine) vermeyi emreder"
(Nahl: 16/90)
"Şübhesiz, Allah,
emanetleri ehline vermenizi, emreder" (Nisa: 4/58)
Ve daha buna benzer
ayet-i kerimeler.
Var oluş ile ilgili
ayetlerden misaller:
"O, bir şeyi (var
kılmayı) dileyince, O'nun emri sadece "ol!" demesidir, o şey hemen
oluverir" (Yasin: 36/82)
"Bir memleketi
yıkıp yok etmek istediğimiz zaman, oranın lüks ve konfor içinde yaşayan şımarık
varlıklılarına (peygamber ve kitab'a uyarak doğru yolda yürümelerini)
emrederiz; buna rağmen onlar itaatsizlik edip yanlış yolda yürümeye devam
ederler; o takdirde o memleket üzerine (azab ile ilgili) hüküm hak olur ve
artık orayı yıkıp yerle bir ederiz"
(İsra: 17/16)
Bu ayette, Allah'ın
yüce kavil (söz-emir-hüküm)lerinden biri tecelli etmiştir.
Dini irade hakkındaki
ayetlerden misaller:
"Allah size
kolaylık ister, zorluk istemez" (Bakara:
2/185)
Allah size (dini
hükümleri ve hükümlerin bağlı bulunduğu ahlaki ölçüleri) açıklamak, sizden
öncekilerin yollarını (örnekleriyle sergileyip) göstermek ve tevbenizi kabul
etmek ister. Allah bilendir ve hikmet sahibidir"
(Nisa: 4/26)
"Allah size
sıkıntı vermek istemez, ama sizi tertemiz yapmak ve şükredesiniz diye üzerinize
ni'metini tamamlamak ister.." (Maide: 5/6)
Varoluş ile ilgili
İlahi irade hakkındaki ayetlerden misaller:
"Allah dileseydi birbirlerini
öldürmezlerdi. Ne var ki Allah dilediğini yapar" (Bakara: 2/253)
"Allah kimi doğru
yola eriştirmeyi dilerse, onun kalbini İslam'a açar. Kimi de saptırmak
isterse, göğe yük-selıyormuş gibi göğsünü daraltıp sıkıştırır. (En'am: 6/125)
Ayet-i kerimede
nakledilen Nuh'un (a.s.) şu sözü de bu manadadır:
"Eğer Allah sizi
azdırıp yok etmek istese, ben size öğüt vermek istesem de öğüdüm size bir yarar
sağlamaz.."
(Hud: 11/34)
"O, bir şeyi (var
kılmayı) dileyince, O'nun emri sadece "ol! demesidir" (Yasin: 36/82)
Dini izin hakkında
ayet-i kerimelerden misal:
"Ne kadar hurma
ağacı kestiniz veya kökleri üzerine ne kadar ayakta bıraktımzsa, (bu) Allah'ın
izniyle gerçekleşmiştir ve Allah'ın ilahi sınırı aşan sapıkları rüsvay etmesi
içindir" (Haşr: 59/5)
Yine var oluş'a misal:
"Allah'ın izni
olmadıkça onlar bir kimseye zarar verici olamazlar" (Bakara: 2/102)
Dini kaza (emir) ile
ilgili ayetlerden misaller:
"Rabbın ancak
kendisine kulluk etmeni... emretmiştir"
(İsra: 17/23)
Varoluşla ilgili:
"Ve sonra onları
iki gün (iki devir) de yedi gök şeklinde yerine getirip oluşturdu" (Fussilet: 41/12)
Dini hüküm hakkında
ayet-i kerimeler:
"İhramlı iken
-avlanmayı helal saymaksizm- size davarların (eti) helal kılınmıştır. Ancak
(aşağıda) size okunacak olanlar müstesna. Şüphesiz ki, Allah dilediğine
hükmeder" (Maide: 5/1)
"Bu, Allah'ın
hükmüdür ki, arazında hükmeder..." (Mümtehine:
60/10)
Varoluşla ilgili,
(Yusuf'un (a.s.) lisanından):
"Babam (Yakub)
bana izin vermedikçe veya Allah lehimde hükmetmedikce -ki O hükmedenlerin en
ha-yırhsıdır- yerimden kat'iyyen ayrılmayacağım"
"(Peygamber) dedi
ki: Ey Rabbim! Aramızda hak ile hükmet. Rahman olan Rabbi'mız, sizin
vasfedegeldiği-niz şeylere karşı yardımı iseteniiendir" (Enbiya: 21/112)
Tahrim (haram kılma)
hakkındaki ayet-i kerimelere misal:
"Ölü (hayvan),
kan, domuz eti, Allah'dan başkası adına boğazlanan; -yetişerek boğazlanan
müstesna- boğulmuş, (bir cisimle) vurularak öldürülmüş, yüksekçe bir yerden
yuvarlanıp ölmüş, süsülerek Ölmüş, canavar tarafından parçalanarak ölmüş
hayvan; dikili taşlar (putlar) üzerine boğazlanan ve bir de fal okları, kumar
zarlarıyla kısmet aramanız size haram kılınmıştır"
(Maide: 5/3)
"Analarınız,
kızlarınız, kızkardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, kardeş kızları... size
haram kılınmıştır" (Nisa:
4/23)
Varoluşla ilgili
tahrim (haram)'a misal:O kutsal yer onlara kırk yıl haram kılınmıştır. (Çöl)
yerinde şaşkın perişan dolaşıp duracaklar.." (Maide: 5/26)
"Onların
mallarında, dilenen ve yoksul için bir hak vardır" (Zariyat: 51/19)
Dini kelimelere misal:
"Rabbi bir zaman
İbrahim'i bir takım kelimelerle denemiş, o da onları tamamlamıştı...."
(Bakara: 2/124)
Varoluşla ilgili
misal:
"Rabbin
İsrailoğullarına olan güzel sözü, sabretmelerine karşılık tam manasıyla
gerçekleştirdi. (A'raf: 7/137)
Rasulullah (s.a.v.),
sahih hadis kitaplarında, sünen'ler-de ve Müsned'lerde birçok bakımdan meşhur
olmuş sözü de bu kabildendir. Rasulullah istiaze (sığınma-korunma) da bulunduğu
zaman şöyle derdi:
"Euzu
bikelimatillahittammati'lleti la yücavizühünne berrun vela facirun: Allah'ın ne
iyi ne de günahkarın tesir edemeyeceği tam kelimelerine sığınırım"
Açıktır ki, bu,
Allah'ın dileme ve varetme fiilinden hiçbir şeyin hariç olmadığı varoluşla
alakalı bir durumdur.
Dini kelimelere
gelince, günahkar kimseler işlediği ma'siyet ile onlara muhalefette
bulunmuştur.
Burada Rasulullah
(s.a.v.) şunu açıklamıştır. İnsanlar, gerek iyilik, gerekse kötülük bakımından
yaratıldıkları akıbetlere, oraya götürecek amellerle kolaylaştırılırlar (muvaffak
kılınırlar). Diğer yaratıklar da böyledir. Allah sübhane-hu, insan yavrusunu
(ve diğer canlıları) rahimlerde, ana babanın nikahda birleşmeleriyle ve rahimde
iki suyun bir araya gelmesiyle, cereyan eden takdire göre yaratır. Şayet bir
insan: Ben tevekkül ediyorum, zevcemle birleşmem; zira, benim için bir çocuk
takdir olunmuş ise var olur, takdir olunmamış ise var olmaz, böyle olunca
cinsi temasa ihtiyaç yok, demiş olsa, o, ahmaktır. Ancak, cinsi temasda bulunup
da erlik suyunu azilde bulunan böyle değildir. Çünkü erlik suyunu azil (dışarı
akıtmak), Allah isterse, çocuğun rahimde varlık kazanmasına mani olmaz. Çünkü,
erlik suyu bazan gayr-i ihtiyari kaçar.
Bu sebebledir ki,
Buharı ve Müslim'in "sahih"lerinde, Ebu Said el-Hudri'nin rivayet
ettiği bir hadis-i şerif'de şöyle buyurulmuştur:
"Ebu Said
el-Hudri anlatıyor:
"Rasulullah
(s.a.v.) ile beraber Beni Müstakil savaşına çıkmıştık. Bu esnada bazı arap
kadınlar esir aldık. Bekarlık bize çok dokunduğundan kadınlara çok iştahlanmıştık.
Azil yapmayı (erlik suyunu içeri akıtmadan onlarla münasebette bulunmayı)
arzulamıştık. Bu hareketimizin doğru olup olmayacağını Rasulullah'a (s.a.v.)
sorduğumuzda, şöyle buyurdu:
"Bunu yapmanızda
bir sakınca yoktur. Azil yapmamanız vacip kılınmıştır. Çünkü, Allah kıyamete
kadar, varlığa kavuşacak her canlıyı takdir etmiştir"
Müslim'in rivayetinde
de Cabir (r.a.) şöyle nakleder:
"Rasulullah'a
(s.a.v.) bir adam gelerek:
"Benim bir
cariyem var, hizmetçimizdir, hurmalarımızı sular. Etrafında dolaşıyorum
(münasebet yapmakta ileri gitmiyorum) ve hamile olmasını istemiyorum (ne
buyurursunuz?), diye sorduğunda, Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Arzu edersen,
O'ndan azil yap (içeri akıtmadan münasebette bulun); zira, ona takdir edilen
mutlaka gelecektir"
Bununla beraber Allah
sübhanehu, yaratma işini ana ve babasız olarak yapmaya da kadirdir. Nitekim,
Adem'i (a.s.) sadece topraktan yaratmıştır. Havva (a.s.) validemizi, onun kısa
kaburga kemiğinden yaratmıştır. İsa'yı (a.s.) da sadece bir anadan (Meryem'den)
yaratmıştır. Lakin Allah azze ve cellenin bu şekildeki yaratması, adet dışı bir
takım sebeblerle cereyan etmiştir.
Böyle iken, İslam
Şeriatını hareketsiz hale getirip terket-miş bir takım zındıklar bu hakikati
inkar yoluna saparlar.
Bu durum, maalesef
mes'elenin içinde olan birçok me-şayihde dahi mevcuttur. Onlardan harhangi
biri, Allah'ın emrettikleriyle yasakladıklarını iyice incelemeden, kaderi (işi)
Allah'a havale ve tevekkül etmek, kaderin hakikatiyle beraber yürümek olarak
kabul eder ve zanneder ki, "Kul, Allah huzurunda, yıkayıcı önündeki ölü
gibi olmalıdır" diyenin bu sözü, Allah'ın emir ve nehiylerini tamamen
terketme-yi; Allah'ın emrettiği, sevdiği ve razı olduğu şeylerle yasakladığı,
sevmediği ve razı olmadığı şeylerin arasını ayıran Nur ve Furkan (şeriat)ın
tesirinin zayıflamasını kasdetmektedir. Böylece, o, Allah'ın arasını ayırdığı
şeylerin arasını eşit hale getirmiş olur ki, bu mevzuda Allah şöyle buyurur:
"Yoksa o
kötülükleri işleyip duranları; iman edip salih amellerde bulunanlar gibi mi
yapacağız, hayatlarını, ölümlerini bir mi tutacağımızı sanıyorlar? Ne kötü
hüküm veriyorlar!" (Casiye: 45/21)
"Yoksa Biz, iman
edip salih amellerde bulunanları, yeryüzünde fesat çıkaranlar gibi mi veya
(Allah'dan) korkup (fitneden) sakınanları, yoldan çıkmış sapıklar gibi mi
tutacağız?" (Sad: 38/28)
"Artık Biz,
(Hakka) teslimiyyet gösterenleri, günahkar suçlular gibi mi tutarız? Ne oluyor
size? Nasıl hükmediyorsunuz?.. (Nur: 24/35-36)
"De ki: Hiç
bitenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (Zümer:
39/9)
"Görmeyenle gören
bir değildir. Karanlıklar ile aydınlık, gölge ile sıcaklık da bir değildir.
Dirilerle ölüler de bir değildir. Şüphesiz Allah dilediği kimselere işittirir.
Sen ise, kabirlerde olanlara işittirecek değilsin"
Ve bunlara benzer
ayetler Allah'ın bu konudaki hükmünü açıkça ortaya koyar.
Bunlar hatlarını,
Kitap ve Sünnet'in delalet ettiği, ikisinin toplamından meydana gelen İlahi,
dini bir hüviyyeti haiz Peygamberi emirler ile; kafir ve münafıkların ellerinde
meydana gelen varlık dünyasına ait hallerin arasını ayı-ramamaya kadar
götürürler. Her varlığın Allah'ın kaderi, Ru-bubiyeti, umumi iradesi ile olması
ve mülküne dahil bulunması bakımından onun genel durumunu görürler; Allah'ın
evliyası ile düşmanları, iyilerle kötüler, mü'minlerle kafirler, dini
emirlerine itaat eden itaatkarlarla, o emirlere karış gelen isyankarlar arasını
ayıran şeklini görmezler. Bu hususta da bazı şeyhlerden nakledilen özlü bir
takım konuşmaları (sözleri) ya da bazılarının hatalı ifadelerini delil olarak
getirirler...
Bu mes'ele, îlahi
rızayı isteme yoluna girmiş tarikat ehli için a'zami itinayı gerektiren
"Büyük bir temel"dir. Zira onlar, bu yolda mürid olarak Allah'ın
rızasını, nurunu taleb etmektedirler. Bu kimseler yukarıda anlatıldığı gibi
düşündükleri takdirde, o temeli ihmal etmiş olacağından kafirler,
fasıklar, asiler ve daha Allah'ın ancak
bildiği bir takım yoldan çıkmışlar zümresine girmiş olur; böylece, yeryüzüne
musallat olmuş zalim ve zorba kimselerin zulüm ve azgınlıklarına yardımcı
olurlar. Yeryüzünde zorbalık ve fesadla meşgul olan kimselerin İslam'a zararlı
hareketlerine kalpleriyle yardımcı olurlar zannederler ki, bu hususta onlara
uyan bir takım halleri olursa, o sebeble, Allah'ın veli kullarından olurlar.
-Çünkü kalplere olan te'sir, bedenlere olan te'sirden daha büyüktür. Ancak,
kalp iyi olursa, te'siri de iyi olur; şayet kalp kötü olursa, te'siri kötü
olur. Haller ise, bazen Allah'a sevimli olur, bazen de sevimli olmaz.
Fakihler, kısasın vacib (farz) olması sebebiyle, başkasını batmen öldüren
kimseye de kısasın gerekliliği üzerinde söz söylemişlerdir- Yine bu kimseler
kalpleriyle ve batınlarıyla, varoluş hadisesine delil ararlar, bir te'sirle bir
kimseye hariku'1-ade haller isnad ederler, bunu da Allah'tan bir keramet olarak
kabul ederler. Bilmezler ki, o hakikatte bir ihanettir (horluk-tur). Keramet
ise, istikameti gerektirir. Allah da kuluna sevdiği ve hoşnut olduğu şeyleri
ihsan etmemiştir. Allah az-ze ve cellenin sevdiği ve hoşnut olduğu şeyler de
kendisine itaat, Rasulü'ne ittiba, evliyasına dostluk, düşmanlarına
düşmanlıktır. Bunlar Allah'ın evliya kulları olmaktadır ki, Allah onlar
hakkında şöyle buyurmuştur:
"Haberiniz olsun
ki, Allah dostlarına hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir
de" (Yunus: 10/62)
Bu gibi kimseler
Allah'ın kendilerine vacib (farz) kıldığı şeylerde O'na muvafakat
gösteriyorlarsa, "İtidal yolu takib edenler (Muktesidler)den olurlar.
Şayet Allah'ın vacib kıldığı ve sevdiği hususlarda muvafakat ediyorlarsa
"İlahi dostluk ve yakınlığa kabul edilmişler (Mukarrebîer) den olurlar.
Bununla beraber, her
vacib güzeldir, her güzel vacib değildir. Fakat, Allah'ın kulunu, harikul'ade
haller yahut başka şeyler ihsan ederek ferahlık ile denemesi; veya sıkıntı ile
imtihan etmesi, ona bir kerametinden ya da horlamasından değildir bu hususlarda
itaat ettikleri zaman bir kısım insanlar said (iyi) olurlar, isyan ettikleri
takdirde de bir kısım insanlar şaki (kötü) olurlar. Bu manada Allah Teala
şöyle buyurur:
"İnsanoğluna
gelince, Rabbi onu denediği zaman: İkramda bulunup nimetlere garkettiğinde, o,
"Rabbim bana ikramda bulundu" der. Ama yine onu denemek için rızkını
daralttığında "Rabbim bana haksızlık etti"der"
(Fecr: 89/15-16)
Bundan dolayı insanlar
bu hususta üç kısma ayrılır:
Birinci kısımda
olanlar; Hariku'lade hallerine karşılık Allah'a taatte bulunarak dereceleri
yükselenlerdir.
İkinci kısımda
olanlar: Ohalleri Allah'a ma'siyette kullanarak kendilerini O'nun azabına
ma'ruz kılanlardır. Bel'am ve
başkaları gibi...
Üçüncü kısımda
olanlar: İlahi haller haklarında mubah menzilesinde
olanlardır.
Birinci kısım: Bunlar,
hakikaten mü'min ve insanlığın efendisi Rasulullah'a (s.a.v.) halisane tabi
kimselerdir. Kerametleri de, Allah'ın dinini ayakta tutmada bir hüccet olması
içindir, yahut Allah'a taatte onunla yardım İstemesi ihtiyacından dolayıdır.
İşaret edilen bu ulvi
temelde çok hatalar yapıldığı için, Rasulullah (s.a.v.), kula fayda veren
emirlere bir hırs gayret göstermeksizin kadere yaslanmayı yasaklamıştır.
Müslim'in
"Sahih"inde, Ebu Hüreyre (r.a.), Rasulul-lah'ın (s.a.v.) şöyle
buyurduğunu rivayet eder:
"Kuvvetli mü'min,
Allah'a zayıf mü'minden daha hayırlıdır. Bununla beraber hepsinde hayır vardır.
Sana faydalı olan şeye karşı hırslı ol! Yardımı Allah'tan iste, acze düşme.
Başına bir şey gelirse 'Ah keşke şöyle yapsaydım, böyle yapsaydım' deme; şöyle
de: Bu Allah'ın kaderidir, dilediğini yapar'. Çünkü eğer şöyle yapsaydım sözü,
şeytanın işini açar (ona kolaylık sağlar)"
Ebu Davud'un
"Sünen"inde de şöyle rivayet edilir:
"İki şahıs
Rasulullah'ın (s.a.v.) huzurunda çekişip tartıştılar. Rasulullah (s.a.v.)
onlardan birinin aleyhinde karar verdi. Bunun üzerine o şahıs
"Hasbinallahu ve ni'me'l-vekil" dediğinde, Rasulullah (s.a.v.) şöyle
buyurdu:
"Allah aczi ve beceriksizliği
kınar. Sen akıllı ve becerikli ol, bir iş seni bunalttığı zaman 'Hasbinallahu
ve ni'mel-vekil' de"
Burada Rasulullah
(s.a.v.), mü'minin her fayda vefen şeye haris olmasını ve Allah'dan yardım
dilemesini emretmiş olmaktadır. Bu da Allah Teala'nın şu yüce sözlerine uygundur:
"(Allah'ım!)
Yalnız sana ibadet eder, ancak senden yardım dileriz" (Fatiha: 1/5)
"... Artık O'na
ibadet edin ve O'na güvenip dayanın"
(Hud: 11/123)
Şüphesiz, hırs,
Allah'a taat ve ibadet gibi kula faydalı olan şeylere karşı olur. Çünkü, kul
için faydalı oln, Allah'a itaattir, onun için ondan daha faydalı şey yoktur.
Taate karşı yardım istenen şey de taattir, isterse mubah cinsinden olsun.
Rasulullah (s.a.v.),
bir hadis-i şerifinde Sa'da'a (r.a.) şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın
rızasını isteyerek zevcenin ağzına koyduğun bir lokmaya varıncaya kadar
verdiğin her nafaka, senin dereceni ve kadrini artırır"
Bu hadisle Rasulullah
(s.a.v.) haber veriyor ki; Allah akıllılık ve becerikliliğin zıddı olan
acizliği kınar, ondan hoşnut olmaz. Acizlik, işlenmesi emredilen şeyde
beceriksizlik ve gevşeklik göstermekdir. Çünkü beceriksizlik ve gevşeklik her
ne kadar emir ve işle birlikte olması gereken kudrete aykırı olup nehyin sebebi olan, geçen kudrete
aykırı değilse de.
Şüphesiz kİ, iş
yapmayı gerektiren güç, işle beraber olur. Güç ise ancak iş için faydalıdır.
Allah aTeala da bu manada şöyle buyurmuştur:
Onlar (hakkın sesini)
işitmeye güç y et ir ememişl erdi (Hud:
11/20)
Kur'an-ı dinlemeye
tahammül edemiyorlardi... (Kehf: 18/101)
Güç'e gelince, emir ve
nehiy buna bağlıdır. Ancak, iş bunda bazan bulunur bazan bulunmaz. Bunun misali de Allah Teala'nm
şu yüce sözünde mevcuttur:
Yo! bulmaya güç
yetirebilenin Beyt'i haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hak ve
vacibesidir" (AI-i
İmran: 3/97)
Rasulullah'm (s.a.v.)
İmran b. Husayn'e olan şu sözü de bu hususta bir misaldir:
"Ayakta namaz
kıl, güç yetiremezsen oturarak kıl, güç yetiremezsen yan (üzerine) yatarak
kıl"
Bu noktada insanlar
dört kısma ayrılır:
Birinci kısım: Bu
topluluk, ibadet etmekle emrolun-dukları Rab sübhanehunun İlahlığına şehadet
ederek emir, nehiy, ibadet ve taat yönüne dikkat ederler; Kaza, kader, tevekkül
ve yardım isteme yönüne bakmazlar. Bu son hal fa-kİh ve abîdlerde çok bulunan
bir haldir; onlar, Allah azze ve cellenin haramlarına ve O'nun alametlerine
güzel niyyet ve ta'zimlerine rağmen kendilerine zaaf, aciz ve düşkünlük üstün
gelir. Halbuki, Allah'dan yardım dilemek, O'na tevekkülde bulunmak, O'na
sığınmak ve dua etmek kula kuvvet verip, işlerini kolaylaştırır.
Bundan dolayı selefden
biri şöyle demiştir:
"Kim, insanların
en kuvvetlisi olmayı arzularsa, Allah'a tevekkül etsin"
Buhari ve Müslim'in
Sahih'İnde, Abdullah b.Amr şöyle rivayet etmiştir:
"Şüphesiz,
Rasulullah'm (s.a.v.) Tevratta geçen sıfatı (özelliği) şudur: Şüphesiz ki, Biz
Seni şahid, müjdeci ve uyarıcı, güvenlik içinde olanlar için bir sığınak
olarak gönderdik. Sen kulum ve elçimsin; Seni; insanlara karşı kaba ve katı
yürekli olmayan, sokaklarda bağırıp durmayan, kötülüğe kötülükle karşılık
vermeyen, bil'akis kötülüğe iyilikle mukabele eden, afveden ve bağışlayan
olarak isimlendirdim... O kulum ve elçimin ruhunu, kendisiyle eğri yoldaki
topluluğu doğrultuncaya; O'nun vasıtasıyla kör gözleri, sağır kulakları ve
kapalı kalpleri açıp "La ilahe illallah: Allah'dan başka bir İlah
yoktur" demelerini gerçekleştirinceye kadar kabzetmeyeceğim"
Bundan dolayıdır ki,
Arş'i taşıyan melekler (Hameletü'l-Arş), Arş'i (La havle vela kuvvete illa
billahi'1-aliyyi'l-azim: Bütün güç ve kuvvet, ulviyyet ve azamet sahibi Allah'ındır).
Mübarek sözü ile taşırlar.
İki sahih hadis
kitabında:
"O (yani, La
havle vela kuvvete illa billahü-aliyyi'1-a-zim), Cennet hazinelerinden bir
hazinedir." hadisi mevcuttur.
Allah Teala bu manada
şöyle buyurur:
Kim Allah'a güvenip
dayanırsa, Allah ona yeter"
(Talak: 65/3)
"Onlar ki,
kendilerine bazı kimseler, 'düşmanınız olan insanlar size karşı ordu toplayıp
hazırladılar (aman) onlardan korkun!' demeleri, onların ancak imanını artırdı
da, 'Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!" dediler. Ve sonunda
kendilerine bir kötülük dokunmadan Allah'ın (selamet ve gönül yatıştırıcı)
ni'metiyle ve fazlu keremiyle geri döndüler; Allah'ın rızası doğrultusunda
hareket edip O'na uydular. Allah çok büyük fazlu kerem
sahibidir. (Size o haberi getiren) ancak
şeytandır; kendi dostlarım (savaş ve ölümden) kokutur. Mü'min iseniz onlardan
korkmayın, Benden korkun" (Âl-İİmran:
3/173-175)
Buhari'nin
"sahih"inde İbn-i Abbas'ın (r.a.) rivayeti de şöyledir:
"Ve kalu
hasbünallahu ve ni'mel vekil. (Allah bize yeter, O ne güzel Vekildir, dediler)
sözünü İbrahim Halilullah (a.s.) ateşe atıldığında söylemiş; Rasulullah
(s.a.v.) da, bazı insanların düşmanınız olan insanlar size karşı ordu toplayıp
hazırladılar, (aman) onlardan korkun!., demeleri üzerine söylemiştir"
İkinci kısım: Bunlar
Hakkın Rab'lığına şehadet ederler, O'na olan ihtiyaçlarını bildirirler ve
O'ndan yardım dilerler. Lakin, Allah'ın emrine, nehyine, rızasına, gazab ve
sevgisine bakmadan heves ve zevklerine göre dileyip isterler. Bu hal ise,
ekseri fukara ve tasavvuf ehli mü'minin halidir. Bu sebeple de, sık sık tabii
hayatlarında yaptıkları şeyleri yaparlar, Rab azze ve cellenin razı olduğu ve
sevdiği şeyleri işlemezler. Çok kere hata işlerler ve zannederler ki, O'na
ma'siyet işlemek, razı olduğu şeydir; bu sebeple de İlahi emir ve nehyi tatbik
etmeyip işlemez hale getirirler; bunun adına da hakikat adını verirler. Ve
yine zannederler ki, bu kaderle hakikat, dış varlık ve iç alem itibariyle
Rab'bın rızasını, sevgisini, emrini ve nehyini içine alan dini emirler
hakikatine riayet etmeksizin kendisine sadece güvenmeyi gerektirir.
Bunlar çok defa
hallerini değiştirerek bir çeşit ma' siyet ve fıska yönelirler; hatta çoğu
İslam'dan çıkıp irtidat eder. Çünkü, güzel akıbet takvanındır. Allah'ın emir ve
yasakları üzerinde durmayanlar, takva sahiplerinden (Muttaki) olamazlar. Onlar
müşriklerin durumuna düşerek bazan bid'at'ı, şeriat (din) zannederler, bazan da
mes'eleye (ilahi emre) kaderi delil olarak kullanırlar; Allah Teala ise,
"En'am" ve "A'raf' surelerinde müşrikleri kınayıp kötülediği
şeyi zikrettiği zaman, onların dinde meydana getirdikleri bid'atla-rı ve o
bid'atları şeriat olarak kılmalarını da zikretmiştir. Bu hususta şöyle
buyurmuştur:
"Onlar (o
şeytanın dost ve yandaşları) bir kötülükte bulunduklarında, "babalarımızı
bu yolda bulduk. Allah da bize bunu emretmiştir" dediler. De ki: Allah
kötülüğü emretmez" (A'raf: 7/28)
Allah Teala burada,
müşrikleri, kendisinin haram kılmadığı şeyleri haram kılmaları, dinde
bildirmediği şeyleri var saymaları sebebiyle kınamış ve, bu arada kendilerine
kaderi delil olarak kullandıklarını da zikrederek şöyle buyurmuştur:
"Allah'a ortak
koşanlar diyecekler ki; Allah dilesey-di ne biz (putlara taparak) şirk
koşardık, ne babalarımız... Ve ne de bir şeyi haram kılardık. (En'am: 6/148)
Allah'a ortak koşan
(müşrik)lann bu sözlerinin benzeri Nahl, Yasin ve Zuhruf surelerinde de vardır.
Bütün bunlar onların şununla-bununla ilgili bir takım şüphelerinden ibarettir.
Üçüncü kısım: Bunlar,
Allah'ın ibadetinden yüz çeviren ve O'ndan yardım istemekten uzaklaşan
kimselerdir ki, sözü edilen kısımların en şerlisidirler.
Dördücü kısım: Bu
güzel ve makul kısım olup
"Yalnız sana
ibadet eder, ancak senden yardım dileriz" (Fatiha: 1/5)
Ayetinin sır ve
manasıyla
"Artık O'na
ibadet et ve O'na güvenip dayan" (Hud:
11/123)
Ayetinin ruhunu
kendilerinde gerçekleştirenlerin halidir. Onlar Allah'a yaptıkları ibadette
O'ndan yardım dilerler
ve şehadet ederler ki:
Rab'Ieri, ancak kendisine ve Rasulü'ne itaat edilecek bir Rab'dır; Yine O öyle
bir Rab'dır ki:
"Onlara
Rab'lerinden gayrı ne sahip çıkan dostları, ne de bir şefaatçileri vardır. (En'am: 6/51)
"Allah insanlara
rahmetinden neyi açarsa, onu tutacak yoktur; neyi de tutar salıvermezse, Onu
ondan sonra salıverip gönderecek yoktur" (Fatır: 35/2)
"Eğer Allah sana
bîr zarar bir sıkıntı dokunduracak olursa, onu O'ndan başka giderecek yoktur.
Eğer sana bir iyilik dilerse, O'nun nimet ve ihsanını reddedecek yoktur."
(Yunus: 10/107)
"... De ki:
Gördünüz ya, Allah'ı bırakıp taptıklarınız, Allah bana bir zarar ve sıkıntı
vermeyi dilerse, onlar o sıkıntıyı kaldırabilirler mi? Veya sana bir rahmet
(kapısı açmayı) dilerse, onlar O'nun rahmetine engel olabilirler mi?"
(Zümer: 39/38)
O Rab, Sıfatlarına
sahip ve kendinden başkalarına meydan okuyan bir zattır.
Bundan dolayıdır ki,
bir kısım alimler: Sebeblere yönelip önem vermek Allah'ın birliğine karşı
şirktir; sebebleri sebepler olarak imha etmek akıl için noksanlık olduğu gibi,
sebeblerden tamamen yüz çevirmek de dine bir tecavüz ve onu kötülemedir.
Emredilen tevekkül ise: Kendinde tevhidin, aklın ve dinin gereklerinin
birleştiği şeydir, demişlerdir.
Geçen izahlardan
anlaşıldığı gibi, tevekkülü tarikat ehlinin avamının makamlarından zanneden,
Makamların illetleri "İllelü'I-Makamat" adlı kitabın sahibi
(Şeyhu'l-İslam Herevi) gibi meşayihin ileri gelenlerinden da olsa büyük hata
etmiştir. Zira, bu zat meşayihin en büyüklerindendir. Bu görüşü ondan
"Mehasmü'l-Mecalis"eserinin sahibi (Ahmed b. Muhammed es-Sanhaci) de
almıştır.
Görüldüğü gibi,
"tevekkül avam tarikat ehlinin makam-larındandır" diyenlerin delili,
"Onunla maksad sırf avamın hazzıdır,
zanlarından ve "maksadı elde etmede onun bir faidesi yoktur şeklindeki
düşüncelerinden dolayı zayıflamıştır. Bu hal, duayı tevekkül gibi kabul
edenlerin halidir ki, bu kimse de, emredilen amelleri aynı şekilde kabul eden
kimsenin mevkiindedir. Tıpkı, emredilen ibadet ve taatin gerekli sebeblerinden
uzaklaşarak tevekkülle meşgul olan gibidir. Bu kimsenin hatası, Allah Teala'nm
şu kavline giren, emredilen sebebleri terketmesindedir:
"Artık, O'na
ibadet et ve O'na güvenip dayan" (Hud:
11/123)
Birincinin hatası, ise
Allah Teala'nm yukarıda geçen yüce kelamına giren emredilen tevekkülü terketmesinde
bulunmaktadır.
Lakin denir ki: Kimin
Allah'a tevekkül ve duası mubah şeyleri elde etmede olursa, o, avamdandır.
Şayet bu, müs-tahab ve vacibleri elde etmede olursa, o, havasdandır. Nitekim,
bîr kimse haramları elde etmede Allah'a dua ve tevekkülde bulunursa, nefsinin
zalimidir. Tevekkülden yüz çeviren ise, Allah ve Rasulü'ne asidir. Hatta, iman
hakikatinden çıkmıştır. O halde, bu makam havas için nasıl olur? Allah Teala
bu manada şöyle buyurur:
"Musa, 'Ey
kavmim!' dedi. Eğer siz Allah'a iman ettiyseniz ve teslimiyyet de gösterdiyseniz
artık O'na güvenip dayanın. (Yunus: 10/84)
"Allah size
yardım ederse, sizi yenecek yoktur. Sizi yardımsız bırakırsa, artık ondan sonra
size kimse yardım edebilir?" (AI-i İmran: 3/160)
"Mü'minler ancak
Allah'a güvenip dayansınlar (Tevbe: 9/51)
"... De ki:
Gördünüz ya, Allah'ı bırakıp taptıklarınız, Allah bana bir zarar ve sıkıntı
vermeyi dilerse, onlar o sıkıntıyı kaldırabilirler mi? Veya sana bir rahmet (kapısı
açmayı) dilerse, onlar O'nun rahmetine engel olabilirler mi?"
"De ki Allah bana
yeter, O'na güvenip dayananlar ancak güvenip dayansınlar" (Zümer: 39/38)
Allah azze ve celle geçen ayet-i kerime'deki (Hasbiyal-lahu: Allah bana
kafidir) kelimesini bir; menfaat elde etmede zikretmiş bir de zararı defetmede
zikretmiştir. Birincisi, Allah Teala'nın şu sözünde mevcuttur:
"Eğer onlar Aİlah
ve Peygamberinin kendilerine verdiğine razı olsalardı ve Allah bize yeter;
Allah ve Rasu-lü bize kendi keremlerinden verceklerdir. Biz her halde Allah'a
rağbet edicileriz, deselerdi, (ne iyi olurdu!)"
(Tevbe: 9/59)
İkincisi Allah
Teala'nın şu sözlerinde mevcuttur: "Onlar ki, kendilerine bazı kimselerin,
"düşmanınız olan insanlar size karşı ordu toplayıp hazırladılar, (aman)
onlardan korkun!" demeleri, onların ancak imanını artırdı da, "Allah
bize yeter, O ne güzel vekildir!" dediler"
(Al-i İmran: 3/73)
"Eğer hile yapıp
seni aldatmak isterlerse, şüphesiz, ki Allah sana yeter; seni ve mü'minleri
yardımıyla destekleyip güçlendiren O'dur. (Enfal: 8/62) Ve yukarıda geçen Tevbe
suresinin 59. ayeti. Bu ayet-i kerimelerin hepsi rıza ve tevekkül emrini ihtiva
etmektedirler.
Rıza ve tevekkülün her
ikisi, kaderi kuşatırlar; tevekkül, kaderin meydana gelmesinden önce, rıza da
meydana gelmesinden sonra olur. Bundan dolayı Rasulullah (s.a.v.) dua ettiklerinde
şöyle buyururlardı:
"Allah'ım!, gayb
ilminle ve mahlukatm üzerindeki kudretinle, hayat benim için hayırlı olduğu
müddetçe beni yaşat; ölüm benim için hayırlı olunca da ölümü nasib et.
Allah'ım, senden gayb ve şehadet aleminde haşyetini (senden korkmayı) isterim,
gazablı ve hoşnut hallerde hak
konuşmayı dilerim; senden fakirlikte ve zenginlikte itidali isterim. Senden
tükenmeyen ni'meti isterim. Senden arkası kesilmeyen göz aydınlığı niyaz
ederim. Allah'ım, senden kazadan sonra rızayı taleb ederim. Ölümden sonra
hayatımın iadesini isterim. Cemaline bakmanın lezzetini dilerim. Zarar verici
darlık (sıkıntı) ve sapitıcı fitne olmaksızın seninle buluşmayı isterim. Allah'ım,
bizi imanın süsüyle zinetlendir. bizi doğru yol üzerinde olan hidayet ehlinden
kıl'?
Bu hadisi İmam Ahmed
ve Nesai Ammar b. Yasir'in ri-vayetinden nakletmişlerdir.
Fakat kazadan
(hükümden) önceki ise, rızaya olan niyettir, hakikatine değil. Bundan dolayı
bazı meşayih, belanın gelmesinden önce rızaya niyet ederler; bela gelince de,
sabır ve benzeri şeylerde olduğu gibi niyetleri bozular. Bu hususta Allah
Teala şöyle buyurur:
"And olsun ki,
ölümle karşılaşmadan önce onu temenni edip duruyordunuz. İşte onu gözlerinizle
bakarak görüyorsunuz" (Al-i İmran: 3/143)
"Ey iman edenler!
Yapamıyacağımz şeyi neden söylüyorsunuz? Yapamıyacağımz şeyi söylemeniz Allah
katında büyük bir gazab sayılır. Allah kendi yolunda birbirlerine kurşunla
kenetlenmiş bir yapı gibi saf halinde savaşanları elbette sever" (Saf:
61/2-4)
Bu ayet-i kerime
Ashab'dan (Abdullah b. Selam ve benzeri) bazılarınca "Hangi amelin
Allah'a daha sevimli olduğunu bilseydik, onu yapardık" şeklindeki
konuşmaları üzerine inmiştir. Bu hadise üzerine Allah Teala cihad ayetini indirince
de, ondan bazıları hoşlanmamıştır.
Bundan dolayı mü'mine,
adak ve vaad vb. gibi dinin gerekli (vacib) görmediği şeyleri nefsine gerekli
görerek kendini imtihana ma'ruz bırakması hoş görülmemiştir. Bir insanın
valilik (ve buna benzer başkanlık gibi şeyler) istemesi ve içinde veba gibi
bulaşıcı hastalık bulunan bir beldeye gitmesi de bu hoş görülmeyenler cümle s
indendir. Bu konuda Buhari ve Müslim'de, doğrudan Rasulullah (s.a.v.) yoluyla
olmaksızın bir hadis mevcutur. Rasulullah (s.a.v.) bu hadisinde (meşru olmayan)
adak'i yasaklamış ve şöyle buyurmuştur:
"Nezir (adak) bir
hayır getirmez, ancak o nezir sebebiyle cimriden mal çıkarmış olur"
Yine Buhari ve
Müslim'deki bir hadisde Rasulullah (s.a.v.), Abdullah b. Semure'ye şöyle öğüdde
bulunmuştur:
"Ey Abdurrahman
İbni Semure! Sakın emir olmak isteme, (kimseden başkanlık isteğinde bulunma).
Eğer sen isteyerek sana emirlik ve başkanlık verilirse, istediğin şey ile
(yalnız) bırakılırsın (Allah'ın yardımına nail olmazsın). Eğer emirlik ve
başkanlık sen istemeden verilirse (Allah tarafından) yardım olunursun, (güzel
idare edersin)"
Bir de, ey
Abdurrahman! Sen bir şeye yemin ettiğinde başkasını ondan daha hayırlı görürsen
yeminine kefaret verip de o hayırlı işi işle.
Veba hakkında da
Buhari ve Müslim'de şöyle bir hadis vardır:
"Bir yerde veba
olduğunu işttiğiniz zaman oraya girmeyiniz. Veba sizin bulunduğunuz yerde
olursa, oradan kaçarak dışarı çıkmaymız"
Yine "Sahih"
iki hadis kitabında Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Düşmanla karşılaşmayı
temenni etmeyiniz, Allah'dan afiyet (selamet) isteyiniz. Lakin onlarla karşılaştığınızda
da, sabrediniz ve biliniz ki, cennet kılıçların gölgeleri altındadır"
Bütün bu örneklerden
şu gerekli sonuç çıkıyor ki, mü'min gerek vacib (farz) olan şeylere gerekse
haram olan şeylere koşarak gitmemelidir; zira onları ifa edemiyebilir. Allah'a
nice vaad ve ahidde bulunanlar vardır ki,
çok kere o vaad-lerini bozmak durumunda kalmışlardır.
İnsanın başına bir
bela geldiği zaman sabretmeli, sebat ve tahammül göstermeli, vecibeleri yerine
getiren yakın imanı sahib kimselerden oluncaya kadar zaafa düşmemeli ve
metanetini muhafaza etmelidir. Bütün bunlar için de sabır lazımdır. Bundan
dolayı sabır, vacibleri eda ederken ve yasakları terkederken bütün İslam
büyüklerinin ittifakiyle vacib (gerekli) dir.
Sözü edilen sabır,
musibetler karşısında sabırsızlığa sabretmek, Allah'ın yasak ettiği şeylerde
nefsin arzularına tabi olmaya sabretmeyi de ihtiva etmektedir.
Allah Teala Kitab-ı
kerim'inde sabin doksandan fazla yerde zikretmiştir. Aşağıdaki iki ayette ise
sabrı namazla beraber zikretmiştir.
"Sabır ve namaz
ile (Allah'dan) yardım isteyin. Gerçi bu, Allah'a kavuşacaklarına ve ancak
O'na döneceklerine kesin bilgi (ve inanç) edinen saygılı kimselerden başkasına
ağır ve sıkıcıdır"(Bakara: 2/45)
"Ey iman edenler!
Sabır ve namaz ile (Haktan) yardım isteyin. Şüphesiz ki Allah sabredenlerle
beraberdir"
(Bakara: 2/153)
Yine şöyle buyurmuştur:
"Hem gündüzün iki
ucunda ve gecenin ilk saatlerinde namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri
giderir. Bu, iyi düşünenlere bir öğüt, bir hatırlatmadır. Ve sabret; şüphesiz
ki, Allah iyiliği huy edinenlerin mükafatını zayi etmez" (Hud: 11/114-115)
"Onların
dediklerine karşı sabret. Güneşin doğmasından ve batmasından önce Rabbini hamd
ile teşbih et; gece saatlerinde, gündüzün etrafında da O'nu tesbit et ki,
İlahi hoşnutluğa eresin" (Taha: 20/130)
"(Ey Peygamber!)
Sabret; Allah'ın va'di haktır (mutlaka yerine gelecektir). Günahının
bağışlanmasını dile ve akşam sabah Rabbini hamd ile teşbih et"
(Mü'min: 40/55)
"Dinde imamhk önderlik"
sabır ve yakının bir mirası ve sonucu kılınmıştır. Bu şu ayet-i kerimede
belirtilmiştir:
"Onlardan bir
kısmını sabrettikleri ve ayetlerimize kesinlikle inandıkları için emrimizle
doğru yola irşad eden önderler yaptık." (Secde: 32/24)
Dinin tamamı hakkı
bilmek ve onunla amel etmekten ibarettir. Hak ile amel etmekte de sabır
zaruridir. Hatta, hakkın ilmini elde etmek de sabra muhtaçtır. Muaz b. Cebel
(r.a.) bu mevzuda şöyle demiştir:
"İlim öğreniniz.
Çünkü ilmi Allah için öğrenmek ibadettir. İlmi elde etmek Allah için bir
haşyet (korku)dur. İlmi araştırmak, Allah için bir cihaddır. Bilmeyene ilim
öğretmek sadakadır; müzakeresi ise tesbihdir. İlim sayesinde Allah az-ze ve
celle bilinir ve O'na ibadet edilir. İlimle Allah'a tazim olunur. O ilim
vasıtasıyla Allah bir takım milletleri yükseltir ve insanlara, hidayete
erdikleri görüşlerine başvurdukları önderler ve başlar yapar.
İlim elde etmek cihad
kabul edildiğine göre, cihad için de sabır lazımdır. Bundan dolayı Allah Teala
şöyle buyurmuştur:
"Asra yemin
olsun, İnsan muhakkak zarardadır. Ancak iman edip salih amelde bulunanlar,
birbirine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler müstesna"
(Asr: 103/1-3)
"Kudretli ve
basiretli kullarımız İbrahim, İshak ve Yakub'u an."(Sad: 38/45)
Faydalı ilim hidayetin
aslıdır. Hak ile amel etmek reşad (doğru yolda olmak)tır. Hidayetin zıddı
dalalettir. Doğru yolda olmanın zıddı azıtma ve sapıtmadır. Dalalet, ilimsiz
ameldir. Azıtıp sapıtma ise heva ve heveslere uymaktır. Bu
hususta Allah Teala şöyle buyurur:
"Battığı zaman
yıldıza andolsun ki, Arkadaşınız (Muhammed) ne sapıttı, ne de azıttı"
(Necm: 53/1-2)
Hidayete ilimle
ulaşılır, reşada ise, sabırla varılır. Onun içindir ki, Ali (r.a.) şöyle
demiştir:
Ayık olun ki, imana
göre sabır, cesede göre baş mevkiindedir. -Baş kesilince, cesed ayrılır. Sonra
sesini yükselterek şöyle söylemiştir. Haberiniz olsun ki, sabrı olmayanın
imanı da yoktur.
Rızaya gelince: Kazaya
rıza hususunda İmam Ahmed'in arkadaşlarından ve daha başkalarından bazı ulema
ve meşayih arasında vacib midir yoksa müstahab mıdır? şeklinde tartışma meydana
gelmiştir. Böylece bu hususta iki görüş ortaya çıkmıştır: Vacip diyenlere göre
kazaya rıza, i'tidal yolu takibeden muktesitlerin amellerindendir. Müstehabtır
diyenlere göre, o, Hakka yaklaştırılan (mukarreb)lann amellerindendir.
Ömer b. Abdülaziz de
demiştir ki:
"Rıza azizdir,
fakat sabır, ihtiyaç vasıtasıdır."
Rasulullah'ın
(s.a.v.), İbn-i Abbas'a şöyle dediği rivayet olunmuştur:
"Allah'a yakın
halinde rıza ile amel edebilirsen et. Edemezsen, sabırda, hoşlanmadığın şeye
karşı çok hayır vardır"
Onun için Kur'an'da
rıza vacib şeklinde değil de sadece rıza sahiplerini över şekilde gelmiştir.
Rızadaki bu övülme, Rab azze ve cellenin kuluna hastalık, fakirlik, felaket
sarsıntısı gibi musibetler vermesiyle olur. Bu konuda ayet-i kerime'de Allah
Teala şöyle buyurur:
Zorda, darda ve
savaşın kızıştığında sabredenler (işte bunlar gerçek iyiler) dir (Bakara: 2/177)
Yoksa siz kendinizden
önce gelenlerin benzer durumu başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?
Onlara öyle ezici, üzücü sıkıntı ve zorluklar gelip dokundu da sarsıldıkça
sarsıldılar!" (Bakara: 2/214)
Ayet-i kerime'lerde
geçen zorluk ve darlık, mallarda olur. Sıkıntı, bedenlerde olur. Felaket
sarsıntısı ise, kalplerde meydana gelir.
Ancak, "Allah'ın
emrettiği şeylere rıza'nın aslı vacibdir ki, bu imanın ashndandır. Sahih bir
Hadis-i şerif de bu manâda şöyle buyurulmuştur:
"Allah'ı Rab
olarak, İslam'ı din olarak ve Rasulullah'ı (s.a.v.) peygamber olarak kabul
etmekten razı olan, imanın tadını almıştır"
Emirlere rıza hali
ise, sevginin tabilerindendir. Bunu ileride anlatacağız, işaallahu Teala.
Konuyla ilgili olarak
Allah Teala şöyle buyurur: "Hayır, hayır! Rabbine and olsun ki, aralarında
tartışıp çekiştikleri şeylerde seni hakem kabul edip, sonra da verdiğin
hükümden dolayı içlerinde bir sıkıntı duymaksızın tam bir bağlanışla
bağlanmadıkça iman etmiş olmazlar"
(Nisa: 4/65)
"Eğer onlar Allah
ve Peygamberinin kendilerine verdiğine razı olsalardı ve "Allah bize
yeter; Allah ve rasu-lü bize kendi fazlu keremlerinden verceklerdir. Biz her
halde Allah'a rağbet edicileriz',' deselerdi, (ne iyi olurdu!)"
(Tevbe: 9/59)
"Bu böyledir.
Çünkü onlar, Allah'ın gazabına sebep olan şeylere uydular. O'nu razı edecek
şelerden hoşlanmadılar. Bu yüzden amelleri boşa çıkmıştır"
(Muhammed: 47/28)
"Harcadıklarının
kendilerinden kabul edilmesini ancak, Allah'ı ve Peygamberi inkar etmeleri,
üşenerek namaza gelmeleri ve bîr de istemeyerek (mallan sarfetme-leri)
engellemiştir" (Tevbe: 9/54)
İmam Ahmed, Tirmizi ve
diğerlerinin, Sa'd'dan (r.a.) rivayetle nakletikleri şu hadis-i şerif birinci
duruma örnek olmaktadır.
"Ademoğlunun
Allah'tan hayır dilemesi ve O'nun kendisine kısmet olarak verdiğinden razı
olması iyiliğindendir. Yine Ademoğlu'nun Allah'tan hayır dilemeyi terketmesi ve
kendisi için kısmet olarak ayırdığına hiddetlenmesi kötülüğündendir"
"İlahi yasaklara
karşı rıza"ya gelince: Bu, küfür, faşıklık ve isyan alametidir. Ekseri
alimler bu hususta şöyle derler:
Yasakları (haramları
sevmek meşru olmadığı gibi) onlara rıza duymak da meşru değildir (dinde
müsaade edilmemiştir). Çünkü, Allah Teala her na kadar onları tekdir edip hükümde
bulunmuşsa da sevmez ve razı olmaz. Nitekim, şöyle buyurur:
Allah fesadı asla
sevmez" (Bakara: 2/205)
O kullarının küfrüne
(inkar ve nankörlüğüne) razı olmaz"
(Zümer: 39/7)
"Halbuki,
Allah'ın razı olmayacağı sözü geceleyin kurup düzerlerken O, onlarla
beraberdir" (Nisa: 4/108)
"Bu böyledir;
çünkü onlar Allah'ın gazabına sebep olan şeylere uydular. O'nu razı edecek
şeyden hoşlanmadılar. Bu yüzden amelleri boşa çıkmıştır"
(Muhammed: 47/28)
O, yasaklara rıza
göstermek değil, bilhassa gazablanır. Nitekim bu hususta buyurur:
"Bu böyledir;
çünkü onlar Allah'ın gazabına sebep olan şeylere uydular. O'nu razı edecek
şeyden hoşlanmadılar. Bu yüzden amelleri boşa çıkmıştır"
(Muhammed: 47/28)
Bir topluluk da şöyle
demiştir: Haramlara, yaradılışa Allah'a nisbet edilmesi bakımından rıza
duyulur; yapma ve kazanma olur durumundan kula nisbet edilmesi bakımından da
kızılır. Bö görüş bir önceki görüşe aykırı değildir ve onu reddetmez. Hatta her
iki görüş de aynı asla döner, aynı kaynağa dökülür. O asıl ve kaynak da şudur:
Allah süb-hanehu, eşyayı bir hikmete bağlı olarak takdir etmiştir. O eşya,
mevcut hikmetten dolayı sevilir. Bazan da o eşyanın kendisinde hoşlanılmayacak
ve kızılacak bir Özellik olur. Çünkü bir şeyde iki zıt özellik birleştiğinde,
onlardan biri sevilir, öbürü sevilmez. Sahih bir Hadis-i şerifde şöyle
buyurulur:
"Mü'min kulumun
ruhunu kabzetmekte gösterdiğim tereddüd kadar, mutlaka yapacak olduğum hiç bir
şeyde tereddüd göstermedim. Çünkü O, ölümün şiddetinden dolayı ölmek
istemiyor. Ben de ona kötülük (ölüm anında eziyçt) istemiyorum ama gene de o
ölüm ona zaruri olur"
Allah'ın kazasının
(hükmünün) ve fiilinin eserinden değil de, O'nun fiili ve vasfı olan kazasına rızadan
bahsedenin sözüne gelince, bu, şu andaki konumuzun amacının dışındadır. Çünkü,
konuşmamız, Allah Teala'nın zatı ile mevcut olan sıfat ve fiillerine rıza
hakkında değil, O'nun fiillerinin eserlerine olan rıza ile ilgili konuşma ve
açıklamayı bir başka konuda etraflıca yaptık.
Rıza, kalp
amellerinden ise de, onun olgunluğu hamd (övgü) iledir. Hatta bazı alimler,
hamd'ı rıza ile açıklamışlardır. Bundan dolayı Kitap ve Sünnet'te her hal ve
her vesile ile hamd zikredilmiştir. Çünkü hamd, Allah'ın kazasına rızayı
(hoşnutluğu) içine alır. Hadis-i şerifde bu konu ile alakalı olarak şöyle
buyurulur:
"Cennet'e ilk
sevkedüecek olanlar, AHah'a çok hamd edenlerdir. Onlar öyle kimselerdir ki,
Allah'a rahatlıkta ve sıkıntıda hamdederler"
Yine, Rasulullah (s.a.v.)
hakkında şöyle rivayet olunmuştur:
"Rasulullah'in
(s.a.v.) başına sevindirici bir iş geldiğinde: Eihamdülillahillezi bini'metihi
temimmü's-salihat; İyi ve faydalı şeyler ni'metiyle tamam olan Allah'a
hamdol-sun. derdi. Başına üzücü bir şey geldiğinde de: Elhamdülillah! ala
külli hal; Her hali karda Allah'a hamdolsun derdi"
İmam Ahmed'in
"Müsned"inde, Ebu Musa el-Eşlari'nin (r.a.) rivayetinde de Rasulullah
(s.a.v.) şöyle buyurur:
"Bir kulun
çocuğunun ruhu alınınca Allah Teala Me-laikesine:
"Kulumun çocuğunun
ruhunu aldınız mı?"
Diye buyurur. Melaike:
"Evet, aldık,
diye cevab verirler. Sana hamdettiler ve: Biz, Allah içiniz O'na dönücüleriz,
dediler, cevabını verirler. Bunun üzerine Allah Teala, Meleklerine:
"O kuluma
cennette bir ev yapınız ve adım da (Hamd evi) veriniz" Buyurur.
Rasulullah (s.a.v.),
Hamd sancağının sahibidir. Ümmeti de, rahatlıkda ve sıkıntıda Allah'a hamdeden
Hammadun (çok hamdeden) dırlar.
Sıkıntılı hallerde
hamdetmek iki delili gerektirir:
Birincisi: Kulun,
Allah sübhanehuyu hamde gerekli görmesi, O'nu zatına müstahak bilmesidir.
Çünkü O, her şeyi güzel yaratmış ve'sağlam yapmıştır. O, her şeyi bilen
(al-im)dîr. Her şeyi yerli yerince yapan (Hakİm)dir. Her şeyden haberdar olan
(Habir)dır, her varlığa acıyan (Rahimdir.
İkincisi: Allah'ın,
mü'min kuluna seçip uygun gördüğünün, kulun kendine seçip uygun gördüğünden
daha hayırlı olduğunu bilip inanmasıdır. Nitekim, Müslim "Sahih"inde
ve daha başkaları eserlerinde, Rasulullah'tan (s.a.v.) şu rivayet yapmışlardır:
"Nefsim
kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, Allah mü'min kuluna ancak hayırlı
olanı hükmedip takdir eder. Bu durum sadece mü'min içindir. Mü'min, kendisine
bir rahat eriştiğinde şükrederse, kendisi için hayırlı olur. Bir sıkıntı
eriştiğinde de sabrederse, kendisi için hayırlı olur"
Geçen Hadis-i
şeriflerinde Rasulullah (s.a.v.) haber vermişlerdir ki, Allah'ın, belaya
sabreden ve rahatlığa da şükreden mü'min kuluna olan hüküm ve kazası, ona
hayırdır. Allah teala bu konuyla alakalı olarak şöyle buyurur:
Şüphesiz ki, bunda,
çokça sabreden ve çokça şükreden herkes için ibretler öğütler vardır"
(İbrahim: 14/5)
Allah Teala sabır ve
şükür kelimelerini bu şekilde yan-yana olarak, Kitab-ı kerim'inin dört yerinde
zikretmiştir.
Fakat, belaya
sabretmeyen, genişliğe şükretmeyen kimseye kaza ve hükmün hayır olması
gerekmez.
Bu düşünceyi isyankar
bir mü'minin aleyhine bir hüküm olarak ileri sürenlere, iki şekilde cevap
verilir.
Birinci cevap:
Allah'ın hayır hükmü ve kazası, kulun kendi işlediğine değil de, kendine
isabet edene aittir. Allah Teala şöyle buyurur:
"Sana dokunan
herhangi bir iyilik Allah'dandır. Sana isabet eden herhangi bir kötülük de
senin nefsindendir"
(Nisa: 4/79)
"... Onları
iyilik ve düzene dönerler diye, bir takım iyilikler ve kötülüklerle
(ferahlıklar ve sıkıntılarla) denedik."
(A'raf: 7/168)
"... Sizi imtihan
olsun diye hayır ve şerre mübtela kılarız..." (Enbiya: 21/35)
"Size bir iyilik
dokunsa onları tasalandırır. Size bir kötülük isabet etse onunla
sevinirler..."
(Al-İİmran: 3/120)
Bu ayette, yukarıdaki
ayetlerde de olduğu gibi, iyilik ve kötülüklerden maksad, sıkıntılar ve
rahatlıklardır; bununla da kastedilen taatler ve isyanlardır.
İkinci cevap: Allah'ın
hayır hüküm ve kazası, sabreden ve
şükreden mü'min hakkındadır. Günahlar ise imanı nok-sanlaştırıp zayıflatır.
Şayet kul tevbe ederse, Allah onu sever ve bazan tevbe ile derecesi de
yükselir.
Gemiş büyük zatlardan
(seleften) biri şöyle demiştir:
"Tevbeden sonraki
Davud, tevbeden öncekinden daha hayırlı oldu. Kendisine tevbe ile hükmolunan
kimse, Said b. Cübeyr'in şu söylediği gibi olur:
Kul iyilik işler o
iyilikle cehenneme girer ve yine kul kötülük işler onunla da cennete girer. Bu
şöyle olur: O iyilik işlediğinde, onu gözünün önüne getirip beğenir; kötülük
işlediğinde, gözünün önüne getirip ondan Allah'a istiğfarda ve tevbede
bulunur"
Bir sahih hadiste de
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Ameller,
sonuçlara göre değerlenir"
Mü'min bir kötülük
işlediği zaman, cezası ondan şu on şeyle uzak olur:
1-
İşlediğine tevbe etmesi, Allah'ın da tevbesini kabul etmesiyle. Çünkü, günaha
tevbe eden, günahı olmayan gibi olur.
2- Allah'a
istiğfarda bulunması, Allah'ın da onu mağfiret etmesiyle.
3- O günahı silici iyilikler işlemesiyle. Zira,
iyilikler kötülükleri giderir.
4- Gerek
hayatta iken ve gerekse öldükten sonra mü'min kardeşlerinin dua ve istiğfarda
bulunmasıyla
5- Allah'ın
kendisine fayda vereceği amellerinin sevab-larmi ona bağışlamalanyla.
6-
Rasulullah'm (s.a.v.) onun hakkında şefaatte bulunmasıyla.
7- Allah'ın
onu dünyada günahlarına keffaret olacak musibetlere mübtela kılmasıyla.
8- Kıyametin
arasat sahnesinde keffaret olacak korkularina duçar kılmasıyla.
9- Kabir hayatının, keffaret olacak dehşetli
sayha ve azabına maruz kılmasıyla.
10- Ya da,
Erhammürrahimin olan Allah'ın merhamet edip bağışlamasıyla.
Yukarıda belirtilen şu
on vesilenin kendisine isabet etmediği kimse ise, ancak nefsini kötülesin.
Nitekim, Allah Teala, RasulullarTuı (s.a.v.) naklettikleri bir hadis-i kudside
şöyle buyurur:
"Ey kullarım,
işlediğiniz şu amellerinizi sizin için teker teker zaptetmekteyim. Sonra
Kıyamet günü onların karşılığını size ödeyeceğim. Yaptıklarının karşılığını
hayır bulan, Allah'a hamdetsin. Ceza olarak bulan, sadece kendi nefsine
levmetsin (sebebini kendi nefsinde) arasın"
Mü'min, Allah'ın kaza
ve hükmünün kendisi için hayırlı olduğunu bilip de sabırlı ve şükredici
olursa, yahut Al-lah'dan hayır diler de, insanın iyiliği (saadeti)nin Allah'dan
hayır dilemede ve O'nun kendisi için nasib olarak ayırdığına rıza göstermede
olduğunu bilirse, kendisi için hayırlı olana razı olmuş olur.
Sahih hadisde, Ali'nin
(r.a.) rivayetiyle şöyle Duyurulmuştur:
"Allah kaza ve
hükmünü icra eder, o kaza ve hükme razı olan için İlahi rıza vardır; öfkelenen
için İlahi gazab vardır"
Bu Hadis-i şerifde
rıza ve hayır dileme kavramları geçmektedir. Rıza, kaza ve hükümden sonra
olur. Hayır dileme de kaza ve hükümden önce olur. Bu, sıkıntı ve ona sabırdan
daha mükemmeldir. Bundan dolayı, birinde rıza, öbüründe sabır zikredilmiştir.
Ayrıca kaza, sabırla
beraber hayırlı olursa, rıza ile nasıl olmaz? Onun için hadisde şöyle
denmiştir:
[2]
Şafii'nin
"Müsned"inde rivayet ettiği eser (hadis) de de şöyle nakledilir:
"Rasulullah
(s.a.v.) vefat ettiğinde, bir sesin şöyle söylediğini işittiler: Ey Allah'ın
Rasulü'nün Al-i Beyti! Allah'da her musibete bir sabır ve teselli vardır. Her
helak olana bir yenisi vardır. Her elden kaçana bir yetişme (telafi) vardır. O
halde Allah'a güvenip dayanınız, O'na dönüp geliniz. Şüphesiz musibete uğramış
olan, sevabdan mahrum kimsedir"
Görüldüğü gibi burada,
rızaya aykırı üzüntü asla elmre-dilmemiştir. Çünkü onda faide yoktur, bazan da
zarar bulunur, fakat kendisinde Allah'ın hoşlanmadığı şey bulunmadığı müddetçe
afvolunur.
Ancak, ölüye (sessiz
bir şekilde) acıyarak ağlamak müs-tehab olan güzel bir harekettir. Bu da rızaya
aykırı değildir. Ancak, o ölüden nasıb ve alakasının gitmesinden dolayı
ağlamak, bunun aksinedir. Bu esasla, Rasulullah'ın (s.a.v.), ölüye ağladığında
söylediği şu sözünün manası anlaşılmaktadır:
"Ölüye ağlama,
Allah'ın kullarının kalplerine koyduğu bir rahmettir (merhamettir). Muhakkak
Allah, merhametli olan kullarına merhamet eder"
Ancak, şu ağlayış, ne
nasıb ve alakasından dolayı ağlayanın ağlayışı gibidir, ne de ölüye
merhametten dolayı ağlayanın ağlayışı gibidir ki, mesela, Fudayl b. Iyaz oğlu
Ali vefat ettiğinde, gülmüş ve ardından şöyle demişti:
"Allah'ın ona
kaza ve hükmettiğini görünce, O'nun kaza ve hükmüne rıza göstermeyi arzuladım"
Bunun hali,
sabırsızlara nisbetle güzel bir haldir. Ama, kazaya rıza ile beraber, ölüye
merhamet ve Allah Teala'ya hamd hali, Rasulullah'ın (s.a.v.) hali gibidir ki,
bu, daha mü-, kemmeldir. Allah Teala da şöyle buyurmuştur:
"Sonra da
birbirlerine sabır ve merhamet tavsiye eden
mü'minlerden olmaktır" (Beled: 90/17)
Allah sübhanehu
burada, mü'minlerin birbirlerine olan sabır ve merhamet tavsiyelerini
zikretmiştir.
insanlar (mü'minler)
özellik itibariyle dört kısımdır: Birinci kısım: Kendilerinde sertlikle beraber
sabır bulunan kimselerdir.
İkinci kısım:
Kendilerinde hem sertlik hem de sabırsızlık bulunan kimselerdir.
Üçüncü kısım:
Kendilerinde hem sertlik hem de sabırsızlık bulunan kimselerdir.
Dördüncü kısım:
Kendilerine gelen musibete sabredip insanlara da acıyan güzel huylu
mü'minlerdir.
Bir takım müellifler,
bu konuda Aliah'dan gelene rıza göstermenin, O'na sevginin tabilerinden
(kısımlarından) olduğunu zannetmişlerdir. Bu, "birinci esas"a aittir
ki o da, kul nasibine bakmaksızın Aliah'dan, bizzat rızaya müstehak olduğu için
razı olmasıdır. Ama, "ikinci esas" bunun aksinedir ki, o, kaza ve
hükmolunan şeyin kendisi için hayırlı olduğunu bildiğinden dolayı razı
olmasıdır. Sonra, sevgi buna bağlıdır, rıza da O'nun hükmüne bağlıdır.
Fakat, bu müellif ve
benzerlerinin şu anlattıkları hakkında bazı görüşler ileri sürülebilir.
Şüphesiz, Allah'a
sevgi iki çeşittir: Birincisi: O'nun zatına sevgidir. İkincisi: Nimet ve
ihsanlarından dolayı sevgidir. Allah'a hamd da iki çeşittir:
Birincisi:
Allah'a bizzat müstehak olduğundan dolayı hamddır.
İkincisi:
Kuluna in'am ve ihsandan dolayı yapılan hamddır.
Bu anlarda sevgi de
iki çeşiddir, bu iki çeşit de rıza içindir.
Allah Teala'ya, dinine
ve Rasulü'ne karşı rıza duymak, hepsinden
hoşnud olmak sevginin Onun için, Rasulullah (s.a.v.), sevgi hakkında imanın
tadının varlığını zikrettiği gibi, imanın tadını tatmayı da zikretmiştir.
Bu iki sahih hadis,
bid'atla ilgili sapıklığa ait olan değil de dini imana ait sevgi ve zevk
zikredildiğinde, asıldırlar. Müslim'in "Sahih"inde, Rasulullah'ın
şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Allah'ı Rab olarak,
İslam'ı din olarak, Muhammed'i de Peygamber olarak kabul etmekten razı olan,
imanın tadını tatmıştır"
"Şu üç şey kimde
bulunursa imanın tadını tadar.
1- Allah ve
Rasulü bir kimseye onların haricindeki her şeyden daha sevgili olursa.
2- Sevdiği
kimseyi Allah için severse.
3- Cehenneme
atılmayı sevmediği gibi, Allah kendisini küfürden kurtardıktan sonra bir daha
oraya dönmekten hoşlanmazsa"[3]
Allah sevgisi; Allah
ve Rasulü'ne iman vecibelerinin, iman asıl ve esaslarının en
önemlilerine!endir. Hatta, denebilir ki, o, iman ve din amellerine ait her
amelin aslıdır. Nitekim, Allah'ı tasdik etmek de, iman ve din'e ilişkin sözlere
ait her sözün aslıdır. Çünkü, varlıkda olan her hareket, sevgiden yani ya
güzel bir sevgiden, ya da kötü bir sevgiden kaynaklanır. Nitekim, bu konuyu
temel konulardan "Sevginin esası" bölümünde genişçe anlattık.
Dini, imani amellerin
tümü güzel sevgiden meydana gelir. Güzel sevginin aslı, Allah sübhanehu
veTeala'nın sevgisidir. Çünkü, kötü sevgiden meydana gelen amel, Allah katında
iyi amel olmaz. Bü'akis, dini imani amellerin tümü, Allah sevgisinden
kaynaklanır. Zira, Allah Teala, ancak kendi rızası istenerek işlenen ameli
kabul eder. Nitekim, sahih hadisle Rasulullah'tan (s.a.v.) şöyle rivayet
olunmuştur:
"Allah Teala
buyuruyor ki: Ben, ortakların ortaklıktan (şirkten) en uzak olanıyım. Kim bir
amel yapar da ona Ben'den başkasını ortak ederse, Ben ondan beriyim. Yaptığı
amelin hepsi, ortak (şirk) koştuğu kimsenindir" Yine Sahih hadisde,
cehennemin ilk defa yakacağı üç kişinin zikri de mevcuttur ki, o üç kişi de
şunlardır:
"Riyakar okuyucu,
riyakar mücahid ve riyakar sadaka vererT'
Hatta, Allah için
dinin halisi olanı, Allah'ın ondan başkasını kabul etmediği, önce gelen ve
sonra gelen peygamberlere gönderdiği, kendisiyle bütün kitapları gönderdiği
dindir. Bunda, iman sahiplerinin imamları görüş birliğine varmışlardır. Bu
din, peygamberlik da'vetinin Özüdür, Kur'an nurunun aktığı bir kaynaktır. Bu
konuda Allah Teala şöyle buyurmuştur:
"Bu kitabın
indirilişi, o çok güçlü, çok üstün hikmet sahibi
Allah'tandır. Şüphesiz, Biz sana bu Kitab-ı hak ile indirdik. O halde dini (ve
dindarlığı) Allah'a halis kılıp samimiyetle, ibadete devam et. (Zümer: 39/1-2)
Bu sure-i şerifinin
tamamı bu manadadır. Şu ayeti kerimeler de bu suredendir:
"De ki: Ben her
halde dini Allah'a halis kılarak O'na ibadetle enırolundum. Ve Hakka teslim
olan müslüman-larm ilki olmamla da emrolundum" (Zümer: 39/11-12)
"De ki: Dinimi
(dindarlığımı) Allah'a halis kılarak O'na ibadet ederim" (Zümer: 39/14)
"Ailah kuluna
kafi değil midir? Seni (ey Peygamber!) Allah'dan başkasıyla korkutmaya
çalışıyorlar. (Zümer: 39/36)
"De ki: Gördünüz
ya, Allah'ı bırakarak taptıklarınız, Allah bana bir zarar ve sıkıntı vermeyi
dilerse, onlar o sıkıntıyı kaldırabilirler mi? Veya bana bir rahmet (kapısı
açmayı) dilerse, onlar onun rahmetine engel olabilirler mi?" (Zümer:
39/38)
"Yoksa Allah'ı
bırakıp da şefaatçiler mi edindiler? De ki: Ya onlar hiçbir şeye sahip
değillerse ve akıl da erdiremiyorlarsa? De ki: Şefaatin tamamı Allah'a aittir
(O'nun izinine bağlıdır). Göklerin ve yerin mülkü (ve tasarrufu) O'nundur.
Sonra O'na döneceksiniz. Ne zaman Allah bir olarak anılırsa, ahirete
inanmayanların kalpleri nefretle tiksinir. Allah'dan başka ilahlar anıldığında
için için sevinip yüzleri güler..." (Zümer: 39/44-45)
"De ki: Ey
cahiller! Siz bana Allah'dan başkasına ibadet etmemi mi emrediyorsunuz?"
(Zümer: 39/64)
"Hayır, ancak
Allah'a kulluk ve şükredenlerden ol" (Zümer:
39/66)
Yine, Allah Teala,
Adem (a.s.) ve İblis ile ilgili olayları anlatan ayet-i kerimelerde şunları
buyurur:
"İblis, Senin
izzetin hakkı için onların hepsini saptıracağım; ancak iyi niyyetü, samimi,
gösterişten uzak mü'min kulların müstesna, dedi"(Sad: 38/82-83)
"Şüphesiz ki,
kullarımın üzerinde senin hiçbir sultan yoktur; ancak şaşkın azgınlardan senin
peşine takılanlar müstesna" (Hicr:
15/42)
"Şüphesiz ki,
şeytanın, iman edip, Rab'lerine güvenerek dayananlar üzerinde sultası yoktur.
Onun sultası ancak, onu kendine dost ve yar edinenler ve bir de Allah'a ortak
koşanlar üzerindedir" (Nahl: 16/99-100)
Allah azze ve celle
açıklamaktadır ki, şeytanın sultası ve saptırma güce ancak ihlaslı olmayanlar
üzerinde tesirini gösterebilir. Bundan dolayı, Yusuf (a.s.) kıssasında şöyle buyurmuştur:
İşte biz böylece ondan
kötülüğü ve hayasızlığı çeviririz; çünkü o bizim gösterişten uzak ciddiyet ve
samimiyete ermiş kullanmızdandı" (Yusuf: 12/24)
Şeytanın tabi ve
taraftarları da cehnnemliklerdir. Bu hususta Allah Teala şöyle buyurur:
"Şanıma and olsun
ki, cehnnemi mutlaka seninle ve sana uyanlarla, hepinizle dolduracağım.
(Sad: 38/84-85)
Yine Allah Teala şöyle
buyurur:
"Şüphesiz ki,
Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz; bundan başka (günah v&
kusurlar) dilediği kimse için bağışlar"
(Nisa: 4/116)
Bu ayet şirk koşup da
tevbe etmeyenler hakkındadır. Onun için, Allah, bağışlanmayı şirke tahsis
etmiş, şirk koşanın dışında olanları da, irade ve dilemesine bağlı kıldığını
açıklamıştır. Bu duruma göre haber vermektedir ki: yüce Allah, şirk koşup da
tevbe etmeyeni bağışlamayacak, bunu dışındaki istediğini bağışlayacaktır.
Allah Teala'nın:
"De ki: Ey
nefislerine karşı haksızlık edip, ölçüyü aşan
kıllarım! Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah muhakkak bütün
günahları bağışlar ve muhakkak O, bağışlayan, çok merhamet edendir"
(Zümer: 39/53)
Ayetindeki sözüne
gelince, bu, tevbe edenler hakkındadır. Bu sebeple genel ve mutlak olarak
zikredildi. Ayetin geliş üslubu, nüzul sebebiyle beraber bunu açıklamaktadır.
Allah sübhanehu haber
vermektedir ki: Gelip geçmiş, önceki ve sonraki milletlerin hepsi topluca bu
dosdoğru din (ve tevhid) ile emrolunmuşlardır. Bunu, Allah Teala'nın Übeyy'e
özellikle bildirip işittirmesi için okumayı Rasulullah'a (s.a.v.) emrettiğinde
okuduğu sürede ve daha başka yerde bildirmiştir. Bununla ilgili olarak şöyle
buyurmuştur:
"Kitap (Tevrat ve
İncil) verilenler ise, kendilerine ancak bu açık-kesin delil geldikten sonra
bölünüp ayrıldılar. Halbuki onlar ancak dini O'na (Allah'a) has kılmak,
batıldan uzak Hakka yönelerek Allah'a kulluk etmekle, namazı dosdoğru
kılmakla, zekatı vermekle emrolunmuşlardı" (Beyyine: 98/4-5)
Bu anlatılanın
hakikati 'La ilahe îllallah'dır. Bütün peygamberler bununla, bunu gerçekleştirmek
için gönderilmişlerdir. Bu konuda Allah Teala şöyle buyurur:
"Sizden önce
gönderdiğimiz, istisnasız her peygambere şöyle vahyettik: Şüphesiz ki, Ben'den
başka İlah yoktur; artık Bana ibadet edin. (Enbiya: 21/25)
"Senden önce elçi
olarak gönderdiğimiz peygamberlerimize sor: Rahman'dan başka tapılacak ilahlar
meydana getirdik mi?" (Zuhruf: 43/45)
"And olsun ki,
her ümmet'e, Allah'a kulluk edip tapın, Tağut'dan kaçının diyerek (uyarıda
bulunan) bir peygamber göndermişizdir. (Nahl: 16/36)
Bütün Peygamberler
da'vetini, insanlığa olan çağrılarını bu esasla açmış ve başlatmışlardır. Nuh
(a.s.) da aynı şeyi söylemişti:
"Ey kavmim!
Allah'a ibadet edin. Sizin O'ndan başka ilahınız yoktur.. (A'raf: 7/59)
Yine, Hud, Salih,
Şuayb (a.s.) ve diğerleri hep aynı şe-kİlde şöyle hitabediyorlardi:
"Allah'a ibadet
edin. Ondan başka sizin için (hakiki) hiç bir ilah yoktur.. (Mü'minun: 23/32)
Bilhassa, Allah'ın
diğer peygamberlerden üstün kıldığı ve kendisine her ikisini de dost (halil)
olarak seçtiği İbrahim (a.s.) ve peygamberimiz Rasulullah (s.a.v.) bu esasları
kavimlerine en mükemmel şekilde anlatmışlar ve onları, en ciddi bir gayretle
davette bulunmuşlardı. Bu esası Allah süb-hanehu o ikisine açıklayıp bildirmiş,
o hususta kendilerini yardımıyla kuvvetlendirmiş ve o esası onlar vasıtasıyla
ihya edip yaymıştır. İmam (önder) olan İbrahim (a.s.) hakkında Allah Teala
şöyle demiştir:
"Seni insanlara
imam (rehber, bir önder) yapacağım" (Bakara:
2/123)
Allah, İbrahim'in
(a.s.) soyu hakkında peygamberlik müessesesi takdir etmiş, onlara kitap ve
peygamber göndermiştir. Bu nübüvvet ve risalet (peygamberlik) müessesesinin
sahibi, ailesinden Allah'ın kendilerini mübarek kıldığı kimselerdir. Bu konuda
Allah Teala şöyle buyurur:
"Hani bir vakit
İbrahim, babasına ve milletine dedi ki: Hakikat ben, sizin taptıklarınızdan
uzağım, onlarla bir ilişiğim yoktur. Ancak beni yoktan örneksiz yaratan
(Rabbim) müstesna (sadece O'na taparım). Herhalde O beni doğru yola
eriştirecektir. İbrahim bunu, (Hak'ka) dönerler diye soyu arasında baki
kalacak bir (kelime) söz olarak bıraktı"
(Zuhruf: 43/26-28)
Ayet-i kerime'de
bildirilen söz (kelime), Allah İçin ih-las sözüdür ki, bizi yoktan yaratan
Halik müstesna, bütün tapınılan şeylerden uzak olmaktır. Bu noktayı Allah azze
ve celle Yasin suresi'nde şöyle belirtmiştir:
"Beni yoktan
yaratıp varlık alanına getiren Allah'a ne diye tapmayayım? Hepiniz ancak O'na
döndürüleceksiniz. Artık ben O'ndan başka ilahlar edinirmiyim? Eğer Rahman
bana bir zarar vermeyi dilese, onların şefaati bana hiçbir fayda sağlamaz ve
beni kurtaramazlar da. O takdirde ben mutlaka açık bir sapıklık içinde
olurum"
(Yasin: 36/22-24)
Allah Teala İbrahim'in
(a.s.) kıssasında, bazı yıldızları AUah'dan başka Rab edinerek ona tapan
kimselerin sapılığını anlattıktan sonra şöyle buyurmuştur:
"Güneş batınca,
İbrahim (a.s.), Ey kavmim! Şüphesiz ki, sizin ortak koştuklarınızdan beriyim.
Hem ben şüphesiz ki, yüzümü, batıldan uzak, Hakka tamamen yönelmiş bir halde
gökleri ve yeri yaratana çevirdim ve ben ortak koşanlardan değilim. Kavmi,
İbrahim'le tartışmaya kalkıştı. O da dedi ki: Beni doğru yola eriştirmiş-ken
Allah hakkında tartışıyor musunuz? O'na ortak koştuklarınızdan korkmam; meğer
ki, Rabbim bir şeyi dilerse (Onun dileği yerine gelir). Rabbim ilim bakımından
her şeyi kuşatıp kapsamıştır. Artık düşünüp öğüt almaz mısınız? Ortak
koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım ki? Üzerinize hakkında hiçbir delil ve
belge indirmediği şeyleri O'na ortak koşmaktan korkmuyor musunuz?. (En'am:
6/78-81)
İbrahim (a.s.) da
şöyle demiştir:
Sizin ve önceki
atalarınızın nelere taptıklarını (üzerinde düşünüp onların neler olduklarım
iyice) görüp anladınız mı? Şüpheniz olmasın ki, o taptıklarınız benim
düşmammdır; ancak alemlerin Rabbi müstesna, (O benim yegane dostumdur). O,
beni yaratmış ve beni doğru yola iletmiştir. O, beni yedirir ve içirir.
Hastalandığım zaman O bana şifa verir. O, beni öldürür, sonra (Şuara: 26/75-82)
Ve Allah Teala şöyle
buyurdu:
"Gerçekten
İbrahim'de ve O'nunla beraber olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani
onlar, kendi mi-letlerine: Şüphesiz ki, sizlerden ve Allah'tan başka taptıklarınızdan
uzağız, sizi tanımıyoruz. Siz, Bir olan Allah'a ibadet edinceye kadar aramızda
düşmanlık ve öfke sürekli olarak belirmiştir demişlerdi..."(Mümtahine:
60/4)
Rasulullah (s.a.v.)
öyle bir kimsedir ki, Allah, O'nun vasıtasıyla tevhid dini olan halis dini
gerçekleştirmiş, O'nun vasıtasıyla aslında şirk içinde olan müşrikleri ve Ehl-i
Kitap kafirlerini perişan etmiştir.
İmam Ahmed ve
başkalarının rivayet ettiği bir hadis-i şerifde Rasulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur:
"Ben kıyamete
yakın, kılıçla gönderildim ki yalnız ortağı olmayan, tek olan Allah'a ibadet
edilsin diye. Rızkım da mızrağımın gölgesi altında kılındı. Emrime muhalefet
edene de zillet ve aşağılık damgası vuruldu. Kim de kendini özene bezene bir
kavme benzetirse, işte o, onlardandır"
Allah Teala'nın
indirdiği ve tevhidi İçine alan bazı ayetler daha Önce yer yer geçmişti, yine
bununla ilgili olarak Allah Teala şöyle buyurur:
"And olsun saf
saf dizilenlere; sürükleyip götürenlere, vazgeçip alıkoyanlara, Muhakkak sizin
ilahınız birdir"
(Saffat: 37/1-4)
"Çünkü onlara:
Allah’dan başka İlah yoktur denildiği zaman büyüklük taslarlar, ve derlerdi
ki: Deli bir şair için hiç Hanlarımızı bırakır mıyız? Hayır, (O, deli değildir).
O hak ile gelmiş ve peygamberleri tasdik etmiştir. Ve sizler elbette elem
verici azabı tadacaksınız. Ve ancak siz yaptıklarınızla cezalandırılacaksınız.
Ancak AIlalı in iyi niyetli, gösterişten uzak, samimi kulları müstesna... İşte
bunlar için bilinen, belirlenen bir rızik vardır..."
(Saffat: 37/41)
Allah Teala bu
mes'eleyi, peygamberlerin Allah için tevhid ve din ihlası hususundaki
kıssalarını, bütün bir sure boyu, şu ayete kadar zikreder:
"Allah, onların
iddia ve isnad ettikleri sıfatlardan yücedir, münezzehtir. Ancak Allah'ın iyi
niyyetli, samimi, gösterişten uzak (mü'min) kulları müstesna"
(Saffat: 37/159-160)
Allah Teala başka bir
ayet-i kerime'de yine şöyle buyurur:
"Şüphesiz ki
münafıklar cehennemin en aşağı tabaka-sındadırlar, onlara herhalde bir yardımcı
da bulamazsın. Ancak tevbe edip durumlarını (düşünce ve davranışlarını) Allah
için katıksız ve saf tutanlar müstesna... İşte bunlar mü'minlerle
beraberdirler; mü'minlere ise Allah büyük mükafak verecektir" (Nisa:
4/145-146)
Hasılı, bu esas En'am,
A'raf, Nur, Tasin-Mim'ler, Hamim'ler, Elif Lam Ra'lar, Mufassal sureler ve daha
başka Mekki sureler ile Medeni surelerin bazılarında çokça görülür. Zira, bu,
asılların asılı ve dinin kaidesidir. Hatta bu esas (Tevhid esası), iki İhlas
suresi olan (Kul ya eyyühe'l-kafirun) ile (Kul hüvellahu ehad) da bile
mevcuttur. Bu iki sure-i şerîfeyi Rasulullah (s.a.v.) iki rek'at Tavaf namazı
ve Sabahın sünneti gibi nafile (sünnet) namazlarda okurlardı. Zira bu ikisi
tevhid esasını içine almaktadır.
(Kul ya
eyyühe'l-kafirun) suresi, isteğe bağlı ameli tevhidi ihtiva eder ki, o da
kasden ve istekle Allah için dinin ih-lasıdır. (Halis kılınmasıdır). Bu söz
tasavvuf şeyhlerinin konuştuğu bir sözdür,
(Kul hüvellahu ehad)
suresi, amele ait sözlü tevhidi ihtiva eder. Nitekim, bununla ilgili olarak
Buhari ve Müslim'in "Sahih"lerinde Aişe'nin (r.a.) rivayetiyle şu
hadis nakledilir:
"Bir adam namazında:
'Kul hüvallahu ehad'i okumaktaydı. Bunu gören Rasulullah (s.a.v.):
"Sorunuz ona bunu
niçin yapmaktadır?" Buyurdu. Sorduklarında şu cevabı verdi: "Çünkü,
Kul hüvallahu Ehad, Rahman'ın sıfatıdır, ben O'nu okumayı seviyorum"
Bu cevap üzerine
Rasulullah (s.a.v,) şöyle buyurdu: "Ona bildiriniz, Allah da onu
sevmektedir" İşte bu özellikleriyle İhlas suresi, Allah Sübhanehu'nun,
Muattile ve Mümessile fırkasına ait görüşünü çürüten ve reddeden vasfını içine
almaktadır. Başka yerde etraflıca anlattığımız gibi, bu surede zikredilen,
zati ve esas mes'eleler hakkında mesned sayılan asıllardır. Sözünü ettiğimiz
yerde yine Rasulullah'ın (s.a.v.) sahabenin, tabiinin ve bu husustaki
delillerin (EI-Ehadüs-samed) tefsirine ait mahtevası ile birlikte imamların o
asla istinatlarını zikrettik.
Lakin burada tevhid
mes'elesinde kastedilen, her ne kadar yukarıda geçen diğer tevhid çeşidiyle
birbirine bağlı ise de, Allah'a dini halis yapmak demek olan "Amel'e ait
tevhid"dir.
Sözü edilen Muattile
(cehmiyye) fırkasıyla Mümessile (meşebbihe) fırkalarının herbirinde ameli şirk
mevcuttur. Çünkü onların sözlerinin aslında Allah ile mahluku arasında bir
ortaklık ve eşitlik vardır, yahut Allah ile yoklar arasında bir eşitlik
mevcuttur; aynen Muattile'nin, ne öğülme-yi ve ne de kemalin varlığını
gerektirmeyen selbi (olumsuz) sıfatlarda Allah ile yoklar arasını eşit yapması
gibi. Yine bu iki fırka, Allah ile noksan varlıklar arasını noksan sıfatlarda
eşit yaparlar. Aynen bunlar ve bunlara benzeyen Mümessile fırkası Allah'a ait
şifaları var kabul ettiklerinde, Allah ile hakikatleri itibariyle mahlukat
arasını eşit yaparak bu şekilde O'na ibadet bile ederler. Rablerine ortak
koşarlar.
O'na eş kılarlar ve
böylece mahlukati Rabbülalemine eşit yaparlar.
Nasara (Hıristiyanlar)
da aynı şekilde mahluka Halık'a layık olan ve yaraşan şeyleri caiz görürler.
"Münezzeh ve yüce
olan Allah, onların dediklerinden hem çok yüce, hem de çok büyüktür"
(İsra: 17/43)
Allah sübhanehu ve
Teala bize kendisinden, gazabına uğramış ve dalalette kalmış olanların değil
de, nebilerin, sıd-dıklarm, şehidlerin ve salihlerin yoluna (sırat-ı müstakime)
yöneltmesini istememizi emretmiştir. Rasulullah (s.a.v.) da buna dair şöyle
buyurmuştur:
"Yahudiler,
Allah'ın gazabına uğramış kimselerdir; hıristiyanlar, dalalette (sapıklıkta)
olan kimselerdir"
Bu ümmette de hem
yahudilere, hem de hıristiyanlara banzeyenler olacağına dair Rasulullah
(s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Muhakkak sizler
sizden öncekilerin yoluna, kuş yeleğinin oka göre ölçülüp kesilmesi gibi
(aynen) uyacaksınız, hem öylesine ki onlardan biri kertenkele deliğine girerse
siz de (oraya) gireceksiniz" Dediler:
"Ya Rasulallah:
Onlar yahudi ve nasara (hıristiyanlar) mıdır?" Rasulullah (s.a.v.):
"Ya kim
olacak?" Buyurdu.
Bu hadis, Buhari ve
Müslim'in "Sahih"lerinde mevcuttur.
Dini amelin aslı,
yalnızca Allah'ı istemek demek olan dini Allah için halis kılmak olunca,
kendisi için istenen şey zatı için sevimli olur. Bu da sevginin olgunluk
derecesidir. Lakin, istenen ve arzu edilen şeyin ekserisi ibadet diye isimlendirilir.
Bununla ilgili olarak Allah Teala şöyle buyurur:
"Ben cinleri ve
insanları ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım" (Zariyat: 51/56)
"Ey insanlar!
Sizi de, sizden öncekileri de yaratan
Rabbımza ibadet ediniz
ki korunup sakınanlardan olasınız" (Bakara: 2/21)
Ve bunlara benzer daha
bir çok ayetler vardır.
İbadet tam ve nihai
sevgiyi ihtiva eder, tam ve nihai itaat (zillet)'i içine alır. Zira tazim ve
saygı duyulduğu halde sevilmeyen yine ma'bud olamaz. Bu manada Allah Teala
şöyle buyurmuştur:
"İnsanlardan bir
kısmı, Allah'dan başkasını (O'na) denk ve ortak edinirler de Allah'ı sever gibi
onları severler- İman edenlerin ise Allah'ı sevmesi çok daha köklü ve
devamlıdır" (Bakara: 2/165)
Allah sübhanehu burada
haber vermektedir ki, Allah'dan başkasını O'na denk ve ortak edinen Rabîerine
karşı şirk sahibi kimseler, her ne kadar o eş koştukları şeyleri Allah'ı sever
gibi sevmekte iseler de, Allah'a iman sahibi kimseler Allah'ı, onların Allah'ı
ve putlarım sevmesinden daha fazla severler; çünkü mü'minler Allah'a karşı
daha bilgilidirler, sevgi ise bilgiye tabidir. Yine mü'minler, bütün sevgilerini
Allah'a hasrettikleri halde, onlar Allah'dan başkasına hasretmişler, sevgiye
Allah ile şirk koştukları şeyleri ortak etmişlerdir. Ma'lumdur ki, mü'minlerin
sevgileri daha mükemmeldir. Allah Teala bu manada buyurur:
"Allah,
birbirleriyle geçinemiyen bir kaç ortak kişinin kölesi olan bir adam ile, tek
bir kişinin esenlik içinde kölesi olan adamı misal veriyor; bunlar bir olur
mu? Ama onların çoğu bilmezler" (Zümer: 39/29)
Yukarıda arzedilen
sevgi (muhabbet), mutlak ve umumidir; çünkü, o sevgi Allah'a ait olup
Allah'dan başkasına layık olmayan bir sevgi ise de, mü'min o sevgiyle Allah'ı
sevdiği gibi peygamberlerini ve mü'min kullarını da sever.
Bundan dolayı Allah
sevgisi, O'nun ibadete, kendine tevbe ile dönmeye, yönelmeye ve benzerine
tahsis ettiği şeylerde zikredilmiş olarak gelmiştir. Bütün bu ibadet, tevbe
ederek dönme (inabe) ve yönelme (tebettül) gibi isimler Allah sübhanehu ve
Teala'ya sevgi manasım içine almaktadır.
Geçen kısımlarda,
Allah'a olan sevginin dinin aslı olduğu açıklandığı gibi, dinin kemalinin o
sevginin kemaliyle, noksanlığının da onun noksanlığıyla olduğu açıklanmıştır.
Zira, Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"İşin (dinin)
başı, İslam'dır. Onun direği, namazdır. En üst kısmı (zirvesi) ise Allah
yolunda cihaddır"
Görüldüğü gibi,
hadis-i nebevide cihad, amelin en üst kısmı, en yüksĞği ve en şereflisi olarak
haber verilmiştir. Allah Teala da şöyle buyurur:
"Siz hacılara su vermeyi
ve Mescid-i Ha ram-ı bayındır hale getirmeyi, Allah'a ve ahiret gününe iman
edip Allah yolunda cihad edenin (iman ve ameli) gibi mi tuttunuz? Bunlar Allah
yanında eşdeğerde değildirler. Hem Allah zalim bir topluluğu doğru yola
eriştirmez. Onlar ki, iman edip (yurtlarını bırakıp Allah yolunda) hicret ettiler
ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaştılar, derece bakımından Allah
yanında çok daha üstündürler ve işte kurtuluşa erenler bunlardır. Rableri,
onları kendinden bir rahmet, rıdvan (ebedi hoşnutluk) ve kendilerini, içinde
sonsuz ve devamlı ni'met bulunan cennetlerle müjdeler. Onlar orada devamlı
kalıcıdırlar. Şüphesiz ki, en büyük mükafat Allah kalındadır. (Tevbe: 9/19-22)
Cihadın üstünlüğü ve
mücahidin değeri hakkında bundan başka daha çok delil ve haber vardır.
Hadis-i şerif den
anlaşılmaktadır ki, mü'minin nafile olarak işlediği en faziletli ibadet,
cihaddır. Cihad, Allah'a karşı tam sevginin delilidir. Allah Teala bu hususta
da şöyle buyurur:
"De ki: Eğer,
babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz,
bağlı bulunduğunuz oymak ve kabile; kazandığınız mallar, sürümsüzlüğünden
korktuğunuz ticaret ve hoşlandığınız konaklar size Allah ve peygamberinden ve
Allah yolundaki cihaddan daha sevgili ve sevimli ise; Allah'ın emri gelinceye
kadar bekleyin! Allah fasık bir topluluğu doğru yola eriştirmez" (Tevbe:
9/24)
Allah'ı seven ve Allah
tarafından da sevilen kimselerin özellikleri hakkında da şöyle buyumlur:
"Ey iman edenler!
Sizden kim dininden dönerse, Allah onun yerine ileride öyle bir mîllet getirir
ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler; mü'minlere karşı boyunları
bükük ve alçak gönüllüdürler; kafirlere karşı başları dik, vakarlı ve
güçlüdürler; Allah yolunda cihad ederler, kınayıp ayıplayanların ayıplamasından
endişe etmezler" (Maide: 5/84)
Anlaşıldığı gibi,
geçen ayette Allah Teala, kendisini seven ve kendisinin de sevdiği kullarını,
mü'minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı da vakarlı ve güçlü, Allah
yolunda cihad eden, bu uğurda kınayanların kınamasından korkmayan kimseler
olarak vasiflandırmıştır. Zira, sevgi, o uğurda cihadı (savaş ve mücadeleyi)
gerektirir. Seven de sevgilisinin sevdiğini sever, sevgilisinin sevmediğini
sevmez; onun dost olduğuna dost olur, düşman olduğuna düşman olur; nzası
sebebiyle razı olur, gazabı sebebiyle gazab eder; emrettiğini emreder,
nehyettiğini nehyeder. Bütün bu hususlarda ona uyum gösterir. Bunlar öyle
kimselerdir ki, Allah onların razı olduklarına razı olur, gazab ettiklerine de
gazab eder. Çünkü onlar da O'nun razı olduğuna razı olmuşlar, gazab ettiğine
de gazab etmişlerdir. Nitekim Rasulullah (s.a.v.), Suheyb (r.a.) ve Bilal1 in
(r.a.) de bulunduğu bir toplulukta, Ebu Bekir'e (r.a.) hitaben şöyle
buyurmuştur:
"Belki, onları
öfkelendirdin (gazablandırdm), eğer onları öfkelendirmişsen, Rabbını da
öfkelendirmişsindir"
Bunun üzerine, Ebu
Bekir (r.a,):
"Ey kardeşlerim!
Sizleri Öfkelendirdim mi?" diye sorduğunda, oradakiler:
"Hayır, Allah
Seni mağfiret buyursun ey Ebu Bekir"dediler,
Ebu Süfyan b. Harb'in,
(İslam'ı kabulden sonra) Müslümanların bulunduğu topluluğa uğradığı bir sırada
müslümanlar ona:
"Kılıçlar Allah
düşmanından alacağını almadı" dedikleri zaman, Ebu Bekir (r.a.) onlara
şöyle dedi:
"Bunu, Kureyş'in
ulu'suna mı söylüyorsunuz?"
Ebu Bekir (r.a.),
bundan sonra meseleyi Rasulullah'a (s.a.v.) anlattığında şöyle buyurdu:
"Onun bir geçmişi
vardır; onlar ona bu sözü, Allah ve Rasulü'ne olan tam dostluklarından, o
ikisinin düşmanlarına da tam düşmanlıklarından meydana gelen bir hassasiyetle
söylemişlerdir"
Bundan dolayı,
Rasulullah (s.a.v.) Rabbından rivayet ettiği bir sahih hadisde şöyle
buyurmuştur:
"Kulum nafile
ibadetlerle bana yaklaşmaya devam ettiği takdirde Ben onu severim; sevdim mi
de onun işiten kulağı olurum, gören gözü olurum, tutan eli ve yürüyen ayağı
olurum; Benimle işitir, Benimle tutar ve Benimle yürür. Benden isteyecek olursa
ona mutlaka veririm, Bana sığınacak olursa onu mutlaka sığındırırım. Mü'min
kulumun ruhunu almakta gösterdiğim tereddüd kadar, mutlaka yapacak olduğum hiç
bir şeyde tereddüd göstermedim; çünkü, o, ölümün şiddetinden dolayı ölmek istemiyor.
Ben de ona kötülük (ölüm anında eziyet) istemiyorum, ama gene de o ölüm ona
zaruri olur"
Bu hadis-i şerifde
Allah sübhanehu tereddüd ettiğini bildirmektedir, terddüd ise iki isteğin karşı
karşıya gelmesidir. Halbuki, Sübhanehu ve Teala kulunun sevdiğini sever,
sevmediğini sevmez; kul Ölümü sevmediğine
göre, Allah da ölümü onun için sevmemektedir. Nitekim şöyle buyurmuştur:
Ben de ona kötülük (ölüm
anında eziyet) istemiyorum... Ne var ki, Sübhanehu ve Teala ölümü de takdir
etmiş ve onun ölmesini murad etmektedir... İşte, bundan dolayı bu durumu
tereddüd olarak İsimlendirmiş, sonra da: O ölüm mutlaka meydana gelecektir,
diye bildirmiştir.
Bu durum sevilen
hoşlanılan ve emredilen ile kızılan, hoşlanılmayan ve yasaklanana dair bir
ittifak ve birleşmedir. Ba-zan, iki zatın birleşmesi olmadığı halde vasıf ve
nevi ile ilgili bir birleşmedir, denir. Çünkü, iki zatın birleşmesi imkansızdır.
Böyle bir şeyi söyleyen, kafirdir. Bu ise, hıristiyanlar, rafıza'nın galiye
fırkası ile celaciyye gibi inzivayı meslek edinmişler ve benzerlerinin
kapıldıkları sapık bir inançtır, ki aslı: Bir şeyde aynıyla "Kayıtlı
birleşme"dir.
Fakat "Mutlak
birleşme" ise, Vahdet-i Vücud'cuların sözü ve görüşüdür ki onlar mahlukun
varlığı Halık'ın varlığının aynıdır, derler. Bu ise, Sani' (Halık)ı,
Yaratıcılık vasıflarından uzaklaştırıp O'nu inkar etmektir ki, böyle bi kanaat
bütün şirk çeşitlerini kendinde toplar. Nitekim, "Bir-leşme-Birlik"
iki çeşit olduğu gibi "Hulul-Girme"de iki çeşittir. Hululculann bir
kısmı, Allah'ın kayıtlı olarak bazı şahıslara girdiğini söylerken, bazıları da
Allah'ın her şeye girdiğini ileri sürerler (Haşa!) ki bunlar: Allah'ın zatı her
yerde vardır, diyen "Cehmiyye" topluluğudur.
Fena ehlinin sevgide
varlığından kopmuş olanlarının bazısına öyle olur ki; Sevgilisiyle, kendinden
ve sevgisinden kaybolur, zikrettiği ile zikrinden yok olur; bilinenle
bilgisinden, var kılmanla varlığından kaybolur, o hale gelir ki, sevgilisinden
başkasını görmez olur; idrak kabiliyyeti gittiğinde, aklı noksanlaştığında ve
kendini kaybetmiş hale geldiğinde kendini sevgilisi sanar. Tıpkı şöyle dendiği
gibi: Sevgili denize düştü, seven kendini onun arkasından atınca, sevgili ona:
Ben düştüm, seni ne düşürdü? dedi. O da cevaben: Seninle kendimden kayboldum,
sandım ki sen ben'im...
Şüphesiz bu hata ve
sapıklıktır.
Lakin bu hal İlahi
sevgi ve zikirden dolayı olur da sakıncalı bir sebep olmaksızın aklı giderse,
aklının gitmesinden dolayı ma'zur olur; sakıncalı bir sebeb olmadan aklının
gittiği bu hal içerisindeki konuşmalarından dolayı da muhasebe olunmaz. Aynen,
mecnun (meczub)ların akıllan hakkında şöyle dendiği gibi:
Onlar öyle topluluktur
ki, Allah onlara akıl ve hal vermiştir; akıllarını alıp hallerini
bırakımiştır, akılları alındığından dolayı da farz emirler düşmüştür.
Fakat, eğer aklın
gitmesine sebeb olan şey sakıncalı olursa, o kendini kaybediş ma'zur sayılmaz;
iki görüşten en sağlamına göre hükümde meşhur olarak tartışma mevcut ise de
boşanma meydana gelmediği gibi küfrüne de hükmolun-maz.
Bu hususta ve hali
esenlik içinde olanla-geçen kaideye göre- esenlik içinde olmayan hakkında
etraflıca konuştuk.
Her halükarda, sahibi
mükellef olmasa da onu böyle sakıncalı bir hale getiren fena, noksan bir
haldir. Onun için-her ne kadar bunlarla Musa'nın (a.s.) düşüp bayılması arasında
bir çeşit alaka varsa da böyle bir hal, ne bu ümmetin en faziletlileri olan
sahabe-i kiramdan, ne de peygamberlerin en üstünü olan Rasulullah'tan (s.a.v.)
meydana gelmiştir. Ancak, İlahi ilham ve tuluat esnasında aklın gitmesi, bazı
tabiin ve ondan sonrakilerde meydana gelmiştir. Tam sevgi, sevgiliye sevdiğinde
ve sevmediğinde, dost olduğunda ve düşman olduğunda ona uymak olduğuna göre,
malumdur ki, Allah'ı vacib bir sevgiyle seven kimsenin O'nun düşmanlarına
düşmanlık beslemesi, cihadlarından dolayı
sevdiklerini de sevmesi lazımdır. Tıpkı Allah Teala şu ayet-i kerîme'de
buyurduğu gibi:
"Allah kendi
yolunda birbirilerine kurşunla kenetlenmiş bîr yapı gibi saf halinde
savaşanları elbette'sever"
(Saf: 61/4)
Tam bir sevgiyle seven
kimseye kötüleyenin kötülemesi ve kınayanın kınaması asla tesir etmez;
bilakis, çoğu şairin bu konuda dediği gibi, onun sevgiliye olan bağlılık ve
alakasını arttırır O tam seven kimseler, övülen ve kınanan kimselerdir;
düşmanlarıyla cihad etmelerinden dolayı Allah'ın kendilerini sevmesi ve razı
olmasına karşı kınayanlardan korkmazlar, çünkü bu hususta kınama çok olur. Ancak,
Allah'ın hoşlanmadığı bir şeyi işlemeye ve sevdiği bir şeyi terketmeye karşı
kınama ise, gerçek bir kınamadır. Böyle bur kınamaya sabretmek güzel değildir;
bilakis hakka yönelmek, batılda devam edip gitmekten daha hayırlıdır. Bundan
dolayı Allah ve Rasulü'nün sevdiği şeyleri işleyerek bu hususta kınayanın
kınamasından korkmayan "Mela-miyye" ile, Allah ve Rasulü'nün kızdığı
şeyleri işleyerek bu hususta kınamaya sabreden "Melamiyye" arasında
açık bîr farklılık meydana gelir.
[4]
İlahi sevgi her dini
amelin aslı olunca, korku, ümit ve benzeri duygular da sevgiyi gerektirir ve o
sevgiye yönelip döner. Çünkü, arzu sahibi ümit edici, sevmediğine değil, sevdiğine
arzu duyar. Korkan ise, sevdiğine erişmek için korkudan kaçar. Bu manada Allah
Teala şöyle buyurur:
"İşte onların
yalvarıp durdukları (putları)ndan Rabb-lerine hangisi daha yakınsa onunla
(yaklaşmak için) vesile ararlar; onun rahmetini umarlar, azabından korkarlar.
Çünkü Rabbı'nın azabı korkulup sakmılmaya elverir (korkunçtur)" (İsra:
17/57)
Ayet-i kerime'de geçen
"Rahmet" kelimesi, har hayrı içine alır, "Azab" kelimesi
de her şerri içine alır. Halis rahmetin evi, cennettir. Halis azabın evi de
cehennemdir. Dünya ise, karışık bir yurddur. Ümit, cennete girmeye taalluk ederse
de, cennet her türlü nimeti kendinde toplayan bir isimdir ve onun en yüksek
mertebesi Allah azze ve celle'nin cemaline bakmadır. Nitekim, Müslim'in
"Sahih"inde, Abdur-rahman b. Ebu Leyla'nın Suheyb'den naklettiği bir
Hadis-i Şerif de Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurur:
"Cennet ehli
cennete girince, bir münadi (seslenici) şöyle seslenir:"
"Ey cennet ehli,
Allah katında size ait verilmiş bir söz var, onu size yerine getirmeyi murad
etmektedir"
Cennet ehli bunun
üzerine şöyle der:
"Nedir ki o?
Rabbimiz, bizim yüzlerimizi ak etmedi mi? Mizanlarımızı ağırlattırmadı mı? Bizi
cennete koyup, cehennemden kurtarmadı mı?"
Rasuîullah (s.a.v.)
buyurdu:
"Bunun üzerine
perde aralanır, Allah azze ve cellenin cemaline bakarlar ki, Allah onlara O'na
bakmaktan daha güzel bir şey vermemiştir"
Yukarıdaki delilden:
"Ya Rabbi, sana
ne cennetini arzuladığımdan, ne de cehenneminden korktuğumdan ibadet ettim;
sadece, Seni (cemalini) görme arzumdan ibadet ve taatte bulundum" diyenin
bu sözüne dair şüphe ortadan kalkmış olur. Zira, bu sözü söyleyen ve ona
uyanlar zannetmektedirler ki, cennet adı altında: Allah'ı (cemalini) görmeyi
inkar eden Cehmiyye fırkası ve ona yakın olanların da kabullendikleri, yeme,
içme, giyme, evlenme, çalgı ve buna benzer mahlukatın faydalandığı şeyler
girmektedir. Yine zannetmektedirler ki, bir kısım fakihlerin de dediği gibi,
Allah'ı bizzat görerek faydalanma yoktur. Zira o bazı fakihler, cennet ve
ahiret denince onda sadece yaratılmış bir takım şeylerden faydalanmaktan başka
bir şey yoktur kanaatindedirler.
Bundan dolayı, bazı
hata eden Meşayih, Aüah Sübhanehunun:
"... Kiminiz
dünyayı, kiminiz ahireti ister..." (Al-iİmran:
3/152)
Yüce sözünü işitince:
Allah'ı isteyen nerede? derler. "Şüphesiz ki Allah, kendilerine cennet
verilmek üzere müzminlerden canlarını ve mallarını satın almıştır"
(Tevbe: 9/111)
Ayetini işitince de:
Cennet'te nefisler ve mallar olunca, Allah'a bakma nerede? derler. Bütün bunlar
onların cennet nimetine Allah'ı görme dahil değildir, zanlarından ileri gelmektedir.
Gerçek şu ki, cennet,
her nimeti içine alan ve en yüksek mertebesi de Allah'ın cemaline bakmak olan
bir yurttur. Dini delillerin haberine göre, Allah'ı görmek, cennetliklerin
nail olacakları nimetlerdendir. Cehennem ehli ise, cehenneme girecekler için
Rablerini görme imkanından mahrumdurlar.
Yukarıda naklettiğimiz
ve üzerinde durduğumuz sözü söyleyen
kimse ne dediğini biliyorsa, muhakkak onun kastı: "Ya Rabbi, sen
cehennemi yaratmasaydın, yahut cenneti yaratmasaydın sana ibadet edilmesi,
yaklaşılması ve nazar edilmesi (bakılması) gerekirdi" Demek olur ki,
burada cennetle kastı da, mahlukun kendisinden faydalandığı şeydir.
Hayat sahibi birinin,
kat'iyyen sevmeden ve istemeden amelde bulunması gerektiğini söyleyen bazı
zahitler böyle bir şeyi hayal ediyorlarsa da, mümkün değildir. Sözü edilen
zahitler zannederler ki, kulun olgunluğu, Allah'a karşı hiçbir iradesinin
kalmamasıdır.
Bunlar söyledikleri şu
sözü, fena halinde ve fanilikte- sevgilisiyle meşgul iken- irade ve sevgi
duygusu içerisinde konuşmuşlardır, fakat onu bilmezler. Zira, sevginin varlığı
bir şeydir^ irade bir şeydir, bunların bilincinde olmak da başka bir şeydir.
Onlar bunları bilmediklerinden, farkında olamadıklarından, uzak ve yok
olduklarını sanmışlardır ki, bu, hatadır. Çünkü bir kulun ancak sevgi, nefret
ve istek altında hareket ettiği düşünülebilir. Bundan dolayı Rasulullah
(s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"İsimlerin en
doğrusu, Haris (çalışan) ve Hemman (gayret eden)dir"
Çünkü her insanın bir
harsi vardır ki, o da çalışmadır. Bir de hemmi olur ki, onun da manası istek
demektir. Fakat bazan kul bu hal içerisinde kalbiyle, İlahi sevgiden dolayı
O'nun davet ettiği taati yerine getirir, iclalinden ve O'ndan hayadan dolayı da
ma'siyetinden menettiği şeyi yapar. Aynen Ömer'in (r.a.):
"Suheyb ne güzel
kuldur; eğer Allah'dan korkmasaydı, yine O'na masiyette bulunmazdı",
dediği gibi.
Yani: O, korkmadığı
halde Allah'a masiyette bulunmayınca, ya O'ndan korktuğu zaman ne olurdu?
demektir. Çünkü, onun Allah'ı iclal (ta'zim) ve ikram (hürmet)'i, O'nu
masiyette bulunmaktan men'eder.
Ümit eden ve korkan
kimsenin bu ümit ve korkusu, Rabb azze ve cellenin kendisinden tecelli etmesi
sebebiyle nimetlenmeye bağlı olursa, malumdur ki, bu, Allah'a sevgisinin
tabilerindendir (kisımlarındandır). Bu sevgi, O'nun tecelli (görünme) sevgisini
ve perdelenme korkusunu gerektiren bir sevgidir. Şayet onun korkusu ve ümidi
bir mahluk ile azab görmek ve nimetlenmekle alakalı olursa, bunu ancak, Allah'a
sevgiyi gerektiren ibadetle gerçekleştirebilir. Sonra, Allah sevgisinin tadını
aldığı zaman, o sevgiyi her sevgiden daha tatlı bulur. İşte bundan dolayı,
aşağıdaki hadisde de geçtiği gibi, cennet ehlinin sevgi ile meşguliyeti her
şeyden daha çoktur:
"Cennet ehli,
nefese ilham olundukları gibi teşbihe (tahmid ve tekbire) de ilham olunurlar
(bu hususlarda onlara konuşma güç ve kuvveti verilir.)"
Bu hadis-i şerif
cennetliklerin Allah'ın zikri ve sevgisiyle nimetlenmelerinin gayesini ve
neticesini bildirmektedir.
Mahluk ile
azablanmaktan korkmak ve onunla ümitlenmek kulu, asıl olan Allah'ın sevgisine
götürür.
Bütün bunlar 'Asıl
sevgi" üzerine kurulur ve: Kitab ve Sünnet mü'min abidlerin sevgisinden
bahsetmiştir, denilir; Kitab'dan da şunlar delil olarak getirilir:
"...İman
edenlerin ise Allah'ı sevmesi çok daha köklü ve devamlıdır. (Bakara: 2/165)
"Allah onları
sever, onlar da Allah'ı severler. (Maide: 5/54)
"... size Allah
ve peygamberinden ve Allah yolundaki cihaddan daha sevgili ve sevimli ise. (Tevbe: 9/24)
Buhari ve Müslim'in
"Sahih" lerinde geçen bir hadisde de peygamberimiz şöyle buyurur:
"Şu üç şey kimde
bulunursa imanın tadını alır."
1- Allah ve
Rasulü bir kimseye onların haricindeki her şeyden daha sevgili olursa,
2- Sevdiği
kimseyi Allah için severse,
3- Cehenneme
atılmayı sevmediği gibi, Allah kendisini küfürden kurtardıktan sonra, bir daha
oraya dönmekten hoşlanmazsa,"
Hatta, Rasulullah'a
(s.a.v.) olan sevgi, Allah sevgisi için gereklidir. Nitekim, ayet-i kerimede de
bu husus görülmektedir:
"...Allah ve
Rasulünün sevgisinden daha üstünse. (Tevbe: 9/24)
Buhari ve Müslim'in
"Sahih" lerinde Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurduğu nakledilir.
"Hiç biriniz, ben
kendisine, çocuğundan, babasından ve bütün insanlardan daha sevimli oluncaya
kadar, tam iman etmiş sayılmaz."
Buhari'nin
"Sahih"inde de Ömer b. Hattab'ın (r.a.) ri-vayetiyle yine şöyle
buyurulur: Ömer b. Hattab:
"Vallahi, ya
Rasulallah! Şüphesiz, sen bana, nefsim hariç her şeyden daha sevgilisin."
Rasulullah (s.a.v.):
"Hayır, ya Ömer!
Ben sana nefsinden de daha sevgili oluncaya kadar (hakikaten iman etmiş
olmazsın.)" Ömer b. Hattab (r.a.):
"Vallahi, Ya
Rasulallah! Sen bana nefsimden de daha sevgilisin" Rasulullah (s.a.v.):
"Şimdi oldu, ya
Ömer"
İşte, O'nun
sahabesinin ve yakınlarının sevgisi böyleydi. Nitekim bu husus O'nun
Buhari'nin "sahih"inde geçen şu hadislerinden de anlaşılmaktadır:
"Ensar'i
(Medine'nin yerli müslümanlarmı) sevmek, imanın alametidir! Ensar'dan nefret
etmek ise, münafıklık belirtisidir"
"Allah'a ve
ahiret gününe inanan insan Ensar'a kin beslemez"
Ali (r.a.) şöyle der:
"Nebiyyü'1-Ümmi
(s.a.v.), beni ancak mü'minin seveceğine, ancak da münafıkın nefret edeceğine
dair bana ahitte bulundu"
"Sünen" de
Abbas'a (r.a.) da şöyle buyurmuştur: "Nefsim elinde olan Allah'a yemin
olsun ki, sizi Allah için ve benim akrabalığımdan dolayı (insanlar) sevinceye
kadar cennete giremezler"
Rasulullah (s.a.v.)
burada Haşimoğullarını kastetmektedir.
İbn-i Abbas'dan (r.a.)
merfu olarak rivayet edilen bir hadiste Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Nimetleriyle
sizi yedirip beslediğinden dolayı Allah'ı seviniz. O'nun sevgisinden dolayı
beni seviniz. Benden dolayı da Ehl-i Beytimi seviniz"
Allah sübhanehu'nun
kuluna oîan sevgisine gelince: Bu hususta şöyle buyurur:
"Allah İbrahim'i
hali) (yakın dost) edinmiştir..."
(Nisa: 4/126)
"Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler. (Maide; 5/54)
"... İyilikte
bulunun; çünkü Allah şüphesiz ki iyilikte bulunanları, iyi iş yapanları sever (Bakara: 2/195) "...Hep adil davranın.
Şüphesiz ki Allah, adil davrananları sever" (Hucurat: 49/9) "...
Onlarla olan anlaşma hükümlerine, süresinin sonuna kadar tamamen bağlı kalın.
Şüphesiz ki Allah (döneklikten) sakınanları sever" (Tevbe: 9/4) "... Onlar
size doğru davrandıkça siz de (mevcut anlaşma hükümlerine uyarak) kendilerine
karşı doğru davranın. Şüphesiz ki Allah (sözleşme ve anlaşmalara bağlı kalıp
hıyanet ve döneklikte bulunmaktan) sakınanları sever" (Tevbe: 9/7)
"Allah kendi yolunda birbirlerine kurşunla kenetlenmiş bir yapı gibi saf
halinde savaşanları elbette sever" (Saff:
61/4)
"Hayır, kim
sözünü yerine getirir ve (günahtan) korunursa, şüphesiz Allah da korunanları sever"(Al-İmran:3/76)
Allah sübhanehu'nun
sevdiği, dış ve iç varlığa ait vacib ve müstehab amellere gelince, bunlar
çoktur ve bilinen şeylerdir. Allah azze ve celle'nîn sevgisi de amelleri
işleyenlere aittir. Bu kimseler, Allah'ın veli ve muttaki mü'min kullarıdır.
Allah'ın bu sevgisi,
Kitap ile Sünnet'in bahsettiği ve ümmetin selef ve imamlarının ittifak ettiği
gibi; sünnet ve hadis ehlinin, dinin uyulan bütün meşayihinin ve tasavvuf
büyüklerinin görüş birliği ettiği gibi, gerçek bir sevgidir. Allah sübhanehu,
zatı gerçek bir şekilde sevilen bir varlıktır. Hatta O'nun sevgisi, sevginin en
mükemmelidir. Çünkü, bunu Allah sübhanehu'nun kendisi buyurmuştur:
"... İman
edenlerin Allah'ı sevmesi çok daha köklü ve devamlıdır. (Bakara: 2/165)
Allah azze ve celle de
mü'min kullarını aynı şekilde gerçek sevgi ile sever.
Cehmiyye fırkası, iki
taraftan, (Allah ve kul tarafından) olan sevginin hakikatini inkar ederek:
Sevgi iki taraf arasındaki bir münasebet (uygunluk)dan dolayı olabilir; kadim
olan Allah ile, sonradan olan (muhdes) kul arasında sevgiyi gerektirecek bir
münasebet mevcut değildir, zannında bulunurlar. Bu bid'atı İslam'da ilk defa
işleyen, Hicri ikinci yüzyılın başında Ca'd b. Dirhem'dir.
Onu Irak ve şark Emiri
Haîid b. Abdullah el-Kasri Vasıt'da (Kurbanda) katletti. Kurban bayramı günü
katletmeden önce insanlara bir konuşma yaparak şöyle dedi:
"Ey insanlar!
Kurban kesiniz, Allah kurbanlarınızı kabul etsin.
Ben ise, Ca'd b. Dirhem'i kurban edeceğim; zira o, Allah'ın İbrahim'i (a.s.)
Halil (dost) edenmediğini ve Musa (a.s.) ile konuşmadığını iddia etmektedir.
Bunu konuştuktan
sonra, indi ve Ca'd b. Dirhem'i boğazlayarak kaletti. Bu sapık görüşü ondan o
zaman Cehm b. Saf-van alıp ortaya çıkarmış ve onunla tartışmıştı. Cehmiyye'nin
görüşü, işte bu adama İsnad edilir. Bunu da Horasan Emiri Selm b. Ahver
katletti. Sonra bu görüş, Amr b. Ubeyd'in tabileri olan Mu'tezile fırkasına
geçti. Bunların görüşleri Me'munun hilafeti zamanında ortaya çıktı. Hatta,
İslam imamlarını imtihan ederek o hususta kendilerine uymaya çağırdılar...
Bunların görüşlerinin
aslı müşriklerden, Berahime fırkasının Sabie taifesinden, Felsefecilerden ve
Ehl-i Kitab'm, Rabbın sübuti sıfatı asla yoktur, diyen bid'atçılar-dan
alınmadır.
Bu fırkalar İbrahim
Halilullah'ın (a.s.) düşmanıdırlar, yıldızlara taparlar, akıl sahibi varlıklar,
yıdızlar ve daha başka varlıklar adına heykeller yaparlar. Hakikatte,
İbrahim'in (s.a.v.) "Halü-Dost" olduğunu, Musa'nın (a.s.) da
"Kelim-Allah ile konuşan" olduğunu inkar ederler. Çünkü dostluk,
seveni kuşatan sevginin olgun halidir. Bu manada aşağıdaki beyt ne güzel
söylenmiştir:
"Ruhumun yolunu
hilallayıp (aralayıp) girdim, Bu sebeple Halil, halil (dost) olarak
isimlendi" Bu konuya, Buhari'nin "SahnY'inde bulunan Ebu Said'in
Rasulullah'dan (s.a.v.) rivayet ettiği şu hadis şahiddir:
"Yeryüzü
halkından bir dost (halil) edinecek olsaydım, mutlaka Ebu Bekir'i (r.a.) dost
edinirdim. Lakin sahibiniz (Ben), Allah'ın haliliyim" Bir diğer rivayette
de:
"Ben her halil'in
dostluğundan uzağım; şayet yeryüzü halkından dost edinecek olsaydım, Ebu
Bekir'i (r.a.) dost edinirdim"
Başka bir hadis-İ
şerifde:
"Allah, İbrahim'i
(a.s.) dost edindiği gibi beni de dost edindi"
Geçen hadislerde
Rasulullah (s.a.v.), mahluklardan dost edinmesinin kendisi için doğru
olmayacağını ve-şayet dost edinmesi mümkün olaydı, ona en layık olanın Ebu
Bekir'in (r.a.) olacağını bildirmektedir.
Bununla beraber,
Rasulullah (s.a.v.) kendisini, bazı şahısları seven kimse olarak
vasıflandırmıştır. Bu cümleden olarak Muaz'a (r.a.) şöyle buyurmuştur:
"Vallahi, ben
seni sevmekteyim"
Aynı sözü Ensar'a da
söylemiştir. Zeyd b. Harise, oğlu Üsame ve benzerleri Rasulullah'm sevdiği
kimselerdi.
Amr b. el-As O'na bir
gün şöyle sordu:
"Ya Rasulallah!
İnsanların hangisi sana daha sevgilidir?" Şu cevabı verdi:
"Aişe..."
Muaz (r.a.) tekrar:
"Ya erkeklerden
kim?" Rasulullah (s.a.v.):
"Aişe'nin
babası"
Kızı Fatıma'ya (r.a.)
dedi ki:
"Benim sevdiğimi
sevmiyor musun?" Fatıma (r.a.):
"Tabii,
seviyorum!" Rasulullah (s.a.v.):
"O halde Aişe'yi
sev"
Hasan (r.a.) için de
şöyle dedi:
"Allah'ım, ben
onu seviyorum, sen de onu ve onu seveni sev"
Bunun gibi misaller
daha çoktur.
Hasılı, Rasulullah
(s.a.v.) kendini bazı şahıslan sevmekle nitelendirerek:
"Ben, her dostun
dostluğundan uzağım; şayet, yeryüzü halkından dost edinecek olsaydım, Ebu
Bekir'i (r.a.) dost edinirdim" buyurmuştur.
Bundan anlaşılıyor ki,
dostluk mulak sevgiden daha özeldir; çünkü, dostluk sevginin olgun ve tam
şeklidir, ve seven, sevilenin başka bir şeye değil de zatına sevgili olması
için o sevginin varlığında bulunur. Zira, başkasının sevgilisi, sevgide o
başkasından geridedir. Dostluk, sevginin kemali olduğundan dolayı, ortaklığı ve
pazarlığı kabul etmez. Çünkü onda seven bulunmaktadır. O halde, dostlukla
tevhid ve sevginin en olgun ve tamam şekli mevcuttur.
Dostluk, kalabalığı ve
başkasının bulunmasını kabul etmez. Çünkü, o, sevgilinin başkasının onda
kalabahklığı olmayacak bir sevgiyle zatma sevgili olmasını ister. Bu ise ancak,
Allah'a yaraşan bir sevgidir ve zatının hak ettiği sevgiye başkasının ortak
kılınmasından hoşlanmaz. Zira o, sevgi sahibi zatına ait sevgilidir. Her
başkasını seven-gerçek sevgili olursa- muhakkak O'nun için sever; başkası için
sevenin sevgisi geçersizdir.
Dünya mel'undur
(makbul değildir), içindekiler de mel'undur. Ancak Allah Teala için olanlar
müstesna.
Dostluk böyle olunca,
malumdur ki, Allah'ın zatı için sevgili olmasmı kabul etmeyen kimse, O'nun
dostluğunu da kabul etmez. Aynı şekilde, kullarından biri için sevgisini kabul
etmeyen, O'nun, kulların faydasına en mükemmel olacak şekildeki-Rabbın kulunu
kulun da Rabbını sevmesi suretiyle olan,- kulu dost (halil) edinmesini de kabul
etmez.
Bunu gibi, yukarıda
belirtilen sapık fırka Allah'ın her hangi bir sıfatla yahut herhangi bir fiil
ile mevcut olmasını inkar ettikleri için Musa'ya (a,s.) olan konuşmasını da kabul
etmemişlerdir. Çünkü onlar Allah'ın hayat, ilim, kudret, istiva ve gelme gibi
sıfatlarını kabul etmedikleri gibi konuşmasını ve konuşturmasını da kabul
etmemektedirler. Şu ayet-i kerimede buyurulan onların sözlerinin gerçek şeklini
anlatır:
"Bunlardan
öncekiler de tıpkı bunların dedikleri gibi demişlerdi. Kalpleri ne kadar
birbirine benzemiş!"
(Bakara: 2/118)
Lakin, İslam ortaya
çıkıp Kur'an, İslam'a girmiş olanlar için, inkarı mümkün olmayacak şekilde
okunmaya başlayınca, o kimseler Allah Teala'nm isimlerini inkar etmeye, kelimeleri
konuldukları yerlerinden değiştirmeye kalkıştılar, sırf Allah'ın taatine sevgi
ve O'na yakınlaşma sevgisiyle, kulların Allah'a sevgisini te'vil ettiler (başka
manaya çekip değiştirdiler). Bu ise, büyük bir cehalettir. Çünkü, yaklaşanın,
kendisine yaklaşılana sevgisi O'nun sevgisine tabiidir ye onun üzerine kurulu
bir kısmıdır. Bir şeyi sevmeyenin, ona yaklaşmayı sevmesi, arzulaması mümkün
değildir. Zira, yaklaşma vesiledir; vesilenin sevgisi ise, kastedilen sevginin
bağlısıdır. Bu durum, sevilen şeye vesilenin, vesile ile kastedilen şey olmadan
sevgili olması imkansızdır.
İbadet ve itaat edilen
(ma'bud ve muta') zat hakkında: Muhakkak O, kendisine taat ve ibadet edilmesini
sever; dendiği zaman "ibadet ve taaf'de böyledir. Çünkü kulun bunlara
sevgisi, O'nun sevgisine tabidir. Yoksa, sevmeyen, O'na taat ve ibadeti de
sevmez. Başkası.için amel etmeyen, bunu, ya erişeceği bir karşılık için ya da
def edeceği bir eza için yapar. Çünkü, o, onun için bir karşılık veren ya da
kurtulma gayesiyle kendini feda eden kimse olur ki, O'nu seven biri olamaz,
ve bu onu seviyor, denemez; O'na yapacağı taat ve itaatin sevgisi ancak bunu
açıklar. Çünkü, kastedilenin sevgisi, vesile sevgisini ya da vesilenin sevgisinden
başkasını gerektirse de, onun iki kelime ile anlatılmasını icabettirir: Amel
sevgisinden doğan menfaat sevgisi ile selamette olma sevgisi... Allah
sevgisinin ise, sadece menfaat sevgisi ile alakası yoktur. Bilmez misin; bir
kimse, ücret ile işçi tutsa, tuttuğu o işçi onu sırf o menfattan dolayı
seviyor, denemez. Aksine, insan bazan hiç
sevmediği hatta nef-ret ettiği kimseyi de ücretli olarak tutabilir. Aynı
şekilde, bir kimse kendini acıklı bir azabdan kurtaracak bir işe feda etse,
ona, o işi seviyor, denemez; bilakis nefret etmesi ve kızması bile mümkündür.
Bu açıklamalardan anlaşıldı ki, Allah'ın, mü'min kullarını kendisini sevenler
olarak vasıflandırmasının manası, Rabb'lerini hiç sevmeden fani bir takım
gayelere ermeyi sağlayan amel sevgisi değildir.
"İbadet"
kelimesi de, daha önce geçtiği gibi itaat ile beraber sevgi manasını içine
alır. Bundan dolayı insan için kalp sevgisi bir takım derecelere ayrılır.
Birinci derece:
Kalbin sevgiliye bağlanması demek olan "Alaka",
İkinci derece:
Kalbin sevgiliye akıp dökülmesi demek olan "Sahabe",
Üçüncü derece:
Gerekli sevgi olan "Garam", Dördüncü mertebe: Aşk,
Beşinci mertebe: Teteyyüm'dür ki, bu en son mertebedir ve sevgiliye ibadet, kulluk
manasını ifade eder. Müteyyem, ma'bud (ibadet edilen) demektir. Teymu'llah;
Abdullah (Allah'ın kulu)dur. Çünkü seven sevgilisine zelil (muti), ibadet ve
zikreden olarak kalır.
İnabe (Allah'a
yönelme) ismi de, yine, sevgi manasını taşır.
Evvelce geçtiği gibi
buna benzer diğer isimler de böyle sevgi manasını ifade ederler.
Yine, onların yukarıda
geçen ayeti işaret ederek, Allah'ın dost edinmesinin mecazi olduğuna dair
sözleri gerçek olsaydı, onda yoketme ve gizleme anlamında bulunmazdı; zira
mecaz, ancak maksadı açıklayan bir karineyle söylenir, Malumdur ki, Allah'ın
kitabında ve Rasulü'nün sünnetinde, Allah'ın sevgili olmasını reddeden bir şey
yoktur. Ne bitişik delalette ve ne de ayrı delalette hatta ne de akılda evvelce
geçtiği gibi sevgilinin ancak ameller
anlamına geldiğini reddeden bir durum mevcut değildir. Yine, reddin sağlam
olarak zikredilmesi de mecazın alametlerindendir. Bu duruma göre, bu zümrenin
İmamları Ca'd b. Dirhem'in (Allah, İbrahim'i (r.a.) dost edinmemiştir, Musa'ya
(a.s.) da konuş-mamıştır) sözleri gibi, Allah sevmez ve sevilmez, sözü nasıl doğru
kabul edilebilir? Malumdur ki, bu İslam alimlerinin icmaı ile mümkün değildir.
İcmam bu husustaki delili ise, mecazi olmayıp, bil'akis hakikat olduğu üzerindedir.
Yine Allah azze ve
celle:
"Size Allah ve
Rasulü'nden daha sevgiii ise,.."
Ayetinde kendi sevgisi
ile Rasulü'nün sevgisinin arasını ayırdığı gibi:
"Allah ve
Rasulü'nden ve Allah yolundaki cihaddan daha sevgili ise..."
Ayetinde de, kendi
sevgisi ile kendisine olan amel sevgisinin arasını ayırmıştır. Allah
Sübhanehu'nun, sevgisinden muradı şayet amel sevgisi olaydı, sevgi kelimesi
tekrar olurdu yahut özelin, genel üzerine atfı durumu meydana gelirdi.
Bu her iki durum da,
dönüş kendisine ancak maksadı bildiren bir delaletle caiz olan sözün dış yüzüne
aykırıdır. Nitekim, Allah'ın sevgisinin sırf Rasulü'nün sevgisiyle açıklanması
doğru olmadığı gibi sırf kendisi için olan amelin sevgisini gerektirmekte ise
de, durum böyledir.
Yine, bir şeyin
sevgisini kendi sevgisiyle değil de, sırf taatinin sevgisiyle açıklamak öyle
bir şeydir ki, lügatte ne hakikaten, ne de mecazen bilinmez. Sözü bu şekilde
kullanmak, sırf ibadettir.
Büyük kaideler
sadedinde anlattık ki: Allah'dan başkasının zatıyla var olması mümkün olmadığı
gibi, yine Allah'dan başkasının, zatı için, sevgili ve istenir olması da
doğru değildir; bu, Rabb'e ait bir
durumdur. Allah'dan başka zatiyla mevcut olmadığı gibi, Allah'dan başka Rab da
yoktur ve O, tam bir sevgi ve ta'zimle zatı için sevilmeye, zatı için ta'zim
edilmeye müstahak, kendisinden başka ilah olmayan ma'buddur.
Her çocuk (İslam'i)
fıtrat üzere doğar. Çünkü Allah Süb-hanehu kalpleri sevdiği ve arzuladığı
kimselerde Allah'dan başkasına bağlılığı ve meyli olmayacak şekilde
yaratmıştır. Mesela: Sevgilinin nefsi yeme, giyme, görme işitme ve dokunma gibi
sevdiği şeyleri ister; kalbi ise bunların dışında bir başka şey ister, O başka
şeyi arzular ve sever; O'na kulluk eder, O'na yönelir, O'na bağlanır ve O'nu
düşünüp, O'nunla meşgul olur. Bundan dolayı Allah Sübhanehu yüce Kitab'ında
şöyle buyurmuştur:
"Haberiniz olsun
ki, kalpler ancak Allah'ı anmakla
yatışıp huzur
bulur" (Ra'd: 13/28)
Sahih Hadisde, Iyaz b.
Hammad (Hımar) dan rivayetle,
O da Rasulullah'tan
(s.a.v.) rivayetle Allah Teala şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz Ben
kullarımı, hanif (duyuları günahlardan tertemiz, İslam fıtratında) olarak
yarattım. Fakat şeytanlar onları doğru yoldan çevirdiler. Üzerlerine helal
kılınan şeyleri onlara haram kıldılar. Hakkında hiçbir delil indirmediğim halde
Bana ortak (şirk) koşmayı onlara emrettiler."
Buhari ve Müslim'in
"SahüY'inde Ebu Hüreyre (r.a.)'ın rivayet ettiği bir hadisde de Rasulullah
(s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Her doğan çocuk
muhakkak İslam fıtratı üzere doğar. Sonra anasıyla babası onu. yahudi yahut
nasrani (hıristiyan), yahut Mecusi yaparlar. Nasıl ki her hayvan yavrusu tam
azalı olarak doğar, hiç o yavrunun burnunda, kulağında eksik ve kesik bir şey
görülür mü?"
Sonra Ebu Hüreyre
(r.a.) "Allah'ın yaratma kanununa (uygun olan dine) ki, insanları ona göre
yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez... (Rum: 30) ayetini okuyunuz,
demiştir."
Yine, Allah, kemal
sıfatlarıyla kendi sevgisi üzere yarattığı her kalbin sevgisine, tam bir
şekilde layık ve müstehaktır. Başkası hakkında olan her sevgi, Allah
Sübhanehu'dandır. O, gerçek ve tam bir şekilde sevilmeye müstehaktır. Kulun,
Rabbı için sevgisini kabul etmemek, hakikatte O'nun ibadet edilen bir ilah
olmasını kabul etmemektedir. Yine, Allah'ın kulu için olan sevgisini red, Onun
dileme sıfatının reddini gerektirir ki, o da Allah'ın halik bir Rab olmasını
reddetme sonucunu doğurur. Bunun inkarı da, O'nun alemlerin Rabbı ve ilahı
olmasının inkarını icabettirir. Bu ise, evvelce anlatılan Muattıla fırkası ile
inkarcılar zümresinin sözleridir.
Bundan dolayı bizden
önceki iki ümmet (yahudiler ve hıristiyanlar) Hz. Musa ve İsa'ya ait
yanlarındaki sözler ve hikmet (hüküm) üzerinde ittifak etmişlerdir. Hiç
şüphesiz, vasiyyetlerinle sevmendir. Bu ise, Tevrat'ın, İncil'in dosdoğru
hakikatidir. Bu hakikati inkar edip kabul etmemek cereyanı ise, İbrahim
aleyhisselam'ın düşmanları olan müşrikler, Sabiiler ve bu hususta onlara uyan
ve onlardan felsefeciler, mütekellimler, bazı fakih kişiler ve bid'atçılar dan
alınmadır.
Yukarıda geçen batıl
(asılsız) sözler, önce İsmailiyye fırkasımın Batıniyye kolunun Karamita
zümresinde ortaya çıkmıştır.
Bundan dolayı Allah'ın
Halili (dostu) ve Hanif'Ierin imamı İbrahim Aleyhisselam, ayet-i kerimeni
lisanında şöyle buyuruyor:
"İbrahim sizin ve
önceki atalarınızın nelere taptıklarını görüp anladınız mı? Şüpheniz olmasın
ki, o taptıklarınız benim düş man im d ir; ancak alemlerin Rabbi
müstesna' (O benim yegane
dostumdur.)" (Şuara: 26/76)
Yine şöyle dedi:
"... (İbrahim):
Ben batanları sevmem. (Enam: 6/78)
Allah Teala da şöyle
buyurur:
"Öylegün ki, mal
ve evlad fayda vermez. Ancak Allah'a selim bir kalp ile gelenler müstesna. (Şuara:
26/88-89)
Selim kalpden maksat,
şirkten arınmış bir kalbdir.
Yukarıda geçen
zümrenin: "Muhdes (sonradan yatılmış) varlık arasında, Onu sevecek ve
O'nda bakmakla faydalanılacak bir münasebet yoktur..." sözlerine gelince:
Bu söz, kısa ve manası
pek açık olmayan bir sözdür. Onların bu münasebet sözlerinden maksatları,
birbirinden çoğalmalarının olması ise, bu doğrudur. Yok, aralarında birinin
seven ve ibadet (kulluk) edilen, diğerinin sevilen ve ibadet edilen şeklindeki
bir münasebetin olmaması ise, işte esas mesele budur. Bunu delil olarak ileri
sürmek, istediğini zorla elde etmeye çalışmak demektir. Bu bir cümle, onları
red İçin kafidir.
Sonra şöyle denir:
Aralarında tam sevgiyi gerektirecek bir münasebet yoktur; sadece, mahluk ile
kendisinden başka İlah olmayan, semanın da yerin de İlahı olan, göklerde ve
yerde en yüce misaller ve en bedii sıfatlar kendisinin olan Halik arasındaki
münasebet vardır.
Onların bu sözlerinin
hakikati, aslında Allah'ın ma'bud (ibadet edilen bir Allah) olmasını inkardır.
Bundan dolayı, bu mes'elede kendilerine; Hakikatte Allah'ın kullarını,
mahlukatını seven bir zat olmasını inkar eden kelamcı su-filerden bir zümre de
tabi olmuşlardır. Tabi olan bu zümre, hakikatte Allah'ın seven bir zat olmasını
inkar ederken, sevilen biri olmasını da kabul etmişlerdir. Çünkü onlar,
ke-lamcılarm sözlerinden benimsedikleriyle sufiyyeden olma
gayretini göstermişler, böylece sufilerin
İlahı sevgi hakkındaki görüşlerini, bazen, onları bozma pahasına da olsa
almışlardır. Onların bu İnkarlarının aslı, Fakat, bunun yanında onlar Rabbın
kulunu sevmesini şiddetle inkar etmeleridir. Bunu inkar edenler de iki
kısımdır:
Birinci kısım: Bunlar
da, İlahi sevgiyi, kulun sevdiği fiillerin kendisiyle te'vil ederek
(değiştirerek), O'nun sevgisini halkının kendisi olarak kabul ederler.
ikinci kısım: Bunlar
da, İlahi sevgiyi, kullar tarafından sevilen o fiiller için Allah"ın
bizatihi istemesi olarak kabul e-derler. Bu mes'ele hakkında "sıfatların
ve kaderin kaideleri" bölümünde yeteri kadar söz ettik.
Bellidir ki, Allah'ın
vacib ve müstehab olarak işlenmesini emrettiği şeyi sevdiğine dair Kitab ve
Sünnet'ten delil olduğu gibi, ümmetin selefinin de ittifakı vardır: Bu manada
Allah Teala şöyle buyurur:
"Allah
bozgunculuğu (fesadı) asla sevmez." (Bakara:
2/205)
O, kullarının inkar ve
nankörlüğüne razı olmaz. (Zümer: 39/7)
Burada kasdedilen,
kulların "ilah"larına dair olan sevgisinin anlatılmasıdır.
Geçen delillerden
anlaşılmıştır ki, kulların Rabblerine sevgisi, iman amellerinin aslıdır. Bu hususta,
bu ümmetin selefleri olan gerek Ashab-ı kiram ve gerekse onlara güzellikle
uyan Tabbin-i izamın hiç birinden bir muhalefet olmamıştır. Onlar, Allah'ın
imanı bilme ve Kur'an dinleme bir dini ibadet nevileriyle hareket getirilmesini
emrettiği bu sevgiyi teşvik ve tahrik etmekteydiler. Bununla ilgili olarak
Allah Teala şöyle buyurur:
Sen, kitab nedir, iman
nedir, bilmezdin. Ama biz O'nu kullarımızdan dilediğimizi doğru yola iletmek
için bir Nur kıldık ve sen mutlaka dosdoğru yolu, Göklerde
ne varsa, yerde ne varsa, Kendisine ait
olan Allah'ın yolunu gösterirsin. Haberiniz olsun ki, işler (eninde sonunda)
Allah'a döner. (Şura: 42/52-53) Sonradan, uzun zaman geçince, Mu'tezile
kelamcıları ve diğer bir takım fırka arasında bu sevgiyi reddedenler ortaya çıktı.
Bazı sufiler arasında telvin ve tağyir (hal değiştirme) gibi maksatlar
yaptıkları sema' hareketleriyle sevgiyi harekete getirmeyi isteyenler oldu.
Bunlar, içinde sevgi bulunan her kalbi harekete getiren tahrik edici şiir ve
sözleri dinliyorlardı. Çünkü o sözler putperest ve haçperestlerle kardeş,
vatan, erkek ve kadın sempatizanlar için de elverişli idi. Lakin orada hazır
bulunan Şeyh'ler onlara mekan, imkan ve dostlar şart koşuyorlardı. Çok kere de
kendilerini şeytandan koruyacak bir şeyhi şart olarak ileri sürüyorlardı.
Sonra burada başkaları da çoğalmaya başladı; hatta orada ma'siyetler, fısku
fücurlar öğretilir oldu; açıkça küfre giden kimseler yetişti; öyle ki, bunlar
en büyük fesad nevilerinden olan küfür ve dinden dönme gibi şeylere ait şiirlere
karşı aşk alameti gösteriyorlardı. Tabii ki, bu da onlara derecelerine göre
haller meydana getiriyordu. Nitekim, müşriklere ve Ehl-i kitaba da,
ibadetlerinde durumlarına göre bir takım haller sağlıyordu.
Bu mes'eleye dair meşayihin muhakkikleri
Cüneyd'in (r.a.) şu söyledikleri gibi düşünürler Cüneyd (r,a.) şöyle
der:
"Kendini sema'a
zorlayan fitneye düşer; sema'a rastladığı kimse, isteyerek dinlemez"
Cüneyd'in (r.a.) bu
sözünün manası, sonradan ortaya çıkma bu sema ile yapılan zikir toplantısı
meşru değildir (dinde yoktur), onunla emredihnemiştir, dinden kabul
edilmemiştir, İlahi bir yakınlık (kurbiyyet) alameti sayılmamıştır, demektir.
Çünkü, İlahi yakınlık ve ibadet, ancak peygamberlerden alınır. Nitekim, haram
ancak Allah'ın haram ettiğidir. Din
de ancak, Allah'ın din olarak gönderdiğidir. Bu manada Allah Teala şöyle
buyurur:
"Yoksa Allah'ın
izin vermediği dinî, onlara meşru kılıp ortaya koyan ortaklar mı vardır?"
(Şura: 42/21)
Bu sebeble de şöyle
buyurmuştur:
"De ki: Eğer
Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah sizi sevsin ve günahlarınızı
bağışlasın.. (Al-i İmran: 3/31)
Bu ayet-i kerime'de
Allah Teala kulların Allah için olan sevgilerini, Rasulü'ne uymanın bir gereği;
Rasulü'ne uymayı da Allah'ın kendilerine sevgisinin gereği kılmıştır.
Übeyy b. Ka'b'da
(r.a.) der ki:
"Rasulullah'ın
(s.a.v.) yoluna ve sünnetine sarılınız. Bir kul peygamberin yoluna ve sünnetine
sarılır da Allah'ı zikreder ve bedenî Allah korkusundan Ürperİrse, kuru
yaprakların ağaçtan döküldüğü gibi hataları kendisinden dökülür. Bur kul
peygamberin yolu ve sünneti üzerinde olur da yalnızken Allah'ı zikreder ve
Allah korkusundan gözleri yaş dökerse cehennem ateşi asla ona dokunmaz"
Rasulullah'ın (s.a.v.) yol ve sünnetinde itidalli olmak, o yol ve sünnet'e
aykırı olarak başka amelde çok çaba göstermekten hayırlıdır; öyleyse,
amellerinizin peygamberlerin yol ve sünnetinde itidalli ve gayret üzere
olmasına olanca çabayı gösteriniz. Bu mevzu başka bir yerde genişçe
anlatılmıştır.
Bu sazlı sözlü sema
yoluyla İlahi muhabbeti kazanmak, dinde emredilen, müstehab (güzel) ve sevgili
ma'bud (Allah) için kalplerin düzelmesine elverişli olsaydı, hakkında dini
deliller olurdu. Malumdur ki, Rasulullah'ın (s.a.v.)
"Asırların
(zamanların) en hayırlısı, benim peygamber olarak gönderildiğim asırdır; sonra
onları takib edenlerin, sonra da onları takib edenlerin asrıdır"
buyurduğu, üç üstün asırda ne Hicaz'da, ne Şam'da, ne Yemen'de, ne Irak'da, ne
Mısır'da ve ne de Horasan'da hiçbir hayırlı ve dindar kişinin
kalplerin iyiliği İçin bid'at olan sema'
yapmak üzere toplandıkları olmamıştır. Bundan dolayı, İmam Ahmed ve diğer
imamlar bu adeti hoş görmemişlerdir. Hatta, İmam Şafii onu:"
Bağdat'da, benden
sonra zındıkların uydurdukları, adına tağyir, (hal elde etme, değişme)
dedikleri ve insanları onunla Kur'an'dan çevirdikleri bir şey bıraktım"
Sözleriyle,
zındıkların uydurdukları adetlerden saymıştır.
Fakat, insan böyle bir
şeyi dinlemeye niyyet ve teşebbüs etmediği müddetçe ona, bütün büyük imamların
görüş birliğiyle, ne bir men, ne de bir muhasebe gerekmez. Bundan dolayı, azar
ve medih, sema'a (işitmeye) değil, isteyerek dinleyene sevab verilir, bir
niyyet ve istek olmadan işitene, o hususta bir sevab verilmez. Çünkü, ameller
niyetlere göredir.
Dinlemesi yasak edilen
eğlence yerleri de böyledir. İşiten kimse onu kasden dinlemese, bu kendisine
bir zarar getirmez. Bir kimse, hali kendine uygun olan bir evi dinler de orada
oturan kendini güzel hale hareket ettirir, sevilen şeye yöneltirse, yahut
bunlara benzer bir duruma sevkederse, bu, kendisine yasak edilen şeylerden
değildir. Zira, güzel ve sevilen şey, kalbinin, Allah ve Rasulü'nün sevdikleri
sevgiye hareketidir ki o sevgi Allah'ın sevdiği şeyi işlemeyi, sevmediği şeyi
de terketmeyi içine alır. Tıpkı, geçtiği bir
evde:
"Her gün hal
değiştiriyorsun, bunun gayrisi sana daha güzeldir."
Diyen birini işitse,
bundan haline uygun bir işaret olsa, bu da sakıncasızdır. Çünkü işaretler ölçü,
ibret ve darb-ı mesel kabilindendir.
Sema' çok yaygın olan
bir mes'eledir. Onun hakkında başka bir yerde izahat verdik.
Burada sema ile
kastedilen, müridler için arzu edilen gayelerdir
ki, o gayeler Peygamberlerin, alimlerin, ariflerin ve mü'minlerin semai olan
şer'i, dini, peygamberi, Kur'an'i ve imani bir sema' (onları dinlemek) ile
meydana gelirler. Bu manada Allah Teala şöyle buyurur:
"İşte bunlar
Allah'ın kendilerine ni'metler sunduğu peygamberler; Adem'in soyundan, Nuh ile
beraber taşıdıklarımızdan; İbrahim ve İsmail'in neslinden ne doğru yola
erdirdiğimizden, seçip beğendiklerimiz-dendiler. Rahman'ın ayetleri onlara
okunduğu zaman ağlayarak secdeye kapanırlardı. (Meryem: 19/58)
Ondan önce kendilerine
ilim verilenlere karşı Kur'an okununca çeneleri üzerine secdeye kapanırlar.
Rabbımızı tenzih ederiz; Rabbımızm va'di mutlaka yerine gelmiş bulunuyor
derler. Yine çeneleri üzerine yere kapanıp ağlarlar ve bu onların saygı dolu
korkusunu artırır" (Kehf: 18/107-109)
"Peygamber'e
indirileni işitince, Hakka olan aşinalıklarından dolayı gözlerinde yaş dolup
boşaldığını görürsün..."
(Maide: 5/83)
"Gerçek mü'minler
o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir; karşılarında ayetleri
okununca bu onların imanını artırır ve onlar Rab'lerine güvenip dayanırlar.
(Enfal: 8/2)
"Allah, sözün en
güzelini indirdi; birbirine benzer uyumlu ahenkli ikişer ikişer (tekrar ede
ede) bir Kitap. Rabbından saygı ile korkanların ondan derileri ürperir, sonra
da hem derileri, hem kalpleri Allah'ın zikrine yumuşar..." (Zümer: 39/23)
Allah Teala, işitme ve
dinlemeyi güzel görüp övdüğü gibi, ondan yüz çevirenleri de kınayıp
kötülemiştir. Buna, şu ayetlerde misaller vardır:
"İnsanlardan bir
kısmı bilgisizce Allah yolundan saptırmak ve onu eğlence edinmek için sözün
alaylı (güldürücü) olanını edinir. İşte onlar için
aşağılayıp rüsvay edici bir azab vardır. Ona (alaycıya) ayetlerimiz okunduğu
zaman sanki hiç işitmiyormuş, kulaklarında bir ağırlık varmış gibi büyüklük
taslayarak arkasını çevirir. İşte onu elem verici bir azab ile müjdele"
(Lokman: 31/6-8)
"Onlar ki,
Rabb'lerinin ayetleri kendilerine hatırlatılınca üstüne sağırlar, körler gibi
kapanıp kalmazlar..."
(Furkan: 25/73)
"Onlara ne oluyor
ki, öğütten yüz çeviyorlar? Ars-landan kaçan yabani eşekler
gibi"(Müddesir: 74/49-51)
"Şüphesiz ki,
(yeryüzünde) yürüyüp hareket eden hayvanların Allah yanında en kötüsü,
akletmeyen o sağır ve dilsiz olanlardır. Allah onlarda (gerçeği, doğruyu
akledip kabullenecek) bir hayır görseydi, her halde onlara (gerçeği) duyururdu.
Duyurmuş olsa bile yüz çevirirlerdi" (Enfal: 8/22-23)
"O küfredenler
dediler ki: Bu Kur'an-ı dinlemeyin; okunurken görültü patırtı yapın, belki
üstünlük sağlar da onu bastırırsınız" (Fussilet: 41/26)
Kur'an'da bunların
örneği çoktur.
îşte, Sahabe, Tabiin
ve onlardan sonrakiler gibi ümmetin selefınin,büyük meşayihinin ve imamlarının
sema'lan (Allah'a olan sevgilerinden dolayı dinlemeleri) böyleydi; İbrahim b.
Edhem, Fudayl b. Iyaz, Ebu Süleyman ed-Darani, Ma'rufü'l-Kerhi, Yusuf b. Esbat
ve Huzeyfatü'l-Mera'şi ve benzeri zatlar bunlardandı...
Ömer (r.a.), Ebu
Musa'l-Eş'ari'ye (r.a.):
Ey Ebu Musa, bize
Rabbırmzı hatırlat, der; Ebu Musa. Kur'an okur, onlar da dinlerler ve
ağlarlardı.
Rasulullah'ın (s.a.v.)
muhterem Ashabı bir araya geldikleri zaman, içlerinden birine Kur'an okumasını
söylerler, diğerleri de onun okuduğunu dinlerlerdi.
Sahih bir hadisde
şöyle geçer:
Rasulullah (s.a.v.),
Kur'an okurken Ebu Musa el-Eş'ari'nin yanma uğradı ve okuyuşunu dinlemeğe
başladı. Sonra şöyle buyurdu:
"Muhakkak buna
Davud'un (a.s.) nağmelerinden bir nağme (bir şada ahengi) verilmiştir."
Bundan sonra, Ebu
Musa'ya:
"Dün sana
uğradığımda sen Kur'an okumaktaydın. Okuyuşunu (okuduğunu) dinlemeye
başladım"
Buyurunca, Ebu Musa da
cevaben:
"Senin
dinlediğini bilseydim, onu senin için bir çeşit daha güzelleştirirdim."
Ve sonra, Rasulullah
(s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Seslerinizi Kur'an
okumakla süsleyin" Yine
buyurdu:
"Allah, güzel
sesli Kur'an okuyan kimseyi, carîye sahibinin cariyesinin nağmelerini
dinlemesinden daha fazla dinler"
Ayet-i kerime'de de
şöyle buyurulur:
"... Rabbının
buyruğuna kulak verip (dinleyip) boyun eğdiği zaman. (İnşikak: 84/2)
Rasulullah (s.a.v.)
yine şöyle buyurmuştur:
"Allah, Kur'an-ı
açıktan okuyan güzel sesli Peygamberini dinlediği gibi hiç bir şeyi
dinlememiştir."
Yine buyurur:
"Kur'an-ı
terennüm ederek okumayan bizden değildir"
Bundan dolayı, sema (dinlenme),
büyük sevgilerden ve üstün zevklerdendir; hiç bir kitabın ihtiva edemiyeceği,
hiçbir konuşmanın kapsayamayacağı yüce ma'rifet ve hallerin artışıdır.
Nitekim, Kur'an-ı düşünmede ve anlamada da ifade edilemeyecek kadar ilim ve
iman artışı meydana gelir.
Allah Sübhanehu'nun şu
ayet-i kerimesi, üzerinde düşünülmesi
gereken yüce sözlerdendir:
"De ki: Eğer
Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin. (Al-i İmran: 3/31)
Selefden bir kısım zat
demiştir ki: "Rasulullah (s.a.v.) zamanında, bur takım insanlar, Allah'ı
sevdiklerini iddia edince, şu yukarıda geçen ayet-i kerime indi.
Bu ayet-i kerimede
Allah sübhanehu, kendi sevgisinin Peygamberine tabi olmayı gerektireceğini,
Peygamberine tabi olmanın da Allah'ın kuluna sevgisini gerektireceğini
bildirmektedir. Bu öyle bir sevgidir ki, Allah onunla, Allah sevgisi iddiasında
bulunanları imtihan etmiştir. Çünkü bu konuda iddialar ve şüpheli (karışık)
haller oldukça fazladır. Bundan dolayı, Zünnun-ıMısri'nin (r.a.) yanında sevgi
mes'elesinden konuştukları sırada, şöyle dediği rivayet edilir:
"Bu mes'eleyi
konuşmayı kesiniz; bit takım insanlar işitip de onu iddia edebilirler" Bir
zat da şöyle demiştir:
"Allah'a yalnızca
sevgiyle ibadet eden zındıktır. Yalnızca korkuyla ibadet eden Haruridir.
Yalnızca ümitle ibadet eden, Muvahhid mü'mindir"
Zira, sırf sevgi
nefsilerin fenalık ve sevinçlerini artırıp keyf ve hevesini azdırır; onları
dağıtamayacak olursa, Allah korkusuna mani olur, (Allah korusun!) yahudi ve
hiris-tiyanların şu dediğini der:
"... Biz Allah'ın
oğulları ve sevgilileriyiz. (Maide: 5/18)
Böylece, sevgi
iddiasında bulunanlarda, korku sahibi kimselerde olmayan şer'i (dini) muhalefet
bulunmaktadır. Bundan dolayıdır ki, Allah Teala'nın yüce sözünde korku sevgiyle
birlikte gelmiştir:
"İşte bu, size
va'dolunandır Allah'a yönelip gönül
veren, (İlahi sınırlan) koruyan,
gıyabında Rahman'dan saygı ile korkan ve Allah'a yönelen bir kalp ile gelen
(her insana söz verilen Cennettir). Oraya selametle girin. İşte bu, sonsuzluk
günüdür" (Kaaf: 50/32-33)
Dini mes'elelerden
akaid'e ait kitap yazan zatlar, çok sevgi iddia edip de ilahi korku olmadığı
halde o sevgi içine dalanların itikatça, uzaklıklarım anlatmaktadırlar. Çünkü
bu kuru kuruya sevgi iddia etmede sufi topluluğunun içine düştüğü fesad
mevcuttur. Yine, onda bu topluluğu mutesavvife yolunun aslını tamamen inkara
götüren itikat ve amel bozukluğu vardır ki, hakikatten sapan bu zümre iki sınıfa
ayrılmaktadırlar:
Bir sınıf, sevginin
gerçek ve batıl olduğunu kabul ederler.
Bir sınıf da, bir
takım kelamci ve fakihlerin görüşlerine göre o sevginin gerçek ve batıl
olduğunu inkar ederler.
Doğru olan, bir
sevgiyi ve gayrını Kitap ve Sünnet'e uygunluğuna göre kabul etmek; yine bu
sevgiyi ve onun gayrını Kitap ve Sünnet'e aykırılığına göre de kabul etmemektir.
Allah Teala şöyle
buyurmuştur:
"De ki: Eğer
Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı
bağışlasın.
(Al-i İmran: 3/31)
Rasulü'nün sünnetine
ve şariatına zahiren ve batınen tabi olmak, Allah'ın sevgisini gerektirir.
Nitekim, Allah yolunda cihad, dostlarına dost olmak ve düşmanlarına düşman
olmak da o sevginin (İlahi sevginin) hakikatidir.
Hadisde de şöyle
geçer:
"İman
tutanaklarının en sağlamı, Allah için sevgi ve Allah için nefrettir"
• Yine, bir hadisde şöyle geçer:
"Allah için
seven, Allah için nefret eden, Allah için veren
ve Allah içîn reddeden, imanını kemale erdirmiş olur."
Allah'a sevgi iddia
edenlerin çoğu, bunun dışında olarak sünnet'e tabi olmak, iyiliği emredip
kötülükten sakındırmak ve Allah yolunda cihadda bulunmak gibi emirleri yerine
getirmekten uzaktırlar. Bununla beraber, içinde bulunduğu halin Allah sevgisi
yolu için başkasından daha mükemmel ve uygun olduğunu iddia eder; zira o
zanneder ki, Allah için olan sevginin yolunda dini gayret yoktur, Allah için
nefret de yoktur. Bu durum ise, Kitap ve Sünnet'in bildirdiği delillere
aykırıdır. Onun için, her devirde sıhhatini muhafaza eden (me'sur) bir kudsi
hadisde şöyle buyurulur:
"Allah Teala
kıyamet günü: Nerede celalim uğrunda sevişenler? Onları, kendi gölgemden başka
bir gölgenin olmadığı bu günde (rahmet) gölgemde gölgelendireceğim"
Buyurur.
Allah'ın celali
uğrunda birbirilerini sevenler nerede? Sözü, kalplerindeki karşılıklı sevgiyle
beraber Allah'ın büyük ve yüceliğini ikrarı hakkında bir uyarıdır. Bu sebeb-le,
onlar, kalplerindeki zayıf imandan dolayı Allah'ın esaslarını korumayanlar
yanında, o esasları korumaya devam ederler. İşte bunlar, haklarında şu Hadis'in
geldiği kimselerdir:
"Sevgim benim
için sevişenlere vacib olmuştur, sevgim benim için birlikte oturanlara vacib
olmuştur, sevgim benim için birbirlerini ziyaret edenlere vacib olmuştur,
sevgim benim için birbirlerine bol bol verenlere vacib olmuştur."
Allah uğrunda, Allah
için birbirleriyle sevişenîer hakkında çok hadis mevcuttur.
Buhari ile Müslim'in "SahüY'inde,
Ebu Hüreyre'nin ri-vayetiyle Rasuİullah'tan (s.a.v.) şöyle nakledilmiştir:
"Yedi kimse
vardır ki, Allah onları kendi gölgesinden başka gölgenin olmadığı günde
(rahmet) gölgesinde gölgelendirir; onlar: Adil bir imam (hükümdar), Allah'a
ibadette yetişen bir genç, kalbi mescide, oradan çıktıktan sonra dönünceye
kadar bağlı olan adam, Allah için sevişip bir araya gelen ve yine O'nun için
ayrılan iki adam, Allah için sadaka verip sağ elinin verdiğini bilemeyeceği
kadar gizleyen adam, yalnız iken ağlayıp da gözleri yaş akıtan adam, mevki ve
güzellik sahibi bir kadın da'vet ettiği halde: Ben, alemlerin Rabbı olan
Allah'dan korkarım, diyen adamdır."
İlahi sevginin aslı,
İlahi marifettir ve onun da iki aslı vardır:
Birinci asıl: Buna,
Allah'ın kullarına ihsanından dolayı avamın sevgisi denilir. Bu sevginin aslı
budur ve onu hiç kimse reddetmez. Çünkü kalpler kendisine iyilik yapanı sevme
ve kötülük edenden de nefret etme tabiatında yaratılmışlardır. Allah Sübhanehu
ise, kuluna gerçekten nimet veren ve ihsan edendir; bütün nimetleri vasıtasıyla
meydana gelse de, lütfeden O'dur; zira nimetler için vasıtaları O
kolaylaştırır, (muvaffak kılar) sebebleri O yaratır. Fakat bu sevgi, kalbi
gerçekte, Allah'ın bizzat sevgisine götürmediği zaman, kul hakikatte ancak
kendini sevmiş olur. Aynen, bîr şeyi kendine iyiliğinden dolayı seven kimse,
hakikatte kendini sevmiş demektir ki, bu da kötü bir şey değil, bil'akis
iyidir.
İşaret edilen bu
sevgi, Rasulullah'ın (s.a.v,) sözlerinde ifadesini bulur:
"Allah'ı, kendi
ni'metleriyle sizi beslediği için seviniz! Beni de Allah'a olan sevginizden
dolayı seviniz! Ehl-i Beytimi ise, bana olan sevginiz sebebiyle seviniz."
Bu sevgiyle yetinen
avam (halk) tabakası (ihsanından dolayı sevmesini gerektirecek şeyi Allah
tarafından bilemez. Bu husus, şu söylenen gibidir:
Allah için hamd, iki
kısımdır:
1- Şükür
olan hamd'dır ki, bu, ancak Allah'ın nimetlerinden dolayı olur.
2- Medhü
sena ve O'na sevgi mahiyetindeki hamd'dır ki, bu, Allah Sübhanehu'nun zatından
dolayı hakettiği bir hamd'dır. Sevgi de böyledir.
İkinci asıl: Kulun
Allah'a, buna ehil olduğu için gösterdiği sevgidir. Bu sevgi zatına hak ettiği
sevgiyi Allah tarafından bilen kimsenin sevgisidir. O bilir ki: Allah, isim ve
sıfatlarının kendi zatını bildirmeye yardım ettiği her şeyden dolayı-bütün fiil
ve tecellilerine varıncaya kadar hepsi için- tam bir sevgiyi hak eder. Çünkü
O'nun her nimeti bir fazl, her cezası bir adalettir. Bundan dolayı her halü
karda övülmeyi (hamdedilmeyi) haketmiştir. Genişlikte ve darlıkta hamdedilmeye
layık olmuştur. İşte bu, en üstün ve en tam bir sevgidir ki, havas (seçkin)
zatlara ait olur.
Bu zatlar öyle
kimselerdir ki, Allah'ın kerim olan zatının nurunun (cemalini) görmenin tadını
isterler. O'nu zikretmekten ve O'na yalvarışta bulunmaktan haz duyarlar. Bu durum
onlar için, balığa, suyun Öneminden daha fazla bir önem arzeder. Hatta, tad
aldıkları bu hallerinden ayrılacak olsalar, dayanamayacakları bir acıya
düşerler. Onlar sabikun (hayır işlemekte ve cennete ermekte önde olanlar)dır.
Müslim'in "SahüY'inde
Ebu Hüreyre (r.a.) şöyle rivayet etmiştir:
"Rasulullah
(s.a.v.), Cümdan denilen bir dağa uğradığında şöyle dedi:
"Yürüyünüz, şu
Cümdandır, müferridler geçti"
Bunun üzerine:
Ey Allah'ın, Rasulü
Müferridler kimlerdir? dediklerinde: "Allah'ı tenhada çokça zikreden
erkekler ve kadınlardır" cevabını verdi"
Başka bir rivayette de
şöyle buyurmuştur: "Müferridler, Allah'ı zikre çok düşkün olanlardır
ki, zikir onların günah ağırlıklarını
omuzlarından indirir de Kıyamet günü Allah'a hafiflik içinde gelirler."
Harun b. Antere'nini
babasından; onun da îbn-i Ab-bas'dan (r.a.) rivayet ettiği hadisde şöyle denir:
Musa (a.s.) dedi ki:
"Ya Rabbi, hangi
kulun sana diğerlerinden daha çok sevgilidir?" Allah Teala şöyle buyurdu:
"Beni
hatırlayarak zikredip de unutmayan kimse" Musa (a.s.) dedi ki:
"Kullarının
hangisi diğerlerinden daha bilgilidir?" Allah Teala şöyle buyurdu:
"Kendisini
hidayete sevkedecek, helake gitmekten çevirecek bir söz bulması için, kendi
bilgisinin yanında insanların bilgisini de isteyendir" Musa (a.s.) şöyle
dedi:
"Kullarının
hangisi hüküm ve hikmet sahibidir?" Allah Teala şöyle buyurdu:
"Başkasına hüküm
verdiği gibi kendi nefsine hüküm veren, kendi nefsine verdiği gibi de başkasına
hüküm verendir"
Bu hadisde, görüldüğü
gibi sevgi, ilim ve adalet bir arada zikredilmiştir. Bunlar, bütün hayırları
kendinde toplamaktadır.
Şu husus iyi
anlaşılmaktadır ki: Allah Teala'nın sevgisi, hakkında, O'nun gayrı hakkında
düşünülen şeyin düşünülmesi" doğru değildir. Mesela: O'nun sevgisinin
dışındaki sevgi hakkında düşünülen suç isnadı, ayrılık ve sebebsiz yere ilgiyi
kesme gibi ki, bu noktada bir çok hata etmektedir; hatta, Allah Teala'nın
sevgisi hakkında, yüz çeviren, suçsuz yere ilgi kesen yahut kendisine
yaklaşandan uzaklaşan kimsenin segisinde göründükleri şekilde
görünmektedirler. Bu mevcuda müelliflerin bazıları eserlerinde, Allah'a delil
getirmek için gereken hatayı işlemişlerse de, en kesin ve üstün delil
Allah'ındır.
Buhari ve Müslim'in
"Sahih"lerinde, Ebu Hüreyre'nin (r.a.) rivayetiyle, Rasulullah'ın
(s.a.v.) şöyle buyurduğu kaydedilir:
"Allah Teala
buyuruyor: Beni kendi nefsinde ananı Ben de kendi nefsimde anarım; Beni bir
toplulukta ananı Ben de ondan daha hayırlı bir toplulukta (Melaike topluluğunda)
anarım; Bana bir karış yaklaşana Ben bir Arşın yaklaşırım; Bana bir Arşın
yaklaşana Ben bir kulaç yaklaşırım; Bana yürüyerek gelene Ben koşarak
gelirim"
Bir "Kudsi"
hadis'de Allah Teala şöyle buyurur:
"Benim zikir
ehlim, Benim ibadatü taatimde benimle birlikte oturanlardır; Benim şükür
ehlim, Beni evlerinde ziyaret edenlerdir; Benim taat ehlim, Benim ikram ve
izzetime nail olanlardır; Benim ma'siyet ehlim, rahmetimden ümit
kestirmediklerimdir; şayet Bana tevbe ederlerse, onların seven dostu olurum.
-Çünkü Allah, tevbe edenleri sever-Eğer tevbe etmezlerse onların tabibleri
olurum, kendilerini ayıplardan temizleyinceye kadar musibetlere düçür eder
(musibetlerledener )i m."
Allah Teala ayet-i
kerimede de şöyle buyurmuştur:
"Mü'min iken
salih amellerde bulunan kimse ne haksızlığa uğramaktan, ne de (sevabının)
eksilmesinden korkar"
(Taha: 20/112)
"Onlar bize
zulmetmemişlerdi, ama kendilerine zulmetmişlerdi" (Bakara: 2/57)
Ebu Zer'in (s.a.v.)
rivayet ettiği sahih Hadis'de Rasul-ullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Allah Teala
şöyle buyurur: Ey kullarım! Ben, zulmü nefsime haram ettim, onu sizin aranızda
da haram kıldım; birbirinize zulmetmeyiniz. Ey kullarım! Benim kendisini doğru
yola (hidayete) kavuşturduğumdan başka hepiniz yanlış yoldasınız; öyleyse
Benden doğru yolu isteyin
ki, sizi doğru yola sevkedeyim. Ey kullarım! Benim kendisini doyurduğumdan
başka hepiniz açsınız, yedirmemi (doyurmamı) isteyin ki, size yedireyim. Ey
kullarım, Benim kendisini giydirdiğimden başka hepiniz (elbise ve iyi ahlaktan)
çıplaksınız, benden giyinmeyi isteyiniz ki, sizi giydireyim. Ey kullarım! Siz
gece gündüz günah işlemektesiniz. Ben ise günahları bağışlamaktayım ve onların
hiçbirine önem de vermemekteyim; o halde bağışlamamı dileyin ki, sizi
bağışlayayım. Ey kullarım! Bana zarar vermeye güç yetiremezsinîz ki, zarar
veresiniz, yine Bana fayda vermeye kadir olamazsınız ki, fayda veresiniz, yine
Bana fayda vermeye kadir olamazsınız ki, fayda veresiniz. Ey kullarım! Geçmiş
ve gelecekleriniz, insan ve cinlerinizin, hepsi sizin en temiz kalpli bir
insanınız gibi olsalar bile, Benim mülk ve saltanatıma bir şey ilave edemezler.
Ey kullarım! Geçmiş ve gelecekleriniz ins ve cinlerinizin hepsi bir araya gelip
her birine istedikleri çeşitli ihtiyaçlarını versem bile Benim mülkümün hazinelerinden
bir şey eksiltmezler. Ancak onların aldıkları, denize batırılıp çıkarılan bir
iğnenin getirdiği su kadardır. Ey kullarım! işlediğiniz amellerinizi teker
teker saydırmakta ve zaptetmekteyim... Onların karşılığını kıyamette olduğu
gibi vereceğim. Yaptıklarının karşılığını iyi olarak bulan bir kimse, Allah'a
hamdetsin. Ceza olarak bulan bir kimse ise, bunun sebebini başkalarında değil,
kendisinde arasın, (kendi nefsini yersin)"
Bundan dolayı,
Buhari'nin "Sahih"inde rivayet ettiği Hadis'de, Şeddad b. Evs şöyle
der:
"Rasulullah
(s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Seyyidü'l-İstiğfar,
kulun şöyle demesidir: Allahümme ente Rabbi La İlahe illa ente halakteni ve ene
abdüke ve ene ala ahdike ve va'dike ma'steta'tü, euzübike min
şerri ma sana'tü abuleke bini'metike
aleyye, ve ebuü bizenbi fağfirli, feinnehu la yağfiru'z-zünube illa ente: Ey
Allah'ım! Sen benim Rabbimsin, senden başka Allah yoktur, beni yaratan sensin,
ben senin kulunum, senin emrine ve va'din üzerine gücüm yettiği kadar yaptığım
günahları itiraf ediyorum. Çünkü günahlarımı ancak sen af edersin... Beni af
eyle! Bu duayı samimi bir yürekle okuduğu günün gecesinde ölen bir kimse
cennetliklerdendir"
Şüphesiz ki, kul
Allah'ın daima şükrü gerektiren ni'met-leri ile kendisine istiğfarı (Allah'dan
bağışlanma dilemeyi) gerektirecek günahlar arasında bulunmaktadır. Kul için
şükür ile tevbe ve istiğfarın her ikisi daima gereklidir. Çünkü kul, daima
Allah'ın nimetleri ve ihsanları arasında dönüp dolaştığı gibi, tevbe ve
istiğfara da daima muhtaç durumda bulunmaktadır.
Bundan dolayıdır kî,
insanlığın efendisi ve müttakilerin önderi Rasulullah (s.a.v.), her halü karda
daima istiğfar ederdi, Allah'dan mağfiret edilmesini dilerdi.
Nitekim, Buhari'nin
rivayet ettiği sahih hadisde şöyle buyurmuştur:
"Ey insanlar!
Rabbımza tevbe ediniz, zira ben, Allah'a günde yetmişden fazla tevbe ve
istiğfarda bulunmaktayım
Müslim'in
"SahüY'inde de şöyle buyurur:
"Kalbim sık sık
İlahi heybet ve azamet ile kaplanır.
Bundan dolayı ben,
günde yüz kere Allah'dan tevbe ve istiğfar
ederim"
Abdullah b. Ömer
(r.a.) şöyle demiştir: "Rasulullah'ın (s.a.v.) bir mecliste yüz kere:
"Rabbiğfir li ve tüb aleyye inneke entettevvabürrahim: Rabbim, beni
mağfiret eyle, tevbemi kabul buyur,
şüphesiz sen tevbeleri
çok kabul edensin, çok mağfiret edensin"
dediğini sayardık.
Bundan dolayı,
İstiğfar amellerin sonlarında meşru olmuş (emredilmiş)tir. Aîlah Teala şöyle
buyurur:
Seher vakitlerinde
istiğfar edenler. (Al-i İmran: 3/17)
Bir zat demiştir ki:
"Geceyi namaz
kılmakla ihya ediniz, seher vakti olunca da istiğfar ile geçiriniz"
Sahih bir hadiste
şöyle geçer:
Rasulullah (s.a.v.)
namazını bitirip de ayrılınca üç kere istiğfar eder ve sonra da şöyle derdi:
"Allahümme entesselamu
ve minkesselamu tebarekte ya ze'1-celali ve'1-ikram"
Allah Teala bu konuda
şöyle buyurur:
Arafat'tan akıp
geldiğinizde Meş'ar-i Haram yanında Allah'ı anın. O sizi doğruya eriştirdiyse
siz de o doğrultuda O'nu anın; her ne kadar bundan önce sapık kimselerden
idinizse de (şimdi doğru yola eriştirildiniz)" (Bakara: 2/198)
Allah'dart mağfiret
dileyin. Şüphesiz ki, Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir"
(Müzzemmil: 73/20)
Allah azze ve celle,
Rasulullah'a (s.a.v.) peygamberliği bildirdikten sonra, Allah yolunda gereği
şekilde cihad et, diye de emirde bulunduğu, o, Allah'ın emrini kendisinde başka
hiç kimsenin yapamıyacağı şekilde yerine getirmişti, de bunun üzerine Allah
Teala şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın yardımı
ve fetih günü geldiği, İnsanların Allah'ın (son) dinine bölük bölük akın ederek
geldiğini gördüğün zaman, Rabbını hamd ile teşbih et, bağışlanmanı dile. Çünkü
O, gerçekten tevbeleri çokça kabul edendir" (Nasr: 110/1-3)
Bundan dolayı, dinin
nizamı tevhid ve istiğfar üzerine kurulmuştur. Bu konuda Allah Teala şöyle
buyurur:
"Elif-Lam-Ra. Bu
bir kitabdir ki, ayetleri sağlam esaslara, kuvvetli delillere oturtulmuştur.
Sonra da bir bir açıklanmıştır. Bu, yegane hikmet sahibi ve her şeyden haberli
(yüce kudret) kutludandır. Öyle ki, Allah'dan başkasına ibadet etmeyesiniz. Ben
de her halde O'ndan (taraf gönderilen) bir uyarıcı ve müjdeciyim. Ve
Rab-binizden bağışlanma isteyesiniz, sonra da O'na tevbe edesiniz; ta ki, belli
bir süreye kadar sizi güzel bir geçimle geçindirsin ve her fazilet sahibine
faziletini versin. Eğer yüz çevirirseniz, doğrusu ben sizin için büyük bir
günün azabından korkarım" (Hud: 11/1-3)
"O halde hep O'na
doğrulun ve O'ndan bağışlanma dileyin. (Fussilet: 41/6)
"Bil ki, başka
hiç bir ilah yok ancak Allah var. Hem kendi kusurlarından hem de mü'min
erkeklerin ve mü'min kadınların kusur ve günahlarından dolayı bağışlanma dile.
Allah, dönüp dolaşacağınız, varıp kalacağınız yeri bilir" (Muhammed:
47/19)
Onun için hadis-i
şerifde şöyle gelmiştir:
"Şeytan der ki:
Ben insanları günahlarla helak ettim, onlar da beni 'La İlahe İlallah ve
istiğfar' ile helak ettiler."
Yunus (a.s.) da şöyle
demişti:
Senden başka ilah
yoktur, seni tenzih ederim, doğrusu ben kendine haksızlık edenlerdenim."
Rasulullah (s.a.v.)
bineğine bindiği zaman, Allah'a hamdeder El-hamdü lillah', der sonra üç kere
tekbir getirir 'AHahu ekber\ der, bundan sonra da :
"La ilahe ente
sübhaneke zalemtü nefsi, fağfirli: Senden başka ilah yoktur, seni tenzih
ederim; nefsime haksızlık ettim, beni bağışla" derdi.
Biten bir oturumu
günahdan arıtıcı (keffaret) dua da şudur:
"Sübhanekellahümme
ve bihamdik, eşhedü en la ilahe illa ente estağfiruke ve etubü ileyk:
Allah'ım, sana hamdederek seni teşbih ve takdisde bulunurum. Senden başka bir
ilah olmadığına şehadet ederim, Senden mağfiret diler, sana tevbe
ederim."
[5]
Allah Teala münafıklar
hakkında şöyle buyurdu:
Kalplerinde hastalık
vardır, Allah da onların hastalığını arttırmıştır. (Bakara: 2/10)
Bu da, şayianın attığı
vesveseyi, kalplerinde hastalık bulunanlara ve kalpleri katılaşanlara bir imtihan
kılması içindir. (Hacc: 22/53)
"Münafıklar
kalplerinde (fitne ve fesat gibi) hastalık bulunanlar ve Medine'de olmadık fena
haberleri yayanlar, eğer bu huylarından vazgeçmezlerse, herhalde seni
üzerlerine caydırıcı olarak göndeririz, sonra da, Medine'de senin komşuluğunda
pek az bir süre kalabilirler" (Ahzab:
33/60)
"... Kendilerine
kitap verilenlerle mü'minler şüpheye düşmesin; kalplerinde (inkar ve inad)
hastalığı bulunanlarla kafirler de "Allah bundan misal olarak neyi mu-rad
etmiştir?" desin için. (Müddesir: 74/31)
"Ey insanlar!
Size gerçekten Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdeki (manevi hastalıklara) bir
şifa ve mü'min-lere doğru yolu gösteren (bir belge) ve rahmet gelmiştir"
(Yunus: 10/57)
"Kur'an'dan
mü'minlere şifa ve rahmet olan (parçalar, bölümler) indiririz. Zalimlerin ise
ancak ziyanını arttırır"
(İsra: 17/82)
"Beden
Hastalığı"na gelince, bu, bedenin sıhhat ve düzeninin aksine olan bir
durumdur. Hastalık olan bedende idrak ve tabii hareket de bozulur. İdrakin
bozulması, ya görme ve işitmeyi gidermek suretiyle olur; ya da eşyayı olduğunun
aksine olarak idrak ettirir; o zaman acıyı tatlı anlamaya başlar, eşyanın
dışta hiç bir varlığının olmadığını hayal eder.
Tabii hareketin
bozukluğu ise, mesela: Hazmı kuvvetinin zayıflaması
yahut, ihtiyacı olan gıdalardan hoşlanmaması ve zarar veren şeylerden
hoşlanmasıdır ki, bu durumdan dolayı kendisine acılar arız olur; fakat bununla
beraber, ölmez ve helak olmaz. Hatta, onda isteğe bağlı hareketi toptan anlama
hususunda bir çeşit kuvvet olur. Bu durumdan da, bedence ya miktar ya da
nitelik sebebiyle acı ve ızdiraplar meydana gelir:
Birincisi olan
"Miktar"; ya madde noksan İlgındandır, o zaman gıda almaya mahtaçtır,
ya da maddenin fazlalığın-dandır ki, o zaman fazlalığı çıkarmaya muhtaçtır.
ikincisi olan
"Nitelik" ise; normalin haricindeki ısı ve soğukluk kuvvetidir ki, bu
tedavi olunur.
[6]
Kalp hastalığı da,
tasavvur ve iradenin bozulmasına sebep olan bir bozukluk ve arızadır. Tasavvur,
hakikati göremiyecek yahut olduğundan başka görecek şekilde bir takım şüphelere
uğrar. İrade ise, faydalı olan hakdan hoşlanmayacak, zararlı olan batıldan
hoşlanacak bir hale gelir. Bundan dolayı, "...Onların kalblerinde hastalık
vardır...." ayet-i kelimesindeki, hastalık, Mücahid (r.a.) ve bazı
müfes-sirlerce bazan, "Şüphe ve tereddüd " ile açıklanıp manalandırılır.
Bazen de,
Kalbinde (şehvetten
arız) hastalık bulunan kimsede arzu uyanabilir. (Ahzab: 33/32)
ayet-i kerimesi'nin de
açıkladığı gibi, zina şehvetiyle tefsir edilir.
Bu sebebledir ki,
Haraifi, kalp hastalıklarını anlatan "Kitabu i'tilali'l-kulub" adlı
kitabında, kalbin hastalığını şehvet hastalığı olarak belirtmiş; kalp hastasını
da, sıhhatli insana zarar vermeyen şeyin zarar verdiği kimse olarak ifade
etmiştir; Zira ona sıcaklık, soğukluk, çalışma ve benzeri hastalığın, verdiği
takatsizîikden dolayı güç yetiremediği bir takım şeylerin tesiri zarar verir.
Kısaca, hastalık
hastayı zayıflatıp güçten düşürür, kuvvetlinin güç yetirdiği şeye güç yetiremez
hale getirir. Sıhhat ise, sıhhatin misliyle korunur; zıddıyla bozulur.
Hastalık, sebebinin misliyle kuvvetlenir; zıddıyla yok olur. Hastaya,
hastalığının sebebinin misli arız olduğu zaman, hastalığı artar; kuvvetsizliği
ilerler, Ölüme kadar götürür. Şayet hastaya kuvvetini artıracak ve hastalığını
giderecek şey meydana gelecek olursa iyileşip sıhhatine kavuşmaya başlar.
Kalb hastalığı, kalbde
öfke gibi manen istilacı bir düşman tarafından meydana getirilen elem ve
ızdıraptır. Bu manada Allah Teala şöyle buyurur:
"...İnanan bir
topluluğun yüreklerini ferahlatıp şifa versin, kalblerindeki öfkeyi
gidersin..." (Tevbe: 9/14-15)
Kaiblerinde öfke gibi
bir düşman bulunan kimselerin şifası ise, kalblerinde mevcut elem ve
ızdırabların yok olmasıyla meydana gelir. Mesela: Falan adam öfkeden yüreği
soğudu, denilir ki, bu, onun öfke eleminden kurtulup şifaya kavuştuğunu
belirtir. Yine, kısas, öldürülen kimsenin yakınlarının bir nevi şifa istemesi
ki, bu, üzüntüden, ızdıraptan ve kinden kurtulmak için olan bir şifadır.
Şüphe ve cehalet de
böyledir; kalbi eleme sevkeder. Bü hususuta Rasulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur:
"Bilmediklerinde
sorsalardı ya; zira cahiliğin şifası sormaktır."
Bir şey hakkında
şüphe, orada meydana gelen bir bilgi zayıflığı ve tereddüddür ki, bu hal bilgi
ve tam kanaat gelinceye kadar kalbe elem verir. Nitekim, gerçeği açıklayan
cevabından dolayı bir alim için: Beni, verdiği cevabla şifaya kavuşturdu
(tatmin etti) denir.
Hastalık, ölüm
değildir. Kalb ise, mutlak cehaletle ölür; cehalet kısımlarından biriyle de
hastalanır. Bu bakımdan onun bir ölümü bir de hastalığı olur. Bir hayatı, bir
şifası olur. Onun hayatı ve ölümü hastalığı ve şifası; bedenin hayat ve
ölümünden, hastalık ve şifasından daha beterdir. Bundan dolayı, kalb hastalığına
şüphe yahut şehvet arız olduğu zaman, hastalığı arttırır; hikmet, öğüt gibi
söyler yapıldığı zaman, onun düzelmesine ve şifa bulmasına sebeb olur.
Nitekim Allah Teala
şöyle buyurmuştur:
"...Bu da,
şeytanın attığı vesveseyi, kalblerinde hastalık bulunanlara ve kalbleri
katılaşanlara bir imtihan kılması içindir." (Hacc: 22/53)
Çünkü Allah Teala
şeytanın vesvesesini, kalbleri hasta ve katı olanlara, hasta olan o kalberini
perişan etmesi için bir şüphe
olarak meydana getirmiştir. Zira onların kalbleri hastaydı, onun için de
şeytanın attığı vesvese kendilerine bir fitne, bir imtihan oldu. Yine Allah
Teala şöyle buyurur:
"Münafıklar
kalblerinde (fitne ve fesat gibi) hastalık bulunanlar ve şehirde olmadık fena
haberi yayanlar, eğer huylarından vazgeçmezlerse. (Ahzab: 33/60)
Kalplerinde (inkar ve
inad) hastalığı bulunanlarla kafirler de "Allah bununla misal olarak neyi
murad etmiştir?" desin diye. (Müddesir: 74/31)
Kalplerinde hastalık
bulunan kimselerin kalpleri, kafir ve münafıkların kalpleri gibi ölmemekle
beraber, mü'minlerin kalpleri gibi diri ve sağlam da değildir. Bil'akis, orada
şüphe ve nefsani arzu bulunur. Yine,
"... Kalbinde
(şehvetten arız) hastalık bulunan kimsede arzu uyanabilir.. (Ahzab: 33/32)
İşte bu şehvet
hastalığıdır. Hiç şühesiz, kalbi sıhhatli bir kimseye güzel bir kadın
sunulduğunda asla dönüp bakmayacağı halde, kalbi hasta olan kimse bunun tam
aksine olarak, kendisine takdim edilen o kadına hemen meyil gösterir; çünkü
onun kalbi kuvvetli bir hastalığa yakalanarak zayıflamıştır. Kadın kırıtarak
ve cilve yaparak konuştuğu zaman, kalbinde hastalık olan kimsede arzu uyanır.
Kur'an gönüllerdeki
manevi hastalıklara bir şifa, kalplerdeki şüphe ve nefsani arzulara da bir
devadır. Çünkü onda hakkı batıldan ayıran açıklamalar vardır. İlmi, tasavvuru
ve idraki bozan şüphe ve şehvet hastalıklarını, eşyayı ve olayları gerçeğe
uygun olarak görebilecek şekilde, yok eder. Onda, insan kalbini okşayacak
hikmetler, cennete teşvik edici ve cehennemden korkutucu güzel sözler, kalbin
ıslah olmasına sebeb olacak ibretli kıssalar vardır; o bu Özellikleriyle
kalbi, kendisine fayda verecek şeye meyi eder, zarar verecek şeyden de
uzaklaştırır; böylece kalp, evvelce tam tersi iken, hakkı ve hidayeti seven,
batıl ve sapıklığı sevmeyen bir varlık
haline gelir.
Kur'an, fıtratı bozan
ve iradeyi zaafa uğratan, hastaiıidarı giderip, kalbi düzeltir. İnsanın istek
ve arzularını olumlu hale getirir; Bu durumda beden tabii haline döndüğü gibi,
kalp de yaratılıştaki ilk temiz haline kavuşur; beden O'nun emirleri doğrultusunda
gelişip kuvvet kazandığı gibi, kalp de yine O'nun temiz ve olgun hale getirici
nuruyla gerekli iman gıdasını alır. Çünkü kalbin temizliği ile, bedenin gelişmesi
birbirine benzeyen İki olgudur.
Zekat'm sözlük anlamı,
doğrulukta, düzgünlükte artma ve gelişme, manasınadır. Bu manayı anlatmak için
(arab-ça'da): Zeke'ş-şey'ü, denir. İnsanın bedeni nasıl gelişmek için faydalı
gıdalara muhtaç ise, kalbi de olgunlaşmak ve ıslah olmak için, gelişip
yetişmeye, büyümeye muhtaçtır. Gerek bedenin gerekse kalbin bu hale gelebilmesi
için, her ikisine de zarar verecek şeylerden uzak olmaları gerekir. Zira,
beden kendisine faydalı şeyleri vermek, zararlı şeylerden uzak kalmakla
geliştiği gibi, kalp de aynı şekilde faydalı şeylerin alınması ve zararlı
şeylerin atılması ile gelişip büyür ve düzelir. Nitekim, tarım da bu şekilde
verimli hale gelir. Sadaka, suyun ateşi döndürdüğü gibi, hataları söndürdüğünden,
kalp o sadaka sebebiyle üstün bir temizlik elde e-der. Kalbin manen gelişip
büyümesi, günahlardan temizlenmesi ve armmasıyla mümkün olur. Nitekim, bu
konuda Allah Teala şöyle buyurur: "Onların
mallarından zekat al ki, onunla kendilerini temizler ve
(günahlarını-kusurlarım) paklarsın.(Tevbe: 9/103)
Kalp, gizli kapalı
kötülüklerin terkedilmesiyle de temizlik ve safvete sevkeder. Zira, kalbe göre
masiyetler, bedene göre mikroplar mesabesindedir. Bu günahlar, bitkilerdeki
zararlı otlar gibidir. Beden, fazla kan gibi, içteki karışımları çıkarıp attığı
zaman, tabii kuvvet bulur, sıkıntıdan kurtularak
rahata erer. Kalp de öyledir; günahlara tevbe ettiği zaman, varlığındaki bu
kötü karışımları dışarı attığı için rahatlar. Kalp günahlara tevbe ettiği
zaman, kalp kurtuluşa ererek iyi amelleri ister ve İçinde bulunduğu bozuk
hallerden uzaklaşarak huzura kavuşur.
Kalbin temizliği,
manen, gelişip olgunlaşmasıyladir. Nitekim Allah Teala şöyle buyurur:
"Allah'ın sizin üzerine bol rahmeti ve lütfü olmasaydı, sizden hiç biriniz
ebediyyen (günah ve felnalıktan) temize çıkamazdı."
(Nur: 24/21)
"... Size, 'geri
dönün' denilirse, geri dönün. Bu, sizin için daha temiz (bir hareket)dir. (Nur:
24/28)
"Mü'min erkeklere
söyle: Gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Bu
(hareket) onlar için daha temiz (ve yararlı)dır. Şüphesiz Allah, onların her
yaptıklarını haber almaktadır" (Nur: 24/30)
"Doğrusu
mutluluğa ermiştir (inkar, inad ve kötülüklerden) arınan ve Rabbi'nin adını
anıp namaz kılan..."
(A'la: 87/14-15)
"Nefsini
temizleyen iflah olmuş, O'nu kirletip örten, ziyana uğramıştır" (Şems: 91/9-10)
"Ne bilirsin
belki o temizlenecek ve öğüt alacaktı. (Abese: 80/3)
"O'na de ki:
(Nasıl), arınmak ister misin? Sana Rab-bi'ne giden doğru yolu göstereyim de
derin bir saygıyla korkup eğilesin" (Naziat: 79/18-19)
Temizlik (tezkiye)'in
aslı her ne kadar gelişip büyüme, bereket ve hayır artışı ise de o, ancak şerri
gidermekle meydana gelir. Bundan dolayı temizlenme (arınma), şunu bunun içine
alır. Yine Allah Teala şöyle buyuruyor: "Vay haline o ortak koşanların!
Onlar ki zekatı vermezler; onlar, evet onlar, ahireti de tanımazlar.
(Fussilet: 41/6-7)
Buradaki zekat,
(temizlik), kalbin arınacağı tevhid ve imandır. Çünkü, iman ve tevhid, kalben
Allah'ın dışındaki bütün sahte ilahların reddini, orada yalnız gerçek İlah olan
Allah'ın varlığının hakim olması demektir. Kalbe bu yüce varlığa yer vermede
"La İlahe İllallah," cümlesinin yer-leşmesidir tevhid. Bu ise,
kendisiyle kalbin arındığı, temizlendiği şeyin aslıdır.
Temizleme (arıtma),
bir şeyi (arı), katışıksız hale getirmedir: Bu temizleme işi o şeyin ya
zatında olur, ya da inanç ve haberde olur. Mesela: Kendinde yahut insanların
inancında bir düzeltme, temizleme (tadilat) yapıldığında, (arabça ifadeyle)
"Addeltühü" denir.
Bu hususta Allah Teala
şöyle buyurur:
"...Artık
kendinizi temize çıkarmaya kalkışmayın. (Necm: 53/32)
Yani, nefsinizin temiz
olduğunu bildirmeyin, demektir.
Şu da başka bir yüce
sözüdür:
"Nefsini
temizleyen, kurtuluşa ermiştir. (Şems: 91/9)
Onun için de yukarıda
geçen (Necm: 53/32) ayet-i keri-mesi'nin devamında şöyle buyurmuştur:
"O korkup
sakınanları daha iyi bilir" (Necm: 53/32)
Rasulullah'ın (s.a.v.)
zamanında bir hanım sahabenin ismi, Berre (iyi, temiz, itaatkar) idi. İnsanlar
da onu böyle, nefsini temizlemiş, manasıyla çağırıyorlardı. Bunun üzerine,
Rasulullah iyi, temiz manasına gelen bu ismi kaldırarak ona: Zeyneb, adını
verdi ve şöyie buyurdu:
"Nefislerinizi
temize çıkarıp, kendinize iyi demeyiniz; sizin iyi olanınızı Allah daha iyi
bilir."
Allah Teala'nın:
"Görmedin mi, şu
kendini temize çıkaranları!? Ama Allah dilediğini temize çıkarır. (Nisa: 4/49)
Yüce sözüne gelince,
ayetten de anlaşıldığı gibi Allah bir nefsi
isterse temiz kılarsa ve onun temizliğini de haber verir, manası
kasdedilmektedir. Tıpkı tezkiyede bulunan kimsenin, şahidleri temize çıkarıp,
adil olduklarını bildirdiği gibi.
Adalet, itidal
demektir. İtidal ise, kalb düzgünlüğüdür. Nitekim, zulm de, kalbin bozukluğu
demektir. Bundan dolayıdır ki, kişi işlediği bütün günahlarla nefsine karşı zalim
durumundadır. Zulüm, adaletin zıddıdır; zalim olan kimse nefsine karşı adilane
değil, bilakis zalimane davranır. Kalbin ise, düzgünlüğü, iyiliği adalette;
bozukluğu, kötülüğü de zulümdedir. Yine bir kimse nefsine zulmettiği zaman, hem
zalimdir, hem de zulme uğramıştır; nefsine adil davrandığı zaman da hem adil,
hem de adalete uğrayandır. Çünkü, işi yapan odur, işin hayır ve şer, karşılığı
da kendine gelir. Bu manada Allah Teala şöyle buyurur:
"Herkesin
kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır. (Bakara: 2/289)
Hiç şüphesiz, bir amel
dışa tesirini yansıtmadan, iyi veya kötü olan etkisini kalbde gösterir. Onun
iyiliği, kendisi için zulümdür. Bundan dolayı Allah Teala şöyle buyurmuştur:
"Kim iyi bir işi
yaparsa faydası kendisinedir ve kim kötülük yaparsa zararı
kendisinedir" (Fussilet: 41/46)
"İyilik ederseniz, kendinize iyilik etmiş olursunuz. Kötülük ederseniz, o
da kendi aieyhinizedir" (İsra:
17/7)
Geçmiş salih
.zatlardan biri şöyle demiştir: "İyilik (hasene) kalbe nur, bedene kuvvet,
yüze aydınlık, rızka genişlik ve halkın kalbine iyilik, sahibi için sevgi
verir.
Kötülük (seyyie) kalbe
zulmet, bedene zayflık, yüze siyahlık, rızka darlık ve halkın kalbine sahibi
için nefret verir."
Nefsin işledikleriyle
ilgili olarak yine şöyle buyurulur: "Herkes kendi kazandığına rehindir
(bağlıdır)"
(Tur: 52/21)
"Herkes elde ettiğine karşılık rehindir. (Müddessir: 74/38)
"Ve Kur'an ile
şunu hatırla ki, bir kimse kendi kazan-dığıyla kendini mahvetmeye görsün, (o
takdirde) onun için Allah'tan başka ne bir yakın dost ne de bir şefaatçi
vardır. Her türlü fidyeyi (kurtuluş akçesi) de verse, kendinden alınmaz.
Kazandıklarına karşılık malı volanlar bunlardır!" (Enam: 6/70)
Beden hastalığından
iyileştiği zaman, tabiatı (mizacı) normale döndü, denilir. Hastalık ancak
tabiatın, iç karışımlardan kurtulmuş halis itidalle beraber, derece derece,
iyiye doğru ilerleyerek içten çıkarılmasıyla yok olur.
İşte, kalbin sıhhati
itidali ve düzelmesi de, böyle olur; haktan sapması, zulmü ve temiz yaradılış
halini değiştirmesi de bu şekilde meydana gelir. Sırf itidal her şeyde, ilim
ve amel yönünden güçtür; ancak bu itidal, derece derece mesafe elde ederek
olabilir. Onun için, misal olarak: "Örnek olması gereken ve itidalli
olandır, ifadesi kullanılır. Selefin yolu da: "Örnek alınması gereken en
adaletli yol, diye ifade edilir. Allah Teala bu manada şöyle buyurur:
"Kadınlar
arasında ne kadar adil davranmak isteseniz de elbette (buna) güç
yetiremezsiniz." (Nisa: 4/129)
"...ölçü ve
tartıyı tam adaletle yapın. Biz kişiye gücünün yettiğinden daha fazlasını
teklif etmeyiz..."
(En'am: 6/152)
Hiç şüphesiz, Allah
Teala peygamberleri ve Kitapları insanlara adaleti sağlamaları için
göndermiştir. En büyük adalet, Tek ve şeriki olmayan Allah'a ibadette
bulunmaktır. Sonra, insanların haklarında adalet göstermektir. Sonra da, nefse
karşı adil davranmaktır.
Zulüm, üç çeşittir:
Her üç çeşidi de kalp hastalıkların-dandır. Bu hastalıkların iyileşmesi ise,
adaletle olur. Ahmed b. Hanbel bir şahsa şöyle demiştir:
"Eğer sıhhatli
isen, kimseden korkma"
Yani: Eğer
insanlardan, Allah'ın yarattıklarından kor-kuyorsan bu, kalbüttfe mevcut şirk
ve günah gibi kötülüklerin verdiği hastalıktan ileri gelmektedir.
Kalbin düzelmesi asıl
itibariyle mana ve hayat kazanıp nurlanmasıdir. Nitekim, Allah Teala şöyle
buyurur:
"Ölü iken
dirilttiğimiz, insanlar arasında yürümesi için kendisine bir nur sunduğumuz
kimse, karanlıklar içinde kalıp bir türlü çıkamayan kimse gibi midir?"
(En'am: 6/122)
Bu öneminden dolayıdır
ki, Allah Sübhanehu kalbin hayatiyyetini, nurunu, ölümünü ve zulmetini başka
yerde şöyle bildirmiştir:
"Diriyi uyarmak
ve kafirler üzerine (azabla ilgili) sözün hak olması içindir (bu
Kur'an)" (Yasin: 36/70)
"Ey iman edenler!
Allah ve Peygamber'i sizi hayat veren şeye çağırdığında, icabet edin. Bilin ki
Allah kişi ile kalbi arasına girer ve sonunda (dirilip) hepiniz O'nun huzurunda
biraraya getirilip toplanacaksınız"
(Enfal:8/24)
"O, diriyi ölüden
çıkarır; ölüyü de diriden çıkarır" (Rum:
30/19)
Allah Sübhanehu diriyi
ölüden, ölüyü de diriden çıkardığı gibi, mü'mİni kafirden, kafiri de mü'minden
çıkarır. Bu manada Sahih bir Hadis'de şöyle buyurulur:
"Allah'ın adının
anıldığı evle, Allah'ın adının anıl-madığı ev, diri ile ölü gibidir"
Yine bir sahih Hadisde
şöyle geçer:
"Bazı
namazlarınızı evlerinizde kılın; ve evlerinizi (namaz kılınmayan) kabirler yapmayın"
Yine, Allah Teaia
şöyle buyurmuştur:
"Ayetlerimizi
yalanlayanlar ise, karanlıklar içinde bir sürü sağırlar ve dilsizlerdir...
(En'am: 6/39)
Nurdan ve zulmetten
bahseden ayetleri de zikredip şöyle buyurmuştur:
"Allah, göklerin
ve yerin nurudur. O'nun nurunun misali, içinde kandil bulunan içe açık bir
pencere gibidir. Kandil cam içindedir; cam, pırıl pırıl ışık veren bir yıldıza
benzer; ne yalnız doğunun, ne de yalnız batı'nın ürünü olan mübarek zeytin
ağacından yakılır. Onun yağı ateş dokunmasa bile, neredeyse ışık verir; nur
üstüne nurdur.. (Nur: 24/35) îşte
bu anlatılanlar, mü'minlerin kalplerindeki iman nuruna benzer.
Bundan sonra, aynı
surede şöyle buyurmuştur:
"Küfre
sapanlardan amelleri, alabildiğine düz bir çöldeki serab gibidir; susayan kimse
onu su sanır, sonunda ona gelince bir şey bulamaz; orada Allah'ı bulur: O da
onun hesabını noksansız görür. Allah hesabı çarçabuk görendir. Veya (küfre
sapanların işleri), engin denizdeki karanlıklara benzer; üstüste dalgalar ve
onun üstünde birbiri üstüne karanlık bulutlar çökmüş vaziyettedir; elini
çıkardığında neredeyse, onu bile göremez. Allah kime nur vermemişse, onun için
nur yoktur. (Nur: 24/40-41)
Geçen ayet-i
kerime'nin birinci kısmında anlatılan: Bozuk inançlar ve o inançlara tabi olan,
onlar ışığında yayılan ameller gibidir ki, sahibi olan kimse o amelleri faydalı
olarak kabul eder, amellerini yakın olarak gördüğünde ise hiç de faydalı
olmadığını anlar. Allah da onun hesabını o amellere göre öder.
İkinci kısmında
anlatılan: Basit cehalet, iman ve ilimsiz-lik gibidir ki, sahibi zulmet
yığınları arasında bulunur, iç
gözü hiçbir şey
göremez olur. Çünkü iç göz (basiret), iman ve ilim nuruyla görür.
Allah Teala şöyle
buyurur:
"Allah'dan
korkanlar, kendilerine şeytan'dan gelen bir vesvese dokunduğu zaman (Allah'ın
emir ve yasaklarını) hatırlarlar, hemen (gerçeği) görürler"
(A'raf: 7/201)
"And olsun ki,
kadın niyetini bozup onu kastetmişti, eğer Rab hin'den bir burhan (açık bir
delil) görmemiş olsaydı o da kadına (yönelmeye) niyetlenmişti"
(Yusuf: 12/24)
Yusuf'un (a.s.)
gördüğü bildirilen burhan, (apaçık bir delil) O'nun kalbinde meydana gelen iman
burhan ve delilidir ki, Allah, o imanın kılavuzluğu ile her ikisini (Yusuf ile
Zeliha'yı) bulundukları tehlikeli durumdan çevirdi; Yusuf'a (a.s.) niyetinden
dolayı günah yazmadı. Ancak niyetini icra etmediği için hayır yazdı.
Allah Teala yine
buyurur:
Bu Kitabı,
Rabb'lerinin izniyle, insanları karanlıklardan aydınlığa, yegane üstün ve
övülmeye layık olanın yoluna çıkarman için sana indirdik"
(İbrahim: 14/1)
"Allah, iman
edenlerin dost ve yardımcısıdır; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkar
edenlerin dost ve yardımcıları, tabutlardır. Onları aydınlık (hâk dinin nurumdan
karanlıklara çıkarırlar" (Bakara: 2/257)
"Ey iman edenler!
Allah'tan korkup sakının; O'nun peygamberine inanın ki, size rahmetinden iki
pay versin; size, aydınlığında yürüyeceğiniz bir nur sağlasın ve sizi
bağışlasın. (Hadid: 57/28)
Bütün bu sebeblerden
dolayıdır ki, Allah Teala iman için iki "misal" getirdi. Birinci
misal, hayatın kendisiyle olduğu ve köpükle beraber bulunan su'dur. İkinci
misal, nurun (ışığın) kendisiyle olduğu ve kendisinde yakılarak elde edilen
köpük (posa)nın bulunduğu ateşdir.
Bu hususta şöyle
buyurmuştur:
"(O) gökten su
indirdi de dereler kendi ölçüsünde dolup taştı. Sel, üste çıkan köpüğü yüklenip
götürdü. Süs eşyası veya yararlanılacak (başka) bir şey elde etmek amacıyla
ateşte ısıtıp erittikleri şeylerden de bunu gibi köpük (posa) meydana gelir.
İşte Allah hak ile batıla böyle misal getirir. Köpüğe gelince, uçup gider;
insanlara yarar sağlayan şeylere gelince, yerde (dipte) kalır. İşte Allah
böylece misaller getirir" (Ra'd: 13/17)
Allah Teala nifak'a da
böyle iki misal getirmiş ve münafıklar hakkında şöyle buyurmuştur:
"Onların hali o
kimselere benzer ki, bir ateş yakmak isteyip (yakılan) ateş çevrelerini
aydınlatınca Allah ışıklarını tutup almış da onları zifiri karanlıklar içinde
bırakmıştır. (Böylece onlar) göremez olmuşlardır. (Onlar) sağırdırlar,
dilsizdirler, kördürler. Artık (doğru yola) dönmezler. Ya da gökten (sağanak
halinde) boşanan, içinde karanlıklar, bir gürleme, bir şimşek bulunan şiddetli
yağmura (tutulmuş şaşkın kimsenin perişan haline) benzerler kî, yıldırımın
(dehşetinden) ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Allah (in
kudreti, ilmi ve hükümralığı) kafirleri (her tarafından) kuşatmıştır. Çakan
şimşek neredeyse onların gözlerini kapıp alır. Önlerini aydınlatınca da onun
ışığında yürürler. Üzerlerine karanlık çöktüğü zaman ise (oldukları yerde) dikilip
kalırlar. Allah dileseydi onların işitmelerini de görmelerini de alıverirdi.
Şüphesiz ki Allah'ın her şeye gücü yeter." (Bakara: 2/17-20)
Bu ayet-i kerime'de
Allah Sübhanehu münafıklar için, bir ateş yakıp da ateş etraflarını
aydınlatınca Allah'ın onu söndürdüğü kimselerin halini misal olarak
getirmiştir: Bir de
ayrıca, karanlıklar içinde, yıldırım ve şimşekler altında, gökten inen yağmura
tutulmuş perişan durumdaki kimselerin halini misal olarak vermiştir.
Bu misallerle ilgili
olarak başka yerde daha geniş açıklama yapılmıştır.
Getirilen misallerle
varılmak istenen sonuç, kalplerin ihya edilerek nurlandınlmasıdır. Nitekim
Rasulullah'a (s.a.v.) ait makbul bir duada şöyle zikredilmektedir:
"Allah'ım,
Kur'an-ı kalplerimizin bahar yağmuru ve gönüllerimizin nuru kıl"
Bahar yağmuru diye
manalandırılan (Rabi) kelimesi, bitkileri canlandırıp yeşerten feyizli ve
bereketli bir yağmurdur, ki Rasulullah (s.a.v.) başka bir hadis-i şerifinde de
şöyle buyurmuştur:
"Baharın
bitirdiği otlardan (zehirli) bir kısmı vardır ki, o (yiyeni) öldürür, yahut
ölüme yaklaştırır"
İlk yağmur mevsimine
araplar "Rabi" adını verirler ki, ilk bahar demektir. Çünkü, toprağı
ve bitkileri yeşerten yağmur damlaları bu zamanda düşer. Başkaları ise, kışı
takib eden mevsime "Rabi" adını verirler ki, ikinci bahar demektir.
İlk baharda otlar bitip etraf yeşermeye başlar, İkinci baharda ise, meyveleri
dolduracak çiçekler çıkmaya, ağaçlar üzerinde yapraklar açmaya başlar.
Hayat sahibi kalp,
nurludur; nur olduğu için de işitir, görür ve düşünür. Ölü kalp ise, nursuz
olduğu için işitmez, görmez ve düşünemez. Bu manada Allah Teala şöyle buyurur:
"İnkara saplanıp
kalanların durumu, bağırıp çağırmaktan başka bir şey işitmeyen (ve tıpkı
davarlara seslenen çoban) gibidir. Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bu
yüzden akledip anlayamazlar. (Bakara: 2/171)
"İçlerinden sana
kulak verenler eksik değildir. Sen sağırlara-hele bir de akılları ermiyorsa
işittirebilirmisin? İçlerinden bir kısmı da sana bakar; sen körlere-hele bir de
göremiyorlarsa- yol gösterebilir misin?"
(Yunus: 10/42-43)
"Onlardan bir kısmı da sana kulak verip dinlerler,
(inandıkları için
dinlemezler, kusur bulmak için kulak verirler). Biz, anlamamaları için
kalplerinin üzerine kat kat örtü gerdik; kulaklarına da bir ağırlık koyduk;
artık onlar her belge ve mucizeyi de görseler yine inanmazlar. O kadar ki,
sana geldiklerinde seninle tartışıp çekişirler; küfredenler, bu eskilerin
masallarından başka bir şey değildir, derler" (En'am: 6/24-25)
Allah Teala, geçen
ayet-i kerime'de anlattığı kimselerin, kalplerinin hiçbir şey hissetmediği,
kulaklarının işitmediğini ve gördükleri şeyi de kat'iyyen anlamadıklarını
bildirmektedir. Onların bu durumları ayet-i kerime'de şöyle ifade
edilmektedir.
"Bizi çağırdığın
şeye karşı kalplerimiz kılıflıdır; kulaklarımızda ise ağırlık vardır ve
bizimle senin, aramızda gerili bir perde bulunmaktadır. (Fussilet: 41/5)
Onlar, kalplerinin
hakkı anlamasına, kulaklarının işitmesine ve gözlerinin görmesine engel olan
şeyi kendileri anlatmaktadırlar. Bedenleri hayat sahibidir, sesleri işitmektedirler,
şahıslan görmektedirler ama kalpleri hayatiyyeti-ni kaybettiği için; hayvanlara
benzer bir hale düşmüşlerdir. Görüp işittikleri, yiyip içtikleri ve üreme
faaliyetleri yaptıkları halde, onlar gibi kalp hassasiyetinden yoksundurlar.
Onun için Allah Teala bu gibiler hakkında şöyle buyurmuştur:
"İnkara saplanıp
kalanların durumu, bağırıp çağırmaktan başka bir şey işitmeyen (ve tıpkı
davarlara şenlenen çoban) gibidir" (Bakara: 2/171)
Allah Teala onları
sadece çobanın bağırıp çağırmasından anlayan davarlara benzetmektedir, ki başka
bir ayet-i kerime'de de şöyle buyurmuştur:
"Şanıma andolsun
ki, cin ve insandan bir çoğunu cehennem için yarattık; kalpleri vardır, onunla
(hakikati) görmezler; kulakları vardır, onunla doğruyu işitmezler. İşte bunlar
(bu şuursuzlar) hayvanlar gibidir, belki daha da sapık ve şaşkındırlar. (Â'raf:
7/179)
"Yoksa sen
onların çoğunun işittiğini, düşündüğünü mü sanırsın? Onlar ancak, davarlar
gibidirler, hayır onlar hayvanlardan daha da sapıktırlar" (Furkan: 25/44)
Bazı tefsirciler, Allah Teala'nın: "İnsana bir dert ve sıkıntı dokunduğu
zaman gerek yan üstü uzanırken, gerek otururken, gerek ayakta dururken bize
dua eder. Kendisinden dert ve sıkıntıyı kaldırdığımızda ise, kendisine dokunan
dert ve sıkıntıdan (kurtulmak için) bize (hiç) dua etmemiş gibi (eski haline)
geçip gider. (Yunus: 10/12)
Gibi ayet-i
kerime'lerde ayıplanıp kınadığı insanlarla kafirlerin kastedildiğini, ayetlerin
onlar hakkında olduğunu bildirmişler ve demişlerdir ki: Bu ayet-i kerime'leri
dinleyenler, Allah Teala'nın yaptığı bu ayıplama ve kınamalarda, İslam'a
girdiğini açıklamış kimselerin bir nasibi olmadığını zannediyorlar. Hatta
zihinleri Arab'ın, müşrik olduklarını bildirenleriyle, tanıdıkları yahudi ve
hıristiyan kafirlerine, Türk ve Hind müşrikleri gibi topluluklarına
gidiyorlar... Bu bakımdan Allah Teala'nın indirdiği bu ayetlerinden, hidayetle
alakalı kimselerin bir istifadesi mevcut değildir. Bu hususta, şöyle denebilir:
Evvela, İslam'a
girdiklerini açıklayanlar içinde mü'min de vardır. Münafık da vardır.
Münafıklar her devirde mevcuttur ve onlar Cehennemin en alt noktasında
olacaklardır. İkinci olarak, insanın imam da olsa, kendisinde nifak ve küfürden
bir şey bulunabilir. Mesela, bu konuyla ilgili olarak Rasulullah (s.a.v.)
ittifak ediler bir sahih Hadis'de[7]
"Dört huy, her
kimde bulunursa (halis) münafık olur. Yahut kendisinde şu dört huydan bir huy
bulunursa, onu birakıncaya kadar, kendisinde münafıklıktan bir haslet mevcut
olur: Söz söylerken yalan söylemek, va'det-tiğinde sözünden dönmek,
ahdettiğinde ahdini tutmamak, bir çekişme ve tartışmada haktan
ayrılmaktır"
Görüldüğü gibi,
Rasulullah (s.a.v.) anlatılan bu dört özellikten biri kendisinde bulunanların
münafıklıktan bir huy taşıdıklarını bidirmiştir.
Yine, Sahih bir Hadis'de
Rasulullah (s.a.v.) Ebu Zer'e (r.a.) hitaben:
"Sen demek ki,
kendisinde, henüz cahiliyyet ahlakı kalmış bir kimse imişsin..."
Buyurmuştu. Halbuki,
Ebu Zer (r.a.), sahabe-i kiram içerisinde en kuvvetli imana sahip zatlardan
biriydi. Bir Sahih Hadi s de de şöyle buyurulmuştur: "Ümmetimde cahiliyyet
devrinden kalma dört şey vardır:
1- Soy sopla
övünmek,
2- Soy sopa
sövmek,
3-
Yıldızlardan yağmur ummak,
4- Ölüye
ağlamak..."
Başka bir Sahih
hadisde yine şöyle buyurulmuştur:
"Muhakkak sizler
sizden öncekilerin yoluna kuş yeleğinin oka göre ölçülüp biçilmesi gibi (aynen)
uyacaksınız, hem öylesine ki, onlardan biri kertenkele deliğine girerse siz de
(oraya) gireceksiniz"
Dediler, Ya
Rasulallah, O'nlar: yahudi ve nasara (hıris-tiyanlar) mıdır? Rasulullah
(s.a.v.):
"Ya kimler
olacak?"
Buyurdu.
Başka bir sahih
hadisde de şöyle buyurulur:
"Muhakkak ümmetim
kendilerinden önceki ümmetlerin aldıklarını (adetlerini) karış karış, kulaç
kulaç alacaktır" Dediler:
"Ya Rasulallah
Onlar: Faris ve Rumlar mıdır? Rasuluİ-lah (s.a.v.):
"İnsanların ancak
o zümresidir" buyurdu.
Ebu Müleyke (r.a )
şöyle der:
Rasulullah'm (s.a.v.)
otuz kadar ashabına yetiştim, hepsi de kendileri için nifaktan
korkmaktaydılar.
Ali (r.a.) ya da
Huzeyfe'den (r.a.) şöyle rivayet edilir:
"Kalpler üç kısımdır:
1- Haset ve
kin gibi huylardan arı, iman nuruyla aydın bir kalp; bu, mü'minin kalbidir.
2- Hakkı işitmekten ve kabullenmekten perdeli
bir kalp; bu, kafirin kalbidir.
3- Baş aşağı
olmuş, tersine çevrilmiş (altı üstü belli olmayan) bir kalp; bu da münafıksın
kalbidir. Bu kalp, bîr taraftan imanın, bir taraftan da nifak'ın uzandığı
kalpdir. Bu kalp sahibleri, iyi amellerine kötü amellerini de karıştırmış
kimselerdir."
Bu duruma göre,
anlaşılmaktadır ki, her kul Allah'ın iman konusunda zikrettiği iman
kısımlarının Övülmesinden ve küfür kısımlarının kınanmasından faydalanabilir.
Yine bazıları,
"Bizi doğru yola
ilet" (Fatiha: 1/6)
ayeti ile ilgili
olarak derler ki, "Mü'min, doğru yola iletilmiştir, hidayeti istemekte ne
fayda vardır?!"
Sonra buna bazısı şu
cevabı verir: (Bizi doğru yola ilet) den maksat (Bizi hidayette sabit kıl)
demektir. Nitekim Arab'lar, uyuyan kimseye: Ben sana gelinceye kadar uyu
derler. Bazısı da şöyle der: Onun manası (kalplerimizi hidayete icbar et
demektir, icbar edilecek olan kalp, kaldırılacak zikredilmemiştir. Başka bir
kısım alimler de şöyle der:
Onun manası (bizim
hidayetimizi artır) demektir.
Bunların bu soruları
ortaya koymalarının sebebi, kulun iletilmesini istediği doğru yolun ne olduğunu
düşünmediklerindendir. Zira, doğru yoldan maksat, her konuda Allah'ın
emrettiklerini yapmak, yasakladıklarını da yapmamaktır.
Malumdur ki, insan her
ne kadar, kısaca Muhammed (s.av.) Allah'ın Rasulü'dür, Kur'an Allah'ın hak
kitabıdır, dese, yine de, kendisinin vakıf olmadığı faydalı ve zararlı dini
emir ve yasakları, etraflıca bilmek ihtiyacındadır. Böyle kimse ayrıca,
bildiğinin ekserisinde bilgisiyle amel etmemektedir. İnsan, bütün emirler ve
yasaklar kendisine Kur'an ve Sünnet'te bildirilmiştir diye düşünecek olsa dahi,
şüphesiz Kur'an ve Sünnet'te zikredilenler, külli ve genel mese'elelerdir,
herkesin anlayacağı bir özellikte zikredilmiş mes'eleler değildir. Bundan
dolayı, insan, bu gibi konularda doğru yola iletilmeyi (hidayeti) istemekle emredilmiştir.
Doğru yola
sevkedilmeyi istemek, doğru yolun kapsadığı her şeyi içine alır. Rasulullah'm
(s.a.v.) getirdiği şeyleri bütün ayrıntılarıyla kapsar; külli emirlere giren
şeylere, ilimle yapılması gereken başlıca vazifelere şamil olur. Çünkü sadece
hakkı bilmekle, ilimle amel edilmediği' takdirde, hidayet gerçekleşmez. Bundan
dolayı Allah Teala, Rasulü'ne Hudeybiye sulhünden sonra şöyle buyurdu:
"Biz sana apaçık
bir fetih verdik. Ta ki Allah, senin günahından geçmiş ve gelecek olanı
bağışlasın (bütün tasalarını gidersin), sana olan nimetini tamamlasın ve seni
doğru bir yola iletsin" (Fetih: 48/1-2)
Musa (a.s.) ve Harun
hakkında da şöyle buyurdu:
"O ikisine açık
ifadeli Kitabı verdik. Ve onları doğru yola ilettik" (Saffat: 37/117-118)
Müslümanlar
Rasulullah'm (s.a.v.) gerçekten peygamber olduğunu,
Kur'ari'ın gerçekten Allah'ın Kitabı olduğuna ittifak etmekle birlikte,
Allah'ın inanç ve amelle ilgili ilim ve haber mes'elelerine dair dilemesi
hakkında ihtilafa düş mü şiardır. Onların herbiri ihtilafa düştükleri şeylerde
doğru yola iletilmiş olsalardı, hiç ayrılığa düşmezlerdi. Sonra, Allah'ın
emrettiklerini bilenlerin ekserisi O'na isyan etmekte, yoluna uymamaktadır.
Şayet bu amellerde doğru yola sevkedilmiş olsalardı, emredileni işlerler,
yasaklananı terkederlerdi. Allah'ın bu ümmetten hidayete (doğruya)
sevkettikleri ise, O'nun muttaki evliyasından (dostlarından) oldular. Onların
bu hale ermelerinin en büyük sebebi de, doğru yola sevkedilmeleri hususunda
daima Allah'a muhtaç olduklarını bilmeleriyle birlikte, her namazda Allah'a
(İhdinassıratal müstakim: Bizi doğru yola ilet) diye duada bulunmalarıdır.
Onlar devamlı olarak
yaptıkları bu (Fatihada söylenen) dua ve Allah'a ihtiyaç arzı ile muttaki
evliya zümresinden olma şerefine ermişlerdir.
Sehl b. Abdullah
el-Tüsteri bu manada şöyle demiştir: Kul ile Rabbi arasında, kulun O'na ihtiyaç
arzetmesin-den daha yakın bir yol yoktur.
Zira, geçmişte
hakkında hidayet meydana gelen kimse, gelecekte de hakkında hidayetin gelmesine
muhtaçtır. İşte bu, "Bizi hidayette sabit kıl ve onda icbar et" diyenlerin
sözlerinin gerçek manasıdır.
"Ya Rabbi, bizim
hidayetimizi artır" diyen kimsenin bu sözü ise, geçmişe şamil olur. Fakat
bütün bu istenen, doğru yol için gelecekle ilgili bir hidayettir. Çünkü gelecek
için i-limle amel etmek, henüz meydana gelmiş, değildir ve kul gelecek
hususunda ilimle amel edinceye kadar hidayete (doğru yola) ermiş olmaz. Ayrıca,
geleceğe dair ilim gerçekleşmeyebilir, hatta kalpden silinebilir. Şayet
kalpden silin-mezse bile o zaman belki, ilim gerçekleşmez. İnsanlar ise,
tamamen bu duaya (hidayet isteğine)
muhtaçtırlar. Bundan dolayıdır ki, Allah Teala o duayı her namazda farz
kılmıştır. İnsanlar bu duaya olduğu kadar hiç bir şeye muhtaç değillerdir.
Doğru yola hidayet meydana gelince de, Allah'ın yardımı nzık ve nefsin
mutluluk bakımından istediği diğer şeyler de gerçekleşir. Bu mes'eleleri en
doğru bilen Allah Mır.
Şu bilinmelidir ki,
kalp ve onun dışındakilerin hayatiyeti, sırf iradeye bağlı his ve hareket,
sırf ilim ve kudret değildir. Ancak, Ebu'l-Huseyn el-Basri gibi, Allah'ın ilim
ve kudretini düşünen bir kısım kimseler böyle düşünerek şunları söylerler:
Kalbin hayatı, bilmesi ve kudretli olması iledir. Çünkü hayat, sıfatlananla var
olan bir sıfattır. O sıfat ise ilimde, iradede ve ihtiyari fiillere olan
kudrette şarttır. Bu da yukarıda geçtiği gibi hayata lazımdır. Her hayat
sahibinin şuuru, İradesi ve kudretle ihtiyari çalışması vardır; her ilmi, iradesi
ve ihtiyari ameli olan İse, hayat sahibidir.
Haya da hayattan
türemedir; hayatiyeti olan kalbin sahibinin, kendisini kötü şeylerden men eden
hayası vardır. Çünkü kalbin hayası, kalbi bozan kötülüklere engel olur. Bundan
dolayı, Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Haya,
imandandır"
"Haya ve sükut,
imanın bir şubesidir; hayasızlık ve konuşma serbestliği, nifakın bir
şubesidir"
Hayat sahibi,
kendisine eziyet edecek şeyi defeder; hayat sahibi olmayan ölü ise, böyle
değildir, ona katı ve donuk yüzlü denir ki, bu, hayat sahibinin yumuşaklığının
tersidir. Hayat sahibi olmayan katı, kuru, donuk yüzlü olunca kalbinde hayayı
(utanmayı) gerektirecek hayat olamaz; tıpkı basılınca üstünde iz meydana
gelmeyen sert toprak gibi, çirkinlikten kaçınmaya sevkedecek bir canlılık
bulunamaz. Ama, yeşillik ve yumuşak bir toprak ise bunun gibi değildir, onda iz
hemen belirir.
Bu bakımdan, hayat
sahibi bir kalpde çirkinliğin eseri görüldüğü gibi onu çirkin şeyi işlemekten
menedecek irade de mevcuttur. Fakat, ölü ve sert bir bir kalpde, bu
çirkinliklerden menedecek bir iman ve haya bulunmaz. Kalp ha-yat sahibi iken,
insan ruhu bedeninden ayrılmak suretiyle ölmesi, onun hayatının bizzat
gitmesi, yok olması manasıyla Ölmesi demek değildir.
Bu bakımdan Allah
Teala şöyle buyurur: "Allah yolunda öldürülenlere "ölüler"
demeyin; hayır, onlar dirilerdir, ama siz farkında olmazsınız"
(Bakara: 2/154)
"Allah yolunda
öldürülenleri "ölüler" sanma; hayır, (onlar) diridirler, Rabb'leri
katında rizıklanmaktadırlar"
(Al-iİmran: 3/169)
Bununla beraber onlar,
Allah Teala'nın şu yüce sözlerinde bildirdiği anlamıyla, ölüdürler:
"Her nefis ölümü
tadacaktır..." (Al-i İmran: 3/185)
"(Ey Peygamber!)
Sen de mutlaka öleceksin, onlar da ölecekler" (Zümer: 39/30)
O'dur, sizi dirilten;
sonra sizi öldürecek, sonra yine diriltecek de O'dur. (Hacc: 22/66)
Müsbet ölüm, menfi
ölümden ayrıdır. Müsbet ölüm, ruhun bedenden ayrılmasıdır. Menfi ölüm ise,
bütün hayatın ruh ve bedenden ayrılıp yok olmasıdır.
Bu konu, uyku ölümün
kardeşidir, sözünü andırır; her iki halde de hayat mevcut olduğu halde ona hem
vefat denir, hem de ölüm denir. Bu manada Allah Teala şöyle buyurur: "Allah,
ölüm anında canları alır. Ölmeyenlerin de uykuda (bedenlerinden alıp
kendilerinden geçirerek canlarını alır); sonra ölümüne hükmettiğini alıkor,
diğerlerini ise belli bir süreye kadar (bedenlerine) gönderir"
(Zümer: 39/42)
Nitekim Rasulullah
(s.a.v.) uykularından uyandıklarında şöyle buyururlardı:
"Elhamdü
lillahillezi ahyana ba'de ma ematena ve ileyhinnüşur: Bizi uyuduktan sonra
uyandıran Allah'a hamdoîsun. Öldükten sonra ise O'nun huzurunda
haş-rolunacağız"
Başka bir hadisde de
şöyle buyurur:
"El hamdü
lillahillezi redde aleyye ruhi ve afani fi cesedi ve ezine li bizikrihi ve
faddalani ala kesirin mimmen halleka tafdilen: Ruhumu bana tekrar veren,
cesedimi sıhhate kavuşturan, kendisini anmayı bana müsaade eden ve beni
yarıttıklarının bir çoğuna üstün kılan Allah'a hamdoîsun"
Rasulullah (s.a.v.)
yatağına girince de:
"Allah'ım!
Nefsimi sen yarattın ve sen vefat ettireceksin. Onun ölümü de hayatı da
senindir; onu vefat ettirerek yanında alıkorsan, merhamet buyur; tekrar hayata
göndereceksen, iyi kullarım koruduğun şeylerle onu koru"
"Allahumme
bi'smike emutü ve ahya: Allah'ım, senin isminle (ismini anarak) uyur ve (senin
isminle) uyanırım"[8]
Kalp hastalıklarından
Haseci, bazılarının tanımladığı gibi, varlıklı kimselerin güzel hallerini bilme
sebebine dayanan bir eziyettir ki, erdemli kimsenin hasedci olması mümkün
olmaz. Çünkü erdemli kimse, bulunduğu güzel duruma göre hareket eder. Bazı
kimselere göre de hased, hased edilen kimsenin elindeki ni'metin (varhğm) benzeri
hased edene istenmese de- yok olmasını temenni etmektedir. Gıbta ise böyle
değildir, o, bir nimetin, gıbta edilenden yok olmasını istememekle beraber
benzerini temenni etmektir.
Gerçek olan şu ki,
hased; hased edilen kimsenin sahip olduğu güzel halden hoşnut olmayarak kötü
duygu beslemektir. Bu da iki çeşittir:
Birincisi: Hased
edilen kimsenin elindeki nimetten (varlıktan) mutlak bir şekilde hoşnut
olmamaktır. Bu, sevilmeyen, kötü kabul edilen kimsenin hasedidir. Varlıklı
kimsenin elindekine içerlediği zaman bir acı ve eza duyarak kalbi hastalanır;
o varlığın yok olmasıyla eline bir fayda geçmese de, kaybıyla sevinir. Fakat,
bu kaybın bir faydası olur, çekemediği nimetin yok olmasıyla şahsın içindeki
acı bir an için son bulur. Ancak, buna rağmen o acı kendisinden temelli yokolmaz,
içinde devam eder; verilen bir ilaçla acısı dindirildiği halde hastalığı
iyileşmeyen bir hasta gibidir; çünkü, Allah'ın bir ni'metinin bir kimsenin
elinde olmasından dolayı rahatsız olan, hasta demektir. Bazan kaybolan bir
nimet, hased edilen kimseye daha çok olarak geri döner; bazan da o nimetin
benzeri, hased edilen kimsenin benzeri olan bir başkası için meydana gelir.
Hasedcinin belli bir
gayesi yoktur; lakin içi kendi gibi bir insana verilen bir çeşit nimetten
hoşnut olmaz. Bu itibarla biri şöyle demiştir:
"Hasedci, nimetin
yok olmasını ister. Çünkü, bir başkasının elindeki nimetten hoşnut olmayan,
kalbinden, onun yok olmasını temenni eder"
ikincisi: Varlık
sahibi olan o şahsın kendinden üstün olmasından hoşlanmamaktır. Ya kendisine
eşit, ya da ondan üstün olmasını arzulamaktır. Bu, gıpta denilen bir hased
çeşi-tidir.
Bu hased çeşidi ile
ilgili olarak Rasulullah (s.a.v.), îbn-i Mes'ud ile İbn-i Ömer'in (r.a.)
rivayet ettikleri ittifakla nakledilen bir hadis-i şerifde şöyle buyurur:
"Gıbta ancak iki
özellik sahibine olur: Bunlar da, kendisine hikmet (ilim) verilip de onunla
amel edip öğreten kimse ile, Allah tarafından kendisine mal verilip de onu Hak
yolunda harcamaya nail kılınan kimsedir"
Bu konuda İbn Mes'ud
yoluyla gelen rivayet böyledir.
İbn-i Ömer yoluyla
gelen rivayet ise aşağıdaki şekildedir:
Allah'ın, kendisine
Kur'an okumayı nasib edip de onu gecenin kutlu saatleriyle gündüzün belli zamanlarında
okuyan kimse ile, Allah'ın kendisine mal ihsan edip de o malı Hak yolunda
harcayan kimse..."
Buhari'nin, Ebu
Hüreyre'den rivayet ettiği lafzın şekli de şöyle:
"Hased (gıbta)
ancak iki özellik sahibi için caizdir: Allah'ın kendisine Kur'an okumayı nasib
edip de onu gecenin kutlu saatlanyla gündüzün belli zamanlarında okurken
komşusu işitip "Keşke komşum falan'a verilen Kur'an nimeti bana da
verilseydi ve onun gereğiyle amel ettiği gibi ben de amel etseydim" dediği
kimse ile, Allah'ın kendisine mal ihsan edip de onu Hak yolunda harcamaya nail
olurken birinin "Keşke şu hayır seven kişiye verilen mal gibi bana da
verilse idi de onun hayır işlediği gibi ben de işlemiş olsaydım" diye
imrendiği kimsedir."
Hasılı, burada
Rasulullah'ııı (s.a.v.) yasaklayıp da ancak iki yerde caiz gördüğü hased, gıbta
durumunda olan bir hased cinsidir ki, o, başkasının elindeki bir nimetin benzerinin
kendinde olmasını istemek olduğu gibi, o kişide hasletin kendinde bulunandan
fazla olmasından da hoşnutsuzluk, duymamaktır.
Biri burada; Madem ki,
gıbtadır da, niçin hased olarak ifade edilmiştir? Zira, o kimse, Allah'ın kendisine
ihsan etmesini arzu etmektedir, diyecek olursa, deriz ki: Bu arzunun, esası, o
kimsenin, Allah'ın başkasına verdiği bir nimet'e bakıp başkasının kendisine
üstünlüğünden hoşlanmamasıdır. Şayet o kimse bulunmasaydı, o bunu arzu etmezdi.
Gıbtanın esası, başkasının kendisine üstünlüğünden hoşlanmamak olunca, hased
olmuş olur; zira o, arzu ve sevginin tabi olduğu bir hoşnutsuzluktur. Fakat,
başkasının durumlarına tama etmeden Allah'ın kendisine nimette bulunmasını
arzu-larsa, bunda ha«ed denen bir şey mevcut değildir.
Böyle olduğu içindir
ki, genellikle insanlar birbirleriyle yarışma demek olan bu ikinci kışıma
düşkündürler; makbul ve güzel olan bir şeyde iki kişi ulaşmak maksadıyla
aralarında yarış, (rekabet) ederler. Her ikisi de onu elde etmeyi arzular. Bu
da herbirinin, diğerinin kendine üstün olmasını istememesindendir. Aynen,
yarışan iki kimseden herbirinin, diğerinin kendisini geçmemesini istemesi gibi.
Böyle bir yarışma, mutlak olarak kötü değildir. Bil'akis, hayırda olan bir
yarışma olursa, güzel ve makbuldür. Bu konu ile ilgili olarak Allah Teala
şöyle buyurur:
"Şüphesiz ki
iyiler nimet içindedirler. Tahtlar üzerinde (çevreyi) seyredecekler. Yüzerinde
nimetin içinde bulunmanın pırıltısını tanırsın. Ağzı mühürlü safşarab-dan
içirilirler ki, sonu misk (gibi)dir. İşte yarışanlar bunun için
yarışsınlar" (Mutaffifin: 83/22-26)
İşte görüldüğü gibi,
Allah Teala yarışanların, dünyanın geçici
nimetleri uğrunda değil de, ahiretin bu gibi nimetleri uğrunda yarışmalarım
emretmiştir. Bu, Rasulullah'm (s.a.v.) hadislerinde buyurduklanyla da uygunluk
arzeder ki, o, gıbtayı ancak kendisine.ilim verilip de onunla amel edip
başkasına da öğreten ile, mal verilip de onu Hak uğrunda harcayan kimseler
hakkında müsaade etmişti. Ancak, ilim verilip de amel etmeyen ve başkasına da
Öğretmeyen ile, mal veilip de onu Hak uğrunda harcamayan kimseler'e gıbta
edilmez ve onun durumu gibi bir durum istenmez. Çünkü o rağbet edilecek bir
hayır içinde değildir; bil'akis, o, azaba çevrilidir. Kim bir idarecilik
(valilik-hakimlik-amirlik vs.) mevkiine getirilir de, ilim ve adaletle yürütür,
emanetleri ehline verir; insanlar arasında Kitap ve Sünnet'e göre hükmederse,
bunun derecesi büyüktür; hatta büyük bir cihad içinde bulunmaktadır ki, Allah
yolunda cihad eden (müc-ahid) de böyledir.
Rasulullah (s.a.v.)
hadislerinde, nefisler büyük meşakkatlere gıpta etmediğinden, Allah yolunda
cihad eden kimse, malını Allah yolunda harcayan kimseden daha üstün olmasına
rağmen, ondan bahsetmemiştir. Çünkü onun aksine, malını Allah yolunda harcayanda
ve ilmini öğretende adet olduğu üzere, dış bir düşman mevcut değildir. Her ne
kadar bu ikisi için de bir mücadele unsuru (düşman; şeytan ve nefis gibi)
takdir edilebilirse de, Allah yolunda cihad eden (mücahid)in derecesi bunlardan
daha üstün ve işleri bun-larınkinden daha çetindir. Bundan dolayı, Rasulullah
(s.a.v.) hadisinde namaz kılanı, oruç tutanı ve haccedeni zikret-memiştir.
Çünkü bu amellerden, insanları büyültecek, Öğretmek ve yardım etmek suretiyle
onlara üstünlük payesi verecek bir fayda, bilindiği gibi, meydana gelmez.
Aslında hased,
başkasında bulunan bir üstünlük ve mevkiden dolayı meydana gelir. Amel sahibi
bir kimse ise, adet olduğu gibi, yeme, içme ve evlenme işlerine benzer nimeti
(refahı)
başkasından çok da olsa, hased edilmez. Ancak, yukarıda geçen İki sınıfa çok
gıbta edilir. Onun için, kendilerinde bir hased (gıbta) duygusu bulunan ilim
sahipleri arasında, öyle olmayan kimseler arasında bulunmayan şeyler bulunur.
Aynı şekilde, kendisinde malını Allah yolunda hacaması sebebiyle Hr hased
duygusu bulunan kimsede, öyle olmayan kimsede bulunmayan şey bulunur.
Biri, insanlara kalp
azığıyla faydalı olur, Öbürü de beden aziğıyla faydalı olur. İnsanların hepsi
kendilerine fayda verecek hem birinci azığa, hem de ikincisine muhtaçtır.
Bu sebeledir ki, Allah
Sübhanehu iki misal getirerek, geçen sınıfların her biriyle ilgili olarak şöyle
buyurmuştur: "Allah hiç bir şeye gücü yetmeyen ve başkasının malı olan bîr
köle ile; kendine güzel nztk verdiğimiz, o rızık-tan gizli ve açık harcayan kimseyi
misal olarak anlattı. Hiç bunlar bir olurlar mı? Hamd Allah'a mahsusutur, fakat
çokları bilmezler. Ve Allah şu iki adamı da misal olarak anlattı: Birisi,
dilsizdir, hiç bir şey yapamaz, efendisinin üzerine bir yüktür. (Efendisi) onu
nereye gönderse bir hayır getirmez (bir iş beceremez). Şimdi bu (adam), doğru
yolda giderek adaleti emreden kimse gibi olur mu?" (Nahl: 16/75-76)
Görüldüğü gibi, Allah
Sübhanehu kendi kutsal zatı için ve kendisinden başka kulluk yapılanlar için
açık misaller vermiştir. Çünkü putlar, ne faydalı bir işe ne de faydalı bir
konuşmaya güç yetiremezler. Birinci misal: Diyelim ki, bir tarafda hiçbir şeye
gücü yetmeyen, başkasının malı bir köle; diğer tarafda da, Allah'ın kendisine
güzel rızık verip de o rızıktan insanlara gizli ve açık olarak harcayan bir
şahıs. Şimdi, hiç bir şeye gücü yetmeyen, ihsan yapmaktan aciz bir köle O'na
nasıl benzetilip de ortak (şirk) koşulur? İşte bu, Allah'ın kendisine mal verip
de ondan gece ve gündüz harcayan kimseye ait bir misaldir.
İkinci misale gelince:
İki şahıs farzedelim, bunlardan biri dilsiz, düşünemeyan, konuşamayan ve hiçbir
şeye gücü yetmeyen; bununla beraber efendisine yük olan, onu ne tarafa
gönderse bir İş yapamayan, kendisinde hiç bir fayda olmayan hatta daha ziyade
işini üzerine aldığı kimseye külfet olan kimse kabul edilir; bir de alim,
adil, adaletle emreden, adaletle iş yapan ve doğru yolda bulunan kimse kabul
edilirse, bu, Allah'ın kendisine hikmet (ilim) verip de hem kendisi amel eden
hem de başkasına öğreten kimsenin bir benzeridir.
İşte, Allah Teala bu
son kişiyi kendi zatına misal olarak getirmiştir; zira O, Sübhanehu ve Teala
alimdir, adildir, kadirdir, adaletle emreder ve doğru yolda adalet ölçülerini
ayakta tutar. Nitekim, bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
"Allah, kendinden
başka ilah olmadığına s e had ette bulundu. Melekler de şehadette bulundu...
İlim sahipleri de adalet ölçülerini ayakta tutarak (O'nun varlığına) şahitlik
ettiler. (O), azizdir, hakimdir"
(AI-i İmran: 3/18) Nuh
(a.s.) da şöyle demişti:
"... Doğrusu ben,
benim de Rabbim, sizin de Rab-biniz olan Allah'a güvenip dayandım. (Hud: 11/56)
Bu sebepledir ki,
insanlar Abbas'ın (r.a.) evine saygı gösteriyorlar, oğlu Abdullah onlara İlim
öğretiyor, kardeşi de yemek yediriyordu; bu yüzden ta'zimde bulunuyorlardı...
Muaviyye, insanların
İbn-i Ömer'e (r.a.) Hac ibadet leriyle ilgili sorular sorup onu da fetva
mahiyyetinde cevaplar verirken gördüğünde:
"Bu durum vallahi
bir şerefdir..."
Mealinde sözler
söylemişti.
Bunun gibi, Ömer b.
Hattab (r.a.) da, Allah yolunda mal harcama hususunda Ebu Bekir (r.a.) ile
yarışa girmişti.
Sahih bir faadtsde
Ömer b. Hattab (r.a.) şöyle anlatır:
"Rasulullah
(s.a.v,) bize Allah için sadakada bulunmamızı emretti. Yanımda da o hususta
verecek uygun bir mal vardı. Bu gün, eğer geçebilirsem, bir gün olsun Ebu
Bekir'i geçeceğim, dedim, malımın yarısını Rasulullah'a (s.a.v.) getirdim.
Rasulullah (s.a.v.) bana:
"Ailene ne
bıraktın?" Buyurdu. Ben de:
"Onun kadarını
bıraktım" cevabını verdim. Ebu Bekir ise, bu arada, bütün malını getirdi.
Rasulullah (s.a.v.) ona da: "Ailene
ne bıraktın?" Buyurduğunda,
Ebu Bekir cevaben:
"Onlara Allah ve
Rasulü'nü bıraktım" dedi. Bunun üzerine ben:
"Sen hiçbir şeyde
kat'iyyen geçemem, dedim?"
Ömer'in (r.a.)
buradaki yaptığı, hayır hususunda olan bir yarış ve mubah olan bir gıbtadır.
Fakat, Ebu Bekir Sıd-dık'ın hali, mutlak olarak bir yarıştan ve başkasının
haline bakmaktan uzak olduğu için, ondan daha üstündür.
Mi'rac konuşmasında Musa'nın
(a.s.) da durumu böyleidi:
Rasulullah (s.a.v.)
bazı hususlarda kendisinden öteye geçtiği için, ona bir rekabet ve gıbta hissi
doğmuştu, da ağlamıştı. Seni ağlatan nedir? diye sorduklarında da:
"Ağlıyorum; çünkü
bir genç benden sonra Peygamber olduğu halde, onun ümmetinden cennete girecek
olanlar, benim ümmetimden girecek onlanlardan daha çoktur" cevabını
vermişti.
Bu hadis'i Buhari ve
Müslim "SahüTlerinde rivayet etmişlerdir.
"SahilTin
haricindeki bazı lafızlarda da şöyle rivayet edilir:
"Miraç'da, sesini
yükselterek şöyle diyen bir adama uğradık"
"Onu izzetli ve
daha üstün kıldın..."
Bunun üzerine
kendisine vardık; selam yerdik, selamımıza karşılık verdi ve:
"Senin yanındaki
kimdir, ey Cibril?" dedi. Cibril:
"O, İmran oğlu
Musa'dır, dedi: Ben:
"Kime karşı böyle
sitemli konuşuyor?" dedim. Cibril:
"Rabbına karşı
senin hakkında sitem ediyor" dedi. Ben:
"Rabbı huzurunda
sesini yükseltiyor, dediğimde, Cibril:
"Allah azze ve
celle onun doğruluğunu bilmektedir, cevabını verdi"
Ömer'in (r.a.) hali
Musa'nın (a,s.) haline benzemektedir. Rasulullah?ın (s.a.v.) hali de, Musa'nın
(r.a.) halinden üstündür. Çünkü, onda, Musa'da (r.a.) olan halde yoktu.
Yine, Ashab-ı Kiram
arasında Ebu Ubeyde b. Cerrah gibileri geçen hallerin tümünden uzaktılar; her
ne kadar mubah ise de, kendisinde rekabet ve gıbta hali bulunandan derece
itibariyle daha üstündüler. Bu sebepledir ki, Ebu Ubeyde Rasulullah (s.a.v.)
tarafından "Bu ümmetin emini" medhiyyesine nail olmuştur. Zira,
güvenilen kimsede emanet edilen şeye karşı içten bir zorlama olmadığı zaman
emanete, içten zorlanması olduğu hususunda endişe edilenden daha fazla layık
olur. Bundan dolayı hadım kimseler kadınlara ve çocuklara karşı koruyucu (emin)
olarak bırakılırlar; küçük vilayete, büyük vilayete karşı bir hırsı olmadığı
bilinen kimse emin olarak görevlendirilir; mala, ondan birşey alacağına dair
bir niyyeti olmadığı bilinen kimse emanetçi bırakılır. İçinde bir hainlik
bulunan kimseye bir şey teslim edildiğinde bu, koyunun kurt'a teslim edilmesine
benzer ki, onun içinde emanet edilen koyuna karşı bir istek bulunduğundan onu
sağlam olarak teslim edemez.
İmam Ahmed'in
Müsned'inde rivayet edilen bir hadisde
Enes (r.a.) şöyle der:
"Bir gün
Rasulullah'ın (s.a.v.) huzurunda oturuyorduk. Bu arada Rasuluilah (s.a.v.)
şöyle buyurdu:
"Şu anda size şu
vadiden doğru cennet ehlinden biri çıkageleçek" (Enes):
"Bu esnada
Ensar'dan bir adam ayakkabıları sol elinde asılı olduğu vaziyette sakalından
abdest suyu damlayarak çikageldi ve selam verdi. Ertesi gün olunca, Rasuluilah
(s.a.v.) aynı şeyi gene söyledi; o adam aynı haliye aynı şekilde çıkageldi.
Üçüncü gün olunca Rasuluilah (s.a.v.) sözünü yine tekrarladı: Bir müddet sonra
Rasuluilah (s.a.v.) kalkınca, Abdullah b. Amr b. el-As (r.a.) o adamı takib etti
ve şöyle dedi:
"Ben babamla
münakaşa ettim, üç gün onun yanına varmayacağıma dair yeminde bulundum; üç gün
geçinceye kadar beni barındıracağını bilirsem, öyle yapacağım. Adam:
"Evet,
olur!" dedi. Enes (r.a.):
Abdullah anlatıp diyor
ki: Üç gece o adamın yanında kaldım, bu müddet zarfında onun gece ibadetine
dair bir şeyi ifa ettiğini görmedim. Ancak, gece uyandığımda yatağında çevrili
vaziyette, sabah namazına kadar Allah azze ve cel-le'yi zikreder ve tekbir
getirir. (Abdullah): Yine onun sadece hayır söylediğini işittim. Üç günü tamam
ettiğimizde, neredeyse onun amelini basit görecektim, dedim ki:
"Ey Abdullah (Ey
Allah'ın kulu!) Benimle babam arasında bir kırgınlık ve ayrılık yoktu, lakin
Rasuluilah'tan (s.a.v.) üç kere
"Size cennet
ehlinden biri çıkageleçek"
diye işitip, ondan
sonra da sen çıkagelince, istedim ki, sende kalayım ve ne amel yaptığını göreyim
de ona uyayım; fakat seni çok amel yapar olarak görmedim, Rasulullah'ın
(s.a.v.) söylediğine seni ulaştıran nedir?
O ise şöyle dedi:
Sadece gördüğün; ancak ben hiçbir müslümana,
kendisine Allah'ın ihsan ettiğine karşı içimden bir haset ve hıyanet de duymam.
Abdullah b. Amr da
bunun üzerine dedi ki:
"Rasulullah'ın
(s.a.v.) söylediğine (cennete) seni ulaştıran bu şeylere ise biz güç
yetiremeyiz"
Abdullah b. Amr
buradaki, Rasulullah'ın (s.a.v.) söylediğine seni ulaştıran bu şeylere ise biz
güç yetiremeyiz sözüyle: Onun bütün hased çeşitlerinden ari ve uzak olduğuna
işaret etmektedir.
Onun için Allah Teala
Ensar'ı (r.a.) Överek şöyle buyurmuştur:
"Onlara verilen
şeylerden dolayı kalplerinde bir ihtiyaç (eğilimi) duymazlar; ihtiyaçları olsa
bile onları kendilerine tercih ederler. (Haşr: 59/9)
Ayette, kendilerine
verilenlerle kastedilenler, Ensar'ın kardeşleri olan Muhacir (Mekke'den
Medine'ye göç eden)lerdir. Müfessirler, kalplerinde-göğüslerînde bir ihtiyaç
eğilimi duymamalarından maksat da, muhacir kardeşlerine verilenleri gıbta ve
hased etmemeleridir, demişlerdir. Kimisi, bundan maksat, ganimettir, dediği
gibi; kimisi de, üstünlük ve önde olmadır, demiştir. Hasılı, Ensar, (Medineli
yerli müslümanîar), kardeşleri olan Muhacirlere verilen malı da mevkii de
gıbta etme ihtiyacım duymazlar, anlamı çıkmaktadır ki, zaten haset de bundan
dolayı meydana gelir.
Evs ve Hazreç
kabileleri arasında, Allah'ın dinine karşı gayret hususunda bir yarış olurdu;
bunlardan bir gurup Allah ve Rasulü katında üstünlük kazandırıcı bir amel
yaptıkları zaman, diğer gurup da onun benzerini İşlemeyi arzulardı. Bu ise,
Allah'a yaklaştıracak bir amel hususunda yapılan yarışmadan ibarettir ki,
bununla ilgili olarak Allah Teala şöyle buyurur:
"İşte yarışanlar
bunun için yarışsınlar" (Mutafifin:
83/26)
Kötü görülen hased'e
gelince: Allah Teala bununla ilgili olarak yahudiler hakkında şöyle
buyurmuştur:
"Kitap ehlinden
çoğu, hak kendilerine apaçık belli olduktan sonra sırf içlerindeki hasetten
dolayı sizi imanınızdan sonra küfre döndürmeyi çok arzu ederler. (Bakara:
2/109)
Yahudiler, kendileri
hak dinde olmamalarına rağmen, hak dinde olanları kıskanarak onların dinden
dönmelerini arzu-luyorlardı. Çünkü onlar müslümanlara olan nimetleri ve
kendilerinin de onun benzerinden mahrumiyetlerini görünce müslümanları Kased
etmeye başlamışlardır. Bunu başka bir ayet-i kerime şöyle anlatır:
"Yoksa! Allah'tn,
insanlara cömertçe sunduğu ni'met ve ihsanına karşı hased mi ediyorlar? Oysa
biz İbrahim soyuna da Kitap ve hikmet vermiş ve onlara büyük bir mülk
bağışlamıştık. Bu sebeble onlardan kimi iman etti, kimi de yüz çevirdi;
öylesine de çılgın alevli cehennem yetti (Nisa: 4/54-55)
Yine, şöyle buyurur:
"De ki:
İnsanların Rabbına, insanların (yegane) hükümdarına, insanların ilahına;
cinlerden ve insanlardan, insanların kalplerine vesvese verip (Allah anılınca
da) sinsice geri çekilen vesvesecinin şerrinden sığınırım."
(Nas: 114/1-6)
Bazı müfessirlere göre
bu sure, yahudilerin Rasulullah'ı (s.a.v.) kıskanmaları üzerine inmiştir.
Hatta, muhterem zatına, yahudi Lebid b. A'sam vasıtasıyla sihir bile yapmışlardı.
Halbuki, Allah'ın bir kimseye verdiği ni'metten dolayı kızgınlık ve kıskançlık
besleyen kimse, zalim ve tecavüzkar kimsedir. Ayrıca, Allah'ın sevdiğini üstün
kılmasını, kendisine benzediğinden dolayı hoşlanmayan da bu gibi hasletten
menedilmiştir; ancak bu, onu Allah'a yaklaştıran şeyde olursa, müstesnadır;
şayet, Allah'a yaklaştıran şeyle
ilgili, verilen özelliğin benzerinin verilmesini arzu ederse, bir sıkmcası
yoktur. Kalbinin, başkasının haline bakmaması itibariyle bundan yüz çevirmesi
ise, daha üstündür.
Sonra eğer, şu hasedin
sahibi, hasedin gereğiyle amel edecek olursa, tevbe etmemesi halinde cezayı
hak edecek zalim ve tecavüzkar bir kimse olur. Hased edilen kimse de, sabır ve
takva emredilen mazlum bir kimse olması sebebiyle, hased edenin eziyyetine
sabredecek olursa, Allah tarafından affedilip bağışlanır. Bu gerçeği Allah
Teala şöyle buyurmuştur:
"Kitap ehlinden
çoğu, hak kendilerine apaçık belli olduktan sonra sırf içlerindeki hasedden
dolayı sizi imanınızdan küfre döndürmeyi çok arzu ederler. Allah'ın (bu
husustaki) emir gelinceye kadar bağışlayıp vazgeçin. (Bakara: 2/109)
Yusuf (a.s.) da,
kardeşlerinin hasedine uğramıştı da hakkında şöyle demişlerdi:
"Yusuf ve (Öz)
kardeşi (Bünyamin), babamıza bizden daha sevgilidir. Oysa biz cemaatiz. Babamız
açık bir yanlışlık içindedir!" (Yusuf: 12/8)
Yusuf ve Bünyamin'i,
babalarının daha üstün tutmasından dolayı kardeşleri kıskançlık içinde
olduklarından Ya'kub (a.s.), Yusuf'a (a.s.) şöyle demişti:
"Yavrum, rüyanı
kardeşlerine anlatma sonra sana bir tuzak kurarlar. Çünkü şeytan, insana apaçık
bir düşmandır! (Yusuf: 12/5)
Sonra kardeşleri ona,
öldürülmesini, kuyuya atılmasını, kafir ülkesine götüreceklere köle olarak
satılmasını düşünmek suretiyle de zulmettiler; öyle de oldu, sattılar, böylece
bir kafir topluluğuna köle oldu. Sonra, başka zulme de duçar oldu: Biri onu
kendine arzulayarak zina'ya da'vet etti, o ise iffet gösterip kaçınarak,
kötülüğü işlemeye karşı zindanı
tercih etti. Allah'ın gazabına karşı dünya azabını seçti. Böylece, kendisini
nefsani arzularına ve bozuk niyyet-lerine alet etmek isteyen kimse (kadın)
tarafından mazlum durumuna düşürdü.
İşte bu sevgi,
sevgilisinin isteğine bağlı olarak ve her ikisinin şifasının da kendisinin ona
uymasıyla gerçekleşebileceği bir sevgiydi. Diğer taraftan ona kızanlar ise,
onu, isteği olmadan kuyuya attıracak ve esir bir köle yaptıracak kadar katı bir
duyguyla kızmışlar, mutlak bir hürriyetten, isteği dışında olarak, anlamsız
bir köleliğe itmişlerdi. Yine, Allah sevgisi onu kendi isteğiyle bir zindan
mahkumu olmayı kabule sevketmişti, ki bu mihnetlerin en büyüğü idi... Onun
bütün bunlardaki sabrı, takva'ya bağlı ve kendi isteği dahilinde olan bir sabır
mahiyetindeydi. Ancak, kardeşlerinin, sadece iyilerin sabredeceği,
sabretmeyenlerin ise İnsan dışı mahluklar gibi bir rahatlığa kavuşacağı
musibet cinsinden olan zulumlarma sabır ise böyle değildir. İşte takva'ya
(Allah korkusuna) bağlı olan ikinci sabır, şu geçen diğer sabırdan daha
üstündür. Onun için Allah Teala şöyle buyurmuştur:
"Doğrusu, kim
(Allah'dan) korkup sakınır ve sabrederse, şühesiz Allah iyilerin ecrini zayi
etmez" (Yusuf: 12/90)
İşte bunun gibi, bir
mü'min imanından dolayı eziyet görür, küfrü, fışkı ve isyanı kabullenmesi
kandisinden istenir, yapmadığı takdirde eza ve cefa yapılır da, o eza ve
cefa'yi dininden ayrılmaya tercih ederse, onun için hapis ve hicret vardır.
Mekke'li müslüman muhacirler de aynen vatanlarından ayrılmayı dinlerinden
ayrılmaya tercih etmişlerdi ki, dinlerinden ayrılmayı kabul etmedikleri için
İslam düşmanları tarafından kendilerine çeşitli işkence ve azab reva
görülmüştü.
Rasulullah ta (s.a.v.)
müşrikler tarafından türlü eziyetler gördüğünde
kendisine yapılanlara karşı isteğiyle sabretmekteydi. Çünkü o, isteyerek
yaptığı şeyi bırakması, yapmaması için eziyyet görmekteydi. Bu ise, Yusuf'un
(s.a.v.) sabrından daha büyüktü. Çünkü, Yusuf dan (a.s.) nefsani kötülüğü
kabullenmesi istenmiş, kabul etmeyince de, hapis ile cezalandırılmıştı.
Rasulullah (s.a.v.) ve Ashab'mdan da küfrü kabullenmeleri istendiğinde,
kabullenmedikleri için, ölümden başka bir şeyle cezalandırmak istememişlerdi.
Hapis ise, cezaların en hafifidir, çünkü müşrikler onları ve Beni Haşim'i
"Şi'b" mahallesinde bir müddet mahsur bırakmışlardı, sonra Ebu Talib
ölünce, düşmanlıklarını daha da katılaşırdılar. Ensar'ın Rasulullah'a (s.a.v.)
herhalü karda itaat ve yardımda bulunacaklarını ifade eden "Biaf'lannı
öğrendikleri zaman da Hicretlerini bile engellemek istemişler, Ömer b. Hattab
ve benzeri bazı kişiler müstesna olmak üzere herkes bu yüzden gizlice çıkıp
gitmişlerdi. Öz yurtlarını terketmekten başka bir çarelerinin kalmadığı bu
sırada, müşrikler yine onlardan bazılarını hicretten engelleyip hapsetmişlerdi.
Müslüman'ların
başlarına gelen eza ve musibetler, sırf Allah'a ve Rasulü'ne itaat sebebiyle
İsteğe bağlı olarak meydana gelmekteydi. Dolayısıyla Yusuf'un (a.s.) başına gelen
cinsten, kula istemeden gelen semavi eza ve musibetlerden değildi. Yine, Yusuf
(a.s.) ile babası arasındaki ayrılığa benzer cinsten bir musibet değildi.
Rasulullah'ın (s.a.v.) ve Ashab'mın başlarına gelenler, iki sabır cinsinin en
şereflisi, en büyüğü idi; o sabır sahipleri olan zatlar da derece itibariyle
daha üstün kişilerdi. -Her ne kadar bu musibet sahipleri sabırlarından, rızalı
hallerinden dolayı mükafat görecekler ve o musibetler de günahları için bir
keffaret olacak ise de- Çünkü Allah ve Rasulü'ne itaati tercih ettiği için musibete
uğrayıp, eza görene, musibetin kendisinden dolayı mükafat verilir, ayrıca o
sebeple bir iyi amel yazılır. Bu manada Allah Teala şöyle buyurur:
"... Bu böyledir;
çünkü onlara Allah yolunda bir susuzluk, veya bir yorgunluk ya da bir açlık
sıkıntısı; kafirlerin öfkesini kabartacak bir yere ayak basmaları ve düşmana
karşı bir başarıya nail olmaları karşılığında mutlaka kendilerine iyi-yararlı
bir amel yazılır. Şüphesiz ki, Allah iyilerin mükafatını zayi etmez"
(Tevbe: 9/120)
Ancak, kulun isteği ve
iradesi dışında gelen hastalık, güç ölüm ve malın çalınması gibi musibetler
böyle değildir; çünkü onlara sabırdan dolayı sevap ve mükafat verilir, onlardan
meydana gelen şeyin kendisine verilmez. Zira musi-, betler sebebiyle günahlar
keffarete (afva) uğrar, sevap ise isteyerek yapılan ve ondan meydana gelen
amellerde olur. İmanları uğrunda, Allah ve Rasulü'ne taatleri uğrunda, eza
görüp de o sebeple başlarına sıkıntı, hastalık, hapis, yurdundan ayrılık, mal
ve ailesinin kaybı; dövme, sövme, mevki ve makam kaybetme gibi musibetler
gelenler bu halleriyle Rasulullah'ın (s.a.v.) ve onların tabüerininilk muhacir
zatlar gibi- yolunda bulunmaktadırlar, gördükleri eza'dan dolayı kendilerine
sevap verilir ve bir iyi amel yazılır; aynen mücahidin açlık, susuzluk,
yorgunluk ve kafirlere olan kızgılığından dolayı sevap gördüğü gibi; zira
bunlar her ne kadar bizzat işlenmiş amellerin eserleri değilse de, istekle
yapılan hareketin sebebidir ki, adına "Netice: İstekle yapılan
hareketlerden doğan durum" denir. İslam alimleri bu mevzuda ihtilafa
düşerek: Bu neticeye, sebebin işleyicisinin bir fiili denebilir mi? Yoksa o Allah'ın
mıdır? Veya işleyicisi yokmudur? şeklinde bir takım görüşler üzerinde
durmuşlardır. Doğru olan, o neticenin sebebin işleyicisiyle, diğer sebepler
arasında ortak olduğudur. Bu bakımdan, kula o sebeple bir iyi amel yazılır.
Hased çok az insanın ondan kurtülabildiği, nefsin önemli hastalıklarından
biridir. Onun için şöyle denmiştir:
"Hiç bir cesed
uzak değildir hasedden,
Onu açıklayan kötü,
iyi de gizlenen..."
Hasan-i Basri'ye:
"Mü'min hased
eder mi? dendiğinde şu cevabı vermiştir:
"Yusuf
Peygamber'in kardeşlerini nasıl unutuyorsun, babasız kalası! Lakin o senin
göğsünde gizli şekilde bulunmaktadır, onu eline ve diline çıkarmadığın
müddetçe sana zarar vermez"
İçinde bir başkasına
karşı hased olan kimse, bu duygusunun yanında takva ve sabırla hareket ederse,
onu içinden hoş görmez. Çoğu insanlar, hased edilen kimseye haksızlıkta
bulunmadıkları gibi ona zulmedene yardım da etmezler. Fakat, aynı şekilde,
onun hakkı olan şeyi de yerine getirmezler; hatta, bir kimse onu kötülese ona
katılmadıkları gibi iyiliğinden de bahsetmezler; biri onu övecek olursa da
susarlar. İşte bunlar o kimse hakkında emredileni ter-kettiklerinden; aşırı
gidip haksızlık etmemekle beraber onu ihmal ettiklerinden, ceza göreceklerdir.
Ceza olarak onlara hakları eksik olarak verilir, bazı yerlerde kendilerine
adaletle muamele edilmez, kendilerine zulmedene karşı, aynen kendilerinin
hased ettiklerine yardım etmedikleri gib, yardım edilmezler. Fakat, haset
ettiğine sözle ya da filen haksızlık eden evvelkisinden değişik şekilde ceza
görür.
Kim Allah'dan korkar
(takva sahibi olur) da sabrederek zalimler zümresine girmez ise, Allah onu
takva'sı sebebiyle mükafatlandırır. Nitekim, böyle bir durum Rasulullah'ın
(s.a.v.) temiz zevcelerinden, Zeyneb (r.a.) binti Cahş için mevcuttur. O, Aişe
(r.a.) ile zikredilen hususta yarış yapardı.
Kadınların
birbirlerine olan kıskançlıkları gayet sıkça meydana gelen bir olaydır.
Bilhassa böyle bir durum, bir erkeğin nikahında olan bir kaç kadın arasında çok
olur.
Çünkü kadın kocasını,
onda nasibi olduğu için kıskanır; halbuki kendisine bir ortak olacak olursa o
nasibinin elinden kaçacağını düşünür.
İşte hased, çok kere
bir başkanlık vs. gibi mevkide, bir mal ve mülkte ortak olan kimselerde meydana
gelir; onlardan biri hisse alacak olsa diğeri kaybeder. Yine, Yusuf'un (a.s.)
kardeşlerinin hasedi gibi, Adem'in (a.s.) oğullarının diğer kardeşini hasedi
gibi, eşit ve aynı durumda olanlar arasında, birinin diğerinden üstün olması
istenmediği için olur. Çünkü Adem'in (r.a.) oğullarından Kabil kardeşi
Ha-bil'i, Allah'ın onun kurbanını kabul edip kendisininkini kabul etmediği, onu
kendisine iman ve takva'ca üstün kıldığı için hased etmişti.-Yahudilerin
müslamanları hased ettikleri gibi- Bu sebeple kardeşi Habil'i öldürmüştü. Onun
için denir ki: Allah'a kendileriyle isyan edilen ilk günah üçtür: Hırs, kibir
ve hased.. Hırs, Adem'den (a.s.); Kibir, İblis'den; hased de, kardeşi Habil'i
öldürdüğü için Kabil'den meydana gelmiştir.
Hadis'de (îbn-i
Ebu'd-dünya, Ebu Hüreyre'den rivayetle) şöyle buyurulur:
"Üç şey vardır
ki, ondan hiç kimse kurtulamaz: Hased, kötü zan ve uğursuzluk sayma. Bunlardan
nasıl çıkılacağını size anlatacağım: Hased ettiğin zaman, nefret besleme; kötü
zanda bulunduğun zaman, gerçekleştirme; uğursuzluk gördüğün zaman, durmayıp
geç."
Ahmed b. Hanbel'in
Sünen'inde ve diğerlerinde de şöyle buyurulur:
"Size sizden
öncekilerin şu hastalıkları sirayet etti: Hased ve kin. Kin tıraş edicidir; saç
tıraş edicisi değil, din tıraş (helak) edicisîdir."
Rasulullah'ın (s.a.v.)
hased'i burada, cimriliği "Cimrilikten daha büyük hastalık
hangisidir?" sözünde hastalık olarak buyurduğu gibi-bir hastalık şeklinde
nitelendirmesinden anlaşılmaktadır
ki, hased hakikaten bir hastalıktır.
Başka bir hadis'de de
şöyle geçer:
"Allah'ım, çirkin
huylardan, kötü ve ihlassız amellerden, zararlı heveslerden ve kötü
hastalıklardan sana sığınırım"
Görüldüğü gibi
Rasulullah (s.a.v.) aslı (Da') olan hastalıkları kötü huylara ve zararlı
heveslere atfederek onlarla bir saymıştır. Şüphesiz huy (ahlak) nefsin, adeti
ve seciyyesi değildir. Allah Teala şöyle buyurur:
"Ve sen büyük bir
ahlak üzeresin" (Kalem: 68/4)
İbn-i Abbas, İbn-i
Uyeyne ve Ahmed b. Hanbel (r.a.), ayet-i kerimede geçen (büyük ahlak)
ifadesini, "büyük bir din" olarak tefsir etmişlerdir. îbn-i Abbas'ın
tefsirindeki ifadesi, "İslam Dini" şeklindedir. Aişe (r.a.) validemiz
de: "Rasulullah'm ahlakı Kur'an'dı", demiştir. Hasan-ı Basri ise:
"Kur'an edebi, büyük bir ahlaktır", demiştir.
Heves (Heva)ya
gelince: Bu, arizi şekilde bazan olur. Hastalık (Da') ise, bir hastalıktır. O
hastalık, kalbin elemi ve fesadı'dır. Geçen bir evvelki hadisde hased kinle
yanyana zikredilmiştir. Çünkü hased eden kimse evvela, Allah'ın başkasına olan
Iutuf ve ihsanını hoş görmez, sonra da o kimseye kin duymaya başlar. Zira,
gerekli olana kin, gerekli görülen'e kin'i gerektirir; Allah'ın nimeti gerekli
olduğu zaman hased eden onun yok olmasını isterse, o nimet ancak nimet sahibi
kimsenin ortadan kalkmasıyla yok olur; zira hased eden ona kin besler ve yok
olmasını ister...
Hased, tecavüz ve
haksızlığı gerektirir Allah Teala bizden önceki ümmetlerin halinden haber
vererek şöyle buyurmuştur:
"Kendilerine ilim
geldikten sonra sırf aralarındaki ihtiras (çekememezlik) yüzünden aralarında
ayrılığa düştüler. (Al-i İmram 3/19)
İhtilafları
ilimsizliklerinden dolayı değildi, aksine hakkı bilmekteydiler, fakat birbirlerine ihtirasla haksızlık
yapmışlardı. Aynen hased eden'in hesed edilene kıskançlıkla haksızlıkta
bulunduğu gibi...
Buhari ve Müslim'in,
Enes İbn-i Malik'den (r.a.) rivayet ettiği hadis-i şerifde Rasulullah (s.a.v.)
şöyle buyurmuştur:
"Ashabım!
Birbirinize kindar olmayınız, birbirinize hased etmeyiniz, birbirinize sırt
çevirmeyiniz, birbiriniz-le ilginizi kesmeyiniz. Ey, Allah'ın kulları!
Birbirinizle kardeş olunuz. Bir müslüman'ın din kardeşini üç günden fazla küs
bırakması helal değildir. Öyle bir küslük ki, iki mü'm in birbirlerine
kavuştukları zaman birisi yüzünü şu tarafa çevirir, öbürüsü de öte tarafa
çevirir. Halbuki iki mü'minin hayırlısı, şu önce selam vermeye başlayandır"
Sıhhatinde ittifak
edilen bir hadis-i şerifde Enes İbn-i Malik Rasulullah'ın şöyle buyurduğunu
rivayet eder:
"Nefsim elinde
olan Allah'a yemin olsun ki, sizin biriniz kendisi için sevdiğini mü'min
kardeşi için de sevinceye kadar tam mü'min olamaz" Allah Teala da şöyle
buyurur:
"İçinizden bir
kısmı var ki, pek ağır davranır. Eğer size bir felaket erişirse; "Allah
bana lütfetti de onlarla beraber bulunmadım" der"
"Eğer AHah'dan
size bir ni'met erişirse, sizinle kendisi arasında hiç sevgi yokmuş gibi
"Keşke ben de onlarla beraber olsaydım da büyük bir başarı
kazansaydım!" der" (Nisa:
4/72-73)
Ayet-i kerimede geçen,
ağır davrananlar: Mü'min kardeşlerini kendi nefislerini sevdikleri gibi
sevmeyip bil'akis bir musibet özellikle onlara eriştiği zaman da üzülen, hatta
o nimetten kendilerinin de payı olmasını arzulayan kimselerdir. Onlar ancak
dünyanın ni'metini kendilerine gelmesi ve dünyanın şerrinin îde kendilerinden
gitmesiyle sevinirler. Halbuki, onlar Allah'ı, Rasulü'nü ve ahireti sevmedikleri
zaman o şekilde olsalar dahi kardeşlerini severler, onlara erişen bir
nimet'ten hoşnud olurlar, erişen bir musibetten de acı duyarlar; çünkü
mü'minlerin sevinmesiyle sevinmeyen, üzülmesiyle de üzülmeyen onlardan değildir.
Buhari ve Müslim'in
Sahihlerinde Amir, Nu'man b. Beşif'i şöyle hitab edip konuşurken işittim der:
"Rasulullah
(s.a.v.) şöyle buyururken işittim:
"Birbirlerini
sevmekte, birbirlerine merhamet etmekte, birbirlerine şefkat göstermekte
mü'minler, tıpkı tek azası rahatsızlandığında, tümü uyumayan ve acı içinde
kıvranan cesed gibidir"
Yine
"Sahihayn" de Ebu Musa eî-Eş'ari, Rasulullah'ın (s.a.v.) şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir:
"(İslam
camiasında) mü'minin mü'mine bağlılığı, parçaları birbirine bağlayıp kuvvetlendiren
yekpare bina gibidir" Buyurdu. Bu bağlılığı göstermek için iki elinin parmaklarını
birbirine geçirdi.
Lüzumsuz tutumluluk
bir hastalıktır, cimrilik bir hastalıktır, kıskançlık (hased) de cimriliğin
kötü yönlerinden biridir. Nitekim, Ebu Davud'un Rasulullah'tan (s.a.v.) rivayet
ettiği bir hadis'de Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurur:
"Hased,
iyilikleri ateşin odunu yiyip tükettiği gibi yiyip tüketir; sadaka da
kötülükleri, suyun ateşi söndürdüğü gibi söndürür."
Bunun sebebi ise,
cimrinin nefsini düşünmesi ve koruması, kıskancın da Allah'ın kullan
üzerindeki ni'metinden hoşlanmamasıdır. Fakat, insanda bazan menfaatleri
hususunda kendisine yardım eden için ve eş durumda olanlara kıskançlık icabı
bir iyilik yapma hali olabilir; bazan da başkasına kıskançlık duymadan bir
cimrilik bulunabilir ki, hadisde "Şuh" ile ifade buyuruian tutumluluk
işte budur.
Allah Teala bu
"Şuh" la ifade edilen cimrilik hakkında şöyle buyurur:
"Kim nefsinin
cimriliğinden korunursa, işte onlar umduklarına erenlerdir. (Haşr: 59/9)
Buharı ve Müslim'in
"Sahih"inde rivayet edilen bir hadis'de de Rasulullah (s.a.v.) şöyle
buyurur:
"Cimrilikten uzak
durun; sizden öncekiler bu yüzden helak oldular. (Şeytan) onlara cimriliği
emretti, cimrilik ettiler; akrabadan ilgilerini kesmelerini emretti, akrabadan
ilgiyi kestiler; onlara facirliği (zinayı) tavsiye etti, fıs-ku fücur (zina)da
bulundular"
Abdurrahman b. Avf
(r.a.) tavafı esnasında şu şekildeki bir duayı çok yapardı:
"Allah'ım Beni
nefsimin cimriliğinden koru"
Bir ara ona adamın
biri:
"Bu duayı ne de
çok yapıyorsun!" dediğinde şu cevabı vermiştir:
"Nefsimin
cimriliğinden korunursam, cimrilikten, zulümden ve akraba ile ilgiyi kesmekten
de korunmuş olurum"
Aynen bunun gibi hased
de, normal sonucu zulme ulaşan bir duygudur.
[9]
Cimrilik ve kıskançlık
(hased), nefsin kendisine fayda verecek şeydan nefret etmesi, zarar verecek
şeyi de sevme-sidir. Bundan dolayıdır ki, kıskançlık kin ve öfkeyle birlikte
zikredilmiştir. Şehvet ve aşk hastalığı ise, nefsin kendisine zarar verecek
şeyi sevmesidir. Bazan bununla birlikte kendisine fayda verecek şeye nefret de
meydana gelebilir. Aşk ise, nefse ait bir hastalıktır, bedende tesiri
kuvvetlendiği zaman bedeni bir hastalık halini alır. Bu ya dimağ hastalıklarından
kara sevda (kuruntu-Melankoli) hastalığı olur; bundan dolayı onda, melankoli
hali vardır, denilir. Ya da beden hastalıklarından zayıflık, güçsüzlük,
halsizlik ve benzeri sonuçlar doğurur.
Burada kastedilen
"Kalp hastahğı"dır. Bunun aslı, nefsin kendisine zarar verecek şeye
sevgi duymasıdır. Bu aynen, kendisine zarar verecek şeyi arzulayıp da
yedirilmeyin-ce sızlanan, yedirilince de hastalığı şiddetlenip artan bir bedeni
hastalığı bulunan kişinin haline benzer.
Aşık da böyledir;
sevdiğini görmek, ona dokunmak ve onu dinlemek suretiyle birlikte olması ona
zarar verir. Hatta arzu duyarak onu düşünmesi ve hayallemesi dahi zarar verir.
Sevdiği verilmediği zaman acı duyup azap çeker, verildiği zaman da hastalığı
şiddetlenir, ızdırabınm artmasına sebep olur.
Hadis-i şerifde şöyle
geçer:
"Allah, mü'min
kulunu dünyadan, sizden birinizin hastasını yemek ve içmekten koruduğu gibi
korur"
İmam Ahmed'in
"Kitabü'z-zühd"ünde Vehb'den nakledilen, Hz. Musa'ya ait münacatta
şöyle geçer:
"(Hadis-i
Kudsi'de) Allah Teala buyuruyor ki:
"Ben veli (dost)
kullarımı dünyanın nimetlerinden ve refahından, şefkatli bir çobanın develerini
tehlikeli yerlerden koruduğu gibi korurum. Onları dünyaya yerleşme ve orada
güzel yaşama duygusundan, şefkatli bir çobanın develerini gaflet yerlerinden
uzaklaştırdığı gibi uzaklaştırırım. Bunu böyle yapışım onların benim nazarımda
hakir ve önemsiz olmalarından değil, ancak benim ikram ve ihsanımdan
nasiblerini salim bir şekilde, bolca, dünya o nasibi zedeleyip heves
söndürmeden tam olarak almaları içindir" Şüphesiz ki, hastanın şifası
hastalığın yok olmasıyla hatta o kötü sevginin kalbinden gitmesiyledir.
İlim adamları aşk
hususunda iki görüşe sahiptirler; Bazıları, aşkın irade (istekler) kısmından
olduğu görüşündedirler ki, meşhur olan bu görüştür.
Bazıları da, tasavvur
(düşünceler) kıstnındandır, derler. Bu görüşe göre o, sevilen (ma'şuk)in
bulunduğu duruma nis-betie düşünülmesi bakımından hayalde meydana gelen bir
bozukluktur.
Bunlara göre; işte bu
sebepten dolayı Allah Teala'ya aşk tabiri isnad edilmez; ma'şuk da denmez, aşık
da; O bunların hepsinden uzaktır ve O'nun hakkında böyle düşüncede bulunan
kimse de Övülmez.
Birinci görüş
sahiplerinin; Allah aşk tabiri ile zikredilebilir, zira aşk tam bir sevgidir
ve Allah hem sever, hem de sevilir. Abdülvahid b. Zeyd'in rivayet ettiği bir
eser (hadisle, Allah Teala şöyle buyurmuştur:
"Kulum bana
yaklaşmaya devam edince o bana aşık olur, ben ona aşık olurum" sözlerine
gelince:
Evvela, bu hadis
olarak nakledilen söz, Sufilerin sözüdür. Ayrıca: İslam alimlerinin büyük çoğunluğu
aşk kelimesini Allah için söylemezler. Çünkü, aşk gereken ölçünün üstünde
fazla, aşın bir sevgidir. Allah Teala'nm sevgisinin ise, sonu yoktur, aşmayı
gerektirmeyen bir sınıra varmaz.
Bunlar demişlerdir ki:
Aşk ne Halik hakkında ne de mahluk hakkında güzel görülmeyecek mutlak olarak
kötü bir
şeydir. Çünkü o,
makbul bir sinirin ötesinde aşırı bir sevgidir. Yine, aşk kelimesi gelenekte
bir kadın ya da çocuk sevgisi için kullanılır; aile, mal, vatan, şöhret
sevgisi; peygamberler ve salih zatlar sevgisi gibi sevgiler için kullanılmaz.
Bu kelime daha ziyade haram bir işle ilgili olarak kullanılır; o da yalancı bir
kadın sevgisi yahut çocuk sevgisi gibidir. Hasılı haram bir bakış, haram bir
dokunma ve buna benzer haram fiiller bu kelimeyle birlikte kastedilir.
Bir-kimsenin karısına
ya da cariyesine olan aşırı sevgisi ise çok defa olduğu gibi, helal olmayan bir
şeyi işlemesi ve vacib olan bir şeyi de terketmesi bakımından adaletten ayırır.
Hatta, yenisine sevgisinden dolayı eski karısının çocuğuna zulmeder, o
karısının meşru olmayan istekleri sebebiyle dinîne ve dünyasına zarar veren
şeyleri işler, mesela; O'na hak etmediği mirası verir, yahut velayet ve
Al-lah'm hududunu aşacak derecede mal bağışlar, yahut 0,'nu dinine ve dünyasına
zararlı olacak bir takım şeylere sahip kılar... Bütün bu dinen haram şeyler,
temasta bulunması mubah ve caiz olan bir kimsenin aşkı uğrunda işlenir.
Bu böyle olunca, ya
yabancı (mahrem olmayan) kadın ve erkeklerin namına duyulan aşklar nasıl
olurki?!! Bunda ise ancak Allah'ın bilebileceği çok fesat ve fitne vardır; aşk
sahibinin dinini ve iffetini harab edecek, aklını ve vücudunu çürütecek nice
hastalıklar meydana gelir. Bu manada Aİlah Teala şöyle buyurur:
"... Sözü yumuşak
(tatlı bir eda ile) söylemeyin ki, kalbinde hastalık bulunan kimsede tama
(arzu) uyanabilir..."
(Ahzab: 33/32)
Kalbinde şehvet ve
şeklen istek hastalığı olan kimseye arzu ettiği, boyun eğidiğinde tam duymaya
başlar; tama da arzuyu ve o husustaki hastalığı artırır. Ama o hasta kalpli
kimse arzu ettiğinden ümitsiz olduğu zaman böyle olmaz; çünkü ümitsizlik tama'ı
giderir, istek zayıflar, ardından da sevgi
zayıflar. Zira insan ümitsiz olduğu şeyi istemekle meşgul olmaz ve istemekle de
amel (iş) asla meydana gelmez, bil'akis nefis konuşur. Ancak onun beraberinde
bir konuşma, bir bakış ve benzeri şey bulunur ki, bununla da o kimse günahkar
olur.
Fakat aşka tutulur da
iffetini muhafaza eder ve bu uğurda günaha girmeyerek sabırda bulunursa, Allah
azze ve celleye olan korku ve saygısından dolayı sevap elde eder. Bu konuda
hadis'de de şöyle geçmiştir:
"Aşık olup da
iffetini koruyan, aynı zamanda gizleyip sabreden ve sonra (o hal üzere) ölen
kimse, şehid olmuştur"
Bu, Yahya el-Katad'ın
Mücahid'den onun da İbn-i Ab-bas'dan merfu olarak zikrettiği meşhur bir
hadisdir. Bunda ihtilaf vardır ve bu hususta delil getirilemez.
Ancak, şer'i
delillerden anlaşılmaktadır ki, aşık olan kimse gözle, sözle ve hareketle
haramlardan iffetini muhafaza ederse, onu kimseye açmaz ve harama kaçacak
şekilde konuşmazsa; ya insanlar dert yanmak, ya çirkin ve aşırı bir hareket
yapmak, ya sevdiğini istemek nev'in'den bir şeyde bulunmazsa; Allah'a itaat
etmede sabır ve sebat gösterirse, isyandan kaçınırsa, bir felakete uğrayanın o
felaketin acısına sabretmesi gibi kendisi de kalbindeki sevgi ve aşkın
izdırabma sabrederse, böyle kimse Allah'dan korkup da sabredenlerden olur ki,
Allah Teala şöyle buyurur: "... Kim (Allah'dan) korkar ve sabrederse,
şüphesiz Allah iyilik edenlerin ecrini zayi etmez" (Yusuf: 12/90) İşte
hased hastalığı ve onun benzeri nefis hastalıkları da böyledir; şayet nefis
Allah'ın buğzettiği bir şeyi ister de kişi Allah'dan korkarak onu reddederse,
Allah Teala'nın şu yüce sözüne giren kimselerden olur:
"Ama kim Rabbı'nm
makamından, (O'nun huzurunda duracağı demden) korkar ve nefsini kötü
heveslerden
menederse, (Onun için)
gidilecek yer cennettir" (Naziat:
79/40-41)
Nefis bir şeyi sevdiği
zaman var gücüyle onu gerçekleştirmeye çalışır, hatta o gaye uğrunda bir çok
şeyler peşine düşer. Bu durumda kim kötü bir sevgi benimser yahut kötü bir
nefret besler de onları işlerse, günahkar olur. Mesela, bir kimseye hasedinden
dolayı kızar da, onunla ilgili olarak-hak-lanm vermemek, veya düşmanlık
beslemek gibi şeylerden dolayı- eziyette bulunursa, yahut, nefsani bir
isteğinden dolayı onu sever de o yüzden haram bir şeyi işlerse nefsani arzusu
için yaparsa, bunlar ve benzeri davranışların tümü, İnsan nefsinde
hastalıkların varlığının işaretidir... insan bazan bir şeye kızar sadece o
kızgınlığı sebebiyle vehim ve hayal eseri olarak haksızlıkla daha birçok şeye
de kızar. Aynen, bazan bir şeyi de sevince o yüzden sırf vehim ve hayalin
tesiri altında daha başka şeyi de sevdiği gibi.
Şair de bu konuda
şöyle demiş:
"Onun sevgisinin
tesiriyle siyahileri seviyorum.
Hatta o sevgi
sebebiyle siyah köpekleri bile seviyorum"
Evet, siyah birini
sevmiş yahut kara sevdaya tutulmuş, o yüzden her kara şeyi hatta kara köpeği
bile sever olmuş... Bütün bunlar kalpdeki düşünce ve istekle ilgili bir
hastalıktır.
Allah Teala'dan her
hastalık hakkında kalplerimize şifa vermesini dileriz. Çirkin huylardan, kötü
ve ihlassız amellerden, zararlı heveslerden ve hastalıklardan Allah'a
sığınırız.
Şu insan kalbi ve
Allah'ın kullarım ona göre yarattığı fıtrat "Allah sevgisi" için
yaratılmıştır. Bu hakikati Rasulul-lah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Her doğan çocuk
muhakkak İslam fıtratı üzere doğar. Sonra anasıyla babası onu yahudi, yahut
hiris-tiyan, yahut mecusi yaparlar. Nasıl ki, her hayvanın yavrusu tam azali
olarak doğar, ki o yavrunun burnunda, kulağında eksik ve kesik bir şey görülür
mü?"
Sonra Ebu Hüreyre
(r.a.) isterseniz. "Allah'ın yaratma kânununa (uygun olan dine dön) ki,
insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması dağiştirüemez..." (Rum:
30) ayetini okuyunuz, demiştir.
Hadis-i şerifden ds
anlaşılmaktadır ki, AUah Sübhanehu kullarını sırf kend' sevgisi ve sadece
kendisine ibadet için yaratmıştır. Fıtrat, bozulmadan korunduğu zaman kalp
sadece Allah'ı öilir ve sırf O'na ibadet eder. Fakat doğan çocuğu anne
babasının yahudi veya hıristiyan ya da mecusi yapması gibi bir hastalıktan
dolayı aslı, yaratılışı demek olan fıtratı bozulur.. Bütün bunlar Allah'ın kaza
ve kaderiyle de olsa-burun, kulak ve dudak gibi azanın kesilmesi nasıl bedenin
görünüşünü değiştiriyorsa- kalbin, üzerine yaratıldığı fıtratı değiştirip bozar.
Ancak sonra Allah Teala, o fıtrata dönme gayreti gösterenleri dönmeye muvaffak
kılar ve o kimse de asli fıtrat haline döner.
Rasulullah (s.a.v.) bu
fıtratı insanlara anlatmak ve tamamlamak için gönderilmişlerdir, onu
değiştirip bozmak için gelmemişlerdir. Kalp sadece Allah'ı sever ve dini O'nun
için halis kılarsa, kendini asla başkasının sevgisine kaptırmadığı gibi sözü
edilen aşk'a da tutulmaz. Aşk'a tutulması itibariyle de onun sevgisinin sırf
Allah için olduğunu söyleriz.
İşte, Yusuf (a.s.)
Allah'ı sevdiği ve dini O'na halis kıldığı için kendine kötülüğü teklif edenle
ilgilenmemişti. Hatta, Allah Teala O'nun hakkında şöyle buyurmuştur:
Böylece biz kötülüğü ve fuhuşu ondan
çevirmek istedik; çünkü o, ihlas'a erdirilmiş (seçkin) kullarımız dandır.
(Yusuf: 12/24)
Vezir'in karısı ise, o
ve kavmi Allah'a şirk koşanlardandı. Onun için aşk'a tutulmuştu. Aşk'a mübtela
olan birine ise tevhid ehli oluşunu ve imanını hatırlatırız. Aksi halde, Allah'a
yönelik ve O'ndan korkan bir kalpde onu aşktan çevirici iki etken vardır:
Birincisi: O'nun
Allah'a yönelmesi, Allah'ı sevmesidir. Çünkü bu, her şeydan daha tatlı, daha
hoştur. Bu durumda onda Allah sevgisi ile beraber hiçbir mahlukun zorlayıcı
sevgisi olmaz.
ikincisi: Allah'dan
korkmasıdır. Çünkü aşk'a zıd olan korku onu engelleyip çevirir. Bir şeyi aşk'la
ya da aşk'sız seven kimse ise, ondan daha sevgili bir şeyin sevgisi ile-O'nu
zorladığı zaman- o sevgiden çevrilir; o sevgiyi terketmek-ten daha kötü bir
zararın meydana gelmesi korkusuyla o sevgiden döner. Allah bir kula her şeyden
daha sevgili, nazarında korkmaya en layık biri olduğu zaman kendisinde ne aşk
ve ne de bununla ilgili bir gaflet ya da bazı vacibleri terk ve bazı haramları
işlemek- bu sevgi ve korkunun zayıflaması halinin dışında duygusu olmaz.
Şüphesiz iman, Allah'a
taatlerle kuvvetlenir, masiyetler-le zayıflar. Kul taatleri Allah'ı sevdiği ve
O'ndan korktuğu için işler ve yine masiyetleri de O'nu sevdiği ve O'ndan
korktuğu için terkederse, O'na sevgisi ve korkusu kuvvetlenir; kalbindeki
başkasına ait sevgi ve korku yok olur.
Beden hastalıkları da
böyledir. Sağlık benzeriyle korunur, hastalık da zıddıyla yok olur. Kalbin
iman sıhhati de aynen benzeriyle korunur ki o da, kalbin faydalı ilimden ve
güzel amelden sağladığı şeylerdir; bunlar onun gıdalarıdır. Rasulullah ta
(s.a.v.), İbn-i Me'ud'un merfu' ve mevkuf olarak rivayet ettiği bir hadisinde
şöyle buyurur:
"Ziyafet veren
(değerli) her kişi, davet ettiği kimselerin ziyafetine gelmesini elbette
ister. Allah'ın ziyafeti ise, Kur'an-ı Kerim (in okunup dinlenmesi) dir. O
halde O'nu terketmeyiniz"
Allah'ın kuluna
ziyafet verdiği zamanlar: Gecenin son kısmı, ezan ve ikamet sıraları, secde
halleri, namaz sonraları ve istiğfar durumlarıdır. Allah'a istiğfar edip
(mağfiret dileyip), tevbede bulunanı Allah belirli bir süreye kadar güzel bir
şekilde yaşatır.
Kul Allah'ın af ve
mağfiret sofrasından istifade etmek için gündüzleri ve uyukuya yatma
vakitlerinde bazı zikirleri yapmayı adet haline getirmelidir. Ayrıca başına
gelen hadiselere ve önüne çıkan engellere sabretmelidir. O zaman çok geçmeden
Allah onu manevi yardımı ile destekler ve kalbine imanı nakşeder.
Yine, beş vakit farz
namazları dış ve iç şartlarına riayet ederek tam bir şekilde yerine
getirmelidir, çünkü onlar dinin direkleridir. La havle vela kuvvete illa
billah'ı da okumayı adet edinmelidir. Çünkü onunla manevi ağırlıklara tahammül
edilir, tehlikelere göğüs gerilir ve üstün hallere erilir.
Allah'a dua ve O'ndan
istemekden de usanmamalıdır. Çünkü kul acele etmediği takdirde duası kabul
olunur. Halbuki, kul; dua ettim, ettim de kabul olunmadı, der; bilmelidir ki,
Allah'ın yardımı sabırladır, ferahlığı zorlukladır, kolaylığı da güçlükledir.
Hiç kimse hiçbir şeyin hayırlı sonucuna sabırdan başka bir şeyle varmamıştır.
Hamd alemlerin Rabbi
olan Allah'a mahsusutur. îslam ve din yolundan dolayı, görünürdeki ve
görünmeyen nimetlerine karşı gelecek şekilde bütün hamd ve nimet Allah'ındır.
Yine, cemalinin keremine ve celalinin izzetine layık şekilde har türlü sena
O'na aittir.
Allah Rasulullah'a,
aline, ashabına, mü'minlerin anneleri olan zevcelerine ve geçen o zatlara
güzel bir şekilde tabi olan tüm mü'minlere (tabilere) çokça salat ve selam
etsin.
[10]
Daha önceki
bölümlerde; insanın halinin düzelmesi adaletten, bozulması da zulümdendir,
demiştik. Çünkü Allah Sübhanehu yaratırken ona düzen vermiş, ölçülü bir biçime
getirmiştir. Bedenin sıhhat ve afiyeti de iç organların, azasının itidal
(biçim) li hale gelmesi ve sağlam halden vazgeçme hastalığından dönmesi ve
düzgünlüğe ulaş-masiyladir.
Beden gibi kalbin de
doğru olması, biçimli hal alması, sağlamlık ve olgunluğa kavuşması gerekir.
Kalp hastalıkları ve
şifasiyla ilgili olarak Allah Teala yüce Kitab'ınin bir çok yerinde bahsettiği
gibi, Rasulullah'ın (s.a.v.) da bîr çok hadislerinden zikredilmiştir. Bu konuda
Allah Teala şöyle buyurur:
"Kalplerinde
hastalık vardır, Allah da onların hastalığını arttırmıştır. (Bakara: 2/10)
"Kalplerinde
hastalık bulunanların onların arasına koştuklarını
görürsün. (Maide: 5/52)
İnanan bir topluluğun
yüreklerini ferahlatıp şifa versin,
kalplerindeki öfkeyi gidersin..."(Tevbe: 9/14-15)
"Ey insanlar!
Size gerçekten Rabbiniz'den bir öğüt, gönüllerdeki (manevi hastalıklara) şifa
ve mü'minlere doğru yolu gösteren (bir belge) ve rahmet gelmiştir"
(Yunus: 10/57)
"De ki: "O,
inananlar için doğru yolu gösteren bir kılavuz ve (göğüslerindeki hastalıklara)
şifadır.
(Fussilet: 41/44)
Kalbinde (şehvetten
arız) hastalık bulunan kimsede arzu uyanabilir. (Ahzab: 33/32)
"Münafıklar
kalplerinde (fitne ve fesat gibi) hastalık bulunanlar ve Medine'de olmadık fena
haberleri yayanlar, eğer bu huylarından vazgeçmezlerse, herhalde seni
üzerlerine caydırıcı olarak göndeririz,
sonra da Medine'de senin komşuluğunda pek az bir süre kalabilirler"
(Ahzab: 33/60)
"Münafıklar ve kalplerinde
hastalık bulunan kimseler: "Allah ve Rasulü, bize sadece boş vaidlerde bulundu"
diyorlardı" (Ahzab: 33/12)
Rasulullah (s.a.v.) da
şöyle buyurmuşlardır:
"Bilmediklerinde
sorsalardı ya; zira cahilliğin şifası sormaktır"
Abbasi Halifesi
Harunürreşid, İmam Maîik'e, bir meseleden dolayı:
"İşte şimdi bana
şifa verdin, ey Malik!" demişti.
Buhari'nin
"Sahih"inde geçen bir Hadis-i şerif de de, İb-ni Mes'ud (r.a.),
Rasulullah'ın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu rivayet eder:
"Bir kimse,
Allah'dan korktuğu (takva üzere olduğu)' müddetçe, daima hayırdadır. Bir şeyin
manasında şüpheye düşer de bir adama sorarsa, ona şifa verir"
Allah Sübhanehu'nun
burada kalp hastalıkları ve şifasına dair zikrettikleri onun ölümü, hayatı
işitmesi, görmesi, düşünmesi, sağırlığı, dilsizliği ve körlüğüne dair
zikredilenler mesabesindedir.
Fakat burada
kastedilen, kalbin hastalığını bilmektir. Bu hastalık da iki çeşittir:
1- Duyunun
bozukluğu,
2- Tabii
hareket ve ona bağlı iradi hareketin bozukluğudur. Bu iki şeyin kaybolmasıyla
elem ve ızdırap meydana gelir. Nitekim duyunun sağlamlığı ve tabii, iradi
hareketin sağlamlığıyla, ferahlık ve nimet meydana geldiği gibi, bozuk
olmasıyla da elem ve ızdırap oluşur. Bundan dolayı ni'met naim kelimesinden
türemiştir. Manası, Allah'ın kullarına ihsan ettiği kendisinde lezzet bulunan
şey demektir. Bu manada Allah Teala şöyle buyurur:
"Sonra o gün
(size verilen) nimetten sorulacaksınız" (Tekasür: 102/8)
Yani: Size verilen o
nimetlerin şükrünü yerine getirip getirmediğinizden sorulacak, hesab vereceksiniz,
demektir.
Lezzetin sebebi,
ferahlatıcı ve uygun hissin duyurmasıdır; elemin sebebi ise, rahatsız edici ve
uygun olmayan bir duygunun hissedilmesidir. Lezzet ve elem hissetme ve idrakin
kendisi değildir; ancak neticesi, semeresi ve amacıdır. Her hastalığın, her ne
kadar bazan onu giderici bir şeyden dolayı salim olursa da, mutlaka elemi
vardır. O elemin gereği de en küçük bir sesle heyecanlandıracak bir amilin bulunuşudur.
Hastalıkta da bir elem sebebinin bulunması gerekir; çünkü elem kendisinden
üstün ve kendisine zıt bir şeyin varlığıyla yok olur.
Kalbin lezzet ve
elemi, cismin lezzet ve eleminden daha büyüktür. Kalbin lezzet ve elemiyle
burada, nefsani duyguları ve lezzeti kastetmekteyiz. Her ne kadar onda bazan
cismani hastalık sebebiyle bedenin diğer yerlerinde oluşan cinsden bir elem
meydana gelirse de o başka bir şeydir.
Bu sebepledir ki,
kalbin hastalığı ve şifası, bedenin hastalık ve şifasından daha önemlidir.
Bazan bu hastalık, şu ayet-i kerimede anlatıldığı gibi, şehvet şeklinde belirir.
Kalbinde (şehvetten
arız) hastalık bulunan kimsede arzu uyanabilir.. (Ahzab: 33/32)
Nitekim bu konuda
Harati "Kitabu i'tilali'l Kulub bi'l-ehva" adlı bir kitap da
yazmıştır. Münafıkların kalplerinde ise hem yukarıda beİirtilen yönden, hem de,
itikat ve irade yönünden hastalık vardır.
Mazlum (zulüm görmüş),
kalbinde başkasının zulmü sebebiyle elem hastalığı bulunan kimsedir. Hakkını
tam olarak aldığı zaman kalbi şifa bulur. Bu manada Allah Teala şöyle buyurur:
"İnanan bir
topluluğun yüreklerini ferahlatıp şifa versin,
kalplerindeki öfkeyi gidersin..."(Tevbe: 9/14-15)
Çünkü kalbin öfkesi,
kendisinden eziyyet ve elemi uzaklaştırmak içindir. Eziyyet kendisinden yok
olup da hakkını tam olarak alınca, öfkesi gider.
Nitekim, insan
kulaklarıyla işitmediği, gözleriyle görmediği, diliyle konuşmadığı zaman bu,
kendisi için bir takım faydalara ulaşmasını engelleyen ve hatta onu zararlara
uğratan elem verici bir hastalık olursa; iş dünyasından işitmediği,
görmediği, kalbiyle hakkı ve batılı bilmediği, hayır ile şerri ayırdetmediği,
doğrulukla sapıklığı farkedemediği zaman da, bu durum o insan için kalp
hastalıklarının ve elemlerinin en şiddetlisini oluşturur. Yine, aşırı derecede
ve kendisine zarar verebilecek şeyleri yemek konusundaki arzu ve ısrarı da
elem verici bir hastalıkla sonuçlanır. Bu aşırı yeme zevkinden vazgeçinceye
kadar o insanın ızdırabi dinmez. Öyle ki, yeyince de elem duyar, yemeyince de
elem duyar. Yine, gerek şeklen, gerek başkanlık, gerekse mal gibi şeyden
dolayı olsun aşk ve benzeri kendisine fayda vermeyen bir sevgiye tutulunca da
böyledir. Şayet o sevdiği ve arzuladığı gerçekleşmediği durumda elemli ve sakim
bir hastadır; sevdiği gerçekleşirse de gayet sakim ve elemli bir hastadır. Bu
durum muhtaç olduğu yiyecek ve içiceğe nefret duyunca kederlenen, elem duyan
bir hastanın hali gibidir. Bu durumun devamı hastanın eleminin artmasına sebep
olur. Hatta Allah şifa vermezse onu Ölüme götürür.
Hasedci kimsenin hased
edilene Allah'ın üzerindeki nimetinden dolayı kızması, bir hastanın sıhhatlilerin
yiyip içtiklerine, onları görmeyi arzu etmeyecek kadar kızması gibidir. Yine
hased edilenin hakkını yerine getirmekten nefret etmesi ise, hastanın kendine
yarayışlı yiyecek ve içecekten nefret etmesi gibidir. Nefsin itidal ve
sıhhatinin dışındaki sevgi ve kızma, cismin itidal ve sıhhatinin dışındaki arzu
ve nefret gibidir. Kalbin hakikatleri görme ve faydasına
dilsizliği, bedenin belirli bir takım
şeyleri görme ve faydasına olanla, zararına olanları söyleyebilme konusunda
kör ve dilsiz oluşu gibidir. Gözden mahrum bir kimse, görme imkanına kavuşup
rahat, afiyet ve sevincin büyük bir nimet olduğunu anlayınca, kalp de görmeye
başlar. Kalp ile normal göz arasındaki hakikatleri anlama ilişkisi, sayısını ancak
Allah'ın bileceği nisbette çeşitlidir. Burada anlatılandan maksat ise, iki
hastalıktan birini diğerine benzetmedir, zira dinlere ait tıp, bedenlerle
ilgili tıbba benzer.
Süleyman b.
Abdülmelik, Ebü'd-Derda (r.a.) ya bir yazı göndererek:
"Sonra, bana
haber erişti ki, sen tabib olarak bulunuyor-muşsun; öldürülmeden sakın, halbuki
Allah Kitabını kalplere şifa olarak göndermiştir"
Bu manada Allah Teala
şöyle buyurmuştur:
"Biz Kur'an'dan,
mü'minlere şifa ve rahmet olan şeyler indiriyoruz. Zalimlere ise ziyan
artırmaktan başka katkıda bulunmaz. (İsra: 17/82)
Kastedilen bu şifa ise
ancak deva isteyen kimseler için meydana gelir, ki onlar da Kur'an-ı
kalplerinin hastalıklarına deva olarak tatbik eden mü'minlerdir.
Bedenin hastalığı
tabii arzu ve nefretin itidalden çıkmasıyla meydana gelir ki o da; ya
erişilemeyen bir arzudur; veya faydalı arzuyu kaybedip, onunla yarayışlı
olandan nefret eden, zarar verene de nefri kaybeden bir idrak ve hareket
zayıflığıdır.
Kalbin hastalığı da
böyle itidalden (ölçüden) çıkan sevgi ve nefretten meydana gelir. Ve Allah o
hastalık hakkında şu hükmü vermektedir.
"Allah'tan bir
yol gösterici olmadan, yalnız kendi nevasına uyandan daha sapık kim
olabilir?" (Kasas: 28/50)
"Hayır,
zulmedenler bilgisizce nevalarına uydular. (Rum: 30/29)
Yine, insan, nasıl
vücudun istediğim doktorun görüşü olmadan verdiğinde itidalden çıkarsa,
Kur'an'a yönelmeyen kalbin idraki ve kuvveti de kendisine faydalı ve yarayışlı
olanı bilemeyecek kadar zayıflar. Nitekim cahil hastalar canlarının
çektiklerini alırlar, kötü ilaçları bünyesinde acil bir rahatlık ve tat
verdiğinden dolayı sabredemiyerek hiç önem vermeden kullanırlar. Lakin bunları
kullanmaları onları büyük bir ızdıraba götürür yahut Ölümlerini çabuk-laşürır.
Nefislerine zulmeden
cahil kimseler de işte böyledir. Biri, tadını almakta ve nefsinin kendisine
elverişli olmayan şeylerden hoşlanmadığını terketmekte acele eder, sonra da onu
elemler, ızdıraplar takib eder; kendisine ya dünyada ya da ahirette büyük çapta
azab ve ceza getirir.
Takva, kişinin faydalı
bir işle zarar veren şeyden korunmasıdır. Çünkü zarar veren şeydan korunma,
faydalı şeyle amel etmeyi gerektirir. Fakat, faydalı bir şeyi yaparken
birlikte zararlı olan yapılırsa, o kişi takva sahibi olamaz.
Ancak, faydalı ve
zararlı olan şeyi beraberce terketmek de olmaz. Çünkü bir kimse normal gıda
almaktan aciz olunca yanındaki zararlı maddeleri alarak ölüme gider. Bundan
dolayı güzel akibet takva sahibi kimselerindir, muttaki-lerindir. Zira onlar,
sadece kendilerine zarar veren şeylerden korunurlar, onun için de akibetleri
İslam ve izzettir. Her ne kadar kendilerini manen iyileştirmek için kötü
amellerden korunurken başlangıçta acı çekerlerse de güzel bir sona, izzet ve
ikbale nail olurlar. Bu hususta Allah Teala şöyle buyurur:
"Gerçi hoşunuza
gitmez ama, size savaş yazıldı (farz kılındı) Bazan hoşunuza gitmeyen bir şey,
hakkınızda iyi olabilir ve hoşunuza giden bir şey de hakkınızda kötü olabilir.
Allah bilir, siz bilmezsiniz. (Bakara: 2/217)
Arzu ve istek duyulan
faydasız bir çok. ameller hakkında da Allah Teala şöyle buyurur:
"Ama kim Rabbinin
makamından, (O'nun huzurunda duracağı demden) korkar ve nefsi, kötü heveslerden
men'ederse, (O'nun için) gidilecek yer cennettir."(Naziat: 40-41)
"... Siz ise,
kuvvetsiz olanın sizin olmasını istiyor (ona galip gelmek diliyordunuz.. (Enfal:
8/7)
Daha önce önemli bir
kaide olarak şöyle demiştik; iyilikler (hasenat) kötülükler (seyyiat)den daha
faydalıdır, nasıl ki gıda almak, almamaktan daha yararlı ise. Yine, izah
etmiştik ki, bundan kendi nefsi kastedilir, öbüründen de, başkasıyla birleştiğinden
dolayı başkası kastedilir. Yine, gerekli olan korunma hastalığın meydana
gelmesinden önce yapılmalıdır. Meydana geldikten sonra ise, onu gidermek
gerekir. Kalp hastalıklarında da başlangıçta sıhhatin ko-runmasına-hastalığa
tutulması sebebiyle- sıhhatinin daima iadesine ihtiyaç duyulur. Bilindiği gibi,
sıhhat misliyle korunur, hastalık zıddıyla yok olur. Kalbin sıhhati,
kendisinde fıtri duyguların varlığıyla korunur; yahut, ilmin ve imanın zikir,
tefekkür ve ibadet gibi meşru emirleriyle kuvvetlenmesi suretiyle korunur ve
zıddıyla da yok olur. Nitekim, şüpheler, deliller (şahitler) le giderilir,
faydasız sevgi de ona nefret besleme ve yerine Hakkı sevme ile yok edilir.
Bu bakımdan, Yahya b.
Ammar şöyle demiştir:
"İlim beş
kısımdır:
1- Tevhid
ilmi olan dünya hayatı ilmidir.
2- Kur'an ve
Hadis'in manalarını düşünme ilmi olan, dini gıda ilmidir.
3- Fetva
ilmi olan dini deva ilmidir. Zira insanın başına bir şiddet hali ve sıkıntı
geldiği zaman derdine derman olacak, müşküllerini halledecek birine ihtiyaç
duyar. İbn-i Mes'ud (r.a.) da bu mevzuda aynı şeyi söylemiştir:
4- Uydurma
konuşmayı içine alan dini hastalık ilmidir.
5- Sihir ve
benzeri şeylerin ilmi olan dini helak ilmidir. Evet, tabii vücud hastalığında
olduğu gibi dini nefsani
kalp hastalığında da
sıhhat misliyle korunur; hastalık zıddıyla yok olur Rasulullah (s.a.v.) bu
konuda şöyle buyurmuştur:
"Her doğan çocuk
muhakkak İslam fıtratı üzere doğar. Sonra anasıyla babası onu yahudi yahut
Hıristiyan, yahut mecusi yaparlar. Nasıl ki, her hayvanın yavrusu tam azalı
olarak doğar, hiç o yavrunun burnunda, kulağında eksik ve kesik bir şey
görülür mü?"
Sonra Ebu Hüreyre
(r.a.),
"İsterseniz
Allah'ın yaratma kanununa (uygun olan dine dön) ki, insanları ona göre
yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez..." (Rum, 39) ayetini
okuyunuz, demiştir.
Bu hadisi Buhari ve
Müslim "Sahih"lerinde zikretmişlerdir.
Allah Teala da şöyle
buyurur:
"Göklerde ve
yerde bulunan (her şey) O'nundur. Hepsi O'na itaat etmektedirler. Mahlukatı
önce yaratıp sonra (kıyamette) onu diriltecek olan O'dur ki bu O'na daha
kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce misaller, en ebedi sıfatlar O'nundur. O,
çok güçlüdür, çok üstündür ve hikmet sahibidir. Size kendinizden bir misal
verdi: (Bakın) size verdiğimiz rızıklarda; sizin ellerinizin altında biriniz(in
hakkına dokunmak)dan çekindiğiniz ortaklar var mı? (ki tutup kendi mülkümüzde,
saltanatımızda bize ortaklar atfediyorsunuz, kendi kullarımızı,
yarattıklarımızı bize eş koşuyorsunuz)? İşte biz, aklını kullanan bir toplum
için ayetleri böyle açıklıyoruz. Hayır, zulmedenler, bilgisizce keyiflerine
uydular. Allah'ın saptırdığını, (Allah'ın gönderdiği hidayete uymadığı için
düştüğü sapıklığında terkettiği kimseyi) kim yola getirebilir? Onların hiçbir
yardımcıları yoktur. Sen yüzünü, Allah'ı birleyici olarak doğruca dine çevir:
Allah'ın yaratma kanununa (uygun olan dine dön)ki, insanları ona göre
yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez. İşte doğru din odur. Fakat insanların
çoğu bilmezler" (Rum: 30/26-30)
Allah Teala geçen yüce
sözlerinde bildirmektedir ki: O, kullarını, yönlerini (yüzlerini) doğru dine
çevirmeleri için yaratmıştır. O doğrudan da maksat, sadece hiç bir ortağı olmayan
Allah'a ibadet etmektir. Bu ibadet (kulluk) kalp için mu'tedil, dosdoğru, tabii
ve fıtri bir harekettir. Onu terket-mek büyük bir zulümdür, terkeden ilimsiz
olarak heva ve keyfine uymuş demektir. Bu fıtrat ve yaradılış için-ki o
yaradılışın sıhhatidir- kendisinde mevcut ilim ve amelce üzerine yaratıldığı
bir benzeriyle yardım edeceği bir azık ve gıda gereklidir. Onun için dinin
tamamlığı, İlahi şeriatın idaresinde olgunluğa ermiş fıtratla olur. O da,
Rasulul-lah'ın (s.a.v.), İbn-i Mes'ud'dan (r.a.) rivayet ettiği hadis-de
buyurduğu gibi, Allah'ın ziyafetidir:
"Ziyafet veren
(değerli) her kişi, da'vet ettiği kimselerin ziyafetine gelmesini elbette
ister. Allah'ın ziyafeti ise, Kur'an-ı kerim (in okunup dinlenmesi) dir. O
halde onu terketmeyiniz"
Bu aynen, Kitap ve
sünnette örnek verilen, Allah'ın gökten indirdiği su gibidir. İlahi fıtratı
hastalıklı hale getiren insanlardır, Allah Teala da Kitabını bu İnsanların
kalplerine şifa vermesi için indirmiştir.
Bu dünyada mü'minin
başına gelen musibetler, vücuda isabet eden ve onu sıhhatli hale getirip fasit
iç karışımları gideren elem mesabesindedir. Bununla ilgili olarak Rasulullah
(s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Mü'mine erişen
fenalık, hastalık, keder, hüzün, eza ve iç sıkıntısı, hatta vücuduna batırılan
bir diken sebebiyle Allah Teala onun suçlarını ve günahlarını örtüp mağfiret
eder"
Bu hakikat şu İlahi
kelamda da ifadesini bulur:
Kim bir kötülük
işlerse onunla cezalanır. (Nisa: 4/123)
Bu hastalıklardan
dünyada temizlenemeyen kimse, gerçek şekilde tevbe eder; aksi takdirde
onlardan ahirette temizlenmeye mecbur kalır ve Allah kendisine azab eder. Bu
kimse aynen, iç karışımları kendinde toplanıp da onu hafifletmek için ilaç
kullanmayarak o yüzden ölüme giden kimse gibidir Onun için hadisde şöyle
denmiştir:
"Hastaya:
Allah'ım, ona acı! dendiği zaman, Allah Teala:
"Zaten acıdığım
bir şeyden dolayı ona nasıl acıyayım buyurur"
Rasulullah (s.a.v.) da
şöyle buyurur:
"Hastalık öyle
bir haslettir ki, sahibinin hatalarını kuru ağacın yapraklarını döktüğü gibi
döker"
Beden hastalıklarının
bazısında ölen kimse şehid olur. Mesela: Veba, kam ağrısı, suda boğulma, yanma,
enkaz altında kalma, ateşli hastalıklar, ciğer hastalıkları, baş ağrıları v.s.
gibi.
Nefsani hastalıklara
tutulup da, Allah'dan korkarak sabreden ve ardından ölen kimse şehid olur.
Mesela, korkak bir kimse harbde Allah'a saygısından ve takvasından dolayı
sabrederek savaşır ve ölürse... Çünkü cimrilik ve korkaklık nefisle ilgili
hastalıklardandır. Şayet bir kimse onlara itaat ederse, elemlenir; isyan
ederse, nefis beden hastalıklarındaki gibi elem duyar.
Aşk da böyledir.
Nitekim bu hususta hadisde şöyle gelmiştir:
"Aşık olup da
iffetini koruyan, aynı zamanda gizleyip sabreden ve sonra (o hal üzere) ölen
kimse, şehid olmuştur"
Çünkü aşk da nefsani
bir hastalıktır ve hastayı kendisine zarar
veren şeye çağırdığı gibi, nefse zarar veren şeyi çağırır. Şayet hevasına uyarsa,
cezası dünyada ve ahirette büyük olur. Yok, iffetini koruyup onu gizlerse,
nefsinde elem ve hastalık meydana gelir, eğer o hastalıktan ölürse şehid olur.
Bu hastalıklarla
beraber insanda iman ve takva bulunacak olursa, Rasulullah'ın (s.a.v.) şu buyurduğu
hadisine hayrolur.
"Allah'ın mü'mine
takdir ettiği hüküm onun için hayırdır; genişlik isabet eder de şükrederse
kendisine hayır olur, darlık isabet eder de sabrederse yine kendisine
hayrolur"
Hamd, alemlerin Rabbi
Allah'adır. Allah, Rasulullah'a (s.a.v.) aline ve bütün ashabına salat ve selam
etsin.
[11]
[1] İmam İbn Teymiyye, Takva Risalesi, Tevhid Yayınları:
3-16.
[2] İmam İbn Teymiyye, Takva Risalesi, Tevhid Yayınları:
17-55.
[3] İmam İbn Teymiyye, Takva Risalesi, Tevhid Yayınları:
55-57.
[4] İmam İbn Teymiyye, Takva Risalesi, Tevhid Yayınları:
58-74.
[5] İmam İbn Teymiyye, Takva Risalesi, Tevhid Yayınları:
75-109..
[6] İmam İbn Teymiyye, Takva Risalesi, Tevhid Yayınları:
110-111.
[7] İmam İbn Teymiyye, Takva Risalesi, Tevhid Yayınları:
112-126.
[8] İmam İbn Teymiyye, Takva Risalesi, Tevhid Yayınları:
126-133.
[9] İmam İbn Teymiyye, Takva Risalesi, Tevhid Yayınları:
134-154.
[10] İmam İbn Teymiyye, Takva Risalesi, Tevhid Yayınları:
155-162.
[11] İmam İbn Teymiyye, Takva Risalesi, Tevhid Yayınları:
163-173.