İşte Davetimiz

Bir kaç kelime ile davetimizin içeriğini açıklayıp bu davetin gaye ve hedefini özetlersek üç önemli esasa ayırabiliriz:

1- Bütün insanlık ve özellikle müslümanlara davetimiz:

“Yalnız Allah’a kulluk yapmalarıdır. Allah’a hiç bir şeyi ortak koşmamalarıdır. Allah’tan başkasını kendilerine ilah ve Rab edinmemeliridir.”

2- İslam’ı din olarak kabul edenlere davetimiz:

“Dinlerini Allah’a has kılmalarıdır. Kalplerini nifaktan temizleyip, fiillerini çelişkiden kurtarmalarıdır.”

3- Bütün insanlığa davetimiz:

“Zalim ve sapıkların yeryüzünü fesada boğmuş olan sistemlerini ele alarak kökten değiştirmeleridir. Otoriteyi tağutların ellerinden alıp, Allah’a ve ahirete inanan, İslam dinini kabul eden insanlık için diktatörlük veya anarşiyi istemeyen kimseleri başa geçirmeleridir.”

ık olduğu halde günümüzde bilmece halini alan bu gerçek, cehalet ve gaflet perdeleriyle örtülmüştür. Öyle ki gerçek bilgiden yoksun gayrı müslimler şöyle dursun, müslümanlar dahi bu açıklamalara muhtaç olmuşlardır.

Birinci Esas: Davetimiz içinde açıklanan “Yalnız Allah’a kullak yapmaları” sözündeki anlam ve hedefi sadece Allah’a kul olduğunu söyleyip, tıpkı Rasulullah (s.a.v.) dönemindeki müşrik toplumda olduğu gibi söz ve davranışlarda başı boş kalmak değildir. fiahsın istediği gibi yaşaması hiç değildir. Yalnız “Allah’a kulluk yapmaları” sözünden kastımız Allah’ın ekonomi, sosyal, ailevi ve her türlü dünya işlerinde hakim olduğuna, kainatı yarattığına, yeryüzündeki bütün canlılara rızık verdiğine ve bütün yaratıkların ibadetle görevli olduğuna inanmak da değildir.

Üstelik, hayatın bir kısmını din işleri, bir kısmını dünya işleri diye ikiye ayırarak -bugün olduğu gibi- namaz, oruç gibi ibadetlerden öteye geçirmeme değildir, gayemiz. Bayındırlık, siyaset, sanat ve ekonomi gibi dünyevi hayatın bütün işlerinde, Allah’ın hiç bir müdahalesi yokmuş gibi göstermek ve insanların bu sahalarda bütünüyle hür, kalkınma ve servet için istediği kanunları yapabilme kudretine sahip olduğu şeklindeki bir inanç da, hiç değildir.

Çoğu kez düşülen bir yanılgı olarak, ubudiyetten ne anlaşıldığını ifade etmek gerekir. Din birdir ve hiç değişmemiştir, kitap birdir, ne evvel ne de sonra onu yürürlükten kaldıracak bir sistem gelmiştir, şeklinde ortaya koyulan ubudiyetin manaları tamamiyle yanlıştır. Oysa, bütün bir dünyada, İslam davetçileri de biliyor ve inanıyorlar ki, küfür ve cahiliyet anlayışını yok etmek için bu yanlış ubudiyet anlayışının sonunu getirmek şarttır.

Çünkü böyle bir inanç ve anlayış, İslam’ın inanç sistemini değiştirip çirkin görünmesine neden olan zihniyetin ta kendisidir. Kullarına hakim, kanun ve sistemler koyan, dilediği gibi tasarruf edip ceza ve mükafat verenin Allah olduğuna inanıp, nefsini biricik kuvvet ve kudret sahibi olan Allah’a teslim etmektir ubudiyet; İslam’ın kabul ettiği ve halkı davet ettiğimiz anlayış, siyasi, sosyal, ferdi gibi hayatın bütün sahalarında Allah’a boyun eğip ibadet etmektir. Adem’den (a.s.) peygamberlerin sonuncusu Rasulullah’a (s.a.v.) kadar bütün nebilerin çağırdıkları ubudiyetin amacı budur.

Allahu Teala Kerim olan kitabımızda bu duruma işaret etmektedir:

“Ey mü’minler! Hepiniz teslimiyete giriniz.”

(Bakara: 2/208)

İşte Rabbimiz bütün mevcudiyetimizle birlikte İslamiyete girmemizi emrediyor. Öyle ki, hayatımızın hiç bir yönü Allah’ın hükmünün ve rızasının dışına çıkmayacak, onun istek ve arzusu dışında olmayacaktır. Hayatınızın hiç bir şubesinde bütün ve kapsamlı olan ubudiyetten uzaklaşmıyacaksınız ve işlerinizde kendinizi serbest zannedip, dilediğiniz sistemi seçmeye ve tabi olmaya çalışmayacaksınız. İşte yaydığımız ve bütün insanlığı çağırdığımız ubudiyetin manası ve içeriği budur.

İkinci Esas: Allah’a iman edenlerin nefislerini nifakın karışıklığından ve amellerini çelişkilerden kurtarmalarını istiyoruz. Nifaktan maksat; kişinin belli bir sisteme inandığını ve ona bağlı olduğunu iddia edip de inandığı sisteme taban tabana zıt, başka sistemlerin emrinde ızdırapla yaşamaya rıza göstermesidir. İnancına zıt olan sistemi değiştirip onun yerine kendi temiz ve mutlak İslam sistemini getirmeye gayret göstermeyen, tam tersine o bozuk sistemin temelini sağlama bağlamak veyahut ona benzer bir sistemi getirmek için çalışan kimse, münafıkın ta kendisidir. Zira, bir sisteme inanırken başka bir sisteme hizmet etmek en kötü bir harekettir. Akıl böyle bir hareketin sahibini doğru bir insan olarak kabul edemez. İslam, böyle bir mahluku reddeder. Allah’ın sözünü en yüce tutan ve dinin yalnız Allah’ın dini olması için yeryüzünde İslam sancağını taşıyan ve bu imana davet eden Allah’ın fedailerine, hiç bir batıl itikadın temsilcilerinin karşı gelmemesini içten ve samimi olarak temenni etmek imanın gereğidir. İslam’ın darbe yediğini, hakimiyetinin azaldığını görünce büyük ızdırap duymak da aynı şeyin ifadesidir.

Mü’min olan kimse, İslam sistemini, makam ve hakimiyetini sağlamadıkça, tevhid bayrağının yeryüzünde dalgalandığını görmedikçe, daima, ızdırap içinde kıvranır. Huzur nedir, bilmez. Bu imanın işaretidir. Dinsiz ve imansız olmayan kimse, bu hakikatı inkar edemez. Evlenme, boşanma, miras gibi konularla, İslam’ı dar bir çerçeveye sıkıştırmak isteyen şer güçlerin, sapık ve yıkıcı ölçülerin gölgesinde huzur içinde yaşamak, bu bozuk sistemlerin himayesinde ömür sermayesini harcamak, yemin ile belirtelim ki, nifakın ta kendisidir. Bunu yapan kişi, belki bir takım din adamı kılığına bürünmüş kişilerden kuvvet alır. Belki fetva defterlerinde müslüman olarak kaydı devam edebilir. Fakat fetvacılar değersiz bir maaş, değersiz bir dünya metaı için İslam’ın zıddına fetva verseler de, İslam’ın ruhu bunu nifak ile damgalamaktadır.

Müslümanlardan ve müslüman görünenlerden istediğimiz; dinlerini Allah’a halis kılıp, kendilerini nifakın karışımından kurtarmalarıdır. İslam dışı ölçülere hizmet eden kimse, derin bir delalettedir. Allah cümlemizi bu kimselerden korusun.

Müslüman bir evde yetişip büyüyen ile, kendisi hidayet nuruna kavuşanın arasında bir fark gözetmeden bütün müslümanların işlerini çelişkilerden kurtarabilmelerini isteyişimizdeki gaye; kişinin hayatının çeşitli sahalarında yaptığı işlerin birbirine uyması, yaptığı işlerin dediğine aykırı olmamasıdır. Öyle ise, bir kimse hayatın herhangi bir sahasında Cenab-ı Hakk’ın emrine uyup, sonra hayatın diğer sahalarında isyan ederse, yaptığı hareket İslamiyetle bağdaşmayan bir hareket olur. İmanın gereklerinden biri de; kişinin nefsini Allah’a teslim edip, tümü ile Hak dinin bayrağı altına girmesi, hiç bir işte Allah’a isyan etmemesi, kapsamlı ve bütün olan ubudiyetin dışına çıkmaması. İslam’a bağlı olmasıdır. Hem de her mü’minin Allah’ın boyasıyla boyanması, çekici dünyanın güzelliğine aldanmaması, bütün bir yaşayışında doğru yoldan ayrılmamasıdır. Eğer bir hata işleyip kendisinden bir kötülük ortaya çıkarsa, mü’min olarak tevbe edip Allah’a dönmesidir. Ama bir kimse iman davasında bulunup namaz kılar, oruç tutar, belli ve sınırlı farzları ve dini şiarları yerine getirir de, sonra kendini serbest bilip hayatın diğer işlerinde Allah’ın emrine boyun eğmezse, bu iş ubudiyete zıt olan çelişkinin ta kendisidir.

Artık, İslam aleminin her tarafında müslümanların yaptıkları bu yalancılığa ne demeli? Onlar ki, ağız dolusu ile Allah’a ve ahirete imandan bahsederler, müslüman olarak görülmeye çalışıp İslam’ın rozetini takarlar... Bununla beraber, iş sahasına girip siyaset bataklığına dalar, ekonomik ve sosyal problemleri ele alıp incelerler... ama, bu hareketlerinde İslam’ın verdiği direktiflerin izine, İslam’a ve şeriata ayak uydurduklarına dair bir delil göremezsiniz. Bu yalandan daha büyük ve çirkin bir yalan var mıdır?

Sabah-akşam,

“Ancak sana ibadet eder, ancak senden yardım dileriz.”

diye söylerler. Sonra da her davetçinin davetini kabul etmek, her teoriye ve ortaya atılan her zihniyete kapılarak, zalim idarecilere boyun eğip emirlerini uymakta da sakınca görmezler. İşte asıl çelişki budur. Bunlar da çelişkinin belirtileridir. Bütün müslümanların ahlaki ve toplumsal hastalıklarının esasları bunlardır. Bu öldürücü hastalık devam ettiği sürece, aşağılık duygusu hastalığından kurtulmalarına, onları öldürüp aşağıya atan tehlikeli durumu atlatmalarına imkan yoktur. Kalbe üzüntü verip onu eriten husus, alim ve şeyhlerin ve onların dizginlerini ellerinde tutanların, Kelime-i fiehadet getirip namazlarını kılmaları, oruçlarını tutmaları, Hacca gidip İslam’ın belli şiarlarını yerine getirmeleri halinde bunların kendileri için yeterli olacağına, artık kendilerine hiçbir şeyin zara vermeyeceğine, gayrı meşru şeyleri yapıp küfür ve delalet kodamanlarına uymalarının, istedikleri sapık fikir ve teorileri seçmelerinin kurtuluş yolunu tıkamayacağına, yüzlerine cennet kapılarının kapatılmayacağına müslümanları inandırmalarıdır. Bu utamazlık ve dine karşı cüretleri, onları öyle bir noktaya getirdi ki İslami bir tavır takınmak, omuzlarına yüklenmiş İslam’ın gereklerine uymak ihtiyacını hissetmez oldular. Dahası da var. Bu zamanda delalet kodamanları daha ileri bir adım atmışlar “Müslüman isimlerini almak, istatistik defterlerinin din bölümünde “İslam” diye gösterilmek, kendileri için yeterlidir” diyerek müslüman olan ve olmayan hükümetlerde çeşitli makamları işgal etmişlerdir. Bakara suresinin “Ancak sayılı günler bize ateş dokunur dediler” mealindeki 80. ayet’i sanki onları kastetmiştir.

Üçüncü Esas: Müslümanların komünizme, faşizme ve batıdan ithal edilen yeni ideolojilere baş eğip sarılmaları bu süregelen hastalığın sonuçlarındandır. Bunlar, yeyüzünde haksız olarak kibirlenen zalim sapıkların izlerini takip eder, zerre kadar da sakınmazlar. Bu teoriler ve ideolojilerin İslam’a aykırı olduğunu, bu eğri yollarla doğru yolun birbirine zıt olduğunu kavramıyorlar. Her müslümana davetimizin en önemli temellerinden biri; her kötülükten uzak olunması, Allah’ın emrine “evet” denilmesi, ırkçılık ve bölgecilik zihniyetinden sıyrılıp, Hakk ile bağdaşmayan bütün “izm”lerden yüz çevirmesi, bu durumu korumak için sabredip sapık yollardan uzak kalmak için çalışmağa devam etmesidir.

Bunu bildikten sonra, üç temelimizin üçüncüsünden amacımızın ne olduğu artık gizli değildir. “Bütün insanlığa davetimiz ise; zalim ve sapıkların, yeryüzünü fesada boğmuş olan sistemlerini yıkmalarıdır. Sosyal nizamlara dayanarak insanları idare edenlerin yerine, Allah’a ve ahirete inanan, İslam’ı kabul eden, insanlık için diktatörlük veya anarşiyi istemeyen kimseleri idare mekanizmasının başına geçirmektir.”

İşte açıkladığımız bu hakikat, gerçek ubudiyet manasını ve dini Allah için halis kılmanın, içlerine nifakın karışmasından uzak tutmanın, işlerin çelişkiden masum kalmasının tabii sonucudur. Bu sonucun gerçekleşmesi ise ibadetten yüz çevirerek yeryüzünde haksız olarak kibirlenen kimselerin çevirdikleri ve yürüttükleri hayat ölçüsünü değiştirmekle mümkün olacağı, şuurlu her müslümanın bildiği bir gerçektir.

Kültür, sanat, kanun yapma sistemi, devlet işleri, maliye işleri, ticaret ve sanayi faaliyetleri dolapları onların isteklerine göre döndükçe, müslüman için böylesi bir dünyada müslüman olarak yaşamasışünülemez. İslam’a tabi olması ancak ameli sahada olabilir. Yoksa ilahi ölçüleri tatbik etmesi mümkün değildir. Çünkü Allah’ın kanununu tatbik etmeyen, Allah’ın sevmediği yolu tatbik eden bir ülkede yaşayan bir kimsenin bütün detaylarıyla İslam’a tabi olması şüphelidir. Hatta çoklarının İslam terbiyesiyle yetiştirilmesi, dini bilgileri telkin etmesi çok zordur. Çünkü gölgesinde yaşadığı küfür ve batıl düzeni, islam terbiyesi yolunu kapatır. Küfür vasatının gönderdiği rüzgar, müslümanları, kafirlerin izini takip etmeye ve ahlakları ile ahlaklanmaya, yavaş yavaş ve İslam ahlakından taviz vermeye zorladığı bir gerçektir. Müslümana düşen vazife, dünyayı fesat ve haksızlık kirinden temizleyip iyi bir düzeni vücuda getirmek için mücadele ve gayret sarfetmektir.

Bilindiği gibi, yıkıcı ve bozucuların, istedikleri tarafa çevrilip, diledikleri gibi hareket ettikten sonra, bu maksada erişmek ve zaferi elde etmek mümkün değildir.

Bu zamanda tecrübe ile sabit olmuştur ki, haksız olarak kibirlenen ve bunun aşırılığında devam edenler, yapıcı ve adil düzeni vücuda getirmek için yolda en büyük engeli teşkil etmekte, barış ve adalet direklerini dikmeye mani olmaktadırlar. Yine kesin bir delil ve müşahade ile sabit olmuştur ki, Allah ve peygamber yolundan sapmış olanlar, diledikleri gibi tasarruf edip ve iş çevirdikten, küçük büyük her şeye hakim olduktan sonra, insanın iyi olmasında doğru yola girmesinde ümit yoktur. Bundan dolayıdır ki, küfür ve delalet kodamanlarının iktidarlarına son verebilmek için geceyi gündüze katıp çalışmak İslam’ın ve samimi kulluğumuzun icabıdır. Burada okuyucunun kalbinde bir şüphe doğabilir, bu değişiklik nasıl olacak? Böyle bir değişiklik yapmak ve düzeni değiştirmek temenni ve tatlı rüyalarla olmaz. Allah’ın adeti olduğu gibi, bu işi çevirecek, yoluna koyacak eller lazımdır. Bunun için güzel haslet ve ahlak lazımdır. Bu işi çevirip, Allah’ın adeti üzere, yeryüzünde iki müslüman ve iktidar için gerekli şarta sahip olan bir cemaat bulunmadığı takdirde, Allah iktidar ve yönetim işlerini sapıklara bırakacaktır. Fakat Allah’a, peygambere iman edip, iktidar için zaruri olan güzel ahlak ile bezenmiş ve hatta yüksek rütbeleri eline geçirmiş üstün bir cemaat bulunsa, şüphesiz ki Allah’ın adeti, zalim ve sömürücüleri üstün tutup arzu ettikleri gibi halkın geleceği ile oynamalarına imkan bırakmaz. Öyleyse, zulmün, bozgunculuğun sonunun gelmesi, idare mekanizmasının ehil olanların eline geçebilmesi için, davetimiz yalnız temenni, rica ve Allah’a sığınmaktan ibadet olmamalıdır. Allah ve Onun Rasulü’ne iman eden, dünya işlerini bir nizama sokup, insanlığı hakkıyla idrak etmek için gerekli olan güzel ahlak ve ruhi meziyetlerle süslü salih bir cemaati yetiştirmeye gayret göstermek gerekir. İktidarı elinde tutan küfür ve delalet kodamanlarını yüksek makam ve rütbelere ehil kılan haslet ve kabiliyetlerinden daha üstün haslet ve kabiliyetlere sahip olunulmasına önem vermek şarttır.

Çalışma Metodumuz

fiimdi davetimizi yayıp gayesini gerçekleştirmek yolunda yapmamız gerekli olan şeyleri kısa olarak açıklayacağız.

Hakikatte tutumumuz Kur’an-ı Kerim ile Rasulullah’ın (s.a.v.) yoluna dayanır. Davetimizi kabul edip yükünü yüklenmek ve risaletini yaymak için gayret gösterenlerden istediğimiz, her şeyden önce İslam dinine girmek, düşünce ve çalışmaları ile Allah’ın boyası ile boyanmak, güzel davranışlarıyla samimiyet ve fedakarlıklarını gösterip İslam’a ters olan her şeyden hayatlarını temizleyip, kötülüklerden uzak tutup çaba harcamaktır. Bunu yapmakla ruhları kuvvet bulur, işleri temizlenir, gidişleri güzelleşir. Ondan sonra deneme merhalesine girerler. Birçokları fakülte tahsilini bitirip diplomalarını almışlardır. Bununla beraber imanın icap ettiği mücahade ile, o yüksek hülya binalarını elleri ile yıkıp, hem kendilerinin hem çocuklarının istikbal ışığını söndürüp, makam, rütbe ve refah imkanlarından mahrum, yeni bir hayata girmeye mecbur kalmışlardır. Bir kısmı da, gasbettikleri arazi başkalarının hakkı olan mirasa dayandığı için, böyle bir refah ve saadeti bırakıp ellerini ondan çektiler. Çünkü iman ettikleri Allah’ın dini başkasının malının gayri meşru yollarla yenilmesini yasak eder. Bir kısmı da değil makam ve rütbeleri ve onların karşılığında verilen maaşı beklemek, geçim vesilelerinin meşru olmadığına inanarak, batıl nizam ile ilgili olduğu için onun kazancını mübah görmüyorlar, güçleri yettiği kadar gayri meşru vesileler yerine, zor ve zayıf olsa da meşru vazifelere başvuruyorlar. Bu gidişin icabıdır ki bu yolda bir adım attığı gibi, içinde yaşadığı çevre de onunla boğuşacaktır. Annesi babası kardeşleri çocuk ve eşleri güçleri yettiği kadar onunla mücadele edeceklerdir. Bu gidişin eseri, naz ve refah içinde yetişip büyüdüğü yuvanın, dikenli bir yuvaya dönüşüvermesidir.

Bu yolun muhtaç olduğu, iyilik, takva, samimiyet, güzel ahlak ile fertleri terbiyelendirmek için, Allah’ın iradesi ile bu birinci merhalenin zorluklarına katlanmalarını imtihan etmeden ve ortaya çıkarmadan, onlar bizden uzaklaşacaklardır. Fakat, birinci merhaledeki imtihanı müsbet netice verip Allah’ın yolunu tutanlar, en azından ihlaslarını, nefsi fedakarlıklarını, sabırlarını, azimlerini, hakkı batıldan ayırt etme kabiliyetlerini isbat etmiş olurlar. Ancak o zamandır ki bu insanlara diğer insanlardan daha fazla itimat edilebilir. Yalnız bu insanların ihlaslarına güvenebiliriz. Bundan sonradır ki onları ikinci merhaleye alabiliriz. Birinci merhalede karşılaşmadığımız sıkıntılarla karşılaşacağımız da ortadadır.

Birinci merhalede olduğu gibi, ikinci merhalede de iyiyi kötüden ayırabilecek bir ocak meydana gelir. Yalnız bu sefer daha seçkin ve daha olgun kimseler kalabilir. İşte, İslam için çalışacak insanları seçebilmek için takip edilebilecek en iyi yol budur. Faydalı kimseleri, bu karışık cemaat içinde seçebilmenin bundan iyi bir çaresi yoktur.

Biz kesin olarak diyoruz ki; takva ve tasavvuftan dem vuran bazı insanlara göre, bu her ne kadar noksan sayılıyorsa da, biraz olsun kavrayamadığı bu yükü, ancak bahsettiğimiz bu takva sahibi müslümanlar belleri eğilmeden taşıyabileceklerdir.

Bu davaya bağlı olanlara verdiğimiz, ikinci mühim vazife şudur:

Kalplerini dolduran hakikat nurunu bütün çevrelerine, akrabalarına, dostlarına, komşularına ve ticaret ile ilişki kurdukları herkese tebliğ edip hakikat nurunun dinlendirici gölgesi altına davet etmektir. İşte, davetçiler bu sebeple birbiri peşinden zorlu imtihanlara giriyorlar. Her şeyden önce, her davetçi, dava için kendi hayat ve gidişini düzene sokmalıdır. Çünkü o, davette bulunmaz ise, mutlaka tenkitçi bakışlar üzerine çevrilir. Her yönden projektörler ona çevrilir. Hele davetçinin sözleri fiiline uymuyorsa gönüllü müfettişler habbeyi kubbe yaparak yaygarayı basıp, davetçiyi ondan uzaklaştırmaya mecbur edeceklerdir. Davetçi eğer davasına samimi ise sağdan soldan gelen tenkid okları kendisini incitmez. Bu duruma üzülüp, sıkılmaz. İnsanlık gereği yaptıklarında hata bulunsa, bu hataları mutlaka doğrudur diye kabul ettirmeye de çalışmaz.

Daha sonra, bu davaya hizmet etmek, ilerdeki aşamalarda yapılacak mücahedelerde ihtiyaç hissedilen, güzel huy ve davranışları vererek, kişiye şahsiyet kazandırır. Davetçi zor bir durum içindedir. Kalbini inciten onu karamsarlığa düşüren, sebat ve azmini kıran hadiseli günler ardısıra gelir. Allah’ın yardımı olmadığı takdirde konumunu korumak çok zordur. Bir taraftan, kendi çevresindekiler onu alaya alarak davasını küçümserler. Bir taraftan da, amansız eleştirilere hedef olurlar. Başkaları ona sövüp sayarlar. Daha başka bir grup, küçük düşürmek için onu hedef seçip, zehirli oklarını ona yağdırır. Başka bir taraftan, ona çamur atarlar. Başka bir yönden tuzaklar kurup, Hak caddesinden çıkarmak ve fetnelere düşürmek için türlü türlü dolaplar çevirirler. Bu aleyhte faaliyetler o kadar belirginleşir ki, onu anne, baba mirasından yoksun ederler. Akraba ve dostları ondan yüz çevirirler. Öyle ki, bu koca dünya ona dar gelir. Risaletin doğru oluşu hususunda şüpheler uyanır.

Böyle yıkıcı vasat ve zor günler, ardı arkası kesilmeyen dertler, davetçinin azmini ve iradesini zayıflatıp, batıla baş eğip fikir dengesini bozmazsa, bununla beraber de bilerek samimi bir hava içerisinde seçtiği yola devam edip, gücünün yettiği kadar çevresini düzeltmeye aralıksız çalışırsa, davetçi davanın gelecek aşamalarında muhtaç olduğumuz güzel davranışlara sahip olduğunu ispat etmiş olur.

Üyelerimizi ve bizimle birlikte çalışanları irşad edip, Allah’ın davet ettiği yola getirmek için, gücümüz yettiği kadar uğraştık.

Allah buyuruyor ki:

“Hikmet ve güzel öğütlerle Rabbinin yoluna çağır, en güzel üslup ile onlarla mücadele et.”

Yani ilk önce dinin temel ve esaslarını halka telkin edecekler. Sonra yavaş yavaş onları dinin gereklerine uymaya ve lazım gelen şeyleri yapmaya davet edeceklerdir. Davet ettiklerine, akıl ve fikirlerinin hazmedemiyeceği sözleri söylemeyeceklerdir. Fer’i hükümleri küllü hükümlerden üstün tutmayacaklardır. Temeli sağlamlaştırmak için çalışmadan önce, cüz’i fenalıklar üzerinde durup, boşuna vakit kaybetmiyeceklerdir.

Gaflet ve delalete düşenler hakaret edince, sırt çevirmeyecekler. Tam aksine, onları hakka getirmek için gayret harcayıp, doktorun hastayı tedavi ettiği gibi, inanç ve fikir hastası olanlara öğüt vereceklerdir.

Bilgisizliklerinden kendilerini küçümseyip davalarını basit görüş alaya alanlara vaaz ve nasihat edip, onlara dua edeceklerdir. Zulüm ve bozukluklara karşı sabredip, kesinlikle cahillerle mücadeleye girmekten sakınacaklar ve imkan nisbetinde değersiz şeylere daima en uzak kalacaklardır. Hakk’ı kabul etmeyip çekinenleri yola getirmek için değil aksine, hakkı kabul edip, kurtuluşu arzu edenleri, hakka meyilli olanları yola getirmek ve ıslah etmek için -maddeten fakir ve zayıf da olsalar- çaba harcayıp, uğraşmaları gerekmektedir. Gördükleri hizmete karşılık, halkın ilgilerini istemeyecek, halkın bakışlarını kendilerine çevirmek amacı ile hizmetlerini dile getirmeyecek ve söylemeyeceklerdir. Onlar, niyetlerini Allah için yapıp sadece Allah’ın rızasını kazanmaya çalışacaklardır. İnsanlar ister bilsinler ister bilmesinler. Onlardan ister iyilik görsünler ister görmesinler. Allah’ın, onların fiiliyatlarını bilip, kendilerine yardım edeceğine inansınlar. İnsanın bu yolu takip edebilmesi için en fazla ona gerekli olan husus; devamlı çalışma, zorluğu ve sıkıntılara karşı sabretmektir. Çünkü bu yolda, az bir zaman içinde, basit bir işi yapmakla kalbi ferahlandıracak bir sonuç elde edilemez.

Davanın gelecek aşamaları için en fazla gereken şey; iman kuvveti, ciddiyet, vakar, insaf, yüksek ahlak, değersiz şeylerden uzak kalmak gibi güzel davranışlardır. Bunlar davetçiye yön veren etkenlerdir. Böylece, davetçinin kalbi mutmain olur.

Her ne kadar, bu dava bu yolda ağır adımlarla ilerliyorsa da, atılan her adım yerinde ve tamdır. Bu gidişle, beşeriyet, kaynağından iyi bir sonuç alır. Bu gidişle davaya hiç faydası olmayan, tam tersine davaya zarar verip onu belalara uğratan, doğruluk, vakar ve hikmetten uzak aşağılık kimselerin bulunmaması, toplumda iyi ve karakterli kimseleri bu davaya kazandırabilir. Böyle olursa, bu dava için samimiyet ve ihlasla çalışan, kutsal davanın sevgi havasını soluyan kimseler elde edilebilir ki, bunların her birisi binlerce yabancı hayranı ve aşağılık kimselerden iyidir.

Çalışma metodumuzun mühim esaslarından birisi de; kendimizi batıl nizamlardan ve bunların himaye ve yardımından korumamızdır. Çünkü; can mal ve ırzımızı koruma hususunda, bu nizamın yardımını kabul etmiyeceğimizi ilan etmiştik. Ancak, bu duyurumuzu bütün İslam cemaati üyeleri için zorunlu tutmayıp, bir hak ölçüsü olarak kendilerine gösterdik. En yüksek makamlara çıkmaları veya bu nizamın tokatlarına karşı yenilgilerini itiraf edip seviyesiz derecelere düşmeleri hususunda onları serbest bıraktık. Bu sınırı aşanları üye olarak kabul etmeyiz. fiöyle ki; başkalarına haksız dava açan, veyahut mahkemede yalancı şahitlik eden, gerekli olmadığı halde, şahsi dostluk ve akrabalık için tartışmalara giren kimsenin cemaatimizde yeri yoktur. Üye olarak kabul edilmez.

Görünüşe bakıp da işin iç yüzüne nüfuz edemeyenler batıl nizamdan can ve malımızı korumak için, onun himayesinden faydalanmamız konusunda takip ettiğimiz yolun hakmet ve gayesini pek anlayamazlar. Buna, hatalarımızdan biri olarak çeşitli tenkit ve itirazlar yaparlar. Gerçekte ise bunun bir çok faydaları vardır:

1- Beşer hayatı için, Allah’tan başka kimse kanun koyma hakkına sahip değildir. Bu tutumumuzla bir dava sahibi olduğumuzu ve ancak davanın gölgesinde yaşamayı arzu ettiğimizi ispat etmiş bulunuyoruz. Hakimiyet yalnız Allah’ındır. Kim olursa olsun, hiçbir şekilde, bu dünyada, Allah’ın yurdunda, Allah’a itaat etmeden, kanun ve nizamlarına bağlanmadan ve bu kanunlara göre hareket etmeden kendi hükmünü uygulayamaz. Hem de, Allah’a ve O’nun kanunlarına dayamayan bir düzen, küfür, zulüm düzeni olduğuna göre, hukukumuzun temel ve esasını, İslami olmayan bir düzenin üzerine kurmamız ve Hakkı batıldan ayırd etmek meselesini, batıl olduğuna inandığımız bir hükümetin ölçülerine bırakmamız düşünülemez. Bu kritik günlerde en büyük belalarla yüzyüze iken, inancımızın bu icabını gerçekleştirdiğimiz takdirde, yaptıklarımızın samimiyetimize, davamıza, karakterimize ve inancımıza uyduğunu kesin bir delil ile ispat etmiş oluruz. Fakat, geçici bir yarar ümidi, mal ve can korkusu, inancımızın kabul etmediği bir şeyi yapmaya bizi sürükleyecek olursa, bu gayret ve gidişimizin zaafına en açık delil olacaktır.

2- Bu metodumuz, üyelerimizin inancında, kuvvetli güvene layık olduklarını bilmek için, bir temel taşı teşkil edecektir. İman ve inancında büyük bela ve zorluklara karşı, sabır ve sebat edenleri tanımak için vesile olacaktır.

3- Üyeler bu metoda sadık kaldıktan sonra, ister istemez, batıl düzene değil, hakka, güzel ahlaka ve temiz gidişe dayanmak suretiyle ilgilerini kuvvetlendireceklerdir. Böylelikle, ahlaklarını güzelleştirecek ve hayat akışı içinde, doğru, İslam’a bağlı, muttaki, iyi insan olduklarını isbat edeceklerdir. Halk da, onların mal, can ve namuslarını korumaya kendilerini mecbur hissedecektir. Çünkü, halk yalnız kendilerini muhafaza edenleri himaye edecektir. İslam davetçileri, kanun ve adliyenin himayesinden istifade etmedikleri gibi cemiyetin manevi himayesinden de istifade etmezlerse, ormanlıkta kurtlar içinde bulunup, ölüm için sıra bekleyen sürüye benzerler.

4- Önemlilik arzetmesi bakımından, bu dördüncü fayda bundan önce zikredilenlerden daha az öneme sahip bir konu değildir. Biz, can, mal, namus ve herşeyimizi tehlikeye maruz bırakmakla cemiyetin gerçek ahlakını ve içinde bulunduğu durumu ortaya koymuş bulunacağız. Bununla, cemiyetin ahlak kaidelerine ne dereceye kadar bağlı olduğumuzu göstereceğiz. Zira halk, bozuk ve batıl düzenin emniyet teşkilatına ve adliyesine müracaat etmiyeceğimizi bildiği için hukukumuza tecavüz edildiği zaman, cemiyetin içinde düştüğü ahlak buhranının en açık delilini müşahede edecektir. Bu suretle, cemiyetimizde kanundan korktukları için, şeref haysiyet ve mertliklerini koruyanların kimler olduğunu tanıyacağız. Bu gibi kimseler, kanunun kendilerini takip etmeyeceklerini bilseler her türlü ihanet, aldatma ve anlaşmalara, itaatsizlik gibi suçları işleyeceklerdir. Bunlar gerçekte din perdesine bürünüp tatlı tatlı sözler ve hikayeler söylüyorlar. Fakat, fırsat bulup da kanunun gölgesinden kurtuldukları gün, en kötü ahlaksızlarını dinsizlik ve canavarlıklarını sahneye koyacakları muhakkaktır. Sosyal hayatımızda gizlenip de milli hedefimizin temelini sarsan, bu ahlak sorununu meydana çıkarıp, gerçek yüzüyle bütün dünyaya ilan etmek istiyoruz. Ta ki toplumun kalbi uyansın. Varlığından habersiz olduğu, tedavisi mümkün olmayan bu hastalığın nasıl kökleştiğini nasıl dal-budak saldığını, toplum iyice bilsin.

İslam’ın Yeniden Dirilişi için Mücahitlerde

Bulunması Gereken Özellikler

Bu davet için çalışanların sahip olmaları gerekli asgari şartlar üç bölüme ayrılır:

1- Her mücahitte bulunması gereken kişisel üstünlükler.

2- Toplum hayatını düzenleme ve koruma için gerekli nitelikler.

3- Allah yolunda mücahede edebilmek için gereken şartlar.

Kişisel üstünlükler:

Kişisel üstünlüklerin temeli olan, yeterlilik şartı şudur ki: Bizim her üyemiz ilk önce kendi kendisine yönelecek, Allah’a Rasulü’ne itaat edip emir ve yasaklarına baş eğinceye kadar nefsiyle mücadele edecektir. Rasulullah (s.a.v.) bu hakikatı şöyle açıklamıştır:

“Mücahid Allah’a itaat etmek için kendi nefsiyle mücahede edendir.”

Öyle ki, dış dünyada, sosyal hayatta, Allah’ın düşmanlarıyla çarpışıp, savaş etmeden önce, sizin içinizde gizlenip de Allah’a ve Rasulü’ne karşı gelmeniz için tahrik eden içinizdeki düşmanınızla çarpışmada, bütün gayretinizi harcamanız gerekir. İçinizdeki düşmanınız, Allah’ın istemediği şeyleri size yaptırmak hususunda beslenip durdukça, dünya, üzerinde Allah’ın düşmanlarına savaş ilan etmeniz boş ve yersizdir. Bunu şöyle bir örnekle açıklayalım. Elinizde şarap fıçıları bulunduğu halde, şarap içmemeleri için halkla mücadele ediyorsunuz. Gerçekte sözümüzle fiillerimiz arasında bu şekilde bir çelişkinin bulunması varlığımızı alt-üst etmekte, çalışmalarımızın ürününü ortadan kaldırarak, sosyal hayatımızı öldürmektedir. Öyle ise, her şeyden önce kendinizi Alah’a teslim edip, İslam’ın hakimiyeti uğruna nefsi hürriyetinizden fedakarlık yaptıktan sonra, başkalarını itaat ve ibadete davet etmeniz gerekir.

Cihad makamından sonra hicret makamı gelir. Hicretin öz manası evini ve yurdunu terketmek değildir. Hicret, Allah’ın yasaklarını terkedip, ibadet ve taatle onun rızasını kazanmaktır. Gerçek mücahidlerin evlerini, yurtlarını terkedip, başka diyarlara göç etmeleri ise kendi yurtlarında Allah’ın ve Rasulü’nün istediği şekilde hayatlarını düzenlemeye imkan bulamadıklarındandır. Bir kimse evini, yurdunu terk ettiği halde Allah’ın emirlerine uygun şekilde hayatını düzenlemez ve yasaklardan vazgeçmezse sadece akılsızlık etmiş olmaz, üstelik hicret nedeniyle çektiği zorluk ve sıkıntılardan da hiç bir fayda sağlamamış olur. Rasulullah (s.a.v.) bu hususu birçok hadislerinden açıklamışlardır.

Sahabilerden biri

“Ey Allah’ın Rasulü hangi hicret iyidir?” diye sormuş, Rasulullah ta (s.a.v.):

“Rabbinin istemediği şeyi terketmendir.” buyurmuştur.

Bunlardan da anlaşılıyor ki, İslami olmayan işlere tutkun olan kimsenin, yurdunu terketmesinde hiç bir karı olmadığı gibi, bu hicret Allah’ın yanında da kıymetsizdir.

Bunun için,dıştaki asi kuvvetlere savaş açmadan önce içinizdeki düşmanlarla savaş etmenizi, kafir ve münkirleri imana getirmek için çaba harcamadan önce nefsinizin terbiyesine özen gösterip, hem sevinç hem üzüntü zamanlarında onu Allah’ın kontrolüne bırakmaya çaba harcamanızı istiyorum. Daha açık bir ifade ile “Kazığa bağlı at” gibi olmalısınız. At, ne kadar dolaşıp sağa sola gitse mutlaka yine kazığına dönecektir. Rasulullah (s.a.v.):

“Mü’min ile imanın hali, at ile kazığın hali gibidir. At dolaşır, sağa-sola gider, fakat tekrar kazığına döner.” buyurmuştur.

Bu at, başıboş bırakıldığı zaman, mera ve çimenliğe giden, şiddetli bir hırs ile her yeşilliğe saldıran ata benzemez. Başıboş bırakılmış atın huylarından uzak kalıp, bağlı atın huylarına kendinizi alıştırmaya çaba göstermeniz gerekir. Hayatınızı bu şekilde düzenledikten sonra atmanız gereken ikinci adım ise, sizi çevreleyen ortamla mücadele etmenizdir. Buna “Ev cephesi” ismini verebilirim. Ailenizle, akraba, dost ve bağlı olduğunuz ortamla mücadeleye girmeniz gerekir. Amaç, onlarla döğüşmek, onları sevmemek veya onlarla mücadele etmek değildir. Hem kişisel, hem de sosyal hayatınızda davanız ve tutumunuza ciddi olarak bağlı olmanızdır. Zira hayvanlar gibi amaçsız, boşu boşuna zaman öldürenler, amaç ve ideallere bağlı olarak düzenlediğiniz hayatınızda sizinle ilişkide bulunmaya dayanamazlar. Zevceleriniz, çocuklarınız, babalarınız, analarınız, akrabalarınız, dostlarınız yaptığınız iş ve tutumunuzu kabul etmeyip size çatarlar. Evlerinizde, aileniz içinde bir yabancı gibi, halkın gözünde çöp ve aşağıya inmeyip boğazında kalan yemek gibi olacaksınız. Halk, makam ve sandalyeler için titrediği halde, sizin için ateşle dolu ocaklar haline gelmiş olacak. Yakınlık derecesine göre herkesle mücadele etmek şarttır. Allah aşkına söyleyiniz. Kendi evinde savaş halinde bulunan kimsenin, -ola ki bir kaç mil ötede dahi olsa- savaş meydanına çıkması doğru mudur? Birçok yerlerde, üyelerimizle akraba ve yakınları arasında meydana gelen mücadele beni çok sevindiriyor. Bazı yerlerden bu şekilde haberler gelmediği için de üzüntü duyuyor ve acı çekiyorum. Yalnız bu mücadelede, doktorun hastaya takındığı tavır ne ise, o tavrı takınmak gerekir. Doktor hastayla değil, hastalıkla mücadele eder. Onu tedavi için çalışır. Doktor hastaya ne kadar acı şurup içirir, veyahut ameliyat yaparak organını keserse de bu kötülük için değildir. İyilik yapmak için çırpınmaktır. Onun bütün düşmanlığı hastalığa karşıdır. Hastaya karşı kesinlikle düşman değildir. İşte, gaflet ve sapıklığa düşen kardeşlerinizi hidayet yoluna böyle davet edeceksiniz. Hakaret ve küçümseme gözüyle kendilerine baktığınızı veyahut şahsiyetlerine karşı kin ve nefret hisleri beslediğinizi hissetmesinler. İyilik, yücelik, sevgi ve insan kardeşliğinin sizi etki altında bıraktığını görsünler. Gerçek davet, sözlü veya yazılı münakaşa ile değildir. Bunlar basit çarelerdir, zararı yararından fazladır. Davet için gerçek ve doğru yol, onlara canlı örnek olmanızdır. Halk sizi gördüğü zaman, tavırlarınızdan ve güzel ahlakınızdan dolayı “Allah yolunda yürüyenler bunlardır” diyebilsin. Rasulü Ekrem (s.a.v.) mü’minler hakkında şöyle buyuruyor:

“Görüldüklerinde Allah hatıra gelir.”

Bir anda, sadece gösteriş olsun diye, böyle bir hayatı yaşamaya sizi davet edemem. O böyle kolay kolay olmaz. Bu aşamaya varabilmek için zaman gerekir. Sizi çevreleyen ortamla mücadeleye girdikten ve bu amaç uğrunda fedakarlıklar yaptıktan sonra, zamanla bu hayat bir alışkanlık haline gelecektir. Bundan sonra ancak bu davetin canlı örnekleri olacaksınız. Kur’an-ı Kerim’i ve sünnet’i bu amaç için derinden derine inceleyip araştırınız ki; İslamiyet hayatın hangi çeşidini ister, Allah hangi tip insanları sever, peygamber onları nasıl yetiştirmeye çalışırdı, davet ve cihad bayrağını zaferle taşıyan mücahidlere İslam’ın verdiği güzel ahlak ve üstünlükler nelerdir, iyice öğreneceksiniz. Hepinizin bildiği gibi, insanların en zekisi olan Rasulullah’ın (s.a.v.) yetiştirdiği mücahidler ancak onbeş sene gibi uzun bir eğitim ve terbiye gördükten sonra mücadele sahasına atılmışlardır. Hazırlık devrelerini ve derece derece hareket aşamalarını araştrmanız gerekir. Rasulullah’ın (s.a.v.) hangi güzel huylara, hangi üstünlüklere önem verdiğini mübarek sahabelerine hangisini sunmuş, hangisini geriye bırakmış bulunduğunu ve hangi aşamada, onlardan ne gibi güzel huylar istenildiğini iyice bilmek gerekir. Ve insanların nereye kadar yükselmesi için çalışılmıştır? İstenilen üstünlük ve güzel huylarla süslenen bu insanlara ne zaman “İyiliği emredip münkeri yasaklayan, insanlar içinden çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz?” mealindeki ayet-i kerime, hitap etmiştir?

Bu, kendinizi hazırlamak ve nefsinizi temizlemek hususunda göz önünde bulundurmanız gereken bir örnektir. Zaman yeterli olsa idi, Rasulullah’ın (s.a.v.) bu husustaki hadislerini ortaya koyacaktım. Bununla beraber iki hadis’i aktarmak istiyorum.

1- “Allah için seven, Allah için buğzeden, Allah için veren, Allah için men eden kimse imanını tamamlamıştır.”

Yani insanın sevgisi, buğzu, vermesi, vermemesi nefis ve dünya hesabına pay çıkarmaktan uzak olup, sadece Allah’ın rızası için olmayınca, imanı olgunlaşmış sayılmaz.

2- “Din dokuz şeyi emretti: Gizlide ve açıkta Allah’tan korkmak, öfke ve rıza halinde hak sözü söylemek darlık ve bollukta iktisatlı olmak, bana iyilik yapmayana iyilik yapmak, beni yoksun kılana verip iyilik etmek, bana zulmedenden kimseyi af etmek, susmam tefekkür, konuşmam zikir, bakmam ibretli olmaktır.”

Rasulullah (s.a.v.) bu esasları gözler önüne serdikten sonra, dokuzuncu prensibi de şöyle ifade etti;

İyiliği emr, kötülüğü men etmek.”

Bundan da anlaşılıyor ki, adil bir ümmet, insanlar arasında emr-i bil maruf ve nehyi anil münkeri yerine getiren ümmettir. Ümmetin her ferdi, yukarıda sayılan üstünlüklere sahip olmalıdır. Zira bu üstünlüklerle nitelenmeyen, kimsenin sorumlulukları yerine getirmesi ve bu makamın hakkını vermesi mümkün değildir.

Topluluğumuzun nitelikleri:

Biraz evvel belirttiğimiz kişisel niteliklerden başka, sosyal hayatımızın tesisi ve korunması için ayrı üstünlüklere ve ahlaka ihtiyacımız vardır. Topluluğumuzun uyumunu sağlama bağlayıp, ondan faydalanmak için üyeler arasında karşılıklı sevgi, yardımlaşma, birbirlerine hakkı ve sabrı öğütlemede bulunmaları şarttır. Ta ki, dava uğruna hem kendilerini hem de başkalarını ileriye sürsünler. Yeryüzünde herhangi bir toplum düzeni ile mücadele esnasında bu niteliklere sahip olmazlarsa batıl ile asla baş edemezler. Ve tecavüz edenlerle karşılıklı çarpışamazlar. İslam aleminde, en güzel sıfat ve ahlak ile, birçok fertler vardır desem, haksız bir söz söylemiş olmayacağım.

Hatta biz, İslam dışı ülkelerden, İslam aleminde mevcut bulunan, iyi ve ahlaklı insanlar ölçüsünde insanlar getirilmesi için teklifte bulunsak ve bununla övünsek onlar bunlara benzeyen bir tek fert getiremeyeceklerdir. Varolan kişisel güzellik ve bunun en yüksek makamına çıkan kimseler, güzel hal ve hareketleri ile birkaç yüz veya bir-ikibin kişiyi doğru yola getirmiş ve sonra Rablerine giderek temizliklerine ve güzel ahlakına delil olabilecek izler bırakmışlardır. İş bununla biterse büyük ve genel işler olmaz. Bir pehlivan ne kadar cesur ve kuvvetli olursa olsun, nihayet ağır bir yük kaldırabilir. Güreşte birkaç kişiyi mağlup eder. Fakat donanımlı bir asker birliğine dayanamaz. Bizim topluluğumuzda kişisel mükemmelliğin aşamalarını aşan kişiler olsa bile, aralarında gereken ilişki ve yardımlaşma olmadığı takdirde tam donanımlı bir birlikte boğuşmak, isteyen o pehlivana benzerler. Kişisel güzellik bakımından topluluğumuzda öyle kimseler var ki, onların yüksek ahlak ve gidişlerine özeniyoruz. Fakat sosyal durumumuz huzur ve memnuniyet verici değildir.

Kur’an-ı Kerim özet olarak birçok ayet’lerde sosyal ahlakımıza değinmiş, Rasulullah ta (s.a.v.) birçok hadisi şeriflerinde açıklamıştır.

Biz Kur’an-ı Kerimi, sünneti, ashabın gidişlerini inceleyecek olursak, aranan sosyal ahlak için sayılamayacak kadar canlı örnekler görürüz. Bunları büyük dikkatle incelemeye gayret ediniz. Topluluğumuzun düzeninde ne gibi noksanlar varsa gidermeye çalışınız. Bilinen odur ki, bu dünyada herkes başkalarıyla ilgi kurup yardımlaşmak suretiyle yaşar. Kişiler arasında iyimserlik, esirgeme ve fedakarlık olmazsa mutlaka gruptaki anlaşmazlık yardımlaşma hissine son verecektir. Topluluğumuzun düzeni ancak bu idealle uygulanabilir. Sen başkasının hatırı için bir şeyi terkedersen, o da senin hatırın için bir şeyi terkeder. Bu esirgeme ve fedakarlığa hazırlığınız olmazsa, sosyal hayatta bir inkilap yapacağınızışünmeyiniz.

Allah yolundaki cihad için gerekli hususlar:

Üçüncü bölümün nitelikleri, Allah yolunda cihad için gerekli şartlardır. Kur’an’da ve sünnette, yalnız açıklaması değil, her nitelik hakkında, hangi bölüm ve hangi derece üzerine olunması, açıklanmıştır. Kur’an’da ve sünnette mevcut bulunan hüküm ve maddeleri inceleyip, mücadele için ne gibi sıfatlara sahip olmanın gerektiğini iyice öğrenin. Bir kısmına kısa olarak şunu işaret etmek isterim. Bu sıfatların birincisi sabırdır. Sabırın ne kadar gerekli ve yerinde bir şey olduğu, Kur’an’da ve sünnette açıklanmaktadır. Sabır, sadece Allah yolunda yapılan mücahede için gerekli değildir. O birçok işler için de gerekir. Allah için mücahede sabrın sadece bir türüne mahtaçtır. Dünya için yapılan mücahede ise başka bir türlü sabra muhtaçtır.

Allah yolunda yapılan mücahede için sabrın bir kaç çeşidi vardır:

1- Herhangi bir işinizde acele edip zamanı gelmeden önce adım atmaktan sakınmak.

2- Zorluk ve günahlarla yüzyüze kalındığı zaman, hedefi korumakta sebat etmek ve geriye kaçmamak.

3- Cihad görevini yerine getirdikten sona, istenilen sonuç geç kaldığında ümitsizliğe kapılmayıp cihada devam etmek.

4- Hedefinize doğru yürürken, tehlikeli yerlere varıldığında ayağınızın kaymaması için yere kuvvetlice basmak.

5- fiefkat ve merhametin gerektirdiği içerleme anında dahi yapmanız gereken; dengenizi korumaya dikkat etmek, şefkat hislerine mağlup olduğunuz bir anda, düşünmeden, tefekkür etmeden bir adım atmamak, akıl, kalp ve irade normal bir halde iken yapacağınız işi yapmaktır.

Bildiğiniz gibi, siz yalnız sabırla emredilmemiş, aynı zamanda sabırla yarış yapmakla da emredilmişsinizdir. Çünkü; düşman kuvvetleri sabır konusunda batıl davaları yolunda, sabırla donatılmışlardır. Onun kuvvetlerini zayıf düşürmek ve başını Hakka eğmek için sabırda üstünlüğünüzü yerine getirmeniz gereklidir. Bunun için “Ey mü’minler sabrediniz” dedikten sonra “sabırda yarışınız” buyuruyor.

Hakk’ın bayrağını yükseltmek için mücadele ettiğiniz ve çarpıştıklarınızın, sabrıyla, sabrınızın arasına bir ölçü koymanız gerekir. İkinci dünya savaşının ürkütücü olaylarını okuyun. Alman, Japon ve Amerikalıların takındıkları sabrın ölçülerini bileceksiniz. Batıl’ı yükseltmek için yapılan fabrikalar, ev, istasyon, hava limanlarını kendi elleriyle nasıl yaktılar. Kuvvetli orduları ezen tankların paletleri altında kendilerini çekinmeden nasıl çiğnettiler. Ölüm saçan düşman uçaklarının gölgesi altında nasıl durdular. Sizin sabır ve sebatınız onlarınkine nisbeten artmayınca, onlarla savaş ve çarpışma yapmaya cesaret edemezsiniz. Savaş gücünüz onların savaş gücüne oranla zayıf olduğuna göre bu boşluğu doldurmak, ancak sabır, sebat ve doğruluk silahı ile silahlanmanızla mümkündür.

Allah yolunda yapılan mücahede için gerekli ikinci nitelik fedakarlıktır. Zaman fedakarlığı, çalışma fedakarlığı, fikir fedakarlığı, parlak gelecek fedakarlığı, arzu ve ümit fedakarlığı... Bu yönden de batıl sancağını taşıyanlardan geriyiz. fier kuvvetlerine galip gelebilmemiz için zayıf savaş gücümüzün eksikliğini kapatabilmek için, fedakarlık yönünden onlardan üstün olmamız gerekiyor. Kalbimizi ağlatan bir durum vardır. Hiç birimiz, Allah’ın verdiği güçleri değersiz bir dünya malı için, Allah’ın düşmanlarına satmaktan sakınmıyoruz. Böylelikle müslümanların değerleri yok olup gidiyor. Müslümanların çoğu büyük gelir kaynaklarından fedakarlık yapmak ve İslam dinine hizmet için kaynaklarını kullanmaktan aciz bir durumdadırlar. Müslümanlar böyle bir fedakarlık ve Allah yolunda savaşmak için hazırlıklarını yaptıktan sonra zamanımızda İslami kalkınma nasıl gerçekleşecektir? Nasıl gelişip ilerleyecektir?

Bilindiği gibi, dünyada herhangi bir k imse kendi hedefleri doğrultusunda birşey bilmeyen askere güvenmek suretiyle gelişme gösteremez. Asker herhangi bir toplum için vücuttaki el ve ayaklar hükmündedir. Askeri, organize edecek kalpler, olmazsa, el ve ayaklar ne yapabilirler? Ne fayda verirler? Başka bir ifadeyle, askeri yönlendirmek için birinci sınıf kumandanlara ihtiyacımız vardır. Fakat, maalesef müslümanlarda birinci sınıf kalbi ve fikri güçler sahip olanlar, makam ve şöhrete düşkün olup, yüksek makamları işgal etmek için gece gündüz çalışmaktadırlar. Onlar ancak hayat çarşısında kendilerine yüksek bir fiyat verenlerle ilişki içerisine giriyorlar. Bağlılıkları, menfaatlerini veya yeteneklerini feda edecek bir seviyeye gelmemiştir. Siz bu sönük hisse dayanarak, gayeleri uğrunda milyonlarca doları feda eden bozgunculara karşı, savaşta üstün gelmek hususunda ümitliyseniz, ahmaktan başka bir şey değilsiniz.

Allah yolunda yapılan mücahede için gerekli üçüncü şart, kalbin coşması ve davaya bağlılıktır. Mücahedenin gayesini kavramak ve iyi olduğuna kanaat getirmek yeterli değildir. Bu nitelik, bu yolda gidilebilmesi için mücahidin ancak birinci adımını oluşturur. Bu bakımdan yeterli ve doyurucu değildir. Ciğerpare evladını hasta gören kimsenin kalbinde yanan, onu doktora götürmeye mecbur eden veya çocuklarının karınlarını doyurabilmek için, hayatlarını kurtaracak kadar bir yemek bulamadığından çalışmaya mecbur olan kimsenin, kalbinde alevlenen ateş kadar, her mücahidin kalbinin (bu yüce gaye için) yanması gerekir. Bu yüce gaye uğrunda, her an sizi meşgul edecek kalbinizi huzur, fedakarlık ve samimiyetle dolduracak bir çalışma şevk ve heyecanıyla birlikte, bütün düşüncelerinizin etrafında toplanacağı ciddi bir eğitim ve gayret de gerekecektir. Öyleki şahsi işleriniz, ailevi meseleleriniz sizi ciddi şekilde meşgul edecek kadar çok olsa bile, bunu gönlünüz razı olmayarak yapacaksınız. Vaktinizin ve çalışmalarınızın az bir kısmın şahsi işlerinize, çoğunu ise inandığınız gayenin gerçekleşmesine harcayacaksınız. Bu gayret, zihninize iyice yerleşerek ruhunuzla birleşmeyince, damarlarınızdaki kanla beraber akmayınca, kafalarınızı ve şuurunuzu tamamiyle işgal etmeyince, yalnız sözlerinizle hiç bir şeyi harekete geçiremezsiniz. Bir çok kimseler bizimle beraber yürümek ve fikirlerimizi desteklemek hususunda hazır bir durumdadır. Fakat onlardan mal ve canları ile birlikte bizimle ilişkide bulunanlar azdır.

Eski dostlarımızdan biri, “Cemaatı İslamiyye’nin hareket tarzı ve gidişi kafama iyice yattığı için faaliyetlerini destekliyorum. Fakat onun davasının ruh ve zihnimle tam manasıyla birleşmesi ancak şimdi oldu” dedi. Keşke herkes iyice düşünse, bu davanın gayret ve aşk ateşinin kalbinde yanıp yanmadığını anlayabilse. Bu anlayış sonucunda, cemaatla arasındaki ilişkinin yeterli derecede kuvvetli olmadığı takdirde, bütün gayret ve şuurunu harekete geçirecek şekilde, harekete geçse ve bu hususta elinden gelen gayreti harcasa...

Gerçekte insan, gaye ve hedefine bağlı ise, fikren bu gayenin gerçekleşmesi çarelerini gözetiyorsa, teşvike ihtiyaç yoktur. Cemaati İslamiye üyelerinde bu gayret ve kuvvet bulunduktan sonra, onun her şubesinin üstüne aldığı tebliğ ve İslam’ı, tanıtma vazifesinde, bezginleşmesine, bir yerden başka bir yere gittiğinde, davaya karşı bağlılığının gevşemesine, imkan yoktur. Sizden birinizin bir evladı hasta olursa ölüm-kalım meselesi ile karşı karşıya kalsa, bu durumda onun bakımını, tedavisini başkasına bırakır mı? Hizmetine bakıp ilaç getirecek, doktora götürecek kimse yoktur diye evladını terkeder mi? Bu gibi işleri zamanında yerine getirecek hiç kimse bulunmazsa, bizzat baba bu hizmetleri görecektir. Çünkü evlat onundur. Her türlü ihtiyacını karşılamak hususu herkesten daha fazla ona düşer. İnsan başkasının evladına karşı ilgisiz kalabilir, onun için endişe etmeyebilir. Fakat öz evladının halini görmemezlikten gelip tedavi ve hizmet hususunda gayret sarfetmemesine imkan yoktur. İşte bu davaya bağlılığınız ciddi ise ve ona sağlamca sarılmışsanız nasıl olur da onu başkasına güvenerek bırakırsınız, aldırış etmeyebilirsiniz. Dinin son nefesini vermek üzere bulunduğu anlarda, dini ilerletmek hususunda size yardım edecek kimse bulunmadığında susmamanız gerektiği gibi, yardım etmek isteyenlerin hatalı hareketlerine bakarak evinize çekilmeniz de doğru değildir. Bu durumlarda başka işlerle uğraşmamızın sorumluluk bilinciyle bağdaşmasışünülemez. Eğer bu hareketiniz bir şeye delil ise, başkasının evladı ile alakanızın zayıf olması gibi, dinle alakınızın zayıf olduğuna, Allah’ın emrini yeryüzünde yükseltmek hususunda fedakarlık yapmaktan aciz olduğunuza, delildir. Gerçekten gayenizle ve davanızla ilginiz kuvvetli olsaydı hiç olmazsa içinizden birinin bu gaye uğrunda kendini unutması, bu davanın devamı için hayat sorunu ile karşı karşıya kaldığı zaman bunlara önem vermemesi gerekirdi. İzin verirseniz size bir şey söyleyeceğim: Bu davaya karşı sevginiz, bağlılığınız; zevcelerinize, çocuklarınıza, babalarınıza, analarınıza duyduğunuz sevgiden daha az olduğu takdirde, mutlaka zarara uğrayacak ve bu hususta başarılı olamayacaksınız. öyle ki, gelecek nesiller de uzun zaman böyle bir işe yanaşmayacaklardır. Büyük adımlar atmayışünmeden önce, kalp ve ahlak gücünüzü mutlaka gözden geçiriniz. Allah yolunda cihadın, muhtaç olduğu cesaret ve hamle azmini kendinizde bulmanız zorunludur.

Allah yolunda yapılan mücahede için gerekli dördüncü şart da aralıksız, düzenli ve sisitemli bir çalışmaya kendinizi alıştırmanızdır. Bizim ümmetimiz, uzun zamandan beridir ki az bir zaman harcanacak işleri yapmaya alışmıştır. Daha önceki sonucu ancak bir akşam veya kuşluk vakti kadar çalışmaların, gayretlerin boşa gitmesi pahasına, kısa bir zamanda belli olacak işler yapmaya ayarlı adımlar atmak alışkanlık edinilmiştir. İşte bu alışkanlığı değiştirip, devamlı olan, sonucu uzak fakat emin, düzenli, metodlu ve yavaş yavaş gelişme yolunu takip etmeye, kendinizi alıştırınız.

Size verilen her iş, gerçekten önemli olduğu halde nazarınızda faydası görülmese de, acil sonucunu beklemeden, halkın övgüsünü ummadan bu yolda hayatınızı harcamanız pahasına olsa da, yerine getirmelisiniz. Allah yolunda mücahede sahası her zaman için kızışmış değildir. Her savaşan da her zaman ateş hattında, savaş halinde değildir. Bir savaşın başlaması bazen sessizce yapılan hazırlıklara, uzun senelere dayanmış olabilir. Ateş hattında, düşmanla savaş eden binlerce savaşcı bulunması, görünüşe göre faydası pek belli olmasa bile, gerçekte savaş hazırlıklarıyla ve savaş ile ilgili işlerle uğraşmanın göstergesidir.

Allah İle Rabıta

Peygamberler, Hülefa-i raşidin ve salih insanlar her şeyden önce sahabe ve tabiinlerine; Allah’tan korkup, Allah sevgisiyle kalplerini şenlendirmelerini ibadet ve kulluk yapmak suretiyle Allah’a yanaşmalarını, her yerde ve her vesileyle yaptıkları vasiyetlerle vurgalamışlardır. Ben de, peygamberlerin sünnetine, sahabelere ve salih isanlara uyarak, arkadaşlarıma bunu vasiyet ettim. Her fırsatta da vasiyet edeceğim. fiüphesiz bu her şeyden öndedir. Akidede Allah’a iman etmek ibadette Allah ile ilişki kurup yanaşmak, ahlak ve örfte, gizli ve açıkta Allah’tan korkmak, pratik hayatta Allah’ın rızasını istemek, her şeyden önde gelmektedir. Sözün kısası, çalışma ve mesaimizin gayesi Mevla’nın rızası olduğu takdirde hayatımızın kurtuluşu mümkündür. Gerçekleşmesi için ele aldığımız bu davanın, ilerlemesi, meyve vermesi, ancak Allah’a bağlanmak ve dayanmak suretiyle gerçekleşebilecektir. Bütün bunların Allah ile ilişkimiz ölçüsünde kuvvetli veya zayıf olacağı ortadadır.

Bir insanın yaptığı bütün işler, o insanı yaptığı işe sürükleyen işlerdir. Yapacağı herhangi bir fiilin, kalbinde ve ruhunda yer etmesi gerekir ki, o fiili yapabilsin. Ancak bunu yapabilmesi için gayret etmesi de gerekmektedir. Bu gayret ve çaba olmayınca o iş doğup gelişmez. Örneğin; nefsini düşünüp çalışan bir kimse, bencil olmayınca nefsini sevmesine imkan yoktur. Bencilliği ne kadar kuvvetli olursa, ihlas ve gayretle o derece kendine hizmet eder. Aile fertlerini düşünüp çalışan bir kimse onların sevgilerini kalbinde taşır. Bu sevgi için, istirahatını, canını, malını feda eder. Aile fertlerinin mutluluğu ve refah içinde yaşaması için, değil dünyasını, ahiretini de tehlikeye atar. Millet ve vatan için çalışan bir kimsenin, vatan sevgisi onun kalbine dolduğu için, bu yolda bütün güçlüklere katlanmaktan çekinmez. Gecesini gündüzüne katarak gerekirse canını ve en kıymetli varlığını bu uğurda feda eder. Bu davaya sarılmanız, eğer nefsin heva ve hevesi, ailevi bir maksatı, vatan ve millet çıkarı için olmayıp da, sadece dünya ve ahirette Allah’ın rızasını elde etmek için olursa, ilerlemeniz ve başarılı olmanız muhakkaktır.

Buna göre, Allah’a bağlılığınızın gerçek derecesini bulamayınca, bu sahada ilerleyip başarılı olmak imkansızdır. Bütün gaye ve hedefiniz Allah’ın emrine uymaktır. Allah’ın rızası olmayınca, onur, ihlas, fedakarlık gibi güzel huyları elde etmenin imkansız olduğunu kavrayabilirsiniz. Bu davaya sahip olanların Allah ile ilişkileri yeterli değildir. Yalnız onunla ilgilenmek gerekir. Allah ile ilişkileri bir çok ilgilerden biri olursa geçerli değildir. Allah ile ilgilerinin biricik ve gerçek ilgi olması gerekir.

Dileğimiz böyle bir düşüncenin ve Allah’a bağlılığının eksilmemesi, kopmaması ve gün geçtikçe de kuvvetlenmesidir.

Davamızın ruhu, esası ve Allah ile bulunan ilgimiz konusunda şüphemiz yoktur. Allah’a şükürler olsun ki, bizim cemaatımızda bunu bilmeyen hiç kimse yoktur. Yalnız şu kadarını söyleyebilirim ki, cemaatimizi şüpheye düşüren bazı sorular vardır. İnsanın, Allah ile olan rabıtasının gerçek manası nedir? Bu rabıtanın kuvvetlenmesi ve gelişmesi için nasıl hareket edilecektir? Allah’a imanı olup olmadığını nasıl anlayacaktır? Varsa derecesi nedir? Ben bir kaç sefer cemaat üyelerinin bu soruların açık cevaplarını bilmediklerine şahit oldum. Geniş bir çölde, yol işaretleri bulunmayan bir sahrada, kendilerini görüyorlar. Kaç aşama katettiklerini ve ne kadar yol kaldığını bilmiyorlar. Bunun için bir çokları belli olmayan düşünce vadilerinde kayboluyorlar. Bir kısmı da uzaktan veya yakından gayeleri ile ilgili hususları birbirinden seçemeyip, şaşırıp kalıyorlar. Bunun için “Allah’a inanıp, O’na itaat ediniz” diye nasihat vermekle yetinmeyeceğiz. Gücüm ve bilgim ölçüsünde bu soruları cevaplandıracağım.

Allah’a Bağlılığın Ölçüsü

Kur’an-ı Kerim’de, insanın Allah’a bağlılığının ölçüsü, insanın hayatının ve ölümünün, namazının, ibadetinin yalnız Allah’a mahsus olmasıdır. Kur’an-ı Kerim buyuruyor ki:

“De ki, şüphesiz namazım, ibadetim, dirim ve ölümüm. Alemlerin Rabbi olan Allah’ındır.”

Batıl dinlerden yüz çevirip, İslam’a dönmek ve Allah’a kulluk etmek, Allah’a bağlılığın ifadesidir.

Rasulullah (s.a.v.) birçok hadisi şeriflerinde, kul ile Allah arasındaki bağı, insan kafasında hiç bir soru bırakmayacak şekilde açıklamıştır. Biz Rasulullah’ın (s.a.v.) sözlerini incelersek Allah’a bağlılığın gizlide ve açıkta Allah’tan korkmak, O’na güvenmek olduğunu görürüz. Allah’a bağlılık, Allah’ın hoşlanmadığı bir şeyde insanların hoşlandığı bir şeyi istemek yerine, insanların hoşlanmadığı bir şeyde Allah’ın rızasını istemektir. İnsanın Allah’a bağlılığı kuvvetlenince, sevgisi ve düşmanlığı, vermesi ve esirgemesi, başka bir şahsi çıkar ve düşmanlığı olmadan, sırf Allah rızası için olması halidir. İşte bu hal insanda görülünce, o insanın Allah’a karşı olan bağının tam olduğu anlaşılır. Rasulullah (s.a.v.):

“Allah için veren, Allah için esirgeyen kimse, imanı tam anlamıştır.” buyurmuştur.

Vitr namazının son rekatında okuduğumuz son duayı hatırlayınız:

“Ey Rabbimiz senden yardım ve hidayet diler, günahlarımızın bağışlanmasını isteriz. Sana iman edip güveniriz. Bütün iyiliklerle sana hamd ederiz. fiükür eder inkar etmeyiz. Sana isyanı terkederiz. Ey Rabbimiz, ancak sana ibadet eder, sana namaz kılar ve secde ederiz. Rahmetini umar, azabından korkarız. Mutlaka, gerçek azabın kafirlere yetiştirilecektir.”

Bu kelimeleri düşünün. Her gece Allah’a nasıl bir bağ ile kendinizi bağlıyorsunuz. Bu ilginin gerçek yüzünü Rasulullah’ın (s.a.v.) gece namazına kalkıp okuduğu duada görüyoruz. Rasulullah (s.a.v.) Mevla’ya hitap edip, diyor ki:

“Ey Rabbim, kendimi sana teslim ettim. Sana inandım. Sana güvendim. Sana döndüm. Senin namına münakaşa eder ve seni hakim olarak kabul ederim.”

Allah İle İlgili Kuvvetlendirme Yolu

Allah’a bağlılığın yalnız bir yolu vardır. Kişi yalnız Allah’a inanıp, O’nun hem kendisine, hem yerde ve gökteki mahluklara, Rab ve İlah olduğuna iman etmesi, uluhiyetin ve bütün hakların ancak O’na has olması, şer kokusunu veren ne varsa kalbini ondan temizlenmesiyle olur. İnsanın bunu, bu bağlılığı güçlendirmesi ise iki yolla olur:

1- Düşünce ve tefekkür yoluyla.

2- Çalışma yoluyla.

şünce ve tefekkür yoluyla güçlendirmek şöyle olur: Yaratılış bakımından Allah ile ilişkinin çeşitlerini anlıyabilmemiz için, Kur’an-ı Kerim ve sahih hadisleri inceden inceye araştırmak gerekmektedir. Bunu kavradıktan ve halinizi O’nunla karşılaştırdıktan sonra, hangi ilişkiyi koruyup, gereklerini yerine getirmişsinizdir? Ne gibi noksanlığı hissediyorsunuz? Bu his ne kadar kuvvetli olursa Allah ile ilginiz o kadar kuvvetli olur.

Allah ile aranızda bulunan ilişkilerden bir kaçını açıklayalım.

1- Siz Allah’ın kullarısınız. O’da sizin mabudunuzdur.

2- Siz yeryüzünde O’nun halifesisiniz ve sayılmayacak kadar nimet size bahşedilmiştir.

3- Siz Allah’a iman ettikten sonra, nefs ve malınızı cennet karşılığında sizden satın almıştır.

4- Siz Allah’a karşı sorumlusunuz.Yalnız görünüşe göre sizi sorguya çekmeyecek. O bütün hareketli ve hareketsiz anlarınızı, niyet ve iradelerinizi banda alıp tespit etmiştir. İşte bunlar ve benzerleri Allah ile aranızdaki ilişkinin çeşitleridir. Allah’a bağlılığımızın kuvvetli olması ve O’na yaklaşmamız, bu ilişkilerin kavranışına, idrakine ve gereklerini yerine getirmeye bağlıdır. Bunlardan gafil olup, gereklerini yerine getirmediğimiz takdirde Allah’tan uzaklaşır, ilişkimiz kesilir. Bunlara karşı uyanık bulunup, onları korumak için çaba gösterdiğiniz müddetçe Allah ile alakınız kuvvetli ve derin olur.

Fikir ve düşünce yolu ameli yola dayanmadıkça sonuç vermez. Hatta uzun süre elde tutulamaz. Bu da Allah’ın hükümlerine samimi olarak sadık kalmak, Allah’a giden yolda canını ve her şeyini feda etmek demektir. Allah’ın hükümlerine sadık kalmanın manası ise; bilerek, isteyerek, severek, gizli ve açık dünyevi her şeyi, herhangi bir maksat ve gaye gütmeden, sadece Allah’ın rızasını kazanmağa çalışmak, O’nun emrine uymaktır. Dünyevi bir zarardan korunmak için değil de, yalnız Allah korkusu için, bütün İslam dışı şeylerden kalben nefret etmek ve bunlardan sakınmaktır. Sizi takva yoluna götüren yol işte bu yoldur. Takva makamından sonra, sizi ihsan makamına yükseltecek olan husus ise; Allah’ın ve Rasulü’nün sevdikleri her fazileti, iyiliği üstün tutmak, sevmediklerini de yapmamaya çalışmak, bu yolda canından çok sevdiklerini, bütün kabiliyetlerini, zamanını, düşüncelerini feda etmek ve bu yolda hiç bir şeyi esirgememektir. Bununla beraber bu yolda gösterdiğiniz fedakarlık, sizi gurura ve kibire götürmeyecektir. “Filana şu iyiliği yaptım” diye kalbinizden geçirmeyecek, daima Allah’ın hakkını yerine getirmek hususunda, kusurlu olduğunuzu düşüneceksiniz.

Allah ile bağlılığı artırmak için vesileler:

İnsanların bu yolu seçmeleri ve takip etmeleri kolay bir şey değildir. Bu yoldan geçebilmek için normalin üstünde bir kuvvete ihtiyaç vardır. Bu kuvveti hazırlayabilmek için yardımcılar şunlardır.

Namaz

Yalnız farz olanlar değil, farzların yanında, imkan ölçüsünde nafile namazlar. Burada bilinmesi gereken bir husus vardır. Allah’a olan bağlılığın kuvvetlenmesi, kalbinizde ihlasın doğması için, gücünüz yettiği kadar, fakat gizli olmak şartıyla, nafile namazlara devam etmeniz gerekir.

Nafile namazları, bilhassa gece namazlarınııkta kılmak, mü’minin kalbini öldürecek ve bütün amellerini boşa çıkaracak riya ve kibir kapısını açmaya sebep olduğundan, bundan sakınılması gerekir. Açıkça verilen sadakalarda da böyle tehlikeler söz konusudur.

Allah’ı zikir

İnsanın içinde bulunduğu hal ne olursa olsun, bir anlık nefesinin bile Allah’ın zikrinden gafil olmaması gerekir. Yalnız son zamanlarda bazı mutasavvıflar tarafından icat edilen, hint fakirlerinden veya hristiyan rahiplerinden etkilenen tarikatlara girmek caiz değildir. Böyle tarikatlar İslam’a aykırıdır. Allah’ın Rasulü ve sahabeleri tarafından okunan dua ve zikirleri hatırlayıp okuyunuz. Bu dua ve zikirlerin manasını anlamadan ezberlemek ve okumakla yetinmeyiniz. Manalarını, gayelerini anlamak ve hatırda tutmak suretiyle ezberlemeniz gerekir. En iyi tesir meydana getiren zikir ve dua şekli budur.

Oruç

Yalnız farz olan oruç değil, nafile oruçlar da tutmak için gayret edilmelidir. Nafile oruçlarının en iyisi ve en güzeli, her ay içinde üç gün tutulanıdır. Kur’an-ı Kerim’in açıkladığı, orucun hikmeti olan takva şuurunu, bu üç günde kendinizde bulundurmak için gayret sarfetmelisiniz.

Allah yolunda infak

Yalnız zekat, öşür gibi mecburi olanlar değil, nafile sadakalar da unutulmamalıdır. Bu hususta Allah için yapılan infakın miktarına değil, Allah’ın rızasını kazanmak için insanı tasdduka yönelten ruh haline ve hislere önem verilir. Fakat, bir kimsenin ihtiyacına rağmen verdiği bir tek kuruşun, bir zenginin vereceği bin liradan daha hayırlı ve değerli olduğu unutulmamalıdır.

Allah ve onun Rasulü, sadakayı nefsi temizlemek için bir vesile olarak vaaz etmiştir. Sadakanın insanı ne büyük etki altında bıraktığını bu husus size açıkça izah edebilir. Ayağınızın kaydığı bir günaha girdiğiniz anlarda bir sefer tevbe ve pişmanlık ile yetininiz. Bu hadise ikinci defa tekrar ederse tevbe ve pişmanlık ile birlikte bir de infak yapınız. Aradaki farkı kendiniz göreceksiniz. Tasaddukun insanın nefsini temizlediğini, kötü yollara ve İslam dışı şeylere düşmemek için insanın elinden tuttuğunu kesin olarak bileceksiniz.

Kur’an-ı Kerim’in açıkladığı ve Allah’ın Rasulü’nün gösterdiği yol işte budur. Bu yolu takip edecek olursanız, çocuklarınızla beraber bulunduğunuz sosyal hayatın çeşitli sorunlarıyla uğraştığınız halde, hint fakirlerinden veya hristiyan rahiplerinden etkilenmiş mutasavvıfların çilelerini çekmeden, murakabelerini yapmadan, Allah’a yaklaşırsınız.

Allah’a bağlılığın ölçüsü; Allah ile olan bağınızın kuvvetli olup olmadığını, bu husustaki konumunuzu öğrenmeniz için, keşif ve keramete ihtiyacınız yoktur. Allah her insanın kalbine bir alet bırakmıştır. Uyanık halde iken, istediğiniz saatte, bu vasıtayla Allah’la olan bağınızın derecesini ölçebilirsiniz. Hayatınızı, işlerinizi, kalbinizi duygularınızı ve hislerinizi gözden geçiriniz. Kendinizi dinleyiniz. Sonra, buna göre nefsinizi hesaba çekiniz. Bu şekilde nefsinizi hesaba çektikten sonra, Allah’a ve O’nun kitabına, peygamberine, hakkıyla iman edip etmediğinizi, Allah ile olan alışverinizde ne dereceye kadar doğru hareket ettiğinizi, size verdiği emanetlere sadık kalıp kalmadığınızı iyice anlayacaksınız. Bundan başka, zaman, servet ve fikir gibi size sunduğu ihsanda, O’nun rızası yolunda ne kadar harcadığınızı ve bu nimetlerden ne kadarının dünyaya ayırmış olduğunuzu tespit edeceksiniz.

İşinizin yolunda gitmemesi, umduklarınızın gerçekleşmemesi halinde, acı ve kederinizin derecesini düşününüz. Bir de insanların açıkça Allah’a isyan ettiklerini, Allah’ın kanunlarını çiğnediklerini gördüğünüz zaman, hissettiğiniz acıyı, kederi mukayese ediniz. Bu gözlemi gece ve gündüz, hayatınızın her anında yapabilir ve mutlaka bir sonuç alabilirsiniz. Bu geçici ve aldatıcı dünya hayatında, tevhidin hakikatine ermekten, daha büyük bir keşif, şeytan ve onun uşaklarının hile ve oyunlarına karşı doğru yolu tutmaktan, daha büyük keramet, başımıza çökmüş küfür, sapıklık ve isyan karanlıklarında hakkın nuruna kavuşmaktan, daha büyük bir ışık düşünülebilir mi? Mü’mini sevindiren ve kalbini huzurla dolduran en büyük müjde “Rabbim Allah’dır” demek ve doğru yolu tutmaktır.

Ahireti Dünyadan Üstün Tutmak

Bundan sonra her işinizde ahireti dünyadan üstün tutmanızı, ahiretin sonsuz saadetini kazamanın yaşantınızın tek gayesi olmasını tavsiye ederim.

Kur’an-ı Kerim’in birçok yerlerde açıkladığı gibi, huzurun ve gerçek yaşantının yeri ahirettir. Yani ahiret insan hayat için sonu olmayan bir karargahtır.

Allah’ın nimetlerine varis ve layık olduğunu kim ispat edebilir? Bu dünyada fırsatları kim Allah yolunda kullanabilir? Bu dünyadaki imtihanın aslı, sanat, ticaret, ziraat ve iktidarları korumak hususunda hüner göstermek olmadığı gibi, güzel apartmanlar, geniş caddeler, parlak medeniyetler meydana getirmekten de ibaret değildir. Bu imtihan ancak Allah’ın halifesi olarak yeryüzüne gönderilen insanın, kendisine verilmiş bulunan emanetleri ve hilafetin hakkını fiilen yerine getirmekle mümkün olabilir.

Allah’ın emirlerine karşı mı geliyoruz? Yoksa bu dünya hayatını Allah’ın koymuş olduğu kanunlara itaat etmek suretiyle mi yaşıyoruz? Allah’ın rızasını kazanmak için mi çalışıyoruz? Yoksa bütün gayretlerimizi yeryüzünde fitne ve fesat çıkarmaya, nesil bozmaya mı ayırıyoruz? fieytanın kuvvetleriyle mücadele etmek suretiyle, onun gücünü kırmaya, ona karşı koymaya mı çalışıyoruz? Yoksa şeytanın hilelerine itaat mı ediyoruz? Adem’in (a.s.) cennetteki imtihanı bu hususta idi. Bizim imtihanı kazanıp kazanamadığımıza dair hakiki ölçü nedir. Bazılarımız makam sandalyesi üzerinde bağdaş kurmak suretiyle imtihan vermektedir. Bir kısmınız da idam sehpasında asılmak suretiyle... Yüksek ve konforlu apartmanlarda imtihana çekilenler yanında, mütevazi evlerde ikamet etmekle imtihan edilenler. İmtihan esnasında, bu geçici zamanın nefse uygun oluşu insanın kurtuluş ve saadetine delalet etmediği gibi, uygun olmayışı da ziyan ve bedbahtlığına delil teşkil etmez. Hakikatte onun kurtuluş ve saadeti, her yerde ve her halinde, dünyada Allah’a kul olduğunu ispat etmekle mümkün olur. Kardeşlerim size söylediğim bu gerçekleri bir defa anlamış olmanız yeterli olmaz. Her zaman bu gerçekleri tekrarlamanız ve gereklerini düşünerek zihninize iyice yerleştirmeniz için gayret harcamanız gerekir. Yoksa, bu gerçekleri unutabilir, Allah rızasından gafil kalabilirsiniz. Dünyayı yaşantınızın tek gayesi haline getirmek suretiyle, onun güzelliklerine kapılabilirsiniz. Bunun sebebi, ahiret yaşantısının beş duyu organlarımızın ve hislerimizin ötesinde bulunuşudur. Bu dünyada onu hissedemezsiniz. Ancak öldükten sonra anlaşılması mümkün olacaktır. Sevindirici veya üzücü sonuçlarını ise ancak düşünmekle, zihninizi yormakla, anlamanız mümkündür. Dünya ise ahiret hayatının tam tersidir. Onu hissediyorsunuz acılığını tatlılığını anlayabiliyorsunuz, sevindirici veya üzücü sonuçlarını her yerde görüyorsunuz. Bunun için, dünya hayatı, gerçek sonuçlar sadece bunlarmış gibi, sizi aldatmaya çalışır. Ahiretiniz fesada gitse, kalbiniz, canlı olduğu takdirde yalnız bu fesadın acılığını hisseder. Halbuki dünyanın fesadı halinde bütün azalar acı çeker, acı duyar. Çocuklarınız, akrabalarınız, dostlarınız ve sizi tanıyan toplum, bir bütün halinde ve teker teker bu fesadı hisseder. Ahiretiniz iyi olursa, kalbiniz zahmete düşmez. Hisleriniz uyuşmamış ise onun tatlılığını duyarsınız. Eğer dünya hayatınız mamursa, bütün vücudunuz bundan lezzet alır. Her azanız bu zevki hisseder, bu sizinle birlikte toplumun bütün fertleri de duyar. Ahirete iman etme meselesi kalbi bir iştir. Bu sebeple bu iş her ne kadar zor değilse de, dünya hayatınızı, ahlak ve işinizi nizama sokmak hususunda, ahiret hayatını esas olarak kabul ettiğiniz için, bu nizamı sonuna kadar devam ettirmek yine de çok zordur. Dil ile dünyayı küçümsemek kolaydır. Fakat, kalbi dünya sevgisinden uzaklaştırmak ve onu dünyayı aramaktan vazgeçirmek kolay değildir. Dünya sevgisinden ve bu sevginin ağır baskısından kurtulmak için, uzun ve devamlı çalışmalara ihtiyaç vardır.

Ahiret Hissini İnşa Etmek İçin Sebepler

Bundan sonra “Bu işi nasıl ele alacağız, ne gibi şeylerden faydalanacağız” diye sorarsanız, cevaben deriz ki, iki yol vardır:

1- Düşünme yolu,

2- Çalışma yolu,

şünme yolu: Yalnız söz ile “ahiret gününe inandık” demekle yetinmeyip, Kur’an-ı Kerim’i düşünerek okuymaya kendimizi alıştırmamızdır. Siz bunu yapmakla dünya yaşantısının perdeleri arkasında, aynel yakin ile yavaş yavaş ahiret alemini görmüş olcacaksınız. Kur’an-ı Kerim’in bir sayfası yoktur ki ahiret gününden çeşitli tabirlerle bahsetmesin. Bir çok yerde ahiret aleminin manzaraları bütün açıklığıyla anlatılmıştır. Öyle ki okuyan bu manzaraları gözü ile görmüş gibi olur. Hatta bazı ayet’lerde o kadar güzel tasvirler yapılmıştır ki, okuyanlar kendilerini ahiret alemine gitmiş gibi hissederler. Bunun için, düşünerek, düzenli ve devamlı bir şekilde Kur’an-ı Kerim’i okumaya kendinizi mecbur ediniz. Bu suretle, ahiret hissinin, yavaş yavaş zihninde diğer uğraşılara üstün geldiğini göreceksiniz. Ahiret sonsuz karargahtır. Bu gani dünyada kalıcı karargah için gerekli hazırlığı yapmamız gerekir. Ahiret düşüncesi ve zihniyeti sizden hiç ayrılmamalıdır. Rasulullah’ın (s.a.v.) gidişini ve sözlerini incelerseniz ahiret hissini bulabilirsiniz. Çünkü Allah’ın Rasulü (s.a.v.) birçok hadislerinde ahiretteki yaşantıyı ve oranın ürkütücü halini açıklamıştır. Hadis ve siyer kitaplarını incelemek suretiyle Rasulullah (s.a.v.) ve onun sahabelerinin bütün hallerinde ahiret hissi ile yaşadıklarını anlayabilirsiniz. Bu hissi, zihinlerinize yerleştirebilmeniz için, kabirleri ziyaret etmeniz faydalı olur.

Rasulullah’ın (s.a.v.) açıkladığı gibi, kabirleri ziyaret etmek insana ölümü hatırlatır. Ta ki, bu dünya hayatı insanı ahiret hayatına gafil bırakmasın. Ahiretin ebedi bir yurt olduğunu düşünsün. Sonunda, kendisinden önce bir çok insanın oraya gittiğini kavrasın. Bir çok kimsenin de ahirete gitmek hususunda hazır bir vaziyette beklediklerini unutmasın. Yalnız, kabirleri ziyaret konusunda bir şeyi unutmayınız. Cahillerin, yardım beklemek ve medet ummak için yaptıkları gibi, kabirleri ziyaret etmeyin.

Çalışma yolu: Dünyada yaşadıklarınıza göre ailevi hayatınızda, akraba, komşu ve dostlarınızla olan ilişkilerinizde, ticaret ve ekonomik faaliyetlerinizde iki yol göreceksiniz.

Birincisi, iman ve ahiret yoludur. İkincisi, delalet yoludur. Sizin bu durumda birinci yolu takip edebilmeniz için, nefsinizin dizginini tutup, gayret sarfetmeniz gerekir. Zaaf ve gafletten dolayı ikinci yola sapmışsanız, tehlikeyi anladığınızda, bütün gücünüzü bu yoldan dönmek için harcayınız. Sonra, yüzünüzü ahiret hayatına çevirmek hususunda, ne derece başarı kazandığınızı bilmeniz, dünya hayatının, ahiret yolundan sizi ne kadar uzaklaştırdığını ve bağladığını anlamanız için, her zaman nefs muhasebesi yapmalısınız. Bu muhasebeyi hiç ihmal etmemeniz gerekir. Ahiret hissinin, kusurlarınızın etki derecesini giderebilmesi için, ancak bu ameli yola başvurabilirsiniz. Gücünüz, noksanlıklarınızın giderilmesine yetiyorsa, hiç vakit kaybetmeden kendinizi toparlayınız. Ama başkalarının yardımı olmadan bu işe gücünüz yetmezse o takdirde gafilleri bir tarafa bırakıp, ahireti dünya hayatından üstün tutan salih ve doğru insanlarla ilişki kurmalısınız. Yalnız şu hususu hiç bir zaman aklınızdan çıkarmayınız. Dünya hayatında, sizde bulunana bir karakter ekleyecek, veya sizde bulunan bir karakterden yoksun edecek, uzaklaştıracak, her hangi bir nedene şimdiye kadar rastlanmamıştır. Çalışmadan, çaba ve gayret sarfetmeden iyi bir karakter sahibi olmanız veya kötü bir huydan uzaklaşmanız mümkün değildir.

Dava Arkadaşlarının Islahı Ve Yolu

Cemaati İslamiye üyelerine şunu da söylemek isterim. Kendilerini ve aile fertlerini ıslah etmek için çalıştıkları gibi, dava arkadaşlarını ıslah etmek hususunda da çalışmalıdırlar. Allah rızası için, Cemaati İslamiye’ye üye olanların birbirlerini sevmeleri ve birbirlerine nasihatta bulunmaları gerekir. Çünkü üyelerimiz şunu açıkça bilmelidirler ki; cemaatin ahlak ve iç düzeni iyi olmadıkça gayelerine ermeleri mümkün olmayacaktır. Bu şuur onların herbirisini dava arkadaşına yardımcı olmaya sevk etmelidir. arkadaşlarının terbiyesi ve Allah yolunda ilerleyebilmeleri için onlara destek olmaya üyelerimiz kendilerini mecbur bilmelidir.

İslam’da toplumun temizlenmesi ve İslami bir hayatın yaşanabilmesi için tek yol budur. Ayağımın kayıp düşğünü görüce topluluk ile yürüyebilmem için, bana yardım etmeli, beni düşğüm yerden kaldırmalısın. Senin de ayağın kayabilir. Sen de düşebilirsin. O zaman bana düşen görev senin elinden tutmak, ayağa kalkmana yardım etmek olacaktır. Eteğimde bir leke görsen onu temizlemeye çalışmalısın. Senin üzerindeki kirleri, lekeleri ortadan kaldırmak ve temiz bir hale getirmek debenim görevlerimdendir. Neşe ve huzura kavuşabilmem için yardımını esirgememelisin. Hayrın ve iyiliğin hangi tarafta olduğunu bana göstermek de sana düşen bir görevdir. İnsanlar madde alanında birbirleriyle alış veriş yaparak refah ve kazanç bakımından gelişirler. Bunun gibi ahlak ve ruh dünyasındaki yardımlaşma ve dayanışmanın bizim cemaatin manevi sermayesini artıracağı mutlaktır. Genel bir düzelti için gerçek yol şudur. Dava arkadaşlarına karşı kalbinde bir kin duygusunun doğduğunu görürsen bundan dolayı üzülmelisin. Özenli hareket etmek kaydıyla, işin içeriğini ve nedenlerini anlamaya çalışmalısın. Böylece onun yanlış bir yolda olduğunu iyice anladıktan sonra, yalnız olduğu bir zamanda kendisini düzeltmesi söz konusu değilse, bu da senin açından önemli ise, öncelikle Cemaat-i İslamiye’nin şube emirine haber vermelisin. fiube emiri de herşeyden önce onu düzeltmek bakımından gayret gösterir. Daha sonra da durumu Cemaat-i İslamiye üyelerine, özel toplantılarda açıklayacaktır. Bu konuda unutulmaması gereken bir durum vardır. Bir şahsın ayıp ve kusurlarını onunla ilgisi olmayan kimselere söylemek, gıyabında onun bu kusurlarınıığa vurmak dinimizce sakıncalıdır. Çünkü bu gıybet olur. Bundan şiddetle kaçınmak gerekir. Mahalli ve küçük olayları da doğrudan doğruya cemiyetin genel merkezine yansıtmak doğru değildir. ancak şube yetkilisi bütün gayretlerine rağmen, böyle insanların ıslahı için yol bulamazsa ve de hadisenin cemiyet genel merkezine sunulmasında fayda görüyorsa, bu takdirde genel merkezin haberdar edilmesinde bir sakınca yoktur.

Özel Eleştiri İçin En Uygun Yol

Birbirimizin kusur ve hatalarını eleştirmek cemaatin disiplini için büyük bir araçtır. Yalnız sınırlarına ve adabına hakkıyla uyulmadığı takdirde eleştiri yüzünden cemaate büyük zararlar gelmesi mümkündür. Bu nedenle eleştirin sınır ve adabınııklamak isterim.

1- Eleştiri her zaman ve her yerde olmayacaktır. Cemaatin bölge sorumlusundan izin almak kaydıyla özel bir toplantıda yapılacaktır.

2- Eleştirici, eleştiriye başlamadan önce Allah’ın herşeyi gördüğünü ve bildiğini hiç bir zaman aklından çıkarmayacaktır. Kendi kendisini hesaba çekmek kaydıyla dava arkadaşını eleştirmesinde samimi olup olmadığını araştıracaktır. Samimi olduğuna inanırsa eleştiri yapmasında bir sakınca yoktur. Samimi olduğuna inanmazsa susacak ve günaha girmekten kendisini koruyacaktır.

3- Eleştiri öyle bir şekilde yapılacaktır ki, amacın o insanın hatalarını göstermek değil, aksine düzeltmek olduğunu, eleştiriyi izleyenler de kabul etsin.

4- Eleştirinden önce yapacağın eleştirilerin yerinde olduğuna inanmalısın. Düşünmeden, bilmeden, dava kardeşini eleştirdiğin takdirde büyük fitne ve fesada sebep olacak bir günaha düşş olacağını unutmamalısın.

5- Eleştirilen kimse soğuk kanlılığını koruyarak, dikkatle dinlemelidir. Eleştirileri düşünce ve akıl süzgecinden geçirdikten sonra, eleştiri doğru ise bunları kabul etmelidir. Aksi takdirde karşı delillerle iddiaları çürütmeye çalışacaktır. Eleştiri istememek ve eleştirildiği için öfkelenmek, kibir ve gururun işaretleridir. Fertler arasında devamlı şekilde kin ve nefret duygularının dalgalanmasına sebep olmamak için tartışmayı fazla uzatmamak gerekir. Her iki tarafın sözleri anlaşılır bir duruma gelince konuşmaya son vermelidir. Mesele bu şekilde çözümlenemezse, o takdirde her iki tarafın da sükunet içinde düşünebilmesini sağlamak üzere, konuşma başka bir toplantıya bırakılmalıdır. Sosyal hayatta fikir birliğine varılamayan sorunların giderilebilmesi konusunda, cemaatin üyelerine yeterli imkanlar hazırlanmalıdır.

Sınırlarına ve adabına uygun şekilde yapılacak eleştiriler, sağlayacakları yarardan başka, toplumun ıslahı için gereklidir. Düzenli bir cemiyet eleştiri müessesesini kurmadığı takdirde Hakk’a bağlılığını uzun süre koruyamaz. Ne emir, ne istişare meclisi, ne de topyekün cemaat müessesesi eleştiri sınırları dışında kalmamalıdır. Bence cemaatin sağlam kalabilmesi için mutlaka böyle bir eleştiri mekanizmasının kurulması gerekir.

Allah göstermesin, sosyal hayatımızda eleştiri fikri ortadan kaldırılırsa, mutlaka, fitne fesat ve iç karışıklıkların kapısıılmış olacaktır. Bunun için, her sene genel kongremizi yaptıktan sonra, Cemaat-i İslamiye üyelerine özel bir iş yaptırabilmek için şimdiye değin olduğu gibi bundan sonra da gayret göstereceğim. Ta ki cemaatin çalışması ve disiplini eleştiri ve ilgiyle gözden geçirilsin. Bu hususu temin etmek için yapılan her toplantıda, herkesten öce ben kendimi eleştiriye sunuyorum. Cemaatten herhangi bir kimse, çalışma ve görevlerimde beni eleştirmek isterse hiç çekinmeden bütün cemaat huzurunda beni eleştirsin. Ben de ya kendimi toparlayacağım, işlerimi ve görevlerimi düzeltmeye çalışacağım, ya da beni eleştiren kimselerin şüphelerini gidereceğim. Bir toplantımızda arkadaşlarımız açıkça ve tam bir özgürlük, içinde yapılan eleştirileri dinlediler. Bu eleştirilerin, cemaatimize yeni girmiş bazı arkadaşlarımızın gücenmesine neden olduğunu gördüm, üzüldüm. İnanıyorum ki, bu arkadaşları dikkatlice bu eleştirilere kulak verseler, ileri sürülen fikirlerin cemaate ve onun düzenine büyük yararlar sağlayacağını göreceklerdir. Eleştirileri bu ölçüde değerlendirebilselerdi şüphesiz gözlerinde cemaatın değeri daha çok artacaktı. Bütün bu eleştirilere rağmen, yine birbirlerine karşı hiçbir kin ve nefret duymadan meselelerini çözümleyen bir topluluk için, eleştirilerin ancak ve ancak yapıcılığı söz konusudur.

Emre İtaat ve Disiplini Korumak

Cemaat-i İslami üyelerine söylemek istediğim önemli bir konu daha vardır. Emre itaat ve disiplini koruma bilinciniz İslam Nizamıyla karşılaştırıldığı takdirde şüphesiz çok eksik olduğunuz görülecektir. Elbette cemaat düzenimiz diğer cemaatlerin düzenine oranla daha iyi ve daha güzeldir. Ancak önemli olan İslami düzene nisbetle hangi konumda olduğumuzdur.

Sayıca az ve imkanlarınız sınırlı olduğu halde, sizden çok üstün ve geniş imkanlara sahip cahiliye kuvvetlerine karşı gelmek üzere, meydana atılmış bulunuyorsunuz. fiu andaki düzen ve sistemi sadece şekil itibarıyla değil, ruh ve mana itibarıyla değiştirmek görevindesiniz. Sayı ve kuvvet bakımından onlardan hiçbir üstünlüğünüz yoktur. Öyleyse ahlak ve disiplin kuvvetiniz de olmadıktan sonra, batılın temsilcilerine karşı, ne ile, hangi imkanlarla üstün gelebilirsiniz. Kuvvetler arası dengede kendi ağırlığınızı hissettirebilmeniz mümkün müdür? Halkı doğruluğunuza, güzel ahlakınıza, iyi davranışlarınıza inandırmalısınız. Bunu da ancak disiplininizle sağlayabilirsiniz. Böylece, cemaat idarecileri kısa bir süre içinde, küçük bir işaretle kuvvetlerini yoğunlaştırabilsin. Ve bu suretle sonuca erişmek mümkün olsun.

İslam’a göre, İslam cemaatine bağlı olanların meşru ölçüler içinde emirlere itaat etmeleri, Allah’a ve O’nun Rasulü’ne itaatlerinin bir parçasıdır. Üyelerimiz Allah’ın ve Rasulü’nün emirlerine itaat eder gibi bu davanın emirlerini yerine getirmelidir.

Yalnız Allah rızası için ve Allah’a yaklaşmak gayesiyle emre itaat edenler, gerçekte Allah’a ve O’nun Rasulü’ne itaat etmiş olurlar. Emre bağımlılık ta Allah ve O’nun Rasulü’ne bağlılık ölçüsündedir. Allah aşkına söyler misiniz: Emrini ve kumandanını dinlemek hususunda, herhangi bir dünyevi kanun seni zorlamadığı halde, Allah rızası için onunla alış-verişte bulunman ve emrini dinlemen kadar büyük bir fedakarlık var mıdır? Bu itaat Allah için olduğundan mükafatınız çok büyüktür. Bunun tam aksine cemaat üyesi olduğu halde, kendinden büyük kimse tanımaz, kimsenin sözünü dinlemez ve emrine istemeyerek itaat ederse veya verilen emirler menfaatine dokunduğunda şüphe ederse bütün bunlar kendini tam olarak teslim etmediğine, kendini Allah’a vermediğine, henüz nefsinin esiri olduğuna işaret eder.

Cemaat Emirlerine Bir Uyarı

İslam Cemaati’nin üyelerine yaptığım gibi, cemaatin emirlerine de bir kaç sözle uyarıda bulunmak isterim. Emirler, bütün cemaat üyelerine nasıl emir verecekler? Her durumda, onların nasıl itaatla bağlanmalarını sağlayacaklardır? İşte, emirlerin bunların usullerini öğrenmelerini istiyorum. Cemaat düzeninde herhangi bir kimseye görev verilebilir. Bu kimsenin emri altında birkaç üye bulunabilir. İşte bu halde, kendisine görev verilenlerin, kendilerini emri altındakilerden üstün görmeleri, bu nedenle onlara baskı yapmaları, başkan oluşundan ve sözünü geçirmesinden gurur duymaları asla caiz değildir. Onlarla alış-verişlerini kardeşçe ve yumuşaklıkla yapmalıdırlar. Emir makamında bulunanlar, yanlış hareketleriyle üyelerden bazılarının isyanına neden olarak, kendilerine böylece karşı gelinmesinden son derece kaçınmalıdırlar.

Cemaat üyeleri içinde, genci-ihtiyarı, kuvvetlisi-zayıfı, fakiri-zengini bulunduğundan, hepsine aynı şekilde aynı muamele yapılmamalıdır. Her üyenin özel durumuna göre ilişkileri olmalıdır. Herhangi bir emrin yerine getirilmemesi halinde geçerli özür beyan edenlerin, bu özürlerini yetkili kişi (emir) kabul etmelidir. Cemaat üyeleri öyle bir şekilde eğitilmeli ki, emirin sözlerini görev bilsinler. Öyle ki bu görüşleri yerine getirmede bir an bile tereddüt etmesinler. fiayet yönetici davet yerine emretmeye mecbur kalırsa, bu,cemaat üyelerinin bilinçlerinin zayıflığına işaret eder.

Çünkü ancak maaş için olan askerler bu gibi emre mecbur edilebilir. Ama, bir dava bayrağı altında toplanmış ve Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla cemaat haline gelmiş gönüllü askerler, İslami görevlerde emir olarak kabul ettikleri idarecilerin, emirlerine ihtiyaç duymazlar. Allah’a yemin olsun ki, cemaat üyeleri ve idareciler böyle bir bilince sahip olsalar, aralarındaki gerginlik kalkacak, birbirlerini sevecek, canını ve kıymetli şeylerini feda edeceklerdir.

Ev İşlerine Dikkat

Burada başka bir konuya değinmek istiyorum. Çocuklarınızı ve eşlerinizi düzeltmeniz başta gelen görevlerinizdendir. Rabbimiz

“Kendinizi, akrabalarınızı ateşten koruyunuz.”

buyurmaktadır. Çocuklarınızın ve eşlerinizin geleceğini, yiyeceğini ve ev ihtiyacını daima düşünürsünüz. Bunun gibi onları düzeltmek ve cennet yoluna yöneltmekle ateş azabından kurtulmaları için de gücünüzün yettiği kadar gayret göstermeniz gerekir. Bütün bu gayretlerinize rağmen eğer içlerinden bazıları doğru yoldan çıkarsa, bunun sorumluluğu onlarındır. Biz kıyamet gününde onların düşğü halden sorumlu değiliz. Birçokları, İslam cemaatına üye bazı arkadaşlarımızın, halkın kurtuluşu için gösterdikleri gayreti, kendi evlerinde çocuklarının kurtuluşu ve terbiyesi için göstermediklerinden yakınıyorlar. Bu şikayetlerin bazıları doğru olsalar da bir çokları için abartıldığı bir gerçektir. Ayrı ayrı herkesin halini incelemek çok zor olduğu için, ben burada genel olarak bütün bir İslam cemaatının üyelerine sesleniyorum. Her üye, dünyada sevdiği kimselerin hayır ve Hakk yolunu tuttuğunu görünce bundan ayrı bir sevinç duymalıdır. Onlar ki “Ey Rabbimiz, bize zevcelerimizden ve zürriyetimizden güzel bir aydınlık ihsan et ve bizi takva sahiplerine imam kıl, derler.” Bunun gibi İslam cemaatı üyeleri de, arkadaşlarının çocuklarının kurtuluş ve terbiyesi için gayret etmelidirler. Çünkü, çoğu kez çocuklar babalarının sözlerini ve uyarılarını dinlemekten çok, baba dostlarının uyarılarını kolaylıkla kabul ederler ve onların etkisinde kalırlar.

Müslüman Hanımlara Bir Uyarı

Buraya kadar söylediklerim erkek ve kadınlarla ilgiliydi. Özel olarak İslam cemaatına bağlı olan veya İslam cemaatının fikri doğrultusunda görev alıp sonucu merakla bekleyen hanımlara seslenmek istiyorum.

Bu hanımlara düşen birinci vazife: İslam’ı öğrenmek için güçleri yettiğince gayret göstermeleridir. Bu konuda anlayarak Kur’an-ı okumak yeterli değildir. Her fırsatta İslam fıkhını ve temelini ve iman esaslarının gereklerini öğrenmekle yetinmemelidirler. Aile ve sosyal hayatları ile ilgili İslam hükümlerini öğrenmeye ve öğretmeye çaba harcamaları gerekir. İslam dışı olan şeylerin (adet ve geleneklerin), müslümanların evlerinde yaşama hakkı bulmalarının en büyük nedenlerinden biri, müslüman hanımların Allah’ın koymuş olduğu hükümleri bilmemelerindendir. Öyleyse, bu eksikleri gidermek için, müslüman hanımların her şeyden önce buna eğilmeleri gerekmektedir. Elbette, İslam cemaatı bunlara yardımcı olacaktır. Hanımlara islami eğitim için kurslar açacaktır.

İslam cemaatının çizdiği programın karşısına engeller çıkmaktadır. Bununla beraber, açılacak kurslara tesettüre riayet etmek şartıyla, erkeklerle beraber kadınların da katılmalarına karar verdik. Müslüman hanımlar bu kursları fırsat bilip yararlanmalıdırlar. Umulur ki, Rabbimiz bir kapı açar ve biz de hanımların eğitilmeleri için bir kaç kurs daha açmaya fırsat buluruz.

Hanımlara düşen ikinci vazife:Kur’an-ı, hadisi ve fıkhı inceleyerek, öğrendikleriyle İslam’ı yaşamak ve yaşatmak için kendilerine çeki düzen verip gayret göstermelidirler. Her müslüman hanımın ahlakının güzel olması gerekir. Öyle ki, bir şeye inandığında ona sımsıkı yapışıp asla bırakmayacakları gibi, inanmadıkları şeye de asla güvenmemelidirler. Aile üyeleri kendisine karşı gelseler de, bu yüzden baskı yapsalar da, doğru bildiğinden bir adım bile geri dönmemelidirler.

Anne, baba, koca ve herkesin kendine göre kadın üzerinde bir hakkı vardır. Fakat bu hak Allah ve Rasulü’nün ölçüsüyle düşünülecek olursa bir hiç mesabesindedir. Öyle ki yakınlarından herhangi biri, kendisinden İslam’a ters olan isteklerde bulunurlarsa, onların bu sözlerine bakmayacak, hak yolda katlanması mümkün olan bütün zorluk ve sıkıntılar için hazırlıklı olacak, Allah’a dayanacak ve mükafatını yalnız Allah’tan bekleyecektir. Yemin ederim ki, bir hanım doğru yönünü ne kadar korur ve Allah’a dayanırsa, O’nun ipine ne kadar sıkı sarılırsa aile fertlerine, çocuklarına o kadar iyi örnek olacaktır. Böylece, toplumda bozulmuş bulunan evler kurtuluşa erdirmek için, yapacağı çalışma daha başarılı olacaktır. Bulunduğu hak yolu korumayıp, İslam dışı arzuların emrine uyarsa, Allah’ın dinine aykırı olan işlere ayak uydurursa, yaşantısında İslam’ın feyiz ve bereketinden yoksun kalacak, aile üyelerine ve çocuklarına iyi bir örnek olamayacaktır. Dolayısıyla iman ve ahlak zayıflığının sonucu olarak topluma kötü bir örnek olacaktır.

Müslüman hanımlara düşen üçüncü görev: İslam’ı yaşama ve yaşatma mücadelesinde, aile üyeleriyle, akrabalarıyla, herkesten çok ilgilenmelidir. Rabbimizin kendilerine çocuk ihsan ettiği hanımların imtihanları bir kat daha artmaktadır. Eğer bu imtihanda başarılı olamayıp iyi not alamaz iseler, diğer imtihanlarda başarılı dahi olsalar bunu telafi edemezler. Çünkü, İslamiyet herkesten önce, çocuklarımızın Kur’an’a göre yetiştirilmeleri için, size birinci derecede görev vermektedir. Evli bulunan hanımlarımıza düşen bir diğer sorumluluk ise, kocalarını hak yola davet etmek, hak yolda iseler onlara yardım edip, desteklemektir. Müslüman hanımlar edep ve saygı göstermekle beraber, hak sözü ana ve babasına tebliğ edip onları hayra çağırmalıdırlar. Kitap okumaları için onları gayretlendirmeli ve iyi amellere yönlendirmelidirler.

Bu konuda müslüman hanımlarımıza düşen son görev: İhtiyaçlarını karşıladıktan sonra, çevresindeki hanımlara İslam’ı öğretmektir. İslam’ın temel esaslarını küçük kızlara öğretmek, okur-yazar olmayan kadınlara islam’ın hükümlerini açıklamak, kültürlü hanımlara kitap hediye etmek ve toplantılar yaparak İslam’ı anlatmak, müslüman bir hanımın görevleri arasındadır. Sonuç olarak hemcinslerinin cehaleti yok oluncaya kadar her çareye başvurmalılar ve bu konuda güçlerin yettiğince mücadele etmek zorundadırlar. Ayrıca kültürlü hanımlara özel bir görev düşüyor.

Zamanımızda, Avrupa taklitçiliği yapan kadınların, davet ettikleri delalet ve kozmopolit ve ahlaksızlık akımına karış durabilmelidirler. Bilindiği gibi bu sapık kadınlar, hükümetin elindeki imkanları bu kötü gaye için kullanıyorlar. İşte bundan dolayı kültürlü hanımlara düşen, bu kültür savaşında erkekleri yalnız bırakmamaktır. Çünkü erkekler bu işe sahip çıkıp bu akımın tehlikelerinden ve kötü sonuçlarından söz ettikleri zaman, düşmanlar yaygara yaparlar. “Bunlar sizi köleleştirip, duvarların arkasına hapsedip, hürriyetlerinizi gasbetmek, ışığın yararından sizi yoksun etmek istiyorlar” diyerek kadınları sapıttırmaya çalışırlar. Bundan dolayı bu yıkıcı akıma karşı durmak için müslüman hanımlarımızın yardımına çok ihtiyacımız vardır.

Rabbime şükürler olsun ki, hiç de küçümsenemeyecek kadar, iyilik, şeref, takva ve fazilet huylarıyla süslü hanımlarımız vardır. Bilgi, zeka, kültür ve dil bakımından da Avrupa taklitçileri ve onlara bağlı kadınlardan az değildirler. İşte bu hanımlarımıza düşen görev, Avrupa taklitçisi kadınlarla mücadele edip, yanıltıcı ve yıkıcı etkilerini yok edinceye kadar çalışmaktır; hiç çekinmeden müslüman bir kadının Allah’ın sınırının dışına çıkmasının imkansız olduğunu ilan etmek ve bu sınırı aşarak varılan medeniyet ve ilerlemeye nefret ve iğrençle baktığını söylemektir. Yalnızca bu yeterli değildir. Bu hanımlarımızın kendilerini bir düzen ve disipline sokmaları gerekir. Fazilet ve vakara yapışarak, Allah’ın sınırını aşmadan geçekleşmesi mümkün olan ihtiyaçlarını da karşılamaları gerekir. Ta ki sapık ve saptırıcı kadınları susturabilsinler.

Uyarı

İslam cemaatine bağlı olan üye ve yardımcılara yapmak istediğim son uyarı şudur: Allah yolunda mallarını harcamak için kendilerini zorlasınlar. Allah için yapılacak işleri kendi işlerinden üstün tutsunlar. Bu bilinç onları öyle etkisi altına alacaktır ki, ancak bunun gerçekleşmesiyle huzur bulabileceklerdir. Yalnız nefislerini temizleyip silahlandırmakla yetinmeyiniz. Cep ve kasanızı, İslam’ın emrine vermek için azim ve gayret göstermelisiniz. unutmayınız ki, Allah’ın hakkı, yalnız vücut, ruh ve kuvvetlerinizde değildir. Malınızda da Allah’ın hakkı vardır.

Allah ve O’nun Rasulü maldaki hakkın en alt sınırınııklamıştır. Fakat, sınırın son noktasının tesbiti size bırakılmıştır. Vicdanınıza başvurup malınızda Allah’ın hakkının ne kadar olduğunu kalbinize sorup cevap isteyiniz ki, onu Allah yolunda infak ettiğinizde kalbiniz rahat edebilsin. Böylece Allah’ın hakkını ödediğinize emin olursunuz. Bu konuda, kalbinizden başka fetva almak doğru değildir.

Bununla beraber, Allah’a ve ahirete imanı olmayan kimselerin yaptıkarı fedakarlıklarda büyük dersler vardır. Onlar batıl sistemleri uğrunda, öyle büyük fedakarlıklar yapıyorlar ki, biz mü’minler buna karşı utanıp başımızı eğmekten başka çare bulamıyoruz.

Üzülerek belirteyim ki, cemaat üyelerinin İslam davasına hizmetleri konusunda gevşekliklerini hissediyorum. Her ne kadar bir kısmı sevindirici biçimde çaba harcıyorsa da, -onlara duacıyız- diğer bir kısmının ise gerektiği gibi çalıştığını göremiyorum. Hiç şüphe yok ki zulüm dünyayı sarmış, her tarafta müslümanlar mağlup olmuştur. En azından, birinizin evladı hasta olduğunda veya evi yangına uğradığında çektiği ızdırap kadar, her mü’minin bu üzücü şeylerden ızdırap çekmesi ve kalbinin yanması gerekmez mi? Hal bu olunca, her müslüman en büyük müftü olan kalbi ve imanına danışsın ve ondan hüküm beklesin. Böylece dava için ne kadar çalışması gerektiğini anlasın. Ancak bu takdirde davası için kendisine düşen görevleri yapabileceğine inansın. Eğer bunu yapmıyorsa, haksızlığa inanıp, nefislerini unuturcasına çalışan ve dünyaya zehir saçanların, sınr tanımadan, dur-durak bilmeden çalışmalarına baksın ve onların bir hiç olan davaları uğruna yaptıkları bütün bu fedakarlıkları görerek, kendi ulvi davası için hiç bir şey yapmadığının acısını çeksin. Utansın.

 

İKİNCİ BÖLÜM

İSLAM DAVETÇİLERİNİN AHLAKI

İslam Davetçisinin Ahlakı

Bugüne değin yazdık ve konuştuk. Hedefimizin ne olduğu anlaşılmıştır sanırım. Yani bütün insanlığa hakim olan şer dünyasını değiştirmeyi amaçladığımızı, ortaya koymaya çalıştık. Bu sözümüzün anlamı; bütün bir yeryüzünü tertemiz yapmak, fesadı-birliğe, çileyi neşeye, haramı helale, ahlaksızlığı ahlaka, günahları sevaba çevirebilmekten başka bir şey değildir. Ancak bütün bunları yapabilmek için halkı hayra, takvaya, Allah’tan korkmaya, iyi ahlaka çağırmak yeterli değildir. Böyle bir hedefi gerçekleştirebilmek, dünyayı idare eden şeytanın uşaklarını durdurmak ve idare yetkilerini İslam’ın elinde bulundurması için planlar hazırlamakla olur. İşte bu en önde gelen ödevimizdir. Rabbimizin rahmetine kavuşmak ve bu dünyada O’nun rızasına erişebilmek için en büyük yolun bu çalışma olduğuna inanmaktayız. Ve inanıyoruz ki; kurtuluşa böyle bir çalışma ile varılabilir. Üzülerek belirtmek isterim ki; gerek müslümanların bir çoğu, gerekse müslüman olmayanlar bizim bu yüce hedefimizin sonucundan habersizdirler. Müslümanların çoğu bunu sıradan politik bir çalışma olarak görmektedirler. Böyle gördüklerinden çalışmalarımızı önemsemezler. Çünkü siyasi çalışmaların İslam’da önemli bir yer teşkil ettiğini bilmezler.

Müslüman olmayanların İslam’ı az bildikleri veya hiç bilmedikleri bilinen bir gerçektir. Ayrıca İslam’a düşman yetiştirilmişlerdir. Bundan dolayı insanoğlunun çektiği zulmün kaynağını bilmezler. Başlarında bulunan fasık ve kafir liderler yeryüzünde insanoğlunun neler çektiğini idrak edemezler. Oysa kurtuluşa ermeleri, güven içinde ilerlemeleri, dünyaya hakim olan liderlerin salih ve adil kimseler olmasına bağlıdır.

Bugün yeryüzünde bulunan fesat, zulüm, tecavüz ve insan hayatının can damarına işleyen öldürücü zehir şeytanın uşaklarının önderliğinde doğmuştur. Bütün bu zulümlerin müslüman olmayanların hakim oluşundan doğduğu artık apaçık anlaşılmaktadır.

Yeryüzündeki bütün araçlar, insanların mutluluğunu sağlamak yerine onun yokedilmesi, zelil olması için kullanılmaktadır. Bugün dünyaya hakim olan liderler, her şeyi ile maddeye tapan insanlardan oluşmaktadır. Üzülerek belirtmek isterim ki, dünyanın dirlik ve düzenliği, heva ve heveslerine mağlup olan kişilerin omuzlarına yüklenmiştir.

Siyasi Liderliğin Gerekliliği

İnsanlığın bozuluşuna neden olan, felaketini oluşturan asıl faktörü bilmek gerekir. Bu faktörü bilmek için biraz olsun, insanlığın dertlerinden haberdar olmak yeterlidir. O zaman rahatlıkla anlaşılacaktır ki, bu faktör, insanlığın emir ve kumanda işlevini elinde bulunduran siyasi otoritelerden başka birşey değildir.

İnsan hayatı bir trene benzer. Tren makinistin götürdüğü yöne doğru giderken içindeki yolcular da ister istemez o yöne doğru giderler. Durum böyle olunca insanlık o medeniyet treninin makine dairesine hakim olanların arzuladığı yöne gitmeye ve onların arzularını yapmaya mecbur olmaktadır.

İnsan için, dünyanın bütün araçlarını ve bu araçların kaynaklarını elinde bulunduranların arzuları dışında bir yön tutmak hemen hemen imkansızdır. Siyasi otoriteyi elinde bulunduranların çizdiği ve gösterdiği yoldan başka bir yolda yürümek insanoğlunun elinde olan bir şey değildir. Bu otoriteye sahip olanların eteklerine dünyaya bağlılığından ve şeytanı arzularından dolayı birçoğunun yapıştığını görmekteyiz. Siyasi otoriteyi elinde bulunduranlar da, bunu fırsat bilip insanlığı arzuladıkları kalıba dökmektedirler. Çünkü ahlaki kıymetlerin sınırlandırılmasında, toplum düzenin kurulmasında, ferdin geliştirilmesinde en büyük söz sahibi siyasi otoritelerdir.

Oysa bu liderler Allah’a ve hesap gününe inansalar; toplum düzenin kurtuluş, iyilik ve doğruluk yönünde ilerleyeceği, din düşmanlarının bile dine sığınacakları, kendi kendilerini düzeltecekleri kesindir.

Böylelerinin yöneteceği bir toplumda iyilikler çoğalır, kötülükler yok denecek kadar azalır. Toplumun kötülükleri büsbütün silinmezse bile hiç olmazsa çoğalamaz. Yerinde saymak zorunda kalır. Eğer bu yönetim Allah’ın ve Rasulü’nün yolundan sapmış, sapıklığa düşşlerin eline geçerse, hayat düzeni aşağılık ve kötülük rayı üzerinde ilerler. Adalet, davranış, siyaset, ahlak, ilim, düşünce ve fikirlerde alabildiğine başıboşluk hakim olur. Çürümeler artar, kötülükler arzulandırılır, yeryüzü iyilikten yoksun bir duruma gelir. Su ve hava bile zulüm ve adaletsizlikle dolup taşar. Böyle bir ortamda insanın kötülükten kurtulup iyiye, doğruya, güzüle ulaşma ve orada kalabilmesi imkansızlaşır. Böylesi toplumlarda iyilik yolunda yürümek hiç bir şekilde mümkün değildir. Böyle bir ortamda bulunan insanın durumu mahşeri bir kalabalık içinde yalnız kalmış, ayaklar altında kaybolmuş kimsenin durumuna benzer. Bu kalabalığın içinde ilerleyebilmek için gayret göstermeye gerek yoktur. Olduğu yerde kalsa bile hiç bir hareket yapmadığı halde, bu kaosun içine sürüklenir, bozguncuların arasında kaybolur gider. İsterse kalabalığın gittiği yönün tersine doğru gitsin, durum değişmeyecektir. Bu korkunç kalabalık akımı onu sürekli bir şekilde geriye sürükleyecektir. Neticede bütün gücüyle çalışmasına rağmen ayaklar altında kalıp ezilmeye mahkum olacaktır.

İşte toplumun düzeni de böyledir. Kötü insanların önderliğinde küfür ve isyan yollarında yürüdükten sonra, gerisi gayet kolaydır. Öyle ki; fert ve toplum kötü yolda gitmeyip doğru yola yönelse bile, bir adım atmalarına dahi fırsat verilmez. Doğru yoldaki bu yürüyüşe engel olabilmek için her türlü çareye başvurmaktan geri durmayan bu kötü kişiler ve yöneticiler, Hak yolunda yürüyenleri kilometrelerce geriye götürerek kötülük bataklıklarına atarlar.

Bu söylediklerimiz teoriye veya kanıta gerek duymazlar. Günümüzde oluşan bu olaylar savımızı elle tutulacak bir duruma getirmiştir. Bunlar, azıcık ilim ve idraki olanların gözardı edemiyecekleri gerçeklerdir. Geçen yüzyılda Hindistan’da meydana gelen büyük değişiklikler ve korkunç devrim bunun en belirgin kanıtıdır. Düşünce ve teorinin bozulmasını, devamedegelen ahlak ve davranışların tamtersi yönünde gelişmesini, düşünce yollarının yanlış çalışmasını, ahlak, medeniyet, yüceliğin ve öğünmenin ölçü ve kıyaslarında oluşan değişiklikleri görmüyor musunuz? Hint yarım adasında bozgunculuk ve devrim kırıntıları yüzünden hiçbir şey esenlikte kalabildi mi?

Sabah akşam bu ülkede meydana gelen kötülüklerin sizce nedeni nedir? Siz, bu ülkeyi yönetenlerin; halkın ahlakını, düşüncesini, tabiatını, medeniyet felsefelerini özel mühürleriyle tamamlayıp, arzuladıkları bozuk kalıba dökmelerinden başka bir neden mi arayorsunuz? İyiden iyiye bir düşünün! Bu bozuk yönetimi durdurmayı amaçlıyanların durumu ne oldu, başarılı mı oldular, yoksa bozguna mı uğradılar?

Dün kötülüklerle mücadele edenlerin çocukları, bugünkü düzenin yok edeci dalgalarına kaptırmışlardır kendilerini. Babalarının davasına ihanet etmişlerdir. Bütün bunlar elem verici gerçekler değil midir? Daha düne kadar evlerimizin dışında bulunan ahlaksızlık, evimizin içine kadar girmiştir bugün.

Dünün ahlak ve takva bakımından öncüsü olan ilim yuvaları, bugün sapıklık ve başıboşluk nedeni ile zındıklık ve ahlaksızlık içine yuvarlanmıştır. Ve böylece Allah’ı, Rasulü’nü ve ahiret gününü inkar eden bir nesil yetiştirilmemiş midir?

Ardı sıra gelen bu olayların ışığında iyice anlaşılmıştır ki: Liderlik sorunu insan yaşamında bütün sorunların başlangıcını oluşturmuştur. Hiç kimsenin bundan şüphesi olmasın.

Liderlik sorununun önemi ve büyüklüğü insanlık tarihi kadar eskidir. Yeni bir şey değildir.

Halk arasında sözü geçen “Halk, padişahların dini üzeredir” atasözü bu konu için sanırım yeterlidir.

“Bu ümmet amir ve emirlerin durumundan sorumludur.”

hadisi bunu vurgulamak için söylenmiştir. Çünkü, kötülüğü yıkıp, iyiliği onun yerine oturtmak ümmetin elindedir.

 

Dinin Asıl Gayesi

İnsanoğlunu doğru yolda yürüten en güçlü aracın “liderlik” olduğunu, baştan beri yaptığım açaklamalardan sonra anlamışsınızdır sanırım. Bu konunun önemini kavramış ve İslam’daki yerini fark etmişsinizdir inancındayım.

İslam dini, her şeyden önce içtenlikle Allah’a kulluk etmeyi kendisine inananlardan ister. Hayatlarını idare eden kanunların, Rasulullah’ın (s.a.v.) Allah’tan getirdiği emirler olmasını isteyen İslam dini, Allah’ın halkasından başka bir halka kalmayıncaya değin kendisine inananların boyunlarından diğer bütün halkaları atmalarını ister.

İnsanlardan, Allah’ın azabını üzerine çeken kötülüklerin topyekün kaldırılmasını ve bütün bozuklukların yok edilmesini İslam dini emretmektedir.

Bu yüce gayeler, insanlığın iradesi küfür ve sapıklık ehlinin elinde kaldığı sürece hiç bir zaman gerçekleşemez. Bunun yanında İslam bağlılarının böyle bir topluluk hakimiyeti altına girmeleri, tekke üyelerine benzer bir biçimde bunların verdikleri sadaka cinsinden şeylerle yetinmeleri, açlığa düşmelerine neden olur. Ancak İslam’a uyan liderlerin insanları idare etmelerinin gerekliliği dinin gayelerinden olduğu, bütün bu gerçeklerden sonra açıkça belli olmuştur. İnsanoğlunun bir tek çaba ve gayretle Allah’ın rızasına ulaşamayacağı kesin bir gerçektir. Buna imkan yoktur.

Kur’an ve Sünnet’te toplum sorunlarının sık sık tekrarlanmasına ve müslüman toplumun “emir” dinlemesi gereğin söylemesine dikkat etmiyor musunuz? Hele İslam toplumundan ayrılan bir kişinin, oruç tutsa, namaz kılsa kendisini müslüman olarak görse dahi öldürülüşünün farz olmasına da mı dikkat etmiyorsunuz?

İslam sistemi ve dürüst liderlik düzenini yerleştirmek, kuvvetlendirmek İslam dininin gerçek gayesidir. Bir ümmet birliği olduğunda bunun gerçekleşmemesi mümkün değildir. Bu birliği bozmaya çalışan kimse müslümana karşı büyük bir cinayet işlemiş olur. Artık bundan sonra, bu birliği bozmakla can damarı kesilmiş olan toplum yapısını kurtarmak için ne yapılırsa yapılsın, ister çokca namaz kılınsın, ister sık sık “kelime-i tevhid”ler getirilsin hiç bir zaman fayda vermez.

Cihadın İslam dinindeki yerine iyice bir bakın. Kur’an-ı Kerim’in cihaddan kaçan ve Allah yolunda uyuşukluk gösterenleri münafık olarak nitelendirdiğini göreceksiniz. Hak düzeni kurmak için durmadan dinlenmeden çalışmak ve bu uğurda can vermekle Allah yolunda savaşmanın mümkün olabileceği bilinmelidir. Kişinin samimiyeti yalnız ve yalnız Allah yolunda yapılan savaşla bilinebilir, ölçülebilir. Kitabımız sadece ve sadece Allah yolunda savaşla Allah’a ve O’nun dinine bağlılığın samimiyet derecesini ölçer. Başka bir şeyle değil. Allah’a ve O’nun Rasulü’ne iman etmiş olan, Allah ve Rasulü’nün arzulamadığı bir yönetimin otoritesine rıza gösteremez. Ancak İslam sisteminin kurulması için malını ve canını feda etmekten sakınmaz.

Bilinmelidir ki; bu uğurdaki çalışmalarında eksiklik görülen bir kişinin iman ve samimiyeti yeterli değildir. Bunun bu denli önemli bir konu olduğu unutulmamalıdır. Bu konunun önemi bilindiğine göre kişinin bunu görmezlikten, duymazlıktan gelmesi veya yalnız söz ile söyleyip pratiğe geçirmek için bir uğraşıda bulunmaması, diğer ibadetlerle imanını kurtarıp Allah’ın rızasına yalnız bunlarla ulaşabilmesi nasıl düşünülebilir.

Bu konuyu derinlemesine tartışmaya zamanımız yeterli değildir. Ancak şimdiye değin anlattıklarımla bu çok önemli gerçeği açıkladığımı sanıyorum. Allah’ın mülkünde dürüst bir yöneticilik düzeni kurulmasının İslam’da önemli olduğu kadar da son derece gerekli bir yere sahip bulunduğu, bilinmesi gereken bir gerçektir. Allah’a ve O’nun Rasulü’ne iman eden kişiler olanca kuvvetleriyle yaşamlarını İslam kalıbına dökmeye çalışsalar da, küfrün elinde bulunan idareyi kendi ellerine geçirmek sorumluluğundan kurtulamazlar. Onlar imanları gereğince büyük bir gayretle zalim, sapık ve Allah düşmanlarının liderlik dizginini kendi ellerine almaya çalışırlar. Ancak böylece liderlik dizginini Allah’tan korkan ve O’nun Rasulü’nden utanan iyilik sahibi kimselere verebilirler. Hak düzeni yeryüzüne hakim kılarak Allah’ın rızasına kavuşabilirler. Zaten Allah’ın rızası ancak böyle bir çalışma yapanlar içindir.

Eğer bu yüce gayenin gerçekleşmesi birliktelikle mümkünse; Allah’ın kanunlarına inanmış, dünyadaki tek gayesi onu ayakta tutmak olan ve bu nizamı en ücra noktasına varıncaya kadar yaşamlarında uygulayan, bütün gayretiyle İslam sistemini yürütmek isteyen bir topulumun bulunması gereklidir, şarttır.

Allah adına yemin ederim ki yeryüzünde tek bir mü’min kalsa, bu mü’min batıl düzenin içinde yalnız başına kaldığını apaçık görse böyle bir durumda mücadele imkanlarından yoksunum diye şer’i hilelerin arkasına gizlenmesi, İslami bir hareket olmaz. Yine böyle bir durumdaki kişi ehveni şer (kötünün iyisi)i istese veya inancına hakim olan küfür düzeni ile barış yaparak küfür ile iman arasında -yarı küfür yarı iman içinde- yaşarsa, batıl sistemi kabullenmiş demektir. Bu durum hiç bir zaman İslam’ın şerefine sığmaz. Hiç bir zaman doğru olmaz. Liderlik ve önderlik, Allah’ın gösterdiği hayat sistemine halkı çağırmak biçiminde olursa, ancak gerçek liderlik olur. Hakikat budur.

Böyle bir çağrı yapan kimseyi hiç kimse umursamasa bile doğru yolda yürüyebilmesi için ölünceye değin halkı Hakk’a çağırmak zorundadır. Elbette bu çağrıyı yapmak bir kişinin doğru yoldan ayrılarak batıl seselere kulak vermesinden, küfrün ardından gitmesinden binlerce kez hayırlıdır.

Böyle bir kişi kendisini dinleyen herhangi bir kişi gördüğünde derhal onlardan bir topluluk oluşturacak ve bu toplumun bütün gayesi de konumuzu oluşturan amaca varmak, vardırmak olacaktır. Kur’an bunu ister. Bütün peygamberlerin yolu budur. Bütün bu söylediklerim İslam’ındır. Bunlar Kur’an ve Sünnet’in ifade ettiği gerçeklerdir.

Allah’ın Kitab’ı ve Rasulullah’ın (s.a.v.) sünneti beni destekledikçe fikrim budur. Bu düşüncemden hiç bir zaman caymam mümkün değildir. Çünkü bunlara gerçekler zinciri gözüyle bakıyorum.

Yeryüzü Liderliğinde Allah’ın Düzeni

Bu çalışmalarımızın amacını iyice kavradığımızda bizi bu gayeye ulaştıracak. İslam’ı bilmenin zorunluluğunun bilincine varabiliriz. Allah dünyayı belirli bir kanun üzerinde yaratmıştır. Öyle ki bu dünyanın içinde bulunan her şey Allah’ın istediği yasalara bağlıdır. Hiç bir şey bu yasaların dışında bulunamaz. Bu dünyada iyi niyetli çalışılırsa bir şeyler elde edilebilir. Çalışmadan hiçbir neticenin elde edilmesi, mümkün değildir. Bazı salih kişiler sayesinde çalışmadan ilerleme sağlamak da mümkün değildir. Bu çalışmaların verimli olabilmesi için Kur’an’da gösterilen koşullara uymak zorunludur. Örneğin çiftçisin: Ne kadar iyi ahlaklı ve güzel bir geçmişe sahip olursan ol, ne kadar tesbih çekesen çek, bütün bunlar fazladan bir tek buğday bile getiremez. Ancak Allah’ın tarım için koyduğu kanunlara uyup çalışırsan, tarlaya tohum ekersen ürün alabilirsin. Bu örnekte olduğu gibi amacımız olan liderlik konusu da güzel dualar ve tatlı dileklerle elde edilemez. Ancak yeryüzünde Allah’ın otoritesini sağlayacak olan ilahi kanunu bilmek ve onun şartlarını yerine getirebilmekle gerçekleştirebiliriz.

Yazılarımda ve konferanslarımda bu konuya binlerce kez değindiğim halde bu konferansımı da sadece buna ayırmak isteyişim, konumuzun çok önemli olduğundandır. Çünkü hedef bilgimiz ölçüsünde yaklaşır. İnsanın yaratılışının nedenini incelediğimiz zaman bu yaratıkta bazen birbirine yaklaşan, bazen birbirinden uzaklaşan iki yön gürürsünüz.

Birinci yön olarak, insanın doğal ve hayvani bir varlığı vardır. Bu nedenle dünyada hayvanlara uygulanan kanunlar insanlara da uygulanır. Bu varlığın çalışması için maddi nedenler, araçlar ve diğer bütün yaratıkların uyduğu kanunlar koyulmuştur. Artık bu varlık bu kanunlar dahilinde iş görebilir. Maddi kuvvetlerin insan üzerindeki ekisi ya olumlu ya da olumsuzdur.

İkinci yön olarak şunları ifade edebiliriz. Öncelikle şunu belirtelim ki; bu yön bütün yaratıklar arasında yalnız insana özgüdür. İnsanın yaratılışı doğal kanunlara uymayan hatta onlara hükmetmeye ve onları hakimiyeti altına almaya çalışan, aynı zamanda bunu yapabilecek özelliğe sahip bir şekildedir. İnsan dünyadaki tüm yaratıkları elde etmek ve onlar üzerinde arzuladığı gibi tasarruf etmek ister. Kendisinde Allah tarafından verilmiş olan ahlak sıfatları vardır. Yalnız ve yalnız bu kanunlardır insana hakim olan. Beşeri kanunlar hiç bir zaman insana hakim olamazlar.

İnsanın İlerleme ve Gerilemesinin Tek Nedeni

Bu iki yön insanda ortaklaşa olarak açığa çıkar. Bu iki şeyin etkisi altındadır insan. Genellikle insanın zaferi ve yenilgisi, ilerleme ve gelişmesi, madde ve ahlakla çok ilgilidir. İnsan ne ahlaktan ne de maddeden ayrı değildir. Zafer elde etmesi ve olgunluğa sahip olması kuşkusuz ki bu iki kuvvet aracılığıyla olabilir. İnsan bu iki kuvveti kaybederse o zaman başkalarına mağlup olması içten bile değildir.

İnsan hayatına hakim olan maddi araçları elde bulundurmanın, doğal aletleri kullanmanın, dış etkenlerle beraber iç nedenlerin yürütülmesinin tüm detaylarına kadar düşündüğümüz zaman zafer için en önemli bir etken olduğunu görürüz. İnsan bu dünyada yaşadığı sürece bu şartlara muhtaçtır. Fakat insanı alçaltan ve yükselten, insanın mutluluk ve huzurunda etkili ve büyük pay ancak manevi kuvvettir. Hepimiz bilmekteyiz ki, insana bedeni varlığı için değilde ahlaki sıfatları için insan denilmektedir. Diğer varlıklardan onu ayıran maddi yapısı değildir. İnsanı diğer varlıklardan üstün kılan ve ayıran bütün yeryüzünde onu “Allah’ın Halifesi” yapan insandaki ahlak üstünlüğü ve manevi sorumluluk duygusudur. İnsan ancak bu özelliklerle donanırsa diğer yaratıklardan ayrılmış olur. Mademki insanlığın belirteci ahlaktır; öyleyse söyleyebiliriz ki insan yaşamının kurtuluşunu veya batışını ayırt eden etken de ahlaktır. Ezcümle insanın ilerleme ve gelişmesine hakim olan öğe ahlak kanunlarıdır.

Bu gerçeği ifade ettikten sonra ahlakı inceleyecek olursak iki gruba ayırabiliriz.

1- İnsanlığın fıtri ahlakı.

2- İslam’ın getirdiği ahlaki kurallar.

İnsanlığın Fıtri Ahlakı

İnsanların fıtri ahlakı” deyiminden insan varlığının temelini teşkil eden sıfatları kastetmekteyiz. İnsanlığın değeri için gerekli olan diğer bütün sıfatlar hep bu deyimin içerdiği anlam içinde toplanır. İnsanoğlunun hedefi ister doğruya ister eğriye yönelik olsun, ister düzgün niyetle nefsini temizlikle süslesin, isterse süslemesin, isterse Allah’a inansın, isterse inanmasın, ister çalışması temiz bir gaye, temiz bir amaç olsun, hepsi aynı kapıya çıkar. Durum değişmez.

Hangi koşullarda olursa olsun fıtri ahlaka sahip olan bir kişi en kısa zamanda çalışmalarının ürününü toplamaya başlar. Apaçık bir zafer kazanır. Bu gece ve gündüzün birbirinden ayrı olduğu kadar açıktır. Sonuç olarak fıtri ahlaktan yoksun kişileri her işte geçerler.

İnsanoğlu; mü’min olsun -salih olsun, kafir olsun- fasık olsun, bu dünyada irade kuvveti ile sabır ve sebatla, vakarla, azimle, öfkesini yenmekle, gayeye son derece bağlanmakla, zorluklara göğüs germekle, bilgi ve dürüstlükle, sonunu idrak etmekle, hedefe ulaşmak uğrunda her bir şeyi feda etmeyi göze almakla, sorumluluğunu bilmek ve algılamakla, iyi ve kötü düşünceleri birbirinden ayırabilecek güce sahip olmakla, o durum ve araçlara uygun işler yapıp nefsi arzularına hakim olmakla, değişen dünya koşullarını uygun kalıplara dökebilme yeteneğine sahip olmakla, halkın sevgisini kazanarak kendini halka sevdirmekle, onları çalıştıracak bir derecede kendine bağlamakla, başarıya ulaşabilir. Böylece kendini başarılı olmuşların arasında sayabilir. Gerçekten insanın vakar, şeref ve güven veren dürüst sıfatlarla süslenmesi gereklidir. fierefsizlikten sığınmak, görünen görülmeyen pisliklerden uzak olmak, düşkünlere yardım etmek, nefse ve fikre hakim olmak gibi iyi davranış ve düşünceler işte bu dürüst sıfatların ürünüdür.

İşte bir toplumu, bir kavmi başarıya ulaştıracak olan sıfatlar bunlardır. İnsanoğlu için bu sıfatlar bitmek tükenmez hazinelerdir. Ve ancak bu özelliklerin varlığı ile aktif hale gelinir. Bu şeref ahlaki sıfatların yardımı ile nefsimizde yerleşir.

Ahlaki sıfatlar üzerinde tüm insanlığın veya çoğunluğun belirli bir gayenin gerçekleşmesi için birleşmeleri gerekir. Bu gaye onlar için nefislerinden ve çocuklarından daha sevgili olmalıdır.

İnsanlar arasındaki sevginin, dayanışmanın, yardımlaşmanın çok kuvvetli bir duruma gelmesi bu gaye için gereklidir.

Elbirlik bir şekilde toplumun çalışmasına yardımcı olmak için servetlerini toplum uğruna harcamaktan çekinmezler. Bu tür tasarruflarda cimrilik göstermediklerinden doğru ve dürüst liderleri diğerlerinden ayırt edebilirler. Gayeye ulaşmak zalim liderlerin elinde bulunan koltuğu Hak uğruna alıp adaletli ellere teslim etmekle mümkündür.

Kitleler gerçek liderlik için gerekli özellikleri taşıyanlara uymaktan hiç bir zaman kaçınmazlar. Böyle liderlerin eline bütün maddi ve manevi güçlerini verirler. Toplumun başarısını engelleyen, fertlere zarar veren her türlü çalışmaya fırsat vermezler. Bu güç onların ruhunda vardır.

Önümüzde doğruluğunda kaygımız olmayan bir gaye bulunduğu zaman, buna ulaşabilmek için çelik silahlara gereksinmemiz vardır elbette. Yıpranmış, zamanı geçmiş, eskimiş, işe yaramaz silahla bir sonuç almak mümkün müdür? Rasulullah (s.a.v.) bunu

“Cahiliye çağında insanların hayırlısı olan İslam’da da onların hayırlısıdır.”

diyerek ortaya koymuştur. Yani cahiliye devrinde kendilerinde özellikler bulunan kişiler İslam’a girdikten sonra onun yüksek emirlerine tam anlamıyla teslim olduklarını tavırlarıyla da isbatlarlar.

İslam’ın getirdiği yöntemle önceleri kötülüğe ve isyana harcadığı kuvvetlerini artık bu insanlar İslam’ın gelişiyle doğruluğa ve hayra yöneltirler.

Özetle bilgisiz ve şuursuz insanlardan ne İslam’a ne de cahiliyeye hiç bir fayda beklenmez. Eğer Rasulullah’ın (s.a.v.) arap yarımadasında elde ettiği ve kısa bir sürede Hind nehrinden Atlas Okyanusuna kadar uzanan bir alanı kazanmasının veya bu büyük zaferlerin nedenlerini arayacak olursak, kuşkusuz şu sonuca varırız: Bütün bu zaferler; arap yarımadasında üstün ahlak ve doğru davranışlarıyla herkesce kabul edilen insanların çokca bulunuşuna ve her türlü hazırlık devresini tamamladıktan sonra, bu insanların güçlerini İslam uğrunda harcamalarıdır. Bu kuvveti kullanan Allah’ın Rasulü tarihin kaydetmediği zaferlere ulaştı.

İslami Ahlak

fiimdi ahlakın ikinci bölümünü inceleyelim. Göreceğiz ki “İslam ahlakı” diye adlandırdığım bu ahlak, insanın fıtri ahlakından hiç bir yönü ile ayrılmayan, tam tersi onu tamamlayan ahlaktır.

İslam, insan ahlakını bir merkeze bağlayarak, o merkezin insanın fıtri ahlakının tümünü iyilik ve doğruluğa yöneltmesini sağlamıştır. İslam’ın getirdiği ilk kural budur. İyilik ve kötülükte kullanılması mümkün olan bu ahlak, ilk zamanlarda mücerret bir kuvvettir.

Keskin bir kılıca benzeyen ahlak meselesi; eğer hırsız ve kötülerin elinde bulunursa zulmedici bir alet olur. Eğer Allah yolundaki mücahitlerin elinde olursa iyilik ve mutluluk aleti olur. Bu ahlakların iyi veya kötü ile değerlendirilişi, onların en güzel bir yolda kullanılıp kullanılmamasına bağlı olduğundan, belirli bir fertte veya toplumda olursa iyiliği veya kötülüğü hakkında karar verilmez. İslam’ın vazifesi fıtri ahlakları iyiye ve hakka yöneltmektir.

İnsanın çalışmasının sonucunda Allah’ın rızasından başka bir gaye beslememesi de İslam’ın tek Allah çağrısında meydana gelen şartlardandır. İnsan Allah’ın kendisine çizdiği sınırlar içerisinde çalışmalı ve düşünmeli, bu sınırları hiçbir zaman aşmamaya özen göstermelidir.

Size biraz önce saydığım bu ahlakları, ancak böyle bir inanç doğru yola iletir ki bu mutlak ıslahın, vazgeçilmez ve ayrılmaz gereğidir. Kendisine faydalı olabilmesi için bunlardan meydana gelen kuvveti kendi nefsi, aile üyeleri, milleti veya vatanı için kullanmak yerine meşru yollardan hakkın gerçekleşmesi için kullanmalıdır. Ancak ve ancak böyle bir İslam’i ruhla, manevi ahlak kuvetinin bütün bir alemi rahmetlekucaklaması, bütün kötülükleri iyiye yönlendirmesi mümkündür.

İslam’ın ahlak konusunda getirdiği ikinci önemli konu şudur: İnsanın fıtri ahlaklarını bir temele oturttuktan sonra bir yönden bu temeli kuvvetlendirmek, diğer bir yönden de bu kuvveti geniş bir alana dağıtarak temeline oturtulmuş bir ahlakı bütün cephelerine yaymaktır. Örneğin sabrı ele alalım. Kişi ne kadar sabırlı olursa olsun bu alanda ne kadar ilerlemiş bulunursa bulunsun, bu sabrı eğer geçici şeyler içinse elbetteki belirli bir zamandan sonra biter. Dayanma gücü azalır. Yeniden madde kulluğunda bulunması ve şirk’in fikir damarından kuvvet ikmali yapmak için durması gerekir.

Arkasında sadece Allah’ın rızası olan, kuvvetini tevhid damalarlarından alan sabra gelince, hırsız elinin uzanamayacağı gizli bir hazinedir. Öyle bir ordudur ki cesareti ve direnci ölçüye sığmaz. Hiç bir kuvvet bu ordunun önünde tutunamaz.

Müslüman olmayanların sabırlarının sınırının çok dar bir alanı kapsadığını, bu kaideyi öğrendikten sonra bilebiliriz. Savaşın içinde bomba ve makineli tüfek ateşi altında durduğunu gördüğün kafirin inatçı nefsinin önünde sefil ve perişan olduğunu görürsün. fiehvetini tahrik eden bir neden önünde yenilir.

İslam dini sabrın sınırlarını aklın alamayacağı kadar geniş alanlara yöneltir ve insan hayatının bütününe nüfuz eder. Öyle bir kale olur ki; yalnız belli başlı tehlikeler için değil, insanoğlunu hak ve doğruluktan uzaklaştırmak isteyen her tehlikeye karşı koyabilecek hale getirir.

Gerçek şudur ki, İslam, kendi kurallarından olan “sabır”la belalara göğüs germek azmini mü’minin kalbine sokar. Kalbi sabırla mühürlenmiş mü’min, hayatında ne kadar belalarla karşılarşırsa karşılaşsın, iyilikler de bu dünyada kendisinden ne kadar uzaklarda görünürse görünsün, doğru yoldan ayrılmaz. Kendisine tatlı menfaat ve rüyalar cenneti gösterilse de, amel ve fikir meydanında doğru yolu bırakıp eğri yola sapmaz. İslam’ın emrettiği sabır; ahiret aleminin sonuçlarına inanarak bütün dünya hayatında kötülükten uzaklaşmaktır. Kafirlerin yaşayışında gözlenilen sabrın sınırlı olması doğal bir olaydır. Doğru fikir temelinden yoksun olduğu için kafirlerin diğer ahlaklarını da sabırla ölçebilirsiniz. Bütün ahlakları sabır örneğinde görüldüğü gibi sınırlı bir alanla çevrilidir.

İslam bütün ahlakları, açık bir temele oturtarak ele alır ve nüfuz dairesini genişletir.

İslam’ın ele aldığı üçüncü önemli konu da şudur: O ahlakı bir duvarın temel taşı olarak görür. İnsanın ahlak aracılığı ile şeref ve olgunluğun en yüce derecesine varabilmesi için hayatını bu kuralın üzerine oturtur.

İslam, insanın kalbini serserilik, bencillik, aç boğazlılık ve her türlü alçalışlardan temizler. Bunların yerine Allah korkusunu, takvayı ve hakka bağlılığın tohumunu eker. Sorumluluk duygusunu uyandırır. Nefse üstün gelmeye alıştırır, insanı Allah’ın bütün kullarına karşı dosdoğru, cömert, sevimli, ihtiyaç giderici, nasihat edici, güvenilir, ihlaslı, adil ve temiz bir ahlakla büyütür. Öyle bir noktaya gelir ki artık o insandan her yerde ve her zaman iyilik beklenir, kendisinden bir zarar gelmesi ve kötüye alet olması beklenemez.

Bir de şunu bilmeliyiz ki; İslam insanı, sadece dürüst ve doğru ahlaklı yaparak orada bırakmaz. Yukarılara çıkararak, hayırlara anahtar, kötülüklere kilit yapar.

Bir hadis-i şerifte açıklandığı gibi; Sa’d oğlu Selh’den rivayet olunan

“Cennet o kula olsun ki iyinin anahtarı, kötünün kilididir. Azap o kula olsun ki, kötülüğün anahtarı, iyiliğin kilidi kılınmıştır.”

Hayrın anahtarı deyiminden anlatılmak istenilen “Yeryüzünde iyiliği yaymak ve kötülüğü kökünden kazımak”tır.

Eğer o ahlaki siretin tabiatında bulunan güzelliği, ilgi çekiciliği, pratikte yaşayan düzenli bir toplum süslenirse; İslam’ın o toplum omuzuna yüklediği tebliğ görevini yapmak için Allah’ın istediği gibi hareket ederse, dünya kuvvetlerinden hiçbiri böyle bir topluma karşı koyamaz.

Allah’ın Liderlik Konusundaki Kanunu

Sizlere burada yalnız birkaç cümleyle, liderlik hakkında Allah’ın koyduğu İlahi yolu açıklamak istiyorum. O, geçmişten bu yana gelen, kainat var oldukça o da var olacak ilahi yoldur. İşte o yol...

Düzenli ve İslam’i ahlakla bezenmiş, bununla birlikte bütün maddi kuvvetleri harekete geçirmiş bir toplum bu dünyada olmadığı zaman daha fazla insani, ahlaki ve maddi sebepleri başkasından daha iyi kullanan bir topluma bu dünyanın liderliği teslim edilir. Çünkü Allah’ın ilahi adaleti budur. “Durum nasıl olursa olsun bu alemin düzeni devam edecektir.” Bundan dolayıdır ki, dünyanın idaresi ve yönetilmesi kuvvet bakımından en üstün topluluğa verilir.

Yeryüzündeki bütün topluluklardan üstün İslami ve genel ahlakta bütün insanlardan daha ileri; bütün bunlarla birlikte, maddi gerekleri de yerine getiren bir toplum bulunursa diğer toplumların böyle bir toplum elinden dünya liderliğini alabilmesi imkansızdır. Çünkü böyle bir durum, hem dünya yaratılışına, hem de insani problemlerdeki ilahi yola aykırıdır. Allah’ın yüce kitabında salih ve mü’min kullarına verdiği sözlere ters düşer. Allah dünyada fesadı sevmez. Allah’ın istediğine uygun olarak yeryüzünün işlerini yürütmek yeteneğinde olan bir toplumun var olduğu bir dünyada; bu işleri yeryüzünü fesada ve zulme boğan bir gruba vermekten daha kötü daha alçak bir fesat düşünülebilir mi?

Bilinmesi gereken konulardan biri de şudur: Liderlik sistemi dünyanın dört bir bucağına yayılmış bir veya birkaç salihin -bu salihler ister Allah’ın velileri isterse de peygamberi olsun- varlığıyla değişmez. Çünkü Allah’ın vermiş olduğu sözler ayrı ayrı yaşayanlara ait değildir. O ilahi sözler ancak düzenli çalışan, güzel yönetilen, organik bir ümmet haline gelmiş ve yeryüzünde hayırlı bir cemaat oluşturmuş kavimlere söylenmiştir.

Bu konuda unutulmaması gereken bir nokta da: Yeryüzünde liderliğe layık olan bir toplumun varlığı, önderlik dengesinde bir inkılap ve bir değişiklik yapmayacaktır. Yani liderliği kafirlerin elinden alıp mü’min vesalih kimselerin eline geçmesine, böyle bir toplumun oluşup yeryüzünde bir yer tutması yetmez. Bu toplum mücadele etmeden gökten melekler inerek zalimleri koltuklarından alaşağı ederek yerlerine oturtmazlar. Birleşen bu cemaatın görevi: Kafir ve fasıkların kuvvetleriyle dünya hayatının her sahasında her adımında mücadele etmek, yeryüzüne hakkı yerleştirmek için durmadan dinlenmeden çalışmak, liderliği elde etmek için şehidler vermek ve aynı zamanda Allah sevgisini kalplerine yerleştirmektir.

Bu şartlara, peygamberler dahi tabi tutulmuşlardır. Bütün bu gerçekleri bildikten sonra biri çıkıp ta “ben şu şu şartları yerine getirmeden Allah bana liderliği versin” diyemez ve hiç bir zaman dememelidir.

Fıtri Ahlak İle İslam’i Ahlakın Kuvvetleri

Arasındaki Fark

Kur’an-ı Kerim’in ve tarihin derin araştırmalarından edindiğim fikir şudur: Allah’ın maddi ve manevi kuvvetler arasında daima denge sağlayan bir adaleti vardır. fiöyle ki: Manevi kuvvet insanın hayatına tamamen yerleşip merkezleştiği zaman maddi kuvvetlerin ve araçların önemi de büyüktür. Çünkü, ahlakça kendisinden üstün olan fakat maddi imkanlara sahip bulunmayan toplumlara, ahlaki kuvveti az olsa da maddi kuvveti elinde bulunduran toplumlar her zaman hakim olur. Ancak; ahlaki kuvvet İslam’ın ahlak silahları ile donatılırsa o zaman ahlaki kuvvetin yanında maddi imkanlar az olsa da, yalnız maddi nedenlere ve tabii ahlaka dayanarak meydana çıkan bütün kuvvetlere galip gelmesi kesindir. Bu gerçeği şöyle karşılaştırırsam anlayabilirsiniz. Eğer tabii ahlaka yüz derece maddi kuvvet gerekiyorsa; İslam ahlakıyla bütünleştiği zaman, aynı durumda yirmi beş derece maddi kuvvete gereksinim vardır. Geri kalan yüzde yetmişbeşlik kısmı İslam’i ahlakın içinde bulunan tabii kuvvetle tamamlanır.

Rasulullah (s.a.v.) zamanındaki tecrübeler bize gösteriyor ki; eğer İslami ahlak Rasulün ve O’nun ashabının ahlakı gibi olursa, beş maddi imkan yüz tane maddi imkan yerine yeterli olur. Kur’an-ı Kerim bu gerçeği

“Sizden sabırlı yirmi kişi, onlardan olan ikiyüz kişiyi mağlup eder.” (Enfal: 8/65)

diyerek işaret ediyor.

Bu söylediklerimi Rasulullah’a (s.a.v.) ve O’nun ashabına iyi niyet olarak kabul etmeyiniz. Size mucize ve kerametten bahsetmiyorum. Bu söylediklerim o türden şeyler değildir. Bu söylediklerim “Realite”dir.

Bu konumuzun detaylarına girmeden önce, size bir açıklamayla İslami ahlakla, tabii ahlak iç içe olduğu zaman nasıl yetmişbeş hatta doksanbeş derece kuvvet kazanıyor, bunun hikmetini açıklamak istiyorum. Bugünkü alemin tablosuna dikkatle baktığınız zaman bu gerçeği anlayabilirsiniz. Çünkü altı senden beri cayır cayır yanan büyük fitne, Almanya’nın bozulması ile sona ermiştir. Nerede ise bu yokedici savaş değirmeni Japonya’nın başında da dönüyordu.

İnkarı mümkün olmayan gerçek şudur ki: İki tarafın kuvveti tabii ahlakta hemen hemen birbirine eşittir. Belki bazı yönlerden Alman ve Japonlar müttefiklere oranla daha üstündüler. Direnişleri bunun delilidir.

Fiziki ilimlerin sonuçlarını kullanmakta iki tarafı karşılaştırdığımız zaman eşit olduklarını görürüz. Belki hiç kimseden gizli kalmayan gerçek şudur: Japonya olmasaydı, Almanlar tek başına dünyaya meydan okuyabilirlerdi: Fakat burada gördüğümüz bir özellik vardır ki, onun seviyesindeki bir grup diğer bir grubu tam anlamıyla perişan edip yendi. Bu özellikle maddi araçların büyük ölçüde yardımcı olmasıdır. Üstün gelen devletler, bu zaferi asker çokluğu, silah ve erzak stoku ve düşmanında bulunan maddi kuvvet araçların bir kaç kat fazlasına sahip olmakla elde etti. Bir de bunun üzerine düşmanın elinde olmayan coğrafi imkanları ve tarihi nedenlerin kendisine vermiş olduğu üstünlükleri de ekleyiniz.

Bugün ordusu donanım bakımından geri kalmış bir milletin kendisinden donanım bakımından kat kat üstün bir millete karşı zafer kazanması beklenemez. Ola ki bu millet, tabii ahlak bakımından diğerinden daha ileride ve teknolojinin kullanılmasında onlardan daha yetenekli olsun. Bunun nedeni şudur: Bir millet kalkınmasını tabii ahlak ve pozitif ilimle fizik temeline bina etmek istiyorsa o milletin durumu iki şeyden öteye gidemez.

1- Sınırsız bir ırkçılık bataklığına dalıp, bu düşüncenin sonucunda elde ettiği kuvvetle bütün dünya milletlerine etki ederek kendi milleti hesabına sömürmek.

2- İnsanlığın dünya üzerinde çözülmemiş gibi duran bazı problemlerine çözüm bulma iddiasıyla ortaya çıkarak, sahte bir kurtarıcı olup, diğer milletleri kurtuluşa davet etmek...

Birinci gruba bağlı topluluklar maddi kuvvet ve araç bakımından herkesten kuvvetli olursa hedeflerine ulaşabilirler. Çünkü sömürmek istediği milletler, bu gayesinde başarılı olmaması için elinden gelen gayreti gösterir, onu durdurmaya çalışır ve köle olmamak için elindeki tüm imkanları kullanır.

İkinci grubun, bayraktarlığını yapmış oldukları fikirle başka milletlerin zihninin gelişmesi mümkündür. Onlara etki etmesi ve kendi davasına onları çekebilmesi, grubun hedefe varabilmesi için pek fazla maddi kuvvete ihtiyaç yoktur. Fakat akıldan çıkarılmaması gerekir ki: Soyut kaideler ve tatlı sözler herkesi kandıramaz. Ancak bu sözlerin yanında, etki edebilmek için, adalet, şeref, yardım isteyenlerin ihtiyaçlarını gidermek, cömertlik, kanaatkarlık, temizlik, güvenilirlik, doğruluk ve öğüt verme yeteneğine sahip olmak gerekir. Bu grubu seçen milletler, insanoğlunun hayatında meydana gelen şiddetler, ansızın gelen dertler, düşmanlık dostluk, mağlup olmak, galip gelmek, barış yapmak, savaşmak konularında kirli gayelere karışmamış ve tertemiz bir ahlakın temsilcisi olduğunu da ispat etmiş olmalıdır.

Bu güzel ahlak, genel ve fıtri ahlaktan daha üstün ve daha yücedir.

Bunun için bugün görüyoruz ki, kalkınması, tabii ahlak ile soyut maddi kuvvete dayanan milletler, bütün çalışma gücünü kişisel, halis, milli gaye ve isteklerin gerçekleşmesi için sarf etmektedirler. İster açıktan açığa ırkçılk fikri ilan ederek yürüsün, isterse bu gayesini bir takım ideolojik perdeler arkasında gizlesin. Niyet aynı olduğu için değişen bir şey olmaz. Bu durumun Amerika, İngiltere ve Rusya örneğinde olduğu gibi... Bu şekilde savaştaki sinsi başarı, her milletin diğer milletin önüne çıkması, hedefine gitmese de engel olması, maddi manevi bütün kuvvetlerini harekete geçirerek karşısındakinin arzularını yok etmesi ve onun kendi sınırları dışına çıkmasına izin vermemesidir. Ancak belirttiği hedefe maddi kuvvete dayanarak erişirse buna kimsenin bir diyeceği yoktur.

Bu gerçeği bildikten sonra: Farzediniz ki, bu durumda cemaat vardır. Ola ki o cemaat daha önce başka bir milletten olsun. Fakat şimdi, bir cemaat bir parti olarak ortaya çıkmıştır.

Bu dünyada ırkçılık fikriyle değil tam tersine bu fikirden tamamen uzaktır. Kavmiyecilikten uzak bütün çalışmaların arkasında ancak ve ancak bu dünyada insan gibi yaşayabilmek için dünya düzenini inandığı kurallar üzerine kurmak gayesini güder. İnsan türünün mutluluğunu sadece ve sadece bu kanunlara düzene bağlanmasında görür. Böyle bir cemaatte ırki ve coğrafi bir ayrım görülemez. Eşit haklarla bütün insanların cemaate katılması mümkündür. Milliyeti ve iklimi ne olursa olsun Hak kuralların uygulanışında üstün beceri sahibi olan kişiler cemaatin liderlik makamına geçebilirler. Hatta bu cemaate esir düşen bir kimse, cemaatin kurallarına uyarsa, üstün gelen onu kendine lider seçer, ona uyar, onun emrini dinler ve çalışmalarını bütün semerelerini onun eline teslim eder.

Böyle bir toplumun insanları şaşmaz prensiplere davet etmek gayesiyle ortaya atıldığı zaman, bu prensiplerin yeryüzünde yayılmasını istemeyenler tarafından yolları tıkanır ve binlerce engeller dikilir. İşte o zaman bu iki kuvvet arasında büyük bir mücadele başlar. Bu mücadele ne kadar şiddetlenirse o cemaatın sabrı ve olgunluğu o derece artar. Düşmanın karşısına en iyi bir ahlakla çıkar. Ameli çalışmasıyla Allah’tan başka bir hedef gütmediğini ispat eder. O cemaat düşmanların nefisleri ve milletleriyle değil, sapıklık ve eğri yollarıyla mücadele eder. Eğer onlar sapık yollarını terk ederlerse hepsi birbirlerini seven kardeş olurlar. O cemaat başkalarının mal ve servetlerine göz dikmiş değillerdir. Onların ticaret ve sanai üretimlerine el koymayışünmez. O cemaat ancak, bütün azim ve gayretiyle onların hidayet, iyi ahlak ve mutluluk kazanmalarına çalışır. O mutluluk ki elde edildiği zaman servet ve ticarette onlara helal olur. O cemaat yalan, hile ve dalavereyi en sıkışık anında bile hedefine ulaşmak için basamak edinmez. Her kötülüğe iyilikle karşılık verir. Kötü niyetleri şerefli önlemlerle yok eder. İntikam ve kin gütmez. Yok olması pahasına dahi mukaddes görevini ihmal etmez. Her yerde ve her halde doğruluk, ahde vefa, güzel tavır ve adil davranmayı elden bırakmaz.

Böyle toplumlar emanet ve temiz ahlaklılık şartlarını kendi nefislerinde uygulayıp, ispat ederler. O yüce şartlarki emanet ve temiz ahlaklılığın ölçüsü olarak dünyaya sunulmuştur. Ne zaman savaş meydanında bu iki grup karşılaşırsa bir grupta ayyaş, kumarcı ve merhametsiz askerler, diğer tarafta; bu cemaatin merhametli, mücahit, salih, muttaki ve temiz askerleri... Bu insanların yüce insalıkları, karşı tarafın anlayışsızlıklarına karşılık; gösterdikleri hareket gözle görünür derecede açık ve seçiktir. Onlar bu temiz insanların eline savaştan yaralı veya esir düşerlerse, küfür ve delalet kiriyle pislenmiş ruhları cemaatte gördükleri yücelik şeref ve ahlak temizliği sayesinde yavaş yavaş temizlenir. Ne zaman ki cemaatin erleri onların eline esir düşerse o esirlerin şahsında bulunan cevher sayesinde onları esir almış olan cemaat aydınlanır ve hidayete erer. Eğer takdiri ilahinin bir dileği olarak bu cemaat bir memleketi fethederse, fethettiği yerin halkı intikam yerine afla karşılanır. Zulüm ve düşmanlık yerine anlayış ve merhamet görür, katılık yerine yumuşaklık, kibir yerine alçak gönüllülük, küfür etme yerine dua etme, binbir türlü yalan yerine hak olan nizama davet edilmeyi görürler.

Fatihlerin onlardan kadın istemediğini, gizli mallarını sormadığını, sanat eserlerini ve sırlarını keşfetmek için zor kullanmadığını iktisadi güçlerini ortadan kaldırmak ve milli şereflerini yalanlamak ve kötülemek niyetinde olmadığını görünce bir türlü hayretlerini gizliyemezler. Belki fatihlerin en büyük gayeleri elde ettikleri beldenin içinde yaşayanlarının bir tek ferdinin bile şerefinin düşürülmemesini, malının yağma ve meşru haklarından hiç birini yok etmemektir. Hangi şekilde olursa olsun zulmü kökünden kaldırmaya çalışır.

Bunun tam tersine, ne zaman muhalifler, bir beldeyi işgal ederse zulüm ve tecavüzlerden orada yaşayanların sesleri göklere çıkar, bu eza ve cefadan dolayı ölümü kendilerine minnet bilirler.

Yalnız ırkçılıktan doğan savaşlarla, sözünü elbette, yüce insanlık tek başına imha ve ölüm addettiğimiz savaş arasındaki farkııkça görebilirsiniz. Maddi araç ve sebepleri az olmakla beraber elleriyle donanmış, demirlerle çevrili düşmanlarına üstün gelir ve onları mağlup eder. Elbette faziletli ahlak; topları, tüfekleri, en son füzeleri, atom, nötron bombaları gibi en son cihazlarla donatılmışşmanlarını mağlup edecektir. Harp ateşi bütün şiddetiyle devam ederken düşmanlar dost olacaktır. Kalpler cesetlerden önce mağlup olup fethedileceklerdir. En ufak bir muharebe ve mücahede etmeden birçok memleket birbirinin ardından bu devletin yönetimine girecektir. Bu cemaat az sayıdaki ve az bir sayı ile savaş aletleri ile önemli olan görevini yerine getirmek gayesiyle işe koyulduğu zaman yavaş yavaş kemale doğru gider.

İhtiyaç duydukları savaş bilgisini asker ve komutanlar elde eder. Silah “mühimmat” ve “levazımat”larınışman kışlalarından sağlarlar.

Bunların hiçbirini boşuna söylemiyorum. Hiç şüphesiz Rasulullah ve Hulafa-i Raşidin döneminde bu söylediklerimin uygulanışını göreceksiniz. Tarih bunu kesin şahididir.

Bu gün de bunları uygulamak mümkündür. Cesaret, ahlak ve gayret sahibi kimseler yeter ki buna karar versinler.

Kuvvetin kaynağının ve dayanağının ahlaki kuvvet olduğunu, şimdiye değin açıklamaya çalıştığımız gerçeklerin ışığı altında ümit ederim ki anlamışsınızdır. Eğer yeryüzünde İslami ve fıtri ahlakla donanmış bir cemaat bulusaydı, başkalarının bu gün dünyaya hakim olması mümkün olmazdı. Müslümanların herkesten geri kalışlarının gerçek nedenini bütün bu açıklamalarımdan sonra anladığınızı sanıyorum. İslami ahlaka sahip olmayan ve maddi araçları kullanmayan bir kavimin yeryüzünde hakim olamayacağı en kesin gerçeklerdendir.

İman sahibi olduğu halde ahlaksız olan bir kavmin başına fıtri ahlak bakımından ileri olan bir topluluğun geçeceği Allah’ın adetlerindendir. Yeryüzünü idare etmek için gereken maddi araçları kullanan bir kavim, İslami ahlaktan yoksun olsa da müslümanları idaresi altına alır. Eğer kalplerinde bu durumdan ötürü üzüntü duyan müslümanlar varsa, bu sonucun nedenini nefislerinde arasınlar. Bu duruma düşmelerinin tek nedeni kendileri olduğunu bilsinler. Kendilerini dünya hakimiyetinden yoksun bırakan ve böylece zalimin binebileceği hayvanı haline getiren nedeni araştırsınlar. Düşünsünler. Ve bu nedeni gidermeye çalışsınlar.

İslami Ahlakın Dört Aşaması

Kur’an-ı Kerim ve hadisi şerif’e göre, İslami ahlak diye tanımladığımız gerçek hakikat dört aşamaya ayrılır.

1- İman.

2- İslam.

3- Takva.

4- İhsan.

İşte İslami ahlakın dört aşaması bunlardır. İkinci derecede olan aşama, birinci derecedeki aşama olduğunda vardır. İkinci derecedeki aşama birinci derecedeki aşama üzerine kurulabilir ancak.

Birinci derecedeki aşama için gerekenler oluşturulmazsa ikinci aşamanın oluşmasışünülemez. Bu düzende ve binada “iman” temel taşı yerindedir. İslam binası bunun üzerine kurulmaktadır. İslam’ın üzerinde, takva, takvanın üzerinde de ihsan yükselir.

Takva ve ihsanın temeli durumundaki iman olmadığı sürece İslam’da takva ve ihsanın varlığının düşünülemiyeceği, bu gerçeklerden sonra anlaşılmaktadır. İman temeli sarsılmış ve zayıf durumdaysa, böyle bir temel üzerine bina yükseltmek boşunadır. Buna nazaran böyle bir temel üzerine bina yükseltilirse, o bina bir an önce yıkılır. Yine iman kapsamlı olmazsa, İslam takva ve ihsan bakımından darlaşır. Bundan dolayı İslam’ın sınırları kapsamını yitirirse kısmen dahi bu sınırları koruyamaz. Birazcık din bilgisi olan bir kişi, imanın kapsamlı ve geniş olmadığı sürece üzerine takva ve ihsanın yükseltilemiyeceğini bilir. Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki İslam’ın açıklığı ve genişlettirilmesi takvadan önce; takvanın sağlamlaştırılmasına bağlıdır. Ve ihsandan önce de özen ve itina göstermeyi de unutmamak gerekir.

Bu gün insanlardan birçoğu, bu asıl düzeni unutmuş ve bu düzene biraz olsun uymamaktadır. Bunlar takva ve ihsan sarayını, iman ve İslam temellerini gerçekleştirmeden önce bina etmeye çalışıyorlar. Bütün bunlardan daha fazla İslam’ın istediği nitelikte bir düşünce yerleşmemesi üzüntümüze neden olan bir gerçektir. Aksine iman ve İslam için sınırlı bir düşünce yerleşmiş veya yerleştirilmemiştir. Öyle ki; oturmalarını, kalkmalarını, yemelerini ve içmelerini, elbiselerini, görünüşe hitap eden hareketlerini belirli bir şekle sokmakla, sanırlar ki takvaları en yüksek aşamaya ulaşmıştır. Başka bir ifadeyle; nafile ibadetten, zikirden ve diğer müstehap amellerden bir kısmını yapmakla ihsanlarının en yüce aşamaya çıktığını sanırlar.

Bütün bu saydığım hatalar bulundukça, İslami ahlakın tamamlanması için gereken araçların sağlanması mümkün değildir. Durum bu olduğuna göre, dört aşamanın gerekliliklerini yerine getirebilmemiz için, o aşamalardaki fıtri ve doğal düzenlemeyi bilmek zorundayız.

İman

Herkes açıkça bilmelidir ki İslami hayatın temelini oluşturan iman, Allah’ın birliğini ve peygamberlerini kabul ve ikrar etmekten ibarettir. Kişinin İslam’a dahil olması ve mü’minlerden sayılması için bu iki hakikata inanması gerekmektedir. Ancak bundan sonra müslümanlara yapılan davranışların kendisi için de geçerli olması söz konusudur.

Eğer iman, kişinin benliğini ve bütünlüğünü tam anlamıyla sararsa diğer esaslar da bunu üzerine kurulabilir. iman gerektiği gibi olgunlaşmayınca diğer esaslara yönelmek doğru değildir. Nitekim bu günümüzde de geçerlidir. Evet bu yanlış günümüzde de olabildiğine görülmektedir. Öyle ki; iman esası kişinin özüne tamamıyla yerleşmeden takva ve ihsan esasları yerleştirilmeye çalışılıyor. Nitekim takva ve ihsanın ömrü çok uzun olmuyor ve bunun sonucu olarak da kısa bir süre içinde param parça olup dağılıyor.

Yüce İslam hayatının sarayını yükseltebilmek için iman esasının her yönü kuşatması gerekmektedir ve bu iman esasının İslam hayatının derinliklerine inmiş olması gerekmektedir.

İmanın sayısız kısımlarından herhangi biri ihmale uğrarsa İslami hayatın bir kısmı eksik oluyor demektir. Eğer imanın zayıflığı söz konusu ise, İslam’ın binası noksan olur ve yıkılma ihtimalinden kurtulamaz. Buna örnek olarak dinin temeli olan Allah’a imanı alabilirsiniz. Allah’a iman ne denli derinleşirse o denli basitleştiğini ve biçimsiz şekiller aldığını göreceksiniz.

Bazı insanlar “Allah vardır, bu kainatın yaratıcısıdır, zatında O’nun ortağı yoktur” inancından öteye geçemezler. Bazı insanlar ise “Allah mabudumuzdur, bize ona ibadet etmek düşer” diyerek inancın sahasını daraltırlar ve bu anlayış içinde sıkışıp kalırlar. Yine öyle insanlar vardır ki “Allah gaybı bilir, görür ve işitir, ihtiyaçları giderir, duaları kabul eder, ubudiyetin bütün şekillerinde O’nun ortağı yoktur dinin bütün sahalarında baş vurulacak ve sığınılacak ancak O’nun kitabıdır” diye kendine özgü terimlerle Allah’ın sıfatlarını, haklarını ve tasarruflarını tanımlarlar ve sınırlandırırlar.

Hiç şüphesiz bu çeşitli düşüncelerin hiç birinin yol ve kural gösteremeyeceği kesin bir gerçektir. Bilinmelidir ki düşünce ne kadar dar sınırlar içerisinde kalırsa, İslam’ın etkisi de o ölçüde azalır. İmanın zirvesine çıkmış olan bazılarını görürsün ki, İslami hayat şeklinde hak arasında yaygın olan anlayışı benimserler... Başka bir ifadeyle söyleyecek olursak bunlar küfürle imanı karıştırırlar. Bu birbirine tamamıyla zıt iki düzenden yeni bir düzen üretirler. Artık bu öyle bir düzendir ki bu düzende nefsi istek ve arzuların hepsini yerine getirmek fırsatı bulurlar.

Yine bazılarına: Allah’a iman etmenin kuvvetliliği ve derinliği çeşitlidir. İslam’ı kabul etmekle beraber İslam uğrunda biraz olsun malından, mülkünden fedakarlık etmeyi uygun görmeyen bir kısım insanların da var olduğu bir gerçektir. Öyleleri de vardır ki, Allah’ı varlıklarının bir kısmından daha sevimli gördükleri halde diğer geri kalan kısmını Allah’tan (haşa) daha sevimli ve değerli görürler. Bazıları da Allah yolunda malını ve canını feda ettiği halde özel reylerini veya şöhretini Allah için feda edemez. İslam temellerinin zayıf olduğu yerlerde, insanoğlunun İslami ahlaka sürekli ihanet içinde olduğu anlaşılmaktadır. Böylelerinin bu durumdan kurtulmalarına imkan yoktur.

İslam’ın yüce sarayı ancak insan hayatının bütün benliğinin tevhid ile çerçevelenmesi dahilinde yükselebileceği bilinmelidir. Tevhid insan hayatının bütün yönlerini Allah’ın malı olarak düşünür Tevhide gerçekten inanmış bir kişi Allah’ın kendisinin ve bütün alemlerin sahibi olarak görür. İtaat edilebilecek ve yücelerin en yücesi olarak O’nu tanır.

Emrin ve nehyin Allah’tan geldiğine, hidayet kaynağının ancak Allah olduğuna kanaat getirir. Allah’ın istediği şekilde Allah’a itaatten sapmanın, hidayetinden uzaklaşmanın; Allah’ın sıfatlarına ve hukuki tasarruflarına ortak koşmanın hangi renk ve milletten ve hangi düşünceden gelmiş olursa olsun delalet bataklığının içine düşmek olduğunu anlamasıyla kalbi mutmain olur. Bu gerçeklerden sonra bilmemiz gereken şudur ki: Bu iman esasının sağlam bir temele oturtulması ancak kişinin isabetli seçim yapabilmesine, olgun bir şuur ve kuvvetli iradeye sahip olmasına, kendisinin ve elinde bulunan bütün malının Allah’ın mülkü ve Allah’ın rızasını kazanabilmek için kullanabileceği bir vasıta olduğunu bilmesine bağlıdır. Nefsinin kabullenme veya kabullenmeme gibi düşüncesini kalbinden ve kafasından söküp atarak, Allah’ın bu konudaki emrine olduğu gibi uyarsa, serserilik ve kibirden uzaklaşırsa, düşünce, fikir, seçim, istemek, istememek ve kendi aklının mahsüllerini Allah’ın yüce kitabında indirdiği ilim kalıbına sokarsa, Allah’a itaat ettirmeyen her ipi boynundan çıkarırsa, olduğu gibi olmazsa hatta bu gibi hükümlere fiilen karşı koyarsa, kalbine Allah’ın sevgisini yerleştirir ve kendisinden Allah’tan daha fazla saygı duyulması istenen putları kalbinin derinliklerinden söküp atarsa sevgi, buğz, dostluk-düşmanlık, istemeyi, istememeyi, barışı veya savaşmayı Allah’ın rızasına bağlarsa, Allah’ın sevmediğini nefsinde sevmezse... Bu binayı kurmak ancak böylelikle mümkün olur. Allah’a iman etmenin anlamı ve bir mana ifade etmesi ancak budur!...

Gizli olmayan gerçeklerden birisi de şudur ki; İman her yönden kuvvetli, yeterli ve tatmin edici olmazsa ve hududu genişlemezse takva ve ihsanın varlığından söz edilemez. Gerçekde sakalı fazla uzatmak, elbiseleri derviş elbiselerine benzetmek, durmadan tesbih çekmek veya bütün gece ibadet yapmak bu, büyük farklılığı giderir mi?

Peygamberlere, kitaplara ve ahiret gününe olan imanı da Allah’a iman ile kıyas edebiliriz. Peygamberlere imanı olan her müslüman Rasulullah’ı (s.a.v.) kendisine önder, iyiye, güzele götürücü kılavuz ve hayatının her anında O’nu rehber edinmezse, Rasulullah’ın (s.a.v.) getirdiği inanca karşı olan fikirlerin hepsine karşı gelip terketmezse Peygambere olan imanı olgun bir iman olmaz.

Gerçekde insanın kalbinde “Allah’ın kitabının insan hayatı için getirdiği kanunlardan daha uygun kanun ve ölçü vardır” fikri zerre kadar yer tutarsa veya Allah’ın dünya hayatı için bildirmiş olduğu kanunları kabul etmekde kesin bir karara varmamış kalplerin, kitaba olan inancı tam değildir.

İnsanın nefsi, ahireti dünyaya tercih etmiyorsa veya edemiyorsa, dünya hayatında attığı her adımda kıyamet günündeki hesabı nasıl vereceğini düşünmeden hareket ediyorsa ahirete olan imanı tam olmaz. Bu esas ve temellerin olmadığı yerlerde Allah’ın her şeyi içine alan hayat köşkünü inşa etmek nasıl mümkün olur?

Bir milletin “İslami ahlak sarayının bu temeller üzerine oturtmaksızın yükselebilmesi mümkündür” düşüncesinden dolayı, bugün takva ve ihsan kapılarını sonuna kadar açık görüyorsunuz. O kadar ki Allah’ın indirmediği, insanların kendi kafalarına göre koydukları hüküm ve kanunlarla hükmedenlere; İslami olmayan yöntemlerle davasını yürütmeye çalışanlara küfür ve inkarcılık sistemi altında insan hayatının sürmesini sağlıyan isçilere ve İslami olmayan bir siyasetle insan hayatını sözde ileri medeniyet temellerine oturtmaya çalışan ve arzulayan liderlere bile bu takva ve ihsan kapılarıık tutulur.

Böyle insanlar hayatlarının görünen kısmını belirli bir kalıba sokmak için çalıştıkları; zikir ve nafile ibadetlerin bir kısmının yapılmasıyla ve nefislerinin buna alışmasıyla kendilerini doğru ve salih kullardan sayarlar.

İslam

Biraz önce bahsetmiş olduğumuz iman esasının temel direkleri sağlam bir şekilde yerine oturtulunca, İslami ahlakın ikinci basamağı olan İslam esası bu temeller üzerinde rahatça kurulabilir. Bu gerçeği daha önceki açıklamalarımızdan da anladığınızı sanırım.

O halde İslam nedir sualine vereceğimiz cevap: İslam, imanın fiiliyata aktarılmış halidir demek olacaktır. İmanın İslam ile olan ilgisi, ağacın tohumla olan ilgisi gibidir. Tohumun içerdiği güzellikler, ancak o tohumdan gelişen ağaçta gözlenebilir. Öyleki ağacı iyice incelediğiniz zaman tohumda olan tüm özellik ve güzellikleri rahatlıkla görebilirsiniz. Toprağa tohum ekilmeden önce, o tohumdan beklenen ağacın filizlenmesi ve güzel dallar salmasıdır. Verim vermesine hiç bir engel teşkil etmeyen toprağa ekilen tohumun yeşerip ağaç olması ve meyve vermemesi nasıl mümkün değilse, iman üzerine bina edilmemiş olan İslamın da hayatını sürdürmesi o derece olanaksızdır. Yani, anlatmak istediğimiz şudur ki; verime hazır bir toprağa ekilen tohum nasıl ki filizlenip yeşermesi, dallar salması çiçek açıp meyva vermesi sonucunu ortaya koyması gibi İslam esasında da sağlam bir iman üzerine oturturulduğunda tabii neticesini verecektir. Çünkü tohum ile ağaç arasındaki ilişkide ne denli yakınlık varsa iman ile İslam arasında da o denli bir yakınlık vardır. İmanın bulunmasının gerekli olduğu yerlerde; insanın çalışma hayatında, ahlakında sosyal davranışlarında, akraba ve dostları arasında yapılması gereken ilişkilerden, çalışma ve mücadelesine gösterdiği yönde, tabiata karşı duyduğu ilgisinde ve zevkinde, vakit ve kuvvetin nelere harcandığında ve hayatın her anında onun eserini görürsün. Bu hayatın herhangi bir anında İslam’dan başka bir kaidenin varlığını hissederek, bilelim ki; Orada iman yoktur. Eğer bir miktar varsa o da kuvvetsiz ve hayatsızdır.

Çalışma hayatının İslami bir yönde olmadığında bilelim ki; Kalp imandan uzaktır ve o yer artık verimsizleşmiştir ki orada artık imanın kuvvetli olan tohumu meyve vermez.

Allah bana Kur’an’ın ve sünnetin muhtevasını araştırıp anlamamı nasip ettikten sonra, yapmış olduğum çalışmalarımızdan almış olduğum sonuç şudur ki: İnsanın kalbinde iman olsun da, imanda fiili şekilde İslam görünmesin; işte bu mümkün değildir.

Sizlerden ricam; burada amel ve iman konusunda ve aralarında ne gibi ilişki var diye fıkıı ve kelamcıların yapmış olduğu münakaşalardan kendinizi uzak tutun. Çünkü siz bu konulardaki mevzuları dolaylı yoldan değil, doğrudan doğruya Kur’an’dan alabilirsiniz. Kur’an-ı Kerim’den açıkça anlaşılan gerçeğe göre, katışıksız bir imanla, yaşanılan İslam birbirinden hiçbir şekilde ayrılamaz. Allah Kur’an-ı Kerim’in birçok yerinde onları beraber zikretmiştir. Allah bütün sözlerini itikatca mü’min, fiilen müslim kulları için yapmıştır.

Kur’an’ın sana göstermek istediği gerçek şudur ki, Allah ne zaman münafıkları tehdit etmişse bu tehditlerin sebeplerini, imansızlıklarını, amelsizlikten çıkararak göstermiştir. Allah ameli, müslümanlığın gerçek belirtisi olarak kabul eder. Ancak müslüman bir kişiyi İslam’dan soyutlamak ve müslüman milletinden çıkarmak, hariç saymak bu makamla ilgili değildir. Böyle bir fikre varmadan önce, sakin düşünmek ve duyarlı hareket etmeye şiddetli ihtiyaç vardır. İmanın hükmüne uygulama alanı olan fıkıhla İslam’ı anlatma mutluluğunda olmadığımız için onları burada anlatmaya çalışmayacağız. Ancak kıyamet gününde Allah’ın nazarında sahiplerine zarar veya menfaat sağlayan iman ve İslam konusundayız ki, bunlara göre ahiret sonuçları gerekleşir.

Zira bir an için mistik kanunla ilgini keserek meseleye gerçek gözüyle bakarsan göreceğin odur ki; nerede kişinin Allah’ına teslim olmasına, çalışmalarında, emrini O’na havale etmesinde acizlik varsa ve nerede nefsinin isteği, Allah’ın rızasından uzaksa; nerede İslam dışı işlerle megul oluyorsa; bu diyarlarda iman ve İslam eksikliğe ve zayıflığa mahkumdur. Bilinmelidir ki, kuvvetli olmayan iman ve İslam temelleri üzerine, takva ve ihsan katlarını inşa edip yükseltilemiyeceği açık bir gerçektir. Böyle bir çevrede yaşayan kişiler kendilerini ne kadar doğru kişilere bezetirlerse benzetsinler ve hareketlerini ne kadar onların hareketlerine uydurmaya çalışırlarsa çalışsınlar, içlerinde sağlam ve kuvvetli bir iman ve İslam temeli bulunmadığı takdirde, takva ve ihsan katlarını inşa etmeleri boş olur. Çünkü aldatıcı görünüşler, gerçekçilik ruhundan yoksun olduğu zaman görünen manzara, öldükten sonra cesedi son derece güzel ve rengarenk ipekli kumaşlara sarılmış yerde uzanmış insanın manzarasına benzer. Sen eğer bu cesedin güzel görünüşüne aldanarak, bazı amaçların gerçekleşmesini onunla özdeşleştirirsen, daha yolun başında yapmış olduğun hatanı anlayıp pişman olacaksın ve bileceksin ki; Görünüş ne denli çirkin olursa olsun, yaşayan ve kuvvetli insan, görünüşü o derece güzel olan fakat ölü bir insandan çok üstündür ve değerlidir. Kendini görünüş ve çekici şekillerle kandırman oldukça kolaydır. Fakat gerçekler aleminde hiç bir iz bırakmadığın gibi, kıyamet gününde de sana faydası dokunacak bir sevaba sahip olamazsın. Eğer görünüşlere aldanmadan, ancak ve ancak bu dünyada İslam’ın yücelmesi ve ahirette de mizan terazisinin sevap tarafının ağır gelmesine sebep olan gerçek takva ve ihsanın sende de olmasını istiyorsan, kesin olarak şunu bil ki, takva ve ihsanın yüce katları, ancak iman temeli kuvvetli olursa ve imanın fiili görünüşü olan İslam onun üzerine inşa edilirse ve buna inşa edilen bina herkesin görebileceği kadar yükselirse; bunlara tam manasıyla ulaşmış olursun. Bu binayı yükseltmeden başkası seni takva ve ihsan sahibi yapamaz ve kıyamet günü seni o azaptan kurtaramaz.

Takva

Konunun içeriğine girmeden önce “takva’nın” manasını bilmemiz gerekmektedir. Gerçekte takva hususi bir elbise, belirli bir hayattan ibaret değildir. Takva, sadece Allah’tan korkmak ve sorumlu olduğunun şuurundan doğan dikkatle nefsi durumunu düzeltmiş olarak yaşamaktır. O halde gerçek takva; insanın kalbini Allah’ın nuruyla nurlandırması ve kulluk şuuruna varmasıdır. Allah’ın huzuruna gideceğinin ve kıyamet gününde Allah’ın Halifesi sıfatıyla Allah’a hesap vereceğinin şuurunda olmaktır. Bu dünyanın belirli bir zamana kadar imtihan olduğunu tam olarak idrak etmek ve devamlı hayatında meselenin tek bir ölçü kaynağı ile sınırlanmış olduğunu bilmekten ibarettir. Bu imtihan sahasında kuvvetini ve çeşitli becerilerini nasıl kullanmalı, insana emanet edilen mal ve serveti nasıl sarfetmeli ki Allah’ın rızasını kazansın. Hayatın çeşitli bölümlerinde kendisiyle ilişki içerisinde olanlarla nasıl bir ilişki kursun ki Allah’ın rızasını kazansın?

Her kimde bu duygu ve şuur gelişirse, kalbi uyanmış, İslam şuuru ile nurlanmış ve artık Allah’ın rızasına uygun olmayan unsurlardan kalbini ayırt edebilecek ve nefsini hesaba çekebilecek duruma gelmiştir. Allah’ın vermiş olduğu nimetleri nerede sarfedeceğini bilir. Nefis muhasebesi yaparak şüpheli şeylerden kaçınır.

Böyle bir kimsenin nefsinde bulunan vazife şuuru o insanı Allah’ın emrine itaat ve kabule, her emiri yerine getirmeye çalıştırır. Bu, insandaki Allah korkusunu daima etki altında tutar. Hatta o kadar ki, Allah’ın emirlerini çiğnemeye yönelen nefsinin etkisiyle eli ayağı titrer ve Allah’ın kullarının haklarını savunmak başlıca görevlerinden olur.

Bu özellik insan hayatının hususi bir şekil ve dar hudutlu çalışmasından değil, hayatın bütününde gösterdiği çalışmalarında ve düşüncelerindeki doğruluğundan elde edilir. Takvaya sahip insanda, sahabe gibi bir görünüş, temiz ahlak meydana gelir. Ancak İslam ahlakıyla donanmış bir insanda bütün yönleriyle dürüstlük, temizlik ve kabiliyet bulunur.

Bazı kimseler ki takva kelimesi onlar için insanların görünür taraflarını suni kalıplara sokmaktan ibarettir. Böyle insanlar takva anlayışının bütün kaidelerine son derece uyarlar. Çünkü bunlara devam edebilmek için nefislerini çok alışkın hale getirmişlerdir. Fakat onların ahlaki yönde, düşünce sistemlerinde, çalışma metodlarında imanın en basit istekleriyle bağdaşmayan haller görülür. Bu hale alışkın olanlar nasıl takva sahibi olarak kabul edilir? Böyle takva İsa’nın (a.s.):

“Ey deveyi tutup da sivrisinekten kaçan kör liderler.” (Matta: Bab 23-34) diye nitelendirdiği kimselerin haline benziyor.

fiimdi yapacağım bir örneklemede gerçek ile yapmacık takvanın arasındaki büyük farkı görebilir ve anlayabilirsiniz. Düşünün, iki kişi vardır. Biri tam anlamıyla temizlik ve paklığın şuurundadır, bunları benimser ve temizlenmekten son derece mutluluk duyar. Pisliğin her türlüsünden kaçınır. Eğer bu kişi temizliğe harfiyen uyamıyorsa dahi elinden geldiği kadar temiz olmaya çalışır ve başkalarını da buna davet etmeye çalışır.

Böyle bir insanla, temizliğin “t”sinden anlamayan, kulak dolgu olarak bildiği temizlik ve pislik çeşitlerini bir liste yapıp elinde tutan ve bu listedeki pisliklerden şiddetle kaçınıp bunun dışında o listedeki pisliklerin bin misli fazlası pisliklerden kaçınmayan insan hiç bir olur mu? Tabi ki bir olmaz.

Burada anlatmaya çalıştığım fark pratik hayatta göremiyeceğimiz bir olay değildir. Bilakis, gözle görülecek ve elle tutulacak kadar bir gerçektir. Takvaları dünyayı saracak kadar üne kavuşmuş, İslam’ın bir kısım meselelerine özen göstermiş birisi, sakalın uzatılması için belirlenen miktara uymayanları fasık olarak ilan edecek, pontolonu paçasını ayak bileklerinden biraz aşağı indirenleri cehennemle tehdit edecek; mezheplerinden biraz sapma gösterenleri neredeyse kafir ilan edecek derecede ileri giderler. Böyle kimselerin hayatında anlatmaya çalıştığımız fakı rahatça görebilirsiniz.

Bu işledikleri hatalarının yanısıra, dinin usul, kulli kaide ve esaslı kanunlarını ihmal etmeleri nedeniyle korkunç bir sapmaya yönelmişlerdir. Hatta müslümanların bütün hayatlarını şer-i ruhsatlara ve siyasi meselelere bağlarlar ve dini ayakta tutmak için gerekli mallarından bir kısmını vermemek için inanılmayacak kadar çok şer-i hilelere baş vururlar. Bu gibi kimselerin bütün arzuları ve istekleri küfrün hakimiyeti ve batıl düzenlerin, idarecilerin idaresi altında “İslami hayat” yaşamaktır...

Onların öncülüğü değil midir ki, müslümanları avam tabakasına indirgeyip “İslami hayatın dar bir sahada yaşanabileceği” fikrini ortaya koymuşlardır. Yani küfrün ve batıl nizamın hakimiyeti altında yaşayan müslümanların bu hakimiyetin sınırlandırdığı veya hoşgörüde buluduğu çerçevede İslami hayatın yaşanabileceğini, bunun haricinde İslam’ın, çerçeve dışında kalan mesuliyetlerinden sorumlu olunamıyacağını savunurlar. Onlarca kısıtlanmış, dar bir sahada da İslami hayat yaşamak mümkündür ve onlar da bunu yaşamaktadırlar ya; öyleyse hiç bir sorun kalmamıştır!...

Bunlardan daha korkunç ve ağlanılıp sızlanılması gereken hareketlerden birisi de; bir müslüman cesaret gösterir de böyle kimselere dinin, İslam’ın gerçek mahiyetini söylemeye kalkarsa ve onların dikkatlerini dini, dinin kural ve kaidelerini ayakta tutmaya, çekmeye çalışırsa; o kişiler ondan yüz çevirdikleri yetmezmiş gibi, onun bütün söylediklerini çürütmeye çalışırlar ve savunduğu fikirlere karşı zerre kadar ilgi göstermezler. Bu gibi düşünce ve fikirlerden hem kendilerini hem de diğer müslümanları vazgeçirmek için ellerinden gelen tüm gayretlerini bu yolda harcarlar.

Size de hiç garip gelmiyor mu?... Hem bu davranışlarda, bulunuyorlar hem de takvalarında bozukluk olmuyor... Sözde dindar ve akıllı sayılan kişiler dahi, onların takvalarının olgunlaşmasından yana hiç mi hiç şüpheye düşmüyorlar. İşte bu durumlar neticesinde gerçek ve yapmacık takva arasındaki farkı görmüş ve anlamış olduk.

Sakın ha!... Yanlış anlamayın; benim, sünnete uygun olan, giyinme ve yaşama ile ilgili emirleri küçümsediğimi sanmayınız. Böyle bir düşünceye kapılmaktan, hatta böyle bir şeyin kalbimden geçmesinden tüm benliğimle Allah’a sığınırım.

Sizlerin kafalarınıza yerleştirmeye çalıştığım gerçek: “İslam’ın emrinin temeli takvadır” gerçeğidir. Zamanımızda takva sanılan bazı görünüşlerin gerçekte, gerçek takva ile ilgisi bulunmadığınııklamaya çalışmamdır.

Kim kalbine gerçek takvayı yerleştirirse, o kişinin tüm yaşamı doğruluk boyasıyla boyanmış ve hayatı halis bir İslami hayat olmuştur. Onun yaşamının her aşamasında; infak, kazanma, ve yaşama düzeninde; mücadele ve çalışma yollarında, kendisine ilahi nimetlerin verilmesinde, vakitlerin ayarlanmasında, kendi zevk, sevgi ve fikirlerinde artık yavaş yavaş İslam ruhu tam anlamıyla görülmeye başlar. Fakat o kişi eğer gerçek takvayı kalbine yerleştirmeyip de dış görünüşleri gerçek sanırsa o görünüşlere büyük değer biçebilirsiniz. Bu değerlendirme sonucu yaratılışta olmayan, dış görünüşüleri benimseyip kendinizi herşeyden mahrum bırakırsanız ve bundan dolayı yeryüzüne gerçek takva tohumunu ekmekten geri kalırsanız, şunu iyi biliniz ki, biraz önce bahsetmiş olduğum olumsuz sonuçların elde edilmesinden başka hiçbir şey elde edemiyeceğiniz açık bir gerçektir.

Gerçek takvanın elde edilebilmesi için, kişi, sabra ve her türlü güçlüğe göğüs gerebilme kabiliyet ve karakterine muhtaçtır. Çünkü takvaya sahip olabilmek için aşılması gereken yol çok uzun ve dikenlidir. Toprağa ektiğimiz tohum misalinde olduğu gibi, nasıl ki, tohum toprağa ekildiği anda hemen ağaç bitmez, ürün vermezse, takva da kısa bir zaman içerisinde elde edilemez. Takvanın elde edilebilmesi için uzun yıllar gereklidir. Bundan dolayıdır ki, gerçek takvanın oluşup olgunlaşması için gereken zaman aşımından dolayı, o kimseler gerçek takvanın elde edilmesi yolunda gayret sarfetmezler. Çünkü onların yaradılışlarında tembellik vardır.

Gerçekle ilişkisi bulunmayan takvanın sonucu hemen anlaşılır bir biçimde ortaya çıkar. Gerçek takvanın neticesi ile gerçek dışı takvanın neticesi arasındaki farkı bir örnekleme ile şöyle açıklayabiliriz. Öyle bir ağaç düşününüz ki o ağacın sanki kökü varmış gibi, ağacı dallarla, yapraklarla, meyvalarla süslensin. Onun yapmacağından habersiz olan bir kişi ona baktığında o ağacı gerçek ve güzel bir ağaç olarak algılar. İşte bunun gibi gerçekten uzak olan takva da görünümü ile herkesi kandırabilir ve herkese çekici gelebilir. Gerçek şudur ki, sahte ağaç hiçbir zaman gerçek takvanın yerini tutamaz. Aralarındaki fark ne kadar gizlenilse de akıl sahibi kişiler tarafından hemen anlaşılır.

İhsan

Daha önce açıklamaya çalıştığımız konulardan sonra şimdi gelin hep birlikte “ihsan” konusunu ele alıp konuşalım. Çünkü bildiğimiz gibi, ihsan İslam’ın en son ve en yüce aşamasıdır.

İhsanın gerçek manası: Nefsini, Allah ve Rasulü’ne bağlılığından, kalbine yerleşen sevgiden, vefakarlığından ve İslam yolunda feda etmeye hazır olduğundan dolayı, İslam potasında erimektir. Çünkü takvanın gerçek düşüncesi Allah’tan korkmaktır. Allah’ın gazabından korunmaya davet eden duygu Allah korkusudur.

İhsan ise; onun esaslışünülmesi, kişiyi Allah’ın rızasını kazanmaya yönelten ilahi bir sevgidir. Takva ve ihsan arasındaki farkı size vereceğim örnekte görebilirsiniz. Herhangi bir hükümetin görevlerini ele alalım. Bir grup kendilerine düşen görev ve sorumlulukları gerektiği şekilde yerine getirir, kendisini cezalandıracak, hükümet menfaatiyle çatışacak bütün hareketlerinden şiddetle kaçınır. Buna karşılık bir grupta bulunanlar da vefakar, ihlaslı ve sadık kişiler olarak hükümete mal ve canlarıyla yardım ederler. Sadece bununla yetinmeyip daima düşünür, bütün yeteneklerini hükümetin itibarını ve hükmünü yüceltmek için kullanır. Kendisinden istenilen görevlerin kat kat fazlasını yapar. Malını, canını ve en sevgili varlıklarını, hükümetin geleceğini tehlikeye düşüren bir hareket görünce, buna engel olmak için feda etmekten çekinmez. Kanunların ihlalini görmek onlara sarsıntı geçirtir, onun acısını yürekten hissederler. Bir suikast kokusu aldıkları zaman, güçlerinin dahilinde herşeyi yaparak o ateşi söndürmek, yeryüzünden suikastın kökünü kazımak için her yola başvururlar. Hükümetin yolunda yorulmak, onlar için en büyük harekettir. Her devletin kendilerinden korkması ve diğer devletler gözönünde devletlerinin itibar kazanması onların en büyük zevkidir. Bayraklarının dünyanın heryerinde dalgalanmasını isterler onlar. İşte bu insanlar hükümete karşı ihsan edenlerdir. Birinci gruptakiler de, devlete karşı muttaki kişilerdir.

fiüphesiz ki, muttakiler, hükümete karşı görevlerini hakkıyla yerine getirenler listesine geçerek, terfi ederler. Ancak ne muttakilerin ne de başkalarının yetişemeyeceği yere muhsinler erebilir. Evet verdiğim bu örnekle, islam’daki muttaki ve muhsinleri karşılaştırabiliriz. Öyleyse takvayla süslenmiş kişiler, her ne kadar güvenilir ve itimat edilir kişilerse de, İslam’ın kuvvet ve hayatı ancak muhsinlerde toplanır. Ancak bu muhsin grubu, İslam’ın yeryüzünde gerçekleştirmek istediği önemli görevleri yerine getirebilir.

Böylece ihsanın gerçek manasını bildikten sonra; Allah’ın dininin İslam’ın alaya alındığı, küfür taraftarlarınca mağlup edildiğini gözüyle görenlerin durumunu düşününüz. Yalnız Alah’ın sınırlarının çiğnendiğini değil, kafirlerin hakimiyetinden dolayı bu sınırların yeryüzünden kalktığını da görürler. Yine görürler ki: Yürürlükte olan kanunlar gereğince, Allah’ın kanunlarının, yalnız ameli alanda değil, bütün hayat alanlarında çalışmaz duruma geldiğini, Allah’ın mekanında O’nun düşmanlarının sesinin yükseldiğini duyarlar. Yine, küfür düzeninin hakimiyeti nedeniyle, insan topluluklarında gerçek medeniyet ve ahlakı bozmak için yayılmakta olan fesadı ve müslüman milletinin ahlak bakımından daimi olarak sapıklığa düşğünü görecektir. Bu durumu bir zaman görürler. Fakat bunları gördükleri halde hiçbir üzüntü duymazlar ve bu utanç verici hayatı verimli ve doğru bir hayatla değiştirmek için ufacık bir gayret dahi göstermezler. Bunun tam tersine bütün zekalarını, halk kesiminin, küfür düzeninin hakimiyeti altında yaşamaya inandırmak için kullanırlar. Acaba böyle insanlar nasıl muhsin insanlardan sayılırlar? Nasıl, Allah’ın emirlerini pratiğe dökmede gösterdikleri uyuşukluk ve gevşeklikleriyle; ihsanın yüce derecesine ulaşabilirler. Bu dereceye gece gündüz ibadet yapmak, kuşluk namazını kılmak, çokca zikretmek tasavvufi sohbet ve spor yaparak ulaşılmaz. Böyle olduğunu sananlar büyük kayıptadırlar. Kur’an ve hadisi yüzünden okumak, fıkhın önemli olmayan ayrıntılarına son derece bağlı olmak, nefsin sukuneti için kurdukları tekke ve zaviyelerde derviş ve şeyhlerini zahiri bir makam olan ihsana ulaştırır sanırlar. İslam’ın ruhu ve özü olan “Allah’ın hakimiyetinden başka herhangi bir yönetime, düzene boyun eğmemek, Allah’ın kelimesinin yücelmesi için her şeyini feda etmek” yerine; bu ruh ve manadan yoksun, yüzeysel bir dindarlık eğitimi görürler. Yalnız bununla yetinirler.

Vefakar tebliğci ile aldatıcışman arasındaki bu fark yeryüzündeki her millet ve devlette görülür. Bu devletin herhangi bir köşesinde bir grup insan isyan ederse, yani devlete karşı gelirse veya dışarından devlete karşı gelinirse, böyle bir durumda isyancıların ve dışarıdan gelen düşmanların hükmüne razı olurlar. Onlara bütün anlamıyla teslim olurlar. Kendi aşağılık ve miskinliklerinin ilanı demek olan en aşağılık barış şartlarını imzalarlar. O düşmanların emriyle devlet yönetiminin dizginlerini hileci düzenlere bağlı ve onların savunucusu olan kişilerin eline teslim ederler. Hiçbir devlet ve millet böyle kimseleri doğru ve güvenilir saymaz. Milli ölçüde ne kadar giyinseler, bazı problemleri milli kanunlara ne kadar uydurmaya çalışırlarsa çalışsınlar yine iyi insan sayılmazlar. Dikkat ederseniz ikinci dünya savaşından sonra Almanya’nın esaretinden kurtulmuş olan devletlerin durumu beni doğrular. Biliyorsunuz ki, savaş zamanında Almanlarla barış yapmış olan kişilere bu gün nasıl davranılıyor. Evet batının latin devletlerinde vefa ve ihlasın terazisi düşman sultasını vatandaşlarından uzaklaştırmak için yapılan çalışmalardır. Yabancı sultanın kaldırılıp tekrar sultanın milletine verilmesi için yapılan çalışmalardır. Acaba zannediyor musunuz ki; Allah dünyanın eksik akıllıları kadar dostunu düşmanını ayırt edemesin?... Ey insanlar! zannedersiniz ki Allah sakalın uzunluğuna, tesbihin çekilmesine, yüzünden Kur’an okumaya ve murakebeye dalmış olmanıza -haşa- kanar ve küfür nizamına razı olmanıza rağmen, sizi dost sayar?! Bu düşünceyi kafanızdan söküp atınız.

Bu Konuda Yanlış Anlayış ve Hataların Giderilmesi

Efendiler!... fiimdi konuşmamın sonuna geldiğim kanısındayım. Onun için sizlere önemli bir noktayı belirtmek ve açıklamak istiyorum: Bugün bütün müslümanların görünüşlerini İslam’ın ayrıntıları ile ilgili küçük problemleri meşgul etmektedir.

Bunun nedeni; yanlış ve dar sınırlı teorilerin çokluğudur. Bu iş o kadar önem taşımaktadır ki, söz ne kadar çalışırsanız çalışın, hangi türde uğraşıda bulunursanız bulunun onları -örneğin- giyiniş konusunda gösterdikleri bağlılıktan geri çeviremezsiniz. Boş sözleri ve küçük problemleri ele almalarına engel olamazsınız. Onların bakışlarını dinin esas kurallarına, bütün problemlerine, dindarlığın öz varlığına ve İslam ahlakının gerçeğine çevirmek için bütün gayretinizle çalışsanız buna gücünüz yetmez. Sanıyorum ki onlar bu küçük ve ayrıntılı problemleri dinlerine temel edinip bu temel üzerine dinin o düzenli sarayını kurmak isterler. Davamızın bir çok yardımcıları da üzülerek belirteyim ki, bu bulaşıcı hastalığa yakalanmıştır. Ben daha önce olanca kuvvetimle İslam’ın gerçeğini, İslam’da küçük şeylerin yerlerini ve dinin hangi meselesinin öncelikle ele alınması gerektiğini açıklamıştım. Kulağıma geliyor ki, bazı kişiler bizim cemaatımızı ruhtan yoksun olmakla suçluyorlarmış. Bu suçlamayı yapanlar, bu kelimenin kapsadığı anlamı bilmeyenlerdir. İşte bunun içindir ki gayeden ve gayeye götüren nedenlerden, islam cemaatının izlediği yolu tekip eder, etmek zorunda kalır. O yolu seçtikten sonra nefislerini yatıştırmak için tekrar tekkelere dönmeyi arzu ederler. Bu fikir ve seçimlerinden anlaşılan gerçek şudur ki, halkta din şuuru, bu kadar didinmemiz ve aralıksız çalışmamıza rağmen hala gelişmemiş ve din olayı hala anlaşılmamıştır.

Beni dikkatlice dinleyenlere, iman İslam takva ve ihsan derecelerini açıkladım. Eğer bu açıklamada kendiliğimden birşey katarak, Allah’ın kitabı ve Rasulü’nün sünnetinden ayrıldığımı gördüyseniz, beni ikaz etmek ve sevaba yöneltmek elbetteki hakkınız ve hatta en büyük görevinizdir. Ama bu dört kelime hakkındaki açıklamalarımı aynen kabul ediyorsanız kitab ve sünnete uyduklarını görüyorsanız, o halde başınızı iki elinizin arasında alarak düşününüz. Din temelleri üzerine yükselen takva ihsan katları bulunmadıkça böyle bir durumda bizim istediğimiz ruhi kuvvetin bulunması mümkün değildir. Dinin ilk basamağı saydığımız şeriatın ayrıntılarla ilgili problemlerinin dindeki yerinden biraz etraflıca söz etmek isterim. Bunu yapayım ki omuzlarıma yüklenmiş olan ağır bir yükten kurtulmuş olayım.

Siz herşeyden önce! Allah’ın hangi gaye için peygamberlerini bu dünyaya gönderdiğini biliyor musunuz? Danyada hangi şey eksikti ki, Allah peygamberleri onları tamamlasınlar veyahut dünyada ne gibi fesatlık vardı ki o fesatlığı kaldırsınlar diye gönderdi? Halkın sakal uzatması nedeniyle mi peygamber gönderdi, sakallarını uzatmalarını mı bildirdi? Yahut pantolonlarını uzatırlardı da peygamberleri onlara “pantolonlarınızı kısaltınız” desinler diye mi gönderdi? Yoksa var gücünüzle çalıştığınız sünnetler yeryüzünde yaygın değildi de onları yaysınlar diye mi peygamberler gönderdi? Yemin ederim ki hayır! Bu problemler üzerinde düşündüğünüz takdirde, kalbiniz sizinle konuşur ve şahitlik eder ki; dünyanın kötü halleri hiç de bunlar değildi, peygamberlerin hiç birisi de bu gayeler için gönderilmediler. Madem ki gerçek budur, o zaman düşünelim! Düzelmesi için peygamber gönderilen dünyanın rezaletleri nelerdi? Peygamberler halkı güzellikle süslenmeye davet etti. Acaba bunlar nelerdi?

Siz bu sorulara aşağıdaki cevaplardan başka cevaplar verme gücüne sahip misiniz? Hayır değilsiniz! Öyleyse cevapları dinleyelim. Dünya o zaman yaygın olan rezalet ve fesatlıklar, köklerini kazımak için peygamberler gönderilen ve ona ibadet etmekten halkın yüzçevirmesi, yaratıklar tarafından uyulması gereken konulara tabi olunmaması ve kıyamet gününde Allah’ın huzurunda sorumlu tutulacağı duygusundan yoksun bulunmaları... Sade bu duygusuzluklardan dolayı bozuk ahlak doğmuş, kulların hayatında unsurlar rol almış ve fesatlık dünyanın her tarafına yayılmıştır.

Peygamber gönderilmesinin başka bir hikmeti de; Halkta kulluk şuurunu uyandırmak ve Allah’ın kullarına kıyamette Allah’ın huzuruna sorumlu sıfatıyla çıkacak olduklarını bildirmektedir. Onlar faziletli, ahlakı yükselten kötülük ve fesadı yok eden hayır ve kurtuluşa götüren metod ve temeller üzerine, insanın hayat düzenini yerine getirmek için gönderilirler. Evet Rasullerin gönderilmesinin nedeni buydu. Yine bu nedenden dolayı peygamberler ve bütün insanlığın efendisi Muhammed (s.a.v.) gönderildi.

Sonra bakınız! Efendimiz bu sonuca ulaşmak için neler yapmamıştır ki. Herşeyden önce, halkı imana davet etmiş. Kalplerinde imanı olanların imanını köklü temellere dayandırarak sağlamlaştırmıştır. Daha sonra iman edenlere imanın eğitim ve terbiyesini yavaş yavaş yerleştirmeye gayret etmiştir. Pratik hayatla Allah’a ve peygambere itaatı, İslam ahlakı temizliği, takvayı yani Allah’ı sevmeyi, ihsanı yalnız Allah’a güvenmeyi gönüllere yerleştirmiştir. Daha sonra ise ihlaslı müslümanların beraberce elbirliği, gönül birliğiyle çalışmaları sonucunda cahiliyenin, küfrün sistemini kaldırmaya, insanlar için hayırlı olan Allah’ın kanunlarının meydana getirdiği medeniyeti ahlaki, akıllarıyla, nefisleriyle, fikir ve pratik hayatlarıyla Allah’a tabi olan bu zatlar hakiki manasıyla müslüman, mü’min, muhsin oldular. İşte o zaman bütün bunlardan sonra hakiki muttaki ve muhsinlerin hayatını süsleyen adablarla ve kıyafetlerle, giysilerinde, yiyeceklerinde, oturmalarında ve bunlara benzer zahiri ahlakdaki bütün hepsinde Rasulullah’ı (s.a.v.) örnek almışlardır.

Anlaşıldığı üzere; Allah’ın Rasulü önce madeni alıyor, madeni saran diğer maden ve benzeri şeylerden temizliyor, ondan sonra tuğrasını üzerine vuruyor. Askeri savaşa göndermeden önce eğitiyor sonra gönderiyor. Allah’ın kitabını ve Rasulullah’ın (s.a.v.) sünnetini inceleyenlerce bilinir ki, Allah’ın da hoşuna giden metod bu metoddur. Önce herşeyden temizleme sonra işleme...

Eğer sünnete sarılmaktan amaç; Rasulullah’ın (s.a.v.), Allah’ın hidayeti sayesinde seçtiği yola; Allah’ın emirlerine uymak ve Allah’ın istediği biçimde kulluk yapmak ise, bilmeliyiz ki; mü’min, müslim, muttaki ve muhsinlerin ahlaklandıkları biçimde ahlaklanmakdır. Sünnete bağlanmak; halkı kandırmak için onların hoşuna giden şekil ve hareketlere bürünmek değildir. Bu gibi hareket ve tavırların sünnetle hiç bir ilgi ve alakası yoktur.

Eğer durum bu biçimde olsaydı; demir ve bakır parçalarına altın damgasını vurup piyasaya sevketmeye veya bir başka deyişle savaş siyaseti ve savaş eğitimi görmemiş kimselere harp elbiselerini giydirip savaş meydanında bırakmaya benzerdi. İşte bugünün dünyasında altın değerindeki kalplerimizin değer taşımaması, elbiselerinden ibaret askelerimizin zafer elde edememesinin tek nedeni!... Düşünelim; acaba Allah’ın katında kıymet bakımından en değerli, derece bakımından en yüksek olan şey nedir?

şünelim ki, Allah’a tam bir teslimiyetle bağlanan ve sorumluluğunun bilincinde olan, Allah’ın yasaklarından sakınmakta geri kalmayan ve Allah’ın hukukuna tam anlamıyla uymaya itina gösterip bu yolda sağlam bir inanç ve kararlılıkta devam eden, yeri geldiğinde canını, malını ve en sevdiği şeylerini feda etmekten geri kalmayan bir kişi vardır. Bu kişi görünüşe ve toplumca uyulması gereken toplumsal kurallara uymamaktadır. Bu kişi en azından Allah’ın katında vefalı ve sadık bir hizmetçi mertebesine yükselir. Fakat kendisinde bulunan bazı kötü huylarından dolayı Allah katından en yüksek mertebelere ulaşamayabilir. Fakat diyebilir misiniz ki; Allah rızası için yapmış olduğu çalışmalarının karşılığını, bu kurallara uymadığından dolayı vermez? Diğer taraftan şöyle bir kişi düşününüz; İslam’ın öngörmüş olduğu görünüşe son derece uyan ve kısmi olarak İslam’ın öngördüğü kurallara son derece titizlikle itina gösterir, bunun yanısıra Allah’ı Rab edinmekte, mesuliyet duygusunu taşımakta ve imana karşı yapılan tüm saldırılara karşı vurdum duymaz olur. Acaba bu denli önemli konularda ihmalkarlık ve eksiklik gösteren bu kişiye, itina ile yerine getirmeye çalıştığı şeyler Allah indinde ne kazandırabilir. Tabii ki bir “hiç”...

Her akıl sahibi yukarıda bahsettiğimiz iki insan tipinden hangisinin Allah’ın katında kabule layık olduğunu kestirebilir; insanlar gözünde de, hangisinin saygı ve sevgiye layık olduğunun ayırdedilmesinde hiçbir tereddüt görülmez. Bunu belirlemek için çok akıllı olmak da lazım değildir. Az da olsa aklını kullanmasını bilen kişi hiç tereddütsüz ikinci tipin saygı ve hürmete layık olduğunu anlayabilir.

Dikkat ediniz!... fiöyle bir batı ülkelerine göz gezdiriniz. Batı ülkelerinin milletleri görünüşe ve kıyafete önem ve kıymet verdikleri halde onlar için en makbul kişiler kimlerdir biliyor musunuz? Subaylarından birisi, maddi ve manevi kuvvetlerini harcayarak onlara faydası dokunuyorsa ve o kişinin üstünde en eski elbiseler bulunsa dahi o kişi saygı ve hürmete layık görülür. Yine bu kişi sakal tıraşı olmasa da; düzensiz ve ütüsüz elbiseler giyse de; dans konusunda hiçbir bilgisi dahi olmasada o kişi yine o millete faydası bulunduğundan dolayı hürmet ve sevgiye layık bir kişi olarak o toplumda yerini alır. Bunun aksi olarak; giyim, kuşam, davet ve toplantılarda göstermiş olduğu üstün başarılara karşılık; millet ve devlet yolunda faydadan ziyade ufak bir gevşekliğinde, değil o subaya hürmet etmek, hiç gözünün yaşına bakmadan divan-ı harbe verilir. İkinci tipte olduğu gibi. Beceri ve akıl yönünden eksiklik bulunan kişiler böyle düşünür, böyle hareket ederse artık o kişi hakkında Allah’ın emir ve yasaklarına nasıl davranacağının tahmini zor değildir. Acaba Allah katında altın ve bakır değeri hiç bir olur mu? -Haşa- Bakırın üstüne altın damgasını vurarak Allah’ı kandırmak, bakır para damgasıyla damgalanmış altını Allah’ın tanımaması mümkün müdür hiç?

Benim bu açıklamam sakın sizlere, yaşanılan hayattaki tatbik edilmesi gereken sünnetleri küçümsüyor ve güzelliklerini inkar ediyor anlamı çıkarılmasın!... Benim inancıma göre ben mü’minim diyen bir kula Allah’ın ve Rasulü’nün bütün emirlerini kabullenmesi ve yerine getirmesi farzdır. Bunların bir kısmını yapıp bir kısmını terketmesi hiçbir şekilde mümkün değildir. Ben yine inanıyorum ki İslam kulun “kalbinin” nasıl temiz olmasını istiyorsa dış görünüşünü de o derece temiz istiyor. Yani içinin temizliğiyle dışının temizliği aynı ölçüde olsun diyor ve istiyor. Bu açıklamamla kafanıza yerleştirmek istediğim şey; kulun içinin temizlenmesi ve doğru olmasından önce, içinizi güzelliklerle süsleyiniz!... Vücudunuzu güzelleştirmeden önce kalbinizi bir nur yumağı haline getiriniz. Makbul olanı budur. Peygamberlerin gönderiliş gayeleri onları -kalpleri- güzelleştirmek ve geliştirmektir. O halde, her şeyden evvel o güzelliklerle süslenmek için bütün gücünüzü sarfediniz. Onları bulabilmek için çok çok düşününüz. İnanıyorum ki bu sıfatlara sahip olduktan sonra göze hitaben güzellikleri elde etmek çok kolaydır ve güzellikler kendiliğinden gelir. islam’ın istediği biçimdeki dış görünüş eksiklikleri, merhale ve mertebeleri yükseldikçe, birer birer tamamlanırlar.

Değerli abilerim ve muhterem arkadaşlarım!...

Allah’ın emirlerini size tam ve eksiksiz anlatmaya çalıştım. Bu arada sizlerin değerli vakitlerinizi işgal ettim. Bununla birlikte boynuma borç olan şahitlik görevimi de yerine getirmiş oldum. Zira hayata güven yoktur.

“Hiç bir nefis yarın ne olacağını bilemez. Hiç bir nefis nerede öleceğini kestiremez.”

Ben üzerime düşen tebliğ vacibini boynumdan çıkarmayı bir görev biliyorum. Eğer kalbinizde şüphe varsa sorunuz. Eğer bende gerçeğe ve doğruya aykırı bir hal gördüyseniz söyleyiniz ve reddediniz. Eğer ben hakkı söylemişsem benim, Allah ve melekler önünde şahidim olunuz. -Dinleyici topluluğundan, “biz şahidiz, biz şahidiz, biz şahidiz” diye sesler yükseliyordu.- Sözümüzün sonu olarak yüce Yaradanımızdan, bizi biraraya getirmesini, ayağımızın kaymasından korumasını, İslam’ı bize olduğu gibi anlamamızı ve yaşamamızı sağlamasını niyaz ederim. Allah’ım bize Hakkı Hak olarak göster ve hakka uymamızı, batılı batıl olarak göster ve onun her türlüsünden uzaklaşmamızı bizlere nasip eyle...

Davamızın sonu Alemlerin yaratıcısı olan Allah’a sonsuz hamdetmektir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İÇİNDEKİLER

İşte Davetimiz 3

Çalışma Metodumuz 10

İslamın Yeniden Dirilişi İçin Mücahidlerde

Bulunması Gereken Özellikler 17

Kişisel Üstünlükler 18

Topluluğumuzun Nitelikleri 22

Allah Yolundaki Cihad İçin Gerekli Hususlar 24

Allah İle Rabıta 30

Allah’a Bağlılığın Ölçüsü 32

Allah İle İlgili Kuvvetlendirme Yolu 33

Allah İle Bağlılığı Artırmak İçin Vesileler 35

Namaz 35

Allah’ı Zikir 35

Oruç 36

Allah Yolunda İnfak 36

Ahireti Dünyadan Üstün Tutmak 38

Ahireti Hissini İnşa Etmek İçin Sebepler 40

Dava Arkadaşlarının Islahı Ve Yolu 42

Özel Eleştiri İçin En Uygun Yol 43

Emre İtaat Ve Disiplini Korumak 46

Cemaat Emirlerine Bir Uyarı 47

Ev İşlerine Dikkat 48

Müslüman Hanımlara Bir Uyarı 49

Uyarı 52

İkinci Bölüm 54

İslam Davetçilerinin Ahlakı 54

Siyasi Liderliğin Gerekliliği 55

Dinin Asıl Gayesi 58

Yeryüzü Liderliğinde Allah’ın Düzeni 62

İnsanın İlerleme Ve Gerilemesinin Tek Nedeni 63

İnsanlığın Fıtri Ahlakı 64

İslami Ahlak 66

Allah’ın Liderlik Konusundaki Kanunu 70

Fıtri Ahlak İle İslami Ahlakın Kuvvetleri

Arasındaki Fark 71

İslami Ahlakın Dört Aşaması 78

İman 80

İslam 84

Takva 87

İhsan 92

Bu Konuda Yanlış Anlayış ve Hataların Giderilmesi 95