EBUL ALA EL MEVDUD
İİ
SLAM’IN İSTİKBALİNDE TALEBELER
B
İSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİMMEVDUD
İ KİMDİR?Seyyid Ebu’l-Ala-El-Mevdudi son asr
ın en büyük İslam mütefekkirlerinden biridir. Dedesi meşhur mutasavvıflardan ve çişti tarikatının kurucularından Hoca Kutbuddin mevdud çişti’dir. Kutbuddin çişti’nin telkinleri, meşhur müridi Acmirli Hoca Muinuddin vasıtasıyla pak -hint yarımadasının aşağı kısımlarına kadar yayılmıştı. Seyyid Mevdudi,- 1903 -Eylülü’nün 25- günü Aurangabad’a Hindistan’da Dekkan Haydarabad’ında dünyaya geldi. Babası Seyyid Ahmed Han taraftarı idi. Kendisi ve bütün akrabası Aligarh’da tahsil etmiş olmasına rağmen, sonraki, hayatında İngilizleşmiş olduğunu gördüğü racalardan ve onların adamlarından soğumuş. Bu sebeple de oğlunu İngiliz mekteplerine göndermek istememişti. Ve tabii bu okullara göndermeyip genç Mevdudi’ye kendi evinde hem klasik ve hem de modern tahsil yaptırdı.GENÇ GAZETEC
İ:Mevdudi’nin cemiyet hayat
ı -1920- de babasının ölümünden biraz sonra Bijnor -Kuzey Hindistan’da bir şehirde neşredilen (Medine)isimli bir dergiye girmesiyle başlar. 17 yaşında Cabalfur- Hint Dekkan yarımadasının ortasında bir şehir’de çıkan günlük (Tac) gazetesinin müdürü oldu. Sonra başşehir Delhi’ye gelerek orada (El camiad) gazetesini çıkardı. Bu gazete 1920 senelerinin en sevilen en çok tutunan müslüman gazetesi oldu. Gençliğinde Mevlana Muhammed AliCevher’in tesirinde kalan Mevdudi, o sıralarda ayakta kalabilen tek İslam beldesi Türkiye’nin bağımsızlığını desteklemek için (hilafet) hareketini başlattı.YAZAR VE AL
İM:Ciddi ve semereli yaz
ılar yazan Mevdudi 1927 de ve henüz 24- yaşındayken telif ettiği (İslam’da cihad)isimli eseriyle bütün Hindistan yarımadasına ilk defa ismini duyurmuş oldu. (İslam’da cihad)isimli eserinde -Cihad mefhumunu ve İslam hukukun eski ve modern harp prensipleriyle mukayese ederek tafsilatla anlatan muazzam bir eserdir. Mevdudi’nin bu eseri Arapçaya tercüme edilince. Şehit Hasan El-Benna’nın düşüncelerinde çok derin bir tesir icra etti. Dört sene sonra Mevdudi en beğenilen eserleriden biri olan (İslamın anlaşılmasına doğru)yu telif etti. Bu eser İslamın açık ve veciz bir mukaddimesi idi. Eser sadece itikadi meseleleri açıklamakla kalmayıp, İslamın bütün ana prensiplerini üstün bir mantık metoduyla izah ediyordu. 1943 de Mevdudi (Tefhim ul-Kur’an)adlı eserini yazmaya başladı. Asrilik iddialarına cevap vermek kastıyle Mevdudi, meşhur eseri olan (İslam hukuku ve anayasası) isimli eserini telif etti. Bu İslam anayasası üzerindeki çalışmaları aksettiren tek bir makaleydi. Bu uzun makalede Mevdudi, şeritaın modern hükümet şekillerinde lüzumunu ve tatbikat kolaylığını şiddetli bir dille ve en ikna edici delillerle savunuyor ve herkezin kafasına bunu sokmaya çalışıyordu. Mevdudi İslam nizamının çeşitli cephelerini açıklayan 60 dan fazla kitap telif etmiştir. (Hicab) ve (hukuk-ül-zevceyn) isimli eserleri, İslamda cemiyet ve kadın hakları hakkındadır. (Sud) ve (faiz) islam iktisadiyatından bahseder. (Tenkihat)adlı kitabında ise, modern hayatın problemleri ve onların islami hal çareleri üzerinde derin bir tetkikatı vardır. Urduca yazdığı son kitabı (hilafetten monarşiye) isimli eserde, müslüman hükümetlerde istibdada yol açan hadiseleri büyük ve gerçek bir münekkid gözüyle tahlil etmiştir. Eserlerinin bir çoğu Arapça, İngilizce, Almanca, Farsça, Türkçe, Bengali, Hint, Malaya, Tomli, Endenozya ve daha birçok dillere çevrilmiş ve o dillerde konuşan müslümanlarda derin tesirler bırakmıştır.Geni
ş İslami bilgisi ve modern düşünce tarzı, onun, İslamiyeti en sistematik bir şekilde tanıtmasını sağladı. Açık bir uslupla en karışık meseleleri dahi basit ve anlaşılır şekilde okuyucuya verebiliyordu. Muasırlarının aksine, İslam nizamını doğrudan doğruya ve çok açık bir şekilde ortaya koymayı başardı.PAK
İSTAN’A GİDEN YOLLAR:1932 de Mevdudi, kendini islamiyetin ihya davas
ına adamış olan (tercüman-ül-Kur’an) adlı aylık mecmuayı neşretmeye başladı. Bu mecmua, müslüman münevverleri uyandırmada çok mühim bir rol oynadı. (Tercüman)ın haberlerini yayınladığı bir sırada, Pakistan hareketinin kuvvetli şahsiyeti filozof Muhammed İkbal Mevdudi’nin kıymetli bir insan olduğunu anladı ve onu Haydarabad’dan Lahor’a -Batı Pakistan’ın kuzeyinde olan bu şehire- gelmeye ikna etti. İkbal ve Mevdudi İslam anayasası yapma ve onu bütün detaylarıyla izah etmek işini omuzlarına yüklendiler. Fakat çok kısa bir müddet sonra büyük insan ve büyük düşünür İkbal vefat edince, bu zorlu işi tek başına Mevdudi yürütmek zorunda kaldı. Kısa bir süre için Lahor İslam kolejindeki İslami çalışmalar fahri başkanı olarak idare eden Mevdudi, İkbal’in tasavvuru olan (dar’ül İslamı) Hindistan’da başlattı.Orada
İslam nizamının çeşitli görüşlerini, İslam dünyasının ve bilhassa Pak-hint yarımadasının karşılaştığı problemleri inceleyerek neticeleri açıklamaya evam etti. Bu devrede urduca yazdığı meşhur (müslümanlar ve devrimizdeki politik gayret)isimli eserini bitirdi. Eser, karşılaşılan bütün güçlükleri nasıl mağlup edileceğini fevkalade bir tarzda anlatır. Bu eser, Mevdudi’nin siyasi dirayet ve basiretine açık bir delildir. Seyyid Şerifuddin pirzade -halen Pakistan hariciye vekilidir- (Pakistan’ın gelişmesi)isimli vesikalara dayanarak yazmış olduğu eserinde (tercüman) ın rolünü şöyle anlatıyor: (Tercüman-ül-Kur’an’da 1938 ve 1939 senelerinde yazmış olduğu makalelerle Mevdudi (Hint milli kongresi)nin gayelerini açığa vurarak bütün müslümanları ikaz etmişti. Yarımada müslümanlarının mazisini karıştırmış ve dört Hindu reyine karşılık bir müslüman reyi olacağı için birleşmiş Hindistan’da demokratik nizamın kurulamayacağını göstermiş. Milli kongrenin laiklik fikrini ise temelinden çürütmüştü. Mevdudi Hint nasyonalizminin emperyalist hüviyetini reddederek. Ayrı seçim bölgelerinin Müslümanlara mecliste sandalye verilmesinin ve hizmetlerde nispet muhafazasının müslümanların meselelerini halledemiyeceği fikrini ileri sürmüştü. (sayfa 141)1940 da müslüman cemiyeti, tarihi (Pakistan teklifi)hakk
ında karar vermeden önce, Mevdudi Hindistan’ın bölünmesi ve müslüman bir devletin kurulması gayelerini güden kesin tekliflerde bulundu. Firzade bütün ba çalışmaları (Pakistan’a giden yollar) diye vasıflandırıyor.B
İR HAREKET BAŞLADI:Bu ak
ıllıca telkinatlar, sistematik bir şekilde idare teşkilat fikrinin doğmasına yol açtı ve bu teşkilat çok kısa bir zamanda kuruldu ve Mevdudi bu teşkilatın ilk emiri seçildi. Siyasi ızdıraplar içine atılmak yerine Mevdudi partisini kuvvetlendirmeye çalıştı. Vasifesi iki taneydi: Pakistan için kuvvetli bir İslami hareket meydana getirmek ve hakimiyetten sonra bütün Hind müslümanlarını idare edecek kudretli bir teşkilat kurmak, Mevdudi Hind- Pakistan meselesine çift bir şekilde yanaşmak istedi. Pakistan’ın kurucusu ve sonradan bütün Hindistan müslüman cemiyetlerinin reisi olan Kaid’i Azam Ali Cinnah da aynı şeyi yaptı. Cinnah, İslam cemaati ile yakınlaşma tesis ederken, cemaat ile cemiyetler arasında hiç bir ihtilaf olmadığını ve bir tanesinin daha yüksek bir ideal için, diğerinin hali hazırdaki arzusu tahakkuk etmediği takdirde cemaatın çalışmalarının da imkansız olacağını anlatmaya çalıştığını söyledi. Kameruddin Han. Haftalık Filozof:gazetesi 29 Aralık 1963.PAK
İSTAN İÇİN HİZMET VE IZDIRABLARPakistan devleti 1947 de meydaya getirildi. S
ınırlardan içeriği doğru başlayan kütle hareketleri görülmemiş acı vesefaletleri de beraberinde getirdi. Mevdudi cemiyetin bütün gelirlerini hükümetin emrine tahsis ederek büyük yardımlarda bulundu. Yeni devletin ideolojik yapısını kuvvetlendirmek için Pakistan radyosunda konuşmaya davet edildi. Bu radyo konuşması sonradan (islami hayat tarzı) ismiyle neşredildi.1948 de Lahor’daki hukuk kolejleri birli
ğiyle temasta bulununrken, Mevdudi hükümeti Kur’an ve sünnete istinad eden bir anayasa yapmaya davet etti. Böyle bir işe mani olmak gibi bir fikrin karışıklık ve buhranlara yol açacağını bildirmeyi de unutmadı. Onu susturmak için tevkif ettiler ve mahkemeye çıkarmadan uzun müddet hapishanede alıkoydular. Halka, Mevdudi’nin (Keşmir’de hürriyet mücadelesi yapmak cihat değildir)diye fetva verdiğini ilan ettiler. Bu itham tamamen hilafı hakikattı. Bu iddianın aksine Mevdudi’nin hür Keşmir için yaptığı müsbet çalışmalar eski Keşmir lideri, Gulam Abbas ve Azad hükümetinin ilk vekillerinden Serdar İbrahim Kolşah ve Serdar Kayyum tarafından ifade edilmişti. İslami cereyan günden güne şiddetlenince Hükümet (Hakikatlar kanunu)nu yaptı. Mevdudi de 20 aylık bir merkufiyetten sonra 1950 Mayıs’ında serbest bırakıldı.ÖLÜM HÜCRES
İNDENİ
SLAM CUMHURİYETİNE:(Hakikatler kanunu’nu) beklenildi
ği gibi, bir anayasaya ve şeriata dayanan bir hükümet teşkilatı kurulması takip etmedi. İslamı anayasa arzusu artınca Mevdudi 1953 de tekrar tevkif edildi. Örfi idare mahkemesinde (Kadiyani meselesi)isimli risaleyi yazmış olduğu için muhakeme edildi. Bu risale Gulam Ahmed Kadiyani’nin yalancı Peygamberliğini ve o vesileyle ortaya çıkan sosyo-politik meseleleri açığa vuran ciddi ve tarafsız bir eserdi. Mevdudi ölüme mahkum edildi. Fakat kendisine af talebinde bulunmak hakkı verildi. Bu hakkı verenlere cevabı şu oldu. (Zalimlerden ve münafıklardan af dilemekten Allah’a (c.c.) sığınırım. Böyle bir zilleti kabul etmektense ölümü tercih ederim. Eğer Allah (c.c.) benim hayatımı kendi yoluna feda etmemi dilemişse, bu ilahi iradeye canu gönülden boyun eğerim. Ama böyle bir iradesi yok ise kimse bana bir zarar veremez.)26 ayl
ık hapis hayatından sonra 1955 de yüksek mahkeminin karariyle serbest bırakıldı. Pakistan İslam Cumhuriyetinin (cemaatı İslami) nin bütün mühim arzularını ihtiva eden ilk anayasası 1956 Mart’ında yürürlüğe kondu.ÖRF
İ İDAREYE KARŞI CESUR VE YILMAZ:Fakat anayasa umdeleri cemiyette daha oturmadan sat
ılmış kuvvetler saldırıya geçerek, bu anayasının meriyetten kaldırılmasına sebep oldular. Sadece anayasanın kaldırılmasıyla kalınmayarak örfi idare ilan edildi ve ana haklar muvakkaten kaydıyla kaldırıldı. Siyasi partiler kapatıldı ve hükümetin ismi (Pakistan İslam Cumhuriyetinden)Pakistan cumhuriyetine çevrildi. Örfi idare hükümeti Kur’an ve sünnet hükümlerini katiyetle ihlal eden (müslüman aileler kanunu) ilan etti. Mevdudi durmadan dinlenmeden bu gayri İslami kanunların karşısına çıktı ve onların cemiyetçe kabul edilmemeleri için elinden geleni yaptı.B
İR MAHKEME VE ZAFER DAHA:1962 senesinin ortas
ında örfi idare başkanlığı yeni anayasayı yürürlüğe koydu. Fakat bu anayasa, memleketin arzuladığı islami ve demokratik bir anayasa olmaktan çok uzaktı. Demokratik hayatın yeniden başlamasından sonra, (cemaatı islami) zarar görmeden ve hatta eskisinden daha kuvvetli bir şekilde ayakta kalan tek parti oldu. Diktatörlük idaresinin kaldırılması için talepler çoktu. Mevdudi halkın anayasasız bir hayata dönmesini önlemek için, Anayasayı islah etmek gerektiğini söyledi. İslami şartlar ve ana haklar talepleri ilave maddelerle kabul edildi. (cemaat) gittikce büyüyor ve kuvvetleniyordu. Mevdudi ve (cemaat) cür’etleri için cezalandırılmalıydılar. Mevdudi’ye karşı resmi kanallardan idare edildiği muhakkak olan iftira kampanyası açıldı. (Cemaat’in) 1963 senesinde akdetdiği kongreyi sabote etmek için teşebbüse geçildi. Kongrenin yapıldığı binayı ateşe vermeleri ve Mevdudi’yi öldürmeleri için sokak serserileri kışkırtıldı. Bütün bunlar polisin gözü önünde ve hatta himayesinde yapıldı. Korkutma ve yıldırma siyaseti başarıya ulaşamayınca (cemaat) kapatıldı ve 1964 ocağında Mevdudi tekrar hapise gönderildi. Yüksek mahkeme tevkiflerin kanuni olmadığını ileri sürerek bütün mevkufları Mevdudi ile birlikte serbest bıraktı.
MÜCADELE DEVAM ED
İYOR:
1965 deki ba
şkan seçimleri ortalığı tekrar karıştırdı. O sıralarda Hindistan Keşmir’e ve Pakistan’a karşı hücuma geçti. (Cemaat) bütün ihtilafları bir yana bırakarak hükümeti destekledi. Harp mültecilerine yardım elini uzattı:Milli müdafayı ve buna bağlı tedbirleri bütün gücüyle destekledi. Mevdudi yine askerleri ve milleti gayrete getirecek konuşmalar yapması için devlet radyosuna davet edildi. Fakat Taşkent’deki sukut halkı çok kızdırdı ve Pakistan’da büyük karışıklıklar çıkaracak kadar büyüdü. Halkın bu tehevvür hislerine katılmak yerine Mevdudi herkesin ibret alacağı bir itidal gösterdi. Mevdudi’nin teşvikiyle toplanan ana muhalefet partileri’nin kongresinde Pakistan meselerinin halli için müspet teklifler ileri sürüldü. Hükümet demokrasiyi yerleştirmeye ve işgal edilen Keşmir’in hürriyet davasına ihanet etmeye davet edildi.S
İYASET MESLEK DE⁄İL:Demokrasi unsurlar
ının baskı altında tutulması hiç hafiflemeden devam etti. Fakat o boğucu hava içinde dahi Mevdudi insan hakları ve içtimai adalet arzusunu haykırmaktan bir an bile geri kalmadı. Tazyik vealdatmaların yumuşatamadığı sesi mantık ve aklın, cesaret ve itikadın, şeref ve iffetin açık bir işareti idi. Şahsi bir çıkar peşinde değildi. Böyle bir gayesi olsa, hükümet onu en yüksek makama oturtmakta bir an bile tereddüt etmezdi. Bir seferinde şöyle demişti:Gayri islami bir devlette en yüksek makamda bulunmaktansa, bir cemiyetin en aşağı bir ferdi olmayı tercih eder ve bunda büyük bir gurur duyarım. Siyaset bazıları için bir ilmi merak meselesidir. Bazılarına göre de bir meslek ve heyacandır. Fakat Mevdudi için sadece bir vazifedir. Dava için bütün gücüyle ve her türlü vasıtayı kullanarak mücadele eder. Bu mevzuda kendine hakaret edenlere bağrını açarak onlarla teşriki mesai eder ve onları kurtarmayı bir vazife bilirdi.Ba
şlattıkları bir hakaretin sağlıklarında neticeye ulaşmış olduğunu görek pek az faniye nasip olmuştur. Sade ve alicenap Mevdudi, açık fikirli bir müteferrik, soğukkanlı bir nazariyeci, sevilen bir edip, kuvvetli bir hatip, dinamik bir teşkilatçı ve şerefli bir politikacı karakterini şahsında toplayan nadir şahsiyetlerden biridir. Bütün bu meziyetler, Allah-u Teala’nın (c.c.) ona bir lütfudur.Mevdudi’nin, yaz
ılarıyla münevver müslümanlarda meydana getirdiği tesir çok derin ve müspettir. Mekke’deki (Rabıta-tül-alem-ül-İslami)Dünya müslüman cemiyetleri birliğinin. Tesis komitesi azası olan Mevdudi, aynı zamanda Medine’deki İslam Üniversitesi istişare heyetine ve bazı beynelmilel teşkilatlara da azadır. 1967 Mart’ında Libya’nın El Sunisi üniversitesi’nde (İslami hayat)mevzulu konferanslar vermesi ve sonra da Cenovadaki İslam merkezini ziyareti kararlaştırılmış, fakat...Bugün o, gene muhakeme edilmeden hapishanede tutulmaktad
ır. Fakat hapishane bu tip insanlar için bir mükafattır. Ve mükafatı ne kadar cömert kullanırlarsa, o nispette onun davasına hizmet edeceklerdir. Böyle insanların darağacında can vermeleri İslam davasının eninde sonunda tahakkuk edeceğini bize bildiren tescil vesikalarıdır.
“PAK
İSTAN İSLAM CEMAATI REİSİ ÜSTADEBU A’LA EL-MEVDUD
İ’NİN, MÜSLÜMANTALEBELER CEM
İYETİ’NİN MULTANŞEHR
İNDEKİ SENELİK KONGRESİ MÜNASE-BET
İYLE 6 KASIM 1965 TARİHİNDE VERMİŞOLDU⁄U KONFERANS”
Rahman ve rahim olan Allah’
ın (c.c.) adıyla başlarım. Allah’a hamd seçkin kullarına selat veselam olsun...Aziz gençler?
Sizlere konu
şmak istediğim mevzuya girmeden evvel şu ana kadar İslam dünyasının fakülte ve üniversitelerinde ve bilhassa ecnebi memleketlerin ilim yuvalarında kalbleri akide nuruyla parlamış, kürrei arzdaki diğer müslümanlar gibi mesuliyetlerini idrak etmiş, bulundukları eğitim müesseselerinde İslam ruhunu filizlendirmek için ellerindeki bütün imkanlarını seferber eden tertemiz bir talebe kitlesinin mevcudiyetinden duyduğum sevinci belirtmek isterim.Bu hakikat bütün aç
ıklığıyla meydandadır.Kalbi
İslam dünyası için sevgi ve ihlasla taşan herkez, eleştirici bir gözle baktıktan sonra bu müstesna hareketi takdir etmekten kendini alamaycaktır. İslam ülkelerinin genel olarak bütün eğitim ve öğretim sistemlerinde batının fikriyatını ve geleneklerini taktik metodu hakim iken, öğretim yuvalarında ve terbiye kaynaklarında vazifesini idrak etmiş ve bu uğurda aşkla, şevkli, çalışan bir gençliğin bulunması Allah’ın (c.c.) bu talihsiz millete lutfu değil de nedir...Sizlere bahsetmek istedi
ğim mevzu şudur:İslam dünyasının istikbalini binada gençlerin ve bilhassa talebelerin rolü nedir?
DURUMLAR AYNI MESELE TEK:
Her
şeyden önce sözlerimin genel olarak İslam ülkelerindeki bütün Müslüman talebelere yöneltilmiş olması keyfiyetini zihinlerinize yerleştirmeniz gerekir... Bu ülkeler bir müddet garb sömürgeciliğinin baskısı altında kaldıktan ve garb milletlerinin önünde bütün hayat sahalarını kaybettikden sonra nihayet garb medeniyetine ve kültür emperyalizmine teslim oldular. Böylece talim ve terbiye dahil hayatın her cephesine garbdan alınan proğram ve sistemler hakim olmaya başladı. Bu gün topyekün İslam dünyasının içinde bulunduğu durum birbirinin aynısı benzer durumlardır. Bu sebebden İslam dünyasındaki bütün talebeler bir tek problemle karşı karşıyadırlar.İSLAM ÜLKELERİ DE⁄İL
MÜSLÜMAN M
İLLET.Zihinlerinizden hiç bir zaman ç
ıkmaması gereken ikinci bir husus da şudur:benim İslam ülkelerinden kasdım, coğrafi hududlar, yüksek dağlar, akan nehirler veya çağlayan şelaleler değil, bilakis bu hududlar içinde yaşayan müslümanlardır. Hepimizce malum, insan denen varlık her an yok olmakla karşı karşıyadır, her insanın tayin edilmiş bir ömrü vardır. Şayet biz bu ülkede medeniyetimizle, kültürümüzle ebedi olarak kalmak, medeni kıyametlerimizi ve hayat nizamımızı devam ettirmek istiyorsak bunu ancak dedelerimizden aldığımız mirası tam bir doğruluk, emniyet ve nezahetle gelecek nesillere aktarmakla gerçekleştirebiliriz. Bu da kafi değildir. Bilhassa gelecek nesli aynı mihval üzere bu emaneti taşıyabilecek kalitede, şuurlu ve liyakatli bir şekilde yetiştirmeliyiz ki, bu nesil de ecdadından aldığı kıymet ve değerleri kendinden sonraki kuşaklara devredebilsin.M
İLLETLERİN YIKILIŞ VEBEKASINDA YATAN HAK
İKATMilletlerin, hiç bir iz b
ırakmadan yeryüzünden silinmeleri, nesillerin ve cinslerinin tükenmesi değil bilakis milli varlıklarının ortadan kalkıp yok olması demektir. Mesela biz, Babil milleti veya firavunlar saltanatı yerleyeksan oldu demekle bu iki devletin bayraktarlığını yapan nadide değer ve kıymetlerin tarumar olduğunu ifade etmek isteriz. Halbuki Babil nesli halen mevcut olup varlığını devam ettirmektedir. Fakat milli değer ve kıymetleri, tek kelimeyle öz benliği kaybolmuştur. Aynı şekilde eski Mısırlılar da yeryüzünde nesillerini devam ettirmektedirler. Fakat gelgelelim firavunlar medeniyeti olarak tanınan medeniyetten bir iz göremezsiniz. Çünkü bu yükü sırtlanan nesiller, dedelerinden aldıkları emaneti gelecek nesillere tam manasıyla aktarma liyakatinden mahrumdurlar. İşte bu yüzden harab oldular. Tarihen sabit hakikatlerdendir ki, şayet bir millet milli şahsiyetini kaybeder başka milletlerin potasında erirse bu o milletin kaybolup yerle yeksan olması demektir. Tarih bize gösteriyor ki, İsrail oğullarından oniki kabile ortadan kaybolmuştur. Tarih şu ana kadar bize hiç bir iz gösterememiştir.Bu, onlar
ın arkalarının kesilmesi veya köklerinin yeryüzünden koparılmasıyla izah edilemez. Fakat buradaki kasıt kaybolan kabilelerde İsrail kültürünün ölüşü ve bu kültürün gelecek nesillere intikal ettirilemeyişidir. Sonra kendilerini diğer milletlerden ayıran İsrail medeniyeti ve onun manevi değerleri de yok olunca yeryüzündeki diğer milletlerin içinde erdimeye mahkum oldular. Hatta evlatları bu gün İsrail neslinden geldiklerini bile bilmezler!!. Bunun için bir milletin hayatını sağlam esaslara bağlaması, beka ve zindeliğini teminat altına alabilmesi, gelecek nesilleri milli değerlerini koruyabilcek şekilde yetiştirilmesindeki hassasiyet ve çalışmaya bağlıdır. Bu mevzu ehemmiyetine binaen büyük bir yer işgal eder. Bunun için etraflıca açıklamak arzusundayım.MANEV
İ MİRASI GELECEKNES
İLLERE AKTARMANIN ÖNEMİÜzerinde ya
şadığımız bu toprakları ecdadımız, İslam medeniyetini temsil etmek, inandıkları hayat nizamını tatbik emek, doğru gördükleri kanunları ve sağlamlığına güvendikleri hareket programlarını hakim kılmak için feth etmişlerdir. İslam esaslarına gönül vermiş nesillerin uzun müddet varlıklarını koruyabilmeleri, halihazırdaki neslin, şerefli ecdadımızdan devralıp, kendisiyle diğer dünya milletlerinden ayrıldığımız İslam medeniyetini dosdoğru rabbani yolda genç nesillere aktarmak için sarfettiği çalışma ve gayrete bağlıdır.Müslümanlar
ın fertden ferde varlıklarını devam ettirmeleri imkansızdır. Fakat müslüman milletlerin asırlar boyunca mevcudiyetlerini koruyup devam ettirmeleri mümkündür. Ama bir şartla:her devirde medeni kıymet ve değerleri bir sonraki nesillere devredebilecek idealist bir gençliğin bulunması ve bu kültür mirasını nakletme ameliyesinin nesiller boyu devam etmesi şartıyle... Eğer milletimizin eşsiz medeni değerlerinin hususiyetlerini koruyamaz genç nesillerimiz mesela Amerikan kültürünün rengiyle boyanır, hayranı olar ve üstelik İslam kültürünün potasında erimesi lazım gelirken. Amerikan kültürünün kalıplarına dökülecek olursa işte o zaman bu topraklar müslüman olarak kalamaz, eninde sonunda bir Amerikan ülkesi haline gelir. Evet, nesillerimiz oldukları gibi kalacaklar, fakat Amerikan kalıplarında temsil edilerek... Artık bu toprakları ebediyet mührüyle damgalamak için kazanan İslam medeniyeti tutunamaz, ancak milli varlığımıza, diğer bir ifadeyse islami bünyemize hükmeden başka bir medeniyet kalabilir.Bu misallerden sonra bizler talebelerin kar
şılaştıkları problemlerin esasını düşünüp bunların tarihi mevkiini ve ehemmiyetini pek ala idrak edebilirsiniz. İzahına çalıştığımız bu mesele sadece bir eğitim meselesi değil İslami bünyenin varlığı, bekası ve devamlılığı ile doğrudan doğruya münasebeti bulunan bir problemdir. Biz, talim ve terbiye müesseselerimizdeki olgunluk ve hazırlık devrini ikmal etmiş günümüz civan gibi delikanlıların islam medeniyetine gönülden bağlı, onun bayraktarlığını ve davetçiliğini yapabilecek kalitede yetiştirmediğimiz müddetçe yeryüzünde müslüman bir millet olarak kalamayız...MANEV
İ DE⁄ERLERİNAKTARARILMASINDA
İKİ YOL VARDIRBu gaye, yani kültürümüzü yeni nesile nakletme i
şi ancak iki yolla gerçekleşebilir.Birinci yol: Talebelerin bizzat çal
ışmalarıyla.İkinci yol: Hükümetin, eğitim ve öğretimde, bu gayeyi gerçekleştirecek yeni kanun ve nizamlar koymasıyla.
Şimdi bu iki yolu ana hatlarıyla izaha çalışalım.A) TALEBELER
İN YOLU:Üniversite ve fakültelerde tahsil gören talebeler rü
şt çağına ermiş, olgun, aklı selimini kullanıp iyiyi kötüden hayırı şerden ayırabilcek seviyededirler. Kendileri istedikleri takdirde öğretim süreleri boyunca benliklerini kazanbilir ve gayretleri sayesinde ilim kapısını arkasına kadar açabilirler. Böylece ağırlık sadece hükümetin omuzlarına yüklenmeyip, talebelerde uhdelerine düşeni yapmakla hükümetin yolunu hafifletmiş olurlar. Her genç talebenin müslüman olduğunu ve bu topraklarda islami hayatı yaşama ve yaşatmakda bir fedai görevinde bulunduğunun şuuruna ermesi gerektir. Bu onun başlıca görevi olmalıdır. Davaya olan bağlılıkları. Kendilerini ebediyyen payidar edecek nizamın ve müslüman milletlere has hususiyetlerin mahiyetini anlamaya sevkedir. Şayet bu hususiyetlerini kaybedecek olurlarsa, müslüman milletlerin şahsiyeti ortadan kalkar, tarihin sayfasından silinir giderler.İSLAMIN ANA PRENSİPLERİ
İslamın cevheri ve binasının temeli şu üç ana kaynağa dayanır:
A) - Tevhid akidesi.
B) - Riselet akidesi.
C) - Öldükten sonra dirilmesi akidesi.
Her müslüman
ın bu üç temel inancı bilmesi gerekir. Bu üç ana esasdan şüphe edilir veya bu esasların zayıflığı öne sürülürse artık böyle bir şahsın dünya üzerine islam medeniyetinin gölgesinde yaşaması imkansız hale gelir. Herne şekilde olursa olsun bu üç akide cehverine şüphe ve gölge düşürülmesi İslam medeniyetinin temelinden sarsılması demektir. Bu topraklara İslam medeniyeti hakim olmadıkça bir gün İslam ülkesi olmaktan çıkması mukadderdir. Kürei arzdaki İslam medeniyetini ayakta tutan şu üç ana esas kaldırılacak olursa İslam kültürünün edebiyat arzusu bir hayal olur. Bu prensipler şunlardır.A) - Tevhid:
B) - Risalet.
C) - Öldükten sonra dirilme:
BU PRENS
İPLERİ KORUMAKİ
ÇİN AÇILAN CİHADIN ÖNEMİİ
slam şuuruna ermiş talebelere düşen ilk vazife, Allah’ı (c.c.) inkara ve meteryalizme çağıran fikri hareketlere, islam akidesi üzerinde şüphe tohumları saçan ve iman akidesi üzerinde şüphe tohumları saçan ve imanı zayıflatmak için ortaya atılan bütün fitnelere karşı ciddi bir mücadeleye girişmektir. İslam düşüncesine muhalif bir hareketin baş kaldırmasına ve gözlerinin önünde icra faaliyet göstermesine kati surette müsade etmemeleri gerekir. Bu onların başlıca vazifeleri olmalıdır. Aynı zamanda genç müslüman talebelerin yeryüzünde islam nizamını payidar kılmak için her türlü çareye baş vurmak küfrün direnişine kaşı cihad bayrağını açması en başta gelen vazifelerindendir. İslam diyarında İslamın temel kaidelerine şüphe sokmaya çalışan bir kimse sadece küfür ve irtidad işlemekle kalmaz aynı zamanda islam nizamının ana esaslarını yıkmış olur. Bu kalblerinize nakşedilmesi gereken bir hakikattir. Sizden her kim bu meselede gevşek davranırsa istikbalinden korksun. İşte bu yüzden hiç bir enstitüde hiç bir fakültede ve hiç bir üniversitede veya İslam ülkelerindeki hiç bir eğitim müesseselerinde yıkıcı fikirler, dini hedef alan prensipler yayılma ve faliyet imkanı bulamıyor. İslamın ana esaslarını yıkmaya ve onun kaynaklalrına şüphe tohumları atmaya yönelen hiç bir felsefi kuvvet esaslarını sarsamıyor ve beklediği neticeyi alamıyor.İSLAM AHLAKINA VE İSLAM MEDENİYETİNE
SARILMANIN ZARURET
İGenç talebe karde
şlerimin dikkat etmeleri gereken ikinci mesele; varlığımızın islam akidesi üzerine oturduğu gibi ayni zamanda islami değerlerin ve islam ahlakının üzerine kaim olduğunu bilmeleridir. Burada akide ile ahlak arasında derin ve sıkı bir münasebet vardır. Birinin mevcudiyeti diğerinin varlığını gerektirir. İslam akidesi bizden ahlak ister ve bir takım kıymet ve değerler bekler. Görülüyorki uzun zamandan beri eğitim müesseselerimizde talebelerin yetişmesinde büyük rol oynayan İslam ahlakına karşı daima lakayt kalınmış. Ve gereken ilği gösterilmemiştir. Daha da ileri gidilerek, islamın esaslarıyla tezat halinde bulunan yabancı kültürlerin tahribatına göz yumulurken öbür yanda islam ahlakının ana kaynakları üstün körü geçiştirilmiş, baştan savma bir proğramla savuşturulmuştur. Hemen şunu ifade edelim ki, batılı ülkelerin üzerine oturduğu ahlaki değer ve kıymetler hiç bir zaman bize temel olamaz. Biz, dünya üzerinde parlak bir seviyeye, efendiliğe ve muasır medeniyet seviyesine ancak islam fikriyatının koyduğu Allah (c.c.) Rasulünün (s.a.v.) gösterdiği ahlaki prensiplerle ulaşabiliriz.Hayat
ını diskoteklerde, balolarda içki içerek şarkı söyliyerek geçiren ve gayri ahlaki ve türlü haltı karıştıran bir Avrupalı vatanı uğruna canını ve bütün mallarını feda edebilir. Çünkü meteryalist bir ahlak üzerine oturtulan hayat felsefeleri bu ahlak dışı davranışlara muhalif değildir. Fakat bunların Allah (c.c.) ve Resulü (s.a.v.) tarafından katiyetle haram kılındığını bilen bir müslüman bu tarz bir hayata islam esaslarını çiğnemekle girebilir. Garblı yaptığı zaman elindeki ahlaki esaslara ve medeni değerlere aykırı düşmez. Fakat biz yapacak olursak ahlakımızın ve manevi değerlerimizin temelini teşkil eden bütün prensipleri yıkmış oluruz. Bir müslümanın eline içki kadehi alması garblıdan tamamen başkadır. Hiç bir zaman garblıy a benzemez. İçkinin insan vücudunda ve malında yaptığı tahribat diğer insanlarda da aynıdır. Bu hususda kafirle müslüman arasında bir fark yoktur. Zararı içenin sadece malına ve vücudundadır. Akide ve dini ise bundan masumdur. Katiyyen zarar görmez. Bunun tam aksine müslüman, kalbinde. Allah (c.c.) ve - Resulüne (s.a.v.) karşı isyan etmedikçe zerre miktarı hayır ve şerrin muhasebesi yapılacak bir günü küçük görmedikçe bu yasakları yapamaz. İslamın rayından çıkan bir kimse hürmete layık hiç bir hudud tanımadan serbestçe hareket edebilir. Hatta islamın bütün yasaklarını çiğneyebilir. Fakat unutmayalım ki, bu tip kimseler bir gün gelecek ahlaki ve islamın hiç bir emrini hürmete layık ve mukaddes görmeyecekler ve islam ideolojisine hemen her fırsatta çamur atmaktan da geri kalmayacaklardır.GAYR
İ İSLAMİ BİR MEDENİYETİNMÜSLÜMAN TOPLUMDAK
İ TAHRİBİAziz gençler
Bütün bu anlatt
ıklarımdan sonra sizler de takdir edersiniz ki, şayet gayri islami bir medeniyet müslüman bir millette revanj bulacak olursa yaptığı zarar ve tahrip gayri müslim bir milletten katbekat üstün olacaktır. Çünkü müslüman olmayan bir millette meydana gelen, içki içmek, kumar oynamak veya gayri meşru hareketlerde bulunmak gibi kötülükler fertten gelen kötülükler nevindendir. Biz müslümanlar bu uğursuz medeniyete tabi olursak iman esaslarımız büyük çapta zarar görür. Temellerinden sarsılır. İmanın kalplerdeki kökleri kurur. Kalplerimizde Allah (c.c.) ulvi dininden inhirafa teşvik eder. Artık bundan sonra dünya üzerinde her hangi bir nizam veya kanuna itaat etmemiz adeta imkansızlaşır. Çünkü itaat edilmeye ve boyun eğilmeye layık kaynağa karşı isyan bayrağını açtık. Yüzümüzü başka yönlere çevirdik. Eğer bundan sonra bir müslüman islam esaslarına muhalif davranışlara bir defa dadanacak olursa artık önünü almak güçleşecektir. Bu uzaklaşış günbe gün mesafeyi genişletecek bir gün öyle bir noktaya gelecektir ki, kalbinde zerre kadar mesuliyet hissi kalmadığı gibi gözüne hürmete layık hiç bir kanun görünmeyecektir. Ahlaki çöküş had hudud tanımadan yıkıla yıkıla gidecektir. Sizler de pekala anlayabilirsiniz ki, Allah’ı (c.c.) Rab. Hz Muhammed’i (s.a.s.) Peygamber, Kur’an’ı Allah (c.c.) kitabı olarak tanıdığı haldeAllah’ın yasakladığı Rasulü’nün (s.a.s.) kötülediği-Kur’anın haramları içinde saydığı ve failine kıyamet gününde azap vadettiği bir yasağı irtikab eden bir müslümana bütün bunlardan sonra hangi kuvvet ahlaki değerlere hürmet telkin edebilir?Te
şri heyeti tarafından ortaya konan. Rububiyet ve uluhiyetine inanmadığı kanunlara nasıl itaat edebilir? Mademki hürmete en layık olan Allah’ın (c.c.) kanunlarına saygısızlığı adet haline getirmiş mademki daima kanunların karşısında ona kendisinde bir hastalık haline gelmiş, mademki en büyük nizamlara isyan akidesinin icabıdır, böyle biradamdan hayatın hiç bir safhasında hiç bir kanuna itaat beklenemez. Bu tip bir adamın islami bir cemiyyet şöyle dursun alelade bir toplumun esası olması bile doğru değildir...MÜSLÜMAN GENÇLERE YABANCI
KÜLTÜR A
ŞILAYANLARINAFFED
İLMEZ SUÇLARIİnsan bu açık hakikati anlayıp bütün ayrıntılarıyla kavradıktan sonra eğitim ve öğretim müesseselerimizde gençlerimizi bambaşka iklimlerin çocuğu yapan, tertemiz zihinlerine dans ve şarkıcılık mesleğini, edepsizliği manevi kıymet ve değerlere hor bakmayı empoze eden körpe dimağlara yabancı kültürü allandıra ballandıra takdim eden genç nesli şarkıcı kadınlar cinnet derecesinde bağlayan ve gençleri İslam ahlakından uzaklaştırmak için bir takım fitne tohumları serpen öğretim üyelerinin başımıza ördükleri felaket ağının ağırlığını hissetmesi gerekir. Bu nevi kimselerin İslam ülkelerine karşı takındıkları tutum ve ne kadar iğrençtir... Hiyanetleri ne kadar dehşet vericidir. Şu halde genç talebelerimizin bu faaliyetlerin neticesini şimdiden seçmeleri gerekir.
Şayet yöneticiler cehaletleri ve hamakatlar
ı sebebiyle bu türlü hatalara düşecek olurlarsa talebeye düşen görev mümkün olduğu kadar kendilerini bu felaketlerden uzak tutmalıdır. Talebe teşekküllerinin, gençleri zararlı ve öldürücüdür kültür ceryanlarının ağına düşmekten, imanlı talebeleri gırtlaklarına uzanan art fikirlilerden kurtarmak için aralarında işbirliği yaparak bir fikir etrafında halkalanmaları şattır. Soruyorum sizlere, eğer talebelerde zararlı kültür ceryanlarına karşı, şuurlu bir hareket olsa acaba hangi kuvvet dinsiz medeniyetini, kültürünü veya ideolojisini müessesemize zoraki bir metodla sokma cesaretini kendinizde bulabilir? Burada şeytanın teşvik ve yalanlarının varlığı muhakkaktır. Çünkü şeytan insanları daima, Allah’ın (c.c.) yasak mıntıkalarına çekmek ister. Beşeriyetin davranışlarını zevklerini ve tabii meyillerini başka yönlere cevirmek arzu ve emelindedir.Şayet talebeler kendilerine gelir bu zararl
ı kültür ceryanlarının bünyelerine dıştan giren birer mikrop olduklarını tesbit ederlerse her zaman için sakınmaları ve ilim müesseselerinde bu nevi menfi ideolojilerin genişleme politikalarını kontrol altına almaları mümkündür. Benim bütün arzum, bu kötülüklere karşı talebe camiasında metotlu bir mücadelenin tahakkukunda gereken gayretin gösterilmesidir. İşte bunlar talebelerin yapabilecekleri iki ana kaidelerdir. Eğer bu iki temel esası kendilerine şiar edinecek olurlarsa eğitim ve öğretim yuvalarımızda yayılan, ahlaki ve fikri cephede büyük zararlara sebebiyet veren topyekün yabancı akımlara meydan okuyabilirler.Bu mesele böyle...
Şimdi de k
ısaca bu sahada hükümete düşen vazife ve mesuliyetlerden bahsedeceğim.CEM
İYETTE İNTİŞAR EDEN HİYANETLERİNTEHL
İKE DERECESİHükümetin üzerinde dü
şünüp taşınması gereken ilk problem; İngilizcede (CORRUPTİON) arap dilinde,FESAT ahlaksızlık ve rüşvet olarak isimlendirilen kelimelerin birer tehlike arzetmelerinin sebebi nedir? Bunların arkasında icra- i faaliyet gösteren faktörler nelerdir? Bertaraf etmek için sarfedilen bunca gayreti tesirsiz hale getiren amil nedir. Gibi suallere tatminkar cevap vermektir. Asrımızın islam ülkeleri aşağı yukarı ayni ızdırabdan şikayetçidirler. Çünkü fesadı berteraf etmek için konulan kanunlar, kanunları infaz edenlerin gayri ahlaki tutumları yüzünden işlemez hale geliyor. Böylece çıkan her yeni kanun rüşvete yeni bir kapı daha açmış oluyor. Mesele burada da kalmıyor. En acı tarafı, milletin en nadide değerlerinin kaçakçılar tarafından yabancı ülkelere kaçırılmasıdır. Üstelik kaçırılan eşyalar memleketin en çok ihtiyaç duyduğu kıymetler. Sanki rüşvet düşmanlarımızı besliyor. Mevzuya biraz daha yaklaşarak düşünürüz: Mesela vatandaşlardan rüşvet almayı ve onlara yüz rubla karşılığında çeşitli dümenler çevirmeyi alışan bir kimse devletin sınırlarını on binlerce rubleye ve düşmana satamaz mı? Ülkede ihanet furyası ve emanete hiyanet alabildiğine yayılınca; Dinini, akidesini, kendine tevdi edilen emanetleri ve vatanını, şahsi menfaatlerine feda etmeye hazır binlerce feret çıkacaktır. Bu durumda ülkemizdeki fesat dümenini ellerinde tutanlar binlerce zavallıyı gayelerinin tahakkuku yolunda bir maşa gibi kullanacaklardır. Tıpkı düşmanların kendilerini milletin varlığına kibrit suyu dökmek için ustaca kullandıkları gibi.H
İYANETİ DO⁄URAN KAYNAKLARBirac
ık düşünürüz bu tüyler ürpertici sahnenin arkasında hangi oyunlar oynanıyor? Şurası bir gerçektir ki, bu dehşet engiz perdede hiyanet, rüşvet, hile ve buna benzer gayri ahlaki davranışlarda bulunanlar ülkemizin münevver kitlesini teşkil eden kardeşlerimizden başkası değildir. Üstelik hükümetin dümeni mesabesindeki icra organları zavallı köylünün elinde değil yine bu adamların elindedir. Ve yine bu sözde kültürlü herifler, halihazırdaki kültür müesseselerimizden mezun olmuş kimselerdir. Bütün bu ızdırablar, hiyanet ve rüşvet illetine mübtela olmuş büyük bir kitleyi yetiştiren eğitim sistemimizin sakatlığından doğmaktadır.Bu nizam
ın üzerinde birazcık düşünecek olursak, buradaki temel noksanlıkları, anlakımızın medeniyetimizin ve akidemizin üzerine oturduğu sutunları tesbit edeceği yerde zedelemeye ve tahrif etmeye doğru nasıl yöneldiğini, bazı şüpheler katarak bir çok kimseleri bu akideye inkara sevkettiğini pekala anlayabiliriz. Kalplerindeki akidenin temelleri sarsılmadan sıhhat ve selametle bu nizamdan sıyrılabilenler oldukça azdır. Yukarda izah ettiğim gibi bizi düşünceye sevkeden problemlerden biri de şudur: Zayıf inançlı münevverleri ahlaki değer ve kıymetlere çekmede metodumuz ne olmalıdır? Allah’dan (c.c.) korkmayan, kıyamet günündeki azabdan sakınmayan bir kimseyi yalancılıktan ve gayri ahlaki davranışlardan hangi kuvvet kurtarabilir? kendinden üstün bir kuvvete ve maslahatının haricindeki manaya itaat etmeyen bir kimseyi fazilet yolunda şahsi fedakarlıklara nasıl çekebilirsiniz. Çünkü nefis ve mal ancak ulvi gayeler için feda edilebilir. Bir müslüman için, Allah (c.c.) Resulü (s.a.v.) ve islam nizamandan başka köklü bir bağ düşünülemez. Şayet müslümanların kalplerindeki bu bağı örümcek ağından daha zayıf bir bağla tutturacak olursak haliyle kibir ve benlik davası hortlayacak şahsi menfaat uğruna feda edilmedik hiç bir kıymet kalmadığı gibi mukaddesat bile çiğnenmekten geri durulmayacaktır.M
İLLETİN ISLAHINDA İSLAMPRENS
İPLERİNİN ROLÜYukar
ıda izahına çalıştığımız bu üç bağı halkın kalbine yerleştirmek suretiyle adalet ve hakkaniyet üzerine oturtulmuş, doğruluğu kendine şiar edinmiş bir idari mekanizma kurabilirsinz. Zira Allah (c.c.) korkusu ve yarın Allah’ın (c.c.) huzurunda hesap vermeden doğan mesuliyet şuuru gibi faktörler kişiyi gayri meşru kazançtan uzaklaştırır. Allah’a (c.c.) Rasulüne (s.a.v.) ve dinine olan bağlılığı sebebiyle bu uğurda bütün felaketlere seve seve katlanabilir. Hemen şunu da ifade edelim ki. Müslüman olmayan kimselerin ahlaki değerlerini üzerine oturttukları kendilerine göre bir takım manevi bağların varlığı bir gerçektir. Eğer sizler yabancı unsurları millete mal edip sevdirmek isterseniz bu değişme ameliyesi için başka bir ifade ile milletinizi gayri müslim bir millet haline getirmek için tam elli sene gibi bir zamana ihtiyacınız vardır. Aynı zamanda mesela bütün yönleriyle tam bir Avrupa milleti yapmak için bir elli seneye daha ihtiyacınız vardır. Garb milletlerinde görüp hayranı olduğunuz gayri milli ahlaki halk arasıda bundan daha erken yayamazsınız. Şayet bu milleti islam ahlakı üzerine oturtmak isterseniz bu işe şu saatten itibaren başlayabilirsiniz. Ve hemen sayılı bir kaç gün içerisinde meyvesini toplayabilirsiniz. Çünkü, Allah’a (c.c.) risalete ve ahirete iman gibi ulvi islam esasları gençlerimize dedelerimizden intikal eden bir mirastır. Bu emanetler müslüman cemiyetin damarlarında dolaştığı gibi milletin ruhunda, milli örf ve geleneklerinde olunca saffet ve asliyetiyle kendini gösterir. Asırlardan beri islam ülkelerinde kökleşen bu tahumlara birazcık su verecek olursanız yemyeşil kesilecek, en nadide ve en olgun meyvelerini takdim edecektir. Emperyalistler bizim ve medeniyetlerimizden nede ahlakımızdan korkuyorlar onların korktukları tek bizim islam ahlakıyla tezyin edilmiş samimi bir müslüman oluşumuzdur. Bu onlar için tehlikelerin en büyüğüdür. Bunun için istila ettikleri islam ülkelerinde kalplerimizdeki iman esaslarını sarsan maarif sistemlerini hemen icraat safhasına koyarlar. Satın aldıkları kalemlerle inançlarımızın etrafında bir takım şüphe ve istifhamlar uyandırırlar. Medeniyetimizi hafife almak ve küçük düşürmek isterler. Hatta efkarı umumiyenin gözleri önünde olmadık harakette bulunurlar. Emperyalist siyasetin ana hedefi bizi islamdan uzaklaştırmaktır. Buna karşılık biz kölelik boyunduruğundan, kurtulup kendi meselelerimizi çözebilecek duruma geldikten sonra emperyalistlerin eğitim sistemini maarif camiamıza oturtacak olursak bunun manası sadece intihardır. Başka bi rmana düşünülmez.PROFESÖR TASLAKLARI
İSLAMİÇİN EN BÜYÜK TEHLİKEDİR
İlim yuvalarımızda talebelerin kalplerine İslam hakkında şüphe saçan bir grup profesör taslağı islamın medeniyetsiz, siyasi esaslardan mahrum iktisadi görüşü olmayan bir din olduğunu talebelere empoze etmenin gayreti içindedirler. Varsa bile asrın icablarına ayak uydurmamış. İslam kanunlarını zaman eksiltmiş. İçinde bulunduğumuz medeniyet asrında bu nizama yer vermek doğru değilmiş. Müslümanlar tarih boyunca hiç bir kahramanlık örneği gösterememişler...
Duydu
ğumuz bütün destanı kahramanlıklar hep gayri müslimlerinmiş.. İlmin her sahasında edebiyat ve fennin bütün dallarında isim yapmış mücid ve müteassıslar yine gayri müslimlerdenmiş. Miş.. Miş karacübbeliler daha neler neler yumurtlar. Açık konuşuyorum. Gençlerimize bu şekilde telkinatta bulunanlar zihinlerine bu nevi fikirleri yerleştirmek için gayret gösteren profesörler haindir hatta bunlar islam ülkelerine karşı düşmanlık ve kin besleyenlerin en azılılarıdır. Çünkü İslam mediyetine karşı çıkmakla kalmıyorlar üstelik islam diyarının hayati ehemmiyet arzeden damarlarını kesmek için çalışıyorlar. Gençliği bu tip hainlerin eline terkeden milletler ne kadar talihsizdirler. Hatta bunlardan daha korkunç ve daha tehlikeli bir mesele daha var. Bugün ne yazık ki müslüman ülkelerdeki ünüversitelerin bilhassa eğitim ve sosyal bölümlerine bizden olmayan Amarika’lı profesörler ve hristiyan müsteşrikler getirilip yerleştirilmektedir. Onlar gençlerimizin ahlaki ve içtimai konulardaki fikirlerini yıkmak için sarfettikleri çaba ve gayretleri hiç bir zaman küçük görmüyorlar. Allah (c.c.) aşkına söyleyin bu intihar değil de nedir?E⁄
İTİM SİSTEMİNDEKİ SAKATLIKHükümetimizin e
ğitim ve öğretim sistemindeki noksanlıkları gidermek için var gücüyle çalışmaları gerekir. Hatti zatında İslam ülkelerinde okutulan ilim ve fenlerde hiç bir kusur yoktur. Bütün fesatlık bu ilimleri tedvin eden Allah (c.c.) ve Rasulüne (s.a.s.) iman şerefinde nasipsiz okumuş cahillerdir. Talebelerin zihinlerinde kainat ve içindekiler hakkında bir takım sapık düşünceler peydahlanması için bu metodu tatbik ederler. Çünkü onlar bu kainat bir idarecinin idaresi olmaksızın kendiliğinden oluverdi kanaatindedirler. Onlarca kainat, kendisini yürüten bir kuvvetten mahrumdur. Ve yine onlar kainatı yaratıp bütün işlerini ayarlayan seyrini tanzim eden bir ilahın mevcudiyetine inanmazlar. Bu ilimlerin üzerinde durduğu temel düşünce şudur.A-
İnsan kendinin halıkı ve muharrıkıdır.B- Hiç bir ilaha muhtaç de
ğildir. Hatta kendisine hiç bir ilahdan hidayet gelmezİ
slam medeniyetinin temelini bu iki düşünce yıkar. Bize düşen vazife, ilimleri tedvindeki bu akımı Allah’a (c.c.) iman esası üzerine kurulu yepyeni bir rotayla değiştirmektir. Ortadaki inkar edilmez iki gerçek var. Birincisi: Biz eğitim müesseselerimizde sosyoloji, felsefe ve daha buna benzer diğer ilimlerin okutulmasını canı gönülden isitiyoruz. İkincisi Yine biz tarih boyunca insanlığın ulaşabildiği meyvelerden istifade etmenin, ilmin her dalından ihtisas yapmanın taraftarı ve savunucularıyız. Fakat şunu hiç bir zaman unutmayalım ki, eğer ebediyyen müslüman olarak yaşamak ve müslüman olarak kalmak istiyorsak bu ilimleri islamın potasında erittikden sonra okumamız gerekir. Şüphesiz halihazırdaki durumuyla bu ilimler bizi en sonunda ister istemez gayri müslim bir millet haline getirecektir. İşte bu mesele maarif sistemimizin temel problemidir. Huzur ve saadete bunun ehemmiyetini anladığımız nisbette yaklaşabiliriz.Bir çoklar
ı bu fikrimi üzüntü ve hayretle karşılayarak. (Tecrübeye dayanan ilimlerin İslamla ne alakası vardır.) diyeceklerdir. Onlar bu sözlerini tecrübi ilmler kadar Sovyet fikriyatına da önem veren, Rusya’ya bakarak söylüyorlar. Allah (c.c.) aşkına söyleyin, eğer tecrübeye dayanan ilimlerin islamiyetle alakası yoksa marksizmle alakası var mıdır? Hiç bir komünist, cemiyetinden hiç bir ferdin burjuva ilimlerini, burjuva iktisadını, okumasını istemez. Bilakis bütün ilimleri marksist boyaya batırarak mütehassıslar yetişsin. Şayet burjuva noktai nazarından tedvin edilmiş ilimlerin tedrisi müsamaha ile karşılanacak olursa sosyalist cemiyet temelinden çağlayıp yıkılacaktır.Dünya üzerinde herkesin kendine has bir medeniyeti, nevi şahsına münhasır bir hayat yolu vardır. Bu gayet normal bir şeydir. Gençliğine, kendi hayat nizamı ve medeniyetiyle taban tabana zıt kişilerin tedvin ettikleri ilim ve fenlerin öğretilmesine hiç bir zaman göz yumamaz. Çünkü bu şahsiyetinin silinip başka kalıplarda yer olması demektir.TECRÜBEYE DAYANAN
İLİMLERİNİ
Kİ CEPHESİ VARDIRTecrübeye dayanan ilimler alem
şumüldür, ferdi ne bir dine sokabilir, ne de dinden soğutabilir şeklindeki iddia büyük bir hatadır, düpe düz cahilliktir. Tecrübeye dayanan ilimlerin iki cephesi vardır.Birincisi:
İ
nsanların, bir takım tecrübe ve müşahedeler neticesinde karar verdiği tabii kanun ve hakikatlerdir. Bu cephe cihanşumül oluşunun ifadesidir.İ
kincisi: Gerçekleri ve malümatları toplayıp temelleri üzerine nazariyeler oturtan akli ve mantıki ilimlerdir.Bu cephe alem
şumül değildir. Dünya üzerinde çeşitli medeniyetlerin davetçilerin kendilerine has uslupları vardır. Bu gayet normal bir şeydir. Biz, tecrübeye dayanan ilimlerde bir değişiklik yapılmasını istediğimiz zaman birinci değişiklik yapılmasını istediğimiz zaman birinci değil ikinci cepheye kasdederiz.Sizlere hariç dünya üzerinde her
şey soğuduğu zaman küçülür ve büzülür. Su ise genişler ve kabarır. Bu sebebten buz daima suyun üzerinde durur. Bu tecrubi ve ilmi gerçeklerin ortaya koyduğu bir hakikattır. Şimdi burada iki şahıs düşününüz bunlardan birincisi, bu suyun özelliği ve hakikatıdır der geçer. İkincisi şahıs, (Allah’ü Teala (c.c.) herşeye şamil, Rububiyeti ve keskin hikmetiyle göllerde, denizlerde, nehirlerde ve karalarda yaşayan her türlü mahlukatın yaşayabilmesi için suya bu hususiyetleri vermiştir) der. Gerçek şudurki eğer, Allah (c.c.), suya bu hususiyetleri vermemiş olsaydı su dondukça aşağıya doğru çökerdi. Netice itibarıyla bu hal baştan sonra bütün denizlerin, göllerin, ve nehirlerin üstüste yığılı büyük buz kütleleri halinde gelmesine sebeb olurdu. Ve böylece hiç bir canlı yaşayamazdı. Şimdi iki şahsın iki ayrı uslub ve fikirde açıkladıkları - hakikati -iyice düşünürüz. Bunlardan her biri okuyucunun ve talebenin zihinde iki ayrı iz bırakır. Birinci izah talebenin kalbine. Allah’ın (c.c.) birliği, hikmeti ve Rububiyeti inancını yerleşirir. Diğer izah şekli de ayni gerçekten bahseder fakat ferdin bu izahdan biri Allah (c.c.) düşüncesi çıkarması mümkün değildir. Hatta bu izah tarzı ferdin kafasında şu fikri doğurur: Kainatta meydana gelen her şey kendiliğinden oluverir. Hakim bir yaratıcının ve herşeye kadir bir rabbın kudretinin rolü yoktur: Artık bu açıklamlardan sonra tecrübi ilimlerin tedrisindeki iki yoldan birincilerin nasıl meteryalist profesör, ikincilerinde nasıl müslüman profesör addedildiklerini anlayabilirsiniz.Esas
ında tecrübeye dayanan ilimlerin her dalı insanların kalbine köklü ve derin bir iman yerleştirecek kuvvettedir. Mesela, fizik, kimya, anatomi, biyoloji ve astronomi ele alınız. İnsanı Allah’ına (c.c.) samimi bir imanla bağlayacak müthiş hakikatlar göreceksiniz. İlmin hakikatları kadar insanı imana davet eden hiç bir şey yoktur. İşte bunlar. Kur’an-ı Kerim’in defaatle işaret ettiği apaçık hakikatlardır. Fakat materyalist bilginlerin bu hakikatıkendi noktai nazarlarından tedvin etmeleri gerçeği ters yüz etmiştir. Böylece tevhid akidesine döneceği yerde talebe Allah’ın (c.c.) varlığını inkar eden bir metaryalist olarak yetişiyor.Müslüman hükümetlerin bu iki cephe aras
ındaki farkı açıklayarak meselenin sırrına ulaşmalarını istiyorum. Üniversitelerimizde Allah’ı (c.c.) inkar eden ilim, Allah’ın (c.c.) mevcudiyetinden söz etmeyi kaldıran felsefe, halkı tekfir eden sosyal İlimler okuturken hiç bir zaman, Allah’a (c.c.) ve Rasulüne (s.a.v.) iman ettiğimizi söyleyemeyiz. Şayet islami hayatın cemiyetimize hakim olmasınıistiyorsak derhal gecikmeden halihazırdaki ilim ve fenlerin tertib ve te’lifini değiştirip islam fikriyatına göre tedvin edilmiş yeni kitaplar yazıp gençlerin istifadesine arzetmemiz gerekir. Bu hareket gerçekleşmedikçe bir gün dinimizin akidemizin ve hatta bütün islam ülkelerinin elimizden çıkması hiçten bile değildir.AHLAK
İ E⁄İTİMDE HÜKÜMETEDÜ
ŞEN VAZİFELERHükümetin ilgi göstermesini lüzumlu gördü
ğüm ikinci mesele, ahlaki eğitimin önemidir. Her ne kadar bütün eğitim müesseseleri bu terbiyeye muhtaçsa da hükümet dairelerinde görevli memurlar buna diğerlerinden daha çok muhtaçtırlar. Bu müesseseler, ister askeri eğiten müesseseleri olsun ister emniyet memurlarını yetiştiren müesseseler olsun veya memleket çapında vazife alacak elemanları yetiştiren müesseseler olsun aynı derecededir. Bu müesseselerde islam ahlakının ve islam kültürünün mecburi ders olarak okutulması, öğretim üyelerinin kafalarına islam akidesinin yerleştirilmesi, islam ahlakı üzerine terbiye edilmeleri ve bu müesseselere hile ve yalancıların girebileceği bütün kapıların kapatılması gerekir. Bu esaslar ülkenin çatısına direk olur. Varlığını sağlamlaştırır. Maalesef bugün, biz bu meselede gereken titizliği gösteremiyoruz. Mesela bir polisi yetişrirken, ismi. Abdullah veya Abdurrahman oldukça müslüman kalacağını zannediyoruz. Ona sadece memuriyet hayatında lüzumlu olan bilgileri vermekle her şeyin bittiğini zannediyoruz. Sarsılmaz imana sahip müslüman bir polis olması için gereken ilgiyi göstermiyoruz. Eğitim sistemimizin diğer milletlerin eğitim sistemlerinden ayrı bir tarafı mı var ki.. Aynısı Noktasına virgülüne varıncaya kadar kobye... Rabbimin merhamet ettiği kişiler hariç, emniyet memurunu fevkalade mühim hususlarda doğruluğa sevkedebilecek kadar islam ahlakı almadan mezun olan polisler işte bu nizamın meyvesidir. Eğer kendisinde islam ahlakından bir nebze pırıltı varsa, bu yine eğitim sistemimizin değil bilalkis önceden başka kaynaklardan aldığı terbiyenin mahsulüdür. Böyle bir eğitim neticesinde şayet emniyet memurlarımız rüşvet illetine dadanırlar. Çeşitli suç ve rezaletler elleri altında yayılır kaçakçılar emniyetin gölgesinde himaye görürse sakın şaşmayınız. Çünkü sizler bu adamlara İslamın faziletlerini, ahlaki değer ve kıymetlerini göstermediniz.İ
SLAMI ESASLARINA BA⁄LIASKER
İ E⁄İTİMİN ZARURETİİ
slam ülkelerindeki askeri eğitimle ilgili hususlara gelince...Sizler baz
ı muharebelerde oruduların ve askeri birliklerin kahramanlıklarını görmüşsünüzdür. Kalblerinde yanan mukaddes cihad ateşini. Allah (c.c.) yolunda şehit olmak için nasıl can attıklarını, ölüm için nasıl hazırlandıklarını dikkatle takib etmişsinizdir. Bu nevi bir eğitim kaynağı hiç bir zaman bu günkü eğitim müesseselerimiz olamaz. Bu türlü bir eğitimin kaynağı, ya şecaat sahibi mücahitlerin kalblerine. Allah (c.c.) ve Rasulünün (s.a.v.) sevgisini yerleştiren müslüman annelerdir, ya da bu kahramanların gönüllerine ecdadından kalan gelenekleri. Allah (c.c.) peygamber (s.a.v.) ve mukaddes cihad düşüncesini. Allah (c.c.) yolunda şehit olma fikrini yerleştirip bugünkü eğitim sistemimizin muhtaç olduğu iman tohumların eken islam cemiyetidir.E
ğer islam cemiyetini bozmak için bütün gücümüzü seferber edecek olursak, İslam tasavvuru ve onun temiz mirasından geriye ne kalır? Gelecek nesillerin bu kıymet ve değerlerden mahrum kalmaları kaçınılmaz bir felaket olur. Zira günümüzün ilim yuvalarınan mezun olmuş kızların elinde yetişen neslin İslam düşüncesi ve islam ahlakıyla bezenmiş bir nesil olacağını zannetmiyoruz. Fakat istisnalar olabilir... Çünkü annesini namaz kılarken, oruç tutarken, Kur’an okurken görüp ondan Allah (c.c.) ve Rasulünü (s.a.v.) işitenler hariç tutulacak olursa İslam düşüncesi ve icraatı genç kuşaklara yabancı geliyor, intibak oldukça güçleşiyor.Fakat dillerinde sinema y
ıldızlarının, dansözlerin, kadınların isimleri, yeni filimler, oyun ve eğlenceler üzerinde yapılan yorumlar revanjda, Allah (c.c.) rasulünü (s.a.v.) ismini ayda yılda ağzına alan istikbalin annelerine gelince... Bu tip annelerin kucağında büyüyüp yetişen gençlerden biri Allah (c.c.) Rasulünü (s.a.v.) ismini müdafaya ve bu uğurda ölüme gidebilir mi? Zaman zaman bugünün bazı gençlerini tarihte ender görülen kahramanlıklara ve büyük çapta fedakarlıklara sevkeden Allah (c.c.) yolunda şehid olma aşkını kalblerinde hissedebilir mi? Ve bu uğurda gözlerini kırpmadan ölüme kucak açma cesaretini gösterebilir mi?E
ğer biz hakikaten canını ve malını Allah (c.c.) yolunda feda edebilen bu uğurda ölümü tercih eden islamın hayat nizamını ve İslam ülkelerini müdafada her türlü tehlikeyi göze alan bir gençlik hazırlamak istiyorsak, yüksek askeri eğitimin yanında gençlerin kalblerinde imanın köklerini değiştiren, müslümanın Allah (c.c.) yolunda düşünebileceği en büyük fedakarlık örnekleri veren İslamın eğitim sisteminden başka çıkar yol yoktur.İ
şte bu sistem, bizden katbekat üstün düşman kuvvetlerine karşı varlığımızı koruyan yegane zırhtır. Vücudumuzu ortadan kaldırıp mahvetmek için planlar çizen düşmanlarımızla dolu dünyada, bize şerefli bir hayat bahşeden ve bizi koruyan çelikten bir kaladır.Allah (c.c.) dü
şmanlarımıza fırsat vermesinDavam
ızın sonu alemleri rabbına hamddır.
SULH ve SELAMET
İNYOLU
İKİNCİ KİTAP
ÖNSÖZ
İslamiyet hakkında genel bilgiler veren çalışmaların İngiliz dilindeki neşriyatına epeyi zamandan beri ihtiyaç duyulmaktaydı. İslamic research Academy 12 takımlık bir risaleler külliyesi ile İslamiyetin çeşitli alanları hakkında bilgiler vermektedir. İslamiyetin tabii ve karakteristik vasıfları din özelliği, hayat hakkındaki fikri, sosyal dayanışma ve zamanımıza hitabı gibi çeşitli bilgiler verilmektedir. Her risalede İslamiyete ait husus incelenmiştir, fakat külliyenin takımı sizlere islamiyetin fikriyat felsefesi hakkında tatminkar bilgiler verebilecektir. Bu seride polemik (münakaşayı mucip) her türlü hususlarda dikkatle kaçınmış bulunmaktayız. Bunun yerine islamiyeti basit hatlarla öğretmek, açık ve özlü bilgiler vermek ciheti tercih olunmuştur. Öyle ümit ediyoruz ki, severek okuyacak birisi İslamiyeti anlayacak ve bilgilerden istifade edecektir.
Okuyucular taraf
ından yapılacak fikir teatileri ve tenkitler memnunlukla karşılanacaktır.Karaçi Hur
şid AhmedHaziran 1966 Genel Editör (Na
şir)
ALLAHIN (C.C.) VARLI⁄I ÜZER
İNDEEfendiler size birisi çar
şı içinde büyük bir mağazanın satıcısı, bakıcısı, müdürü, veya diğer yardımcıları yoktur, deseler bilmem inanır mısınız? Hatta arızasız, bütün eşyaların müşterilerin emrine otomatik olarak verildiğini ilave etseler dahi? Hiç aklınız hiçbirinin yardımcısız yapılacağını, veya diğer mağazalarda da böyle şeyler olacığını alır mı? Hiç aklınıza böyle mağazalarda malları mümkün mertebe hırsız ve dolandırıcılardan korumak için bazı kimselerin terafı gözetmekle görevlendirileceği yakın gelmez mi? Kimsenin böyle mağazalarda daha başka türlü hareket edileceğine aklı da yatmaz.Ba
şka bir misal alalım. Birisi size büyük bir fabrikanın hiçbir sahibi olmadan çalıştığını, ayrıca fabrikada işçi, mühendis, makinecinin bulunmadıgını ilave etsin. Onun söylediği fabrikanın bütün parçaları yerli yerinde olsun; makineleri otomatik olarak işlesin ve mükemmel surette istihsalde bulunsun. Şüphesiz bunu saçma, aptalca bir hikaye olarak kabul edeceksiniz ve bildiren, anlatan kişinin aklından özrü olacağını kabul edeceksiniz.Muhakkak ki, deli bir insandan ba
şka kimse böyle saçma şeyleri zırvalanmasına imkan yoktu.Yahut, haydi bunlar
ı bırakalım da, biraz daha akla yakın hakiki misallerden de bahsediverelim. Gözünüzün önünde yanan elektrik lambasının kendi kendine ışık verdiğini inanır mısınız? Hatta en büyük düşünür bile önünüzde bulunan şu sandalyenin şimdiki formunu kendi kendine aldığına sizi ikna edebilir mi? Hatta en ikna edici kişi bile üzerindeki elbisenin insan veya makine kuvveti ile değil, kendi kendine dokunduğunu; yahut dünyanın üniversitelerindeki hocalar etrafımızdaki evlerin tamamen otomatik olarak, kendiliğinden meydana geldiğini izah ediversinler.İş
te bunlar her günkü hayattan alınan gelişi güzel misallerdir.Bu misallerle sizler bir ma
ğazanın satıcıları, sahibi, bir fabrikanın ise mühendis,ameleler işlediğini kabul edersiniz, bunlarsız işlemiyeceğine inanırsanız; Kainatın Yaratıcısı veya Sahib’i olduğuna nasıl inanmıyacaksınız? Dünya harikulade bir yerdir, bu mekanizmanın içinde sayısız canlılar, gök, güneş, ay, kainat, yıldızlar hepsi bir saatın adeta parçalarıdır. Okyanuslardan sular tebahhur eder bulut haline gelir, rüzgar bu bulutları yeryüzünün en uzak köşelerine kadar iletir, uygun ortama gelince bunlar yeryüzünün en uzak köşelerine kadar iletir, uygun ortama gelince bunlar yeryüzüne yağmur şeklinde yağar.Bu ya
ğmur ölü toprağa hayat verir, çeşitli nebatlar, yiyecekler, hububat, ağaçlar, meyvalar, çiçekler yetişir. Şimdi hisseden bir kişi söylesin, bu eşsiz ve muhteşem sistem otamatik olarak sahipsiz, müdürsüz, valisiz, başsız deyiverelim idare edilmiş osun; yaratıcısı bulunmasın. Şüphesiz bir kişinin böyle küçük ve önemsiz şeylerin sandalye, elbise, duvar gibi eşyaların kendiliğinden yoktan var olduğunu söylemesi çılgınlık olacaktır, işte o zaman biz de bu zatla yeryüzünün de otomatikman ortaya çıktığını, kendi kendini yarattığını, hayvanların hayata gelişi, hatta en karışık ve harikulade mekanizma sayılan insanların da hiç yoktan, yaradansız ortaya çıkıverdiğini kabul edebilirmiyiz? Kimyasal analizlerden insan vücudunda muayyen miktarlarda demir, karbon, kükürt, fosfor, kalsiyum, tuz, gazlar ve bunun gibi parçalardan ibaret olup hepsinin değerleri de birkaç Rupi’den fazla (Rupi Pakistan parasıdır) bile etmemektedir. Şimdi içinizden herhangi birisi bu aynı mikyastaki maddeler verilerek aynı tip ve nisbetlerde bir insan vücudu ortaya çıkarıversin, yapabilir mi? Eğer yapamıyorsanız,bu kadar canlı, muktedir ve hareketli insan uçak, televizyon gibi hususları otomatik olarak ve planı, deseni yapılmadan ortaya çıkacağına da nasıl inanıyorsunuz?Bir de anan
ın rahmindeki küçük insan nuftesinin nasılşeklini aldığını, geliştiğini tasavvur edebilir misiniz?Hele babanın bu harikulade gelişmede hiçbir rolü bile bulunmaz. Ne de bu hususta ananın rolü vardır. Hatta aynı zamanda ne ana, ne de babanın bu işlerden haberleri vardır:Ana babanın birer küçük hayat nutfesi (iki küçük nufte) yani tohumu mikroskobun yardımı olmadan görülmez bile bunlar rahimde birleşir. Sonra ananın karnından doyurulur vegelişir. Lüzumlu demir, kükürt, fosfor ve diğer aynı lüzumlu miktarda maddeleri alır. Ana rahminde bunlar bir müddet sonra et parçası haline irtikap eder. Sonra artık belirli şekil almağa başlıyarak çeşitli organlar, vücudun parçaları belirir. Gözler, kulaklar, beyin ve kalp; nasıl bildiğimiz olduğu gibi, kemikler, adeleler de bilinen şekilde vücud büyümeğe başlar. Kısaca belirtmek gerekirse küçük büyük her bir vücud parçası nasıl dosdoğru olarak yerlerini alırlar. Bundan sonra embriyo (cenin) hayat kazınır, hislenir, düşünme kuvveti ve bunun gibi binlerce özelliğe sahip olur. Embryo nihayet tam insan şeklini ana rahminde aldıktan sonra bir kaç ay daha kalarak dışarı çıkar ve dünyadaki serbest hayatına atılır. Bunlar gibi hergün sayısız olaylar olmaktadır, bunların herbiri de diğerinden ayrı olup görünüşü, bütünü, sesi, tertibi, kuvveti, ibtidatı, kıymeti, idrak sistemleri biribirlerine benzemezler. Hatta aynı ana ve babanın kardeşleri bile biribirlerine asla benzemezler. Bu anlattıklarımız hakikaten aklımızı karıştıran, bizleri serseme çeviren harikalar, mucizelerdir. İdraki olmayan kimse bu harikulade hayata gelme sistemini, sayısız halde birbirini takip eden nesilleri anlayacak akıl ve kuvvete malik değildir. Allah (c.c.) geniş bilgi ve eşsiz yapım, yaratma kuvvetine sahiptir.ALLAH’IN (c.c.) B
İRLİ⁄İHaydi biraz da daha uzaklara gidelim. Birazc
ık aklı olan bir kişi büyük küçük hiçbir işin muntazam ve iyi işlemesi için bir tek kişinin sonra yetkisi olmadan çalışamıyacağını idrak eder. Bir okulun iki müdürünün olduğunu hiç işittiniz mi? Veya bir dairenin iki müdürü olduğunu, bir ordunun iki başkumandanı bulunduğunu, bir memelekette iki reisi cumhurun hüküm sürdüğünü. Herhangi bir olayda bir enstitünün çift kontrol sistemi ile tesirli iş yapması kabil mildir?İ
şte öyle bir hakikat düstürudur ki, ufacık hissi bile olan kimsenin şüphe ve tereddüt duymadan kabul edebileceği husustur. İşte bu hakikatı aklınızda tutarak biraz da etrafınızdaki dünyaya ve geniş, eşsiz kainata nazar eyleyiniz. Daima haraket halinde bulunan milyonlarca gezegenlere, yıldızlara bakınız, yaşadığınız dünyaya, gece yükselen aya, yükselen -batan güneşe. Mars Jüpiter, Merkür, Saturn, Venüs ve diğer sayısız yıldız ve gezegenler hızla dönen toplar gibidirler. Onların idareleri, hareketleri o derece kati kaideler ve matematiki bir tayin olunmuş hassasiyet gösterir ki... Güneşin doğuşu ve batışında evvelce tayin olunmuş zamandan evvel veya sonra herhangi bir düzensizlik görülebilir mi?dünya, ay ile hiç çarpışır mı? Güneş bilinen yörüngesinden sapıp, başka tarafa meyledebilir mi?Hatta bir saç genişliği kadar olsun deyiverelim bir gezegenin yörüngesinden sapıtmış olduğunu görmüş veyahut ta işitmiş misiniz?Bir saatin parçaları gibi alemde trilyonlarca yıldız ve gezegenlerden bazıları dünyamızdan milyonlarca defa daha büyük, bazıları güneşten binlerce defa iri, hepsi tayin olunmuş yörüngelerinde son derece dakik ve normal olarak dönmektedirler. (Seyretmektedirler.)Hiçbirinin saniyenin bilmem kaçında biri kadar şaştığı veyahut saç kalınlığı kadar yörüngesini şaşırdığı olmaz. Uzaklıkları ve biribirlerine karşı olan münasebetleri de ayrıca tanzim olunmuştur, hatta bunlarda bile olacak en ufak değişiklik, kainatın alt üst olmasına bile sebep olabilirdi. Öyle tehlikeli durum arzederdi ki, sayısız gezegenler biribirleri üzerine düşen demiryolu kataraı vagonları gibi, üst üste yığıla kalırlardı...Biraz da gökten yere inelim, ya
şadığımız dünya ve kendimize bakalım. Yeryüzü ve hayat sistemi son derece sağlam kanun ve nizam ve sistemleriyle donandığına bizler şahitlik edebiliriz. Misala vererim:Cazibe kanunun bütün yeryüzündeki e
şayaları merkeze doğru çeker, eğer yeryüzünün çekme kuvvetin gevşemiş, zaafa uğramış olarak bir an için düşünsek, o anda dünyanın parça parça olması işten bile değildi. Bu mekanizmanın bütün parçaları tekerlekleri, dingil dişleri diyelim en büyük teşkilat son derece muntazam ve dakik idare olunur ve hiç bir parçasında da en ufak bir değişiklik görülemez. Bunun gibi hava ve suyun nizamı mekanizmanın içinde yerini almıştır, keza aydınlık mefhumu da aynıdır, mevsimler biribiri ardından tayin olunan ve çok sıkı nizam altında hüküm sürerler. Yer, taş, maden, elektrik, buhar, ağaçlar hayvanların hiçbirisi biribirlerine bağlı oldukları kanunların haddini aşamazlar, yahut ta kalitesi, nisbetini değiştiremez (değişmez), veyahut kendisi için uygun görülen bu nisbetleri reddedip atamaz. Hepsi bir makinenin parçaları olarak biri diğeri ile işbirliği ederler, bütün bu olaylar dünyamızın içinde olurlar. Olaylara tekamüllere bizler zaten şahid bulunuyoruz, hepsi, bütün eşyalar ve nesneler birlik halinde, biri diğeri ile alakalı olarak bulunmaktadırlar.Önemsiz gibi gözüken, ço
ğumuzun dikkatini bile çekmeyen şu tohumun toprağa atılması meselesini ele alalım. Tohumun çimlenmesi ve büyüyüp nebat halini alması için yeryüzü ve gökyüzünün müşterek işbirliğinde bulunarak müsait ortamın meydana gelmesi gerekmektedir. Aksi takdirde yetişemez, büyüyemez. Toprağın bitmez tükenmez kaynakları onu besler, büyütür. Güneş tohuma lüzumlu sıcaklık ve ışığı sunar. Su ve hava gerekli vazifelerini ifa ederler. Gecenin serinliği ona gerekli rutubeti, gündüzün sıcaklığı ile de birlikte filizlenir ve büyür. İşte böylece çeşitli elemanlarla aylarca, yıllarca tohum ve nebat büyür beslenir, yavaş yavaş, muntazam bir şekilde devam ederek ağaç halini alır ve meyvalar verir.Bütün nebatlardan yiyecek temin edersiniz, onlar kar
şılıklı çeşitli kuvvetlerin tesiriyle büyürler; hakikatte sizlerin canlı kalışı yaşayışı yalnız yer ve gökteki çeşitli kuvvetlerin müşterek işbirliğinden ileri gelmektedir. Eğer bu elemanlardan birisi iş birliği etmekten vazgeçip çekiliverirse hayat derhal imkansız hale gelcektir. Mesala havanın bu işbirliğinden ayrıldığını göz önüne getirirsek muhakkak o zaman yokolurdunuz. Eğer su hava ile birlikte dünyadaki müşterek işbirliğine yanaşmaz ise hava sıcak olacak ve yeryüzüne bir damla bile yağmur düşmeyecekti. Toprak su ile işbirliği etmez ise, bahçeniz kuruyacak, nebatlar asla olmayacak, evlerinizi bile yapamıyacaktınız. Eğer ateş alev alma hassasını, yapmasa soba, fırın, değirmen, fabrika vazifelerini yapamıyacaktı. Demir ateşe karşı olan kimyevi reaksiyonunu burasa, ne bıçak, iğne, motorlu araba, demiryolu ne de büyük makineler yapılabilecekti. Kısacası: yaşadığımız dünyada çeşitli harikulade hakikat kanunlarının varlığı sebebiyle müşterek ve olgun karşılıklı işbirliği görülmekte ve en ufak bir kısım bile vazifesini ihmal veya reddetmemekte, emrolunanı kanun ve nizamlar çevresi içinde,üzerine düşeni yapmaktadır.Şimdi yukar
ıda söylediklerimizde herhangi bir yanlış veya eksik husus bulabildiniz mi? Herhangi birinizin beni yanlışlıkla itham edeceğini sanmıyorum. Eğer hepsi doğru ve kendi serbest müşahedelerinize dayanıyorsa bu muhteşem olay, fevkalade ahenk, mükemmel ortaklaşa hareketlerin bulunduğu sayısız eşya ve parçaların bir aradaki uygunluğu bulunan kainat üzerinde düşünürsek bunların tabiat üstü, düşünce üstü olma sebebini hissetmez miyiz? Kainatın teşekkülü bizim halen gördüğümüz gibi milyarlarca yıldır da ayni değilmidir, milyonlarca yıldır ağaç yetişmektedir, hayvanlar yaşamaktadır ve nihayet çok eski tarihten beri de dünyada insanlar yaşaya gelmişlerdir. Fakat Kainatın hatlarında ne hata ne de bozulma asla olamazdı. Ay yeryüzünün üstüne dişmemiş, veya yeryüzü güneş sebebiyle asla kararmamıştı, gece gündüz ve bununla ilgili kanunlarda bir saniyelik şaşma olmamıştı.Bunlar gibi hava ile su biribirleriyle kar
ışmamış, kirletmemişti, su toprakla karışmakta asla inatçılık etmemiş ve nihayet ateş ile sıcaklık birbirlerinin yardımcıları olmuştur. Her şeyden evvel çeşitli parçaları, ayrıntıları.Kısımları o derece kati, muntazam güzel biribirleriyle irtibat halinde kanun ve nizamlarla durması hayrete şayan husustur. Niye birisi diğerinin aleyhine dengeyi bozmuyor, bu hükümranlık içinde nizamsızlık ve kötü hal veya kargaşalık bulunmamaktadır? Bu çeşitli parça ve kısımları bir tek kontrol ve idare altında tutan hangi kuvvettir? Yürekten söyleyip araştırdığımız bu suallerin doğru cevabını araştırmış olmalısınız. Kainatın hakimi olarak bir TEK İLAHİ Yaradan fikri içinize doğmuyor mu?. O En ÜSTÜN KUVVET - TEK HAKİM olarak Kainattaki her şeyin kanun ve nizamlarına göre O’na tabi olduğunu anlamıyorsunuz? Kainatın birkaç demiyelim, mesela iki tanrı tarafından idare edildiği fikrini bir an için ele alsak, o zaman durumun bu kadar muntazam ve düzgün olarak cereyan etmesine imkan kalmıyacaktı. Nasıl ki küçük bir okulda bile iki müdür bir anda olmayacak, yer ve gökyüzündeki Hakimi’n birden fazla olması nasıl mümkün olabilirdi?K
ısaca söylemek gerekirse, dünya ve onun da içinde bulunduğu kainatın yaradıcısız olmasına imkan yoktur, oradaki işlerin hiçbiri herhangi bir idareci veya sahibi olmadan otomatik olarak kendi kendisine yürümemektedir. Bu varbileceğim tek ve yegane gerçek yoldur. Diğer bir önemli husus ta kainatın yaradılmış olduğu ve bunun da bir tek YARADAN tarafından meydana getirildiğidir. Muntazam, doğru, tesirli olarak işlerin yürütülmesi, kontrolu ancak bir tek İDARECİ işidir ve O’nun tarafından yapılmaktadır. Kainattaki umumi kanun ve tabiat kanunlarının durumu, bunların bir TEK HAKİM’in işi olduğunu açıkça göstermektedir. Kainattaki çeşitli kanunların varlığı da burada bir TEK HAKİM’in varlığını gösterir Yer ve gök aradaki her şey güneş, ay yıldızlar hipsi ONUN kontrolu altındadır.Yeryüzü, bütünü ve elemanlar
ıyla ONA tabidir, su, ırmaklar, dağlar, ağaçlar ve hayvanlar hepsi onun eseridirler. İnsanın hayatı, ölümü, onun idaresi altındadır, Onun kuvvetli idaresinde bütün Dünya kontrol olunmaktadır, hiçbir şey veya husus Onun Allah’ın (c.c.) malını izah için kafi gelmez.Hakikaten de Kainat
ın mükemmel hareketi ve uygunluğu birden daha fazla hakim veya idaresinin elinden çıktığı kanısını vermemektedir. Tabiatın sistemi de buraya dışardan başka bir otoritenin en ufak bile olsa iştirakini reddetmektedir. İşte buna göre TEK BİR HAKİM’i buna göre kabul etmekteyiz, diğer her şey ancak onun emrinde olan tabilerdir. Küçük bozukluk bu otoritede çeşitli olaylar, tahribat ve mani olunamaz sonuçlar doğuracaktır. Bu sebeple muhteşem hükümranlığı yalnız kuvveti değil, bilgisi de bulunur. Bütün Kainatı idare için bu anda her tarafı görme hassası ile derhal anlayış ve buna göre hemen harekete geçme ihtiyaç, bu taleplere göremi verme Kainatı idare hususu gereklidir. Eğer küçük tanrıcıklar bulunsa idi, Kainatın organizasyon sistemi alt üst olmuş bulunacaktı, bunda şüphemiz bulunmasın. Onun sonucu da kainatta olduğu dünyanın bazı kısımları da idare bakımından paylaşılacaktı. En basit bir makine bile anlamıyanın elinde atılmağa mahkum olup nasıl kullanılacağı bilinemez olduğu malumdur. Kainat sisemine nazar ettiğimizde; yer ve gökyüzü o derece mükemmel kanunlarla yürütüldüğü görülmektedir ki, hiçbir kuvvetin buraya ortak olmadığı anlaşılmaktadır, Allah (c.c.) ile en ufak derecede bile osa hiçbir şeyin idarede hakkı bulunmadığı apaçık ortaya çıkmaktadır.Bu sadece hakikat
ın kendisi değldir, hakikaten ve mantıken Allah (c.c.) kainatın hakimi olup, hakimiyette kimse ile de ortak olmaması prensibi her hususun üstünde kati bildiğimiz bir hakikattır. Onun yarattıkları, yaşayanlar, mevcut nesneler hep acıdığı, merhamet ettiği, onun bir an için vermediği kuvvet ve kudretle yaşamayıp ölen canlılar hiçbir şekilde hakimiyetine ortak olamazlar. Hiç hizmetçi sahibi ile evinin sahipliği üzerinde hak idia edebilir mi? Yahut aksini düşünelim bir sahip üzerindeki hak ve kuvvetleri hizmetçisi ile paylaşmağa rıza gösterir mi? İşte bunlar gibi hergünkü hayatımıza ait misaller yalnız Kainat hakikatlerine zıt olmayıp, akıla, tabiata, hakikate ve mantığa da zıt misaller olarak karşımıza çıkarlar.İ
NSAN IZDIRABININ HAKİKİ SEBEBİEfendiler,
İşte bunlar dünya ve Kainatın basit hatlarının hakikatları olup, hiçbirimiz bu dünyaca hür olarak hareket etmek imkanına sahip bulunmaktayız. Hakikatte herbirimiz bir makine veya sistemin bir parçası olarak yaşamaktayız. Hepimiz için bu hakikatler bir temel olduğu gibi, bütünüyle dünya için de aynidir.Bugün hepimiz
şaşkınlık ve karışılık içinde biribirimize şu susali sormaktayız. İnsanlık sulh ve selametten niçin bu derece mahrumdur.Niye daimi surette çe
şitli zorluk ve belalar içinde yaşamaktayız? Hayatımızın nizamı niye yok olup gitti? Gördüğümüz milletlerin daimi şekilde biribiriyle didişmeleri, memleketlerin diğerleriyle mücadelesi insanların diğer hemcinsleri ne kurtun saldırışı gibi ısırmalarından ibarettir. Milyonlarca insan harpler sebebiyle öldürüldü yaralandı veyahut memleketlerinden sürüldü, insanların meskenleri tahrip ve malları işleri yok edildi sayısız milyarlarca lira maddi zararlara uğradı. Kuvvetli zayıfı acımadan ezdi, zenginler ise zavallı fakir halkı zalim hükümetlerin adamları da kanunları alt üst ettiler Zengin serveti ile sarhoş baştaki idareciler gaddardılar. Ne arkadaşlığa sadakat kalmıştı, imanlı kişiyi öfke ile mukabele ediliyordu. Hiçbir ahlaki doğruluk kalmamıştı. İnsanlık imanlı kişilerini kaybetmiş Allah’sızlık temeli olan dinleri de dahi her tarafı bulunuyordu. İnsanlıkta sayısız gurup ve kısımlara ayrılmış herbiri de diğeri ne zorla ürküterek veya bunun gibi inandığı doğru saydığı yolda zarar vermeğe çalışıyordu.Bu
şeytani şeylerin ve eziyetlerin sebebi ne olabilir? İnsanlık dünyasının dışında gördüğümüz husus Kainatta hüküm süren çok mükemmel sulh ve sukundur. Yıldızlarda, havada, suda, ağaçlarda, hayvanlarda, daima sulh bulunur. Bu yaradılmış makinenin insanların da bulunduğu dünya dahil sulh içinde dönüp gittiğini herhangi nisbetsizlik, uygunsuzluk, disiplinsizliğin olmadığı görülür. Niye insan hayatı bu saadetten mahrum kalmaktadır?Bu birçok kimselerin
şaşkınlık içinde bocaladığı zor fakat lüzumlu bir sualdır. Fakat araştırırsak cevabının o kadar zor verilmediği anlaşılacaktır. Bu halde sizlerin düşünceleriniz için biraz manevi gıda olarak bu durumdaki teşhisim şu oluyordu:İ
nsanın acı çekmesinin sebebi doğruluk ve hakikat yollarının aksine kendisine bir geçit hazırlamış olmasıdır onun hayatı doğruluk ve hakikatı arayıp bulmadıkça selametin ne olduğunu anlayamıyacaktır.Yukar
ıdaki cevabı anlamak ve takdir etmek zor olmayacaktır. Trenle seyahatı ele alalım, hareket halindeki vagondan evinizin kapısından çıkar gibi çıkmak isteyiniz, sanki veranda veya avluya çıkmak istiyorsunuz gibi burada sizin hayaliniz yine sizlere yardımcı olmayacak, kapı avlu veya verandaya açılmayacaktır, veya o şekle dönmeyecektir. eğer tren vagonun kapısından ev kapısı gibi çıkmağa kalkarsanız sizi hiç umulmayan kötü bir akibet bekleyecek, en aşağısından bir yeriniz yaralanacak kemiklerimiz kırlacaktır. Tıpkı bunun gibi siz kendimizi bu dünyanın sahibi İLAHİ KUVVETİ kabul etmeyip kendi nefsinize ALLAH’tan (c.c.) başka bir tanrı bulsanız dahi hakikatler yine değişmeyecektir. YARADAN hala kainatın HAKİMİ ve SAHİBİ olmağa devam edecektir, ONUN geniş diyarında yine tabileri olarak yaşayacaksınız, hükmü ve idaresi altında kalacaksınız. Bu yanlış yolda gitmekte devam ettiğiniz takdirde, hakiki yol olduğuna inansanız bile sonunda hayaliniz sizi acı ve ızıraplara sevkedecektir.Sizin için aç
ık olan hakikat Kainatın herhangi bir dış Kuvvetle yaratılmayap ALLAH’ta (c.c.) bunun sahibi ve hakimi olduğudur. Kendinizin de kabul edeceği gibi O Kainatın sahibidir, ONUN sahipliği sizin kabul edip etmemizle alakası veya tabiiyeti bulamaz. HAKİMİYETİ içine sizin kuvvetiniz de girmektedir. Dünyayı olduğu gibi sizi de O yaratmıştır. Yer, Güneş, Ay ve Kainatta bulunanlar ve mevcut bütün kuvvetler Onun emrine tabidirler. Sizleri canlı tutan her türlü kuvvetler onun malıdır. Sen bütün varlığın ile Onun arzusuna tabisin İşte bunlar öyle kati ve sağlam hakikatler ki en ufak şekilde değiştirmekten aciz bulunmaktasın. İstersen Onu tanımakta inkar et, Ona karşı gözleri kapa, tanımadığını söyle, ne yaparsan yap, olduğu yerde kalacaksın.Sizlerin bütün bu hakikatleri reddetmeniz o hususlarda herhangi bir de
ğişiklilk yapmanızı da imkan vermekektedir; fakat tam aksine O senin üstünde istediğini yapacaktır. Eğer, bütün bu hakikatleri kabul eder kendi durumunu anlarsan saadet, sulh, sukun içinde hoşnut, nizamlı hayat geçirebilecesiniz demektir. Eğer hakikatlere gözünüzü kaparsanız, tıpkı hareket halindeki vagondan kendi evinin kapısını açar gibi açıp çıkan kişiye benzersiniz. Muhakkak ki kendinize zararınız olacaktır, bir yerinizi yaralayacak veya kıracaksınız, hatta hayatınızı bile kaybetmeniz mümkündür fakat yalnız, ve yalnız hakikatların asla değişmeden kalacağından şüpheniz hiç olmasın.Yukar
ıda izah ettiğimiz hakikatlere ait bu durumlarda sizlerin hakiki yerinizin ne olabileceğini tabii olarak bana söyleyebilirsiniz. Bu takdirde cevabım şu olacaktır: Bir ev sahibinin karşısındaki hizmetçinin durumu nedir? Onun vazifesi sahibinin emirlerine bağlı kalmak değil midir? Onun arzusuna göre çalışmak ve bir hizmetçi olduğunu bilerek çizmeden yukarı çıkmamaktır. Hizmetçinin yapacağı iş ve vezifesi işte budur. Tıpkı bunun gibi küçük bir subayın emirleri üst makamlara ulaştırması gibi olup subay büyüğü ile kendisi arasındaki mevki farkının haddini aşmaz. Eğer bir an için kendinizde de biraz kuvvet olsaydı isterse hakiki bağışlanma yoluyla gelen servet olsun, kendi arzu ve emirlerinize göre hareket ederdiniz. Bir memlekette yaşadığınızı farzediniz, bütün kuvvetler mutlak olarak bir kişide toplansın, onunla sizin aranızdaki münasebet ne olabilecekti? Kanuna tabi, muti sulh içinde yaşayacak vatandaş olmağı istemiyecek miydiniz? Eğer orada kuvvet ve kudretin kendi emrinize geçmesine karar vermiş olsa veya sadakatınızı başka memleketteki hükümdara arzetseydiniz, bu, memleketteki hükümdara karşı isyan sayılıp cezalandırılmayacak mıydı?İ
şte bu misaller bizlerin HERŞEY KAADİR YARADAN’ın Kainatında bulunan hakiki mevkiimizi gayet açık olarak belirtmektedir. O sizi yaratmıştır, çok açık olarak belirtmektedir ki, bizim yaşamamız YARADAN’ın arzusu ve emirlerine göre olacaktır, tek vazifeniz de budur. O kendi hazinesinden sizi muhafaza ediyor ve besliyor, sizin durumunuz hiçbir kuvvet hakkı olmayan bir hizmetçi gibidir. O siz de dahil bütün dünyanın hakimidir. İdaresi altında Ona tabi olmaktan başka durum veya haliniz yoktur, bulunmamaktadır. Yer ve Gök hepsi KENDİ malıdır, İdare ve geleceği ait hususların hepsi ONUN emri ile olmaktadır. Dünyayı kendi arzu ve emelinize göre döndüremezsiniz, isteğiniz bile sonunda hüsranla bitecektir. ALLAH (c.c.) Kainatta bütün kuvvet ve haşmetiyle hüküm sürer. Gök ve yereki herşey onun kuvveti altındadır. İster kabul et, ister etme sen de Ona tabisin. Hiçbir insan büyük küçük zengin, fakir, Ona tabi olmaktan başka hiçbir durum veya hali talep edemez. Onun kanunları Kainattaki gördüğümüz kanunlardır. Emirlerine yalnız şanına layık şekilde itaat gereklidir. Tabi olanlarından hiçbirinin de Onun hakimiyetine karşı gelmeğe, kendi durumu için münakaşa etmeğe hakları bulunmaz. Ne de ferdi veya gurup halinde kendi nefislerini tatmin için kanunlar yapıp YARADAN’ın fertlerini buna icbar etmeğe, ve ALLAH’ın Kanununu terkettirmeğe hakları bulunur. Hatta ne de herhangi bir devlet kendi otoritesini kullanarak İLAHİ KUVVETİ, OTORİTEYİ hakir görüp halkı İLAHİ EMİRLER yerine kendi emirlerini itaate zorlayabilir. Hatta bir gurubun HAKİKİ HAKİM dururken insan yapısı kanunları kabul etmesi, hakiki HAKİM’i reddetmesi Onun yerine gayri kanuni ve kendi kendine tayin ettikleri otoritelere itaat mümkün değildir, ve olamaz. Bütün bunların hepsi bir isyan hareketidir: uyduruk, gayri kanuni taleplerle hükümranlık ve hükümranlığını tasdik için yapılan hareketlerin hepsi de büyük ölçüde isyan belirtisidir ve bu haddi aşan mücrimler er veya geç muhakkak cezalarını bulacaklardır.ALLAH her
şeyi doğrudan doğruya hükümleri altında tutar, ve bizlerden herhangi birimizi ne zaman ARZU BUYURURSA geri çağıracaktır. Yer ve gökte ONUN İLAHİ KUVVETİNDEN ve HAKİMİYET ve KANUNUNDAN kaçacak kuvveti bulamıyacaktır.Ölümden sonra cesediniz topra
ğa gömülecektir, herbir parçası toz olup yanacak havada kaybolacak, yahut ta denizlerde balıklar tarafından yutulacaktır. İsterse deniz suyunda erisin, ne olursa olsun İLAHİ KANUNDAN hiçbir şekilde kaçamıyacaksın. Hava, toprak, su balıklar, herşey, hepsi ALLAH’ın emrindedir. Emir verdiği an derhal önünde bulunu vereceksin, ve o zaman KENDİSİ herbirinize şunu söyleyecektir. Bir hiç olduğunuz halde ne hakla BENİM yaratıklarım ve kullarım üzerinde hüküm sürmeğe kalktınız? Bu selahiyeti benim hükümranlığım olan yerde nasıl kullanabildiniz?Memleketlerimde kendi zorla icbar ettirdiği kanunları nasıl tatbik ettirdiniz?Maiyetim olanlara niye yalanlar uydurarak hakimiyet kurmağa kalktınız?BENİM hizmetçilerim olduğunuz halde niye gayri kanuni başkanlar edinip onlara itaat edindiniz?Benim Hazinemden sizleri doyurup muhafaza ettiğim halde niye maişet için diğerlerine inanıyor, yollarında gidiyorsunuz?Benim kullarım olduğunuz halde onlara itaat ediyorsunuz, kanunlarını tanıyor, emirlerini dinliyor, benim hükmüm altında olduğunuzu unutuyorsunuz? Düştüğünüz bu hal nedir?Ş
imdi, bu durumda içinizden birisi acaba ne cevap verebilecektir. Orada sizleri müdafaa edebilecek hukuki zayıf noktaları bilen maharetli avukatlar bulabilecek misiniz?Bu isyanınızdan kurtaracak reçete veya çareye malik misiniz?Efendiler, i
şte size yalnız sual değil aklınızı da kullanarak cevap vermenizi istediğim bir husus vardır. Ferdi, gurup veyahut toplum olarak insanların hüküm sürmeğe, kanun yapmağı yahut Hükümranlık etmeğe muktedir bulunmaktamıdırlar? En basit bir makinenin bile kullananın anlamadıktan sonra atılmağa mahkum olduğunu unutmamak gerektir. Bir motorsikleti, hiç anlamayan bir kişiye tevdi ediniz, adam süremediği için çok geçmeden hiddetlenip kızacağınız şüphesizdir. İşte bunun gibi bir cansız çelikten yapılmış makine eğer insanın nasıl kullanacağı hakkında teferruatlı bilgiler olmaz ise asla kullanılamıyacağı gibi, bunun gibi son derece karışık ruhi, pisikolojik hayatın sayısız halleri herkesin yüzyüze geldiği birlerce meseleler onbinlerce zorluklar değil kişilerce yürütülmesi; idaresinde, bunları anlamakta bile o kadar aciz durumda bulunmakta olduklarını bilmiyorlar mı?Bunlar gibi bir acemi kanun yapmağa kalkar ve böylece insan hayatı üzerinde tehakküm etmeğe yeltenirse akibeti kendisine emanet edilen motorsikleti kullanamıyan beceriksizin durumuna düşer. Sizler de zaten görmektesiniz, nerede Allah’ın Kanunları yerine insan yapısı kanunlar konmuş ise, İlahi kanunlar alaya alınır sulh, sukunet kalmaz, hakiki manada idareler ortadan kalkar. Yerine tam tersine şiddet, kan dökme, tazyik, adaletsizlikler, sahte kahramanlık, tahkir gelir, insanlar biribirlerinin kanlarını emecek dereceye varırlar. Halkın manevi kuvveti parça parça edilir, sosyal bünyesi tahribata uğrar. Allah’ın (c.c.) bahşettiği kuvvvet ve hususlarla insanlar insanlığın saadeti ve ilerlemesi için bunları sarfedeceklerine bilakis tahribatı için çalışırlar.Bunun, insan
ın dünyayı hakiki bir cehenneme çevirmesinin sebebi acayıp küçük yaramaz çocuğunkine benzemektedir: o çocuk ki elindeki makinenin mekanizması çalışması hakkında ya çok az bilgisi vardır, yahut ta hiç yoktur. Makinenin yapıcısı onun mekanizmasını, gizli taraflarını ve tesirli nasıl çalışacağını yalnız kendisi çok iyi bilmektedir. Eğer insanlar bu hüsran dolu yoldan tekrar yürüyüp YAPICI’nın ortaya koyduğu kanunların izinden, insan makinesinin öğrenilmesine girişir o yola revan olursa insanlık tehlikeden o derece uzaklaşacağı, yaralarının sarılacağı ve hayata yeniden kavuşacağı muhakkaktır. Ancak bunları yapmakla bütün meseleler ve üzüntüler giderilebilecektir. Başka yolu yoktur.BU ZULÜM NEYE:
E
ğer meseleyi biraz daha derinden bakacak olursak, sizler insanların kendi cehaletleri yanında yıkılmış birçok hassalarının niye bu hale geldiğini anlayabileceksiniz.İ
nsan veya insanlık denince ferdi, ailevi veya millete ait hususlar akla gelmemelidir. Bütün kişiler insan olarak kendilerini bilip doğru yaşamanın hayatın icaplarından olduğunu bilmelidir; hepsi adaletli, şerefli, yüksek olarak dünyaya gelme hak ve şerefi bahşedilme lütfuna ermişlerdir. İnsan saadeti dendiği zaman da herhangi bir şekilde ferdi, ailevi, millete ait husus değil bütün insanlığın saadeti olarak anlaşılacaktır. Bazı bela ve zorlukların mücadelesinden sonra gelen saadeti insan ve insaniyet nedense pek arzu etmez. İnsanlığın saadeti demek değildir ki, bir gurup veyahut sınıf ve milletin malıdır bu bütün insanlığın malı olmaktan başka manaya gelmez ve gelmemelidir.E
ğer bu vasıf hakikatı hazmetmiş iseniz, insanlığın saadet ve selameti için ne yapmayı düşünüyorsunuz?Ben kendi hesabıma insanlar arasında farklar gözetmeyen kanunların yapılmasını gayem olarak görmekteyim. Eğer bu yapılırsa hakikatı arayanlar hiçbir zaman başka yere, ailesine, guruba, millete yanaşmıyacaktır. Eğer layıkı ile tatbik edilirse bir kişi emrindekilere cehaleti veya kifayetsiz bilgisiyle kötü idare, ne de şahsi otoritesini kötü kullanması, veya bir kişiyi diğeri aleyhinde koz olarak ele alması, birinin diğerine düşman kesilmesine fırsat verecektir. İşte hakiki adaletin bütün şahıs, millet, sınıf ve guruplara dağıtılmanın ve meydana getirilmesinin yegane yolu da budur. Tazyik, adaletsizlik ve barbarlığın kaldırılmasının tek yolu işte budur.Bu meseleyi yukar
ıdaki gibi kabul edersek, yeryüzünde bahis konusu belirtilmiş bir kişinin o derece iyi, adaletli, bitarar kendi şahsiyetini bir kenara atmış ve bütün insanlık hisleriyle dolu olan bir kişi akla gelebilir mi?Bu sualime hiçbirinin kati cevap verece
ğine inanmıyorum. Bahsettiğimiz bu güzel sıfatlar yalnız Allah’a (c.c.) mahsustur. Hiçbir insan da kendisine mal etmeğe düşünemez bile. Bir kişi ne kadar geniş yürekli ve tarafsız olursa olsun bir çok şahsi ihtirasları bulunmaktadır, bazı zayıf kısımları vardır. Birçok kimselere diğerlerinden, haklı ve haksız fazlaca bağlanırlar bazılarına fazla sevgi, diğerine antipati (nefret hisleri duyarlar. Hiç bir insan kusur ve zayıf yaradılıştan azade bulunmamaktadır. Bu sebeple niye tazyikler, adaletsizlikleri insan eliyle yapılmış kanunlar çıkarak icra ederiz de, Allah’ın adaletli kanunlarını tatbik etmeyiz; insan yaradılışının ancak Allah’a karşı itaati icap ettirdiğini, emrin yalnız ona ait olduğunu unutuyoruz. Biraz da çeşitli zengin kral ailelerini düşünelim; şereflilik, asalet, efsanevi zenginlikleri, debdebeli hayat ve herkese nisbet verircesine imtiyazları ile diğer halktan tamamen ayrılmışlar ve onlara meydan okumaktadırlar. Onlar kanun üstü yaratıklar olduğundan ne yaparlarsa yapsınlar hiçbir şekilde mahkemeler haklarında dava açamazlar, hiçbir adalet mercii davet edemez. Hatta büyük hata veya yanlışlarını ifşa etseler dahi. Bir çok kimselerin hala krallarından yanlış iş çıkmaz diye kanıları bile bulunmaktadır. Bütün insanların birbirlerinin ayni olmasına rağmen bu kral ailelerin takındıkları tavırlar yarı tanrı imiş gibi halleri, her insandan daha yüksekte bir mevkide bulunmaları ile dikkati çekerler. Diğer kişiler huzurlarına ancak elleri bağlı, dizleri çökük, ürkek ve korkak halde, bütün hayatı boyunca ona tabi, sadık vaziyet takınarak çıkmaktadırlar. Krallar ve adamları halklarından paralar toplayarak pis emelleri için yerler debdebeli arabalar, lüks yerler, eğlenceleri için israflar yaparlar. Bu zenginlerin köpekleri bile milyonlarca kişilerin yediklerinden çok daha lüks nesnelerle beslenirler, hazine böylece sarfedilir. Bu mudur adalet dediğimiz kutsal söz?Yukar
ıda gördüğümüz gibi, bu yaratıkların bütün insanlara karşı adalet ve tarafsızlıkla hüküm vereceklerineinanılır mı?Veyahut Hindistan’
ın Brahman rahiplerini veya diğer dinin rahip kısımlarını, zengin prensleri, asilleri, yarı müstakil lord’ları ve diğer büyük arazi sahiplerini, büyük iş ve endüstri işletenleri aklımıza getirelim, bunların hepsi kendilerini halktan üstün gören kişiler olduğunu bilmemiz lazımdır. Birçok memleketlerde kanunlar hep kitap sayfalarında kalmakta, onları fakir halka kadar tatbiki mümkün olmamaktadır. İdareciler muamelede bir gurupa çok iyi, diğerine kaba, yine aynı guruba hürmetli, diğer guruba iğrenerek muamele ederler, onlara göre yakın oldukları kişiler asil, diğerleri adi kişilerdir; hırsızlar neticede halkı soyup soğana çevirerek yüksek vazifelerini yaparlar. Mutlu azınlığın memnun olması, saadeti için, halkın hayatı, saadeti, malı-mülkü feda edilirdi. Böyle hakimiyet ve nizam adaletli olabilir mi? Onlar kendi ve bulundukları gurupların çıkarlarını düşünmüyorlar mıdır?Ba
şka misal alalım. Kuvvetli bir devletin zayıf milletleri zor kuvveti ile esareti altına almış olsun. Orada herhangi bir kanun veya nizamın varlığını koyduklarını söylemeleri onların kendi kendilerini aldatması olmasın?Onlar üstün ırkız diye bir iddiada bulunsalar dahi, aslında sadece insandırlar. Kuvvetliyiz diyen o milletler, zayıflara önemsiz millet gözüyle bakmakta olup; insan yerine bile koymazlar. Diğer milletlerin üstünde hürmet ve ilginin tutulması için hakim millet lüzum gördüğü her türlü çıkarları yapmakta kendisini yetkili görür, Onlar tarafından yapılmış kanunların manası ise tazyik ettikleri milletle karşı alay olsun gibi sadece zihinleri aldatmaktan ileri gitmemektedir.Tafsilatla girecek kadar çok zaman
ımız olmadığından birkaç misali imalı ve renkli bir şekilde vermek isterim. Şimdi ben sizlere bütün insan yapısı kanunların adaletsiz ve bir zümrenin diğeri üzerindeki hakimiyetini kurmak için yapıldığını belirttim.Bir taraftan da onlar baz
ılarına hakkından da daha fazlasını verirler, diğer taraftan diğer milyonlarca kişinin de tabii haklarını vermedikleri gibi insanlığı ve vekarını ayaklar altına alırlar. Bu adaletsizliklerin sebeplerini çok uzaklarda aramıyalım bir insan kendisine, en yakın aile, ırkı ve milletine sevgi, sempati beslemesi tabiidir. Bu sebeple ayni şekilde sempati ve anlayışla diğerlerine bakamıyacağı gibi kendisine yakınına sevdiğine karşı ancak hoş harekette bulunacaktır.İ
nsan elinden yapılmış kanun ve nizama ait kırıntılarla her tarafı saran adaletsizliklerden kurtulmanın çaresi kayıtsız ve şartsız Allah’ın (c.c.) kanunlarına yönelmekle olacaktır. ONUN gözleri önündeki bütün yaratıklarına aynı muamele eden ALLAH (c.c.) kişilerin acıma fazilet karakter, idare meziyet gibi özelliklerini göz önünde bulundurarak adaletle muamele eder renkleri, sınıfları, milliyetine göre değil.SELAMETE NASIL VARACA⁄IZ?
Efendiler, bir ba
şka, yabancı olmadığınız mesele daha vardır. Açıkça bilinir ki, araştırmalarda mesuliyet hissinin insanları tehdit altında bıraktığı malumdur. Bir insan düşünelim, hiçbir kimse onu adam yerine koymuyor, saymıyor, birşey istemiyor, onu cezalandıracak üstünde kuvvet te yok, tabiatıyla o bütün muntazam hayatını kaybedecek, mesuliyetsiz ve başıbozuk bir düzen içinde bulunacaktı. Bu aile için olduğu gibi millet, geniş manada insanlık içinde aynıdır. Bir aile içindeki otorite sahibi (reis)sözünü geçirme, kontrol kabiliyetini kaybederse, o evde kimse “kitap getir sözüne” bile aldırış etmez. Bir sınıf diğer sınıfa mesuliyet hislerinin kalmadığı zaman tesir ve tazyik etmekte tereddüt etmez. Bir millet veya imparatorluk kendisini kuvvetli gördüğünde haklı da görür, ortalığı karıştırır, zayıf milletleri yok eder ayni; olay hayvanlar arasında da tatbik olunabilir. Kurtlar boyun ve keçileri yemeğe bakarlar. Bugünkü dünyamızın karışıklıkları ve belalarının sebebi, pek çok kişilerin hepsinin üstündeki HAKİM’i, YARADAN’ın üstünlüğünü, yüksekliğini, sahipliliğini tanımamaları ve inanmamalarından ileri gelmektedir. Hepsinin üstünde de bir gün ONUN önüne gelip yaptıklarının hesabını vermeğe, BÜYÜK EŞSİZ HAKİM’in onları cezalandıracağına inanmamalarıdır. Onlar böyle bir HAKİM’e inanmamaları, tanımamaları devam ettikçe tazyikler, karışıklıklar, adaletsizler asla bitmeyecek, hakiki bir sulh hiçbir zaman tesis olunamıyacaktır.KAAD
İRİ MUTLAK-ALEMLERİN RABBİ EŞSİZ YARADAN’dan başka kim üstünlük iddiasında bulunabilir, üstün olabilir?Bir insan
ın var olması için ferdi veya gurup olarak üstün kuvvete sahip, mesuliyetsiz, her dilediğni yapan, Firavun gibi hakim olmak mümkün değildir; tek veya gurup halinde dilediği gibi idare etme, bir karşı gurubu tahrik ederek memnuniyetsizlik doğurur ve alaşağı edilebilirler. Çok değil yakın yıllarda Avrupa Devletleri Cemiyeti Akvam (İsviçre Cenevre’de kurulmuştu) gurup milletler arası andlaşmazlıkları halletmek arzusunda idiler. Fakat hemen pek az zaman sonra, Birlik Beyaz Irka Mensup milletler tarafından dejenere olundular, birkaç büyük devlet elinde de oyuncak haline getirildi, küçük milletlere karşı haksız muameleler tevessül etmeğe yeltendiler. Bu feci duruma şaşırmadık, onların korku hislerinin dayandığı ferd, millet imparatorluk guruplardan zaten bir şey umulamazdı ve yalnız kendi emniyetlerini, çıkarlarından başkasını düşünemiyorlardı. İstenilen kuvvet insan dünyasının üstünde olmalıydı ve lüzumlu bulunuyordu ve bu kuvvet de ALLAH’ın (c.c.) KUVVET’i idi. Eğer bizleri hakikaten kendi saadet ve ilerlememizi istiyorsak, hiçbir başka çareye bakmadan yalnız ALLAH’a (c.c.) güvenmeliyiz; ONA boyun eğip, itaat etmeliyiz. Yaşadığımız bu yerde yaptıklarımızı düşündüklerimizi gördüğünü unutmamalı ve bir gün ÖNÜNDE dünyada yaptıklarımızın hesabını vereceğimizi bilmeliyiz. İşte iyi olmanın ve yalnız tek çıkar yolu budur, böylece yumuşak başlı, adil, kanunlara itaatli kişi olunabilir. Ancak bundan sonra bu dünyada sulh meselesini halledebiliriz ve selamet yollarını çizebiliriz.HALLED
İLMESİ GEREKEN BİR ŞÜPHEKonu
şmamı bitirmeden evel bir şüphenin dağıtılması için sizlerden bazıların zihinlerindeki bir husus üzerinde duracağım. Allah’ın (c.c.) Kainattaki sahipliği o kadar mükümmel ve katidir, belki de toz zerreciklerinden ta güneşe kadar aklımızın aldığı her şey O’nun kontrolunda olduğu halde Allah’ın (c.c.) yanında şu zavallı yaratık insan nasıl oluyordu. Allah’ın (c.c.) İLAHİ KANUNLARINA karşı isyan ediyor onun yeryüzünü altına üstüne getiriyor, kendi hemcinsi insanlara karşı, insan yapısı kaba, haşin kanunlarla zalimcesine hüküm sürüyor?..Pek iyi niye KAAD
İRİ MUTLAK Bunları tepetaklak edip, anında derhal cezalandırmıyor?Bu suale de basit bir
şekilde cevap vermeğe çalışacağım.İ
çinde amir olan bir hakimin kalesini misal alalım. Bütün memleket aynı hükümdarın hakimiyeti altında bulunmaktadır, şehirler emrinde, demiryolları keza, irtibat sağlayan telekomünikasyon tertibatları, silahlı kuvvetleri ve diğer bütün kuvvetlerin hepsini hakimiyetine almış olsun. Etraf birçok hükümdarların memleletleriyle sarılmış ve amir de acıklı, zavallı durumda olsunlar. Eğer hükümdar çok istese tazyik edip amiri itaat altına aldırır ve kendisine sadık kişi yapabilirdi. Fakat onun zekasını kontrol etmek istiyor ve vazife, kabiliyet sadakat hislerinin nasıl olduğunu deniyor. Onu memleketi üzerindeki otorite ve kuvvetine haleldar getirmeyip işini ayarlamak ister.Ş
imdi eğer amir akıllı, sadık ve vazifeşinas ise, asla tabi ve maiyetinde olarak da basiretini elden bırakmıyacaktır, hatta idari kaza hakkı memleket otoriteleri tarafından kısıtlanmış olsa bile... Onun çalışma alanı şimdikinin arzu ve isteği çevresinde bulunuyordu. Bu sadakat ve vazifeşinaslık onun iktidar ve kabiliyetini yükselterek hükümdarın hatta çabucak daha yüksek mevkilere yükseltmesine yol açar.Di
ğer taraftan ayni kale amirini aptal, asi, şeytan ruhlu ve bölgedeki halkı da cahil bilgisiz sayalım. Ona verilen bölge vazifesini kötü kullanarak etrafındakilerle isyana karar verir. Başını da tehlikeye atarak bölge hakimiyetini kurmak, sahibi olmak için halkı da kendisine itaat ettirir. Halk vergiyi ona verdiği, polis kontrolu, adalet işleri cezalandırma,adam asmağa kadar elinde kuvvet bulunduğu için başka çare de bulamaz. Böylece bölgedeki halkın yaşama durumu bozulur.Bölgenin kral
ı bu ihanetten ve kısa görüşlü halkın isyana girdiğinden haberdardır. Şüphe yok ki, onların her ikisinin de yenip isyanı söndürmek ve hainlerin cezasını vermeğe gücü yetiyordu. Fakat buna yapmadı, o hem isyancıyı, hem de halkı denemek istedi. Her türlü fırsatı verdi ve herhangi bir zarar vermemek için de dikkatle sakındı. Bütün şeytani ve kötü işlerinin ortaya kendileri tarafından dökülmesini arzu ediyordu. Hükümdar kudretli ve büyük kuvvete sahip ise de isyancı hükümet merkezine kadar ilerleyip onu tahtından indirecek kadar idraksizliği düşünebiliyordu. O emrindeki asi, isyankar halkın memleketinden kaçacak yerinin de olmadığını biliyordu. Bu yüzden çıkarmaya acele yoktu, yıllarca böylece sükünetli devir geçti, Fakat sonunda tecavüzkar adamla, halkı bütün şeytani fikirlerini meydana çıkardılar, ani bir hamle ile öyle bir cezalandırıldılar ki, onların hiçbir tuzakları kaçmalarına yardım edemedi.Efendiler. Sizler, ben ve güne
şin altındaki bütün kişiler, hükümdar, dünyanın -sizin benim gibi Allah’ın (c.c.) kulu olanlar- imtihanda bulunuyoruz. Zekamız, aklımız hislerimiz. Vazifemiz, sadakatımız bir çok denemelere tabi olmaktadır. Herbirimiz gerimizde, ister sadık, isterse asi olsun hakiki YARADAN olduğunu kabul etmelidir. Bu en canlı, zaruri bir sualdır. Bu insan hayatını kuşatan en önemli bir kaidedir. Muvaffakiyet veya kusur yapma hep buna bağlıdır. Haydi hepimiz bir tek yürekle seslenelim. Biz yalnız SANA sadıkız ve SENİ seçtik YARAB, yahut ta bizim gideceğimiz yol yalnız şaşırmışların ve ihanet edenlerin yolu olacaktır.
MODERN DEVR
İN HASTA MİLLETLERİÜÇÜNCÜ K
İTAPMUKADD
İMEBu makale ilkin Lahor’da ne
şredilen “Tercüman-ül-Kur’an” mecmuasının ekim 1935 mecmuasının naşiri Seyyid Ebul ala El Mevdudi idi. Sonra denemelerini ve nutuklarının bir araya getirildiği Tenkihat adlı kitapta da neşrolundu. Bu kitapta, bilhasas İslamiyet ile Batı Medeniyeti arasındaki mücadelenin ortaya çıkardığı meselelerin üzerine eğilen, onları inceleyen bir yayındı.Bu teze girmek, bugünkü insanlar
ın insanlığın çektiği ızdırapları tetkik cüretli bir teşebbüs sayılır. üstelik bunların da hamen görünür çaresinin bulunmadığı da bir gerçektir. Bu sebepleri inceleyen yazar zulmet ve cehaletten sonra hakiki saadete ve selamete nasıl oluşılacağını izah ediyor.İ
slamların kabul decekleri gibi, yazar da İslamiyetle ilgili kusur ve eksiklikleri bütün açıklığı ile bizlere izah etmektedir. Yazarının asıl alemi, insanlığı daha iyiye ve saadet yolunu seçme yerine, tam aksine karanlık yolda guruplaşmalarını belirtmektedir. İslamiyetin kutsi adı yanında herbir kişinin ayrı ayrı mesuliyetlerinin olduğunu anlatmaktadır.Gerçi yay
ın epeyi eski tarihe ait ise de, fikirleri o kadar canlı idir ki, sanki dün kaleme alınmış gibidir.Prof Hur
şid AhmedLondra 27 A
ğustos 1966
ÖNSÖZ
Bütün insanl
ığın- İslam veya Gayri İslam Doğu veya Batı’daki bütün yaşayanlar-bugün büyük müsibetlere duçar olarak etrafı şer kuvvetler ile çevrilmiş bulunmaktadır. Onların hayatları gitgide daha sertleşen kaba dinsiz (materyalist) bir kültür içinde yüzmektedir. Bu kültür teorisinin nazari ve tatbiki alanda ters veuygun olmayan temelleri bulunmakta; felsefesi, ilmi, etnik ve sosyal sistemi, hukuku, politikası kısaca kültürüne ait her şeyi yanlış istikamete yöneltmiştir. Şimdi bu kültür artık zevali için bir kritik noktaya gelmiş sayılırsa da, tamamen yok olmaktan ve çökmekten de çok uzak değildir.Bu kültür, halka ne saadet ve ne de dini bak
ımdan bir selamet getirmekten uzak olmaktadır. Bunların şüphesiz dini liderleri de bulunur, fakat ne dini, ne de ilmi bilgi verecek dine dayanan kanunları, nizamları vardır. Batıl dini inançlarıyla dolu fikirleri dolayısiyle diyebileceğimiz sebeplerle doğru yola kendilerine götürecek muktedir kılavuzlardan mahrumdurlar. Bu husus diğer taraftan ilim ve felsefenin de terakkisine mani olmaktadır. Nihayet sonunda; dinin atılışı onun yerine müşahede, tecrübe, toplama ve özet diyebileceğimiz çeşitli kurs ve yollardan başka bir rehberleri de Bu hakikat ile aklın götürdüğü doğru yoldan tamamen ayrıdır, ve yoldan ayrılarak hakikatten mahrum kalıyorlardı. Tabiidir ki, bu türlü rehberlerin yardımlarıyla da araştırma, organisazyon ve düşünce dünyasında şayanı dikkat gayretler olmaktadır; fakat çalışılan her alanda başlangıç noktası yanlış bulunduğu için, ve temel çürük olduğundan gidilen yol da tam ters yöne olacaktır. Onlar hareket noktalarını, temellerini dinsizlik ve materyalizmi aldıklarından, kainata da “Alemlerin Rabbi’nin eseri olarak bakmamaktadırlar. Tıpkı bunun gibi tabiat olayları ve yaşayan mahluklar hakkında da doğru tahmin ve tecrübe ve sonuçlarında, çalışıp birşeyler anlamağa başlasalar bile (Yaradıcıyı) hissetmezler bile. Sanki dünyayı artık ellerinin hayır ayaklarının altında farzedecek derecede küçülerek, kuvvetleri hizmetlerine amade kılmağa bakarlar. Fakat dünyanın hakiki doğru hakimi olmak hususunda hiçbir fikirleri bulunmadığından, yalnız ve yalnız hakiki amada müstebit bir vekil olabilirlerdi.Haydi cahilliklerinden deyiverelim, (Kainat
ın Yaradıcısı) hakkında fikirleri ve büyüklüğü onların zihinerine yabancıdır. İşte bunların sonucu olarak ta medeniyet ve kültürün bütün fikir ve nişaneleri de bütün bütün manasız, dinsiz temellere oturtulmak üzere yeniden düzeniveriyordu. Artık Allah’a (c.c.) tapmak olamazdı, ona tapmağa men etmek te ve yerine kendilerine prestiji kaim ediyorlardı. Artık din kalkıyor, zorla da olsa onu gömüyor, yok ediyor, öldürüyorlardı... Buradan boşalan yere başka tapılacak nesneler getirilip hakim mevki sahibi oluyordu; bütün düşünce ve hareketlere kadar bu aldatıcı tehlikeli cereyan sarmağa, kaplamağa başlıyordu. Dış görünüşte bu cereyanın pek cazip görülebileceğini de söyleyebiliriz, fakat sonunda ve er geç tamamen yok olmak ve mahvolmağa mahkum bir cereyan olduğunu da belirtmek gerekir. Bu pirestij denilen kişilerin sözde ilmi ile yapılan silahlarla insanlığın mahvı, ahlakı tefessüh ettirme, iki yüzlü mürailiğe getirme, ferdi hürriyeti mahvı, ve bunları yok etme, bu cereyanlara bağlı ekonomik hayatta çıkan karışıklıklarla biribirlerine katle kadar varan karışıklıklara sebep olurlar. İşte bu sapık yarı tanrılar insanlığın kanına öyle bir zehir zerkederler ki; sosyal hayatın her yönünde lükslüğü aşılar, miliyetçiliğe ait özelikleri çürütür, ırki tefrikler yapar ve dini kuvvetleri ilsat eder. Kısaca özetlemek mümkün olursa bu tehlikeli tohumun Avrupa Rönesansı zamanında ekildiğini asırlar boyunca büyüyerek muhteşem ve maş’um, öldürücü bir ağaç halini aldığını görürüz. Bu ağacın meyvaları gerçi tatlıdır, fakat içi zehir olan bir lezzeti bulunur. Çiçekleri caziptir fakat dikenlerle doludur. Dalları yeşil ve tazedir fakat insanı halsiz bırakan bir ölüm rüzgarı gibi hissetmeden zehirini insanlığın, bütün insanlığın kanına aşılar.Bu me
ş’um ağacı batının halkı dikmiştir, ama artık onlar da bundan öğreniyor. Bunun sonunda öyle çeşitli ve ciddi, hayatın her safhasina ait meseleler ortaya koymuştur ki; bunları halletmek için yapılan her teşebbüs te sayısız yeni zorluk ve karışıklıklara sebep olmaktadır. Ağacın herhangi bir dalı budansa, yerin daha çok dikenleri almaktadır. Hatta daha da tehlikeli olarak. Misal verirsek:Kapitalizme hücümün sonucunda kominizmin do
ğuşu veyükselişi takip etmişti. Demokrasinin Hastalıklarını tedavisi derken de Diktatörlüğü yükselişi takip etmiştir. Sosyal problemler üzerindeki gayretler de gayet tipiktir:Kad
ınların ekeklerle aynı halkları ve doğum kontrolu gibi hususlarda sosyal dertlerin silip süpürülmesi yapılan sözde kanunlar neticesi geniş miktarda hukuka aykırı özellikler ile cinayetlerin çıkmasına sebep olmaktadır. Kısaca söylersek: bu korkunç dert olan medeniyet ve kültür ağacının sonsuz mahsülleri hep insanlığa dertler getirmekte hayatı batılılar için adeta cehennemden farksız yapmaktadır. Izdırapları bütün vücudun liflerine kadar nefes aldıkça bir acı halinde sarmaktadır. Artık hayat çekilmez hale gelmektedir; kurtuluş ve hayat iksirinin nasıl ve nerede bulacağını bilemez kör haline girerler. Onların çoğu bu ızdıraplar içinde ve büyük gafletle hala yollarına devam etmekte israr ederler, ölüm ağacının dalları onları sarmış bulunmaktadır. Zamanları, enerjileri boş yere heba olduğu gibi onları da zarara sokar. Bütün bu izdırapların köklerden medeniyet ve kültür sistemlerinin yüreklerini zehirlediği malum iken çürümüş köklerden sağlam dallar beklemenin aptalca tahmin ve beyhude gayret olduğu bilinmelidir.Öte yandan, hala orada az da olsa hakikati gören ki
şiler vardır. Onlar ise medeniyet ağacının çürüyen yerlerinin kökleri olduğu gayet iyi bilirler. Fakat onlarda bu ağacın gölgesinde nesiller boyu yaşadıklarından, onun meyvaları da hayatlarının bir parçası olmuştu. Onlar bu güzel ağacınnefis meyvalarına rağmen kökünün çürüdüğünü ve gitgide de yok olacağının farkında bulunmaktadırlar. Hakikatte ise her iki gurup aynı durumda bulunur. O da şudur: Her iki gurubun da hastalıkları ve ızdıraplarına karşı gelecek (HER DERDE DEVA OLAN HAYAT İKSİRİNE) o kadar ihtiyaçları bulunmaktadır. Fakat bu iksirin ne olduğu ve nereden temin edilebileceği bilinmemektedir.Art
ık İslam Peygamberi tarafından tebliğ olunan KUR’AN’I Batıya anlatmanın zamanı gelmiştir. Oranın halkına her derde deva olan ilaç ve iksirin, gönüllere su serpen, susuzlukları giderecek ilacın bu olduğunu söylenmelidir. Bunun hem kökü, hem dalları canlı, verimli, çiçekleri kokulu, dikensiz, meyvaları tatlı ve doyurucu, rüzgarda sallanışı hoş ve hayat vericidir. Onlara İslamın sadece en saf, akla hitap eden çok pratik, düşünce ve nazariyatta çok güzel basamak taşları yapılacak esasları bulunduğunu bildirilmelidir. Bu en mükemmel yolun her karekterdekilere uyabilen esaslarını bize sunar ve öyle bir ruhi fikirler erir ki, münzeviliği, papazlarınki gibi ibadeti reddeder. Bunların yerine ruhi huzur ve sulhu getirmek için mücadeleci bir hayat sunar. Onun yüksek metin esasları olan hukuki kaideler insanın tabiatına benliliğine üstün bir değer sağlar.Onlara daima hürmetle al
ınacak kültür ve medeniyete ait cazip esaslar; gayritabi, sun’i etnik parçalara ayrılan köhne sistemlerinin yerine de insanlık alemine saf ve makbul esaslar hiç kusursuz ve berrak bir tarzda adaleti, müsavatı, cömertliği ve eşsiz letafette karşılıklı münasebeti getirir. Bundan meydana gelecek havadan da ferdler veya cemiyetler arası karışıklıkları da önleneceği gibi, biribirlerine hürmet hissini de aşılar; diğer taraftan da her gurup veya fert biribirlerine karşı yürekten bağlı hareket ederler. Böylece neticede ferdi ve cemiyet saadeti ortaya çıkar.Bat
ılılara büyük tehlikeler içinde olduklarını ikaz etmek zamanı gelmiştir. Ve eğer onlar akıllarını başlarınaalmak, kültürlerini felaketlerden kurtarmak isterlerse evvela nefret duygularından ve kötü hislerden kendilerini kurtarmalıdır. Ortaçağ Hristiyanlarının dini batıl inançlarını bir kenara atmalıdırlar. Sonra Kur’an-ı ve İslam Peygamberlerini bütün imanlarıyla öğrenmeğe yaklaşmalıdırlar. Ona sırılmalı, hazmetmeli ve nihayet kabul etmelidirler.İ
slam milleterinin batılı halktan farklı tarafları bulunur. onların hastalıkları olduğu kadar tedavi çareleri de başkadır. Fakat; ayni batılılara gösterdiğimizin ayni olduğunu da açıkça beyan etmek gerekir. Onlar Allah’ın (c.c.) son Kitabında ve Son Peygamberi ile gönderdiği esaslara dönmeli ve akışlarını buna göre ayarlamaları gerektir.İ
slamiyet Batı Kültürünün daha evvelki asırlarda mevcut medeniyete hakim olduğu devirde çıkmıştır. İslamiyet zuhur ettiğinde Roma, Pers, Hind, Çin medeniyetlerinin tümü ile bilgili ve hareketli kabiliyetli mü’minlerin eliyle çarpıştı. Bunlar faal, cevval ve hareketli, kalpleri cihat nuru ile dolu olup; bütün bu enerji ve kabiliyetleri ve Allah kelimesi ile son raddeye gelmişti. Onlar hayatlarını her an fedaya, bu isme ve gayelerine kurban olmağa hazırdılar.Onlar ayni zamanda yüksek ilmi kuvvete ve
İslam Kanunlarını değişen zamana göre (anlama, izah ve tatbikte) titiz bir hassasiyete sahiptirler. Maddi ve manevi bakımdan kuvvetli, hakim kavim medeniyetin, medeni insanlığın liderleriydiler. Muasır hiçbir medeniyet onlarla mukayese olunamazdı. Nereye gitseler, halkın, fikir ve düşünceleri, teori ve ideolojileri, manevi ve diğer huyları, tavırları, kısaca her türlü görünüşleriyle bütün yapıyı değiştirirlerdi. Çok hareketli kişiler olduğundan fevkalade bir tesir kuvvetine malikseler de, dış tesirlere karşı da fazla hassastırlar. Şüphesiz İslamiyette oldukları halde, onlar kendi kültürleri için iyi olduğunu inandıkları, diğer ve kendilerinden olmayan dinlerden ve kültürlerlerden özellikler alırdı. Kendi kültürleri zaten o kadar canlı ve üstün idi ki, dıştan ne kabul ederse hemen kendisine mal ediyordu. İslamiyet potasında eritiyordu. Dinlerin muhteşemliği ve karakteri de bunu gerektiriyordu, böylece hiçbir dış faktör de bünyede kötü bir tesir bırakmağa fırsat bulamamaktaydı. Diğer taraftan onların diğer medeniyetlerle karşılaşması sonucunda yeni bir ihtilal diyebileceğimiz değişiklikler oluyor. İşte İslami olmayan birçok medeniyetler İslamiyet tarafından böylece yutuldu, onların hatta bugün izleri bile kalmamıştı, diğerleri ise İslamiyetin o derece ağırlığı altında kaldı ki, ana hat ve doktrinleri büyük değişikliklere uğradı.İ
slam Medeniyeti dediğimiz kültür, İslamiyet asırlar boyu dünyanın büyük bir kısmında yayıldı. Onun kılıcı gibi kalemi de aynı derecede kutsi bir kuvvete sahipti. Bu kuvvet dinin askeri olduğu kadar ilmi yönünden de en kuvvetli kısmını teşkil ederdi. Artık en sonunda gayretlerinin büyüklüğü ve enerjileri de dalgalanmağa başlamıştı. Gayret ruhunda çözülmeler sesiliyordu, şeriatın değişen ortama göre gelen anlamını idrak kabiliyeti de kaybolmuştu. Asırlar boyunca ilim ve hayat çeşmesi olarak bütün ruhlara kuvvet ve canlılık veren Kutsal Kitapları’nın yalnız adı kalmıştı.Art
ık İslamiyet dendiğinden sadece Kutsal kitabın adına kusur etmeme manasına gelecek derecede durum bozulmuştur. İnsanları yeryüzünün en yüksek kişileri yapan düstür ve hayat nizamları ile medeniyetlerine verdikleri değerler, hareket ve düşünce sistemlerinin temelleri terkedildi, öğrenilmedi ve maalesef hazmedilemedi. Sonunda ortada ilerleme mefhumu diye birşey kalmamıştı, o daima ileriye doğru akan hayat ve medeniyet ırmağı adeta tembel durgun havuzdaki suya benzedi. İnsanlar için hiçbir menfaat gözetmeden yol göstericiler kayboldu. Büyük ve uzaklara kadar tesirini ileten düşünce sistemi, ilimleri, medeniyet ve politikada diğer milletlere hakimiyetleri zeval bulmağa başladı. Artık sonunda sahneye onların yerine başka medeniyet gelir ve bu gidişat ta durumunu çabuklaştırır. Gayret, mücadele, ilmi basiret artık İslamlarca terkedilmişti, O islamlar ki batılılara karşı hakim durumda idiler, işte bu anda İslamlarca düşülen şaşkınlıktan yana Batı da manen harap İslamların yanında onların birçok esaslarını ilerlemelerinin mihenk taşı yaparak gidiyordu. İşte bu gidiş, İslamların zaten kaybettiği, elinden kaçırdığı (İnsanlığın Rehberliğini) ellerine geçirinceye kadar ilerledi. Böylece batı kılıcı ile dünyanın en iyi yerlerini ellerine geçirdi. Heryeri düşünce, hayata ait meseleler, fikir, sanat, ilim ve kültürleri sarmıştı. Asırlar sonra nihayet derin uykularında şu çok acı hakikatı görmüşlerdi: Görülen acıklı manzara bütün alanların elden çıkmış olmasıydı. Bu yaşama alanında Batılılar İslamların da tüneklerine kadar ele geçirmişlerdi. Batılılar ilerleme için ilgili bütün bilgilerle teçhiz olmayı akıl edebilmişlerdir. Fikirleri ve ilimleri dünyaya hakim olmuştu. Kültürlerini herşey üzerinde kuvetle hissettiriyorlardı. Kanunları ise bu alanları istila etmişti. Artık cihanın en güzel kısımları emirlerinin altına girmişti. İslamlar herşeyi, herşeyi kaybetmişti.Halen
İslamiyet ile batı Medeniyeti pek çok husus ve durumda mücadele halinde bulunmaktadır. Batı Medeniyetinin İslamiyetle teması tabidir ki bulunmamaktadır; nasıl bululunsun ki, eğer olsaydı hiçbir medeniyet ondan (İslamiyetten) üstün olmayacaktı. Fakat asıl acıklısı şudur: Gerçi İslamiyet ve Batı Medeniyeti temasta ise de bugünkü temasta olan asıl İslamiyetin bir gölgesinden ibarettir. İslam ruhunu artık kaybetmişti Asıl öz İslam ruhu artık ne cami, medrese, okul ne de özel genel hayatta bulunmamaktadır. Ve mümkün de değildir. Onların yaşadıkları hayatta İsamiyetle ilgili hususlar kaybolmuştur. İslami kanunlar ne özel, ne de toplumda kullanılmamaktadır. Onların ne medeniyetleri, ne de kültürleri hakiki İslami özellikleri hazmedebilmektedir. Bu durumda mücadelenin batı medeniyeti ile İslamiyet arasında olmadığı daha açık anlaşılmaktadır. Mücadele şimdi zamanımızın geri kültürlü ve beceriksiz İslamlarıyla batının canlı, hareketli hayatı, ilmi, heyacan: arasındadır. Bu çok adaletsiz mücadele tabiatıyla normal değildir; İslamlar ricatte olup medeniyet ve kültürleri daha da kalitesini kaybetmektedir. Batı medeniyeti teoriden kendilerin hakimiyetine geçiyordu. Düşünceleri artık batı fikirleriyle kaynaşmıştı, kültürlü kişilerin ise artık batının düşüncelerinin prensiplerine göre hareket ettiği görülüyordu. Fikirleri, maneviyatları, ekonomik ve sosyal hayatları, kanun ve politikaları hepsi batının hakimiyetindeydi. Sonunda bu çabuk şekilde kaynaşma ortaya karakter, ahlak benzeyişinde birlik şeklinde tecelli etmişti. Yeni sözde İslami nesillere göre, nizamı hayat demek; artık Batının nizami hayatı demekti. Bu bir bakıma İslamların mağlubiyetidir, fakat maalesef İslamiyetin kendisinin de mağlubiyeti oluyordu.Mesele bir tek
İslam milletini alakadar edemiyecek derecede önemlidir. Bütün İslam Dünyası bu tehlikeli ihtilalin içinden geçmektedir. Bu feci durumun alevleri de bizim din adamlarımız tarafından sineye çekilmektedir. Zaten onların vazifeleridir de, bu yeni yapılacak kalkanma ihtilalinin başlangıcında batının yeni medeniyetini, özellik ve esas prensiplerini kavramak, batı memleketlerine giderek ilmi ve entellektüel temellere dayanan fikirlerini hazmederek yükselmekte basamak yapmaktı. İçtihad’ın yardımı ile faydalı, pratik ilmi, nazari bilgileri ve kaşifleri sunacak, öğretecek ve batılı milletlerin de yürüdüğü aynı yoldan İslamlar yürüyecektir. Ve sonunda yeni ilerle mehususlarını İslami prensiplerle bağdaştıracaktır. Kendi İslami prensiplerini muhafaza edecek, İslamın tahsil ve sosyal hayatına mal edecektir. Bunu yaptıktan sonra aradaki zaman kaybını kaldırmağa bakacaktır. İslamlar asırlar boyunca çektiği zevalin acısını ancak zamanla yokedebilecektir. Maalesef Ulema’nın çoğunun da hakiki İslam ruhundan haberi bile olmayıp, bunu kaybetmişlerdir. Onlarda değişen zamanlara göre İslam ışığının ne şekilde tefsir edileceğinin kabiliyeti kalmamıştır. Onların görüşleri ve tecrübeleri zayıftı. Hareket kabiliyetini kaybetmişlerdi. Allah’ın kitabında ve Peygamber öğütlerinde bildirirler ebedi ve her ortama, değişen hayat nizamına uyan ana hatlardan habersizdir. Tam aksine geçmişi kritiksiz kabul edip, kör bir halde dedelerimizi taklitle bizleri taciz ederler. Herhangi yeni bir meselede asla Kutsal Kitaba dönmezler, akılları önsezileri asla hayatın değişen hal ve durumlarında nasıl hareket edilebileceğini anlamazlar. Bu kişilerin öğrenimleri iyi, veya kendileri dindar olabilirler, fakat asla İslamların rehberi olabilecek kabiliyette değillerdir. Hayat şartlarının değişen durumlarına intibakları yoktur, bilgi dünyası kadar insanın hayatının safhası ihtilal gibi değişikliklere tahammülü olmalıdır. Gerçi Kaadiri Mutlak’tan başka kimse geleceği sezemez ve kimse de Peygamberler gibi kuvvet ve önsözi de yoktur.Ulemalar hakikaten yeni medeniyete meydan okumaktad
ırlar. Fakat onların mücadele için gerekli tesirli silahlardan mahrumdurlar. Yeni medeniyetin taşan cereyanı, basit ve sudan çarelerle giderilemez. Canlı kuvvetler asla hareket kabiliyeti olmayan zayıflar karşısında mağlup olamazlar, bunda modası geçmiş münakaşaların kıymeti yoktur. Yeni silahlarla eski paslanmış silahların karşılaşıp mücadelesi mümkün değil, olamaz. Muvaffakiyetli mücadele için Ulema bu zayıf hareket kabiliyetini canlandırmalı, yeni medeniyete karşı mücadele ruhu ve çarelerini aramalıdır. Bir millet için Batı Medeniyeti cereyanından kaçmanın çaresi deve kuşu misali gözünü hakikatlarden ve tehlikelerden kapamak değildir, olamaz da. Ne de diğer ihtimali düşünüp, bir milletin bu modern cereyanın tesiri altına girip politik üstünlük kurma ve hayatiyetini koruması mümkündür. Pekala ne yapmalı öyleyse?.. Bu durumda teessüre düşmemek gerektir. Kötü bir meydan muharebesinden sonra İslamların medeniyet ve kültür dünyasında mağlup oldukları tabiatıyla bilinmektedir. Hatta bugün bu batı medeniyeti ve kültürünün bütün İslam dünyasını çabucak istila ettiği, batının yeni nesilleri (islam nesillerini kastetmektedir) silip süpürüp onları adım adım İslamiyetten uzaklaştırmaktadır.Maalesef Uleman
ın pek çoğu da hala kabahatlerinin neolduğunu görememekte, bilememektedir. Hemen her islam memleketindeki islam dini liderleri de aynı durumda eski, modası geçmiş tutumda ve hareket kabiliyetinden yoksundurlar. Birkaçı hariç kadın ve erkeklerin ciddi şekilde yetişmesi, eğitilmesi üzerinde durmamamktadır. Tabii faktör ve kuvvetler yeni nesile İslamiyetin esaslarından ayrı oluşu onları ne işlerinden ne de güçlerinden vazgeçirmemektedir. Fakat onlar herhalde bu dertlere lüzümlu çarenin temini hususunda hazırlıklı değildirler. Şimdiki devir içinde, yeni bir hayat durumu, ortamı arasında çeşitli karışık, ilmi, pratik meselelerde adeta aciz durumdadırlar.Bu meseleler ancak
İslam dini ve kanununun değişen ortamdaki (İçtihad) düşünce sistemi uydurulup çevrilmekle hallolunabilir, fakat Ulemamız böyle gayrette bulunmamaktadırlar. Onlar İslami kanunları toplayıp tekrar izah ediyor ve modern devirdeki tahsilli kişilerin fikirlerine, zihinlerine hitap etmiyorlardı. Bunlardan bazı izahlar o izahlar o derece zalim ve kabul edilmezdir ki, birçok isteklisi bile bir daha ne işitir, ne de okurdu. İster İslam isterse gayrimüslim olsun. Bu Ulemalar hala sanki XVIII yüzyılda imiş gibi yaşıyorlardı, nefes aldıkları vakit bile o asrın havasını teneffüs ediyorlardı. Yaşamaları ve düşünceleri eski Dünyaya aitti ve konuşmaları, manaları bile yalnız o dünyadakilere ait geçer akçelerdi. Şimdiki yaşayan İslamiyet de onların gayreti sayesinde bu durumda idi dini bilgileri ne olursa olsun İslamlar arasında da itibarları yüksek bulunuyordu. Fakat arada tam iki asır olduğu için tatbikatta İslamiyette şimdiki devir arasında birlik ve bağ kuramıyorlardı. Mesela bir genç kendisini İslami bilimlerle teçhiz etmeğe kalkıp, tahsil etmeğe başlayıp hayata atılsa, hayat mücadelesi ve ilim aleminde kendisini çok zayıf hissedecektir. Diğer yönden ele alalım, eğer bir kişi dünyada, hayat yolunda muvaffak olmak için arzuda bulunsa bu vaziyette İslami bilgileri öğrenmeğe hiç heveskar olmayacaktı. İşte bu mesele niye bütün İslam memleketlerinde, her köşesinde biribirine zıt iki kutup halinde karşı karşıya gelmiş olduğunu izah eder. İslami bilgiler verecek, bayraktarlık eğecek ve kültürünü arttıracak yerin yoksunluğunu belirtmektedir. Gruplardan birisi gerçi İslami bilgileri kendi zamanımızın gücüne göre öğrenmiş ise de islamların başına rehber veya lider olacak kabiliyette olmamalarını ortaya çıkarıyor. Karşı gurup ise kültür, edebi, politik cihetçe islamları hakimiyetleri altına alıyordu, fakat onlar İslam’ın esas prensipce özellikleri hakkında o kadar cahildiler ki...İ
slam kültürüne tamamen biganedirler islamiyetin ahlaki ve toplum meselelerinin hallinden bihaberdiler, sosyal kanunların ne olduğunu bilmemektedirler. Kafasındaki ufacık islami kıvılcımı hariç bu sonraki gruba ait bir müslümanı artık islam olmayanlardan farklı tarafı asla bulunmamaktadır. Fakat bu gurup entellektüel ve pratikteki kuvvetleri sinesinde toplamaktadır; iktidarını ve kuvvetini de toplumdan almaktadır. Tabiidir ki, bu gurup milleti yanlış yollara sevketmekle, gitgide tolumu husrana mahküm ederler, sonunda ne onlara karşı duran kuvvet bulunur, ne de halkı doğru yola götürecek yardımcılar.Bu durumda sonunda ne gibi felaketlerin gelebilece
ğini şimdiden görebilmekteyim, tahayyülü bile insanı korku ile titretmektedir. Fakat ben ne topluma doğru yola getirecek ilim, irfan ne de onları ümitsiz nesil bozukluğundan kurtaracak bir reform kuvveti vermek istiyorum. Fakat Allah (c.c.) bana his, samimi bir istekle bu işe atılıp naçizane bildiğimizi ve hislerimi anlatmamı, her iki mevzuu bahis gurubun İslamın esas kaynağına doğru dönülmesini ve bu medeniyetin şerbetinden istifadesini bildirmemi kalbimde hissettirdi. Görünüşte benim bu uyarmalarım kendi mahdut imkanımla ise de, pek büyük ve zor olan böyle bir işi üzerime almakla yine pek az birşey yapmış olsam bile, en az gayretin bile hiçbirşey yapmamaktan daha iyi olduğuna inanarak bunu kaleme almış bulunuyordum. Sonunda muvaffak olmama veya olmamam yalnız Yaradan, kaadiri Mutlak’ın bileceği iştir. İnsana yalnız çalışma, çabalama vazifesi düşer, ben de bu alanda gücümün yettiği kadar birşeyler yapmağa çalışmaktan başka bir şey yapmış değildim. (değilim).
İ
ÇİNDEKİLERMevdudi Kimdir?
Genç Gazeteci
Yazar ve Alim
Pakistan’a Giden Yollar
Bir Hareket Ba
şladıPakistan
İçin Hizmet ve IzdıraplarÖlüm Hücresinden
İslam CumhuriyetineÖrfi
İdareye Karşı Cesur ve YılmazBir Mahkeme ve Zafer Daha
Mahkeme Devam Ediyor
Siyaset Meslek De
ğilPakistan
İslam Cemaatı Reisi Üstad Ebu’l-A’la el-Mevdudi’nin, Müslüman Talebeler Cemiyetinin
Multan
Şehrindeki Senelik Kongresi Münasebetiyle6 Kas
ım 1965 Tarihinde Vermiş Olduğu KonferansDurumlar Ayn
ı Mesele Tekİ
slam Ülkeleri Değil Müslüman MilletMilletlerin Y
ıkılış ve Bekasında Yatan HakikatManevi Miras
ı Gelecek Nesillere Aktarmanın ÖnemiManevi De
ğerlerin Aktarılmasında İki Yol vardırA)Talebelerin Yolu
İ
slamın Ana PrensipleriBu Prensipleri Korumak
İçin Açılan Cihadın Önemiİ
slam Ahlakına ve İslam Medeniyetine SarılmanınZarureti
Gayri
İslami Bir Medeniyetin MüslümanToplumdaki Tahribi
Müslüman Gençlere Yabanc
ı Kültür AşılayanlarınAffedilmez Suçlar
ıCemiyette
İntişar Eden Hıyanetlerin Tehlike DerecesiHiyaneti Do
ğuran KaynaklarMilletin Islah
ında Prensipyerin RolüProfesör Taslaklar
ı İslam İçin En Büyük TehlikedirE
ğitim Sistemindeki SakatlıkTecrübeye Dayanan
İlimlerin İki Cephesi VardırAhlaki E
ğitimde Hükümete Düşen Vazifelerİ
slami Esaslarına bağlı Askeri Eğitimin Zaruretiİ
kinci KitapSulh ve Selametin Yolu
Allah’
ın Varlığı ÜzerindeAllah’
ın Birliğiİ
nsan Izdırabının Hakiki SebebiBu Zulüm Neye
Selamete Nas
ıl varacağız?Halledilmesi Gereken Bir
ŞüpheÜçüncü Kitap
Modern Devrin Hasta Milletleri