İSLAM TARİHİNDE İLK DEFA RESMEN İSLAM DIŞI İLAN EDİLEN MEZHEP *

KADIYANİLİK NEDİR *

ÖNSÖZ *

KADIYANİLİĞİN TARİHİ *

MİRZA’NIN DOĞUMU VE HAYATI *

Histeri: *

Kara Sevda Hastalığı: *

Oğlancık Hastalığı: *

Verem ve Göğüs Hastalıkları: *

Tehlikeli iki Hastalık: *

Diğer Hastalıklar: *

Sinir Zayıflığı: *

Unutkanlık: *

YALAN DAVANIN MERHALELERİ *

Tarihi Sıra: *

Nübüvvetin Tamamlanması: *

İlk İddiaların Yorumu: *

ÇEŞİTLİ NÜBÜVVET İDDİALARI *

NÜBÜVVETİN SON BULDUĞUNA DAİR ÇEŞİTLİ YORUMLAR *

Kendisine Vahy İndiğine Dair Muvafakatı: *

Vahy: *

İlk Durum: *

İkinci Durum: *

KADIYANİ TOPLULUĞU MÜSTAKİL BİR ÜMMETTİR *

Mirza’ya İnanmamanın Akide Yönünden Neticeleri: *

İlk Durum: *

MİRZA’YA İNANMAMANIN AMELİ YÖNDEN NETİCELERİ *

KADIYANİLİK HAKKINDAKİ KANATLAR *

1) KADIYANİLİĞE KARŞI MÜSLÜMAN ALİM VE LİDERLERİNİN TAVIRLARI *

KADIYANİLİK MESELESİ *

İLK BEYAN *

1- Asıl İhtilaf Sebebi Yeni Bir Peygamberlik İddiasıdır: *

2- Çekişmenin Üç Ana Sebebi: *

3- Kadıyanilik Sadece Bozuk Bir Din Değil, Aynı Zamanda Apayrı Bir Toplumdur. *

4- İktisadi Çarpışma... *

5- Kadıyanilik:Toplumda Fesat ve Bozgun Yaratan Bir Düzendir: *

6- Müslümanları Kafirlikle İtham Etmeleri: *

7- Allame Muhammed İkbal’ın İsteği: *

8- Müslümanların Kendi Hükümetlerinden Tahkik Edilmesini İstediği Şeyler *

9- Pakistan’ın Kurulmasından Sonra Kadıyanilik Meselesi Ele Alınıyor: *

10- İhtilal İdarecilerine Karşı Kötü Bir Taklid: *

İKİNCİ BEYAN *

1- Kadıyanilerle İlgili Meseleler: *

2- Bu İstekler Aynı Zamanda Dini ve Siyasidir: *

2- Müslümanlarla Kadıyaniler Arasındaki Temel İhtilaflar: *

3- Müslümanlardan Ayrılan Herkesi Akalliyat Haline Getirecek Bir İsteğe İhtiyaç Yoktur: *

4- Müslümanların, Zaferullah Han’ın Dışişleri Bakanlığından Azledilmesini İstemelerinin Sebepleri: *

5- Başkanlık Makamlarından Gözetilen Hedef ve Kadıyanilerin İslam Ümmetinden Ayrılmak İstediklerinin Delili: *

6-Kadıyaniler Mahkeme Huzuruna Maske İle Çıktılar *

7- Kadıyanilerin Düşmanca Haraketleri Beklenmedik Bir Hadise Değildir: *

8- Kafirlikle İtham Etmenin Hükmü: *

ÜÇÜNCÜ BEYAN *

1- Mesih (a.s.) ın Nüzulü: *

2- İsa İner Fakat Doğrulmaz: *

3- İsa’nın Nüzulünden Maksat Nedir? *

4- İslamdan Başka Bütün Dinler Yok Olacaktır: *

5- Mesih’in Nüzulü Hatmünnübüvve Akidesi ile Çelişmez: *

MEHDİNİN ZUHURU *

İkinci Sorunun Cevabı: *

Üçüncü Sorunun Cevabı: *

Dördüncü Sorunun Cevabı: *

Beşinci Sorunun Cevabı: *

1- Hatmü’n-nübüvve’nin Kur’an’la İspatı: *

2) Hatmünnübüvvenin Hadisle İspatı: *

3) İcma-i Ümmetle İspatı: *

4) Sahabenin İcmaı Yönünden İspatı: *

5) Alimlerin Görüşleri Yönünden İspatı: *

Bu Akide İslamın Temelidir: *

NÜBÜVVETİN SON BULMASI AKİDESİ (HATMÜNNÜBÜVVE) *

HATMÜNNÜBÜVVENİN KUR’AN’LA İZAHI *

“Hatmünnübüvvenin”Lügat Manası: *

HADİSLERLE HATMÜNNÜBÜVVENİN İSPATI *

SAHABENİN BU HUSUSTAKİ İCMAI *

İSLAM ALİMLERİNİN İCMAI *

1- İmam Ebu Hanife (80-150 H.): *

2- Allame İbn-i Cerir et-taberi (224-310 H.): *

3- İmam-ı Tahavi (239-321 H.): *

4- Allame İbn-i Hazm-ıl Endülisi (384-456 H.): *

5- İmam-ı Gazzali (450-505 H.): *

6- Muhy’is Sünne el-Begavi (510 H.): *

7- Allame ez-Zemahşeri (467-538 H.): *

8- Kadı İyaz (m. 544 H.): *

9- Allame Şehristani (m. 548 H.): *

10- İmam-ı Razi, (543-606 H.): *

11- Kadı Beydavi (m. 685 H.): *

12- Hafız’ud Din en-Nesefi (m. 710 H.): *

13- Allame Ala’uddin el-Bağdadi, (m. 725 H.): *

14- İbn-i Kesir (m. 774 H.): *

15- Celalüddin es-Süyuti (m. 911 H.): *

16- İbn-ü Nüceym (m. 970 H.): *

17- Aliyyül Kari (m. 1016 H.): *

18- İsmail Hakkı (m. 1137 H.): *

19- Fetevay-ı Hindiyye Kitabı: *

20- Kadı Şevkani (m. 1255 H.): *

21- Alusi (m. 1270 H.): *

1- ALLAH, İMANIMIZIN DÜŞMANI MIDIR? *

2- İNSANLIK YENİ BİR PEYGAMBERE MUHTAÇ MIDIR? *

3- YENİ NÜBÜVVET BİR RAHMET MİDİR YOKSA ALLAH’IN BİR LA’NETİ Mİ? *

4- BEKLENİLEN İSA’NIN HAKİKATİ *

İsa İbn-i Meryem’in Nüzulü Hakkında Hadisler: *

5- BU RİVAYETLERİN GÖSTERDİĞİ NEDİR? *

İSA’NIN NÜZULÜ HAKKINDA ALİMLERİN SÖZLERİ *

1- Allame İbn-i Hazm (1149-1209 H.): *

2- İmam Razi (994-1064 M.): *

3- İmam-ı Nevevi (1233-1277 M.): *

4- Alaud’din-i Bağdadi (725 H.) Hazin tefsiri sahibi): *

5- Allame Taftazani (1322-1390 M.): *

6- İbn-i Hacer Askalani (1449 M.): *

7- Allame Bedrüddin’il Ayni (855 H. 1451 M.): *

8- Allame el-Kastalani (1448-1518 M.): *

9- İbn-ü Hacer’il haysemi (1504-1565M.): *

10- Şeyh Abdulhak ed-Dehlevi (1551-1642 M.): *

11- AlameZerkani (1162 H.): *

12- Kadı Muhammed B. Ali eş-Şevkani: *

13- Allame Muhammed Şükr’il Alusi: *

MEHDİ’NİN ZUHURU HAKKINDAKİ HADİSLER *

Birinci Grubdaki Hadisler: *

İkinci Grub Hadisler: *

 

İSLAM TARİHİNDE İLK DEFA RESMEN İSLAM DIŞI İLAN EDİLEN MEZHEP

KADIYANİLİK NEDİR

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ÖNSÖZ

Kitab’ında “Muhammed sizden herhangi birinizin babası değildir. Fakat o, Allah’ın Rasulü ve peygamberlerin sonuncusudur.” diyen Allah-u Teala’ya hamd ederiz. Salat ve selam Muhammed (s.a.v.)’e aline, asahabına onun yoluna davet eden ve kıyamet gününe değin onun yolunda yürüyenlere olsun...

Pakistan ve Hindistan’daki Müslümanlar, yirminci yüzyılın başlarında dini ve siyasi bir poblemle karşı karşıya geldiler. Bu problem, gün geçtikçe gelişti gelişti ve büyük bir bela halini aldı. İşte bu, Kadiyanilik veya bir başka tabirle İslam ve Müslümanlara karşı kurulmuş bir sömürü örgütüdür. Bu belanın başını ezmek, zararını defetmek için İslam ve Müslümanlara karşı kurulmuş bir sömürü örgütüdür. Bu belanın başını ezmek, zararını defetmek için İslam alimleri ve liderleri harekete geçtiler. Te’lif ettikleri eserle ile bu belanın temelini yıktılar. Onun İslam ümmeti üzerindeki tehlikelerini ortaya çıkardılar. Muhterem okuyucunun elinde bulunan bu kitab da Pakistan’da İslami hareketin lideri üstad ve büyük mücahid Ebu’l A’la el-Mevdudi’nin bu mevzuda yazdığı muhtelif makale ve açıklamalarını kapsamaktadır. Bu makale ve açıklamalar, Kadıyanilik meselesinin aslını ele almakta, onun temellerini yıkmakta ve İslam toplumunda görülen korkunç te’sirlerini gözler önüne sermektedir. Biz, Kadıyanilik mevzuunda okuyucuya tam bir bilgi ve fikir verebilmek için bu makaleleri bir araya getirdik.

Çünkü biz, bu tehlikeli akımın saçtığı elem ve üzüntülerden usandık; onun korkunç izleri ile karşılaşmaktan bıktık. Dünyanın şark ve garbında oturan Müslüman kardeşlerimizi, bu beladan haberdar etmeyi; Pakistan ve Hindistan’daki kardeşlerinin yaptığı mücadeleye katılmalarını temin etmeyi İslami bir vazife addettik. Sırf onlar da, bu belanın ağına düşmesinler, gafil kalmasınlar diye... Çünkü bu bela, hangi memlekete girerse girsin, ilk gözettiği şey, onların saflarını bozmak, güvenliğini sarsmak ve gençleri gerçeklerle oyalanmaktan uzaklaştırmaktır...

İslam ümmetini, hainlerin tuzaklarından kurtarmasını, sömürücülerin pençelerinden uzaklaştırmasını ve bu ümmetin liderlerini dünya ve ahirette muvaffak kılmasını cenabıAllah’tan niyat ederiz.

Halil Ahmed el-Hamidi/Lahor-Pakistan

11/10/1967

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KADIYANİLİĞİN TARİHİ

MİRZA’NIN DOĞUMU VE HAYATI

Mirza GulamAhmed, Hindistan’da Pencap bölgesinin Kadıyan şehrinde, 1839, sömürü İngiliz siyayesine hizmet ve onların ideallerinin gerçekleşmesine çalışmalarla meşhur bir evde doğdu. Peygamber taslağı Gulam Ahmed’in babası Mirza Gulam Murtaza, o günlerde Hind bölgesinde kendisine geniş yetki veren İngiliz ihtilalinin en önde gelen simalarından birisiydi. Vakıa Mirza Gulam Ahmed dahi, Hindistan’da İngiliz hakimiyetinin yerleşmesi için babası Gulam Murtaza’nın yaptığı çalışmaları zikretmiş ve övmüştür. Mesela der ki:

“Babam Mirza Gulam Murtaza, resmi münasebetler sırasında bölge idarecisinin, köşkünde yer vermekle şereflendirdiği kimselerdendi.Ve babam, aynı zamanda İngiliz Hükümetinin sadık valilerinden birisiydi. İngiliz Hükümetine büyük ihtilal sırasında (1857) kendi parasıyla satın aldığı elli atlı suvari ile yardım etti. Bu yardım, onun gücünün çok üzerinde bir yardım idi.”

Mirza Gulam Ahmed’in ailesi, İngiliz ihtilalinden önce bazı Hindistan topraklarına hakim olan Sikh idaresinin sadık özel valiliğine atanmıştı. Sikh’in İslam ve Müslümanların en azılı düşmanlarından olduğu malumdur. Bu aile, Pencap ve civar beldelerin derebeyliğini ele alınca -tabii bu memleketlerdeki İslam idaresini bozduktan sonra- buralarada soygunculuğa ve eşkiyalığa başladı. Fesat çıkardı. Kadınları akla gelmedik kötülükler işledi. Kadınları, ihtiyarları öldürmek, ırza tecavüz etmek, masum Müslüman çocukların kanlarını dökmek, camilere hakaret etmek ve İslam şiarlarını kötülemekle öclerini aldılar. Ancak Mirza Gulam Murtaza, azgın Sikh’lerin idaresini desteklemekte kusur etmedi. Sikh idareciler ile Murtaza arasında dostluk ve sevgi ilişkileri vardı. Ki bu ilişkiler, Sikh devletinin kurucusu Mihrace Rancit’i göçettiği yerden eski memleketi Kadıyan şehrine dönmeye sevkediyordu. Sonra, o ve kardeşleri Mihrace Rancit’in ordusuna katıldılar. Mirza Gulam Ahmed’in arkadaşlarından birisinin yazdığı “El-müceddid’ül A’zam” isimli eserde şöyle denilmektedir.

Bir başka yerde de şöyle diyor:

“Mirza Gulam Murtaza ailesinin, Mihrace Rancid Seneg zamanında ahvalinin değiştiği, darlıktan bolluğa, refaha ve rahata kavuştuğu kesindir. Zira Mihrace, Kadıyan ve civar şehirlerde sahip olduğu mallarını bu aileye vermiş ve Mirza Gulam Murtaza’yı yüksek bir askeri rütbeye getirmişti. Vakı, Mirza Gulam Murtaza da Mirhace uğruna önemli askeri hizmetler görmüştür.” Bu kitabın bir başka bölümünde de şöyle denilmektedir:

“Mirza Gulam Murtaza, Mihrace Rancid Seneg’in ordusuna katıldı. Keşmir savaşlarında ve diğer çarpışmalarda büyük başarılar gösterdi. Tıpkı Hesare bölgesinde meydana gelen isyanların bastırılmasında büyük hizmetler gördüğü gibi. 1848 yılında İngiliz Hükümetine karşı ayaklanma başladığı sırada da bu hükümete sadık kaldı ve onu müdafaa etti.” 1958 yılında meydana gelen “Büyük Küstahlık” ın bastırılmasında da bu ailenin büyük hizmetleri olmuştur. Zira Mirza Gulam Murtaza, ordunun umumi çalışmalarında büyük yararlıklar göstermiştir.Oğlu Gulam Kadir, (Mirza Gulam Ahmed’in kardeşi), yüksek mevkii sahibi General Nicholson’un bölüğünde bulunuyor ve İngiliz askerler ile birlikte Müslümanlara karşı savaşıyordu. General Nicholson, Trimo savaşını kazanıp, Siyalekut şehrinden hücuma geçtiği zaman Gulam Kadir onun en yakınında bulunanlardandı.”

Bizzat Mirza Gulam Ahmed şöyle diyor:

“Ailem İngiliz Hükümetinin maslahatları uğrunda kanını esirgemedi ve ebediyyen de esirgemeyecektir.”

“Vakıa ömrünün büyük bir kısmını İngiliz Hükümetini ve kuvvetlerini desteklemeye hasrettim.Yazdığım kitaplarda İngiliz amirlerine itaatın gerekli olduğundan ve onlara karşı savaşmamaktan bahsettim. Ki eğer bu sözlerim biraraya getirilseydi, 50 formayı bulurdu. Bütün bu kitaplar Arap memleketlerinde, Mısır, Şam, Kabil ve Türkiye’de yayınlandı.”

Yine ondan:

“Dişimin çıktığı günden ta altmış yaşıma kadar, müslümanların kalelerini İngiliz Hükümetine samimi olmaya; ona sempati beslemeye yöneltmek için kalemim ve lisanımla çalıştım. Şimdi, onlardan kaldırmalarını ve onları bu hükümete samimiyetten meneden duygunun ilga edilmesine çağırıyorum.”

Mirza Gulam Ahmed’in oğlu ve halifesi Beşirüddin Mahmud Ahmed, “Tuhfetü Şehzade Wiliams” ismini verdiği kitabında aşağıda gelen sözleri söylemektedir. Ki bu, vefat eden büyük Britanya memleketinin kralı V. Wiliams Necel Gorge’a takdim ettiği bir risaledir. O, bunu, 1931 İngiliz ihtilali sırasında Gorge’un Hindistan’a yaptığı ziyareti esnasında yazmıştı. Beşirüddin Mahmud Ahmud Ahmed Gorge’a hitaben şöyle demektedir:

“Ey büyük kralımız ve Britanya ülkesinin hükümdarı Nichol! Ben, Ahmediyye topluluğunun lideri ve onun kurucusu, beklenilen İsa (a.s.) ın halifesiyim. Hindistan’a ziyaretin sırasında sana bütün Ahmediyye topluluğunun hürmetlerini sunuyor; bu topluluğun Britanya hükümetinin dostu olduğuna ve İnşallah-u Teala ebediyyen bir dost olarak kalacağına da seni temin ediyorum.”

“Ahmediyye topluluğununBritanya saltanatı için beslediği sevgi, hürmet ve dostluk duygularının kıymetini, ancak kendileriyle yanlarındaki azizin ayrılmasından hicran duyan ve sevgisi bağırlarını yakan bu azizi uzun bekleyişten sonra karşılarında görünce kalpleri sevince garkolan kimseler bilir.”

“Sayın Haşmetmaab, 33 yıl veya daha fazla bir zaman boyu, muhterem büyük annen Viktorya’ya, ondan sonra da büyük deden imparator Edouward VII’ye ve nihayet muhterem pederiniz, büyük İmparatora boyun eğmeleri ve sevgi beslemeleri yüzünden, düşmanlarının ve taraftarlarının (Müslümanları kastediyor) düçar bıraktığı çeşitli musibetlere tahammül eden bir topluluk tarafından size takdim edilmekte olan bu hediye, hükümetinizden herhangi bir mükafaat beklemiyor.”

“Kuruluşundan bugüne değin bu topluluğun gayesi, her türlü fitne ve fesattan azade hakim bir hükümete itaat etmekdir. Çünkü onun kurucusu (selam üzerine olsun) kendisine katılacak kimseler, birtakım biat şartları koştu. Ki hiçbir kimse bu şartlar dışında bu topluluğa giremez. Bu şartlardan birisi de, üye olan herkesin hakim idareye boyun eğeceğine söz vermesidir. Binaenaleyh bu topluluğun fertleri daima bozgun ve fitneden çekinmiş, diğerleri için de birer örnek olmuşlardır.”

“Sayın haşmetmaab, bu hediye, size, dostluk ve samimiyetini ikindi güneşi gibi ispat eden ve dedelerinin tahtı uğruna her türlü şiddetlere göğüs geren bir topluluktan gelmektedir. Şüphe yoktur ki onun doğruluğunun, samimiyetinin delili ve niyetinin paklığı kanlı harflerle gökyüzüne yazılmıştır!!

Vakıa Mirza Gulam Ahmed, İngiliz Hükümetinin sömürücü gayelerine hizmet için, hareketini casuslar vasıtası ile sürdürdü. O ve taraftarları, İngiliz hükümetinin dostları idiler ve İngilizlerin güvenliğine mazhar olmuşlardı. Gerek Hindistan ve gerekse hariçte ona hizmet ettiler. Mesela Abdullatif el-Kadıyani, Afganistan’da kadıyaniliğe davet ediyor ve ona karşı mücaele etmeyi kınıyordu. Ama Afgan hükümeti bu adamın davasını güdenlere, hürriyet ruhu ve mücadele aşkile karşı koydu ve onları idam ettirdi. Aynı şekilde Kadıyaniliğe mensup olan molla Abdulhalim ve Nuri Ali de, o sıralarda Afgan hükümetince, üzerlerinde İngiliz hükümetinin casusları olduklarını gösteren ve Afgan hükümetine karşı çalıştıklarını belirleyen belgeler bulununca idam edildiler. Bunu 1925 yılında Afgan Dışişleri Bakanı da açıkladı. Hatta Kadıyanilerin resmi gazeteleri olan “El-Fadl” dahi olayı naklederek, onların vasfı imkansız bir cesaretle İngiliz siyaseti yolunda yaptıkları bu hareketi dillere destan etti. (3 Mart 1925)

Mirza Gulam Ahmed, az evel işaret ettiğimiz ve kendisinin de “Kitab’ul Berriye” sinde belirttiği gibi, 1839 ve 1840 yıllarında doğdu. Ancak onun hayatını yazanlardan biri, 1835’de doğduğunu yazmaktadır. Karısı ise şöyle anlatıyor:

“Mirza Gulam Ahmed, çocukluğu sırasında serçe avlamakla vakit geçirirdi. Derslerini bazı hocalardan evinde özel olarak alırdı. 29’una bastığı zaman, cüz-i bir maaşla Siyalekut şehrinde, İngiliz mahkemesinde katiplik vazifesine atandı. Bu, 1864 ve 1868 yıllarına rastlar. Bu mahkemede biraz İngilizce öğrendi ve hukuk öğrenimi imtihanına girdiyse de başaramadı. Sonunda sahip olduğu tarlalarının başına döndü. Bu esnada birtakım haklarının geriye verilmesi için mahkemelere sayısız şikayetler yapıyordu. Nihayet huzura çıkınca şikayetlerinden vazgeçerek, davalarının beraatini istedi. Bu, babası Gulam Mustaza’nın 1976’da ölümüne kadar devam eder. Mirza, babasının öldüğü sıralarda Allah-u Teala’dan ilhamlar aldığını iddia etmekteydi.”

Mirza bir takım tehlikeli hastalıklara yakalanmıştı. Biz, te’liflerinden alarak bunlardan bazılarını aşağıya yazıyoruz.

Histeri:

Mirza Gulam Ahmed’in karısı der ki:

“Beklenilen Hz. İsa, daha doğumundan hemen sonraları yarım baş ağırısna, histeriye ve baş dönmesine tutuldu. Sonra bu hastalıklara bir defa daha yakalandı.”

Dr. Muhammed İsmail anlatır ve der ki:

“Ben, Hz. Mesih’in birkaç defa histeriye tutulduğunu söylediğini işittim. Bazan da kara sevda (cin) hastalığına tutulduğunu söylerdi.”

Kara Sevda Hastalığı:

“Hz. Mirza kara sevda hastalığına tutuldu. Ancak bu hastalık ona irsi yoldan değil; aksine harici etkenlerin te’siri ile geldi.”

Oğlancık Hastalığı:

Bu da cinni hastalıkların bir çeşididir. Aklı bozar, yüz haddını değiştirir, üzüntüyü artırır ve geceleri korku verir, gözleri şaşı yapar, vücudu kırgın hale getirir.

Verem ve Göğüs Hastalıkları:

“Hz. Mirza tutulduğu hastalıkların arasında verem ve göğüs hastalıklarının da bulunduğunu zikretmiştir. Bu hastalık ona daha babası sağ iken isabet etmişti. Hatta bu hastalık yüzünden altı ay yatakta yatmak zorunda kalmıştı.

Mirza Gulam’ın karısı der ki:

“Hz. Mirza verem hastalığına tutulduğu vakit henüz babası sağ idi. Vakıa bu hastalık öyle şiddetlendi ki, nerdeyse hayatından ümidimizi kesmiştik.”

Tehlikeli iki Hastalık:

İki tehlikeli hastalık peşimi bırakmıyordu: Birisi, bel tarafımdan yukarda; diğeri de belden aşağı idi. üst taraftaki yarımca (miğren), alt taraftaki ise idrar akması idi. bu iki hastalık, ben, Allah tarafından emredilmiş birisi olduğumu iddia ettiğimden beri daimi arkadaşım olmuştu.”

Diğer Hastalıklar:

“Ben daima hastalıklı bir adamımdır. Bunlar beni zaman zaman kıvrandırır. Migren, baş dönmesi, uykusuzluk ve kalp vs. Geldiği zaman uzun müddet ayrılmayan diyabet hastalığı da böyle. Bir gecede yüzden fazla idrarı defetmek için tuvalete gittiğim olur. İdrar kısıklığından dolayı meydana gelen bütün hastalıklar peşimi bırakmazdı.”

Sinir Zayıflığı:

Şu aciz -yani Mirza- sinir hastalığına tutulmuş bir adamdır. Soğuk hava ve yağmur benim yorulmama ve halsiz düşmeme sebep olurdu.”

Unutkanlık:

“Hafızam gerçekten zayıftı. Öyle ki, defalarca karşılaştığım birisini bile unutuyordum. Hafıza bozukluğunun bana verdiği elemi tarif edemem.

Nihayet kolera hastalığı yüzünden 26 Mayıs 1928’de öldü. Yerine, tabilerinden biri olan Dr. Nureddin, daha sonra da oğlu Beşirüddin Mahmud Ahmed geçti ve şu günlerde hilafet (yani Mirza’nın hilafeti) Beşirüddin’in oğlu Nasır Ahmed’e tevelli etti. Pakistan devleti kurulunca, onlardan bir grub Hindistan’ın Kadıyan şehrinde kaldı. Hala da orada mallarını ve mukaddesatlarını korumaktadırlar. Diğer kalanları da, içlerinde reisleri Beşirüdin Mahmud Ahmed de olduğu halde, Allah’ın:

“Her ikisini de pınarı bulunan, oturmaya elverişli yüksek bir yere yerleştirdik.”

Ayetinden alarak Rebve adını verdikleri ve kendileri için Pakistan’da özel olarak kurulmuş olan şehre göç ettiler. Ayetlerden bu şekilde yararlanmak kadıyaniliğin tabii mantığıdır. Müslümanlar, bu hareketin doğduğu ve geliştiği Kadıyan şehrine nisbet ederek onlara “Kadıyaniler”derler. Onlarsa kendilerine, peygamber taslağı, yalancı Gulam Ahmed’e nisbet ederek “Ahmediler” adını verirler. Bu, insanları bir nevi aldatmak ve gözlerini boyamaktadır. Bu davanın taraftarları iki gruba ayrılmıştır:

a) Kadıyaniler (veya Ahmediler);

b) Lahoriler. İlk fırka Mirza Gulam Ahmed’in, Allah tarafından gönderilen bir peygamer ve beklenilen İsa olduğuna inanır. İkinci fırka ise, onun h. 14. yüzyılın müceddidi olduğunu kabul eder. Aynı zamanda beklenen İsa olduğunu da... Her iki fırka da kendisini “Ahmediler” diye isimlendirir. Müslümanlar ise, ikisi arasında ayırım yapmazlar. Her ikisi de onların nazarında aynıdır.

“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir topluluğun, Allah ve Peygamberine karşı gelen kimseleri sevdiğini göremezsin.İsterse bunlar onların babaları, yahut oğulları, yahut kardeşleri yahut da soy-sopları olsunlar?..”

(Mücadele: 58/22)

YALAN DAVANIN MERHALELERİ

Aşağıdaki bölümlerde Kadıyanilik hareketlerinin kat’ettiği merhaleleri, Ahmed Gulam’ın ortaya attığı iddiaları tabileri üzerindeki te’sirlerini açıklayacağız.

Mirza Gulam Ahmed, 1880 yılında bir İslam davetçisi, bir İslam mücahidi gibi ortaya çıktı. Burada onun 1880’den vefat ettiği güne kadar (26/5/1908) geçen hayatının muhtelif merhalelerini, tarihi bir sıraya göre sunduktan sonra, bir merhaleden diğer bir merhaleye geçişi sırasında ne gibi fikirlere sahip olduğunu, ne gibi fikirler değiştirdiğini anlamak için merhalelerde belirttiği inanç ve düşüncelerini göz önüne sereceğiz...

Tarihi Sıra:

1- Yıl 1880-1888: Bu merhalede M. G. Ahmed, sadece İslam’a davet eden ve gayr-i müslimlere karşı İslam’ı müdafaa eden sıradan bir mücahiddi. Bütün inanç ve düşüncelerinin diğer müslümanların ki ile uyuştuğunu izah etmeye pek düşkündü. Müslümanlar, onun kitaplarında bir takım garib iddialar seziyorlar ve bunları aleyhine kaydediyorlardı. Çünkü Mirza kendisinin ümmetin evliyalarının en üstünü olduğunu söylüyor, lakin daha sonra tatmin ediyor ve her defasında gazaplarını söndürüyor. İnançlarının doğruluğuna onları ikna etmek için sözlerini te’vil etmeye çalışıyordu.

2- 1888’in Aralık ayındayız: Mirza, Müslümanlara hitap ederek, onları kendisine biata çağırdı. Ve 1889’un başlarında onlardan biat kabul etmeye başladı. O zamanlar kendisinin “Asrın Yenileyicisi” ve “Allah tarafından emredilmiş” birisi olduğunu iddia ediyordu. Tevazuu, alçak gönüllülük ve fakirlik sıfatlarının kendisinde görülmesi ve tıpkı Mesih gibi çağırı ve irşaddan başka bir şeyle uğraşmamasından dolayı halk onu İsa’ya benzetiyordu.

3- Ve sene 1891:Mirza İsa’nın öldüğünü, kendisininse, beklenilen Mehdi ve İsa olduğunu i’lan etti. Tabii kandırdığı ve kendisine bende yaptığı Müslümanlara güvenerek.

Bu merhalelerin başlangıcında Mirza şöyle anlatır:

“Sonra oniki yıl boyu -ki az zaman değildir- Allah-u Teala’nın bana, benim beklenilen İsa olduğumu, bütün şiddet ve ısrarla söylediğinden gafil kaldım. Ve İsa (a.s.) ın inmediğine kanıktım. Fakat oniki yıl geçince, gerçek akide bana göründü. Ve bana, beklenilen İsa olduğuma dair ilhamlar gelmeye başladı.”

4- Yıl 1900. Halk tabakası Mirza’ya tabi olmaya başladı. Onu açıktan açığa “peygamber” diye isimlendiriyorlar, Kur’an’ın sadece peygamberlere layık gördüğü yüksek mevkiiye oturtuyorlardı. Mirza’ya gelince; bazan onları tasdik ediyor; bazan da “eksik peygamber”, “Cüz’i peygamber” ve “sözcü peygamber” kelimelerini te’vil etmek suretiyle, nübüvvetine iman etmekte tereddütte kalanları iknaya çalışıyordu. Bu sıralarda Mirza’nın tabilerinden biri olan Mevlevi Abdulkerim 7/8/1990 tarihinde cuma namazında okuduğu hutbesinde şöyle diyordu:

Şunu bilin ki, eğer, aranızda çıkan meseleler için beklenilen İsa’yı hakim ta’yin etmiyor ve sahabenin Peygamber (s.a.v.) e inandığı gibi ona inanmıyorsanız, tıpkı diğer Ahmediler gibi Allah’ın peygamberleri arasını ayıranlardansınız.” Cuma namazından sonra Mirza onu tasdik ediyor ve “evet!” diyerek destekliyor: “Benim mezhebim, senin hutbende açıkladığın mezhebin aynısıdır. Fakat Mirza, peygamberlik iddia etmekten çekiniyordu. Oğlu ve halifesi Beşirüddin’in açıkladığına göre bu sıralardaki inancı, kendisinin Mesih’e karşı cüz’i bir üstünlüğe sahib olduğu idi. O bir peygaberdir dendiği zaman, bu ancak cüz’i veya eksik bir nübüvvet demekti...

5- Yıl 1901:Mirza, birdenbire kendisinin peygamber olduğunu ilan etti ve eserlerinde de nübüvvetini “eksik” veya “cüz’i” kelimeleri ile kaydetmedi. Kadıyanilerden biri olan Celaleddin eş-Şems, “Meali Münkir’in Nübüvve” isimli eserinde bunu, seyyid’ül akdas’ın (Kudsilerin efendisi) -yani Mirza’nın 1901’den evvelki kitaplarında nübüvvetini inkar ettiği bir peygamber değil, sözcü olduğunu söylediği şeklinde açıklıyor. Ve devamla diyor ki:

“Fakat 1901’den sonraki eserlerinde peygamberliğinin artık şu eksik, cüz’i ve sözcü peygamberlik olduğunu söylemedi. Aksine bundan böyle peygamberliğini apaçık kelimelerle ortaya attı.”

Bu meyanda Beşirüddin Mahmud Ahmed diyor ki:

“Mirza 1901’de önceki inancını değiştirdi. 1901 senesi ilk akideden ikinci akideye geçiş devresi oldu... Onun, 1901’den evvel nübüvvetini inkar ettiği kaynakların mensuh olduğu sabittir. Binaenaleyh şu anda hiç bir kimsenin onları delil olarak ileriye sürmesi doğru olamaz.”

6- 1904’te ise Mirza önceki iddialarına yepyeni bir iddia daha ilave etti:

Ben Kürşon’um!!...

Bundan sonra, bu merhalelerde Mirza’nın yaptığı beyanatlara ve mirza topluluğunun bu açıklamalar hakkındaki görüşlerine dayanarak, Müslümanlarla Kadıyaniler arasındaki tartışma ve çekişmenin ana direği olan meseleleri arzadeceğiz.

Nübüvvetin Tamamlanması:

İlk İnancı: Mirza’nın başlangıçta, peygamberliğin son bulma hususundaki inancı, bütün Müslümanlarınki ile aynı idi. Yani, nübüvvet Muhammed (s.a.v.) le kesilmiş ve kıyamet gününe kadar da ondan sonra bir peygamber gelmeyecektir. Mirza çeşitli kitaplarında da bunu açıklamıştır. Mesela der ki:

“Fazilet sahibi Allah’ın Peygamberimizi “hatemünnebiyyin” ünvan ile isimlendirdiğini ve Peygamberimizin de “Benden sonra peygamber yoktur!” diyerek bunu açıkladığını bilmiyor musun? Eğer Peygamberimiz (s.a.v.) den sonra bir başka peygamberin çıkacağına cevaz verirsek, nübüvvet kapısının tekrar açılmasına cevaz vermiş oluruz ki, Müslümanların da bildiği gibi bu doğru değildir. Vefatıyla birlikte vahy kesildiği ve Allah, nübüvveti onunla sona erdirdiği halde nasıl olur da Peygamberimizden sonra bir peygamber gelebilir?

2- “Peygamber (s.a.v.), defalarca “Benden sonra peygamber yoktur!” demişti. Bu söz, yani “la nebiyye ba’di.” Herhangi bir kimsenin o makamı gözetmesine mahal vermeyecek bir kuvvet ve sıhhate sahiptir. Aynı şekilde Kur’an’da -ki O’nun her lafzı kat’idir.- “Fakat Allah’ın Rasulü ve peygamberlerin sonuncusudur” sözüyle onu tasdik etmektedir. Bu demektir ki, Peygamber (s.a.v.) den sonra nübüvvet tamamen kesilmiştir.”

3- “Peygamberimizden sonra hiçbir kimsenin, Allah katından gönderilmiş geleceğine cevaz vermez.”

4- “Kur’an, Peygamber (s.a.v.) den sonra eski veya yeni herhangi bir peygamberin geleceğine cevaz vermez.”

5- “Herhangi bir kimsenin apaçık Kur’an nasslarını terkederek, dolaşık fikirlere bağlanması ve peygamberlerin sonuncusundan sonra yeni bir peygamberin geleceğine inanması ahlaksızlık ve küstahlıktan başka birşey değildir.”

6- “Ben, bütün İslami inançlarımla söylüyor ve ehl-i sünnetten biri olarak inanıyorum ki bu, Kur’an ve sünnetin buyurduğu sabit meselelerdendir. Ve yine diyorum ki, Efendimiz ve Peygamberimizden sonra nübüvvet iddia eden kimse yalancıdır, kafirdir!...”

7- “Ve ben, şu anda Müslümanlar önünde, Allah’ın şu evinde -Delhi camiisinde- Peygamberimiz (s.a.v.) ile peygamberliğin bittiğini; bunu inkar edenin dini olmadığını ve İslam dairesinin dışında kaldığını açıkça ikrar ediyorum.”

İlk İddiaların Yorumu:

Mirza, hala Müslümanların öfkesini yatıştırmakta, gazaplarını dindirmekte, sözleri ve yazılar ile kendisinin doğru bir akide üzerinde olduğuna onları ikna etmektedir. Zira Müslümanlar bu söz ve yazılarından onun peygamberlik iddia etmeye kalkıştığını zannetmişlerdi. Biz, şimdi kendisiyle sözlerini temize çıkardığı çeşitli yorumlarını arzedeceğiz:

1- “Biz de peygamberlik iddia edenlere la’net ediyor; Allah’tan başka Tanrı olmadığını, Muhammed’in Allah’ın Rasulü olduğunu kabul ediyor ve nübüvvetin Muhammed (s.a.v.) le son bulduğuna inanıyoruz. Kendimize nübüvvet vahyinin geldiğini söylemiyoruz. Aksine velilerin Muhammed’in nübüvvetinin ve tabilerinin gölgesi altında telakki ettikleri velayet vahyinin gelebileceğini söylüyoruz... Velhasıl burada nübüvvet iddiası yok; ancak biz, velilik ve müceddidlik iddia ediyoruz.”

2- “Bu aciz ne peygamberdir ne de rasul. O sadece ma’sum peygamberi Muhammed (s.a.v.) in basit bir bendesi ve tabisidir.”

3- “Eğer Allah, şu acize, geçen yirmi yıl boyu ardı ardına ilham etmişse, bu ilhamlarda peygamber veya nebi kelimesi varid olmuştur. Fakat bu nübüvvet ve risaletle kastedilen şeyin hakiki nübüvvet ve risalet olduğunu zannedenler yanılmaktadırlar... Ancak istiarı olarak kulanılan bu kelimeler İslam’da fitneyi gerektirir. Ve insanların başına kötü neticeler doğurur. Binaenaleyh bu kelimelerin -peygamber ve nebi- bir toplumdaki lalettayin fertlerin lisanı üzerine inmemesi gerekir.”

4- “Allah’ın şu kula indirdiği ilhamda, bu acize göre peygamber, nebi ve mürsel kelimelerinin fazlaca kullanıldığında şüphe yoktur. Ki bunlar asli manasını taşımaktadırlar... Biz Muhammed (s.a.v.) den sonra herhangi bir hakiki nübüvvet mefhumu ile eski veya yeni bir peygamberin gelmesinin caiz olmadığını söylüyor ve itiraf ediyoruz. Kur’an da bu gibi peygamberlerin zuhurunu yasaklamıştır. Fakat Allah, mecazi manalı peygamber ve Rasul kelimeleri ile herhangi bir kimseye hitab edebilir.”

5- “Ben bir peygamber değilim. Fakat Allah katından gönderilme bir sözcü ve onun kelimiyim.”

6- “Ben asla peygamberlik iddia etmedim. Onlara peygamber olduğumu da söylemedim Fakat onlar acele ettiler, sözlerimi yanlış anladılar... Ben halka kitaplarımda yazdıklarımdan başka bir şey söylemedim. Yani kendimin sözcü olduğunu ve Allah’ın bana diğer sözcülere konuştuğunu belirttim.”

7- “Mürseller içinde sözcü, ümmetin fertlerinden birisi ve eksik sıfatlı peygamerden başka bir şey değildir.”

8- “Sözcü de bazı manaları ile peygamber demektir. Her ne kadar o tam bir nübüvvete sahip değilse de, cüz’i bir sıfatla peygamberdir. Çünkü o, Allah’ın kelamına müşerreftir. Gayb hallerine muttalidir. Ve Allah’ın vahyini, peygamberlerin vahyi gibi şeytanın tahrifinden korur.”

9- “O halde bu sadece lafzi bir çekişmedir. Yani sizin mukaleme veya karşılıklı konuşma dediğiniz şeye ekseriyetle nübüvvet diyorum ben. Herkesin kendisine göre bir takım terimler kullanması ilahi emrin icabındandır.”

10- “Bu aciz hayatında asla peygamberlik veya hakiki risalet iddia etmememiştir. Kişinin kelimeyi hakiki manasının dışında kullanması onun kafir olmasını gerektirmez. Ama o, onu insanlarla birlikte konuşurken lügat yönünden yaygın manasile kullanabilir. Fakat ben ne bunu ne de ötekini seviyorum. Çünkü o da Müslümanların avam tabakasının kalbinde şüphe yaratabilir.”

11- “Ben bütün Müslümanlardan şunu anlamalarını istiyorum ki, bu acizin “Feth’ul İslam”, “Tevdin’ul Meram’, ‘İzalet’ül Evham’ gibi kitaplarında varid olan “sözcü, bazı manalar ile peygamber demektir.” veya “sözcülük, cüz’i bir peygamberliktir.”; yahut “sözcülük eksik bir peygamberliktir” gibi bütün bu kelimeler asli manasını taşımamaktadır. Aksine onlar, lügat manalarının dışında kullanılmıştır. Ben ise ebediyyen gerçek bir peygamberlik iddia etmiyeceğim. Bütün Müslüman kardeşlerime şunu izah etmek isterim ki, eğer onlar bu kelimelerden dolayı bana kızgın iseler bu onların kalplerini bozar. Bunun için o kelimeleri bambaşka tasavvur edin; onları benim sözcü manasına kullandığımı anlayın. Ben asla Müslümanlar arasında ayrılık ve nifak yaratmaya razı değilim... Onlara düşen sadece sözcü (muhaddis) kelimesini her zaman peygamber manasında anlamamaları ve onu mensuh olarak tasavvur etmeleridir.”

ÇEŞİTLİ NÜBÜVVET İDDİALARI

Sonra Mirza peygamberlik iddia etti. Fakat bu iddia öncekinin aynısı değildi. Ondan çeşitli yönlerde ayrılıyordu. Mesela:

1- Ümmet peygamberi: “Daha sonra Allah’ın vahyi üzerime yağmur gibi indi. Hiçbir kimse bu inançtan dolayı beni terketmedi. Ve halk bana açık olarak peygamber diye hitab etti. Fakat ben bir yönden peygamber diğer yönden de ümmetin bir ferdi olarak bir ümmi idim.”

2- Şeriatsız peygamber: “Şu anda Muhammed nübüvvetinden başka diğer bütün nübüvvetler kesildi. Şeriat sahibi hiçbir peygamber gelemez. Oysa hiçbir kimsenin de şeriatsız peygamber olması mümkün değildir. Ancak önceden bu ümmetten olan kimse müstesnadır. Binaenaleyh ben, Muhammed ümmetinden bir fert ve aynı zamanda da bir peygamberim.”

3- Şeriat Sahibi: “Evet!Şeriatın ne olduğunu bilmeniz lazım. İnsanlar arasında cari olan emir ve nehiyleri vahyi ile getirilen ve ümmetine kanun koyan kimse şeriat sahibidir... İşte bana vahyedilen şeyler arasında da aynı şekilde emir ve nehiyler vardır... Eğer siz şeriattan murad, bünyesinde yeni hükümler bulunan şeriattır diyorsanız, bu yanlış ve batıldır. Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: Şüphe yok ki bu ilk sahifelerdedir. Musa ve İbrahim’in sahifelerinde...”Yani Kur’an’ın kaideleri Tevrat’da da mevcut idi.”

4- Tecessüdi Peygamber: “Nasıl hakiki ve müstakil nübüvvetler peygamberliğin kısımlarındansa, aynı şeklide zılli (görüntü) ve tecessüdi (reenkarne) nübüvvet de peygamberliğin kısımlarından birisidir... Beklenilen İsa’nın zılli peygamber olması ondan nübüvvet elbisesini soyup atmaz. Ancak nübüvvetinin nevisini ortaya kor. Zılli peygamber de, hakiki ve müstakil peygamberlerin yararlandıkları bütün haklardan yararlanır. Çünkü buradaki nübüvvetle o nübüvvetler arasında hiçbir fark yoktur.”

5- Muhammed (s.a.v.) in tecessüdü:

“Ben, onlardan diğerleri öbürlerine kavuştukları zaman...”

Ayeti gereğince tecessüd yoluyla peygamberlerin sonuncusuyumdur. Allah-u Teala beni yirmi yıl önce Ahmediye Burhanları içinde Muhammed ve Ahmed diye isimlendirdi. Beni sadece Muhammed (s.a.v.) in cesedi haline getirdi.”

6- Mirza’nın Nübüvvetile Peygamberliğin Sonu: “Dünyadan hiçbir peygamber geçmemiştir ki, ismi verilmemiş olsun. Tıpkı Allah’ın Ahmediyye Burhanları arasında ben Adem, ben Nuh, ben Musa, ben İbrahim, ben İshak, ben Yakub, ben İsmail, ben Davud, ben İsa ve ben tecessüdi yolla Muhammed (s.a.v.) dediği gibi...”

7- Mirza’nın Nübüvvetile Peygamberliğin Sonu: “Allah-u Teala bu ümmet arasında peygamberliğe nail olmak için beni seçti. Buna nail olmak benden başkasının hakkı değildir.”

“Muhammed ümeti içinde bir peygamberden fazla peygamber çıkması mümkün değildir. Peygamber (s.a.v.) ümmeti arasında ancak bir peygamber çıkacağını ve onun “Nebiyyullah’tan” başka bir isimle isimlendirilmeyeceğini; bunun yanında başka bir peygamberin çıkmayacağını, aksine diğerlerini “Benden sonra peygamber yoktur” sözüyle nefyettiğini bana haber verdi ve kendisinden sonra sadece beklenilen İsa’nın geleceğini söyledi.”

NÜBÜVVETİN SON BULDUĞUNA DAİR ÇEŞİTLİ YORUMLAR

Nübüvvetin son bulduğu hususunda ortaya atılan bu iddiaların Müslümanların umumi akidesi olması için, Mirza ve hempaları çeşitli yorumlar yaptılar. Biz bunlardan bazılarını aşağıda sizlere sunuyoruz:

İlk Yorum:

“Muhammed (s.a.v.)’e yürekten tabi olması sebebiye vahy, ilham ve nübüvvet derecesine ulaştığı zaman Allah teala bu ümmetten birisini seçti ve onu peygamber olarak isimlendirdi. Bu suretle de peygamberliğin sonu veya peygamberlik kapısı onun tabilerile sona ermedi ve kapanmadı. Çünkü o, hala İslam ümmetinin fertlerinden birisidir. Fakat İslam ümmetinin dışında bir başkasının peygamber olarak gelmesi nübüvvetin son bulma akidesine aykırıdır.”

“Muhammed (s.a.v.) kendisinde peygamberliğin tamamlanmış olması, arkasından şeriat sahibi yeni bir peygamber gelmeyeceği ve ümmetin dışında bir ümmetten peygamber çıkmayacağı cihetle peygamberlerin sonuncusudur.”

İkinci Yorum:

“Allah celle şanuhu Muhammed’i (s.a.v.)’i hatem sahibi yapmıştır. Bu ondan başkasına verilmemiş bir rütbedir. Bundan dolayı da peygamberlerin sonuncusu olarak isimlendirilmiştir. Fakat onun ruhi iltifatı peygamberler yaratabilir.”

“Beklenilen İsa (a.s.) demiştir ki: Peygamberin sonuncusuyla kastedilen şey şu anda herhangi bir peygamberin peygamberliğinin ancak Muhammed (s.a.v.)’in mührüyle tastik edilebileceğidir. Nasıl bütün sahifeler üzerine mühür basılmadığı zaman tastiklenmemiş olursa, aynı şekilde bütün nübüvvetler de ancak peygamber (s.a.v.)’ in mührü ve tastikiyle olabilir. Aksi doğru değildir.”

Üçüncü Yorum:

“Muhammed (s.a.v.)’ in ölümünden sonra onüç asır boyu nübüvvet kelimesini Muhammed ümmetinin dilinden kaldırması Allah’ın bu ümmete olan lutfu ve hikmetindendir. Bu onun nübüvvetinin büyüklüğünü tamamlamak içindir. Sonra islam ümmeti gelişip, eski silsilenin benzerliğinin tamamlanması için Muhammed (s.a.v.)’ in ölümünden sonra peygamber isminin verildiği kimselerin bulunmasını gerektirdiği zaman, onun lisanından, ahir zamanda ortaya çıkacak olan İsa için “Peygamber” kelimesi döküldü.”

Dördüncü Yorum:

“Ben cüz’i bir sıfatla Muhammed (s.a.v.)’im. Bu sebeple de peygamberlik kapısı kapanmamıştır. Çünkü Muhammed (s.a. v.)’in peygamberliği, sadece Muhammed’e münhasır olarak aynı hal üzere kaldı.Yani Muhammed şu ana kadar tek peygamberdir. Ben tecessüdü (reincarnite) bir sıfatla Muhammed olduğum zaman, aynadaki aksimde, tecessüdi bir sıfat olarak Muhammed nübüvvetiyle birlikte Muhammedin kemalatı belirdi. Benden başka hangi adam çıkar da müstakil bir sıfatla peygamberlik iddia edebilir ki?...”

Kendisine Vahy İndiğine Dair Muvafakatı:

Aynı şekilde Mirza, kendisine vahy indiğini ve Cebrailin bu değişiklikten memnun olmadığı halde kendisine geldiğini de iddia etmektedir. Biz aşağıya onun bu husustaki açıklamasını alıyoruz:

Vahy:

İlk Durum:

“Eğer Peygamberimiz Muhammed (s.a.v.) den sonra bir başka peygamberin çıkmasını caiz görürsek, kapanmış olmasına rağmen peygamberlik kapısının açılmasını da caiz görmüş oluruz. Müslümanların da bildiği gibi bu doğru değildir.Ölümünden sonra vahy kesilmiş ve Allah, peygamberlik kapısını kapamış olduğu halde ondan sonra nasıl olur da peygamber gelebilir?”

Şurası açık bir durumdur ki, eğer vahyin inişini bir defa olarak kabul edersek, yani Cebrail bir defadan fazla inmedi ve sonra da sustu, dersek, bu, nübüvvetin son bulmuş olmasına aykırıdır. Çünkü mühür kıldığı ve risalet vahyi inmeğe başladığı zaman, vahy az veya çok insin farketmez, hepsi aynıdır. Ve şu anda Cebrail, Peygamber (s.a.v.) in vefatından sonra herhangi bir kimseye inmekten ebediyyen menolunmuş durumdadır.”

“Kur’an, peygamberlerin sonuncusundan sonra eski veya yeni herhangi bir peygamberin gelmesine cevaz vermez. Çünkü peygamer din ilimin ancak Cebrail vasıtası ile telakki edebilir. Cebrail’in iniş kapısı ise kapalıdır. Herhangi bir peygamberin, baki risalet ve vahyi silsilesi olmaksızın gelmesi de imkansızdır.”

“Dini ilimlerin Cebrail vasıtası ile telakki edilmesi peygamberliğin hakikatinden ve mahiyetindendir. Şu anda, risalet vahyinin kıyamet gününe kadar kesik olduğu sabittir.”

Herhangi bir kimsenin açık Kur’an nasslarını terketmesi, dolaşık fikirlere saplanması, peygamberlerin sonuncusundan sonra bir başka peygamberin geleceğine, nübüvvet vahyinin kesilmesinden sonra peygamberlik vahyile ilgili vahy silsilesinin yeniden başlayacağına inanması edebsizlik ve küstahlıktır. Kendisinde peygamberlik şanı olan kimsenin, vahyi, şüphesiz nübüvvet vahyidir.”

İkinci Durum:

“Biz de peygamberlik iddia edenlere la’net ediyor; Allah’dan başka tanrı olmadığını, Muhammed’in Allah’ın Rasulü olduğunu söylüyor ve Muhammed (s.a.v.) le nübüvvetin son bulduğuna inanıyoruz.Kendimize nübüvvet vahyinin geldiğini iddia etmiyoruz. Aksine Muhammed nübüvvetinin de tabilerinin gölgesi altında velilerin telakki ettikleri velayet vahyinin gelebileceğini söylüyoruz...”

“Yoksa kendisine ilham geldiğini idda eden kimsenin bir peygamber olması zaruri midir?”

“Ben peygamber değilim. Fakat Allah katından gönderilme bir sözcü ve O’nun kelimiyim.”

Üçüncü Durum:

“Herhangi bir kimsenin, peygamber (s.a.v.) den sonra vahy kapısının ebediyyen kapandığını ve kıyamet gününe kadar da açılmayacağını zannetmesi batıl bir inançtır. Sanki siz sadece hikaye ve efsaneler inanmakla mı emredildiniz? Allah hakkında bilgi sahibi olmayan bir dinin, din olması mümkün müdür?

“Ben Allah’ın vahyini işitiyorum. Hatadan münezzeh olan sadece Allah’tır. Gerçekte ben onun Kur’an gibi hatadan münezzeh olduğunu biliyorum. Allah’a yemin ederim ki benim inancım budur. Yine yemin ederim ki bu vahy Allah’ın kelamının ta kendisidir. Ve o, tek olan Allah’ın lisanından gelmektedir.

“Bana vahyolunan şeyler, benim Kur’an, İncil ve Tevrat’a olan inancımı eksiltmez.”

“Cebrail bana geldi, beni pakladı, parmağıyla işaret etti ve “Rabbın seni düşmanlardan koruyacak” dedi.”

İSA MESELESİ VE İSA’NIN NÜZULÜ

Mirza hala İsa meselesi üzerinde durmakta, onun bir defa daha ineceğini söylemekte ve çeşitli merhalelerde ki değişikliği kabul etmeyerek kendisine beklenilen İsa olarak itibar etmektedir.Aşağıda bunu da açıklayacağız:

İlk Durum:

“Bu acizin iddiası, İsa’nın benzeri olduğudur. -Fakat bazı anlayışı az kimseler, onun beklenilen İsa olduğunu zannettiler.- Bu yeni bir iddia değildir. Dilimden ilk defa da düşmedi ki insanları buna alışmamış olsunlar. Ben asla kendimin Meryem oğlu İsa olduğumu iddia etmedim. Beni bu hususta üzen şey, bana yalancı diye iftira etmeleridir. Oysa ben yedi veya sekiz yıldan beri, kendimin İsa’nın benzeri olduğumu söylemişimdir.”

“Hakkında birtakım zahiri hadis lafızlarının söylendiği İsa’nın herhangi bir zaman içinde çıkıp gelmesi gerçekten mümkündür.”

“Bu aciz açık olarak, tevazuu, fakirliği, tevekkülü, mucizeleri ve saçtığı nurları cihetinden, kendisinin ilk İsa’nın yaşantısı için hakiki bir örnek olduğuna şahit olmuştur. Ve bu acizin fıtratı ile İsa’nın fıtratı birbirine çok benzemektedir.”

“Bu fakire -kendisini kastediyor- zamanının müceddidi olduğu ve kemalatının ruhi yönden İsa’nın kemalatına benzediği de haber verildi.”

“Eğer, İsa bir peygamberdi, binaenaleyh onun benzerinin de peygamber olması gerekir denilirse, cevap olarak derim ki: Efendimiz Muhammed (s.a.v.) beklenilen İsa için peygamberliği şart koşmadı; ve bütün açıklıkla, onun Kur’an şeriatına tabi müslüman bir adam olacağını, bundan başka da bir özelliğinin bulunmadığını açıkladı.”

İkinci Durum:

İşte bu (yani ben) beklenilen İsa’dır. İlahi ibarelerde geçen Meryem oğlu İsa’dan murat sadece benim. Bana dendi ki:Biz sana bir nişan vereceğiz. Hatta banim için, o beklediğiniz Meryem oğlu İsa’dır, dedi. Halkın hakkında şüpheye kapıldığı kimse haktır ve gelecektir. Zaten şüphenin menşei cehalet ve anlayışsızlıktan başka bir şey değildir...”

“O (Allah) Ahmediyye Burhanlarında (Berahinü Ahmediyya) beni Meryem olarak isimlendirdi. Sonra Ahmediyye Burhanlarından da anlaşıldığı gibi, iki yıl Meryem sıfatına büründüm. Ve böylece perde arkasında gelişmeye ve büyümeğe başladım. Sonra... Meryem’de olduğu gibi benim ruhuma da İsa üflendi. Böylece de mecazi yönden İsa’ya hamile kaldım. Birkaç ay sonra (yani ilhamla Meryem olduktan sonra) İsa oldum. Bu bana Ahmediyye Burhanlarının son dördüncü cüzünde bildirildi. Ve böylece Meryem oğlu İsa oldum...”

Şunu kesin olarak bilin ki bu (yani ben) inecek olan Meryem oğlu İsa’dır. Ama o, zamanında İsa gibi kendisine ruhi yönden baba olacak ve onun ruhi doğumuna sebep teşkil edecek bir şeyh bulamadı. Sonra Allah ona sahip çıktı, onu terbiye etme vazifesini üzerine aldı ve Meryem oğlu İsa adını verdi... Temsili yönden İsaİbni Meryem olan bu aciz babasız olarak dünyaya geldi. Onun dört ırk boyunuzdan birisine ait olduğunu ispat edeblir misiniz? O halde, şayet o Meryem oğlu İsa değilse, kimdir?”

Şunu bilin ki, Sahih-i Müslim’de, İsa’nın Şam’ın doğusundaki Beyza minaresine ineceğini bildiren hadiste geçen “Dımeşk” lafzı, başlangıçtan beri hala muhakkikçileri şaşırtmaktadır... Yine şunu kesinlikle biliniz ki Allah bu şehirden maksadın ne olduğunu bana bildirdi. Bu, adet ve fikirleri hususunda Yezid’e tabi olan Yezidilerin oturduğu bir şehirdir. Allah bana, Kadıyan şehri sakinlerinin de, tabiatlarında Yezid damarı bulunduğundan, onun Dımeşk’e, benzediğini ve ona denk sayıldığını bildirdi...”

“Beni Allah gönderdi. O’na ifitira etmek mel’unların işidir. O beni beklenilen İsa yaptı ve dünyaya gönderdi.”

KADIYANİ TOPLULUĞU MÜSTAKİL BİR ÜMMETTİR

Vakıma Mirza, ilk önce her peygamberin, kendisi içinmüstakil bir ümmet meydana getirdiğini açıkladı. Konuşmalarında ve kitaplarında topluluğuna defalarca ümmet ismini verdi. Biz şimdi bunu ispat edeceğiz:

1- “Nübüvvet iddia eden kimse, Allah’ın varlığını ikrar eder, kendisine Allah’tan vahy geldiğini söyler; Allah’tan kendisine inen vahyi halka tebliğ eder ve kendisine, Allah katından gelen bir peygamber olnarak inanan, kitabının Allah kitabı olduğunu tasdik eden bir ümmet meydana getirir.”

2- “Evet! Şeriatın mahiyetinin ne olduğunu bilmeniz lazım. O, (Peygamberin) vahyi ile halka getirdiği bütün emir ve yasaklardı.Ümmeti için koyduğu kanundur. İşte o kimse şeriat sahibidir. Bana vahyolunan şeyler arasında da emir ve nehiyler vardır.”

“Mesih İbni Meryem’e gelince, o sadece mesih olmuştur. Hem onun ümmeti sapıtmış ve Musevi silsilesi kesilmiştir. benim için de böyle bir şey vaki oldu. Fakat ben İsa’lığıma “Mehdilik” ve Muhammed (s.a.v.)’in “tecessüdi sıfatını” da ilave ettim. O zaman ümmetim iki fırkaya ayrıldı. Bir grub Mesihilik boyasına boyandı, ki mahvolacaktır. Bir grub da Mehdiciliği kabul etti.”

Mirza’ya İnanmamanın Akide Yönünden Neticeleri:

İlk Durum:

“Bu aciz, Allah katından şu ümmete sözcü olarak geldi. Sözcü bir manası ile de Peygamber demektir. Her ne kadar tam bir nübüvvete sahip değilse de, cüz’i bir nübüvvete sahiptir. Onun da diğer peygamberler gibi yüksek sesle halka nida etmesi ve kendisini onlara tanıtması lazımdır. Onu inkar edene son haddine kadar ceza vermek gerekir.”

“Davamın başlangıcından beri, davamı inkar eden insanın kafir veya deccal olmayacağını söylemekteyim. O sadece doğru yoldan çıkmış olur ve imansız değildir.”

Aynı kitabın hamişinde de şöyle der:

“Davaları için inkarcıları kafirlik ve imansızlıkla nitelemenin yalnız başlarına şeriat ve yeni hükümler getiren peygamberlere has bir şey olduğunu aklımızdan çıkarmamak gerekir. Şeriat sahibinden sonra ilham olanlara ve sözcülere gelince, kişi onları inkar ettiği zaman kafir olmaz. Velev bu kimseler, Allah katında yüksek bir mevkiiye sahip olsalar dahi...”

“Kendisine davetimi tebliğ ettim bir müslüman, beni hakem tayin etmez, beni beklenilen İsa olduğuma inanmaz ve bana gelen vahyin Allah katından indiğine itikat etmezse, o semadan gelecek azabı hakeder.”

“Beklenilen İsa’ya inanmayan yahut inanma ihtiyacını hissetmeyen herkes, İslamın hakikatini, peygamberliğin gayesini ve risaletin amacını bilmemektedir. Onun gerçekten Allah’a ve Rasulüne uyan sadık bir müslüman olması da mümkün değildir. Allah, Rasulüne inanmayanları ve ondan yüz çevirenleri fasıklıkla nitelemiştir.”

Son Durum: “Sana tabi olmayan, biat etmeyen ve muhalefet edenler, Allah’a ve Rasulüne karşı asidir, cehennemliktir.”

“Bu anda beklenilen İsa’ya iman etmekten kurtuluş olmadığı belli olduğu halde, niçin Ahmedilerden başkasına İsamı ispat için yapılan çalışmalar devam ediyor?”

”Beklenilenİsa, Ahmedilerden başkasına “Müslümanlar” kelimesile hitap etmişse, bunun manası, onları İslama girmeye davet ediyorum demektir. Yoksa onların müslüman olduklarına inanmış değildir. Bu ilahi emrin icabındandır.”

Şu beklenilen İsa ibaresi sayısız işleri halletti. Birincisi: Allah ilham yoluyla kendisine inanmayana kimsenin müslüman olmadığını beklenilen İsa’ya haber verdi. Hatta sadece bunu değil, ona inanmayanın müslüman olacağına inanmamayı da emretti. İkincisi:Beklenilen İsa Abdulhakim’i, sadece Ahmedileri müslüman olarak gördüğü için bu topluluktan çıkarttı. Üçüncü olarak: Ahmedilerden başkasının müslüman olduğuna inanmak bozuk bir inançdır. Dördüncüsü inanmayan kimselerin yüzüne ilahi rahmet kapısı kapanmıştır.”

“Küfür iki türlüdür: birisi, kişinin inad ederek İslamı inkar etmesi ve Muhammed (s.a.v.) in nübüvvetine inanmaması; diğeri de, beklenilen İsa’ya inanmayıp, bütün deliller lehinde olduğu halde onu yalanlamasıdır. Gerçekte biraz düşünmekle bu iki tip küfrün tek bir küfür olduğu kolayca anlaşılır.”

“Beklenilen İsa’ya biat etmeye katılmayan bütün Müslümanlar kafirdiler ve İslam dairesinden taşra çıkmışlardır. Beklenilen İsa’yı dinleseler dahi...”

“Musa’ya inanıp, İsa’ya inanmayan; yahut İsa’ya inanıp da İsa’yı tekzip eden herkes sadece kafir değil, kafirin de kafiridir. İslam dairesinin dışındadır.”

“Allah, vaadini yerine getirmek için Muhammed (s.a.v.) i bir defa da Kadıyan şehrine indirdi.”

“Beklenilen İsa, İslamı yaymak için bir kere daha dünyaya gelen Muhammed’in ta kendisidir.”

Şimdi iş ortaya çıktı. Çünkü, peygamber (s.a.v.) i inkar etmek bir küfr olduğuna göre, beklenilen İsa’yı inkar etmek de bir küfür olur. Zira beklenilen İsa, Muhamed (s.a.v.) den başkası değil, onun ta kendisidir.”

“Ne onlardan ne de berikilerden olmadığını açıklayan kimse, gerçekte bize göre de yalancılardandır. Bizi tasdik etmeyen ve “o biz de hayır görüyor diyen kimse bize muhalefet edenlerdendir.”

MİRZA’YA İNANMAMANIN AMELİ YÖNDEN NETİCELERİ

“Sonra beklenilen İsa, bizimle Ahmediler dışında kalanlar arasında -her türlü hallerinde- hiçbir ilişkinin kalmamasının gerektiğini kesinlikle emretti. Onlara, musibetleri anında yardım etmemiz bize helal olmadığına göre, onların cenaze namazlarını kılmamız nasıl caiz olabilir?”

“Mirza, Ahmedi olmayanların kızlarile evlenmekte beis olmadığını; zira ehl-i Kitabın kızlarile evlenmenin caiz olduğunu söylüyor.”

“Hepinizin bilmesi için i’lan ediyoruz: Ahmedilerin, kendilerinden olmayanlarla kızlarını nikahlamaları caiz değildir. İstikbal için tedbir almak gerekir.”

“Hz. İsa, Ahmedilerden olmadığı için oğlu Mirza Fazıl Ahmed’in cenaze namazını kılmadı.”

“Rabbımın bana haber verdiği gibi şunu bilin ki, inkarcı, yalancı yahut mütereddid adamın arkasında namaz kılmak size kesinlikle haramdır. Aksine imamınızın ancak sizden birisi olması gerekir.”

“Ahmedilerden başkalarının arkasında namaz kılan kimselerin cenaze namazlarının kılınmasının caiz olmadığına inanıyorum. Onlar öldükleri zaman benim yanımda Ahmedi değildirler. Aynı şekilde kızlarını Ahmedilerden başka erkeklerle nikahlayıp da tövbe etmeden ölen kimselerin cenaze namazının kılınması da caiz değildir.”

“Beklenilen İsa, Ahmedilerden başkasile ticari muamele yapmayı mübah görmemiştir. Hal böyle olunca, şimdi onlara katılacağımız ne kaldı?Halk arasındaki ilişki ikidir: birisi dini, diğeri ise dünyevidir. Dünyevi ilişkinin en büyük vesilelerinden birisi ibadette iştiraktir. Dünyevi ilişkilerin en önemlisi ise, birbiri ile evlenmektir. Vakıa, her iki durum da bize haram kılınmıştır. Eğer siz onların kızlari ile de evlenmek caiz olur derseniz, ben de, evet, Hristiyan kızları ile de evlenmek caiz olur derseniz, derim ki: hadisi şerifte Peygamber (s.a.v.) in yahudilere dahi zaman zaman selam verdiği varid olmuştur.”

 

 

 

 

 

KADIYANİLİK HAKKINDAKİ KANATLAR

1) KADIYANİLİĞE KARŞI MÜSLÜMAN ALİM VE LİDERLERİNİN TAVIRLARI

Vakıa Kadıyanilik fitnesi Hindistan’da, zamanındaki İslam alimlerini ve fikir liderlerini korkuttu. Bu yüzden onlar, kalem ve dillerile ona karşı mücadele ettiler. O fitneye kendini kaptıranlara İslam dairesinden çıkmış nazarile baktılar. Bu, İngiliz idaresi altında iken yapılabilecek en büyük şeydi. Ancak Hindu reisleri Kadiyanilik fikrini desteklediler, korudular ve geliştirdiler. Zira kadiyanilik Hindistan’a kutsilik sıfatı veriyor, Müslümanları Arap Peygamber (s.a.v.) den, Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvereden, Ahmed Gulam ve henpalarının kutsiyet elbisesi giydirdiği şehre yani yalancı peygamberin şehri Kadıyan’a çeviriyordu. Size bunu teyid edecek birtakım misaller vereceğim. Mesela:Kadiyanilerden birisi der ki: “Kadıyan şehrindeki beklenen İsa’nın kubbesi olan Beyza minaresini ziyaret eden kimse, Medine’deki Peygamberin mescidine tahsis edilen bereket ve ihsana nail olur. Kadiyana yaptığı büyük haç sırasında kendisini bu bereketlerden mahrum eden adamdan daha kötüsü kimdir?” Mirza Ahmed’in ikinci halifesi de şöyle der: “Kadıyana yapılan hac, beyt-i haramına yapılan haccın bir benzeridir.”

Bir başka Kadiyani de şöyle der:

“Kadıyan şehrini haccetmeksizin Mekke’ye yapılan hac, boş ve sevapsız bir hacdır. Çünkü bugün Mekke’ye yapılan hac hedefine ulaşmamakta ve hacının vazifesini eda etmemektedir.”

Sonra bunlar bir adım daha attılar ve Allah’ın Kabey-i Muazzama ve Mescid-i Aksa gibi mübarek yerler hakkında indirdiği ayetleri Kadıyan şehri için uygulamaya başladılar. Mesela Mirza Gulam Ahmed Allah’ın “Kim oraya girerse emindir.” sözünü te’vil ederken şöyle der: bu ayet Kadıyan şehrinde bina edilen mescidi vasfetmektedir. Ve devamla der ki:

“Allah’ın Kulu Muhammed’i Mescid’i Haram’dan geceleyin çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah ne yücedir.” (İsra: 17/1)

Ayetinde geçen Mescid-i Aksa’dan kasıt, Kadıyan Mescididir. İkinci halifeyi dinleyelim şimdi de:

“Beklenilen Hz. Mesih (İsa) in bizim Mekke veya Medine’de öleceğimize dair ilhamına gelince, deriz ki; bu iki isim şüphesiz Kadıyan şehridir.”

İşte böylece Kadıyaniler bu davalarını, peygamberi, merkezi taraftarları, halifeleri, mukaddesatı, tarihi ve şahsiyetleri olan bir din haline getirmeğe; Kadıyanilerin taraftarlarının ebedi İslam kültürünü İslam kaynaklarını İslam mukaddesatını teşkil ettiğini belirtmeye ve onların İslamın ruhi merkezi olan Mekke ile ilişkilerini kesmeğe başladılar. Hatta bunlar kendi adamlarına “radıyallahu anh”, liderlerine “aleyhisselam”, Mirza’nın ailesine “ümm’ül mü’minin”gibi lakablar takıyorlar ve Mirza’dan Kütüb-ü Sitte’nin senetleri gibi isnatlarla hadis rivayet ediyorladı. İşte bu sebeple Hindu liderleri -mesela vefat eden Hindistan başbakanı Pandit Cevahir Lal-Nihro- Kadıyanilik fikrini benimsiyorlar ve onu bir vatan davasıymış gibi müdafaa ediyorlardı. Aynı şekilde İngiliziler de bu fitneyi destekliyor ve cesaretlendiriyorlardı. Hatta onun tohumunu diken ve eleştirenler de İngilizlerin ta kendileridir. Çünkü Kadiyanilik davası Müslümanların safları arasında ayrılık tohumları saçmak ve onların yakalarını dağıtmak vazifesini görüyordu. Vakıa bu dava sömürücü hedeflerini gerçekleştirmek için en güzel bir silahtı onlar için.Müslümanların, Kadıyanilerin müslüman olmadıklarını ve İslam dairesinden çıktıklarını ilan etmelerine rağmen İngilizler bunlara kulak asmayıp Kadıyanileri müslümanlardan bir gurup olarak kabul etmekte ısrar ettiler. Aslında onlar, bunun ötesinde, bir yandan fikir ve dava yönünden müslümanları parçalayacak bir fırkayı islam ümmeti arasına yerleştirmek; diğer yandan da İngiliz menfaatları için İngiliz idaresinin kuvvetlenmesini sağlamak kastile bu ümmetin varlığını ve bekasını yoketmek istiyorlardı. Ve İngiliz sömürüsü Kadıyanilik meselesini geliştirmeye, fikir ve deha yönünden onu beslemeğe devam etti. Öyle ki, siyasetine karışmak suretile her işine burnunu soktu. Nihayet sömürü bu tehlikeli akımın elinden tuttu, onu cesaretlendirdi ve sonunda da şehir idaresinde ve orduda önemli makamları onlara tahsis etti.

Müslümanlar, İngiliz ihtilali sırasında defalarca Kadıyanilerin kendilerinden ayırılmasını istediler. Ama sesleri dağların eteklerinde ve vadilerin düzlüklerinde yankı yapmaktan başka bir işe yaramadı.İslam ümmetinin Kadiyanilerden ayrılma isteğini destekleyenlerin başında gelen İslam mütefekkiri Dr. Muhammed İkbal, İslamı bu tehlikeden korumak istedi. Kadıyanilerin tuzaklarını daha boşanmadan bertaraf etti. Sağlam ve temiz dini etrafını saran pisliklerden ve hurafelerden temizledi. Gazetelerde neşerttiği sayısız açıklamalar ve makalelerde bu tehlikeli akıma karşı İslamın durumunu ve Kadıyanilerin sırlarını açıkladı. Onların esas hizmetlerinin gayesinin Britanya sömürüsünü desteklemek ve onun kuyruğunu havada tutmak olduğunu delillerle gösterdi. Mesela makalelerinin birinde der ki:

İslam ümmeti arasındaki her taife varlığını, yeni bir nübüvvet iddia etmek ve zorlamadan ibaret bu nübüvveti tasdik etmeyen bütün Müslümanların bunlara, İslam birliği aleyhine ciddi bir tehlike gözüyle bakmaları gerekir. Çünkü onun birliği, karşılıklı dayanışması, yardımlaşması sadece nübüvvetin son bulduğu inancına dayanır.”

“Bu sabit durumu ciddiyet ve inayetle açıklaması, millet birliğini korumak için bütün ehemmiyetle üzerine eğildikleri bu mesele hususunda Müslümanların duygularını kabartmaya çalışması hükümetin bir vazifesidir.”

“Hint idarecileri için en hayırlısı, (ki o zaman idareciler İngilizdiler) Kadıyanileri Müslümanlanlardan ayrı bir ümmet olarak itibara almalarıdır. Hem bu ayrılış kadıyanilerin durumları da uygundur. Bundan sonra Müslümanların onlara tahammül etmeleri mümkündür. Tıpkı diğer dinlerin varlığına tahammül ettikleri gibi.”

Dr. Muhammed İkbal o zamanların en büyük gazetesi olan “Statesman” (Sözcü) gazetesine gönderdiği bir mektupda bu meseleyi ele alarak şöyle demişti:

“Kadıyanilik, Peygamber (s.a.v.) in nübüvvetine karşılık, yeni bir taifenin kurulmasını hedef edinen kuvvetli bir örgüttür. Bundan dolayı da Kadıyaniler, dini ve sosyal hususlarda Müslümanlardan tam olarak ayrılmayı tercih etmektedirler.”

“Muhammed (s.a.v.) in peygamberlerin sonuncusu olduğu hakkındaki inancımız, İslam dini ile, tevhid akidesi ve Peygamber (s.a.v.) in nübüvveti hakkında Müslümanlara iştirak eden diğer dinler arasındaki ayrılık sınırını bütün inceliğiyle çizer. Fakat Hindistan’da “Kebir Namüssemc”, vahyin devam etiğini ve nübüvvetin eksilmediğini söylemektedir. İşte bu sınırla insan diğer dinler veya grubların İslamla bir mi yoksa ayrı mı olduğuna hüküm verebilir. Tarihte hiçbir İslam taifesinin bu sınırı aştığını bilmiyorum. İran’daki Behailiğini, peygamberliğin son bulduğunu inkar ettiği doğrudur. Ama o, kendisinin müstakil bir taife olduğunu bütün açıklıkla ilan etmiştir. Ve İslam ıstılahına göre de Müslüman değildir. Biz İslamın Allah tarafından vahyedilmiş bir din olduğuna inanıyoruz. Fakat İslamın bir ümmet veya topluluk olarak kalması Muhammed (s.a.v.) in şahsiyeti üzerine kaimdir. O halde Kadıyanilik için şu ikisinden birisini seçmekten başka çıkar yol yoktur:

a) Ya Bahailer gibi Müslümanlardan ayrılsın.

b) Ya da İslamdaki “nübüvvetin son bulma”akidesi aleyhinde uydurma yorumlar yapmaktan vazgeçsin.

Kadıyanilerin İslamın siyasi esaslarından nefret etmelerini, kendilerine yeni bir lakab (yani Ahmediler) edinmelerini, Müslüman imamların arkasında namaza katılmamalarını ve her türlü hallerinde Müslümanlarla sosyal münasebetlerini kesmelerini de buna ilave edebilirsin. Hatta sair İslam aleminin kafir olduklarını ilan etmeleri bundan daha da kötüdür. Bütün bunlar da açıkça gösterir ki Kadıyaniler Müslümanlardan tamamen ayrılmış bir kavimdir.”

“Kadıyanilik, Muhammed (s.a.v.) in ümmetinden Hintli peygambere inanan yeni bir ümmet meydana getirmek istemektedir.” Doktor devamla onun Hindistan’da İslami sosyal hayat için, yahudiliğe ateş püsküren yahudi feylesof İsfenohara’nın akidelerinden daha tehlikeli olduğunu söylemektedir.

Dr. Muhammed İkbal’in bu fitnenin başını ezmek için sarfettiği gayretlerden birisi de kadıyanilerden hiçbirisini islami cemiyetlere almamalarını Müslümanlardan istemesidir. Bu mücadelesine Lahor’da kurduğu “İslamı Koruma” cemiyetile başladı. Sonra cemiyetin reisi oldu. Fakat Kadiyanilerin de cemiyete katılmaları yüzünden başkanlıktan ayrıldıysa da üç ay mevkiisinde kaldı. Bu müddet zarfında cemiyette Kadıyaniliğe özenen hiç bir kimse bırakmadı.

Hulasa Dr. Muhammed İkbal bu fitneyi kökünden kurutmak için yedi başlı bir ejder kesildi!..

Kadıyaniler, İngiliz sömürüsünden yardım alarak, Peygamber (s.a.v.) in şerefi ile oynadıkları zaman, Kadıyanilerle Müslümanlar arasında bir polemik savaşı ve çatışma başladı. Liderleri ve hempaları İslamdan ayrılmayanlara karşı İslama ve peygamber (s.a.v.) e saldırıya başladılar. Bu yüzden de çeşitli içtimai meseleler ortaya çıktı. Bilhassa şahsi durumlar hakkında. Şikayetler mahkemeye aksettirildi. Böylece Kadıyanilik davası İslam ve Müslümanlar yanında bir mesele halini aldı. Mesela şu adam Müslümanlardan birinin kızıyla evlenip, sonra da onun Kadıyani olduğu veya Kadıyaniliğe geçtiği kız tarafından öğrenilince, kız onun karısı olarak kalmaya razı olmuyordu. Bu durumda mahkemelere birçok şikayetler yapıldı. Mahkemeler de Kadıyanileri Müslümanlardan ayrı kabul ederek onlarla Müslümanlar arasındaki evliliklerin batıl olduğuna dair hüküm çıkarttı. Bu kararlar içerisinde en önemlisi gibi gözükeni 1935 senesinde hakim Muhammed Ekber Han tarafından “Bilhavil Nacar” şehrinin mahkemesinde alınan karardır. Bu kararda şöyle deniliyordu:

“Davacı bayan Gulam Aişe, -ki Kadıyani olan kocası Abdurrezzak’la evlilik ilişkisinin kesilmesi için mahkemeye müracaat etmiştir.- Kat’i delillerle peygamber (s.a.v.) in gönderilişiyle nübüvvet silsilesinin sonra erdiğini ispat etmiştir. Sanık Abdurrezzak’ın İslam akideleri aleyhine yaptığı yorumlar ve ayıklamalar, tarih boyunca İslam ümmetinin ikrar ettiği ve anladığı açıklamalarla tamamen çelişmektedir. Bu sebeple sanık Abddurrezzak’ın Müslümanlardan alarak itibara alınması mümkün değildir. Bilakis o İslamdan irtidat etmiştir. Binaenaleyh mürted bir kimsenin Müslüman bir kadınla olan nikahı şahsi hallerde kaldırılmış (mülgü) kabul edilir. Sanığın zevcesinin, irtidat ettiği günden bu yana artık onun karısı olmadığına karar veriyoruz. Şu mahkemenin verdiği hakları kocasından istemesi kadının hakkıdır.”

Zaten Müslümanlar Hint savaşlarından dolayı hala Kadıyanilik için düşmanlık ve kin beslemektedirler. İslamın fikir liderleri de bu hususta onları kışkırtmaktadır. Ancak onların bu duyguları, evvelce zikrettiğimiz sebeplerden dolayı İngiliz ihtilali süresince umumi ızdıraplar ve üzüntüler yaratmamıştır. Fakta Hindistan ikiye ayrılıp, Pakistan hükümeti ayrı bir devlet olarak kurulduğu, müslümanlar, hükümetlerinin başına, derhal azlettikleri Kadıyanilere karşılık istedikleri kimseleri getirdiği, Kadıyanilerin İslam toplumu içindeki hareketlerine bir ölçü koyduğu ve devletin gelecekteki istikrarını temin etmek maksadıyla onları akalliyet haline getirdiği zaman, yine de Müslümanların şefkat ve himaye kanatları Kadıyanilere karşı gerildi; onlara geniş araziler verdiler, hükümet dairelerinde koltuklar ayırdılar. Böylece balık baştan bozuldu!..

Durum ciddileşip iş tehlikeli hale gelince, İslam liderleri ve bütün İslami mezhepleri temsil eden İslami cemiyet başkanları Pakistan’ın Kürateşi şehrinde 1953 ocağında bir kongre yaptılar. Bu kongrede ortadaki nazik durumu münakaşa ettiler ve Kadıyaniliği inceleyerek, onun nasıl tedavi edilebileceği hakkında fikirler ileriye sürdüler. Bir yönden İslami düsturlar için teklifler yaptılar, diğer yandan da hükümetten, Kadiyanileri, diğer İslam memleketlerinde olduğu gibi, sağa sola dağıtarak akalliyet haline getirmesini, nüfusları ölçüsünde bakanlar kurulunda bazı sandalyeleri onlara tahsis etmesini istediler. Bütün toplantıdaki aldıkları kararlarda sadece İslam akidelerine ve onun temel esaslarına taalluk eden meseleler hakkında söz birliğine varamadılar. Aksine topluca, Kadiyanilerin, İslam dairesinden çıktıklarını ve Muhammed (binlerce selam olsun ona) (s.a.v.)in nübüvvetine karşı geldiklerini te’yid ettiler.

Ancak, iş sanıldığı gibi kolay olmadı. Çünkü Kadıyaniler, evvelce de söylediğimiz gibi, İngiliz ihtilalinden beri önemli mevkiileri ellerine geçirmişlerdi. Hatta Pakistan devleti kurulduğu zaman bile ordu ve idare gibi önemli mevkiiler ellerinde bulunuyordu. Bunlar, toplumda tesiri görülen vazifeleri evvelki durumlarını korumak ve nüfuslarını genişletmek maksadile iyi yapıyorlardı. Mesela açık bir misal verecek olursak, Zaferullah Han’ın Dışişleri Bakanlığına atanmasını gösterebiliriz. Malumdur ki Zaferullah sadece Kadıyaniliğin liderlerinden ve onun gayretkeş davetcilerinden değildi. Aksine İngiliz dostluğunun en ileri gelen simalarından hatta onların yaratıcılarındandı. Devlette Dışişleri Bakanlığını temsil eden bu adam, çoğunluk halkın kafir olduğuna ve onların İslamdan çıktıklarına inanıyordu. Zaferullah Han diğer devletlerdeki hariciye erkanını, elçilikleri ve ateşeleri kendi hempara ile iyice kuvvetlendirdi. Onları Müslüman vazifelilere tasallut etmekte serbest bıraktı. Onlar da istedikleri gibi onların mevkilerini ellerinden almaya, onlara hükmetmeye başladılar. Zeferullah Han, Pakistan’daki otoritesi sayesinde, Birleşmiş Milletler Kürsüsünde arapları desteklemek suretile İslam memleketlerinde de Kadıyanilik nüfuzunu genişletti. Bu yüzden Müslümanlara kötü davrandı ve sabırlarını taşırdı. Nihayet zaten gerilmiş olan ok yaydan fırladı ve 1953 yılında memlekette Zaferullah Han’ın Dışişleri Bakanlığından alınmasını ve Kadiyanilerin memlekette azınlık hale getirilmesini isteyen şiddetli bir hareket başladı. Bu hareket, bu memleketin uzun bir zamandan beri bir benzerine bile şahit olmadığı bir millet hareketiydi,

Bu sırada Mükfehirüşşaik mecmuası “Kadıyanilik Meselesi” başlığıyla ilk makaleyi yayınladı. Bu makalenin yazılmasından maksat, Müslüman am tabakasının ve alimlerinin isteğinin doğruluğuna, maksatlarının, menfaatperest ve tahribcilere fırsat vermemeleri, kanunun tanıdığı hakka dayanarak istediklerini yaptırmak hususunda hükmeti zorlamaları için Müslüman topluluğuna nasihat vermek olduğuna hükümeti ikna etmekti. Aşağıda okuyucunun da müşahede edeceği gibi bu istek ilmi bir metodla sunulmuştu.

Fakat zamanın kahpeliğine bakın ki, hükümet bu şikayetlere kulak asacağı, meseleyi hikmet ve düşünce ile halledeceği yerde, kendi bildiğini okumakta devam etti. Yapılan istekleri reddetti. Hareket mıntıkalarında sıkı yönetim ilan etti. Bu emre karşı gelenleri zincirlere vurdurdu, ateşe attırdı. Ordunun idare ettiğini sıkı yönetim üç ay kadar devam etti. Bu esnada yüzlerce Müslüman, asker ve polislerin kurşunlarile can verdi. Binlerce alim ve halkın ileri gelenleri zincire vurulup, zindana atıldı.

Bu ızdırapların sona ermesinden ve sıkı yönetimin kaldırılmasından sonra bu olayın meydana geliş sebeplerini incelemek için bir hukuk mahkemesi teşkil etti. Mahkeme ise, bu meseleyle ilişkisi olan dini ve siyasi partilere birtakım sorular tevcih etmekle başladı işe. Hepsi de bu mevzudaki fikirlerini açıkladılar. Bana bu meyanda birtakım sorular geldi. Ben ilerde de okuyacağınız gibi onlara üç şekilde cevap verdim.”

Aynı mecmuayla “Peygamberliğin Son Bulduğuna İnanmak” başlığı altında bir başka, makale daha verdim. Bu makale Ahzab suresi için yaptığım tefsirin bir kısmı idi.

“Muhammed sizden herhangi birinizin babası değildir. Fakat o, Allah’ın Rasulü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilir.”

Ayetini açıklarken İslam şeriatının kaykanlarının ışığı altında nübüvvetin son bulma meselesini izah ettim. Kur’an, sünnet ve icma-i ümmetten faydalandım. Peygamberliğin sona ermesini inkar edelerin öne sürdükleri bütün delilleri ele alarak inceledim ve münakaşa ettim. Ve onlara akl-ı selim sahibi olan herkesin ikna olabileceği bir şekilde cevaplar verdim. İsa ve Mehdi meselesinde insanların zihinlerini çelen bazı şüpheleri ortadan kaldırmak için Meryem oğlu İsa’nın inişi ve Mehdi’nin zuhuru meselesini ele aldım. Tabii Kadıyanilerin sığındıkları ve hempalarının silah olarak kullandıkları yanlış açıklamaları bertarf etmeyi de ihmal etmedim.

Kadıyaniliğin yeryüzünün çeşitli memleketlerinde merkezleri ve davetçileri vardır. Bilhassa bazı Afrika ülkelerinde ve özellikle Avrupa’da Britanya idaresi altında bulunan memleketlerde. Yeryüzündeki merkezlerinin sayısı, kendilerinin yaptığı gibi açıklamaya göre otuzbire yaklaşmaktadır. Hatta İsrail’de bile bir merkezlerin bulunması işin en garib tarafıdır. Suriyeli İslam alimi Muhammed Hayyr’ul Kadiri’nin İsrail’deki Kadıyani merkezi hakkında yaptığı açıklamalardan bazı iktibaslar yaparak okuyucuya sunuyoruz:

“Kadıyaniler yeni dinlerini Arab memleketlerinde de yaymak istediler ve misyon teşkilatlarını kurmak için en müsait bir yer aradılar. Neticede en iyisi olarak Hayfa şehrini buldular. Bunun sebebi ise, sancağının gölgesi altında güvenlik ve istikrar buldukları İngiliz’lerin yardımını sağlamak idi. Böylece Hayfa’da misyon teşkilatlarını kurdular. Oradan davetçilerini Arab devletlerine gönderebiliyorlardı. İnglizler’in Hayfa’dan çekilmesinden sonra Kadıyaniler İsrail sancağı altında da güven ve istikrar buldular. Hala da merkezleri Hayfa şehrindedir. Oradan Filistin’e giriyorlar ve arab devletlerine geçebiliyorlar.

“Bütün Arap devletleri İsraille olan ilişkilerini kesip, ondan ayrıldığı zaman bile Kadıyaniler onlarla sıkı temaslarda bulundular, dostluk tezahüratları gösterdiler. Ve Kadıyaniler Filistin’e güvenlik içinde girip çıkmaktadırlar.

“Kadıyanilerin önce İngilizlerle sonra da İsraillilerle dostluk münasebetleri kurmaları onların Müslümanlardan ayrı olduklarına kesinlikle delalet eder. Biz Arab ve İslam devletlerinden, bilhasa Arap aleminden ve İsrailden, İsrail’deki mekteplerini kapatmak suretile Kadıyanileri korkutmalarını; onlara İsrailde yollar açan Avrupa şirketlerine ve fabrikalarına iyi bir ders olsun diye bütün Kadıyanileri Arab memleketlerinden sürmelerini ve oralara girmekten menetmelerini istiyoruz.”

Bizzat Kadıyani kaynakları şöyle diyor:

“Ahmediyye misyoner teşkilatı, Hayfa’daki Kermel dağına düşer... Orada bir mescidimiz, misyoner binamız, umumi bir okul, kitap alış verişi için bir dükkanımız ve bir medresemiz vardır. Teşkilatımız “Müjde” isminde aylık bir mecmua çıkartır. Bu mecmua başka memleketlerde de o memleketlerin diliyle yayınlatılmaktadır. Vakıa bu teşkilat, beklenilen İsa’ın derslerinden bir çoğunu Arabçaya nakletmiştir.”

“Ahmediyye misyoner teşkilatı, Filistin’in taksimi sebebile çeşitli yerlerde tepkilerle karşılandı. Filistinde kalan Müslümanlar, her fırsatta hizmet için çırpınan müessesemizden faydalanırlar, ondan hidayet alırlar. Bundan bir müddet önce misyon başkanımız Hayfa belediye reisini karşıladı ve onunla çeşitli meseleleri görüştü. Ve belediye reisi, fırkamıza katılması pek önemli olan kimselerin oturduğu Kebabir dağının yakınlarında bir medresenin daha inşa edileceğini müessesemize vadetti. Ayrıca Kebabir dağında misyonerimizi karşılayacağını da vaadetti ve bu vaadini yerine getirdi. Onlar bizi dört önemli şahısla karşıladı. Bizde onları misyon adamlarımız ve medrese talebeler ile karşıladık. Burada tarihi bir görüşme yaptılar. Dönüşlerinde, onların intibalarını ziyaretçilerin defterine kaydettiler.”

“Burada, İsraildeki misyoner teşkilatımızın önemini belirten basit bir hadise oldu. Şöyle ki: misyonerimiz Muhammed Şerif Pakistan’daki Ahmediyye merkezine dönmek istediği zaman, İsrail başbakanı ona bir mektup göndererek Pakistan’a gitmeden evvel kendisini ziyaret etmesini istedi. Muhammed Şerif bu ziyareti kabul etti ve başbakana, hayretle kabul ettiği Kur’an-ı Kerim’in Almanca tercümesinden bir nüsha sundu. Bu karşılıkla mukabele hareketinden İsrail gazeteleri geniş manşetler atarak bahsettiler ve hatta İsrail radyosu dahi bu haberi anons etti.”

Okuyucu bu iktibaslardan şunu anlamalıdır ki, Kadıyaniler, İsrail idaresi altında basit ve aşağı bir hayat yaşamakta olan Filistinli Arablar arasında fikirlerini yayarken, normal durumlarını koruyorlar, siyonizmin kuvvetinden faydalanıyorlar ve idarede bulunan hükümeti kışkırtıp Arablara eziyet etmek suretile de hedeflerine ulaşıyorlar... Yani beklenilen İsa’nın sözlerine uyarak onları cihad fikrinden vazgeçmeye ikna etmek istiyorlar.

Bu yazdıklarımız, bu hareketin, yaptığı çalışmaların, kurduğu tuzakların, meydana getirdiği örgütlerin ve saçtığı zararların ancak çok azıdır. Burada dikkatinizi çekmek istediğimiz önemli bir husus daha var:Kadıyaniliğin davetçileri Müslümanlar arasında fikirlerini ve davetlerini yayarlarken, kendilerine İslam davetçileri süsü vermekte ve vazifelerinin sadece reform ve yenileme olduğunu söylemekteydiler. Sırf Müslümanlar tuzağa düşürülmek istendiklerini anlamasınlar diye. Sonra fikirlerine inanan kimselerin çıktığını ve onların iddia ettikleri şeylere ikna olduklarını gördükleri zaman, sahte elbiselerin altından çıkarak koydukları esasları kabul etmenin zaruri olduğunu söylüyorlardı. Fakat aldananlar içinde işin gerçeğini anlayanlar pek azdır. Çoğunluk onların tuzaklarına düşmüş, bu sebeple de hem dünyalarını hem de ahiretlerini kaybetmişlerdir. İşte apaçık hüsran budur!!!...

Hamd alemlerin Rabbı Allah’a...

KADIYANİLİK MESELESİ

1914 Aralığında, Pakistan’ın doğu ve batısından gelen ve muhtelif İslam taifelerini temsil eden alim ve porfesörlerden müteşekkil bir grub Kürateşi şehrinde bir kongre yaptı. Bu kongrede hep beraber, hükümetin, yeni kanun için teşrii meclisine yaptığı teklif ve tavsiyeleri gözden geçirdikten sonra bu teklif ve ta’dilattan bir kısmında ittifak ettiler. İlki şöyle:

“Teşrii Meclisinden, Kadıyanlı Mirza Gulam Ahmed’i kendileri için dini bir lider olarak gören ve inanan kimseleri memlekette sair gayr-i müslimler gibi akalliyat olarak kabul etmesini; onlara parlamentoda Pencap bölgesi için bir sandalye ayırmasını istiyoruz.”

Diğer alimlerin tekliflerinin oranına gelince, bunun, bütün alimlerin düşmanlarını gezebe getirdiği makul ve vazıhtır. Hatta onlar o hususta hiçbir şeyi reddedemediler. Bir kısmı o hususta bazı şeyler söylemişse de, sözünün bir kıymeti olmadı. Kültürlü aydın kimseler indinde makbule geçmedi...

Kadıyanilikle ilgili şu teklife gelince, gördüğümüz gibi, her ne kadar o, bu meselenin halli için uygun bir çözüm yolu olmuşsa da, bazı aydın kimselerimiz onun doğruluğuna ve makullüğüne bir türlü kanaat getirmemişlerdir.

Biz, alimleri bu tekliflerini takdim etmeye teşvik eden delil ve dökümanları bütün açıklıkla okuyucuya sunuyoruz.

Kadıyaniliğin İslam ümmetinden ayrı bir millet olması, sadece onların bu ümmet içinde kendileri için seçtikleri mekanın tabii ve mantıki bir neticesidir. Kendilerini diğer Müslümanlardan ayıran ve onlardan ayrı bir ümmet haline getiren sebepleri yaratanlar bizzat onlardır.

Müslümanlar onüçbuçuk asırdan beri inanmışlar ve hala da inanmaktadırlar ki, Peygamberimiz efendimiz Muhammed (s.a.v.) peygamberlerin sonuncusudur. Kıyamet gününe kadar ondan sonra peygamber ve rasul gelmeyecektir. Bu, Allah’ın hoşnutlukları üzerlerine olsun, Sahabe-i Kiram’ın,

“Muhammed sizden herhangi birinizin babası değildir. Fakat o, Allah’ın Rasulü ve peygamberlerin sonuncusudur.”

Ayetinden anladıkları manadır. Bu sebeple onlar Muhammed (s.a.v.) den sonra peygamberlik iddia eden herkese karşı savaşmışlardır.

Ve bu, bütün Müslümanların biribiri ardından gelen asırlar boyu anladığı manadır. İşte onlar bu yüzden aralarına peygamberlik iddia eden hiçbir kimseyi kabul etmemişlerdir.

Kadıyaniler ise “Hatemünnebiyyin” kelimesini önce şöyle tefsir ettiler:Muhammed peygamberlerin sonuncusudur, yani onların tabisidir. Şu anda bile ondan sonra ortaya çıkan peygamberin peygamberliği Muhammed (s.a.v.) in hatemine tabi olur. Burada bu manayı bize açıklayıp izah edecek bazı metinleri Kadıyanilerin kitaplarından alarak okuyucuya sunmak mümkün. Ama biz sadece üç metin sunmakla iktifa ediyoruz:

“Beklenilen İsa(a.s.) Hatemünnebiyyin hakkında dedi ki:bundan murad, şu anda ortaya çıkan herhangi bir peygamberin nübüvvetinin Muhammed (s.a.v.) tarafından tasdik edilmedikçe doğru olmayacağıdır. Nasıl her türlü evrak, üzerine mühür basılmadan doğru ve emin olmazsa, aynı şekilde üzerinde Muhammed (s.a.v.) in mührünün izi bulunmayan bütün nübüvvetler de sahih olamaz.”

“Peygamber (s.a.v.) in peygamberlerin sonuncusu olduğunu inkar etmiyoruz. Fakat son demekten maksat bugün birçok insanların anladığı manada bir son değildir. Zira bu anlayış Muhammed (s.a.v.) in yüceliğine, şanına ve yüksek makamına tamamen aykırı düşmektedir. Bunun manası, Muhammed (s.a.v.) ümmetini büyük nübüvvet nimetinden mahrum etti demektir.”

“Hatemünnebiyyinden murad şudur:Peygamber (s.a.v.) peygamberlerin sonuncusudur yani onların tabisidir. Şu anda ancak Muhammed (s.a.v.) in tasdik ettiği peygamber olabilir... Bu manaya göre Muhammed (s.a.v.) in peygamberlerin sonuncusu olduğuna inanıyoruz.”

“Son demek tabi olan demektir. Peygamber (s.a.v.) tabi olduğuna göre, ümmeti içinde bir peygamber olmazsa tabilik nasıl devam edebilir?”

Bu yorum sadece mücerred bir lafız yorumu olarak kalmamıştır. Aksine daha sonra Kadiyaniler, Peygamber (s.a.v.) den sonra sadece bir peygamberin gelmeyeceğini aksine yüzlerce hatta binlerce peygamberin gelmesinin muhtemel olduğunu ilan etmişler ve açıklamışlardır.

Bu bizzat Kadıyanilerin metinlerinde de tamamen açıktır. Biz okuyucuya bu metinlerin bazılarını sunuyoruz:

İkindi vaktindeki güneş gibi apaçıktır ki peygamberlik kapısı, peygamber (s.a.v.) den sonra da hala açıktır.”

“Müslümanlar Allah’ın hazinelerinin bittiğini zannetmişlerdir...Onların bu zannları sadece Allah’ın kudretini tam olarak bilemeyişlerindendir. Ancak ben diyorum ki, sadece bir peygamber değil aksine binlerce peygamber gelecektir.”

“Eğer toplanıp boğazıma kılıcı dayasalar ve birisi çıkıp da Muhammed (s.a.v.) den sonra hiçbir peygamberin gelmeyeceğini söylememi istese dahi, yine de ona “Sen yalancısın, bu dediğin caiz değildir, aksine ondan sonra peygamberlerin gelmesi lazımdır!..” derim.”

İşte böylece Mirza Gulam Ahmed nübüvvet kapısını açtı ve sonra peygamberliğini iddia etti. Kadıyani taifesi de onun bu iddiasını tasdik ederek onun tam ve hakiki bir peygamber olduğunu kabul ettiler. Biz burada bunu sizlere ispat edecek bazı delilleri Kadıyanilerin sözlerinden alarak sunuyoruz:

“Yine beklenilen İsa (a.s.) yazdığı kitaplarında risalet nübüvvetin açıklayarak şöyle demiştir: İddia ediyor ve diyorum ki: ben bir rasul ve peygamberim.”

Mirza devamla der ki:

“Ben Allah’ın emri üzere ortaya çıkan bir peygamberim. Eğer bunu inkar etseydim muhakkak günahkar olurdum. Mademki beni peygamber olarak isimlendiren Allah’dır, o halde bunu inkar etmek mümkün müdür? Bu dünyayı ıslah edinceye kadar bu emre sarılacağım.” Beklenilen İsa bunu, ölümünden üç gün evvel yazdığı kitabta zikretmiştir. (23 Mayıs 1908) ve bu, öldüğü gün “Umumi Haberler” de yayınlanmıştır.” (26 Mayıs 1908).

İslam şeriatının peygamber hakkında bize verdiği bilgiye göre, beklenilen İsa’nın sadece remzi bir peygamber olması kabul edilemez. Aksine hakiki bir peygamber olması lazımdır.”

Bu nübüvvet iddiasına göre, inanmayan herkesi kafirlikle itham etmek gerekir ki, Kadıyanilerin yaptığı da budur. Onlar, kitaplarında ve konuşmalarında Mirza Ahmed Gulam Kadıyaniye inanmayan bütün Müslümanlara alenen kafir demektedirler. Aşağıda bunu gösteren bazı sözleri okuyucuya sunuyoruz:

“Beklenilen İsa’yı biat etmeye katılmayan bütün Müslümanlar kafirdirler, İslam dairesinden de çıkmışlardır. Velev beklenilen İsa’nın ismini işitmemiş olsalar bile.”

“Musa’ya inanıp İsa’ya inanmayan veya İsa’ya inanıp Muhammed’e inanmayan, yahud da Muhammed’e inanıp da beklenilen İsa’ya inanmayan herkes sadece kafir değil, bilakis kafirin de kafiridir ve İslam dairesinden taşra çıkmıştır.”

“Biz Mirza (a.s.) ın nübüvvetine inanırken, gayr-i Ahmediler ona inanmamaktadırlar. Kur’an’a göre Ahmedilerden başka herkes kafirdir. Zira küfür sadece bir peygambere karşı da olsa yine küfürdür.”

Kadıyaniler sadece Mirza Gulam Ahmed’in nübüvveti hakkında Müslümanlara muhalif olmakla yetinmiyorlar, aksine ortada kendilerile Müslümanlar arasını birleştirecek hiçbir şeyin mevcut olmadığını, Rabblarının Müslümanların Rabbinden ayrı, İslamiyetlerinin onlarınkinden başka, Kur’anlarının elimizdeki Kur’an’dan gayri bir Kur’an, namazlarının ayrı bir namaz ve oruçlarının da apayrı bir oruç olduğunu söylemektedirler... ilah...

11 Ağustos 1922’de Kadıyanilerin halifesinin Fadl mecmuasında “Talebelere Nasihatlar” başlığıyla yayınlanan bir konuşmada halife, toplumunun talebelerine Ahmedilerle Ahmedi olmayanlar arasındaki fark ve hilafı açıklamaktadır. Mesela der ki:

“...Beklenilen İsa dedi ki: onların -yani Müslümanların- İslamı bizimkinden ayrıdır. Tanrıları ve haccları da böyle. Ve onlar her şeyde bize hilaf etmektedirler.”

Aynı mecmuanın 30 Temmuz 1931 tarihli sayısında halifenin bir konuşması daha neşredildi. Bu yazıda daha Mirza hayattayken Ahmediler arasında çıkan münakaşadan söz ediliyordu. Mesela, Kadıyanilerin dini ilimlerde ayrı bir yol takip edip etmeyecekleri ve kuracakları dinin kendilerine has bir din olup olmayacağından. Bazıları Ahmedilerin Müslümanlarınkinden ayrı olacak olan dini ilimler için ayrı bir yol tutmalarının gerektiğini söylüyordu. Bu grubun delili şu idi:

“Biz, Müslümanlara sadece beklenilen İsa (a.s.) ın bize belirttiği ve delillerin izah ettiği malum hususlarda ihtilaf ediyoruz. Başka hususlarda da sair meseleleri öğrenmemiz mümkündür.”

Bir başka grub da bu hususta ilk gruba karşı çıkmıştı. Onlar bu şeklide birbirleriyle atışırken Mirza Ahmed üzerlerine gelmiş, münakaşa ettikleri mevzuuyu işitince, sözlerini keserek, şu sözlerle aralarında hüküm vermişti:

“Bizim, sadece İsa’nın ölümü veya diğer meseler hususunda Müslümanlara karşı çıktığımız yanlıştır. Biz onlaraAllah-u Teala’nın zatı, Peygamber (s.a.v.), Kur’an, namaz ve hacc hususunda da ihtilaf ediyoruz. Kısacası Mirza Ahmed Gulam onlara mevzuuyu izah etmiş ve bizim her hususta Müslümanlara karşı çıktığımızı belirtmiştir.”

Vakıa Kadıyaniler kendilerile Müslümanlar arasında çıkan bu yaygın ihtilafı sonuna kadar sürdürmüşler, neticede Müslümanlarla birliktenamaz kılmamışlar ve sanki çoğunluk bir ümmet imişler gibi kendileri içi ayrı bir nizam koymuşlardır. Buna Kadıyanilerin kitapları da şahidlik eder:

“Beklenilen İsa, Ahmedileri kendilerinden olmayanlarla ancak Hristiyanlar Peygamberin yaptığı kadarile muamele bulunmayı mübah gördü.O, bizimle Ahmedi olmayanları namaz hususunda ayırdı. Kızlarımızı onlarla evlendirmeyi bize haram kıldı. Bizi onların ölülerinin cenazelerini kılmaktan menetti. O halde onlara katılacağımız ne kaldı ortada? İnsanlar arasındaki ilişkiler ikidir. Dini ilişki, düyevi ilişki, Dini ilişkilerin en önemli vesilelerinden birisi ibadette iştiraktir. Dünyevi ilişkilerin en önemlisi ise biriyle evlenmektir. Her ikisi de bize haram kılındı. Eğer onların kızlarile evlenmek caiz olur derseniz, evet, Hıristiyanların kızları ile de evlenmemiz caiz olur derim. Şayet niçin Ahmedi olmayanlara selam vermek caiz oluyor derseniz, derim ki: çünkü hadis-i şerifte Peygamber (s.a.v.) in bazan Yahudilere selam verdiği varid olmuştur.”

Müslümanlarla olan ilişkilerini ve birlikte namaz kılmayı kesmek sadece kitap ve sözde kalmamıştır. Aksine şu memleketin halkı binlerce defa Kadıyanilerin Müslümanlardan fiilen ayrıldıklarına şahid olmuştur. Onlar, Müslümanlardan ayrılarak tamamen müstakil bir ümmet haline gelmişlerdir. Ne farz namazlarda, ne cenaze namazlarında ne de evlenmede müslümanlara katılmazlar...

Bundan sonra onların Müslümanlarla birlikte tek bir ümmet haline gelmeyi isteyip istemediklerini düşünmüyorum. Yahut bugün kanuni yönden bizimle onlar arasındaki ayrılığın hakikatini itiraf etmenin gerekli olduğunu da bilmiyorum. Vakıa bu ayrılık, elli yıldan beri fiilen vaki olmuştur. Hatta şu anda bile hem akide, hem de amel yönünden böyle bir durum mevcuttur.

Gerçek şu ki, Kadıyanilik hareketi, bugün (mücerret) nazari yönden bundan evvel anaşılmasında güçlük çektiğimiz meseleyi ameli bir tecrübeyle bize ispat etti. Yani nübüvvetin son bulma akidesi hakkındaki hükmünü açıkladı. O zamanlar bizden herhangi biri, vahy silsilesinin kesilmesinin ve Muhammed (s.a.v.) den sonra peygamerler gönderilmesinin duruş sebeplerini soruyordu. Fakat bugünkü tecrübe bundaki hikmetin ne olduğunu bize açıkladı ve Allah’ın İslam ümmetine ihsan ettiği en büyük nimetin ne olduğunu da bildirdi. Çünkü Allah, aklı başında olan herkesi tevhid kelimesile, ümmet birliğini korumak, onun bağını ve ilişkilerini sıkılamak için tek bir peygambere tabi olmakta birleştirdi... Aynı zamanda bu tecrübe, yeni peygamberlik iddiası sebebile tek bir ümmetin nasıl birçok ümmetlere ayrıldığını da gösterdi.

Eğer bugün edindiğimiz şu tecrübe bizi uyarır, hakikatleri bize gösterir ve biz de bu yeni ümmeti -yani Kadıyani ümmetini- İslam ümmetinin bünyesinden koparıp atarsak, artık bugünden sonra içimizden hiçbir kimse çıkıp da peygamberlik iddia etmeye, ümmetin parçalanması ve söz birliğinin bozulması için yeni bir şeriat getirmeye cür’et edemez. Ama şayet bu parçalanma ve tefrikayı kabul eder, ona göz yumarsak, sadece nübüvvet iddia eden daha birçoklarını cesaretlenmiş, onların gelecekteki iddialarına yardımcı olmuş ve bu sebeple de İslam birliğinin bozulmasına katılmış oluruz... Ve bizim bu sükutumuz bizden sonrakilere kötü bir örnek olmuş olur. Ama iş, bu ümmetin bir veya iki defa parçalanması ile bitmez. Aksine hergün yeni bir bozulma ve tefrika belasının doğacağı toplumumunun alın yazısı olacaktır!..

Kadıyanilerin memleketteki diğer gayr-i müslimler gibi azınlık haline getirilmesi hususundaki isteğimizi kendisine isnad ettiğimiz hakiki delil işte budur. Gerçekte o, hiçbir kimsenin makul bir delille kendisine karşı koyamayacağı ikna edici bir delildir. Şu kadar var ki bu isteğimize karşı koyanlar, insanları bizden çevirmek ve çeşitli yollarla bu isteği zihinlerinden söküp atmak isteyenlerdir. Bu sebeple onlar asıl meseleyle hiçbir ilişkisi olmayan başka delillerle yolumuza çıkarak, kırk dereden su getirmektedirler. Mesela diyorlar ki:

Ta başlangıçtan şu güne kadar muhtelif İslam fırkaları birbirini kafirlikle itham etmişlerdir. Eğer biz bir fırkaya küfreden bir başka fırkayı bu ümmetin bünyesinden koparıp atmaya kalkışırsak, o zaman da, bir müddet sonra onun ne gözü kalır ne de izi...

Yine diyorlar ki:

Müslümanlar arasında -Kadiyanileri bir tarafa bırakırsak, -çeşitli grublar vardır. Ki bu grublar sadece temel akidelerde Müslümanlara şiddetle karşı çıkmakla kalmamış, bilakis Müslümanlardan fiilen ayrılarak müstakil hale gelmiş; dini ve ictimai bağlarını kesmişlerdir. Kadıyanilere gelince, siz onları da bu ümmetten ayırıyor musunuz? Yoksa siz kendilerine kızmış olduğunuz için sadece bu muameleyi Kadıyanilere mi yapıyorsunuz? Diğer grub ve taifleri bir kenara bırakıp da, sadece Kadıyanilere karşı bu derece galiz davranmanız için Kadıyaniler hangi cinayeti işlediler?

Şu da onlardan:

Akalliyatın ayrılmak istemesi normaldır. Ancak akalliyat, çoğunlukla birlikte yaşamak için ısrar ederken, çoğunluğun akalliyatı kendisinden ayırma hususunda dayatması böyle bir durumda garibdir.

Bir başka grub da Kadıyanilerin İslama yaptığı hizmetleri öne sürerek der ki:

Kadıyaniler, başlangıçtan beri, İslamı müdafaa ediyorlar, İslama saldıran Hristiyan ve Asya mezheblerinin hücumlarına karşı koyuyorlar. Onlar aynı zamanda yeryüzünün dört bir yanında islamın yayılmasına da çalışıyorlar. Bütün bunlara karşılık bugün bu şekilde muamele görmeleri Allah’tan reva mı?!...

Biz bütün bu itirazları tahkik ederek hepsine ayrı ayrı cevap vereceğiz:

1- Müslüman grublarının birbirini kafirlikle itham etmek gibi kötü bir hastalığa tutuldukları ve bazı grubların hala bugün bile bu hastalıktan kurtulamadıkları doğrudur. Fakat bunun, Kadıyanilerin Müslümanlar içinde mündemiç olarak kalması ve onların bir parçası gibi kabul edilmesi hususunda bir delil olarak ileri sürülmesi yanlıştır. Zira:

a) Birbirini karalama ameliyesi için bir takım kötü misaller vererek, sonra da bunun gayri makbul daimi bir iş olduğuna kat’i olarak hüküm vermek caiz değildir. Herhangi bir işinden dolayı insanlardan hiçbir grubun tekfir edilmesi gerekmez.

Gerçekte asılsız ihtilaflar üzerine meydana gelen tekfir, eğer fer’i meselelerde olursa iyi bir şey değildir. Aynı şekilde dinin temel esaslarından yüz çevireni tekfir etmemek de bir hatadır.

Bazı alimlerden sadır olan haksız yere kafirlikle itham etme ameliyesinden her türlü tekfirin (kafirlikle itham etme) haram olduğu sonucunu çıkaranlara soruyor ve diyoruz ki: Eğer bir şahıs uluhiyyet ve nübüvvet iddia eder yahut da İslam’ın temel akidelerinden tamamen irtidad ederse, yine Müslüman biri olarak kalması mümkün müdür?

b) Bugün birbirini kafirlikle itham ettiği söylenen İslam fırkalarının alimleri son olarak Kürateşi şehrinde bir araya gelerek İslam devleti için temel esasları ittifakla kabul ettiler. Yaptıkları bu işten anlıyoruz ki, onlar bunu sadece, birbirlerini Müslüman olarak görmelerinden dolayı yaptılar. Aralarında bir ihtilaf mevzuu olmasına rağmen, hiçbirinin bir diğerine İslam dairesinden çıktığını söylemediğine delil olarak bundan daha iyi bir deil bulunabilir mi?

Kadıyanilerinİslam dairesinden taşra çıkarılmasının diğer muhtelif grubların da İslam’da çıkarılmasına yol açacağı hakkındaki korkudur.

c)İslam ümmetinin Kadıyanileri kafirlikle itham etmesi, birbirini tekfir eden diğer grublarınkine benzemez. Zira Kadıyaniler yeni bir peygamberin geldiğini, ona inanan herkesin ayrı bir ümmet olacağını ve inanmayanların ise karfir sayılacağını söylediler.

Bu sebeple bütün Kadıyaniler Müslümanların kafir olduğu hususlarda icma ediyorlar. Tıpkı Müslümanların Kadıyanilerin kafir olduğu fikrinde birleştikleri gibi. Binaenaleyh Müslümanlarla Kadıyaniler arasındaki ihtilaf, tam bir ihtilaftır. Ve aslı fer’i meseleler hususunda Müslüman taifeleri arasında çıkan ihtilarla kıyas edilemez, kıyas edilmesi de gerekmez.

2- Yine Kadıyanilerden başka grubların temel meselelerde ihtilaf ettikleri şüphesizdir. Şu var ki onlarla olan bütün dini ve sosyal ilişkiler kesilmiş; nizamları İslam nizamından ayrı nizam kabul edilmiştir. Fakat bu taifelerin durumu, muhtelif yönlerden Kadıyanilerin durumundan tamamen ayrılır:

a) Bir kere bu grublar Müslümanlardan tamamen ayrılmışlar ve saflarından azledilmişlerdir. Öyle ki yolun kenarına düşmüş çakıl taşları misali kimse onlarla ilgilenmemekte, onlar da kimse ile ilişki kurmamaktadırlar. Hal böyle olunca onların varlığına sabretmek de mümkündür. Kadıyanilere gelince; sanki Müslüman imişler gibi Müslümanların saflarına karışıyorlar, fikirlerine yapıyorlar, yollarına çağırıyorlar, hakla münazara ediyorlar, İslam ismi altında mücadelelerini sürdürüyorlar ve böylece de İslam ümmetini parça parça ayırarak kendi toplumlarına katmak için durmadan çalışıyorlar. Vakıa onların yüzünden Müslümanlar ihtilaf ve anarşi gibi büyük fitnelere düçar bırakıldılar. Bu yüzden de, diğer taifelere karşı sabrettiğimiz gibi Kadıyanilerin yaptıklarına sabredemeyiz!..

b)Sonra bu grublara tabi olanların meselesi fıkhi bir meseledir. Özel akidelerinden dolayı İslam tabilerinden sayılması gerekir mi gerekmez mi?Yahut bu mümkün mü? Bilfarz onların İslam tabilerinden olmadıklarını kabul edelim. Ama yaptıkları işlere ve tesirlerine bakınca görüyoruz ki, varlıkları Müslümanlara hiçbir zarar vermemekte, onların imanlarını tehdit etmemektedir. Ve onların yüzünden asla iktisadi veya içtimai yahut da siyasi müşkiller çıkmamaktadır.

Gelelim Kadıyanilere; onların, Müslümanları fikir ve akidelerine davet etmesi, İslam ümmetinin zayıf imanlı binlerce ferdini imanından, dininden uzaklaştırmaktadır. Meseleye bir başka yönden bakalım. Bir kere her aile kendi bünyesinde davetini başarı ile sürdürmektedir. Bu yüzden tehlikeli sosyal bir problemin çıkması işten değildir. Binaenaleyh erkek hemen karısından ayrılmakta, baba oğlundan uzaklaşmakta ve iki kardeş arasında bir düşmanlık peydah olmaktadır. Öyle ki iyi ve kötü zamanlarında dahi birbirlerine yardım etmemektedirler. Buna ilaveten diyebiliriz ki, Kadıyanilerin resmi dairelerde, ticaret, sanat, ziraat ve buna benzer hususlarda Müslümanlara karşı giriştikleri hareket, birçok sosyal problemlerin doğmasına yol açmaktadır.

Sonra Kadıyanilerin dışında kalan diğer grubların, herhangi bir yönde sosyal hayatımızı tehlikeye atan siyasi meyil ve hareketleri yoktur. Kadıyanilere gelince; herhalukarda göz yumulması imkansız olan tehlikeli politik meyiller ve propaganda fikirleri besledikleri şüphesizdir.

İşin başlangıcından beri onlar kesinlikle bilirler ki, -ferd veya toplum olarak- yeni bir peygamberlik iddia eden herkesin, bağımsız hür bir İslam toplumu içinde bu davetini açıklaması ve gayesine ulaşması gayet zordur.

Ve onlar yine bilirler ki, İslam ve küfrün birbirinden ayrıldığı gibi, inananlarla inanmayanları birbirinden ayıran, din kaidelerine zede getiren ve İslam toplumunun yakasını dağıtan bu gibi davaları Müslümanlar reddederler...

Aynı şekilde onlar, islam tarihini de bilirler. Ve asr-ı saadetten ta günümüze kadar Müslümanların bu gibi batıl şeyler iddia eden herkese ne yaptığını hatırlarlar.

Keza onlar, hangi memlekette veya kıtada olursa olsun, Müslümanlara teslim olan ve onların idaresi altına geçen her topluma, bu gibi batıl bir peygamberlik iddia eden kimseleri aralarında bulundurmaya müsaade etmediklerini ve ilerde de ebediyyen müsaade edilmeyeğini iyi bilirler...

Ve şunu da kesin olarak bilirler ki, hiçbir kimsenin, idaresi altında bulunduğu hükümeti, ona karşı samimiyet ve sevgi beslediğine inandırıp sonra da, din dairesi içinde, menfaatına uygun bir dava ortaya atarak, onunla müslümanların dinini ve toplumlarını bozması, aralarında fitne- i fücur sokması mümkün değildir. Bu olsa olsa ancak gayr- i İslami bir devlet idaresi altında olabilir.

Kadıyaniler, başlangıçtan beri bunu bilirler. İşte bu yüzden İslam hükümetine karşı, kafir hükümeti tercih ettiler. Onlar, eğer marifetlerini gösterdikleri av meydanlarına İslam ümmetini koymuşlarsa- zira onlar insanları ancak İslam ismiyle fikir ve davalarını çağırıyorlar; şeriat ve din silahını kullanıyorlar. -bu sadece, Müslümanların gönlüne ağır sıkıntı veren ve onları kontrol ifadesini alan kafir idaresini desteklemiş olmak içindir. Çünkü onlar ancak bu idarenin desteği altında, onun güvenliğini alabiliyorlar, takdirini ve himayesini kazanabiliyorlar. Sonra Müslümanların safları arasında bozgun çıkartmayı, tam bir serbesti ile onları sapıtmayı ve hurafelere boğmayı başarabiliyorlar. Fakat müstakil hür İslam ümmetine gelince, onların nazarında İslam müstakil ümmetinin yurdu, çıplak ve dağlık bir arazidir; onu sevmezler ve onun da kendilerine yurt olmasına razı olmazlar.

Burada söylediklerimize delil olsun diye gerek Mirza Ahmed’in ve gerekse tabilerinin beyanlarından birçok sözler nakledebiliriz. Ama biz sadece bir kısmını serdetmekle yetineceğiz:

Ahmed Gulam diyor ki:

“Aksine bu hükümet (Britanya Hükümeti) bize ihsan etmiş, yardım elini uzatmıştır. Eğer biz bu devletin sınırlarından çıkarsak, ne Mekke’ye, ne de İstanbul’a sığınmamız mümkün değildir. O halde bu hükümete karşı nasıl su-i zan besleyebiliriz?”

“Bu davamı tam olarak ne Mekke’de, ne Medine’de, ne Türkiye’de, ne Şam’da, ne İran’da ne de Kabil’de gerçekleştirmek mümkün değildir. Fakat daima kendisine yardım etmeye davet ettiğim İngiliz Hükümetinin idaresi altında bunu gerçekleştirebilirim.”

“Düşünün biraz. Eğer bu hükümetin idaresi altında çıkacak olursanız, dünyada hangi memleket sizi bağrına basar? Sizi himayesine alacak tek bir hükümet gösterin bana. Bütün İslam devletleri sizi bir kaşık suda boğmak, nefesinizi kesmek ve sizi öldürmek için fırsat kollamaktadır. Çünkü siz onlara göre irtidat etmiş kafirlersiniz. O halde bu ilahi nimetin (Britanya hükümetin varlığının) kıymetini bilin ve kesin olarak şunu kafanıza koyun ki, Allah İngiliz hükümetini şu memlekette, sadece sizin hayrınız ve iyiliğiniz için durdurmaktadır. Eğer herhangi bir afet bu hükümeti yok ederse, aynı afet sizi yok edecektir...”

Şayet size söylediklerime karşılık bir delil istiyorsanız, bir başka hükümetin idaresine geçin. O zaman başınıza gelecekleri göreceksiniz. Şunu unutmayın ki, İngiliz hükümeti sizin için bir rahmet ve berekettir. O Allah’ın sizi koruması için bina ettiği bir kal’adır. O halde bütün kalbinizle onun kıymetini takdir edin. İngilizler, size muhalefet eden şu Müslümanlardan binlerce defa daha hayırlıdır. Zira onlar sizin perişan olmanızı ve öldürülmenizi istemiyorlar.”

“Milletler tarihini inceleyenler, Babiye fırkasının kurucusu Mirza Ali Muhammed Bab’a ve miskin tabilerine İran hükümetinin yaptığı şiddetli işkenceleri gayet iyi bilirler. Tarihi mühim olaylara muttali olanların da bildiği gibi, bir Avrupa devleti olarak kabul edilen Türk Hükümetinin, 1863-1893 yılları arasında Bahailik fırkasının kurucusu Bahaullah’a ve tabilerine yaptığı zulümler sadece dini ihtilaf yüzündendir. Mesela Türkler Bahaullah’a önce İstanbul’un karanlık zindanlarında işkence ettirdikten sonraAdrinople ve Mekke zindanlarına sürmüştür. Biz dünyada, medeniyyet asrında üç büyük devlet biliriz. Bütün bunlar da bize şu kanaatı vermektedir ki, Ahmedilerin hürriyeti ancak ve ancak Britanya tacına bağlıdır.”

“Mirza (a.s.) ın Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğuna inanan ve onu mukaddes bir adam olarak kabul eden bütün Ahmedilerin, riya ve yapmacık hareket karıştırmaksızın bütün kalpleriyle Britanya Hükümetinin sadece kendileri için Allah tarafından gönderilen bir ihsan ve rahmet olduğuna kaani olmaları; ve İngiliz hükümetinin hayatının kendi hayatları demek olduğuna mutlak surette inanmaları gerekir.”

Yukarıda geçen metinlerden anlaşılıyor ki, muhtelif nübüvvet davetçilerinden taşekkül eden bu azınlık grub, Müslümanlara göre en büyük musibet olan küffar kulluğunu kendileri için büsbütün bir hayır olarak idrak etmektedirler. Ki onlar, kafirlerin himayesi altında Müslümanların saflarını dağıtmak için istediklerini yapabilmekte ve yeni nübüvvet fitneleri çıkartmak için onlardan destek almaktadırlar. Tam bir serbesti ve bağımsızlıkla Müslümanların kendi kendilerini idare edecekleri bir hükümetin kurulmasına gelince; bu Müslümanlara göre bir rahmet olmasına rağmen, Kadıyanilere göre bir afet olur. Zira Müslümanlar her ne surette olursu olsun dinlerinin tahrip edilmesine ve toplumlarında nifak tohumlarının saçılmasına asla göz yummayacaklardır.

Bundan daha kötüsü de şudur: Kadıyaniler, Pakistan’ın istiklalini kazanmasından sonra bu devlet dahilinde kendileri için bir devletçik kurmaya çalıştılar. Pakistan’ın kuruluşunun üzerinden henüz bir yıl geçmemişti ki Kadıyanilerin halifesi Beşirüddin Mahmud Ahmed 23 Eylül 1948 tarihinde Kute şehrinde bir konuşma yaptı. Aynı konuşma 13 Ağustos 1948’ de Fadl mecmuasında da yayınlandı. Mesela bu konuşmada şöyle deniliyordu:

İngiliz Bülicistan bölgesinin -şimdiki Pakistan Budalgalandırabiliriz... Şu var ki, davamız ancak muhkem adedi beş veya altıyüz bine yakındır. Bu rakam, her ne kadar diğer bölgelerin sakinlerinin sayısından az ise de, yine de bu bölge, memleketin azınlık bölgelerinden olması itibarile büyük bir ehemmiyete haizdir. Nasıl ora halkının bir kıymeti varsa, aynı şekilde Pakistan’ın bünyesinde de bu bölgenin bir değeri vardır. Ben size Amerika kanunu hakkında bir misal vereceğim. Mesela ihtiyarlar meclisinde her vilayetin temsilcisi burada bulunur. Bu hususta azaların çokluğu rol oynar; yoksa her vilayetin nüfusunun az veya çok olması itibara alınmaz. Bülicistan vilayetini tamamile Brritanya Bulicistan’ına katarsak, o zaman nüfusu bir milyona yaklaşır ki, bu da onun bağımsız bir bölge olmasında büyük bir rol oynar. Büyük bölgelerin halkının Ahmedi yapmanın zorluğunu sizler de benimle birlikte idrak etmektesiniz. Fakat görüyorsunuz ki, Bulicistan gibi küçük bölgelerin halkını Ahmedi yapmamız mümkündür. Eğer bütün gücümüzü bu bölegeye verirsek, orada Ahmediyye bayrağını dalgalandırabiliriz... şu var ki, davamız ancak muhkem ve sağlam bir kalemiz olduğu zaman başarıya ulaşacaktır. Eğer kalemiz yıkılırsa o zaman davamız izmihlale uğrayacaktır. O halde önce kalenizi tahkim edin... Onu memleketin çeşitli bölgelerinde kurun... Eğer bu bölgenin halkını Ahmedi yapabilirsek, o zaman elimizde, Ahmediyyilere ait bir bölgenin bulunduğunu söyleyebiliriz. Ki bu da kolaylıkla yapılabilecek bir iştir.”

Bundan başka, “n’olmuş yani, Müslümanlar arasında başka grublar da var!” diyerek Kadıyanilerin bu haline ve yaptıklarına sabretmemizi isteyenlere şunları sormak isterim:

Bu grubların herhangi birisinde bu gibi tehlikeli münakaşa ve hareketler var mıdır?

Onlardan hiçbirinin, kendi dinine meylederek İslamdan gayri bir idare istediğini ve İslam idaresinin de ona herhangi bir zararının dokunduğunu gördün mü?

Kendisinden olmamasına rağmen İslam idaresinin hüküm sürdüğü memleketlerde, halkının ciğeri hasret ateşi ile yandı da, Müslümanların memleketi dahilinde kendileri için özel bir devlet kurmayı mı düşündüler?

Ortada bu durumda olan herhangi bir grub olmadığına göre, niçin onları Kadıyanilerle kıyas etmemiz isteniyor?

Ve işte üçücü bir mesele daha; bu mesele, ayrılmak isteğinin yapmış olsaydı, hem abes hem de gayr-i makul bir şey olurdu bu...

İnsanın ihtiyacı olmayan bir şeyi istemeyeceği malumdur. Ve arzusunun sıhhati, hacetinin doğruluğuna ve makuliyetine dayanmalıdır. Azınlık Kadıyaniliğin çoğunluk Müslümanlarla olan ilişkisi, bu durumda ancak bir diğerine zarar verir. Bir kere Ahmediyye akalliyatı (azınlık Ahmediyye topluluğu) bir yandan bir takım menfaatleri elde etmek için ayrılık planları düzenlemekte; diğer yandan da kendini çoğunluk Müslümanlardan göstermekte ve aradaki irtibatın meyvelerini toplamaktadır. İşte bu yüzden çoğunluk olan Müslümanlar, azınlık Ahmedilerin kendilerinden kanunen ayrılmasını istemeye mecbur kaldılar. Yani Ahmedilerin Müslümanlarla olan dini ve içtimai ilişkilerinin kesilmesini; fertlerinin kendilerine ayrı bir nizam düzenlemesini; bir yandan gizli örgütlerine karşı mücadele edinmesini, diğer yandan da sanki onlardan imiş gibi Müslümanların saflarına girmelerine mani olunmasını...Neticede davaları kendi aralarında yerleşti. İslam toplumuna ayrılık ve parçalanma tohumlarını ektiler. Hükümet vazifelerinden büyük bir pay kopardılar ki, bu pay, eğer Müslüman olsalardı, koparacakları paydan kat kat daha fazla oldu. Bu durumda şu halin ancak çoğunluğa zarar verdiği gün gibi ortadadır. Kendi kendime soruyorum: azınlık kendi kendine ayrılmak istemediği zaman, hangi makul sebep, onların çoğunluğunun kalbinde sızı olmasına veya onun vücudunda kanlı bir yara olarak kalmasına ve çoğunluğun onlardan ayrılma isteğine karşı gelmesine müsamaha gösterebilir?

Ayrılma belasını ortaya çıkaran çoğunluk değil, aksine bizzat akalliyat olmuştur. Toplumunu Müslüman toplumundan ayrı olarak ortaya çıkaran, onun dini ve içtimai ilişkilerini onlardan kesen bizzat kendisidir. Hakikatte bu azınlık grubun ayrılma isteği kabul edilecekti. Eğer bugün ayrılığı kabule karşı ise soru ancak ona yöneltilebilir. Ve bu itiraz yüzünden onlara karşı sulta rejimi uygulamak gerekir.

Allah hepimize akıl ve zeka vermiştir. Peki onların, yaptıklarının neticelerini kabul etmekten neden yüz çevirdiklerini siz kendiniz açıklayın. Eğer kötülük, zulüm, hile ve oyun oynama gibi bir niyetleri varsa, ey çoğunluğu temsil edenler, o halde niçin onların şu akalliyatın tuzağının ve desiselerinin kurbanı olmasını istiyorsunuz?

Şimdi sıra son meseleye geldi:Madem ki Kadıyaniler İslamı müdafaa ediyorlar, onu yayıyorlarsa, bu şekilde muamele etmek gerekir mi?

Gerçek, bu fasid bir davettir. Umumiyetle yeni tabiler onun ağına düşmüşlerdir. Biz onlardan, şimdi kendilerine sunacağımız Mirza’nın beyanatları hakkında iyice düşünmelerini istiyoruz. Bu beyanatlar, İslamı müdafaa güdüsü ötesinde Ahmed Gulam’ın yapmak istediği şeylerin üzerinden örtüyü kaldıracaktır:

Mirza “Kalplerin Reçetesi” (Tiryak’ul-Kulub) isimli kitabında şöyle diyor:

“Ben yirmi yıl boyu içimden gelen bir heyacanla, Farsça, Arabça, İngilizce ve Urduca kitaplar yazıyor ve neşrediyorum. Bu eserlerimde defalarca hep şunu tekrarlıyorum: Allah katında günahkar olan Müslümanlar, bu işlerinden vazgeçerek, bu hükümetin sadık dostları ve vefakar fedaileri olmalıdırlar. Cihadda vazgeçmeleri, Mehdi’yi bekleme fikrinden ve Kur’an’la ispatı mümkün olmayan buna benzer zannlardan uzaklaşmaları gerekir. Onlar hala bu hatalı yollarında yürümektedirler. Ama hiç olmazsa, bari bu iyiliksever hükümetin nimetine karşı küfretmesinler ve o hükümete vefadan sonra Allah katında günahkar olmasınlar.

Sonra sözlerine devamla şöyle diyor:

Şimdi tam bir cesaretle iyilik sever İngiliz hükümetine şunu söylemenin zamanı geldi: Geçen yirmi yıl boyu, yaptığım hizmetler bunlar. Britanya Hindinde oturan hiçbir İslami ailenin onlarla boy ölçüşecek hizmetler yapması mümkün değildir. Vaktile sözü geçen meseleleri insanlara telkin etmek için yirmi yıl gibi uzun bir zamanın gerektiği gayet açıktır. Bu uzun müddete münafık veya hodbin bir insanın tahammül etmesi kabil değildir. Aksine bu işi ancak kalbi tam bir sadakatle bu hükümete bağlanan bir adam yapabilirdi. Evet ikrar edeyim ki, ben bütün hüsn-ü niyetimle diğer dinlere mensup kimselere karşı mücadele ediyorum:Hristiyan misyonerlere ve Hristiyanlık propagandalarına karşı kitaplar neşrediyorum. Şunu da ikrar edeyim ki, misyonerlerin neşriyatları ve Hristiyanlık propagandaları kesifleşip, normal sınırı aştı. Bilhassa Ludiyana şehrinde çıkan ve bir Hristiyan mecmuası olan “Nurafşan” silsilesinde yazı yazan müellifler Peygamberlerimiz (s.a.v.) in şanı hakkında kötü ve karışık lafızlar kullandılar ki, onlardan Allah’a sığınırız. Mesela diyorlar ki:Bu adam, hırsız, soyguncu, eşkiya ve zani idi. Ve o, kötü niyet beslediği kızına vurgundu. Bununla birlikte yalancıydı da. Soyma ve kan dökmek, onun tek meşgul olduğu işti... “İşte ben bu kitap ve mecmuaları gördüğüm zaman, bu sözlerin Müslümanların kalplerini galeyana getireceğinden korktum. Çünkü onlar atılgan kimselerdi. Bu yüzden isyan edebilirlerdi. Müslümanların kafesini dindirmek ve kahramanlık duygularını bastırmak için, temiz bir niyetle bu sözlere karşılık olarak sert cevap vermeyi, bu suretle de halk gazabını söndürmeyi ve memleketin güvenliğinin bozulmasının önüne geçmeyi düşündüm. Müelliflerinin gemiyi azıya aldıkları bu kitaplara cevaplar yazmak için ben de aynı şiddetle bir kitap te’lif ettim. Zira Müslüman kahramanlarının kalplerinde temerküz eden gazab ve öfkeyi dağıtmak için tek yol bu idi.”

Bir kaç satır aşağısında ise şöyle diyor:

“Hristiyan misyonerlerine karşı bütün bunları yapmaya beni iten tek şey, Müslümanları hikmet ve siyasetle avlama, onların kalplerine su serpmek ve vahşileşmiş ruhlarındaki isyan fikrini öldürmek isteyişimdir. İddia ediyor ve diyorum ki, ben Britanya hükümetine karşı Müslümanlardan daha samimi ve fedakarımdır. Zira beni bu hükümete karşı en fazla samimi yapan üç sebep vardır: Birincisi, babamın onun indindeki üstün nüfuzu, ikincisi, bu necip hükümete karşı yaptığım yardımlar ve üçüncüsü ise Allah-u Teala’dan gelen ilhamdır.

Ve Mirza “Şehadet’ül Kur’an” (Kur’an’ın Şahidliği) isimli eserinin ek bölümünde hükümetin nazarını celbedecek bir yazı yazarak şöyle diyor:

İslamın iki kısma ayrıldığını insanlara defalarca söylemek vazifemdir:Birincisi, Allah’a itaat etmeniz, ikincisi de, güvenlik veren, bizi kanatları altına alan ve zalimlerin ellerinden kurtaran hükümete boyun eğmemizdir. Bu hükümet te Britanya hükümetidir.”

İşte Mirza Gulam Ahmed’in İngiliz hükümetinin bir kaymakamına yağ çektiği metinlerden birisi daha. Ki Mirza bunda, ailesinin Britanya hükümetine karşı olan samimiyetinden; onun, bu hükümete hizmet yolunda yaptığı işlerden bahsetmektedir. Ayrıca Mirza, babasının, Pencap bölgesindeki Lahor idarecisinden ve diğer iki İngiliz hakiminden aldığı mektupları da nakletmektedir. Hatta Mirza, ailesinin diğer büyük fertlerinin bu necip hükümet uğrunda yaptığı büyük hizmetlerden ve fedakarlıklardan da bahsetmişti. Ve ilave ederek şöyle demişti:

“Doğduğum günden şu güne, yani altmış yaşıma kadar gerek kalemim ve gerekse dilimle yaptığım en mühim iş, Müslümanların kalplerini İngiliz hükümetine karşı sevgi, samimiyet, dostluk ve sadakat duyguları beslemeye çağırmak ve onları kalp paklığından uzaklaştıran, samimiyetten mahrum bırakan cihad ve benzeri fikirlerden vazgeçirmek oldu.”

“Ben sadece Hind Müslümanlarının kalplerine Britanya hükümetine karşı itaat ve sevgi duygusu yerleştirmeye çalışmadım. Aksine Arabça, Farsça, Urduca ile birçok kitaplar telif ettim. Bu eserlerimde diğer İslam memleketlerinde oturanlara, İngiliz hükümetinin avucunun ve himayesinin altında elde ettiğimiz güvenlik, saadet, refah ve hürriyetten de bahsettim.”

Sonra kitabına, dostluğunun ve sevgisinin büyüklüğüne delalet eden hizmetlerini gösterir uzun bir liste de koymuş ve demiştir ki:

“Bana küfreden, beni ve Pencap ile sair bölgelerde yayılmış olan cemaatıma zemmeden, her türlü kötülüğü yapmak isteyen binlerce Müslümanın, bunları sadece İngiliz hükümetine şükranlarımı bildiren binlerce eserler bastırıp, onları arab memleketlerine, Şam’a ve diğer yerlere göndermemden dolayı yaptıklarını hükümetin tahkik etmesi ve açıklaması gerekir. Bütün bunlar açık ve sabit şeyler değil midir?Bu necip hükümet bana olan inayetile bizi şereflendirdiği zaman, ben de, buna tanıklık edecek delilleri sunacağım. Bütün bir içtenlik ve güvenle söylüyorum ki, bizim yeni fırkamız hükümete dostluk bakımından birinci sırada yer almaktadır ve o, Britanya hükümeti uğrunda çalışma meyanında samimiyet, sevgi ve dostluk bakımından İslam fırkasından daha ileridedir. Onun kanunlarında bu hükümetin aleyhine tehlike arzeden hiç bir husus yoktur.”

Ve devamla:

“Ben, mukades cihad meselesine inananların azalmasına nisbetle tabilerimin çoğaldığına kesinlikle inanmaktayım. Benim İsa ve Mehdi olduğuma kesin olarak iman etmemek, cihadı inkar etmek demektir.”

Şimdi biraz ara vererek soralım: Bu ibarelerin bir peygamber dili olması mümkün müdür yoksa değil midir? Biz okuyucuların dikkatini şu noktaya celbetmek istiyoruz: Bu mezhebin kurucusunun ilan ettiği; İslama davet, onun esaslarını yaymak ve onu müdafaa etmek hareketinin ötesine gözettiği dava ve hedefler işte bunlardır. Acaba bütün bunlardan sonra “bu hizmet” in, övülmeye, takdir edilmeğe layık bir yönü kalıyor mu? Ve yine bütün bunlardan sonra eğer o, herhangi bir kimseden, özür beyan ederek, bu yapmacık hizmetin hakikatini bilmesini isterse, biz, o kimseden, aşağıda Kadıyanilerin yaptıkları itiraflara bir göz atmasını ve o hususta düşünmesini istiyeceğiz:

Mirza’nın ikinci halifesi beşirüddin Mahmud Ahmed diyor ki:

“Uzun bir zamandan sonra nihayet kütüphanelerin birinde, vaktile basılmış olup, nüshası biten ve nadir eserlerden birisi haline gelen bir kitaba muttali olmamız bir tesadüftür. Bu eserin sahibi Afganistan’da büyük bir vazife ile iştigal eden İtalya’lı bir mühendistir. Yazar kitabında diyor ki: “Kadıyani” misyoner Sahib Zade Abdullatif, Afganistan’da sadece cihadı terketmeye davet ettiği için öldürüldü. Onun bu çağırısı Afgan hükümetinin çıkarına dokunmuştu. Zira o, Abdullatif’in çağırısının Afganlılar arasında hürriyet duygusunun zayıflamasına sebep olacağından ve Afganlıların başına İngiliz idarecilerine geçmesine yol açacağından korkmuştu. Bu güvenilir yazarın sözlerinden anlıyoruz ki, Afgan hükümeti bu Kadıyanliği sadece cihadı terketmeye davet ettiği için öldürtmüştür...”

Agfanistan hariciye bakanı şu aşağıdaki bildiriyi yayınlamıştı:

İki Kabil’li adam vardı:Molla Abdulhalim Esyani ve Molla Nuri El’il Hanuti. Bu iki adam Kadıyani akidesine kendilerini kaptırarak, reform maskesi altında bu akideyi telkin etmek suretile insanları saptırmaya başladılar. Kısa zamanda davaları mahkemeye naklondu. Ayrıca yanlarında da sair yerlerden gelen mektuplar bulundu. Bu mektuplardan onların Afganistan hükümeti aleyhine karşı propaganda yapmakla emredildiği ve Afganistan’a düşmanlık beslemek şartıyla dışardan beslenen iki faşist oldukları anlaşıldı.”

Kadıyani davetçilerinden birisi de şöyle anlatır:

“Kadıyaniliğe davet etmek için Rusya’ya gitmiştim. Fakat Ahmedilerin çıkarları ile Britanya hükümetinin çıkarları aynı olunca, insanları kendi fırkama davet ettiğim her zaman, Britanya hükümetine hizmet etmeyi de kendime bir vazife addettim.”

Kadıyani halifesini dinleyelim:

“Dünya bizi İngiliz uşakları olarak görüyor. Alman bakanlarından birisi Almanya’da açılacak olan Ahmediye kültür merkezinin açılış töreninde iştirak ettiği vakit hükümeti ona şu soruyu sordu: İngiliz uşakları olan bir topluluğu teşvik edici bu harekete niçin iştirak ettin?”

Ve bir Kadıyani sözcüsü de der ki:

“Biz, Britanya İmparatorluğu ile birlikte İslamın da yayılması için sahayı genişletmek ve Müslüman olmayanlarıMüslüman yapmakla birlikte Mslümanları da yeniden İslam’a sokmak istiyoruz.”

Meşhur Kadıyani mecmuasını takip edelim:

“Vakıa Britanya hükümeti bizim için bir kalkandır. Ve Ahmediyye topluluğu onun himayesi altında ilerlemektedir. Bu kalkanı hafifçe bir tarafa kaydırdığınız zaman başınıza zehirli okların yağmur gibi nasıl yağdığını göreceksiniz. O halde niçin bu hükümete müteşekkir olmayalım. Zira bizim hedeflerimizle onun hedefleri aynıdır. Onun helak olması bizim helak olmamız; ilerlemesi, yükselmesi ise bizim ilerlememiz, yükselmemiz demektir. Bu hükümetin geliştiği her yerde, bize de davetimizi yaymak için yeni bir meydan çıkmaktadır.”

Şu da onlardan:

“Ahmediyye fırsasının Britanya hükümetile olan ilişkisi, diğer toplumlarla olan ilişkisine benzemez. Zira bizim ahvalimizin gerekleri diğerlerininkinden ayrılır. Şunu kabul ediyoruz ki bu hükümet bizim menfaat kapımızdır. Binaenaleyh Britanya hükümetinin ilerlemesi, bizim de ilerlememiz için fırsatlar hazırlamaktadır. Allah göstermesin, onun başına bir şey gelirse, ondan ayrı olarak yaşamamız mümkün değildir.”

Buraya kadar size alakadiril imkan Kadıyaniliğin hakikatından bahsederek, onun gerçek yüzünü göstermeye çalıştık. Şimdi de bu davanın tekamülünü gözler önüne sereceğiz:

1- Aşağı yukarı yarım asırdan fazla bir zamandan beri Müslümanlar Pencap bölgesinde İngiliz idaresi altında sefil bir hayat yaşıyorlardı. Nihayet içlerinden biri çıkarak peygamberlik iddia etti. Tevhid kelimesinin ve Muhammed aşkının tek bir millet ve tek bir topluluk yaptığı bu ümmet için türeyen bu adam, tek olan Allah’a ve Muhammed (s.a.v.) ın risaletine iman etmekte kusur etmemek için insanların sadece müslüman olmalarının yetmeyeceğini; aksine bunun yanında onun peygamberliğine inanmalarının da lazım olduğunu ve ona inanmayan herkesin İslam dairesinden çıkmış bir kafir olacağını söyledi.

2- Bu adam ileri sürdüğü iddialara dayanarak kendisine inananlardan yeni ve müstakil bir ümmet meydana getirdi. Böylece de, akide ve amel yönünden müslümanlar, Hindular ve Hristiyanlar arasında ayrı bir fırka haline geldi... Ve Kadıyaniler sadece akide ve amel yönünden Müslümanlara katılmamakla kalmayıp, iyi ve kötü günlerinde de onlara iştirak etmeyerek aile bağlarını da kesmeye başladılar...

3- Bu yeni ümmetin kurucusu, evveli emirde kesinlikle biliyordu ki, İslam ümmeti onun yarattığı bu tefrikaya ve söz birliğinin bozulmasına sabretmeyecek, sahayı ona bırakmayacaktı. Bu sebeple de o ve hempaları İngiliz hükümetine var güçlerile hizmet etmeye, onlara dostluk ve sevgi tezahüratları göstermeye başladılar. Bu sadece pratik bir siyaset işi değildi.Aksine onlar, çıkarlarının bir ve afir batıl saltanatının ayakları altında olduğunu hissettiler. Bu yüzden de İngiliz istibdadı için onların galibiyetini, intişarını ve yayılmalarını temenni etmeye başladılar. Hem de sadece Hint memleketlerinde değil, aksine diğer İslam memleketlerinde de. Öyle ki batıl inançlarını yaymaya ve zehirlerini etrafa saçmaya muktedir olabilsinlerdi...

4- Ecnebi nüfuzunun gelişmesi sayesinde bu topluluk, Müslümanların onu İslam toplumundan taşra çıkarmak için yirminci yüzyılın ilk yarılarında yaptığı bütün çalışmaları boşa çıkardı. Zaten İngiliz hükümeti de bu yeni topluluğun Müslümanlarla birlikte kalmalarına razı oldu. Hem de onların Müslümanlara karşı savaşmış ve her türlü işte onlara hilaf etmiş olmalarını bilmesine rağmen. Vakı Kadıyaniler bundan iki yönle bir kazanç elde ederken, Müslümanlar da iki yönlü bir zarara düçar kaldılar:

Alimlerin bütün çabalarına rağmen, İngiliz hükümeti, Kadıyanilerin sadece İslam fırkalarından birisi ve İslam toplumunun bir parçası olduğuna Müslümanları ikna etmeye çalışıyordu. Kadıyaniler için en kolayı, fikirlerini Müslümanar arasında yaymak oldu. Mesela herhangi bir Müslüman, Kadıyanilik davasına kendini kaptırdığı zaman İslam toplumundan çıkartılacağından korkmuyor; tekrar ona iltica edince, kabul edilmeyeceğinden kuşkulanmıyordu. Ve o, bu hareketile İslam ümmetinden ve İslam akidelerinden ayrıldığının farkında bile değildi. İşte bu hal Kadıyanilerin Müslüman safları arasında yer almasını kolaylaştırdı. Bu yüzden de sayıları çoğaldı ve Müslümanlara zarar üstüne zarar açtılar. Zira bu topluluk, İslam ümmetinin sırtında bir akreb gibi gezinip, yayılmaya devam ettikçe onlara büsbütün muhalefet etmekten geri kalmıyordu.

Vakıa Kadıyanilik fitnesi Pencap bölgesinde başını kaldırdığı zaman en çok zarar gören bölge yine Pencap bölgesi oldu. Binaenaleyh halkının çoğunluğu Müslüman olması sebebile bu fitneye karşı en fazla kızgın olanların da Müslümanlar olması gayet normaldir...

İngiliz hükümeti nezdinde en büyük mevkiiye nail olan bu fırka, ordu, polis merkezleri, mahkemeler ve diğer hükümet makamlarında aslan payı almayı başardı. Hükümetin Müslümanlara ayırdığı makamları bu fırkanın elde etmesi cidden hayret vericidir. Zira hükümet onu İslam fırkalarından birisi olarak kabul ediyordu. Aynı zamanda hükümet bu mevkiilere sadece Müslümanların nail olduğuna Müslümanları inandırmaya çalışıyordu. Ve aynı şekilde Müslümanlar, ticaret, sanaat ve ziraat sahalarında da bu muameleyle karşılaşıyorlardı...

İLK BEYAN

Bugün Kadıyanilerle Müslümanlar arasında mevcut olan ihtilaf, aslında yirminci yüzyılın ilk yıllarında başlar. Eğer Ahmed Gulam Kadıyani, ondukuzuncu asrın sonralarına doğru çeşitli iddialar ileri sürmüş ve Müslümanlar da bu iddialara karşı sadece kin beslemekle yetinmişlerse, bu, Ahmed Gulam’ın o an için açık ve kesin bir iddia ortaya atmamasından dolayıdır. Fakat 1902 yılında bu adam kesin olarak peygamberliğini iddia edince, ona inananlara bütün Müslümanlar arasında aralıksız şiddetli çatışmalar başladı...

1- Asıl İhtilaf Sebebi Yeni Bir Peygamberlik İddiasıdır:

Bu çatışmanın asıl sebebi, peygamberliğin, İslamın ana meselelerinden birisi olmasıdır. İslam toplumu arasından biri çıkıp peygamberlik iddia ettiği zaman, gerek ona iman ve gerekse küfretmekle görüşünü belirtmesi her İslam ferdinin vazifesidir. Binaenaleyh ona inananlar tek bir ümmet haline gelirler ve bu peygamberlerine inanmayan herkesin kafir olduklarına inanırlar. Aynı şekilde bu peygambere inanmayanlar da sözü geçen toplumdan ayrılarak müstakil bir ümmet haline gelirler ve ona inanan herkesin haliyle kafir olduğuna inanırlar. Bu yüzden Mirza Gulam’ın ortaya çıkıp da, peygamberlik iddia etmesinden bu yana ona inananlarla inanmayanlar arasında vuku bulan çatışma hala devam etmektedir. Vakıa bizzat Mirza ve ona tabi olanlar, konuşmalarında ve kitaplarında alenen kendisine inanmayan bütün Müslümanları kafirlikle itham ettiler. Tabii aynı şekilde Müslümanlar da başlangıçtan beri Mirza ve hempalarına kafir gözüyle baktılar...

2- Çekişmenin Üç Ana Sebebi:

Bu çekişmeyi şiddetlendiren ve günden güne ateşini körükleyen belli başlı üç ana sebep vardır:

a) Bu yeni mezhebin saliklerinin ortaya çıkarak, mezhebin lehine, onlardan olan herkesi, yaşadığıortam ve çevrede şiddetli mücadele ve münazaralara katılmak üzere yetişmeleri ve teşvik etmeleri.

b) Bu yayılışın, mücadele ve manzaraların Müslümanları en kısa zamanda kendilerine ve davalarına kızdırmak için, Müslümanlar arasında ihtilaf yaratma gayesi gütmesi.

c) Sanki onların bir uzvu imişler gibi Müslümanlar arasında dolaşarak, onları İslam ismi altında bu yeni mezheblerine ve fikirlerine davet etmeye kalkışmaları. Ki sırf bu yüzden imanı zayıf ve bilgisi kifayetsiz olan bazı Müslümanlar, bu hareketlerile İslam ümmetinden çıkıp başka bir ümmete dahil olmadıklarını zannederek onların dinine geçmişlerdir. İşte Müslümanları en çok kızdıran da bu oldu. Zira onlar, herhangi bir Yahudi veya Hrıstiyanın sözlerine kanarak İslamdan irtidat eden birisini gördükleri zaman bu kadar kızmıyorlardı. Çünkü herhangi bir kadıyaninin daveti sıradan bir Müslümanı şüphelendirmiyordu. Hem de o kimsenin İslam toplumundan ayrılmış ve onlara muhalefet etmiş olmasına rağmen. Zira o Müslüman onu hala kendilerinden biliyordu...

3- Kadıyanilik Sadece Bozuk Bir Din Değil, Aynı Zamanda Apayrı Bir Toplumdur.

Ortadaki niza’ başlangıçta sadece dini bir çatışma idi. Fakat sonraları sür’atle gelişerek sosyal bir ayrışıma dönüştü. Şöyle ki:Mirza ve bütün taraftarları, Ahmedilerle -kendilerini kastediyorlar. Ahmedi olmayanlar arasındaki ilişkinin, sadece Müslümanlarla, Yahudiler ve Hristiyanlar arasındaki ilişki gibi olmak lazım geldiğine fetva verdiler. Yani Ahmedilerden olan hiçbir kimsenin -her ne kadar Müslümanlardan bir kızla evlenmişse de,- kendi kızını herhangi bir Müslümanla evlendirmesi caiz değildir. Aynı şekilde Ahmedilerden olmayan birisinin arkasında namaz kılması veya onun cenaze namazına iştirak etmesi de ona helal değildir. Müslümanların da onlara aynı şekilde karşılık vermesi bu hareketin tabi bir neticesidir. Nihayet bu yüzden Müslümanlarla Kadıyaniler arasında sosyal yönden bir ayrılma başgösterdi. Bu ayrılış sebebile Müslümanlarla Kadıyaniler arasında vuku bulan bu parçalanma geçici bir parçalanma değil, aksine gün geçtikçe çığ gibi büyüyen ve gelişen bir parçalanma idi. Zira Kadıyanilik, Müslümanların benimsedikleri esaslara tamamen zıt düşen bir düzen üzerine kurulmuş bir hareketti. Ve onlar, nikahlamış oldukları Müslüman kadınını İslamdan döndürüp kendi dinlerine geçirmek suretile de aradaki gerginliği artırıyorlardı. Binaenaleyh Kadıyaniliğin girdiği herhangi bir ev veya aile, yahut köy veya vaha ya da sosyal yönden ayrıldığı kesin olarak bilinen bir toplulukta, ayrılık ve kin tohumlarının saçılmadığı vaki olmuyordu. Binaenaleyh bu yüzden İslam toplumunda zuhur eden kırgınlık ve kötü halleri takdir etmeniz mümkündür. Mesela aile içindeki karı koca birbirlerine haram olduklarına inanıyorlar ya da cinsi yönden birbirine helal olmadıklarından şüphe ediyorlardı. Kardeş öldüğü zaman kardeşi cenaze namazını kılmıyor; baba oğluna, oğul da babasına kafir muamelesi yapıyordu... İşte böylece de aile içinde evlilik ve yakınlık ilişkileri kesilmiş oluyordu...

Ve elli yıldan beri de bu kırgınlıklar bütün şiddetiyle devam etmektedir. Buna karşılık ise Kadıyanilik intişar etmekte, ilerlemektedir. Vakıa bu fitneden en çok zarar gören bölge Pencap bölgesi oldu. Zira orada binlerce aile, bu fitnenin saçtığı zehirle birbirine düştü.

4- İktisadi Çarpışma...

Aradan uzun bir zaman geçmeden Kadıyanilerle Müslümanlar arasında vukuu bulan bu nizanın mikropları iktisadi sahaya da sıçradı. Bir kere Kadıyaniler, başlangıçtan beri, Müslümanlarla kendileri arasındaki dini ve içtimai çekişme ve bu yeni davalarını yaymak istemeleri yüzünden ortada bir kırgınlık yaratmaya çok meyilli idiler. Kendilerini düzelten Kadıyaniler, hükümet dairelerindeki otoritelerine güvenerek her türlü iktisadi sahada birbirlerine yardım etmek suretiyle Kadıyani olmayanlara tesir etmeye başladılar. Kadıyanilerle Müslümanlar arasındaki ilişkiyi en çirkin hale getiren olay da bu oldu. Aynı sıfatla hükümet dairelerinde vazife almak için iki topluluk arasında çıkan çekişmeler ve kavgalardan her iki tarafın gördüğü zararı herkes az çok takdir edebilir. Tabii netice Kadıyanilerin ekmeğine yağ sürülmekle sonuçlandı ve onlar akrabaları vasıtasiyle hükümet dairelerini doldurdular. Vakı bu fitneden en çok hasar gören bölgenin Pencap bölgesi olduğunu; onun uğradığı zarara hiçbir bölgenin düçar kalmadığını az evvel söylemiştik. Çünkü Kadıyanilerin çoğunluğu bu bölgede oturmaktaydı ve ta işin başlangıcından beri, gerek ziraat, gerek sanaat ve gerekse devlet vazifeleri hususunda Kadıyanilerle Müslümanlar arasında devamlı bir çatışma mevcuttu. Şunu unutmamak gerekir ki, iki taraf arasındaki bu çekişme, vaktiyle Müslümanlarla Hindular arasında mevcut olan ve onları tezatın, çekişmenin en son noktasına kadar götürme kavganın bir benzeriydi.

5- Kadıyanilik:Toplumda Fesat ve Bozgun Yaratan Bir Düzendir:

Dini, içtimai ve iktisadi yönlerden aralarında bir çarpışma başladığı gibi iki toplum arasında siyasi bir çarpışmanın başlaması da gayet tabii idi. Fakat Kadıyanilerle Müslümanlar arasındaki bir siyasi çarpışmanın, bunlardan başka ve daha çok sebepleri vardı:

Vakıa Ahmed Gulam ve tabileri başlangıçtan beri tam olarak inanıyorlardı ki, Müslümanlar arasında ortaya attıkları bu yeni nübüvvet davasının İslam toplumu içinde iman ve küfür yönünden yeni bir infilak yaratması gerekiyordu... Aynı şekilde yine biliyorlardı ki, Müslümanlar, tarihlerinin hiçbir gününde aralarında tefrika yaratacak hiçbir kuvvete müsaade etmemişler ve ilk halife Ebu Bekir es-Sıddık’tan ta Osmanlılar devrine kadar da toplumları içinde öyle bir fitnenin baş kaldırmasına asla razı olmamışlardır. İşte bu yüzden Kadıyaniler, Kadıyanilik hareketinin başlangıcından beri imanlarından bir cüz’müş gibi İngiliz hükümetine inandılar ki, kendilerinin baki kalması; ilerlemeleri, felahları ancak ve ancak gayri müslim şu idarecilerin himayesini ve yardımlarını kazanmakla mümkün olacaktır...

İngiliz hükümeti başlangıçta Kadıyanilerin bu siyasetine pek güvenemedi. Bunun üzerine Kadıyaniler İngilizleri toplumlarının berdevam olmasında, gelişmesinde onlar için büyük menfaatler olduğuna ikna etmek için büyük çaba sarfettiler. Sonra İngiliz hükümeti onların bu tutumuna kanıktığı ve onlarda bulduğu dostluğu hiçbir İslam taifesinde bulmadığını gördüğü zaman, Hindistan ve çevresindeki sömürü faaliyetlerini gerçekleştirmek için onları bir maşa olarak kullanmaya başladı.

Müslümanlarla Hindular arasındaki milliyet mücadelesi şiddetlendiği zaman Hindistan Milli Kongre (İndian National Congress) başkanları Kadıyanilerin emelleriyle müttefik olduklarını bildirdiler. Bunlar 1930 yılında vaki olduki o zamanlar allame İkbal ile Hindusi başkanı Pandit Nihro arasında Kadiyaniler hakkında bir mücadele başlamış ve son Hindu lideri şöyle demişti: “Bize göre Kadıyaniler Müslümanlardan daha iyidir. Çünkü onların peygamberi buralıdır. Ve bütün mukaddes yerleri de yine bu topraklardadır.”

Hulasa Kadıyanilerin tuttukları bu siyasi yol, gayr-i müslimlerin kendilerine daima korkulu gözlerle baktıran cinsten bir yol idi. Vakıa bütün Müslümanlar başlangıçtan beri, İslam kalesini yıkmak için İslam düşmanlarının elinde bir maşa olarak kullanılan unsurun Kadıyani taifesi olduğunu anlamışlardır. Bütün Müslümanların kalbinde bu kuşkuyu pekiştiren ve te’yid eden olay ise, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizler Bağdat, Beyt-i Mukaddes, İstanbul’i işgal ettikleri zaman, buna İslam taifeleri içinde sadece Kadıyanilerin sevinmeleri, evlerini ışıklarla süsleyip, şenlikler ve toplantılar düzenlemeleri olmuştur. Ve hatta Kadıyani halifesi o zaman şöyle demişti:

“Eğer biz İngilizlerin izinden yürüyerek onlarla birlikte yükselir ve ilerlersek, İngilizlerin yükseldiği her yerde, biz de, davet için yeni bir saha bulmakta zorluk çekmeyiz.”Bütün bunlardan sonra Müslümanların Kadıyaniler hakkında besledikleri su-i zan sebepsiz ve mantıksızdır demek mümkün müdür?

6- Müslümanları Kafirlikle İtham Etmeleri:

Sosyal yönden onlardan ayrılmaları ve iktisadi sahada onlara karşı mukavemet etmeleri nedenile Kadıyanilerle Müslümanlar arasında çıkan çekişmeler, Mirza Gulam Ahmed ve tabilerinin yazdıkları kitaplar yüzünden daha da şiddetlendi. Hakikatte Müslümanların duygularını galeyana getiren, kalplerini hırçınlaştıran ve adamakıllı sinirlendiren sebeplerden en önemlisi de bu kitaplar olmuştur. Biz aşağıda, hakkında hüküm veresin ve Müslümanların bunlara karşı sabretmelerinin güçlüğünü takdir edesin diye bu kitaplardan bazı örnekler vereceğiz:

“Beklenilen İsa, (İzalet’ül Hata) isimli eserinde der ki:

“Muhammed Allah’ın Rasulüdür. O ve onunla birlikte olanlar kafirlere karşı çok çetin, birbirlerine karşı ise çok merhametlidirler.”

Ayetinde geçen Muhammed benim. Hatta bu ayette hakkında Muhammedün Rasulullah, denilen kimse de benim.”

“Zılli nübüvvet beklenilen Mesih’in gelişini geciktirmedi. Aksine mümkün olduğu kadar öne aldı ve onu yüce peygamber yanındaki yerine oturttu.”

“Peygamber (s.a.v.) e ay tutulmasının alameti zahir oldu. Bana ise hem ayın hem güneşin tutulma alameti zahir oldu. Hala beni inkar eden var mı?”

“Meryem’in oğlunu anmayı terkedin. Zira Gulam Ahmed ondan daha yücedir.”

“Muhammed aramıza bir defa daha indi. O, öncekinden şan ve rütbe bakımından daha yüksektir. Muhammed’i görmek isteyenler Kadıyan’daki Gulam Ahmed’i görsünler.”

“Benimle sizin Hüseyin’iniz arasında fark vardır. Bir kere ben sevgi yüzünden öldürüldüm. Sizin Hüseyininiz ise düşmanlık yüzünden öldürüldü. Aradaki fark daha açıktır.”

İsa’nın elinde hile ve dalavereden başka bir şey yoktur. Yazıklar olsun şu budala Hristiyanlara ki böyle bir adamı tanrı edindiler! (Maşallah) Onun ailesi de tertemizdi. -Bu sözüyle de İsa ile alay etmek, onu kötülemek istiyor.- Gerek anne ve gerekse baba soyundan üç kişi deli ve kısır idi. İşte bunlar, onların soyundan geldiler.”

“Bana katılmayan, bana biat eden topluluğa girmeyen ve muhalefet etmekte ısrar eden herkes, hem Allah’ı hem de Peygamberine karşı gelmiştir. O, cehennemliklerdendir.”

“Bizim, zafere ulaşamayacağımızı söyleyen herkes, zina çocuğu olmayı seviyor demektir.”

“Bana muhalefet eden herkes Hristiyandır, Yahudidir ve cehennemlik müşriklerdendir.”

“Düşmanlarımız çöl domuzları gibidirler. Onların hanımları ise, köpeklerden daha beterdir!”

7- Allame Muhammed İkbal’ın İsteği:

Geçen yüzyılın ortalarına doğru başlayan bu hareketin tesirleri devam ederken, Kadıyanilik de özellikle Pencap bölgesinde Müslümanları meşgul eden bir mesele haline gelmişti. Haddı zatında o, önemli bir problem değilse de, insanlara psikolojik yönden bir şok tesiri yapıyordu ve binlerce Müslüman gerek şehirlerde gerekse köylerde onun acılığını aynı derecede tadıyordu. Bu acılığın şu ana kadar büyük bir ızdırap yaratmadığı şüphesizdir. Fakat şu geçen otuz veya kırk yıl boyunca bu hareket, gerek Müslümanlar, gerekse aileleri, köyleri, camileri ve şehirleri arasında devamlı çarpışmalar yaratmıştır. Vakıa onun bu hali, hem medeni hem de cinai davalar halinde mahkemelere aksettirildi. Gerçeği söyleyecek olursak yüksek tabakadan olan Müslümanlar bu problemle pek ilgilenmemişlerdir. Fakat orta halli Müslümanların uzun zamandan beri, Kadıyanilerin İslam ümmetinden ayrılmasını ve gayr-i müslimler gibi akilliyat haline getirilmesini böylece de, ayrılık tohumları saçmamaları ve düzenlerini bozmamalarını bütün kalplerile istemişlerdir ve hala da istemektedirler. Müslümanların bu istek ve ideallerini allame Muhammed İkbal “İslam ve Ahmediyye” (İSLAM AND AHMADIŞM) isimli meşhur makalesinde en güzel bir şekilde dile getirmiştir. İkbal bu makalesinde kadıyaniliği kuvvetli delillerle torpillemektedir.

8- Müslümanların Kendi Hükümetlerinden Tahkik Edilmesini İstediği Şeyler

Müslümanlar İngilizler zamanında, Kadıyanilerin kendilerinden ayrılması hususunda yaptıkları çalışmanın boşa gitmemesini istiyorlardı. Müslümanların sosyal bir prablemiyle ilgilenmesini, anlayış gösterip o problemin halli için ciddiyet, samimiyet ve Müslümanlara şefkat gösterecek bir çare bulmasını ecnebi bir hükümetten beklemek gayet tabii abes bir şeydi. Ve müslümanlar da aynı şekilde biliyorlardı ki, İngilizler Kadıyanilerin Müslümanlarla birlikte kalmasını kasten istiyorlardı. Çünkü gerektiği zaman onları Müslümanların çıkarlarına karşılık elde bir koz olarak kullanacaklardı. Fakat Pakistan müstakil bir devlet haline gelince, Müslümanlar kendi hükümetlerinden, elli yıldan beri İslam ümmeti içinde ayrılık ve tefrika toplumları saçan ve içtimai, siyasi, iktisadi yönden birbirile çarpışan iki ayrı toplum meydana getiren Kadıyanilik meselesile var gücüyle ilgilenmesini istediler. Ve Pakistan’ın kuruluşundan bu yana bu arzu gittikçe kuvvetlenerek yavaş yavaş üzüntüye, sabırsızlığa ve şikayete dönüştü. 1950 ve 1951 yıllarında Pencap bölgesinin birçok şehir ve köylerinde yoğun çalışmalar başgösterdi. Bu çalışmaların yapıldığı bütün şehir ve köylerde halk bana, Kadıyanilik meselesi hakkında sorular sordu. Ve o zaman anladım ki, Müslümanların kalplerinde üzüntü husul eden bu mesele, eğer bir çözüm yolu bulunmazsa, günden güne memlekette büyük çarpışmalara yol açacaktır...

9- Pakistan’ın Kurulmasından Sonra Kadıyanilik Meselesi Ele Alınıyor:

Vakıa Kadıyanilerin zaman zaman çaşitli faaliyetlerde bulunduğu görüldü. Ki bu faaliyetler Müslümanların gazabını kamçıladı. Ve onlara, Kadıyanilik meselesinin gittikçe başlarına büyük bir tehlike olmaya başladığını; İngiliz hükümeti idaresi esnasında gerek dinlerinin ve gerekse İslam ümmetinin Kadıyanilikten büyük zararlar gördüğünü hatırlattı. Ben mahkemenin nazarını şu beş arız noktaya çekmek istedim:

a) Mirza Beşir’üddin Mahmud Ahmed, 22 Ocak 1948’de yaptığı bir konuşmada, bütün Pakistan’ı istila etmek için kendilerine bir zemin hazırlamak kastile Bulcistan’ı Kadıyan’a katmak istediklerini açıkladı. Bu konuşma 13 Ağustos 1948 tarihli “Fadl” mecmuasında yayınlanmıştır. Vakıa Mirza bunu geçici bir arzu olarak belirtmemiş aksine devamlı surette onu anons etmiştir. Ve hatta o bunu 5 Temmuz 1950 tarihli “Fadl” mecmuasında neşredilen bir konuşmasında da te’yid etmiştir. Bu projenin hala zihinlerinden kuvvetlenip kristalleştiği muhakkaktır.

b) Mirza Beşir’üddin Mahmud Ahmed’in defalarca anons ettiği bir başka projesi daha vardı ki, o da, Kadıyanileri muhtelif hükümet dairelerine sokmak suretiyle bu hedeflerine ulaşmak için bir köprü kurmak ve hükümet kuvvetlerini Kadıyani toplumunun çıkarında kullanmaktı. Burada Kadıyani halifesinin bir hutbesini kısaltarak koymayı uygun gördüm. O, söylediklerimin doğruluğuna en büyük bir şahid olacaktır:

“Eğer muhtelif bölgelerde oturan Ahmediyye topluluğu, dünyayı kazanmak istiyorsa, bu hedefine, bütün toplumun istifade edeceği ve kendisine bir kuvvet hazırlayacağı bir yolla varmaya çalışsın. Bunu şu anda ortaya koymak istemiyorum. Eğer böyle yaparsam o zaman herkes Kadıyanileri taklid edecek ve aynı maslahata konmak için birbirile yarışacaktır. Oysa ortada, Kadıyanilerin, haklarını elde etmek ve şerri kendisinden defetmek için bir vesile olarak kullanacağı birçok mevkii vardır. Kendi adamlarımız bütün mevkiileri ellerine geçirmedikçe, Kadıyani toplumunun bu haklardan tam olarak istifade etmesi mümkün değildir. Mesela ordu, polislik, hükümet idaresi, demiryolu işletmeleri, maliye, gümrük ve planlama işleri mühim vazifelerdir. Ve hepsi de Ahmediyye toplumunun kendisini koruması için bir vesile olarak kullanabileceği mühim makamlardır. Mesela gençlerimiz, diğer mevkiilerdeki sayımıza göre daha fazla bir sayıyla orduya katımaktadırlar. Bu şekilde kendimizi korumak için gereken vazifemizi yapmaya tam olarak yönelmiş sayılmalıyız. Öbür makamlara gelince, (ne yazık ki) onlar bizimkilerin ellerinde değildir. Evet, çocuklarımız resmi vazifelere vermemiz gerekmektedir. Ama siz, toplumun maslahatını sadece kendiniz için kullanıyorsunuz. Bu durumda kendimiz için özel bir plan hazırlayıp sonra da tatbikine geçmemiz lazımdır.”

c) Halife, Pakistan’ın kuruluşundan sonra da, tabilerini, düşmana karşı mukavemet etmeye ve onlarda anarşi ruhu yaratmaya çalışmaktadır. Mahkemeye örnek olsun diye onun yaptığı şu konuşmasından bir parça sunuyorum:

“Halk (yani Kadıyani topluluğu) onların (Müslümanların) muhalefet etmesinden korkuyor, düşmanlık yapmasından endişeleniyor ve eziyet etmesinden çekiniyor. Fakat ortada bu eziyet, sitem ve küfür için hiçbir sebep yokken bile onlar (yani müslümanlar) kendilerini bizi parçalayacak süvariler olarak görmektedirler. Aslında korkmamız yahut düşünceye dalmamız yersizdir. Aksine sevinmemiz gerekir. Çünkü bunların tek bir sebebi var: Düşman, içimizde yeni bir hareket başgösterdiği zaman, dinlerinin bir parçasını daha yuttuğumuzu sanıyor”

Bu ibarede geçen (halk) kelimesile kastedilen Kadıyaniler, “düşmanla” kastedilen ve Müslümanlar olduğunu açıklamaya herhalde lüzum yoktur. Bir kere Mirza, Müslümanların, kendisinin gösterdiği her harekete dinlerini tehdit eden mühim bir tehlike gözüyle bakmalarından memnunluk duyduğunu belirtmektedir. Düşmana karşı mukavemet ve muharebe etmeye teşvik eden bu hutbenin bir benzeri de 5 Temmuz 1950 ve 7 Mayıs 1951 tarihli mecmuasında yayınlanmıştır.

d) Kadıyaniler, besledikleri kötü niyetlerini ve gizli fikirlerini sadece mukavemet etmeye teşvik eden bu sözlerle belirtmekle kalmayıp, aksine onları hem işlerinde hem de hareketlerinde devam ettirmeye başlamışlardır. Ve hala da onların bu haberleri Müslümanlar arasında yayılmakta ve kalplerinde umumi bir ızdırap ve kin duygusu yaratmaktadır. Bu hareketlerine örnek olarak Kadıyanilerin askerlerinden bahseden, Kadıyanilerin çeşitli silah fabrikalarındaki otoritelerinden ve silahları kullanma hususunda ne derece maharetli olduklarından dem vuran “OrdununFurkan” ı isimli kitabcığı gösterebiliriz. Kadıyaniler Müslümanlar arasında bu harketlerinden bahseden eserleri neşretmekle onları korkutmak ve endişelendirmek istemişlerdir.

e) Beşirüddin ve Kadıyani toplumundan birçoğu 1953 yılından beri Müslümanları açıkça tehdit etmeye başladılar. Bundan sonra dilleri de günden güne çekilmez bir işkence halini aldı. Mahkemeye örnek olarak onların ibarelerinden birisini sunuyorum. “Zafer ve başarı bizim olacak, siz de bize mücrimler gibi karşı koyacaksınız. Ama akibetiniz Mekke’nin fethi günündeki Ebu Cehl’in akibeti gibi olacaktır.”

Ve diyorlar ki:

“Düşman Ahmediyye kuvvetini düşünmeye, Ahmedilerin yenilmez olduğuna inanmaya, onun sancağı altına sığınmak ve kalesine iltica etmekten başka çıkar yol olmadığına kanaat getirinceye kadar 1953 yılı üzerinizden geçmeyecektir.”

Yine ondan: “Evet, aşağılık zulmü altında ölen sadık alimlerimizin intikamını alma vakti gelmiştir. Biz onların toptan intikamını alacağız:

1- Ataullah Şah’ul Buhari,

2- Molla Bedayuni,

3- Molla İntişam’ul Hak,

4- Muhammed Şefi’,

5- Ve Ebu’l A’la el-Mevdudi’den intikamlarımızı alacağız.”

10- İhtilal İdarecilerine Karşı Kötü Bir Taklid:

“Ortaya çıkan olaylar arkasından rölünü oynamaya başlayan tarihi faktör, terör ve şiddet yollarına sapan ihtilal hükümetinin bir adetidir. Ki o, memlekette hükümet siyasetine karşı çıkan milliyetçi bir hareket başgösterdiği zaman, onu hemen vatan hainliği ve ecnebi kuvvetlerin maşası olmaklıkla suçlar...”

İKİNCİ BEYAN

Geçen Eylül ayının ilk günlerinden beri hukuk mahkemesine dinlettiğim birçok dökümanter okudum gazetelerde. Ve mahkemeye yanlış ve eksik olarak sunulan bir hayli meselelerle karşılaştım. Bildiğim kadariyle mahkemeye doğru malumatlar sunmayı ve onu bu mesele hakkında gerçek neticelere ulaştırmayı kendime bir vazife addettim. Bu vazife şuuru beni, 1953 Temmuzunun ilk günlerinde sunduğum bir açıklamadan size bahsetmeye sevketti. Bu vazifeyi yerine getirmek üzere bugün sizden, yaptığım ikinci açıklamayı sunmak için izin istiyorum. Müsaadenizle...

1- Kadıyanilerle İlgili Meseleler:

Bütün Müslümanların Kadıyaniler aleyhinde sunmuş oldukları, talebleri, -ki o taleblerden birisi, Yeni Pakistan kanununa göre Kadıyanilerin Müslümanlardan ayrı olarak akaliyattan kabul edilmesi; Zaferullah Han’ın Pakistan Dışişleri Bakanlığından azledilerek, Kadıyanilerin hükümet dairelerinde sahib bulundukları başkanlık koltuğundan indirmeleri idi.-hakkında mahkemede bir çok sorular tevcih edildi. Fakat şahidlerden hiçbirisinin o hususlarda oturaklı bir cevap verememiş olması gerçekten üzücüdür!..

2- Bu İstekler Aynı Zamanda Dini ve Siyasidir:

Vakıa mahkeme, defalarca, bu isteklerin dini mi yoksa siyasi mi olduğunu sordu. Ve büyük bir şahit kitlesi onların dini istekler olduğunu söyledi. Gerçeği söylemek gerekirse, ne sorulan soru, ne de verilen cevap doğrudur!..

Müslümanların, halledilsin diye ortaya attıkları bu isteklerin doğurduğu nizamın asıl kaynağı başlangıçta sadece dini idi. Fakat geçen son elli yıldır meydana gelen beklenmedik olaylar onu sadece dini bir niza olmaya bırakmamış, aksine onun yüzüne sosyal, siyasi ve iktisadi yönlerden çeşitli maskeler geçirmiştir. Herhangi bir mesele -ister dini olsun isterse sosyal farketmez- toplumun başına çeşitli fesatlar ve felaketler getirdiği zaman, onun çözüm yolunun kanun ve idari makamların vereceği kararlarla bulunması gerekir. Ayrıca onların dini mi yoksa sosyal mi olduğu da münakaşa edilemez. Sonra onun çözüm yolu için “niçin siyasi yollara başvuruluyor” da denemez. Gerçekte, Kadıyanilerle tüm Müslümanlar arasındaki dini çarpışmanın çıkmasına sebep olan faktörler şöylece özetleneblir:

a) İslam ümmeti arasında, akide cihetinden Müslümanlardan ayrılan müstakil bir grubun teşekkül etmesi;

b) Bu grubun, sosyal yönden Müslümanlarla olan ilişkilerini kesmesi

c) İktisadi sahada Müslümanlara karşı mukavemet etmeye başlamaları.

Ama onlar bununla da kalmayarak siyaset meydanında da Müslümanların maslahatına karşı çıktılar. Bununla birlikte aynı zamanda da onların içinde mündemiç kalmaya devam ettiler. Propaganda ve davet yoluyla sayılarını arttırmaya başladılar.Ama buna karşılık Müslümanlar gün be gün içten içe kaynamaya devam ediyordu. İstersen sen buna, ortaya çıkan bu tehlikelerin Müslümanların zihinlerini devamlı olarak meşgul etmesini; bu gruba mensub adamların resmi makamlardaki otoritelerinden faydalanarak Müslümanları birçok yönden tehdit etmelerini ve ayrıca önce Bulicistan bölgesini kendilerine merkez edinmek, sonra da oradan Pakistan’ın dört bir yanına dağılarak bütün kıtayı işgal etmek için defalarca ilan ettikleri propagandaların siyasi yönden verdiği endişeleri de ekle... Bu meselenin sadece dini bir mesele olarak itibar göreceğini şuurum nasıl kabul edebilir? Ona bir çözüm yolu bulmak isteyen kimse için, kanuni ve siyasi yollara başvurmaktan başka çare yoktur. Son zamanda birleşik Hint Kıtasında Müslümanlarla Hindular arasında çıkan nizanın da dini bir niza olduğunu unuttu mu bu halk?Fakat o zamanlar Müslümanların bu meselelerinin halli için sunduğu isteklerin -ki bu istekler, serbest seçim hakkı verilmek suretile, memleketin taksim edilmesi idi- hepsinin de siyasi cinsten olduğu muhakkaktır.

2- Müslümanlarla Kadıyaniler Arasındaki Temel İhtilaflar:

Mahkeme, İslam alimlerinin arasındaki ihtilaf hakkında birçok soru sordu. Ki maksadı Müslümanlarla Kadıyaniler arasındaki bu çelişmeyi de, ona kıyas etmekti. Gerçek şu ki, mahkeme bu işte yanılmış ve kaş yapayım derken göz çıkarmıştır. Zira bu iki olay arasında benzetme yapmak imkansızdır. Evet, bazı İslam fırkalarının birbirini kafirlikle itham etmeleri ve alimlerin verdikleri fetvalarda hak ve adalet sınırlarını aşmaları üzücü bir olaydır. Ancak çekinmeden şunu da söyleyelim ki, İslam fırkalarının birbirlerini kafirlikte itham etmelerinden doğan nizanın sebeplerini teşkil eden meseleler, dinin fer’i meseleleri hususunda ortaya çıkan ihtilaflardan başka bir şey değildir. Bu sebeple İslam ümmeti -bir ümmet olmak cihetinden- onların birbirlerini kafirlikle itham etmeleri hakkında verdikleri fetvalara asla önem vermemiş; aksine takva ve vera sahibi alimler onları daima kınamışlar; ve Müslümanlar hiçbir kimsenin İslamdan çıkarılması yahut içlerinden hiçbir grubun İslam ümmetinden ayrılması hususunda söz birliği etmemişlerdir. Bilakis onlar, ayrı ayrı fırkalar olmakla birlikte, namazlarda bir araya gelmişler, cenaze namazlarına iştirak etmişler ve birbirleri ile evlenmekten içtinab etmemişlerdir. Şia ile ehl-i sünnet arasında vaki olan karşılıklı evlenme hakkında binlerce örnek vermek mümkündür. Bütün bunlar bir yana, ortaya mühim bir millet meselesi çıktığı zaman, bütün Müslümanlar o yolda tek bir vücut olmuşlardır. Millet maslahatları ve siyasi hedefleri de müşterek olmuştur. Buna karşılık Müslümanlarla Kadıyaniler arasında mevcut olan ihtilaf, esaslı bir ihtilaftır. Bir kere İslamı şöyle böyle bilen bir kimse bile, nübüvvet akidesinin İslamın temel inançlarından biri olduğunu ve insanların, ortaya çıkan herhangi bir nübüvvet davasını kabul etmek ya da tekzib etmekle birbirinden ayrılacağını haydi haydi bilir. Buna göre; Mirza Gulam Ahmed nübüvvetini iddia ettiği zaman, onu kabul edenlerle tekzip eden mü’minler arasında şimdiye dek hiçbir islam fırkasında görülmeyen bir ihtilaf ve çekişme zuhur etti. Bunun üzerine çeşitli gruplardan teşekkül eden Müslümanlar Kadıyanilerin kafir olduğunu söylerken; diğer yönden Kadiyaniler de, aralarında kendilerine inanmıyan herkesi kafirlikle itham etmeye başladılar. Birbirini kafirlikle itham etmenin bu şekli ile muhtelif Müslüman grupları arasında meydana gelen tekfir hareketi arasında büyük fark vardır. Bir kere Müslümanla Kadiyaniler arasında vuku bulan bu tekfir hareketi, her iki tarafı da birbirinden fiilen ayırmış; sosyal hayatın bütün adi işlerinden tutun da ta dini ibadete kadar aralarına ayrılık sokmuş; millet maslahatlarile siyasi hedeflerini ayrı ayrı yönlere tevcih eylemiştir. Ve sonunda iş çığrından çıkarak karşılıklı çatışmaya, şiddetli bir düşmanlığa dönüşmüştür. Şu halde aradaki bu açıki bu açık farktan sarf-ı nazar etmek nasıl mümkün olabilir?Ve Kadıyanilerle Müslümanlar arasında vaki olan bu hilafın, islam fırkaları arasındaki hilafla kıyas edilmesi, ikisine de aynı hüküm verilmesi nasıl caiz olabilir?! Bütün bunlara rağmen bir an için her ikisinin de aynı hükme girdiğini kabul edelim. Peki köylerde, kasabalarda veya şehirlerde, ya da cadde, mektep ve aklınıza gelen her yer binlerce aileye ve ferdi çepeçevre saran bu nizanın bu şekilde ortadan kaldırılması mümkün müdür?

3- Müslümanlardan Ayrılan Herkesi Akalliyat Haline Getirecek Bir İsteğe İhtiyaç Yoktur:

Mahkemede hakkında devamlı çekişmelere sepep olan konulardan biri de şu idi: Dinin temel meseleleri hususunda kendi görüşlerinden uzak bir görüşü benimseyen kimselere karşı bütün müslümanların isteği, Kadıyanilerin gayr-i Müslimler gibi akalliyat olarak kabul edilmesi hususundaki istekleri gibi olmuş mudur? Bu soruya iki yönden cevap veriyoruz:

a) Asli yönden.

b) Ameli ve vakıi yönden.

Asli yönden: Tefsir, içtihad ve istinbat gibi hususlarla ilgili eden durumlarda İslam, mezheb sahiblerine ve çeşitli görüşlere mümkün olduğu kadar geniş yer vermiştir. Eğer bu gibi hususlarda birisi büyük bir hataya düşerse mutlak surette sapıtmış kabul edilir. Fakat hakkında, dinden çıkmış hükmü verilmesi caiz olmaz. Bunun aksine, eğer birisi İslamın temel yönlerinden birini değiştirmeye kalkarsa, onun için ne din sahası genişler, ne de müsamaha gösterilir. Kim olursa olsun, bu hareketinin o kimseyi İslam dairesinin dışına çıkardığı şüphesizdir...

Ameli ve Vakıi Yönden: Şunu unutmayalım ki, herhangi bir adamın ya da çeşitli fertlerin din yolundan yan çizmesile, İslam toplumu dahilinde sağa sola meyleden, hizipleşen, devamlı propogandalar ile sayılarını çoğaltan, sonra da iktisadi ve siyasi alanda Müslümanlara karşı mücadele eden bir grubun, bu yoldan yan çizmesi arasında büyük bir fark vardır. Bu toplumsal ayrılığın acısını, geçen elli yıl boyu Müslümanlar taddılar. O halde onların bu hali, yoldan çıkan ilk grubun haliyle nasıl kıyas edilebilir?Bütün Müslümanların, din çemberinden çıkan ya da uzaklaşan birinci gruba yaptığı muameleyle, ikinci gruba dahil olan kimselere karşı yaptığı muamele arasında büyük bir ayrılığın olduğu apaçık değil midir?Ve Müslümanlar kendilerinden ayrılan dalalet ehlinin gayr-i müslimler gibi akalliyat olarak kabul edilmesini ne zaman istemişlerdir ki?..

4- Müslümanların, Zaferullah Han’ın Dışişleri Bakanlığından Azledilmesini İstemelerinin Sebepleri:

Müslümanların Zaferullah Han’ın Dışişleri Bakanlığından azledilmesini isteyişlerinin tek sebebi, bu adamın İslam devleti içinde sadece hiçbir Müslümanın bakanlığa atanmasına razı olmaması değildir. Aksine asıl sebebi, bu aşağılığın Hint Kıtasının taksiminden önce, makamını sadece Kadıyanileri desteklemekte kullanması ve Pakistan’ın kurulmasından da bu hareketine aynı şenaetle devam etmesi olmuştur. Bu sebeple onun idare ve sulta kürsüsünde kalması, Müslümanların şikayetlerinin artmasına yol açmıştır. Fakat bu isteğe karşı şöyle cevap verilmiştir:

Eğer Zaferullah Han makamından azledilirse, Pakistan devleti Amerika’nın zerre kadar sevgisine kavuşamayacaktır. Ben derim ki:

Eğer, iddia ettiğiniz doğruysa iş daha da kötüdür! Bunun manası açıktır. Zira Amerika, devletimizin dışişlerindeki adamımızı otoritesi altına alarak, bizim dış siyaset istiklalimize burnunu soktu. Ve bir milyon ton buğday yardımı yaparak, otlanmak istedi. Bu durumda o adamın makamından azledilmesini, sadece Kadıyanilik hareketinden kurtulmak için değil, bilakis Amerika’nın siyasi kölesi olmaktan kurtulmak maksadiyle istemeniz gerekirdi. Çünkü bu ikincisi belaların en kötüsüydü. Ben derim ki, Amerika bu hedefini, Pakistan hükümetine alenen ya da kinaye yoluyla açıklamıştır. Hatta Amerika siyasetçilerinin, yüz milyon Pakistan halkının temsilcilerinden birisini tesir altına almak ve bu sebeple de, kıymeti dörtyüz seksen rubi tutan şu aşağılık atiyyesile, şükran ve minnetlerini kazanacaklarını umarak, Pakistan halkının Amerika devletinin siyasetinden ve milletinden şüphe etmeyeceğini zannecek kadar ahmak ve sefih olduklarına neredeyse inanmaya başlıyorum.

5- Başkanlık Makamlarından Gözetilen Hedef ve Kadıyanilerin İslam Ümmetinden Ayrılmak İstediklerinin Delili:

Bütün Müslümanların Kadıyanilerin hükümet içerisinde başkanlık makamlarından çekilmesini istemeleri, sadece gayr-i müslimlerin İslam devleti içinde baş koltuklara geçmelerinin mümkün olması ile ilgili değildir. Aksine bu istek, aşağıda sayacağımız şu beş sebepten dolayı ortaya atılmıştır:

a) Azınlık Kadıyani güruhu, memleket sakinlerinin nüfus oranına nisbetle resmi makamların bir çoğunu işgal ettiler. Tabii buna önce İngiliz hükümetinin gösterdği hususi alaka ve destek; sonra da Pakistanlı idarecilerin gafleti ve istiklal sırasındaki şuur zaafları sebep oldu.

b) Bu gruptan herhangi bir kimse yüksek bir idari makama geldiği zaman bu selahiyetini sadece kendi taraflarının menfaatine hasrediyordu.

c) Bu grubun herhangi bir kimse yüksek bir idari makama geldiği zaman bu selahiyetini sadece kendi taraflarının menfaatine hasrediyordu.

d) Bu gruba lideri Mirza Beşirüddin Mahmut Ahmed, tabilerine alenen, belli bir plan dahilinde hükümetin bütün bölümlerini işgal etmelerini tavsiye ediyordu.

e) Azgınlık ve cür’etlerini son sınırına ulaştıran onlar, bu yolla hükümetin bütün makamlarını işgal etmeye başladılar...

Bu kötü durumları gözönüne alarak tüm Müslümanlar, hükümetin bakanlık makamlarından Kadıyanilerin azledilmesini istediler. Bu istekle kastedilen idare makamlarından kasıt gayr-i müslimlerin önemli makamlara getirilemiyeceği demek değildir. Aksine bundan kasıt, vaktile zikrettiğimiz gibi Kadıyanilerden birinin başa geçtiği zaman sadece kendi taifesinin adamlarına gayr-i meşru olarak faydalar sağladığı tehlikeli bütün makamlardır. Gerçek şudur ki, bu gurubun yaptığı işler ve sürdürdüğü hareketlerle ortaya koyduğu elem verici tabloyu insaf gözüyle seyreden herhangi bir kimsenin, bu isteğin aslında gerektiğinden çok daha az olduğunu; Müslümanların bu isteklerine, on yıl müddetle Kadıyanilerin bütün devlet makamlarında vazife almaktan menedilmesini de eklemekte haklı olduklarını ve ancak bu suretle şimdiye dek resmi maslahatlar hususunda Kadıyanilerle Müslümanlar arasında dengesizliğin ortadan kalkacağını düşünmesi gerekir.

6-Kadıyaniler Mahkeme Huzuruna Maske İle Çıktılar

Mahkeme huzurundaki açık fikirlerden birisi de şu idi: Ahmediyye toplumu lideri avukatının mahkemenin sorduğu yedi soruya cevap olarak sunduğu beyan Kadıyanilerle Müslümanlar arasındaki hilafı ortadan kaldırıyordu. Ben bu beyanı iyice düşünerek okudum. Ve bütün bunlardan sonra şuna karar verdim ki, bu beyan, ortadaki durumun hiçbir yönünü değiştirmiyor ve aksine şu ana kadar süren ızdırabların kaynağı olan çekişme ve hilaf sebepleri olduğu gibi kalıyordu.Vakıa Kadıyaniler bu beyanda bütün deha ve gayretlerini göstererek, hakiki çehrelerini te’vil tedlis ile örtmeye ve mahkemeye yapmacık bir çehreyle çıkmaya çalıştılar. Onlar bununla mahkemeyi kandırmak istediler. Öyle ki netice sonunda istedikleri gibi olsun ve karınca kadar bile hareket etmedikleri yerlerinde sabit kalsınlar. Yukardaki ibarelerini okuması için ısrar ettiğim her kimse, onların şu ana kadar yaşadıkları adet ve siretlerini bilirse, bu beyanda durumlarını değiştirdiklerini ve onun Lahor’daki Ahmedilerin durumlarına benzetmeye çalıştıklarını da idrak eder. Fakat onlar, kendilerile Müslümanlar arasında nizayı kaldırarak, gerçek hallerinden döndüklerini açıklamıyorlar da, aksine bu adil durumun işin başlangıcından beri ilk gerçek durumlarının aynı olduğunu mahkemeye yutturmaya çalışıyorlar. Bunun koyu bir yalan ve apaçık bir dalevera olduğu gerçektir. Ve bunun açık manası şu demektir: Onlar bununla evvelki durumlarını pekiştiriyorlar ve gelecekte de aynı hal üzre kalmak istiyorlar. Ancak bu soruşturma sırasında geçici bir tavır takınmışlardır. Ve bu tavırları mahkeme tahkikatı bittiği zaman sonra erecektir. Son olarak şunu da söyleyelim ki, gizlemeye çalıştıkları gerçek çehreleri, sundukları beyanlarını didik didik ettiğimiz zaman gün gibi ortaya çıkacaktır.

1- Mahkeme onlara şöyle sordu:

Müslümanlardan Mirza Gulam Ahmed’in nübüvvetine inanmayanlar mü’min ve Müslüman mıdırlar? Kadıyaniler buna şöyle cevap verdiler:

Ahmediyye mezhebinin kurucusuna inanmadığı için hiçbir kimseye Müslüman olmadığı söylenemez.

Onlar böyle söylediler amma... önceki kitaplarının bu cevaba taban tabana zıt olduğunu akıllarına getirmediler ve sözlerini şu şekilde te’vil ettiler:

“Halk, vaktile yazılmış bir takım kitaplarımızı delil göstererek bize su-i zan beslemektedir. Biz, burada, bu kitaplarda kullandığımız terimlerin, sadece kendi toplumumuza ait olduğunu ve onları Müslümanlar arasında maruf umumi manasiyle kullanmadığımızı açıklamak isteriz. Çünkü, biz bu kitapları bu meselede Ahmedilerden başkalarını göz önüne alarak neşretmedik. Aksine bu kitaplarda hitap ettiğimiz kimseler, cemaatımızdan bazı kimselerdir. Ve tabii onlar da, Müslümanlar arasında yaygın olan terimleri de gözetecek değildik.”

Bu ibareden anlaşılıyor ki, onlar, evvelki kitaplarını nefyetmiyorlar. Bilakis onları destekliyor ve mahkemeyi o kitapların, şimdi verdikleri cevaba muhalif olmadığına ikna etmek istiyorlar. Biz burada onların önceki kitaplarından iki mesaj sunuyoruz:

a) “Beklenilen İsa’ya biat etmeyen bütün Müslümanlar, onun ismini işitmemiş olsalar bile, kafirdirler ve İslam dairesinden çıkmışlardır.”

b) “Musa’ya inanıp, İsa’ya inanmayan, yahut İsa’ya inanıp Muhammed (s.a.v.) e inanmayan kimse sadece kafir değil, aksine kafirin de kafiridir ve İslam dairesinden taşra çıkmıştır.”

Bu iki ibareye göz atan bir kimse açıkça görür ki, sadece Mirza Gulam Ahmed’in nübüvvetini inkar etmek, bütün Müslümanları kafir yapmış ve hattaİslam dairesinden taşra çıkartmıştır. Bu üç lafzın Kadıyanilere has terimler olması ve bütün Müslümanlar arasında yaygın olan bir mefhumu belirtmemesi muhtemel midir? Bu gibi kitapları (Biz onları cemaatımızdan bir kısmı (Lahoriyye Ahmedileri) için yazmışızdır) şeklinde bir yorum yapmak hiçbir şey ifade etmez. Kadıyanlı Ahmedilerle Lahorlu Ahmediler arasında otuzbeş yıl süren çekişmenin hakikatinin şu olduğunu hangi Müslüman bilmez? Şöyle ki, Kadyanlı Ahmediler, Mirza’nın nübüvvetine inanmayan bütün Müslümanlara kafir ve İslam dairesinden çıkmış görüyor; buna karşılık Lahorlular ise onların bu inançlarında yanıldıklarını söylüyor ve onlara mühalefet ediyorlardı. Bu münakaşada geçen (kafir) kelimesile (İslam dairesinden çıkmış) kelimeleri Müslümanlar arasında yaygın olan manada değilse, bu çekişmenin sebebi nedir o halde?...

2- Mahkemenin ikinci sorusu şöyle idi:

“Mirza’nın nübüvvetine inanmayanlar kafir midirler?”

Ahmediyye toplumu liderinin avukatının cevabı:

“Kafir kelimesinin Arap dilindeki manası: İnkar eden ve inanmayan demektir. Buna göre hiçbir şeye inanmayan kimseye Arap dilinde “kafir” denmesi gerekir. Madem ki bir kimse hiçbir şeye inanmadığını söylüyor, o halde o, bu şeye göre kafir kabul edilir.”

Vakıa Kadıyaniler bu ibareyle de mahkemeyi yanıltmak istemişlerdir. Yani onlar, peygamberleri Mirza Gulam Ahmed’i inkar edenleri, İslami ıstılah manasına göre değil de, lügavi manasına göre kafir kabul ediyorlarmış!... Bunun da apaçık bir hile ve desiseden ibaret olduğu muhakkaktır. Az önce Mirza Beşirüddin Mahmud Ahmed ve Sahihzade Beşir Ahmed’ten naklettiğimiz iki ibarede geçen kafir kelimesi (İslam dairesinden) kelimesile tefsir edilmiştir. Bu iki şahıs o kelimenin tefsirine şunları da ekliyorlar:

“Ahmedilerden başkalarını Müslüman saymamamız ve arkalarında namaz kılmamız gerekmektedir. Zira onlar -inançlarımıza göre- Allah’ın peygamberlerinden birini inkar etmişlerdir.”

İşte şimdi beklenilen İsa’ya iman etmekten başka kurtuluş yolu olmadığı ortaya çıkmıştır. O halde niçin bir kısmınız Ahmedilerden başkasının Müslüman olmadığını ispat etmek için çırpınıp duruyor?”

Bu ibareler gözümün önünde dolaşıp durdukça kim çıkar da, Kadıyanilerin Mirza’yı tekzip eden Müslümanlara, sadece onu inkar etmelerinden dolayı kafir gözüyle bakmadıklarına inanabilir? Sonra beyanlarında geçen şu sözleri bunlardan daha beterdir:

Biz, Allah tarafından emredilen insanları inkar edenler Allah’ı hem de Peygamber (s.a.v.) i inkar ettiklerine yahut İslam toplumundan çıkartıldığına inanıyoruz.”

Bu ibarede geçen kelimeler yine gizli kapaklı kullanılmış ve Müslümanların İslam dairesinden çıkmış olduklarını belirten hüküm nefyedilmemiştir. Aksine kendilerinin Muhammed ümmetinden oldukları ikrar edilmiştir. Tıpkı İsa’ya inanan bir kimsenin -velev peygamberimiz bile-Hristiyan ümmetinden; Musa’ya inananların da Musevilerden sayıldığı gibi. Hatta İsa (a.s.) a inanmamış olsalar bile. Fakat böyle olan birisi ebediyyen İslam ümmetinden sayılmayacaktır. Aynı şeklide Kadıyaniler, Peygamberleri Mirza’yı tekzip eden Müslümanları da Muhammed ümmetinden saymaktadırlar. Çünkü onlar, Muhammed (s.a.v.) i tekzip etmiyorlarmış. Ama onlar Müslümanları her ne olursa olsun, İslam dairesinden çıkmış addediyorlar. Oysa bizim bildiğimize göre Allah’ın peygamberlerinden herhangi birisini inkar eden kimse, İslam dininden ayrılmış sayılır. Sonra Mirza’nın bu gurup indinde Allah katından gönderilmiş bir peygamber olduğu da şüphesiz. Ve devamla ikinci cümlede diyorlar ki:

“Ahmedilerden olmayanlar, İslam dairesinden çıkmış değillerdir”Ve şu sözlerle iktifa ediyorlar:

“Onlar İslam dairesinden çıkarılmamışlardır. Gayet açıktır ki istediklerini İslamdan tardetmek müslümanların ellerinde değildir.”

3- Mahkemenin üçüncü sorusu:

Bu inkarın, dünya ve ahiretteki neticeleri nelerdir?

Avukatları şöyle cevap veriyor buna:

“Böyle bir kafir için dünyada muayyen bir ceza yoktur. Onun cezası,Müslümanın İslam hukukundaki cezası ne ise odur. Sosyal yönden de sair Müslümanlarla aynı haklara sahiptir. Şu kadar var ki o, İslam devletinin reisi olamaz. Küfrünün ahiretteki cezasına gelince, bunu hakkıyla bilen Allah’tır.”

Burada mahkemeye bir defa daha tamamen yanlış bilgiler verildi. Oysa Kadıyanilerin Müslümanlar hakkında hüküm verdikleri küfrün, dünyevi neticelerine Sahibzade Beşir şöyle değiniyor:

“Hz. Mesih (İsa), Ahmedi olmayanlarla, sadece Peygamber (s.a.v.) in Hristiyanlara yaptığı muamele kadar muamele yapılmasını mübah gördü. Bizimle gayr-i Ahmediler arasını namaz hususunda ayırdı. Kızlarımızı onlarla evlendirmeyi bize yasakladı. Bizi onların cenaze namazlarını kılmaktan menetti. Ee... onlara katılacağımız ne kaldı geriye?... İnsanlar arasındaki ilişki ikidir:Dünyevi ve dini. Dini ilişkilerin en büyük vesilesi ibadette iştirak; dünyevi ilişkinin ki ise karşılıklı evlenmedir. Bize bu iki durum da haram kılındı. Eğer siz, onların kızlarıyla evlenmek caiz olur derseniz evet, Hristiyan kızlariyle evlenmenin caiz olduğu gibi, derim.”

Bu küfrün uhrevi neticelerine gelince, bu hususta Mirza Gulam Ahmed’e şöyle ilham edilmiş:

“Sana tabi olmayan, sana biat etmeyen ve emrine karşı gelenler, Allah’a ve Rasulüne karşı gelmiştir. Yerleri cehennemdir.”

Ahmediyye toplumu reisinin naibi ve avukatı olmak sıfatiyle, şu avukatın mahkemeye sunduğu beyanın, Kadıyanilerce Mirza’ya yapılan ilhamdan daha racih olmayacağını herhangi bir kimsenin anlaması zor değildir. Aynı şekilde Mirza’nın ehl-i beytinden olup onun sözlerini yorumlayan kimsenin tuttuğu yolun da avukatın beyanından daha sağlam ve itimada daha layık olduğu muhakkaktır.

4- Mahkeme soruyor:

Mirza’ya da Peygamber (s.a.v.) e Cebrail aracılığıyla vahyolunduğu gibi yine aynı aracıyla vahyolunur muydu?

Hepsi birden Mirza’ya hakikaten vahyin geldiğini itiraf ettiler ve dediler ki:

Bununla birlikte ona inen bu vahyin derecesi ve şanı Muhammed (s.a.v.) e inen vahyin derecesinden daha azdı.

Fakat bu, mahkemenin sorusuna verilen doğru bir cevap değildi. Ama avukat, -Kadıyani akidesine göre Mirza’ya inen vahyin, Muhammed (s.a.v.) e inen vahiyle aynı cinsten olduğunu; onu inkar edenin Kur’an-ı inkar etmiş sayılacağını gizlemiş ve alenen söylememiştir. Mirza Gulam Ahmed ise Arapçaya tercüme edilen şu beytlerinde bunu açıkça belirtmiştir:

Allah’ın vahyini dinleyen kimse şüphesiz,

Vallahi bilirim ben, tertemizdir, tertemiz.

Bilirim ki Kur’an gibi hatadan münezzehdir o,

Allah’a yemin ederim ki:Benim inancım işte bu.

Vallahi bu kelam paktır, arıdır.

Onu söyleyen yüce Allah’ın lisanıdır.

Benim ona inancım İsa’nın güvercininden kalmaz geri,

Kelimullah’ın kendine indirilene güvendiği gibi.

Muhammed de böyledir vallahi vahiy yönünden,

Bense hiçbirinden geri kalmam yakin cihetinden

5- Mahkeme soruyor:

Ahmedilerin mezhebinde, sizi, Mirza’ya inanmayanların namazını kılmaktan nehyeden bir şey var mı?

Cevapları şöyle oldu:

“Onun topluluğu ta bugüne değin, kendilerinden olmayanların, namazlarını kılmama hususunda ittifak etmişlerdir.”Ve devamla şöyle dediler:

“Biz en sonunda Mirza’nın kitabında, Ahmediyye mahabisinin kurucusunu inkar ya da tekzib etmeyenlerin namazını kılmakta bir beis olmadığını belirten satırlara rastladık.”

Fakat kişi serdedilen bu kelimeler üzerinde düşündüğü zaman, bunların, Kadıyanilerin eski hallerinde hiçbir değişiklik yapmadığını anlamakta zorluk çekmez. Mirza’nın nübüvvet iddia ettiği ve kişinin onun nazarında iki durum arasında kaldığı malumdur; o da ya onu inkar etmek ya da tasdik etmektir. Bu iki durum dışında -yani inkar ve tekzib etmek- bir başka durum daha yoktur. Mirza’nın davasını yadırgayan kişi, onu tekzib etmekten kurtulmuş olmaz. Velev onu inkar etmemiş olsa bile. Aynı şeklide Kadıyaniler, kendilerinden olmayanların cenaze namazlarını kılmamaktan vazgeçmemişlerdir. Aksine bu haller bugüne değin fiilen devam edegelmiştir. Şurasını kesinlikle kafamıza yerleştirelim ki, herhangi bir kimse çıkıp da peygamberlik iddia ettiği zaman, birisi onu tekzib ederse, o sadece bu iddiacıyı tekzib etmiş sayılmayıp bilakis onun davasını inkar etmiş ve ona inanmamış kabul edilir.

6- Mahkeme altıncı soruyu da sordu:

“Ahmedilerle gayr-i Ahmedilerin arasında karşılıklı evlenmek caiz midir?

Avukatları şöyle cevap verdi:

“Ahmedilerle gayr-i Ahmedilerin karşılıklı evlenmesinde bir beis yoktur. Fakat gayr-i Ahmedi bir erkeğin Ahmedilerden bir kadınla evlenmesi yasaklandı... Bu yasaktan kasıt, Ahmediyye kadınlarını, Ahmedizme kin besleyen ve onu beğenmeyenlerin kötü te’sirinden korumaktır. Ama bir Ahmedi çıkıp da kızını kendilerinden olmayan birisle nikahladığı zaman, bu nikah hükümsüz kalmaz.”Lakin Kadıyanilerin bu meselede de mahkemeye gerçek durumlarını arzetmedikleri besbellidir. Onların gerçek durumu, Sahibzade Beşir Ahmed’in “Kelimet’ül Fasl” ında zikrettiği gibi şöyledir:

“Hz. Mesih, Ahmedi olmayanlarla, sadece peygamber (s.a.v.) in Hristiyanlara yaptığı muamele kadar muamele yapılmasını mübah gördü. Namaz hususunda bizimle gayr-i Ahmediler arasını ayırdı. Kızlarımızı onlarla evlendirmeyi bize yasakladı. Cenaze namazlarını kılmaktan bizi menetti... Eğer, peki onların kızlarile evlenmemize nasıl izin verildi denirse, derim ki: hristiyan kızlarile evlenmemize nasıl izin verilmişse, ona da öylece izin verilmiştir.”

7- Vakıa aynı avukat Müslümanları kafirlikle itham etmelerinden dolayı Kadıyanilerin başına nelerin geldiğini, ibadet ve sosyal hususlarda onlardan ayrılmalarını anlatarak mahkemeyi kandırmaya çalışmıştır...

İki durum arasında büyük bir fark vardır. Şöyle ki: eski ve yeni olarak İslam davetçilerinin, Müslüman halkın dini ve ahlaki durumunu tenkit ederek yazdıkları ve söyledikleri sözlerden maksat, İslam ümmetini toptan tekfir etmek değildir. Aksine asıl hedef, halkın hakiki, öz İslama yönelmelerini teşviktir. Sonra onlar Müslümanları herhangi bir bid’ata da çağırmıyorlardı. Bilakis onlardan, bütün Müslümanlarca bilinen dini hüküm ve akidelere uymalarını istiyorlardı. Aynı şekilde birbirini tekfir etmek için çeşitli İslam fırkalarından bazı alimlerin yazdığı yazılcıların esası da, İslam alimlerinden herhangi birinin, filan fırka halkının, üzerinde ittifak edilen dini inançlarından yan çizdiklerini zannetmelerinden dolayıdır. Fakat onların bu görüşü de, halkın kendilerine arzedilen yeni bir şeye inanmayışlarına dayanır. Lakin Kadıyanilerin işi ise tam aksine. Onlar, kendilerinden olmayan kimseleri sadece, peygamlerleri Mirza’ya inanmadıkları için kafirlikle itham etmişler; sosyal ve dini yönden de bu yüzden ayrılmışlardır. Bu nübüvvet iddiasının, bütün Müslümanlarca ittifak edilen ve İslam akidelerinden birisi olan “nübüvvetin son bulması” akidesine muhalif bir bid’at olduğu gün gibi ortadadır. En belli başlı fark da budur. Sonra İslam alimlerinin birbirini kafirlikle itham etmelerile, Kadıyanilerinkinin arasında gerçek ve pratik bir fark daha vardır. Şöyle ki: İslam fırkaları arasındaki tekfir hareketi, herhangi bir İslam fırkasının ümmet-i Muhammed’den fiilen ayrılmasına yol açmamıştır. Fakat Kadıyanilerin sürdürdüğü bu hareket Müslümanlardan belli bir fırkayı ibadet, karşılıklı evlenme, iktisad ve siyaset yönünden islam ümmetinden ayırmış ve bu fırkayı hayatın bütün sahalarında İslam ümmetinin başına bir bela haline getirmiştir.

7- Kadıyanilerin Düşmanca Haraketleri Beklenmedik Bir Hadise Değildir:

Mahkemede şu soru üzerinde de çok duruldu: Eğer Kadıyaniler düşmanca hareketlerinden vazgeçmişler ve devlet içinde devlet kurma emellerinden uzaklaşmışlarsa, hala onların gayr-i müslimler gibi ekalliyet haline konması istenir mi? Bu soruya vereceğimiz cevap şudur ki:Kadıyanilerin bugüne değin yaptıkları, tesadüfen meydana gelmiş olaylar değildir. Aksine onlar, İslam ümmeti içinde ayrı bir ümmet meydana getirmek için tabii ve gerekli şeylerdi. Sonra nübüvvet iddialarını, bu iddiaya inanmayanlardan ayrı olarak müstakil bir ümmet meydana getimesi gayet tabiidir. Ve şayet bu yeni ümmet eski ümmetten adil bir yolla ayrılırsa, -Kadıyaniler ve Müslümanların yaptıkları gibi- iki ümmet arasında çıkan kavga ve anlaşmazlıkların zuhur etmesi söz konusu değildir. Fakat eğer o, eski ümmet içinde yeni ve ayrı bir ümmet olmak isterse, işte o zaman mücadele etmemiz mutlak surette gereklidir. Ve sonunda da, iki taife arasında çıkan bu dini nizanın önce sosyal çarpışmaya, sonra siyasi çarpışmaya ve sonra da iktisadi çarpışmaya dönüşmesine mani olmak mümkün değildir. Bunun için kendi kendimize birtakım faraziyeler kabul ederek, onunla kendimizi ebediyyen oyalamamızın bir faidesi olmayacaktır. Hakikatte, Kadıyanilerin İslam ümmeti içinde mündemiş olarak kalmaları ancak bir şartla mümkündür ki, o da, Mirza’nın peygamberliğine inanmaktan vazgeçmeleridir. Eğer bunu yapamayız derlerse, o zaman, Müslümanlardan ayrı bir ümmet olarak yaşamaktan başka çıkar yol yoktur onlar için. Ve bunun ilerde çıkarılacak kanunlarla garanti altına alınması lazımdır.

8- Kafirlikle İtham Etmenin Hükmü:

Küfür ve tekfir babındada mahkemece önemli sorular tevcih edildi. Fakat Kadıyanilerden hiçbiri çıkıp da bu sorulara tam ve açık bir cevap vermedi. Biz mahkemeyi, bu meydanda bir takım bid’at işlerin mevcut olduğu hususunda uyardık:

a) “Küfür” ve”İslam dairesinden çıkmak” her hal-u karda sadece bir şeyle olmaz. Kişiyi İslam dairesinden çıkaran “küfür” ancak bu hallerde olabilir:

1- Kişinin, İslamın inanmayı istediği temel akidelerden birini inkar etmesi.

2- Veya bu akideyi açıkça inkar etmek manasına gelen bir söz sarfetmesi ya da iş yapması. Mesela puta secde etmek, Peygamber (s.a.v.)’i zemmetmek, yahut bile bile Allah’ın kitabını küçümsemek ya da Allah ve Peygamberinin koyduğu bir hükme itaat etmeye razı olmamak... gibi.

3- Veya, iman edilmesi gereken akideleri tahrif etmek; onları eksiltmek veya fazlalaştırmak. Mesela tevhide apaçık şirk karıştırmak ve asıl peygamberlerden başka bir peyğambere iman etmek.

b) Az evvel belirttiğimiz bu küfre ilaveten, Kur’an ve sünnette küfür ve nifaka götüren birçok fiiller, davranışlar ve düşünceler de zikredilmiştir. Bu iki kaynak ta küfre delalet eden kelimelerden ya direktman “küfür” kelimesi, ya da, yapanların mü’min olmadıklarını belirten kelimeler kullanılmış; veyahut da imanın yokluğunu bildiren buna benzer kelimeler zikrolunmuştur. Mesela Kur’an gücü yettiği halde haccetmeyen kimseden küfürle bahsederken; hadis-i şerif de namazın terkini küfür addetmektedir. Sonra Kur’an ve hadis cihaddan yüz çevirenleri nifakla vasıflandırmıştır. Yine hadis-i şerifte açıkça, hainlerin din ve imanlarının olmadığı belirtilmektedir. Mesela bu gibi ayet ve hadislerin anlaşılmasında Hariciye ve Mu’tezile gibi bazı İslam fırkaları hataya düşmüş; bir başka grub da, bu ayet ve hadiste geçenleri yalanlayanın İslam dairesinden taşra çıktığını zannetmiştir. Fakat biz, sözü edilen bu ayet ve hadislerde, bu tip küfür ve nifakın kişiyi İslam ümmetinden çıkardığını gösteren herhangi bir delile rastlayamadık. Aynı şekilde gerek asr-ı saadette olsun, gerekse Hulefa-i Raşidin devrinde olsun, kendisinde bu tip küfür ve nifak alameti bulunan hiçbir kimsenin İslam dairesinden taşra çıkartıldığını göremiyoruz. Bu sebeple her devirde şüphe ve endişe içinde kalan alimler, bu tip tüfür ve nifakla, kişiyi İslam ümmetinden ayıran küfür arasında bir fark gözetmişler ve bu ikisinin birbirine karıştırılmasını şiddetle kınamışlardır. Ve şayet onlar bu gibi küfür ve nifak hareketlerini yapanlara gayrı-i müslim damgasını vurmuşlarsa, bununla sadece o kimseleri aşırı gitmekten menetmek ve itaata döndürmek istemişlerdir. Yoksa onları İslam dairesinden çıkarmayı akıllarının ucundan bile geçirmemişlerdir.

c) Eğer onlardan birisi, apaçık küfre denek sayılacak bir iş yapmış veya söz sarfetmişse, ona küfür damgasını vurmadan önce:

1- Sözünün mahiyetini ve işinin gayesini sormak;

2- Sonra bütün söz ve fiileri göz önüne serilerek, bu söz ve fiilinin umumi şekilde mülahaza edilen fikir ve amlelerle uyuştuğuna bakmak;

3- Eğer söz ve fiilind, her iki şekilde de-iyi ve kötü-rurumlanabilecek bir ihtimal varsa, iyi şekilde yorumlamaya gayret etmek lazımdır. Eğer kötü şekilde yorumlamayı gerektiren kuvvetli bir delil mevcutsa, o zaman iş değişir.

Birçok alimlerin bu gibi zaruri halleri yorumlamaksızın aynı şekilde itibara aldıkları ve kılı kırk yararak incelemeden halkın kafir olduğuna fetva verdikleri de şüphesizdir. Fakat inceleme yapmaksızın büyüklenerek verdikleri bu fetvalar, aslında İslam dairesinden çıkmış kabul ettikleri hiçbir kimseyi gerçekten İslamdan çıkarmamıştır. Hiçbir delilleri olmayan bu kimselerin fetvaları, huccet bakımından yüksek bir mevkiiye sahib olan alimler tarafından nazar-i itibare alınmamıştır. Üstelik İslam ümmeti de bu fetvaları kabul etmeye razı olmamıştır. İslam tarihinde, Müslümanların kendilerinden herhangi bir fıkranın İslamdan çıkmış olduğuna ittifak ettiklerini gösteren olaylara parmakla sayılacak kadar az rastlarsınız. Bu misallerin hepsine de Müslümanların bu şeklide ittifak etmelerinin sebebi, iyi şekilde te’vil edilmeye asla imkan ve ihtimali olmayan apaçık küfürdür. Mesela bunlardan birkaçını sayacak olursak: Nusayrilerin Ali(k.v.) in tanrı olduğuna inanmalarını; veya Yezidlilerin, Peygamber (s.a.v.) den sonra bir başka peygamber gönderileceğini ve onun, Muhammed’ın getirdiği şeriatı neshedeceğini söylemelerini; ya da Meymunilerin Yusuf suresinin Kur’an’dan olduğunu inkar etmelerini sayabiliriz. Ha... Şimdi buna bir de, bütün İslam alimlerinin kafir oldukları hususunda ittifak ettikleri Kadıyanileri ekleyelim. Çünkü onlar öyle bir dava ortaya attılar ki, bu, aynı anda hem bizim hem de onların Müslüman ve mü’min olmasına imkan ve ihtimal vermemektedir. Yani eğer onların peygamberi doğru ise, bizler kafiriz; yok eğer yalancı ise o zaman da onlar kafirdirler.

d) Bazı hadiselerde şu manada sözlerin geldiği şüphesizdir:

“Bir kimse kendisinden başka birine küfr nisbet ederse, o kimse masumdur. Nisbet edilen küfür ise nisbet edene döner.” Fakat bu, mesela birisi sana kafir dediği zaman, sen de onun bu sözüne karşılık onu kafirlikle itham et, demek değildir. Müşarun ileyh hadisten çıkarılacak olan mefhum bu değildir ve hadd-ı zatında da Peygamberimiz (s.a.v.), bu sözünü, birbirine düşman olan ya da birbiriyle çekişen iki kimse, birbirlerini kafirlikle itham etmek için elde bir koz olarak kullansınlar diye söylememişlerdir. Fakat hadisten asıl maksat şudur: Bir kimse birini kafirlikle itham etmeden evvel onu korkutmaya çalışsın. Olur ki, hakkında küfür hükmü verilen şahıs masumdur. Bu durumda da herhangi bir Müslüman haksız yere kafir yapılmış olur...

ÜÇÜNCÜ BEYAN

Hukuk mahkemesi, alimlerden, şu sorular hakkındaki delillerini getirmelerini istedi:

1- Mehdi ve Mesih’in zuhuru.

2- Mesih ve Meryem oğlu İsa aynı şahıs olabilir mi?

3- Mesih ve Mehdi herhangi bir peygamber derecesinde olabilir mi?

4- Onlardan herhangi biri ya da her ikisi Kur’an ve sünnet hükümlerinden birini neshedebilir mi?

5- Muhammed (s.a.v.) ile nübüvvetin son bulmuş olması inancı, İslam akideleri içinde önemsiz bir akide midir?

1- Mesih (a.s.) ın Nüzulü:

Mesih (a.s.) ın ahir zamanda gökten yere inme meselesi Müslümanların ta başlangıçtan bugüne değin üzerinde ittifak ettikleri bir meseledir. Sonra bu mesele Kitap, Sünnet ve İcma- i Ümmete istinad eder. Her ne kadar Kur’an onu tam olarak açılamışsa da, yine onda bu meseleye açık olarak işaret eden iki ayet vardır. Ki büyük müfessirler bu iki ayeti, Mesih’in son zamanda gökten yere ineceği şeklinde yorumlamışlardır. Bu ayetlerden birincisi:

“Ehl- i kitap, ölümünden evvel ona inanacaktır. Ve o-gerektiği gibi inanmadıklarından- kıyamet gibi onlar aleyhine şahitlik edecektir.” (Nisa: 4/159)

Ayette geçen “ölümünden önce” kelimesinden kasıt Mesih (a.s.) ın ölümünden önce” demektir. Bazı müfessirlerin bu ayeti, kitap sahibi her kimse bizzat kendi ölümünden önce İsa’ya (a.s.) inanacaktır şeklinde yorumladığı şüphesizdir. Fakat bu ayetin manası, biraz evel de açıkladığımız gibi olabilir.Hatta bir çok müfessirler ayeti bu şekilde tefsir etmişlerdir.

İkinci ayet şöyle:

“Ve şüphesiz o, kıyametin kopması (nın yaklaştığına) bir delildir.”

Bu ayet de aynı şekilde iki türlü tefsir edilmiştir:

a) İsa’nın inişi ahiretin var olduğunu gösteren delilerdendir.

b) O, kıyamet gününün yaklaştığını belirten delilerdendir. Fakat çoğunluk müfessir ikinci görüşü benimsemişlerdir.

Bütün bunlara rağmen Kur’an, İsa (a.s.) ın inişini açık kelimelerle belirtmez. Fakat şunu söyleyebiliriz ki, Kur’an onun kıyamet gününden önce ineceğine işaret etmektedir.

Hadis kitaplarına gelince, Peygamberimiz (s.a.v.)in İsa’nın ineceğini haber vermiş olduğu şüphesizdir. Vakıa bu meyanda Peygamber (s.a.v.) in yirmidört ashabından yetmişten fazla hadis rivayet edilmiştir. Bu hadisleri sahabeden işiterek rivayetden, onlardan da bize nakleden tabi ravilerin sayısı yüzü geçmektedir. Sonra onlardan bir çoğu güvenilir kimselerdir. Ve onlar Yemen’den Azerbeycan ve Mısır’dan ta Maveraünnehir’e kadar uzanan bölgelerde yaşamışlardır. Bu hadislerin pek çoğu muttasıl senet ve halkalarla hadis kitabı sahiblerinden ta Peygamber (s.a.v.) e kadar dayanır. Sonra yeryüzünün çeşitli ve birbirinden fersah fersah uzakta bulunan ülkelerinde yaşayan bu ravilerin bir kongre toplayarak, aralarında Mesih’in inişi hakında bir hikaye uydurmaya karar verdiklerini ve onu Peygamber (s.a.v.) e isnat ettiklerini aklımızın ucundan bile geçiremeyiz. Eğer böyle yapmış olsalardı, o zaman da, Peygamber (s.a.v.)in Mesih’in inişi hakkındaki hadislerinde bulduğumuz uyuşum ve tenasübe bu rivayetlerde rastlayamazdık. Bu hadisleri açıklayan ve rivayet eden kimse İsa’nın inişini açıklarken sadece iki veya üç yerde ihtilafa düşmüşler ki,bu da önemsenmeyecek derecede basit bir ihtilaftır. Mesih’in nüzulü keyfiyetinden bahsedilen bu hadislerin bahsettiği hikaye sanki ana hatları bakımından birbirine bitişik, cüzleri yönünden ise ayrı bir hikayedir.

Peygamber (s.a.v.) in Meryem oğlu İsa’nın kıyamet gününden önce yeryüzüne ineceğini haber vermesine gelince; bu şüpheye mahal bırakmayan kesin hususlardandır. Üzerinde çekişmeye müsamaha göstermeyen sabit bir hakikattir. Eğer sıhhat ve kuvveti bu olan hadisleri reddetmek mümkün olursa, o zaman artık hiçbir tarihi olayı kabul etmek mümkün olmayacaktır.

Aynı şekilde bu ümmetin alimleri, fakihleri, müfesirleri ve muhaddisleri ilk asırdan ta günümüze kadar, İsa İbni Meryem’in kıyamet gününden önce yeryüzüne bir defa daha ineceğini bildiren haberin sıhhati üzerinde icma etmişlerdir. Biz bu mesele hakkında büyük İslam alimlerinin söylediği sözleri kitabın sonuna koyduğumuz “l” numaralı ek bölümde zikretik; ve bu meselenin peygamberliği son bulma akidesile çeliştiğini zannederek ona sadece bazı Cehmiyye ve Mu’tezile alimlerinin karşı çıktığını da belirttik.

2- İsa İner Fakat Doğrulmaz:

Bu rivayetlerin ispat ve ümmetin üzerine icma ettği husus, “İsa’nın benzerinin doğrulmayacağı” aksine, “İsa’nın bizzat kendisinin inceği” dir. İstisnasız bütün rivayetlerde de onun ismi bazan Meryem oğlu, bazan da İsa İbni Meryem şeklinde gelmiştir. İsa İbni Meryem’in bilinen bir adamın ismi olduğu açıktır. Onun inişinden haber vermek de, bizzat İsa’nın inişinden haber vermek demektir. Bir kimse bu haberi kabul ettiği zaman, yine onun, yeryüzüne inecek olanın da, ikibin yıl önce Beni İsrail’de Umran Kızı Meryem’den doğan İsa olduğunu kabul etmesi gerekir. Eğer bunu inkar ederse, “beklenilen İsa’nın” tasavvurunu da inkar etmesi lazımdır. Bütün bunlara rağmen, herhangi bir kimsenin İsa İbni Meryem’in nüzulü hakkında varid olan rivayetlerin esasına dayanarak İsa’nın benzerinin olabileceğini ispat etmeye kalkışması kendi kendini avutmaktan başka birşey değildir. Bundan daha kötüsü de, birinin çıkarak, bu rivayetlerde bakıp da, İsa’nın “tecessüd” fikrini ispat etmeye kalkışmasıdır. Ki bu fikir mazilerini inkar eden Hinduların benimsediği bir fikirdir. Bu ve ötekinden daha beteri ise, herhangi bir kimsenin çıkarak, temsili suretle Meryem olması, sonra yine aynı suretle gebe kalması, sonra da bizzat kendini kendi karnından doğurarak, ineceği haber verilen Meryem oğlu İsa’nın doğduğunu insanlara ilan etmesidir.

3- İsa’nın Nüzulünden Maksat Nedir?

Hadislerde bildirilen İsa’nın inişinden kasıt, ahir zamanda bir deccalın ortaya çıkacağı ve halka kendisinin Mesih olduğunu iddia edeceğidir.

İşte o zaman bütün Yahudiler ona tabi olacaklar ve yeryüzünde büyük bir fitne yaratacaklardır. Bunun üzerine Allah, bu fitnenin kökünü kurutsun ve insanları bu deccalın şerrinden kurtarsın diye gerçek Mesih’i dünyaya dönderecektir. Peygamberimiz (s.a.v.) de, insanlara deccalın zuhur edeceğini bildirmiş, onun zuhuru anında tetikte bulunmalarını, onda Mesih’in şahsını göremeyeceklerini, onun zamanında hakiki Mesih’in nüzulünü gözetlemelerini sonra da deccal fitnesini ortadan kaldırmak için Mesih’e yardım etmelerini söylemiştir. Ama Peygamber (s.a.v.) bunu insanlara, onlardan birisi çıksın da, benim sözlerimi hüccet kabul ederek kendisinin Mesih’in benzeri yahut “tecessüdi yönden Mesih” olduğunu halka ilan ederek Müslümanlar arasına tefrika yaratsın diye söylememiştir.

4- İslamdan Başka Bütün Dinler Yok Olacaktır:

Yine bu rivayetler bütün din ve milletlerin Mesih’in inişiyle ortadan kalkacağını ve sadece İslam milletinin baki kalacağını açıklamaktadır. Bu rivayetlerde İsa’nın haçı kırmasından veya yoketmesinden yahut domuzu öldürmesinden bahseden sözlere gelince, bütün alimler bunun, Hristiyanlarla Müslümanlar arasındaki nizayı sona erdireceği ve ikisinin tek bir millet haline geleceği şeklinde tefsir etmişlerdir. Ve yine aynı rivayetler deccalın ölümüyle birlikte bütün Yahudilerin de tarumar olacağını bildirmektedir. Ayrı rivayetlerde sözü edilen savaş, cizye ve haracın kaldırılmasına gelince, muhaddisler bunun, bütün milletler ortadan kalkıp, sadece İslam ümmeti baki kaldığı zaman harbin son bulacağı manasında olduğuna icma etmişlerdir. O zaman cizye ve haracın kimseye yaptığı zarardan da söz edilemez.

5- Mesih’in Nüzulü Hatmünnübüvve Akidesi ile Çelişmez:

Hadis-i şeriflerde zikredildiği ve İslam alimlerinin anladığı vechile, Mesih’in nüzulü akidesinin nübüvvetinin son bulma akidesile çelişmeyeceğini kesin olarak kabul etmek gerekir. Fakat Kadıyanilerin “Beklenilen Mesih” hakkındaki düşünceleri, şu yönlerden bu akide ile çelişir:

1- Meryem oğlu İsa, Muhammed (s.a.v.) den önce gönderilen peygamberlerden birisidir. Bizzat Peygamber (s.a.v.) ona inanmış ve Müslümanlar da her zaman ona inanmakta devam etmişlerdir. Ona inanmayan, Müslümanların ittifakı üzerine kafirdir ve İslam dairesinden çıkmıştır. O, yeryüzüne tekrar inince, ona yeniden inanmak veya onu inkar etmek yüzünden ne gibi bir mesele ortaya çıkabilir? Onun hakkında ihtilaf etmek mümkün olursa da, bu ihtilaf ancak onun kişiliği hakkında mümkün olabilir: yani inen, Meryem oğlu İsa mıdır yoksa bir başkası mıdır?O, indiği zaman onun Meryem oğlu İsa olup olmadığı hakkında ihtilaf etmek kabil değildir. Fakat asıl ihtilaf edilecek nokta, ona inanılıp, inanılmayacağıdır. Bir kere Müslümanlar ona inanmaktadırlar ve inişi anında yeniden iman etmelerine ihtiyaç yoktur. Hatta onun inişinin Müslümanlar içinde küfürle iman arasında yeni bir fırka yaratması da mümkün değildir. Ama gökten inmeyen, aksine doğurulan, sonra kendisinin Mesih olduğunu iddia ederek, insanları kendisine ve tabilerine iman etmeye davet eden kimseye gelince, onun bu iddiasının, İslam ümmeti içinde küfür ve iman yönünden yeni bir fırka meydana getirmesi gerekir. İşte tefrika sebeplerinden birisi budur ve Kadıyan’lı Mesih’in iddiası sırasında meydana gelen olay bu şekildedir.

2- Sözü geçen hadisler, gökten inecek olan Meryem oğlu İsa’nın peygamberlik iddia edeceğini, insanları kendisine iman etmeye çağıracağını, kendisine inananmayanları da İslamdan çıkaracağını söylemiyor. Yani bu hadisler onu, yeni müstakil bir risalet sahibi olarak vasıflamamaktadır. Aksine onu şöyle tanımlamaktadır: O, gökten inecek, İslam toplumuna girecek, zamanındaki Müslümanların emiri olarak onlara liderlik yapacak, yahut onların imamları olarak deccal fitnesini bastırmakta Müslümanlara katılacaktır. Şu halde o, ihtiyaten halka imam olmayacak bilakis halk onun, Peygamber (s.a.v.) in gönderilişinden önceki makamına geçtiğini zannedecektir. Birçok hadis-i şerifler de buna açıkça delalet eder. Fakat Kadıyanilerin “beklenilen Mesih” hakkındaki inançları buna her yönüyle şiddetli bir şekilde karşı çıkar.

3- Müslümanların Mesih’in inişi hakkındaki tabii inançları şöyle: O, ilk gönderildiği zaman bir peygamber olarak gönderilmişse, onun nübüvvet şerefi ve fazileti hala üzerindedir. Fakat onun nübüvvet devri (fetret) Peygamber (s.a.v.) in gönderilmesile son bulmuştur. Ve kıyamet gününe kadar da sadece Muhammed (s.a.v.) in nübüvveti kaim olacaktır. Şimdi inecek olan İsa, Allah’ın bir peygamberi olarak değil, aksine Muhammed (s.a.v.) e ve onun şeriatının hükümlerine tabi olarak gelecektir. İnsanları nübüvvetine davet etmeyecek yahut onlara yeni hükümler koymayacak yahut da Muhammed (s.a.v.) in şeriatının hükümlerinden herhangi birisini değiştirmeyecektir. Bilakis o, -Muhammed şeriatına uyarak- yeryüzünde yapmakla görevlendirildiği vazifesini ifa edecektir. İmam Razi, Nevevi, Allame Taftazani, Şeyh İsmail Hakkı ve Allame Alusi bu meseleyi bütün yönleriyle açıklamışlardır. Tıpkı bunun gibi, vaktile bir devletin başkanı olan bir adam düşünelim. Bu adam eski başkanlardan olduktan sonra bile şerefinden birşey kaybetmez. Fakat yeni devlet başkanı yanında sıradan bir vatandaştan başka birşey değilir o... Buna göre Mesih (a.s.) ın inişi de nübüvvetin son bulma akidesile çelişmez. Ve onun inişile yeni bir peygamber tabilerinin çıkacağı, insanların ona inanmak ve inanmamakla Müslüman ya da kafir olacakları gibi bir kuşku da husule gelmez. Fakat Kadıyanilerin beklenilen Mesih hakkındaki inançları bizi yeni bir tabi olmaya çağırmakta; bizden, sadece ve sadece müstakil bir peygamberin getirebileceği şeriat ve itikat hükümlerinin onda da bulunduğuna inanmamızı istemektedir. Onun kendisini İslam ümmetinden birisi gibi görmesi, şeriat-ı Muhammediyenin bir tabisi kabul etmesi yahut kendisinin ayrı bir makamı olduğunu iddia etmesi daha bu tehlikeyi azaltmaz. Hakikatte onun bu iddialarının Mesih’in nüzulü hakkındaki İslam inançlarıyla çarpışmasına sebep, İslam akidesinin, Mesih’in nüzulüne iman ve küfür yönünden bir esas kabul etmemesidir. Fakat beklenilen Mesih hakkındaki Kadıyanilerin bu inancı, bu adama inanmayı ve ona tabi olmayı iman ve küfür için bir esas olarak nitelendirmektedir...

MEHDİNİN ZUHURU

Mehdi’nin zuhuru meselesi, Mesih (a.s.) ın nüzulü meselesile tamamen çelişir. Bir kere bu husustaki hadisler iki kısımdır:

a) Metninde açıkça “Mehdi” kelimesi geçen hadisler.

b) Metninde sadece ahir zamanda doğacağı ve İslam ismini yükseltecek bir halife olacağı haber verilen hadisler.

Bu iki gruba giren hadislerin rivayet senetlerinin hiç birisini de, İmam Buhari’nin rivayet tenkidi için koyduğu mikyas önünde sıhhatli bulamıyoruz. Buhari, o hadislerden hiçbirini Sahihinde rivayet etememiştir. Aynı şekilde İmam Müslim de sahihinde o hadislerden sadece birisini zikretmiştir ki, onda da “Mehdi” kelimesi açıkça geçmemektedir. Buhari ve Müslim’in sahihlerinin dışında kalan diğer kitaplardaki rivayetlere gelince; biz onların hepsini aşağı yukarı kitabın sonuna koyduğumuz (II) numaralı ek bölümde topladık.

1- Bu rivayetlerde senetlerine dikkat edilmediğinden bir takım zayıf yönler vardır:

a) Bir kere bizzat onların mevzuuları hakkında apaçık ihtilaflar vardır. Ek bölümde topladığımız hadislerin 2, 3, 10, 14 ve 15. cisinde Mehdinin ehl-i beytten olduğu söylenmektedir. 8 ve 19 numaralı iki rivayet onun Abbas bin Abdulmuttalib ailesi içinden çıkacağını ve beşinci rivayet ise onun aile yönünden İslam ümmeti içinden zuhur edeceğini söylemektedir. 17 numaralı rivayette de onun Medine halkından bir adam olacağı söylenirken; 11 ve 13 numaralı rivayetler, onun isminin Peygamber (s.a.v.) in ismine yakın olduğunu; babasının isminin de Peygamber (s.a.v.) in babasının ismiyle uyuştuğunu zikretmektedir. Fakat 12 numaralı rivayet bunun aksini belirterek onun isminin (Haris) olduğunu ve yeryüzünü Muhammed (s.a.v.) in idare (sistemine) göre yöneteceğini zikretmektedir.

b) Bu rivayetler göstermektedir ki, İslamın ilk asırlarından beri siyaset alanından birbirile yarışan muhtelif grublar, Peygamber (s.a.v.) in Mehdi’nin zuhuru hakkında verdiği haberleri kendilerine maletmeye; onu kendi çıkarları ve hedefleri için bir maşa olarak kullanmaya çalışmışlardır. Ve hatta bu rivayetler, grub siyaseti yüzünden bu adamların ellerinde bir silah olmaktan kurtulamamıştır. Mesela birinci rivayette Horasan önünden çıkacak olan siyah renkli bayrakların adı geçmektedir. Abbasilerin bu rivayete kendi çıkarları için bir takım ilaveler yaptıkları muhakkaktır. Çünkü siyah renk, Abbasilerin sembolü idi ve Ebu Müslim-i Horasani de yeryüzünü Abbasilerin beşiği yapan bir kimseydi. Aynı şekilde bir yönden 2, 3, 10, 11, 14 ve 15 numaralı rivayetlerde, diğer yönden 4, 18 ve 19. cu rivayetlerde, Peygamber (s.a.v.) in Mehdinin zuhuru hakkında verdiği haberleri, beride Fatıma oğulları siyasi çıkarları için kendilerine malederken, ötede Abbas oğullarının da aynı gayret içinde bulundukları görülmektedir.

2) Şu kadar var ki, bu rivayetlerin aslı asdarı olmadığını söylemek de zordur. Eğer insanların o rivayetlere kendikendilerine kattıkları şeylerden sarf-ı nazar edecek olursak, o zaman bütün bu rivayetlerin iştirak ettiği gerçek bir hakikat mevcut olamaz. Ki Peygamberimiz (s.a.v.) onun, ahir zamanda Kitap ve Sünnete sıkı sıkıya yapışan bir lider olarak zuhur edeceğini, yeryüzünü adaletle dolduğuracağını, zulmü ve düşmanlık sebeplerini ortadan kaldıracağını, İslam kelimesini yükselteceğini ve Allah’ın yaratıkları içinde saadet ve selameti yayacağını haber vermiştir.

3) İşte Mehdi akidesi sadece bu rivayetlere dayanır. Fakat bu rivayetler her ne olursa olsun, Mehdivizmin, Peygamberlik gibi, kendisine şer’an iman etmenin gerektiği dini bir mansıbdan ibaret olmadığını zikretmektedir. Eğer Peygamber (s.a.v.) Mehdi kelimesini kullanmışsa, bu liderin Allah’ın hidayeti üzerinde olacağını belirtmek için belli bir adamın ismi gibi kullanmıştır. Mesela 12 numaralı rivayette “Her mü’mine ona yardım etmesi” veya “ona uyması” gerekir denmektedir. Peygamber (s.a.v.) in söylediği gibi bu sözün manası: Allah yolunda çarpışan her mücahide Müslümanların nasıl yardım etmesi gerekiyorsa, aynı şekilde müşarun ileyh bu adama da yardım etmeleri gerekir, demektir. Lakin bu rivayetlerden -en uzak bir ihtimalle dahi olsa- şöyle bir hüküm çıkartılamaz: “İslamda, her Müslümanın inanması gereken Mehdilik adında bir husus vardır. Ona inanmamak, dünya ve ahirette itikadi ve sosyal yönden birtakım neticeleri gerektirir.”Sonra bu rivayetlerde, halk arasında çıkan birinin, halkın gözünü boyayarak, Müslümanlardan olduğunu, vazifesinin onlar için “Ben Mehdiyim!” diye bağırmak sonra da halkı kendisinin “Mehdi” olduğuna ikna etmek için çalışmak olduğunu belirten bir esas yoktur.

4- İslam akideleri içinde Mehdiye hasredilmiş hiçbir akidenin bulunmadığını, bütün ehl-i sünet kitaplarının böyle bir akidenin zikrinden azade olduğunu burada zikretmeyi uygun buluyoruz. Tarihin çeşitli devirlerinde Mehdilik iddia edenler, bu iddialarından sonra kendilerine inanmayanları kafirlikle nitelemişler, yahut fasık olduklarını söylemişler ya da İslam dairesinden taşra çıkarmışlar ve çevrelerine topluluklar yığmışlardır. İşte İslam alimleri bu gibi kimselere karşı çıkmışlar; ve İslam ümmetinin büyük bir çoğunluğu da onların iddialarını bertaraf etmiştir...

İkinci Sorunun Cevabı:

Müslümanların ineceğine inandıkları beklenilen Mesih’e gelince, o, Meryem oğlu İsa’dır. Ve bir numaralı ek bölümde topladığımız alimlerin sözleri ve birçok rivayetlerle sabittir. Mesih’in “İsa” yahut “İsa İbni Meryem” ve “İbnü Meryem” isminden başka bir isimle zikredildiği hiçbir hadise rastlamadık. Öyle ki, nihayet biz de, inecek olan Mesih’in İsa İbn Meryem’den başka bir adam alacağı zannına kapılıyorduk. Hadis kitaplarında “Mesih” isminin geçtiği tek bir hadis yoktur. Ancak bu hadisin diğer rivayetlerinde “Mesih” kelimesine “İsa” veya “İbnü Meryem” kelimesinin eklendiğine şahit olduk. Biz bildiğimiz kadarile, başlangıçtan ta günümüze değin, hiçbir İslam aliminin zaman zaman:Peygamber (s.a.v.) in ineceğini haber verdiği Mesih, Meryem oğlu İsa değildir; o sıfat ve ahvali cihetinde İsa’ya benzeyen bir adam olabilir, dediğini görmedik. Bu sebeple Mirza Gulam Ahmed Kadıyani, kendisinin Meryem oğlu İsa’nın benzeri olduğuna inandırmayı başaramadığı zaman, önce “Meryem” olduğunu, sonra “Meryem’den doğmuş İsa” olduğunu (tabi kabul etmeye) yanaşmadıklarını görünce, şöyle dedi: “Ben, sofiyye silsilesi içinde gark olmuş bir adam olmam hasebile, bu dünyada bana şeyh olarak ruhi yönden baba olan bir adam bulamadım. Ben sanki Meryem oğlu gibi babasız doğdum...”

Üçüncü Sorunun Cevabı:

Alimler Mesih’in yeryüzüne inişinin Muhammed (s.a.v.) den sonra bir peygamber gibi olmayacağını açıklamışlardır. Bilakis Nesefi’nin Akaid’inde, İsmail Hakkı’nın meşhur tefsiri Ruh’ul Beyan’da ve Alusi’nin Ruh’ul Meanisi’nde, Mesih’e vahyolunmayacağı, onun insanlar arasında yeni bir şeriatla hükmetmeyeceği bütün bir açıklıkla anlatılmıştır. Ve hiçbir hadis, İsa’nın inişi hususunda, onun vahy yoluyla Allah katından şer’i hükümleri telakki eden bir peygamber olacağından bahsetmemiştir.

Mehdi’ye gelince, onun bir peygamber olup olmayacağı veya kendisine vahyin gelip gelmyeceği hususunda hiçbir soruya lüzum yoktur. Bunu izah etmek için az evvel açıkladıklarımız herhalde kafi gelir..

Dördüncü Sorunun Cevabı:

Şeriat-ı Muhammediyenin herhangi bir hükmünü neshetmek yahut onları tefsir etmeye kalkışmak ne Meryem oğlu İsa’nın ne de Mehdi’nin salahiyetleri arasındadır. Eğer biri çıkıp da, bazı hadiselerde geçen “harb” yahut “cizye” yahut da “harac” ı kaldıracak sözünden İsa’nın Müslümanları kılıçla cihaddan menedeceği, zimmet ehlini cizye ve haractan muaf tutacağı zannına kapılırsa, onun bu zannının gerçekle hiçbir ilişkisi yoktur. Bir kere hadis-i şerifler Allah-u Teala’nın, İslam milletinden başka bütün milletleri İsa’nın inişile helak edeceğini açıklamıştır. Harb, cizye ve harac da yine kendi kendine konacaktır. Sonra haçın kırılması, domuzun öldürülmesi ve cizyenin konulması rivayetlerin birisinde İsa İbni Meryem’e nisbet edilmesi gerekirken Müslümanlara nisbet edilmiştir. Bütün Müslümanların hükümleri neshetmeye muktedir olmadıkları gayet açıktır. Sonra hadisler bu hadis için az önce belirttiğimiz mana üzerinde ittifak ettiklerini belirtmişlerdir...

Beşinci Sorunun Cevabı:

Nübüvvetin son bulmasınnı (hatmünnübüvve) tefsirine gelince; bu, hangi neviden olursaolsun Muhammed (s.a.v.) den sonra hiçbir peygamber gelmeyecek; onun, vefatile nübüvvet ve risalet silsilesinin kesilecek son peygamberdir demektir. Nübüvvet iddia eden ve davasında onu tasdik edenler yalancıdırlar ve İslam dairesinden çıkmışlardır. Bu, ta başlangıçtan bugüne değin Müslümanların üzerinde ittifak ettiği bir akidedir ve çeşitli İslam fırkları arasında da o hususta ihtilaf yoktur. Bu akide, Kur’an, Sünnet ve İcma-i Ümmet’in sütunları üzerine kaimdir.

1- Hatmü’n-nübüvve’nin Kur’an’la İspatı:

Allah-u Teala Kur’an-ı Kerim’de Peygamber (s.a.v.) in peygamberlerin sonuncusu (hatemünnebiyyin) olduğunu açıklamıştır. Allah şöyle buyurur:

“Muhammed sizden herhangi birinizin babası değildir. Fakat Allah’ın Rasulü ve peygamberlerin sonuncusudur.” (Ahzab: 33/40)

İster hatemü şeklinde ötüre ile, isterse hatemi şeklinde kesre ile okuyalım farketmez, her iki şekilde de aynı manadadır. “Hatem” kelimesi “hatm” mühürlemekten müştaktır. Ve mühür demektir. Eğer ta’ya kesre vererek “hatim” şeklinde olursak manası “mühür basan” demek olur; yok eğer “hatem” şeklinde olursak, bizzat mühür manasına gelir. Mana her iki şekilde de apaçıktır. Yani Allah-u Teala Muhammed (s.a.v.)ile nübüvvet ve risalet silsilesi üzerine mühür basmıştır. Ayette geçen kelam da, bunu tam olarak ispat eder ve başka bir manaya mahal bırakmaz. Oğul edinmek Arablar arasında çok yaygındı ve onlar evlatlık oğulla, baba sulbünden gelen oğul arasında hiçbir fark gözetmezlerdi. Bu adet, bir kişi öldüğü zaman kızı veya oğlu olmasa bile -yakınlarını, onun verasetinden mahrum bırakan bir adetti. Aynı şekilde oğulluğun baba evindeki varlığı ve yaşayışı, onun öz oğlu ve kızından fırklı değildi. Bu da toplumda birçok fitnenin çıkmasına sebep oluyordu. Nihayet Allah-u Teala Ahzab suresinin başında evlat edinmenin kötülüklerini açıkladı. Sonra Zeyd bin Harise -ki Peygamberimizin oğulluğu idi- karısı Zeyneb binti Cahş’ı boşadığı zaman, Allah-u Teala Peygamberine, onunla evlenmesini ve Arablar arasında devam edegelen bu kötü adeti ortadan kaldırmasını emretti. Fakat Peygamberimiz (s.a.v.) onunla evlendiği zaman, Yahudiler ve münafıklar bunu peygamber (s.a.v.) için kötü bir yüz karası olarak nitelendirdiler ve bu haberi yaymadık yer bırakmadılar. Halka, Muhammed (s.a.v.) in oğlunun karısile evlendiğini söylüyorlardı. Fakat Zeyd b. Harise’nin oğlu olmadığı söylendiği zaman, diyorlardı ki: farzedelim ki sizin şeriatınızda, oğulluğun boşadığı karı ile evlenmek mübahtır. Ama peygamberimiz bundan başka bir yol tutamaz mıydı?!Onların bu iddialarına cevap olarak Allah-u Teala Ahzab suresindeki bu ayetleri indirdi. Ve o ayetlerde Peygamber (s.a.v.) in Zeyneb ile ancak Allah’ın emri üzerine evlendiğini bildirdi ve itiraz edenlere üç şekilde cevap verdi:

1- “Muhammed sizden herhangi birinizin babası değildir” Yani onun Zeyneb ile evlenmesi, oğulluğunun boşadığı karı ile evlenmesi demek değildir. Buna nasıl itiraz edebilirsiniz?

2- “Fakat o, Allah’ın Rasulü...”Yani onun vazifesi sadece sizlere şer’i hükümleri açıklamak değil; aksine o hükümlerle amel etmek ve kavminin o hükümlere muhalefet eden adetlerini yok etmek de vazifeleri arasındadır.

3- “Ve Peygamberlerin sonuncusudur.” Yani vahy nübüvvet silsilesi onunla birlikte kesilmiştir ve kıyamet gününe değin de ondan sonra ne bir peygamber ne de bir rasul gelecektir. Eğer düzeltmediği herhangi bir kötü hareket kalmışsa, bu demek değildir ki, bu kötü hareketi ondan sonra gelecek bir başka peygamber ortadan kaldıracaktır.

Bu ayetin, Kadıyanilerin tefsir ettiği gibi tefsir edilmesi mümkün değildir. Kadıyaniler bu ayeti şöyle tefsir ettiler:

Peygamber (s.a.v.), karındaşlarına nübüvvet kapısını açacak ve istediği kimseye nübüvet mührünü verecektir. Yine bu ayetin, Muhammed (s.a.v.)peygamberin ne üstünü idi ve onunla (sadece) nübüvvetin faziletleri tamamlandı. Binaenaleyh vahy ve nübüvvet silsilesi kopmadı, şeklinde tefsir edilmesi de mümkün değildir. Birbirini tutmayan bu iki mana da, ayetin gerçek manası olamaz.

2) Hatmünnübüvvenin Hadisle İspatı:

Peygamber (s.a.v.)bu ayeti çeşitli yerlerde, şüpheye mahal bırakmayacak şekilde tefsir etmiştir. Kalbinde zerre kadar iman olan bir kimsenin ömrü boyunca bu ayeti başka bir şekilde te’vil etmeye yeltenmesi mümkün değildir. Hadis-i şeriflere bir göz atan kimse, Peygamber (s.a.v.) in bütün hayatı boyunca bu ayeti bir veya iki defadan fazla açıklamadığını, aksine onu muhtelif zamanlarda apaçık lafızlarla tefsir ettiğini görür ki, bu manayı izah için onlardan daha açık lafızların söylenmesi mümkün değildir.

3) İcma-i Ümmetle İspatı:

İslam alimleri, İslamın ilk günlerinden ta zamanımıza kadar bu ayeti biraz önce belirttiğimiz şekilde tefsir etmişlerdir. Onların bu sözlerinden de anlıyoruz ki, her devir ve her kıt’ada yaşayan müfessirler bu ayeti aynı şekilde tefsir etmişler ve haklarında en ufak bir ihtilaf hadisesi daha nakledilememiştir.

4) Sahabenin İcmaı Yönünden İspatı:

Allah kendilerinden razı olsun, sahabe-i kiram, Peygamber (s.a.v.) in vefatından sonra, peygamberlik iddia eden ve onları tasdikleyen herkese karşı savaşmışlardır. Bu meyanda zikredebileceğimiz ilk örnek, daha Peygamberimiz (s.a.v.) hayatta iken nübüvvetini iddia eden Müseyleme’nin Peygamber (s.a.v.) in peygamberliğini inkar etmediğini, aksine onun risaletini kabul ettiğini fakat aynı zamanda kendisinin de bir peygamber olduğunu iddia ettiğini haber vermektedir. Vakıa Taberi meşhur tarihinde onun Peygamber (s.a.v.) e gönderdiği mektubu nakletmektedir. Mesela mektubun başında şöyle denilmektedir: “Allah’ın Rasulü Müseyleme’den, yine Allah’ın Rasulü Muhammed’e (s.a.v.)Selamün Aleyküm. Ben bu işte sana ortak oldum.” (Taberi, c. 3, S: 339) Fakat her ne kadar o peygamber (s.a.v.) in nübüvvetini itiraf etmiş ise de, yine kafir kabul edilmiş ve İslam dairesinden taşra çıkarılmıştır. Sonra tarih kitapları, Beni Hanife’nin Müseyleme’ye bütün kalplerile ve samimiyetle inandıklarını haber vermektedir. İbni Kesir “El-Bidayetü ve’n-Nihaye” (Başlangıç ve Son) isimli eserinde, Beni Hanife’nin bu fitnedeki rolünü ve getirdiği belaları bütün vechelerile izah etmektedir.

Sonra sahabe-i kiramın, müseyleme ve Hanife oğullarına, peygamberlik iddia etmelerinden dolayı harb ilan ettiklerini de söylemeye dilimiz varmaz. Fakat İslam devletinden ayrılmaları ve emire itaattan ictinab etmeleri bu savaşın ilan edilmesine sebep olmuştur. Buna bir delil verecek olursak: Devletten ayrılmaları ve onun emirlerine isyan etmeleri yüzünden İslam kanununa göre kendilerine harb ilan edilen kimselerle,-gerek Müslüman gerekse ehl-i zimmet olsunlar farketmez,-esir almak ve köle yapmak için harbedilmemiştir. Fakat Ebu Bekir es-sıddik Müseyleme ve tabilerine karşı savaş ilan ettği zaman, aynı anda, kadınların ve çocukların da esir edilmelerini ve İslam’dan başka bir dini kabul etmemelerini de emretmiş ve onları ehl-i zimmetten saymamıştır.. (El-Bidayeti ven-Nihaye, S: 316, c. 6)

Aynı şekilde Hanife oğulları da esir edildiler. El-Bidaye ven’Nihaye’de anlatıldığına göre, Ali bin Ebi Talib, onlardan bir cariye ile evlenmiştir.

Hatmünnübüvve meselesinde sahabe arasında üzerinde ittifak edilen görüş budur. Kur’an ve sünnetten sonra İslam kanunları arasında en kuvvetli ve güvenilir senedin sahabenin icmaı olduğu şüphesizdir. Zerre kadar aklı olan bir kimsenin Peygamber (s.a.v.) ile doğrudan doğruya sahabenin icmaının herhangi bir dini mesele hakkında sahih bir görüş kabul edilmeyeceğine inanması, dinin, zamanımızdaki filan veya falan kimsenin gittiği yol olduğunu iddia etmesi yahut zannetmesi mümkün değildir..

5) Alimlerin Görüşleri Yönünden İspatı:

Hatmünnübüvve meselesinde islam fakihlerinin, muhaddislerinin ve müfessirlerinin görüşlerine gelince; ilk asırda İmam Ebu Hanife’den onüçücü asırda allame Alusi’ye kadar hiçbir alim birbirinin zıddına söz söylememiştir. Mesela onlardan, Hindistan’dan Alimğiriyye gurubunu, İran’dan İmam-ı Gazzali’yi, Maveraünnehirden Molla Aliyyül Kari’yi, Şam’dan allame İbni Kesir’i, Mısırdan imam-ı Süyuti’yi, Türkiye’den İsmail Hakkı’yı, Irak’tan allame Alusi’yi, Yemen’den Şevkani’yi, Merakeş’ten kadı İlyaz’ı, Endülüsden İbn-i Hazm-ı ve fetvalarını zikredebiliriz. Eğer onlardan Zemahşeri Mu’tezili idi dersen, İmam-ı Razi’nin de Eşarilerden olduğunu; Kadı Şevkanı’nin ehl-i hadisten, imam-ı İbn-i Hazmın Zahirilerden, Allame İbni kesir’in Hanbelilerden, İmam-ı Gazzali’nin Şafiilerden, Kadı lyaz’ın Malikilerden, allame İsmail Hakkı’nın, Alusi’nin ve İbni Nüceymin Hanefilerden olduğunu da göreceksin. Şurası en büyük bir delildir ki, şarktan garba, cenubtan ta şimale kadar, her bölge ve her devirde yaşayan Müslümanların akidesi, Kürateşi şehrinde İslam cemiyetleri kongresinde ilan edilen akide ile tıpa tıp uyuşmaktadır.

Bu Akide İslamın Temelidir:

Herhal-u karda şunu aklımızdan çıkarmamalıyız ki, hatmünnübüvve akidesi, hakkındaki ihtilaf noktalarına, neticelerine, fikir ve görüş savaşına karşı çıkılmaması mümkün olan nazari bir mesele değildir. Bilakis o, İslam ümmetinin binasının üzerine kurulduğu biricik temeldir. İslam ümmetinin birliğinin bekası onun sağlamlığına bağlıdır. Onun yıkılması yahut sarsılmasının zararları sadece din dairesi içinde kalmaz. Aksine bu aynı zamanda, islam ümmetinin medeni, siyasi ve iktisadi yahut sosyal yada devlet yönünden parça parça olması demektir. Müslümanlar içinde, İslamın asıl ve füru akideleri hakkında çeşitli ve zorlu ihtilafların çıktığı ve hala da çıkmakta olduğu; bütün bunların da, sosyal hayatımızı zedeleyen kötü neticeler doğurduğu ve doğuracağı şüphesizdir. Fakat büyük şahsiyetlerin bile inkar edemediği bir hakikat varsa o da şudur ki, ilk asırdan ta günümüze değin millet birliğimizi koruyan, bizi aleme tek bir ümmet olarak tanıtan başımıza gelen felaketlere yahut kavmi tehlikeli meselelere karşı sırt sırta vererek mücadele etmemizi kolaylaştıran unsur, sadece tek bir Peygamber (s.a.v.) uymakta icma etmemizdir. Allah göstermesin, eğer bu temel yerinden zerre kadar oynar veya sallanır ve bizi birbiriyle vuruşan muhtelif milletlere ayıracak yeni nübüvvet iddiaları başgösterirse, o zaman hangi kuvvet yakamızın dağılmasını, söz birliğimizin bozulmasını, vahdetimizin ebediyyen parçalanmasını önleyebilir? Ve elimizde, ilerde söz birliğimizi tekrar temin edecek ne gibi bir kozumuz kalabilir ki?!Bugün bizden bu fitneye karşı müsamaha göstermemizi isteyenler, müsamahayı ve hudutlarını; İslam kanunlarını bilmemektedirler. Belki de onlar -samimi ve gafil olmalarına rağmen- Müslümanlardan, İslam ümmetini kendi ellerile parçalamalarını istiyorlar. Şüphe yok ki, onların bu hatası, özellikle Pakistan’ın parçalanmasına yol açacaktır. Hem de bu devletin düşmanlarının ve müsamahacıların yapamayacağı bir işi, Müslümanlara yaptıracaktır. Müslümanların emellerile ve toplu çalışmalarıyla kurulan bu devletin, müstakil bir devlet olarak kalmasının yine onların toplu dayanışmalarile mümkün olduğu şüphesizdir. Evet! Diğer kıtalardaki İslam devletlerinin, kavmi birlikleri için İslamdan başka bir esas bulmaları mümkün olabilir. Mesela dil birliğe, soy birliği ya da çağdaş sınıf birliği gibi... Pakistan’a gelince, onun için böyle bir şey söz konusu olamaz. Zira o, gerek doğu ve gerekse batı sınırlarında İslam olmayan başka memleketlerle komşudur. Bu durumda kavmi birliğimiz için İslamdan başka yol yoktur ve bunun dışında kalan bir unsurun düşünülmesi de gayr-ı kabildir. Aksi takdirde aslı asdarı olmayan koyu vehimlere dalmış oluruz. Pakistan’daki Müslümanların birliği için İslamdan başka bir esasın olmadığı muhakkaktır. Nübüvvetin son bulması akidesi, İslam akidelerinden ve temel kaidelerindendir. Eğer, söz konusu müsamaha uğrunda bu temeli yıkarsak o zaman, devletimizin izmihlal ve yok olmasını hangi kuvvet önleyebilir?...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

NÜBÜVVETİN SON BULMASI AKİDESİ (HATMÜNNÜBÜVVE)

HATMÜNNÜBÜVVENİN KUR’AN’LA İZAHI

Allah-u Teala şöyle buyurmuştur:

“Muhammed sizden herhangi birinizin babası değildir. Fakat o, Allah’ın Rasulü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilir.” (Ahzab: 33/40)

Ahzab suresinde gelen bu ayetle Allah-u Teala, Peygamber (s.a.v.) in Zeyneb (r.a.) ile evlenmesinden dolayı ona birtakım iftiralar yapan ve çamur atan kafir ve münafıklara cevap vermiştir:

Kafirlerin ilk itirazları şöyle idi:

Muhammed (s.a.v.), kendi şeriatında da, oğlunun boşadığı kadınla babanın evlenmesinin haram kılınmış olmasına rağmen, yine de o, oğulluğu Zeyd’in boşadığı kadınla evlendi. Allah-u Teala bu itirazlarına cevap vermek üzere:

“Muhammed sizden herhangi birinizin babası değildir.”

Ayetini indirdi. Yani Muhammed’in ne zaman oğlu olmuştur da, o, oğlunun boşadığı kadınla evlenmiştir ve bu evlilik ona haram olmuştur?

İkinci itirazlarına gelince; diyorlardı ki:

Eğer oğulluğu Zeyd, onun hakiki evladı değilse, ve onun, oğulluğunun boşadığı kadınla evlenmesi büyük bir ihtimalle ona mübah ise, niçin şiddetli bir ihtiyaç duymadığı halde onunla evlendi?Başka birisini bulamaz mıydı?

Allah-u Teala onların bu itirazlarına da cevap vererek: “Fakat o, Allah’ın Rasulüdür.” buyurmuştur. Yani: aranızda bulunan her türlü taassubu kökünden kazıması onun vazifesidir. Dedelerinizden tevarüs ettiğiniz ve hiçbir mantıki yönü olmayan cahiliyye geleneklerimizin haram yaptığı bu işi helal kılmak suretile bunu ortadan kaldırmıştır. Ki artık onun mübah ve meşru olduğu hususunda en ufak bir şüphe kalmasın. Sonra Allah-u Teala bunu şu sözüyle te’yid etmiştir: “Ve peygamberlerin sonuncusudur.” Yani: o, aleme gönderdiğimiz son peygamberdir. Toplumdaki pürüzleri düzeltmek için yeni bir rasulün gelmesi gerektiği halde tarafımızdan başka bir peygamber gönderilmeyecektir ondan sonra. Bütün bu sebeplerden dolayı Peygamber (s.a.v.) in aramızda dal budak salmış olan cahiliyye adetlerini ortadan kaldırması vazifelerindendi. Sonra Allah-u Teala bunu daha da pekiştirmek üzere şöyle buyurdu:

“Allah her şeyi bilir.”

Yani Allah-u Teala, bu cahiliyye adetinin Peygamber (s.a.v.) tarafından ortadan kaldırılmasının niçin gerektiğini, eğer Peygamber (s.a.v.) bu kötü geleneği bir başka peygamber eliyle parçalatmadığını ve dünyada ondan sonra bu adeti yok edecek herhangi bir peygamberin neden gelmeyeceğini sadece ve sadece o bilir... Farzedelim ki, ondan sonra gelen salih kimseler bu adeti kaldırsınlar. (Bu imkansızdır). Zira onlardan herbirinin yapacağı iş, sonra nesillerin kabul edebileceği şekilde tesirli olmaz ve her zaman onlarla alay ederler. Tıpkı, insanların kalplerinden atılması mümkün olan bütün kötülükleri yıkacak bir fiili yapabilecek derecede bir kudsiliğe hiçbir şahsın ulaşamadığı gibi...

Son zamanlarda ortaya çıkan bir grub yeni bir nübüvvet fitnesi kopardı. Ve bu grub Allah’ın bu ayetinde geçen “hütemünnebiyyin” lafzını, “tabiunnebiyyin” (peygamberlerin mühürcüsü) şeklinde tefsir etti. Yani Muhammed (s.a.v.) den sonra gelen bütün peygamberler onun mührüyle mühürlenmedikçe peygamber olamazlarmış; yahut da onun mührünü üzerinde taşımıyan hiçbir kimse Allah katından gönderilme bir peygamber olarak kabul edilmezmiş!!..

Fakat biz, bu ayet hakkında şöyle biraz düşündüğümüz zaman en ufak bir şüpheye dahi kapılmadan bu kelimeyi -hatemünnebiyyin- bu şekilde tefsir etmenin imkansızlığını anlıyoruz. Bilakis bu ayet bu manada olsa bile, yine de muhakkak yersiz bir tefsir yapılmış olur ve sözün gelişile tezat teşkil eder. Düşün bir kere: Muhammed (s.a.v.) peygamberlerin mühürcüsü oluyor ve ondan sonra gelen peygamberler onun tarafından mühürlenmedikçe Allah katından gönderilme peygamberler olarak kabul edilmiyorlar... Oysa bu ayet kafir ve münafıkların itirazlarını ve peygamber (s.a.v.)in Zeyneb (r.a.) ile evlenmesi üzerine ortaya yaydıkları şüpheleri reddetmek için indirilmiştir. Öyle değil mi? İşte bu açıklama ayetin geliş sebebile çelişmektedir ki, Allah-u Teala da böyle bir şey kastedmemiştir. Zira ayette, kafir ve münafıkların şüphelerine verilen cevapların kuvvet yönünden zaaflığını gösteren, onların itiraz ve şüphelerini destekleyen ve onlara Peygamber (s.a.v.) e: eğer bu işi sen şu anda kendi başına yapmasaydın, ortada yine de büyük bir tehlike olmazdı ve senden sonra senin mührünle mühürlenerek gelen peygamberlerden birisi bu işi pekala yapabilirdi, demeleri için fırsat veren hiçbir husus yoktur...

“Hatmünnübüvvenin”Lügat Manası:

O halde ibarenin gerektirdiği yönlerden birisi de, bu ayetteki “hatemünnebiyyin” şeklinde tefsir etmemiz ve Peygamber (s.a.v.) den sonra Allah katından gönderme hiç bir peygamberin gelmeyeceğine kesin olarak inanmamızdır. Lakin bu, sadece ayetin gerektirdiği mana değildir. Bilakis lügat yönünden de bu şekilde bir mana arzeder. Bir kere “hatm” kelimesinin Arab dilindeki manası basmak, tamamlamak, kapamak, sonuna varmak demektir. Mesela bir işin sonuna varıldığı zaman (hatemeşşey’i veya hateme aleyhi); bir iş bitirildiği zaman da (hatem’el amel) kullanılır. Yine bir kabı veya herhangi ona benzer bir şeyi çamurla sıvadığımız, kapadığımız zaman (hatem’el inae) denir. Bir kitabı tamamen okuduğumuz zaman, (hatem’el kitab); anlaşılmayacak veya manasız bir şey yapıldığı zaman (hateme ala kalbih) bir şeyi sonuna kadar içtiğimiz zaman (hıtamu külli meşrubin); bir vadinin dip taraflarını söylemek istediğimiz zaman (hıtam’ul vadi); bir şeyin sonu ve akibeti hakkında (hıtamu külli şey’in) ve bir kavmin sonuncusunu belirtmek istediğimiz zaman da (hatem’ül kavmi veya hatemühüm) lafızlarını kullanırız. (Bkz. Lisan’ul Arab, Kamus’ul Muhit ve Akrab’ul Mevarid).

Bu sebeple bütün lügatçi ve gramerciler “hatemünnebiyyin” in peygamberlerin sonuncusu olup, ondan sonra peygamber olmayan manasında olduğunu; hatem’den maksadın da, basan, tab eden olduğunu, yoksa onunla resmi dairelerde veya posta bürolarında mektubların üzerine mühür basan kimsenin kastedilmediğini kabul etmişlerdir.

HADİSLERLE HATMÜNNÜBÜVVENİN İSPATI

Kur’an’da geçen “hatemünnebiyyin” in lügavi ve lafzi manası budur. Bu mana Peygamber (s.a.v.)in hadis kitaplarında rivayet edilen birçok sözlerinde defalarca izah ettiği mananın (hemen hemen) aynısıdır. Aşağıda misal olarak O’nun sözlerinden bazılarını zikrediyoruz:

1- Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Beni İsrail’i peygamberler idare ediyordu. Bir peygamber öldüğü zaman, bir başkası onu takip ediyordu. Fakat benden sonra peygamber yoktur. Ancak halifeler olacaktır.” (Buhari, Kitab’ul Menakıb; babu ma zükire an beni İsrail).

2- Yine Peygamberimizi (s.a.v.) buyurmuştur:

“Benim ile peygamberler zümresinin benzeri, şu kimsenin benzeri gibidir ki, o kimse bir bina yaptırmış ve binayı güzelce süslemiştir. Müteakiben insanlar o binayı gezmeye başlamışlar ve: bu bina ne güzelmiş! Hele bir de şuradaki (eksik) tuğlası olsaydı!..” demişlerdir. İşte o bir tek tuğla benim”

Bu hadisi Buhari rivayet etmiştir. Kitab’ul Merakıb, babu Hatemünnebiyyin. Müslim dahi Sahihinde bu manada dört hadis zikretmiş (Kitab’ul Fedail, babu hateminnebiyyin) ve hadisin sonuna şu lafızları eklemiştir:

“Ben geldim ve peygamberleri mühürleyip bitirdim...”

Tirmizi de aynı hadisi lafızlarla Süneninde, Menkibeler kitabının, Peygamberin Fazileti ve Adab bölümünde zikretmiştir. Aynı şekilde Ebu Davud Teyalisi ve İmam-ı Ahmed de bunlara benzer hadisler nakletmişlerdir.

“Ben şu altı şeyle (diğer peygamberlerden) üstün oldum:Bütün kelamlar bana verildi. Hedefime ulaşmak için yardım edildi. Ganimetler bana helal kılındı. Yeryüzünde benim için tertemiz bir mescid yapıldı. Bütün insanlara gönderildim. Ve benimle peygamberlerin gelmesi son buldu.” (Hadisi, Müslim, Tirmizi ve İbn-i Mace rivayet etmişlerdir.”

4- Yine O’ndan:

“Nübüvvet ve risalet kesilmiştir. Benden sonra rasul ve nebi yoktur.”

(Tirmizi, Sünen; Kitab’urrü’ya, babu zehabinnübüvve. Hadisi ayrıca İmam-ı Ahmed de nakletmiştir.)

5- Yine O’ndan:

“Ben Muhammedim. Ben Ahmed’im. Ben o Mahiyim ki, küfür benimle mahvedilecektir. Ben o Haşirim ki insanlar beni ayağımın ökçesi üzerinde (yani beni takip ederek) haşrolunacaklardır. Ben o Akıb’ım. “Akıb kendisindan sonra peygamber bulunmayandır.” (Hadisi Şeyhan rivayet etti:Kitab’ul Fedail, babu esmainnebiyy Tirmizi, (Sünen’inde), Kitab’ul adab, babu esmannebiyy, İmam-ı Malik, (Muvattaa): Kitabu esmannebiyy. Hakem (Müstedrek: kitabuttarih, babu esmannebiy.)

6- Yine O’nu dinliyoruz:

“Allah ancak, (Onun) ümmetinin deccal (elinde helak olacağından) korktuğu için peygamber gönderir. Fakat ben peygamberlerin sonuncusuyum. Siz de milletlerin sonuncusususunuz. Deccal ise içinizden muhakak çıkacaktır.” (İbnü Mace (Sünen) Kitab’ul Fiten, babuddeccal).

7- Abdurrahman b. Cübeyr anlatıyor:Demiştir ki: Abdullah İbn-i Amr ve İbn-i As’ın şöyle dediğini işittim:Bir gün Peygamber (s.a.v.) bir vedacı gibi yanımıza geldi ve şöyle buyurdu:

“Ben ümmi peygamber Muhammed’im. (üç defa). Benden sonra Peygamber yoktur.”

Hadisi İmamAhmed riayet etmiştir.

8- Allah’ın Rasulü şöyle buyurdu:

“Benden sonra nübüvvet yoktur. Sadece mübeşşerat vardır.” Mübeşşerat nedir ey Allah’ın Rasulü? denilince: “Rü’yayı hasene” yahut “rü’yayı saliha’dır.” dedi. (Ebu Davud, Nesai, İmam Ahmed, İbn-i Tufeyli’den)

9- Yine O’ndan:

“Eğer benden sonra peygamber olsaydı bu, muhakkak Ömer İbn-i Hattap olurdu.” (Tirmizi)

10- Peygamber (s.a.v.) Ali (k.v.) e şöyle buyurdu:

“Ey Ali, Harun Musa yanında ne sie, sen de benim yanımda osun. Ne var ki benden sonra peygamber yoktur.” Hadisi Buhari ve Müslim Sahihlerinde rivayet etmişlerdir. (Kitab’u Fadail’is-Sahabe). Yine Buhari ve Müslim bu hadisi Tebük gazvesine ait hadisler arasında da rivayet etmişlerdir. İmam-ı Ahmed Müsned’inde bu manada iki rivayet zikretmiş ve onlardan birisinin sonuna Peygamber (s.a.v.) in: “...ancak benden sonra nübüvvet (peygamberlik) yoktur.” sözünü eklemiştir. Ebu Davud Teyalisi, İmam-ı Ahmed ve Muhammed bin İshak’ın bu manada rivayet ettikleri tafsili hadislerden anlaşıldığına göre, Peygamber (s.a.v.) Tebük’e giderken Ali’yi Medine’de yerine halife bırakmak istemiş; bunun üzerine münafıklar bu hususta dedikodu çıkarmışlardır. Bunu işiten Ali k.v. Peygamber (s.a.v.) e gelerek: “ey Allah’ın Rasulü, beni evdeki kadın ve çocuklara mı halife yapıyorsun?”demiş. Bunun üzerine Peygamberimizi; onun üzüntüsünü hafifletmek için: “Harun’un Musa yanındaki yerini sen de benim yanımda almak istemiyor musun?” demiştir. Yani ben seni sadece Musa’nınTur’a giderken Harun’u Beniİsrail’e halife tayin ettiği gibi Medine’ye vekil bırakıyorum. Fakat bununla birlikte peygamber (s.a.v.) onu Harun’a teşbih etmesinin, kendisinden sonra harhangi bir fitneye sebep olmasından korkmuş ve akabinde “Ne var ki benden sonra peygamber yoktur” demiştir.

11- Suban’dan: Demiştir ki:

Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Ümmetimin içinden otuz tane yalancı çıkacak ve her biri kendisinin peygamber olduğunu iddia edecektir. O’ysa peygamberlerin sonuncusu benim ve benden sonra da peygamber yoktur.”

Hadisi Ebu Davud (Kitab’ul Fiten) bölümünde zikretmiştir. Ayrıca o, (Kitab’ul Melahim) de Ebu Hureyre’den bu manada bir başka hadis daha rivayet etmiştir. Vakıa Tirmizi de de aynı hadisleri Suban ve Ebu Hureyre’den tahriç etmiş ve hadisin sonuna Peygamberin şu sözünü eklemiştir:

“... Otuza yakın yalancı deccallar gönderilecek ve hepsi de Allah’ın rasulü olduğunu iddia edecektir.”

12- Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur:

“And olsun ki sizden evvel gelen Beni İsrail kavmi içinde, peygamber olmadıkları halde halka (peygamberlermiş gibi) konuşan kimseler çıkmıştır. Eğer benim ümmetimde böyle biri olsaydı, bu muhakkak Ömer olurdu.”

Buhari bu hadisi (Kitab’ul Menakıb) da zikretmiştir. Aynı hadisi rivayet eden Müslim ise “konuşan adamlar” (ricalun yükellemun) yerine “bahsedenler” (muhdesun) lafzını kullanmıştır. Lakin mana bakımından her iki kelime arasında bir fark yoktur. Zira her ikisinden de murad: İlahi mukalemeye müşerref olan yahut perde gerisinden konuşan demektir. Ve hadis demek istiyor ki: eğer bu ümmet içinde nübüvvet olmaksızın ilahi kelama müşerref olan biri çıksaydı, bu Ömer olurdu.

13- Yine O’ndan

“Benden sonra peygamber; ümmetimden sonra da ümmet yoktur” Hadisi Taberani ve Beyhaki (Kitab’ür Rü’ya) bölümünde zikretmişlerdir.

14- Yine onu dinliyoruz:

“Ben, peygamberlerin, mescidim de mescidlerin onuncusudur.”

Hadisi Müslim (Kitab’ul Hacc) ın Mekke ve Medine’de kılınan namazın fazileti babında rivayet etmiştir.

Peygamber (s.a.v.) in hatmünnübüvve hakkında söylediği sözler bunlardır. Vakıa onları ondan büyük bir sahabe topluluğu rivayet etmiş ve yine büyük muhaddis güruhu da kuvvetli bir yolla onlardan nakletmiştir. O hadisleri incelediğmiz zaman bütün bir açıklıkla anlıyoruz ki, Peygamber (s.a.v.) çeşitli yerlerde, muhtelif lafız ve üslubla kendisinin son peygamber olduğunu; kıyamet gününe değin kendisinden sonra hiçbir peygamberin gelmeyeceğini; nübüvvet silsilesinin son bulduğunu; ve ondan sonra nübüvvet silsilesinin veya risalet iddia eden her kimsenin rotasını şaşırmış azgın bir deccal ve yalancı olduğunu açıklamıştır. Şu halde Allah-u Teala’nın “Peygamberlerin sonuncusudur.” sözü hakkında yapılan hangi tefsir bu tefsirden daha sıhatli, isnat bakımından daha kuvvetli ve delalet yönünden daha açık olabilir ki?! Haddı zatında Peygamber (s.a.v.) in bu sözü, huccet bakımından en kuvvetli bir sözdür. Zira o, Kur’an nasslarından birinin şerhidir. Artık kim çıkabilir de, Allah’ın bu sözünü peygamber efendimizden daha güzel tefsir edebilir?Kim hatmünnübüvveyi ondan daha iyi izah edebilir. Ki biz, Peygamber (s.a.v.) in sözünü terkedelim de, onun açıklamalarını daha uygun bulalım?..

Allah bizi hidayetten sonra sayıklığa düşmekten, ilimden sonra cehaletin ve basiretten sonra da a’malığın kucağına yuvarlanmaktan korusun.

Amin...

SAHABENİN BU HUSUSTAKİ İCMAI

Sahabenin icmaının, Kur’an ve sünnetten sonra üçüncü dereceyi alarak büyük bir ehemmiyete sahib olduğu şüphesizdir.

Güvenilir tarihi kaynakların ittifakla bildirdiğine göre Sahabe-i Kiram Peygamber (s.a.v.) in vefatından sonra nübüvvet iddia eden, onun nübüvvetine inanan ve davasına yardımcı olan herkese karşı toplu halde mücadele etmişlerdir.

Bu hususta zikre değer en bariz olaylardan birisi de Müseylemetü’l-Kezzab hadisesidir. Bir kere o, Peygamber (s.a.v.) in nübüvvetini inkar etmemiş; sadece peygamberlik hususunda ona ortak çıktığını belirtmişti. Vakıa o, Peygamber (s.a.v.) e ölümünden evvel gönderdiği mektubunda şöyle diyordu:

“Allah’ın Rasulü Müseyleme’den, yine Allah’ın Rasulü Muhammed (s.a.v.) e; Selamün Aleyküm. Ben bu davada sana ortak oldum. Allah yeryüzünün doğusunu sana, batısını da bana taksim etti...”

Peygamberimiz de ona yazdığı cevabda şöyle demişti:

“Allah’ın Rasulü Muhammed’den, Müseylemet’ül Kezab’a...” Bundan başka Taberi, Müseyleme’nin, kabul ettiği ezanın kelimelerinin yine “Eşhedü enne Muhammeden Rasulullah...” olduğunu rivayet etmektedir.

Lakin Müseyleme’nin Peygamberimizin nübüvvetini açıkça kabul etmesine rağmen, yine de sahabe-i kiram onun kafir olduğuna ve İslam dairesinden taşra çıktığına icma etmiş ve bu yüzden de onunla savaşmıştır. Yine tarihi vesikalardan anladığımıza göre Hanife Oğulları Müseyleme’ye inanmışlar, onu bütün kalplerile desteklemişler ve onun nübüvvet payesinde Muhammed (s.a.v.) e ortak olduğunu tasdik etmişlerdir. Hatta Medine-i Münevvere’de Kur’an öğrenen bir adam Hanife oğulları kabilesine giderek onlara bazı Kur’an ayetlerini okumuş ve onların Müseyleme’ye indiğine Hanifelileri inandırmıştır. Fakat buna rağmen sahabe onların İslamı kabul etmediklerine icma etmiş ve onlarla çarpışmaya çıkmışlardır. Sonra sahabenin, onlarla sadece İslamdan taşra çıktıkları için yahut irtidat ettikleri için çarpışmaya çıkmadıkları, aksine buna sebep olan asıl faktörün onların İslam devletine ve onun emirlerine karşı çıkmaları olduğu muhakkaktır. İslam devletine karşı çıkan ve onun emirlerine boyun eğmeyen kimselerle mücadele etmek, erkeklerini öldürmek ve kadınlarını esir etmek sadece İslam kanununun gereklerinden değildir. Bilakis bu, Müslümanlar içinde bulunan ehl-i zimmete göre de caiz olmaz. Fakat sahabeler Müseyleme ve onun tabiileriyle çarpışmaya çıkmışlar; Ebu Bekir es-Sıddik (r.a.) da: onları ateşte yakmalarını ve İslamdan başka bir dini kabul etmemelerini...” emretmiştir. Ve sonunda kabile esir alınmış ve hatta Ali İbn-i Ebi Talib onlardan bir cariye ile evlenerek ondan Muhammed İbn-i Hanife isimli çocuğa sahib olmuştur.

Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki, sahabe-i kiram Beni Hanife ile sadece İslamdan irtidat etmeleri yüzünden çarpışmamış, aksine onların Müseyleme’ye inanıp, onu desteklemeleri de buna sebep teşkil etmiştir. Bütün bunlar Peygamber (s.a.v.) in vefatından hemen sonra vukuu bulmuş, bu mesele hakkında gerek Ebu Bekir ve gerekse bütün sahabe icma etmişlerdir. Belki de onların icmalarına bundan daha açık bir örnek gösterilemez.

İSLAM ALİMLERİNİN İCMAI

Şüphe yoktur ki, ümmetin alimlerinin icmaı, sahabelerin icmaından sonra, dini meselelerde baş vurulacak dördüncü kaynaktır. Bu yönden bakacak olursak, İslam alimlerinin her asır ve her yerde, -ilk asırdan ta günümüze kadar- Peygamber (s.a.v.) den sonra peygamber olmadığı; ondan sonra nübüvvet iddia edenin yahut onu tasdik edenlerin kafir ve İslam dairesinden taşra çıkmış oldukları hususunda icma ettiklerini görüyoruz. Şimdi bu alimlerden bir kaç örnek verelim:

1- İmam Ebu Hanife (80-150 H.):

Ebu Hanife (Allah ona rahmet eylesin) zamanında adamın birisi peygaberlik iddia etmiş ve: mucizeler gösterinceye kadar bana mühlet verin, demişti. Bunun üzerine Ebu Hanife:Kim ondan mucize göstermesini isterse, Peygamber (s.a.v.) in:“Benden sonra peygamber yoktur” sözü gereğince kafir olur.” buyurdu.

2- Allame İbn-i Cerir et-taberi (224-310 H.):

“O Allah’ın Rasulullah; nübüvvet kapısını kapayan ve üzerini mühürleyen son peygamberidir. Ve bu kapı ondan sonra kıyamet gününe kadar hiçbir kimse için açılmayacaktır.”

3- İmam-ı Tahavi (239-321 H.):

Tahavi, önceki imamların, bilhassa İmam Ebu Hanife, Yusuf ve Muhammed’in görüşlerini belirttiği (Akidet’üs Selefiyye) isimli kitabında diyor ki:

“O, peygamberlerin sonuncusu, müttakilerin önderi, mürsellerin efendisi ve alemlerin Rabbının habibidir. Ondan sonraki bütün nübüvvet iddiaları sapıklık ve hevadan başka birşey değildir.”

4- Allame İbn-i Hazm-ıl Endülisi (384-456 H.):

“Vahy, Peygamber (s.a.v.) in vefatından bu yana kesilmiştir. Bunun delili ise, Allah-u Teala’nın hakkında “Muhammed sizden harhangi birinizin babası değildir...” buyurduğu bir peygamberden başkasına vahyin gelmeyeceğidir.

5- İmam-ı Gazzali (450-505 H.):

“Bu ümmet “Benden sonra peygamber yoktur.” sözünden icma ile şunları anlamıştır:

a) Peygamber (s.a.v.) den sonra ebediyyen bir başka peygamber gelmeyecektir...

b) Herhangi bir rasul de gönderilmeyecektir.

c) Bu hususta daha da te’vil ve tahsis yapılamaz.

d) Bunu inkar eden, icma-i ümmeti inkar etmiş olur.”

6- Muhy’is Sünne el-Begavi (510 H.):

“Allah onunla nübüvvet kapısını kapamıştır. Ve o, peygamberlerin sonuncusudur. İbn-i Abbas’tan rivayet edildiğine göre Allah-u Teala O’ndan sonra peygamber olmadığına hüküm vermiştir.”

7- Allame ez-Zemahşeri (467-538 H.):

“Eğer, İsa ahir zamanda ineceğine göre, nasıl olur da Hz. Muhammed son peygamber olabilir? dersen, derim ki: O’nun son peygamber olması demek, ondan sonra hiçbir kimsenin peygamberlik iddia edemeyeceği demektir. İsa’ya gelince, o, O’ndan evelki peygamberlerdendir. Yeryüzüne indiği zaman, Muhammed (s.a.v.) in şeriatile amel edecek, onun kıblesine dönerek namaz kılacaktır...”

8- Kadı İyaz (m. 544 H.):

Feylesoflar ve sapık mutasavvıflar gibi, kendisi için peygamberlik iddia edenler yahut -nübüvvetini ortaya atmasa bile- kendisine vahyolunduğunu söyleyenler... kafirdirler ve Peygamber (s.a.v.) i yalanlamışlardır. Çünkü Peygamberimiz kendisinin son peygamber olduğunu, kendinden sonra peygamber gelmeyeceğini haber vermiş; Allah-u Teala da onun hatemünnebiyyin olduğunu, bütün insanlara birden gönderildiğini bildirmiştir. Ve İslam ümmeti, bu sözün zahirinden hareket etmiş; o hususta te’vil ve tahsis yapılamayacağına, peygamberlik iddia eden bütün grubların kat’i surette kafir olduğunda icma etmiştir.”

9- Allame Şehristani (m. 548 H.):

“Muhammed (s.a.v.) den sonra -İsa bir yana- başka bir peygamberin geleceğini söyleyen kimsenin kafir olduğunda iki kişi bile ihtilaf etmez.”

10- İmam-ı Razi, (543-606 H.):

“Hz. Muhammed (s.a.v.) peygamberlerin sonunucusudur. Şöyle ki: eğer bir peygamber, kendinden sonra gelecek olan peygamberin anlayabileceği bir hususu unutur veya açıklamazsa, ondan sonra peygamber gelebilir. Kendinden sonra peygamber olmayan şahsa gelince, o, ümmetine daha müşfik, daha hadi ve daha düşkün olur. O tıpkı bir baba gibidir...”

11- Kadı Beydavi (m. 685 H.):

“Hatemünnebiyin edemek, onları mühürleyen veya kendisile onların kapısı kapanan son kimse demektir. Ondan sonra İsa’nın nüzulü bu mührü bozmaz. O, yeryüzüne indiği zaman, O’nun şeriatile amel edecektir.”

12- Hafız’ud Din en-Nesefi (m. 710 H.):

“Hatemünnebiyyin demek, onların sonuncusu demektir. Yani ondan sonra hiçbir kimse peygamber olmayacaktır. İsa ise ondan önceki peygamberlerdendir. Yeryüzüne indiği zaman Muhammed (s.a.v.) in şeriatile amel edecektir.”

13- Allame Ala’uddin el-Bağdadi, (m. 725 H.):

“Hatemünnebiyinden maksat, Allah onunla nübüvvet kapısını mühürledi. Ne ondan sonra ne de onunla birlikte bir başka peygamber daha yoktur... demektir. Ve Allah her şeyi bilir’den murad ise, Muhammed’den sonra peygamber gelmeyeceği O’nun ilmi içine girdi demektir.

14- İbn-i Kesir (m. 774 H.):

“Bu ayet, peygamberimizden sonra nebi olmadığına kesin bir delildir. O’ndan sonra peygamber olmadığına göre, ilk veya başka bir yolla rasul de gelmeyecek demektir. Zira risalet makamı nübüvet makamından daha özeldir. Her rasulün de bir nebi olduğu inkar edilemez.”

15- Celalüddin es-Süyuti (m. 911 H.):

“Allah her şeyi bilir.” Bu ayetteki bilirden maksat, Allah O’ndan sonra peygamber olmadığını ve İsa indiği zaman onun şeriatile amel edeceğini bilir, demektir.”

16- İbn-ü Nüceym (m. 970 H.):

“Eğer bir kimse, Muhammed (s.a.v.) in peygamberlerin sonuncusu olduğunu bilmiyorsa, müslüman değildir. Çünkü bunu bilmek zaruridir.”

17- Aliyyül Kari (m. 1016 H.):

“Peygamberimiz Muhammed (s.a.v.) den sonra peygamberlik iddia etmek icmaen küfürdür.”

18- İsmail Hakkı (m. 1137 H.):

“Ayetteki ‘hatemünnebiyyi’e gelince, Asım onu Hatemünnebiyyin şeklinde okumuştur ki, mühür demektir. Tıpkı tabi’in tab’eden demek olduğu gibi. Bu durumda mana: onları hatmeden, sonuncuları demek olur... Diğerleri ise Hateminnebiyyin şeklinde okumuşlardır ki, onları mühürleyen demektir... Ümmetin alimleri velayet yönünden onun varisleridir. Onunla nübüvvet silsilesi de kesilmiş olduğundan, ondan sonra İsa’nın nüzulü onun hatemünnebiyyin olmasına herhangi bir zarar getirmez. Onun hatemünnebiyyin olması demek, kendisinin de Ali’ye söylediği gibi hiçbir kimsenin ondan sonra peygamber olmayacağı demektir: “Ey Ali, Harun Musa yanında ne ise, sen de benim yanımda osun. Ne var ki benden sonra peygamber yoktur.”İsa, ondan evvel gelen peygamberlerdendi. Ve yeryüzüne indiği zaman, Muhammed (s.a.v.) in şeriatına tabi olacak; sanki ümmetinden biriymiş gibi onun kıblesine dönerek namaz kılacaktır. Ona vahy ve ahkam gelmeyecek bilakis Rasulullah (s.a.v.) in halifesi olacaktır.”

19- Fetevay-ı Hindiyye Kitabı:

Kral Alimgar Örank Ziyb’in emri üzerine 12. asırda Hindistan’da büyük bir alim grubunun te’lif ettiği “Alimgiri Fetvaları” isimli eserde deniliyor ki.

“Eğer bir kimse, Peygamber (s.a.v.) in enbiyanın sonuncusu olduğunu bilmiyorsa, Müslüman değildir. Velev “ben rasulullah’ım” (ene rasulullah) demiş olsa bile. Bunu Farsça olarak “men peygamberem” diye de söylese yine kafir kabul edilir.”

20- Kadı Şevkani (m. 1255 H.):

“Cumhur (alimler) hatem kelimesini hatim; Asım ise “hatem” şeklinde okudular. Hatim şeklinde okununca manası: en son olarak geldi; hatem olarak okununca da: onları mühürledi olur.”

21- Alusi (m. 1270 H.):

“Nebi, rasulden daha e’amm olan demektir. Peygamber (s.a.v.) in hatemünnebiyyin olması ise, mürsellerin sonuncusu olmasını gerektirir. Yine onun, peygamberlerin hatemi olması demek, her iki dünyada da nübüvvetin özelliklerinden olan olayların son bulması demektir. Madem ki Peygamber (s.a.v.) Kitap, sünnet ve icma-ı ümmetle peygamberlerin sonuncusu olmuştur, o halde onun aksini iddia eden kafir kabul edilir ve şayet ısrar erderse öldürülür.”

Dünyanın dört bir yanında yaşayan büyük alim, fakih, muhaddis ve müfessirlerin hatmünnübüvve hususunda yaptıkları açıklamalar bundan ibarettir. Biz onların isimlerile birlikte doğum ve ölüm tarihlerini de bildirdik. Sırf okuyucu onlara şöyle bir göz attığı zaman, onların, ilk asırdan ta onüçüncü asra kadar gelip geçen İslam alimlerinin en büyükleri olduklarını anlayabilsin diye... Biz bütün bunlara ondördüncü asırda yaşayan alimlerin sözlerini de ekleyebilirsek de, bundan sarf-ı nazar ederek kasten zikretmedik. Zira okuyucu şöyle diyebilirdi: 14. asırda yaşayan alimler bu sözlerini, sadece zamanlarında nübüvvet iddia edenlere karşı söylemişlerdir. İşte bunu göz önüne alarak sadece 14. asırdan evvelki alimlerin sözlerini zikrettik. Onların yaşadıkları asırlarda böyle bir adama karşı inat olsun diye bu sözleri söylemedikleri gayet açıktır...

Bu sözlerden kesinlikle anlıyoruz ki, ilk asırdan ta şu günümüze kadar İslam alemi “hatemünnebiyyin” in manasını, kendisinden sonra peygamber olmayan son kimse şeklinde anlamıştır. Ve Müslümanlar bu akideye dayanarak, nübüvvet kapısının Muhammed (s.a.v.) den sonra ebediyyen kapalı kaldığı görüşünde ittifak etmişlerdir. Yine onlardan iki kişi çıkarak, Muhammed (s.a.v.) den sonra peygamberlik iddia edenin yahut onu tasdik ederek, ona inananların kafir oldukları ve İslam dairesinden taşra çıktıkları hususunda asla ihtilaf etmemişlerdir...

Aklı başında olan bir kimsenin artık, Allah’ın “hatemünnebiyin” sözünün, lügat ve Arab dilinin belirttiği mananın dışında kalan bir mana ile tefsir edilmesinin caiz olmadığına hak vermesi gerekir. Ki bu manayı bizzat Kur’an-ı Kerim ve Peygamber (s.a.v.) vermiş, sahabe-i kiram onun üzerinde icma etmiş ve başlangıçtan son zamanımıza kadar iki İslam aliminin bu mana üzerinde ihtilafa düştüğü görülmemiştir. Bütün bunlardan sonra, zamanımıza nübüvvet iddia eden kimseye, peygamberlik kapısının açılması caiz olur mu? Ve sadece nübüvvet kapısının hala açık durduğunu idda etmekle kalmayıp, bir de bu adamın nübüvvetine inananların müslüman olduklarını iddia etmeleri mümkün müdür?

Burada üzerinde düşünülmesi gereken üç husus var:

1- ALLAH, İMANIMIZIN DÜŞMANI MIDIR?

Bir kere nübüvvet meselesi zannedildiği gibi basit bir iş değildir. Aksine o, gayet büyük bir ehemmiyete ve inceliğe sahiptir. Zira nübüvvet, Kur’an nasslarından anlaşıldığına göre, temel inançlardan birisidir. Ona inanmak ya da inanmamak kişinin müslüman veya kafir olduğunu belli eder. Binaenaleyh eğer bir kimse paygamber de, biz ona inanmamışsak kafir olmuşuzdur. Aynı şekilde eğer peygamber değil de, kendisine inanmışsak, yine kafir olmuşuzdur. Bu sebeple böyle tehlikeli ve nazik bir durumu evveli emirde açıklamaması Allah hakkında düşünülemez. Yani şayet Muhammed (s.a.v.) den sonra bir kimseyi göndermişse, bunu kitabında açık açık bize izah etmeliydi. Ayrıca Rasulüne de halk arasında bunu söylemesini, vefatından evvel defalarca kendisinden sonra peygamberlerin geleceğini, onlara inanmalarının ve yardım etmelerinin gerektiğini ümmetine açıklamasını da emretmeliydi. Söyleyin Allah aşkına Allah ve Rasulü bize ne gibi bir kin besliyorlardı da, nübüvvet kapısının hala açık olduğunu; Muhammed (s.a.v.) den sonra başka bir peygamberin geleceğini ve biz ona inanıp inanmamakla ahirette necatımızı tayin edeceğimizi bize haber vermediler?!... Eğer hakikaten bu kapı açık ve Muhammed (s.a.v.) den sonra peygamber gelecekse tabii. Ne var ki ümmet onüç asırdan beri Muhammed (s.a.v.) in son peygamber olduğuna ve ondan sonra hiçbir peygamberin gelmeyeceğine inanmış ve hala da inanmakta olduğu halde onlar böyle birşey söylememişlerdir...

Eğer bazı sapık ve bayağı kimselerin dedikleri gibi nübüvvet kapısı hala açıksa ve bu boşluğu doldurmak için bir peygamber gelmişse, biz hiç korkmadan onu şiddetle tekzib ve davasını reddedelim. Zira asıl korkulacak olan Allah’ın azab-u ikabıdır. Eğer O kıyamet günü bize: niçin size peygamber olarak gönderdiğim fülan kimseye inanmadınız? diye sorarsa, biz, biraz evvel Allah’ın kitabı ve peygamberin sünnetine dayanarak ortaya attığımız delilleri kendisine sunar ve deriz ki:

Ey Rabbımız! Bizi bu tehlikeye iten senin Kitab’ınla Peygamberin sünneti olmuştur!...

Biz bu delilleri sunduktan sonra, umarız ki Allah, gönderdiği yeni peygamberlerine inanmadığımız için bizi cezalandırmayacaktır...

Eğer nübüvvet kapısı hala açıksa bu böyle. Yani bir de kapalıysa ne olacak? Çünkü o zaman Muhammed (s.a.v.) den sonra hiçbir kimsenin hakikaten nübüvvet iddia edemeyecektir. Fakat buna rağmen eğer bir kimse yalancı bir peygambere inanırsa o zaman şöyle biraz düşünsün:

Acaba ben kıyamet günü Allah’a hangi delili sunacağım da, ona dayanarak Allah’ın azabından kurtulacağım?

Onun için bu kimse, o gün kara kara düşünceye dalmaktansa, otursun da şimdiden ahiret mahkemesine nasıl bir müdafaaname hazırlayabileceğini düşünsün...

Şimdi soralım:böyle bir şahsın, bu gibi bir delile dayanarak kendini Allah’ın azabına atması akıllı bir adamın yapacağı iş midir?!...

2- İNSANLIK YENİ BİR PEYGAMBERE MUHTAÇ MIDIR?

Üzerinde düşünmeye değer ikinci bir mesele şudur:

Nübüvvet, fazlaca ibadet ve amel-i saliha işlemek suretile ne kendisini bu makama ehil gören her kimsede neşet eden bir sıfat; ne de bir takım hizmet ve amelleri dolayısıyla Allahın kullarından birine ihsan ettiği bir hediyedir. O sadece bir takım özel sebeplerden dolayı Allahın kullarından seçtiği kimseye verdiği bir makamdır. Yani ortada nebi göndermeyi gerektiren sebep zuhur ederse, Allah kullarından dilediği birisini gönderir. Böyle bir ihtiyaç olmadığı zaman Allah asla peygamber göndermez.

Yeryüzünde herhangi bir kabileye herhangi bir peygamberin gönderilmesini icab ettiren sebepleri öğrenmek için Kur’an’a bir gözattığımız zaman, bu sebeplerin dört tane olduğunu görüyoruz:

1- Şu ümmete önceden bir peygamber gönderilmemiş. Gerekli talimatı öğreneceği bir başka ümmet de mevcut değil.

2- Yahut o ümmete vaktile bir peygamber göndererilmiş fakat onun getirdikleri zamanla imha olmuş ya da kendisile amel edilmeyecek derecede tahrif edilmiş veya unutulmuş...

3- Veya o ümmete bir peygamber gönderilmiş ama, getirdikleri tam değil ya da hidayede erdirecek gibi değil. Bu durumda dinin ikmali için başka bir peygamberin gönderilmesi gerekiyor.

4- Yine bir peygamber gönderilmiş. Lakin onun tasdik ve te’yidi için bir başka peygamberin gönderilmesi gerekiyor...

Bu dört sebebin Peygamber (s.a.v.) den sonra ortadan kalktığı, gerek İslam ümmeti ve gerekse başka bir ümmet olsun, Peygamber (s.a.v.) den sonra yeni bir peygamberin gönderilmesine ihtiyaç duymadığı gayet açıktır.

Bir kere bizzat Kur’an Muhammed (s.a.v.) in gönderilişinin bütün insanlara birden olduğunu ve bütün dünyayı hidayete erdirmek için gönderildiğini açıklamıştır. Allah şöyle buyurur:

“Ey Muhammed de ki: Ey insanlar, ben sizin topunuza birden gönderilen Allah’ın Rasulüyüm.”

Medeniyet tarihinden anlaşıldığına göre Peygamber (s.a.v.) in gönderilişi bütün cihanda duyulmuş ve duyulmayan yerlere de daveti ulaşmıştır. Bu sebeple yeryüzünün herhangi bir bölgesine yeni bir peygamberin gelmesine ihtiyaç yoktur. Böylece ilk sebep ortadan kalkmış oluyor.

Yine Kur’an ve hadisi şerifler, Muhammed (s.a.v.) in getirdikleri şeylerin hakiki şeklini muhafaza ettiğini, onların unutulamayacağını veya tahrif ve tebdilin karıştırılmayacağını te’yid etmektedir. Bir kere Kur’an’ın hiçbir harfi dahi değişmemiş, eksiltilmemiş veya fazlalaştırılmamıştır. Kıyamet gününe kadar da böyle kalacaktır. Bu durumda ikinci sebep de ortadan kalkmış oldu.

Sonra Kur’an Allah’ın Muhammed (s.a.v.)ile dinini tamamladığını açıklamıştır. Böylece üçüncü sebep de ortadan kalktı.

Ve şayet Muhammed (s.a.v.) ile birlikte onun tasdik ve teyidi için bir başka peygamberin gönderilmesi gerekseydi, bu o zaman gönderilirdi... İşte böylece de dördüncü sebep ortadan kalkmış oldu.

Bu dört sebepten sonra Peygamber (s.a.v.) in ardından yeni bir peygamberin gönderilmesini gerektiren beşinci sebep ne olabilir ki?!... Eğer bu ümmet bozuldu. Onun ıslah edilmesi için yeni bir peygamberin gönderilmesine ihtiyaç vardır denilirse, deriz ki: Acaba şu dünyada sadece ıslah yapması için bir peygamber gönderilmiş midir de, şimde yeni bir peygamber gönderilsin?Peygamber sadece kendisine vahyedilmek için gönderilir. Vahye ise, ancak yeni bir risaletin tebliği veya eski bir şeriatın ikmali yahut onun tahrif mikroplarından temizlenmesi anında ihtiyaç duyulur. O halde niçin bütün bu ihtiyaçlar Kur’an ve sünnetin korunması için vahye ihtiyaç duyduğu halde, yeni bir peygambere ihtiyaç hissedilmemiş de, sadece ıslahçılara muhtaç olunmuş?...

3- YENİ NÜBÜVVET BİR RAHMET MİDİR YOKSA ALLAH’IN BİR LA’NETİ Mİ?

Bu hususta bizi düşünmeye davet eden üçüncü bir mesele, bir ümmete gönderilen peygamberin, küfür ve imanı gerektiren bir nokta olup olmadığıdır. Şöyle ki: ona inananlar bir yanda ayrı ümmet halini alırken, inanmayanlar da başka bir ümmet olurlar. Bu iki ümmet arasındaki ihtilaf, fer’i bir ihtilaf değil, temel bir ihtilaftır. Küfür ve iman ihtilafı... İşte bu ihtilafı iki taraftan birisi inancından dönmedikçe, ikisinin sosyal bir cemiyet olmalarına ve birleşmelerine müsade etmez. Böyle bir birleşme için, içlerinden birinin hidayet ve kanun kaynağının, diğerininkinden fiilen ayrı olmaması gerekir. Zira onlardan herbiri, hayat prensiplerini inandığı peygamberin vahy ve sünnetinden alır. O’ysa diğeri onun sünnet ve vahyini kendi yaşantısı için prensipler olarak benimsemeğe asla razı olmaz. Bu sebeple ikisinin meyadana getireceği edebi bir ittihadın teşekkülü imkansızdır...

İnsan bu hakikatleri gözünün önüne koyduğu zaman, hatmünnübüvvenin, Allah’ın İslam ümmetine ihsan ettiği en büyük nimet olduğunu muhakkak anlayacaktır. Zira sadece bu akide sayesinde İslam ümmeti, kendini dünyaya, ebedi beynelmilel bir kardeşlik görünümüyle arzetmiştir. Yine bu akide, aralarında ebediyyen ayrılık ve niza yaratabilecek zorlu ihtilaflar ardından silinip gitmekten Müslümanları korumuştur. Artık, Muhammed (s.a.v.) i lider olarak tanıyan, doğru yolun ancak Onun hideyetile bulunacağına kanaat getiren; prensip ve hidayeti sadece onun taliminde bulan her kimse, bu kardeşliğin fertlerinden birisidir yahut istediği zaman birisi olmak kendi elindedir. Şayet nübüvvet kapısı açıksa, o zaman bu ümmet bu kardeşlik nimetinden faydalanamayacak ve dünyaya gelen her yeni bir peygamberle darmadağın olacaktır!...

Bu şahıs, inat ve grub taassubundan biraz uzaklaşarak bu mesele hakkında şöyle bir düşününce, Allah’ın bütün aleme birden tek bir peygamber gönderdiğini, dini sadece onun vasıtasile tamamladığını ve gönderdiği kanunları kıyamet gününe kadar yine kendisinin koruması gerektiğini anlayacak: Bu sebeple ondan sonra nübüvvet kapısını kapamasının lazım geldiğine şahit olacaktır. Şahit olacaktır ki, bu ümmet, yani bütün iman ehli onun sancağı altında toplansın; kıyamete kadar tek bir ümmet olarak kalsın ve ihtayaç olmadığı halde, davetsiz misafir gibi çıkıp gelen her yeni peygamberle parça parça olmasın, grublara ayrılmasın...

Gönderilen peygamber ister “zılli” ister “ümmetçi” ister “Kitap sahibi” ve isterse de “şeriat sahibi” olsun farketmez, onun Allah katından her defa gönderilişiyle, ona inananların müstakil bir ümmet teşkil etmesi, inanmayanların ise kafir güruhunu meydana getirmesi kaçınılmaz bir neticedir. Böyle bir durumda tefrikanın çıkması,eğer yeni bir peygamberin gönderilmesine hakikaten ihtiyaç varsa, normal karşılanabilir. Fakat bu, Allah’ın hikmetinden ve kullarına olan rahmetinden çok uzak bir ihtimaldir. Zira o, kullarınıküfürle iman arasında bir nizaya itmez. Eğer yeni bir peygamberin gönderilmesine gerçekten ihtiyaç yoksa onların dünyada tek bir ümmet olarak kalmasını ister...

O halde...

Kur’an, sünnet ve icma-ı ümmetle sabit olmuştur ki, nübüvvet kapısı KAPALIDIR!!!...

4- BEKLENİLEN İSA’NIN HAKİKATİ

Bu yeni nübüvvetin davetçileri, “Beklenilen İsa” nın geleceğini bildiren hadislerden bihaber olan Müslümanlara diyorlar ki:

Mesih (İsa) bir peygamberdi. Onun gelişi, nübüvvetin son bulmuş olmasına halel getirmez. Yani hatmünnübüvvenin hak olduğu şüphesizdir. Fakat aynı şekilde “Beklenilen İsa”nın gelmesi de haktır.

Yine diyorlar ki:

İsa İbn-i Meryem’den murad, hadislerde sözü geçen “beklenilen İsa” dır. Çünkü İsa ölmüştür. Hadislerin geleceğini haber verdiği kimse “İsa’nın Benzeri” (Mesilül Mesih) yani “Meryem oğlu İsa’ya benzeyen Mesih” tir. Ki o da ortaya çıkan filan kimse (Mirza) dir. Ona inanmak, hatmünnübüvve akidesine zıt değildir.

Bu yalanların foyasını meydana çıkarmak için mi öldürecek; savaşı kaldıracak bir başka rivayette bu meseleyle ilgili olanları aşağıda sizlere sunacağız. Ve Her şahıs, bu hadislere şöyle bir göz atınca: Peygamber (s.a.v) in ne söylediğini ve onların bugün nasıl yorumlandığını anlayacaktır.

İsa İbn-i Meryem’in Nüzulü Hakkında Hadisler:

1- Ebu Hureyre’den:Demiştir ki:

Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, İsa İbn-i Meryem’in aranızda adil bir hakim olarak çıkması yakındır. O zaman (İsa) haçı kıracak, domuzu öldürecek; savaşı kaldıracak -bir başka rivayette cizyeyi kaldıracak şeklinde gelmiştir.- her taraf malla dolup taşacak, ama kimse dönüp bakmayacak ve nihayet bir tek secde dünya ve içindekilerden daha hayırlı olacaktır.”

2- Yine peygamber (s.a.v.):

İsa İbni Meryem ininceye kadar kıyamet kopmayacaktır...” dedi ve bundan sonra birinci hadiste geçenleri ekliyor.

3- Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur:

“Meryem oğlu İsa sizin yanınıza geldiği (indiği) zaman, devlet reisiniz, kendinizden, namazda imanınız olduğu (İsa da namazınıza uyduğu zaman) bakalım haliniz nasıl olur?”

4- Yine O’ndan:

İsa İbni Meryem inecek, domuzu öldürecek ve hacı kıracaktır. Namazda onun (etrafına) toplanılarak (yani ona uyularak) namaz kılınacak mal (lar) ona verilecektir. Nihayet o, bunu kabul etmeyecek, haracı kaldıracak; Revha’ya inecek orada hac yahut umre yapacak yahut yada ikisini birden ifa edecek.” (Ravi burada şüpheli kalmıştır.)

5- Yine Ebu Hureyre Peygamberimizin (Deccalın hurucunu zikrettikten sonra) şöyle dediğini rivayet etmiştir:

“... Nihayet Şam’a geldikleri vakit harb için hazırlık yapıp, saflarını düzeltirlerken, birdenbire namaza ikamet yapılır. Hemen Meryem oğlu İsa (a.s.) iner ve onlara imam olur. İşte o sırada Allah’ın düşmanı (Deccal Mesih) İsa’yı görünce tuzun suda eridiği gibi erir. Şayet İsa onu bırakmış olsaydı kendi kendine helak oluncaya kadar eriyip gidecekti. Lakin Allah onu kendi eliyle öldürttürür ve kargısındaki kanını müslümanlara gösterir.”

6- Yine Ebu Hureyre, Peygamber (s.a.v.) in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

“Benimle onun (yani İsa’nın) arasında hiçbir peygamber yoktur. O, muhakkak inecektir. Onu gördüğünüz zaman siyahla beyar rengi arasında (esmer) oluşundan tanıyın. Başı iki omuzu arasında dimdik durur. Eğer ona bir bela isabet etmezse, İslam uğrunda insanlarla çarpışacak, haçı kıracak, domuzu öldürecek ve cizyeyi kaldıracaktır. Allah, onun zamanında İslam’dan başka bütün milletleri İsa da Deccal Mesih’i helak edecek, sonra yeryüzünde kırk yıl kalacak ve nihayet vefat edecek; Müslümanlar da namazını kılacaktır.”

7- Cabir bin Abdullah’tan rivayet edilmiştir:

Peygamber (s.a.v.)in şöyle dediğini işittim:

“... Nihayet Meryem oğlu İsa inecek. Ve Müslümanların reisleri: Gel ve namaz kıldır! diyecek. Fakat o: Hayır, diyecek. Sizin bir kısmınız bir kısmınızın emridir. Allah onları bu ümmete ihsan eder.”

8- Yine Cabir’den (İbn-i Sayyad kıssası hakkında): Ömer İbn-i Hattab Peygamberimize:

İzin verin de şunu öldürüvereyim, ey Allah’ın Rasulü.” dedi. Fakat peygamber (s.a.v.):

“Eğer ben ona arkadaş olmazsam, İsa İbn-i Meryem muhakkak ona arkadaş olacaktır. Eğer bu da değilse, sen ahit ehlinden birini ölüremezsin.”

9- Ve Cabir, Peygamber (s.a.v.) in (Deccal kıssası hakkında) şöyle dediğini rivayet ediyor:

“... Bir de bakarlar ki İsa İbn-i Meryem yanlarındadır. Hemen ikamet ederler ve: İlerde ey Alah’ın ruhu, derler. Fakat o: (İlerleyeceğim hem de) size imam olmak ve namaz kıldırmak için, der. Sabah namazını kıldıktan sonra, onun yanına gelirler. Yalancı (Mesih Deccal) onu görünce, tuzun suda eridiği gibi erimeye başlar. Bunun üzerine İsa ona yürür ve öldürür. Hatta taş ve ağaç bile:

Ey Allah’ın ruhu! Şu yahudidir, der. O da yalancı deccala tabi olan hiçbir kimseyi sağ bırakmadan öldürür.”

10- Nüvas İbn-i Sem’an’dan:Peygamberimizin şöyle dediği rivayet olunmuştur.

“...Ve O(Mesih Deccal) bu haldeyken, Allah Mesih İbn-i Meryem’i gönderecektir. O, Şam’ın doğusundaki Beyza minaresi yakınlarına, sarı bir elbise giymiş ve ellerini iki meleğin kanatlarına koymuş olarak inecektir. Başını eğdiği zaman (alnından) ter damlayacak; doğrulttuğu zaman (yüzünden) inci gibi terler dökülecek. Onun nefesinin çarptığı hiçbir kafir ölümden kurtulamayacak. Nefesi hareketinin son bulduğu yerde bitecek. Bunun üzerine (Mesih Deccal’ı) arayacak ve Lydda kapısında bularak öldürecektir.”

11- Abdullah İbni Ömer’den:

Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Ümmetimin içinde deccalı çıkacak ve kırk (?...) kalacaktır. (Ravi:Rasulullah’ın kırk gün mü, yoksa kırk ay mı veyahut da kırk yıl mı dediğini bilmiyorum, demiştir.) Bunun üzerine Allah Meryem oğlu İsa’yı gönderir. O, Mes’ud oğlu Urve’ye benzer. Ve İsa deccalı arar, (bulunca da) helak eder. Sonra insanlar yedi yıl (daha) yaşarlar ki, iki kişi arasında dahi düşmanlık görülmez.”

12- Huzeyfetü’bnü Esid el-Gifari şöyle dedi:

Bizler (kıyamet) hakkında birbirimizle konuşurken Peygamber (s.a.v.) birden çıkageldi ve:“Neden bahsediyordunuz?”diye sordu. Orada bulunanlar:kıyametten bahsediyorduk, dediler. Bunun üzerine Peygamber: “Sizler daha evvel on alamete şahit olmadıkça kıyamet kopmayacaktır” buyurdu ve şunları zikretti: “Duhan, deccal, dabbet’ül ard, güneşin mağribden doğması, İsa (a.s.) ın nüzulü, Ye’cüc ve Mecucun çıkması, biri garbda ve biri de Arab yarımadasında olmak üzere üç zelzeleyi. Bu alametlerin sonuncusu ise Yemen’den çıkıp da, insanları toplantı yerlerine doğru önüne katarak süren bir ateştir.”

13- Suban Mevla, Peygamberimizin şöyle dediğini rivayet etmiştir:

“Ümmetimden iki grubu Allah cehennem ateşinden korumuştur. Biri, Hindulara karşı savaşanlar; diğeri ise İsa İbn-i Meryem ile birlikte olanlardır.”

14- Mecma İbn-i Cariye şöyle der:

Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Meryem oğlu (İsa), deccalı Lydda kapısında öldürecektir.”

15- Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu

“Müslümanların imamları, sahah namazını kıldırmak için ilerlediği vakit, birden İsa İbn-i Meryem inecek. Bunun üzerine imam geriye döner veİsa’yı öne geçirmek için arka arkaya yürür. Fakat İsa elini imamın iki omuzu arasına (hafifçe) vurarak: Öne geç ve namaz kıldır; zira o senin için ikamet edildi, der. Bunun üzerine imamları onlara namazı kıldırır. Namaz bitince İsa (a.s.) onlara:“Kapıyı açın” der. Kapı açılınca, bir de ne görsünler, kapının arkasında deccal ve beraberinde keskin kılıçları olan yetmiş bin yahudi vardır. Deccal İsa’ya bakınca, tuzun suda eridiği gibi erimeye başlar. Ve kaçmaya yeltenir. İsa der ki:“Ben seni yaraladım, elimden kurtulamazsın.”Nihayet batı Lydda kapısında ona yetişir ve (öldürür) Böylece Allah (bütün) yahudileri hezimete uğratır. Kabın su ile dolduğu gibi yeryüzü de müslümanlarla dolup taşar. Söz tek olur ve ancak Allah-u Teala’ya ibadet edilir.”

16- Osman İbn-i Ebu’l As der ki:peygamberimizin şöyle dediğini işittim:

“Meryem oğlu İsa (a.s.) sabah namazı sırasında iner. İmamları ona: İlerle, öne geç ey Allah’ın ruhu! der. O ise “Bu ümmetin bir kısmı, bir kısmının emiridir.” der. Bunun üzerine emirleri öne geçer ve namaz kıldırır. Namazını bitirince İsa, mızrağını alır ve deccala doğru gider. Deccal onu görünce, kurşunun eridiği gibi erimeye başlar. O, mızrağını onun iki göğsü arasına vurur ve öldürür. Böylece onun tabilerini de hezimete uğratır. O gün onlardan hiçbiri gizlenemez. Hatta ağaç ve taş bile: mü’min, şu kafirdir, (öldür onu) der”

17- Semüre İbni Cündüb, Peygamberimizin (uzun bir hadiste) şöyle dediğini rivayet etmiştir:

“... Nihayet İsa İbni Meryem de onların içinde olur. Allah onu (deccalı) ve ordularını hezimete uğratır. Öyle ki ağacın kökü bile: “Ey mü’min şu arkama saklanan kafirdir, gel ve onu öldür, diyecektir.”

18- Ümran İbni Husayn demiştir ki: Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Ümmetimden bir grup hak üzere berdevam olup kendilerine karşı gelenlere mücadele ederlerken, Allah tebareke ve Teala’nın emri ile İsa İbni Meryem nüzul eder.”

19- Aişe (r.a.) rivayet etmiş ve demiştir ki: Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“... Nihayet İsa (a.s.) iner ve deccalı öldürür. Sonra İsa (a.s.) yeryüzünde kırk sene adil bir imam ve doğru bir hakim olarak kalır.”

20- Peygamberimizin evlatlığı Süfeyne, onun (deccal kıssasında) şöyle dediğini rivayet etmiştir:

“Nihayet İsa (a.s.) iner, deccalı Ufik tepesi yakınlarında öldürür.”

21- Huzeyfe’den:

Peygamber (s.a.v.) (deccal kıssası hakkında) şöyle buyurdu:

“... Namaz kılmaya kalktıkları zaman, birden onların önlerine İsa İbn-i Meryem iner ve onlara namaz kıldırır. (Namazı bitirip) döndüğü zaman onlara: “Benimle Allah’ın düşmanı (deccal’ın) arasını da böyle açın” der. Allah, Müslümanları onların üzerine (yahudilere) musallat eder. Onlar da onları öldürürler. Öyle ki, ağaç ve taş bile:Ey Abdullah, ey Abdurrahman! Ey Müslüman!Şu (arkamdaki) yahudidir, öldür onu!... diye nida eder. Nihayet Allah onları yok eder; Müslümanları da muzaffer kılar. Böylece onlar haçı kırarlar, domuzu öldürürler ve cizyeyi kaldırırlar.”

Bu, sahih hadis kitaplarında, sahih yollarla ondört sahabiden rivayet edilen bir hadistir. İsa İbn-i Meryem’in inişi daha birçok hadislerde de zikredilmişse de, biz onlardan bu kadarını nakletmekle yetindik. Sırf sözü uzatmış olmamak için...

5- BU RİVAYETLERİN GÖSTERDİĞİ NEDİR?

Bu hadisleri okuyan her kimse, onlarda, “beklenilen İsa” yahut “İsa’nın Benzeri” ya da “İsa’nın Sancakdarı” nın zikrinin geçmediğini bizzat görecektir. Ve yine o kimse, hadislerin, zamanımızda doğurulan bir kimsenin, Peygamberimizin geleceğini haber verdiği Mesih olduğunu insanlar arasında iddia etmesine meydan vermediğini de görecektir. Bu hadislerin delalet ettiği şahıs ancak ve ancak bundan ikibin yıl evvel babasız olarak dünyaya gelen Mesih İbn-i Meryem’dir. Biz burada onun doğuşundan, ölümünden yahut herhangi bir yerde sağ olarak durduğundan bahsedecek değiliz. Çünkü, onun ölmüş olduğunu farzetsek bile, Allah ölümünden sonra da onu tekrar diriltmeye haydi haydi kaadirdir. Ve kullarından herhangi birisini binlerce yıl diri olarak rızıklandırmak, geniş aleminde, istediği bir yerinde onu meskun etmek ve sonra da istediği zaman onu dünyaya yeniden göndermek Allah için hiç de zor birşey değildir.

Her ne olursa olsun, peygamber (s.a.v.) in sözlerine inanan bir kimse, gelecek olan şahsın İsa İbn-i Meryem (a.s.) olduğuna, onun ineceğine fakat doğurulmayacağına da inanması gerekir. Fakat Peygamber (s.a.v.)in hadisine inanmayan bir kimsenin, ebediyyen hiçbir şahsın gelmeyeceğine inanması gayet tabiidir. Çünkü böyle bir kimsenin geleceğine inanmak, sadece peygamberimizin sözlerine dayanır. Lakin Peygamberimizin, bir kimsenin geleceğinden bahseden bir sözünün alınıp, bu kimsenin İsa İbn-i Meryem olduğunu, yoksa İsa’nın benzeri olmadığını belirten diğer sahih hadislerden sarfı nazar edilmesi acı fakat gülünç bir durumdur.

Bu rivayetlerden aynı açıklıkla çıkartacağımız ikinci önemli husus şudur:

İsa (a.s.) yeryüzüne Allah katından gönderilmiş bir peygamber olarak inmeyecektir. Zira ona vahy gelmeyecek, Ve o, yeni bir risalet yahut yeni hükümler getirmeyecek; Muhammed (s.a.v.) in şeriatına herhangi bir şey eklemeyecek ya da ondan hiçbir hususu eksiltmeyecektir. O, dünyaya dini yenilemek yahut insanları kendisine inanmaya davet etmek veya kendisine inananlardan müstakil bir ümmet meydana getirmek için gelmeyecek, aksine deccal fitnesinin kökünü kazımak için gönderilecektir. Evet o öyle bir surette inecektir ki, Müslümanlar onun İsa İbn-i Meryem olup olmadığı hususunda şüpheye düşmeyeceklerdir. Zira o, Peygamber (s.a.v.) in de haber verdiği gibi, vaaddedilen yere inecek. Ve inişinden sonra Müslüman cemaatına katılacak, onların imamlarının arkasından namaz kılacak ve emirlerine uyacak... Bu da, onun önceki nübüvveti esnasındaki emirleri icra etmeye kalkışacağı hususundaki bütün şüpheleri ortadan kaldırır. İçlerinde Allah’ın herhangi bir peygamberin bulunduğu toplumda, imamlık ve emirliğin peygamberden başkasına ait olmadığı muhakkaktır. Aynı şekilde İsa (a.s.) kendisini İslam toplumunun bir ferdi gibi görerek, onlara katılmak suretile, Allah katından gönderilmiş bir peygamber olarak gelmediğini ilan etmiş olacaktır. Binaenaleyh onun inişiyle nübüvvet mührünün bozulup bozulmayacağı hususunda bir sual sormak da yersizdir.

İsa (a.s.) ın -benzerlik içinde değil- bizzat kendisinin gelmesi, herhangi bir devlet başkanı zamanında sabık (önceki) bir başkanın gelerek, onun idaresi ve hükümleri altında devlet vazifelerinden herhangi bir vazifeyi yapması gibidir. Aklı en az olan bir kimse dahi bilir ve anlar ki, sabık başkanın yeni başkan zamanında çıkıp gelmesi, düstura muhalif değildir. Ancak şu iki durumda muhalif olabilir: Ya sabık başkanın başkanlık makamına gelmeye ve vazifelerini icra etmeye çalışması; veya herhangi birinin çıkarak bunu inkar etmesi ve onun eski başkanlardan olduğunu itiraf etmesidir. Çünkü bu durumda o, kanunen, vaktile yaptığı bütün işleri tekrar yapmaktan men olunmuş olur. Eğer bu iki durumdan hiçbiri de bulunmasa, eski başkanın gelmesi, kanunen hiçbir te’sir icra etmez. Hekeza İsa İbn-i Meryem’in de dünyaya avdeti Muhammed (s.a.v.) in hatemünnebiyyin olmasına bir halel getirmez. Hadisler yukarda belirttiğimiz iki durumun yolunu tamamen kapamıştır. Yani hadisler, bir yönden Peygamber (s.a.v.) den sonra peygamber olmadığını belirtirken; diğer yönden de, İsa’nın bir defa daha ineceğini fakat bu inişin peygamberlik vazifelerini icra etmek için olmayacağını açıklamıştır.

Aynı şekilde onun inişi sırasında Müslümanlar arasında küfürle iman yönünden yeni bir mesele ortaya çıkmayacaktır. Zira onun eski nübüvvetine inanmayan her kimse-hatta bugün bile- Müslüman sayılmaz. Çünkü bizzat Peygamberimiz ona inanıyordu. Yine bizzat kendi ümmeti de, ona inanıyordu ve hala da inanmaktadır. İsa (a.s.) ın inişinden sonraki durum işte böyle olacaktır. ÇünküMüslümanlar yeni bir nübüvvete inanmazlar. Ama bugün inandıkları gibi, onun eski nübüvvetine inanırlar. Ve bütün bunlar bugün bile hatmünnübüvveye muhalif düşme.

Bu hadislerden son olarak anlayacağımız bir husus da şudur:

İsa (a.s.) ın, çıkartacağı büyük fitnenin başını ezmek için geleceği deccal, Yahudilerden olacak, kendisini insanlara takdim edecek ve Mesih olduğunu iddia edecektir. Yahudilerin tarihini, dini akidelerini ve sinsi düşüncelerini bilmeyen bir kimsenin bu işin hakikatini idrak etmesi zordur...

İsrail oğulları, Süleyman (a.s.) dan sonra gün be gün yok olmaya ve bozulmaya başlamışlar; nihayet Roma devleti tarafından esir alınmışlar ve toplulukları yeryüzüne dağılmıştı. Bu esnada peygamberleri onlara, içlerinden çıkacak ve düştükleri zillet ve meskene belasından onları kurtaracak olan Mesih’in zuhurunu müjdelemeye başladılar. Böylece, peygamberinin verdikleri haberlere dayanarak, Mesih’in memleket fethedilecek, İsrailoğullarını Filistin’de toplayacak ve orada onlar için büyük bir devlet kuracak bir kral olarak zuhurunu gözlemeye koyuldular. Fakat İsa İbn-i Meryem, Allah katından bir Mesih olarak gelip, memleketler fethedecek bir ordu getirmeyince, onun Mesihliğine inanmaya razı olmadılar ve öldürmek için tuzaklar kurdular. İşte o günlerden ta şu anımıza kadar Yahudiler hala kendilerine vadedilen Mesih’in (Promised Messiah) gelişini gözlemektedirler. Kitapları, onun getireceği altın çağın renkli hülyalarıyla doludur. Ve asırladan beri de, kendi kendilerine Talmud ve Rabbanilerin kitaplarında hayali belirtilen o devrin lezzetile şevke gelmişlerdir. Onlar, bu gelecek Mesih’in onları Nil ile Fırat nehri arasına götürecek -ki burası onların arz-ı mev’ud olarak gördükleri dedelerinin eski yurdudur- ve dünyadaki bütün yahudileri kuracağı bu devlette tek bir emir altına çağıracak büyük bir hükümdar ve siyasetçi olmasınıisterler.

Şimdi, günümüzün orta doğusundaki duruma bir göz atacak ve peygamberimizin verdiği sabit haberleregöre onlar hakında biraz düşünecek olursak, beklenilen Mesih ismile yahudi milleti arasında çıkacak olan büyük deccalın zuhuru için tam bir sahnenin hazırlandığını görürüz. Vakıa Müslümanlar Filistin’in büyük bir kısmından çıkarıldılar ve orada İsrail ismiyle bir yahudi devleti kuruldu. Dünyadaki bütün yahudiler burada toplandı veya hala toplanmaktadır. Ayrıca Amerika, İngiltere ve Fransa da onu büyük bir savaş kuvveti haline getirdiler. Ve hala yahudi alimleri ve fencileri, dünyanın sair yerlerinde siyonizmden koparacakları büyük payın hayaliyle gecegündüz durmadan çalışmaktadırlar. Öyle ki, onların bu kuvveti, çevresindeki İslam milletleri için korkunç bir tehlike halini aldı. Bu devletin liderleri, dedelerinin devletini tekrar kurmak hülyalarını ve ideallerini gizliyemediler. Şimdi vereceğimiz bilgilere göre, yahudilerin ileride kuracakları devletin sınırlarını ve haritasını gözünün önüne getirmek senin için zor olmayacaktır. Bir müddetten beri yayınladıkları kitap ve dergilerden anlaşılıyor ki, onlar, aşağı yukarı bütün Suriye’yi, Lübnan’ı, Ürdün’ü ve Irak’ı tamamen istila etmek istiyorlar. Bununla birlikte Türkiye’den İskenderun bölgesini, Mısır’dan Sina ve Said mıntıkasını ve Medine-i Münevvere’nin de bulunduğu Suudi Arabistan’dan da güney Hicaz ve Necid’i istila etmeyi de istiyorlar. Yine anladığımıza göre, bunlar bu mıntıkaları ilerde çıkacak olan üçüncü bir dünya savaşında istila etmek istiyorlar. Belki bu günlerde Peygamberimizin sadece geleceğinden haber vermekle yetinmeyip, aksine Müslümanların o zamanda büyük musibet ve sıkıntılara uğrayacağını ve bir günlerinin bir yıldan daha uzun geleceğini bildirdiği büyük deccalları beklenilen Mesih’leri de çıkıp gelebilir. Burada Allah’ın Rasulü (s.a.v.) onun fitnesinden Allah’a sığınmakta ve Müslümanlara da aynı şeyi yapmalarını telkin etmektedir...

Bu deccal Mesih ile çarpışmak için Allah “Mesih Benzeri” ni değil, aksine yahudilerin ikibin yıl evvel, batıl iddiaları yüzünden kendisine inanmayıp, asdıkları, sonra da emrine isyan ettikleri hakiki Mesih’i indirecektir. İneceği yere gelince; bu ne Hindistan’dadır, ne Afrikada’dır ne de Amerika’dadır. Bilakis bu yer, bugün harbin vuku bulduğu yer olan Dımışk’tır. Bugün haritaya bakacak olursan, Dımışk’ın İsrail sınırlarından 50 veya altmış mil uzakta, olduğunu; ve İsa (a.s.) ın nüzulü hakkındaki hadisleri de hatırlayacak olursan, Deccal’ın Suriye’ye yetmiş bin yahudi ile gireceğini ve Dımışk’a kadar yaklaşacağını anlamakta güçlük çekmezsin. İşte böyle bir durumda İsa ibn-i Meryem Dımışk’ın doğusundaki Beyza minaresine inecek ve sabah namazından sonra Müslümanlarla birlikte deccal çarpışmaya çıkacaktır. Burada Allah’ın düşmanı hezimete uğrayacak, onun hücumlarına karşı koyamayacak ve Ufik yolundan giderek İsrail’e kaçacaktır ve bundan sonra yahudi milleti parça parça edilerek, ortadan kalkacaktır.

Sonra şu bizim peygamber taslağı arkadaşın kafasından bir noktada müphem kalmış; İsa (a.s.) Dımışk’ın doğusundaki Beyza minaresine inecekmiş... Bunu duyan Mirza hemen “Kadıyan” şehrine mezkur minareyi bina ettirdi ve adını da Beyza minaresi koydu. Düşünmeye fırsat bulabilenler belki, hadiste zikri geçen minarenin Mesih’in inişinden evvel mevcut olduğunu ve Kadıyanilerin minaresininse, bizzat Hz. Mesih’il Mev’ud tarafından bina edildiğini düşünürler.

Hak aşkına insan bütün bu yorumlara dikkatlice bir göz gezdirirse, bütün bunların apaçık bir deccallık, hokkabazlık ve hilekarlıktan başka birşey olmadığını muhakkak anlayacaktır...

İSA’NIN NÜZULÜ HAKKINDA ALİMLERİN SÖZLERİ

İslam alimlerinin, muhaddis ve müfessirlerinin söz ve açıklamalarından anlıyoruz ki, İsa, yeryüzüne bir peygamber olarak değil, aksine Muhammed(s.a.v.) in tabisi olarak inecektir. Ve, bu nübüvvetin son bulma akidesiyle çelişmeyecektir.

Biz beş numara Zeylde Zemahşeri, Nesefi, Süyuti ve Şeyh İsmail Hakı’nın görüşlerini zikretmiştik. Şimdi de diğer alimlerin görüşlerini naklediyoruz:

1- Allame İbn-i Hazm (1149-1209 H.):

“Bazı kelamcılar onu gökten yeryüzüne sadece ihtiyaç arttığı zaman veya bilinmeyen nedenler dolayısiyle ineceğini söylemişlerdir. Zira şayet bir teklif sebebile inerse, o muhakkak İsa’dır. Onun peyamber olup olmayacağına gelince; Peygamber (s.a.v.) den sonra peygamber gelmeyeceği cihetle, bu caiz değildir. Bu gibi görüşler bence zayıftır. Çünkü Muhammed (s.a.v.) in gönderilişiyle son bulan peygamberlik silsilesi, sona ermiştir. İsa’nın Muhammed’e tabi olarak inmesinden sonra da bu silsile yenilemez.”

2- İmam Razi (994-1064 M.):

“Hz. İsa’nın Muhammed (s.a.v.) den sonra inişi, onun peygamberlerin sonuncusu olmasına bir halel getirmez. Zira o, kendisinden maksat son peygamber olduğu ise de Muhammed (s.a.v.) in dinine tabidir.”

3- İmam-ı Nevevi (1233-1277 M.):

İsa aleyhisselam, bu şeriatla hükmeden birisi olarak inecektir. O, müstakil bir risalet ve nesheden bir şeriat sahibi olarak inmeyecektir. Aksine bu ümmetin hakimidir o!...”

Peyamberimiz (s.a.v.) in, şüphe ve benzerliğe mahal bırakmayan hadislerden zikrettiklerimizden de anlaşılan açık hakikat işte budur. Bundan sonra memleketimizde Beklenilen islam ismiyle kurulan pazardaki ticaretin, hakikatte deccallık ve aşağılıktan başka bir şey olmadığı şüphesizdir.

Bu aşağılık hareketin en gülünç yönlerinden birisi de, kendisini mezkur nübüvvetin hedefi yapmaya çalışan, filan kişinin, Meryem oğlu Mesih olduğunu ispat içn şöyle bir te’vile bel bağlamasıdır:

“Allah teala ve sübhanehu, Ahmediye Burhanları’nın üçüncü cildinde beni Meryem olarak isimlendirdi. Ahmediyye Burhanlarından da anlaşıldığı gibi Meryem sıfatına bürünmüş olarak iki yıl perde gerisinde terbiye oldum. (yaşadım) Sonra Meryem’e üflendiği gibi benim ruhuma da İsa’ya dönüştüm. Bu bana Ahmediyye burhanlarının dördüncü cilinde ilhamla bildirildi. Böylece kendimin Meryemoğlu İsa olduğumu söylemek doğrudur.”

İsa’nın ruhu üflendi. Böylece istiari olarak Meryem’e hamile kaldım. Sonunda, on ay geçmemişti ki, Meryem’likten

Yani bu adam, önce Meryem olmuş, sonra kendi kendine hamile kalmış daha sonra kendi kendinden İsa’yı doğurtmuş... Fakat ortaya hadisi şeriflerde İsa’nın Dımeşk’e ineceğini belirten bir problem çıkınca, başka bir yolla te’vil yaparak bu problemi ortadan kaldırmaya çalışmıştır:

Şunu bilesin ki, “dımeşk” kelimesinin tefsiriyle ilgili hususları Allah bana ilhamla bilirdi. O, kendisine işaret ettiğim şehirdir. (Kadıyan şehri). Ben onu, halkının çoğununu fıtraten Yezidi olması; habis Yezid’in adet ve fikirlerine tabi olmaları nedeniyle Dımeşk diye isimlendirdim... Şu “Kadıyan” şehriyle Dımeşk arasında, halkının çoğunluğunun Yezidi olması bakımından bir benzerlik ve tenasüb vardır.”

Yine Nevevi’yi dinliyoruz:

“Mu’tezile ve Cehmiyye’den bazı kimselerle onlara uyanlar bunu inkar ettiler. Bu hadislerin Allah-u Teala’nın “Hatemünnebiyyin” ve Peygamber (s.a.v.) in “Benden sonra Peygamber yoktur” sözüyle, bu ümmetin, Peygamberimizden sonra peygamber olmadığı, onun şeriatının kıyamete kadar neshedilmeyeceği hususundaki icması ile merdud olduğunu zannettiler. Bu kıyas şekli fasiddir. Çünkü İsa’nın nüzulünden murad, o, bizim şeriatımızı neshedecek bir şeriatla inecek demek değildir.

Ne bu hadislerde, ne de başkalarında, buna işaret eden hiçbir husus yoktur. Aksine buradaki hadisler ve Kitab’ul İman’da geçenler, onun bizim şeriatımızla hükmeden adil bir hakim olacağını ve insanların ihtiyaç duyduğu yahut karıştırdığı hususları ihya edeceğini doğrulamıştır.”

4- Alaud’din-i Bağdadi (725 H.) Hazin tefsiri sahibi):

“Eğer sen İsa (a.s.) ın ahir zaman da peygamberimizden sonra bir peygamber olarak inecektir dersen, derim ki: İsa (a.s.) ondan önceki peygamberlerdendi. Ahir zamanda nüzul edince, Muhammed (s.a.v.) in şeriatile amel edecek ve sanki onun ümmeti imiş gibi Kıbleye yönelerek namaz kılacaktır.”

5- Allame Taftazani (1322-1390 M.):

“Eğer hadiste, İsa (a.s.) ın Peygamber (s.a.v.) den sonra ineceği varid olmuştur denilirse, evet öyledir; fakat Muhammed (s.a.v.) e tabi olacaktır, derim. Çünkü onun şeriatı neshedilmiştir. İndikten sonra da ona artık vahyedilmeyecek ve hükümler bilirtilmeyecektir. Bilakis o, Allah’ın Rasulü’nün halifesi olacaktır.”

6- İbn-i Hacer Askalani (1449 M.):

İsa, bir hakim (idareci) olarak inecektir. Yani, bu şeriatle idare eden birisi olarak. Çünkü bu şeriat bakidir ve neshedilmemiştir. Ve İsa, bu ümmetin hakimlerinden birisi olacaktır.”

Yine onu dinliyoruz:”Ahmed, deccal kıssası hakkında demiştir ki: İsa’ya, ey Allah’ın ruhu, ilerle, öne geç denildiği zaman, diyecektir ki: evet sadece sizin önünüze geçmek (size lider olmak) ve size namaz kıldırmak üzere ilerleyeceğim. Ebu’l Hasan Has’i de “Şafii’nin Menkıbeleri” nde demiştir ki:Şafii’nin kulağına İsa’nın Mehdi’nin arkasında namaz kılacağına dair haberler geldiği vakit, o hadisi, Enes (r.a.) dan nakledilen hadise karşılık olarak rivayet etti. Ki onda ne Mehdi ne de İsa vardı... İbn’ül Cevzi de demiştir ki:Eğer İsa bir imam olarak gelirse, o zaman bazı şüpheler ortaya çıkar ki, onu bir naib olarak mı yoksa şeriat getiren birisi olarak mı görüyorsun?Bu sebeple o, Peygamberimizin “Benden sonra Peygamber yoktur.” sözü hakkında şüphe uyandırmamak için cemaata katılarak namaz kılacaktır.”

7- Allame Bedrüddin’il Ayni (855 H. 1451 M.):

“Ebu Nem’ın Kitab’ul Fiten’inde deniliyor ki:İsa yeryüzüne indiği zaman, Müslümanların halifelerinin onlara namaz kıldırdığını görecek, bunun üzerine cemaata katılacak ve halifeye: namaz kıldır, Allah senden razı olsun. Çünkü ben bir emir olarak değil, vezir olarak gönderildim, diyecektir.” ...Evet İsa (a.s.) yeni bir şeriatle inmeyecek aksine Peygamberimiz Muhammad (s.a.v.) in şeriatı üzere inecek ve onun tabilerinden olacaktır.”

8- Allame el-Kastalani (1448-1518 M.):

“Hatemünnebiyyin demek, onların sonuncusu yani peygamberlik kapısını kapayan kimse demektir. Buna göre İsa’nın nüzulü bu mührü kırmayacaktır. Çünkü o, yeryüzüne indiği zaman Peygamber (s.a.v.) in dinine tabi olarak inecektir. Zira hatemünnebiyin’den kasıt Hz. Muhammed’in son peygamber olduğudur.”

9- İbn-ü Hacer’il haysemi (1504-1565M.):

“Alimler, insanın Muhammed (s.a.v.); in şeriatiyle hükmedeceği hususunda icma etmişlerdir. İbni Asakir’in rivayet ettiği bir hadiste şöyle denilmektedir. “Haberiniz olsun ki , benimle Meryem’in oğlu arasında peygamber ve rasul yoktur. O, benden sonra ümmetimin halifesidir.” Vakıa Sübki de onun, Peygamberimiz (s.a.v.) in şeratiyle yani Kur’an ve sünnetle hükmeceğini açıklamışır.”

10- Şeyh Abdulhak ed-Dehlevi (1551-1642 M.):

“Sahih hadislerle sabit olmuştur ki, İsa yeryüzüne inecek, Muhammed (s.a.v.) in dinine tabi olacak ve onun şeriatiyle hükmedecektir.”

11- AlameZerkani (1162 H.):

İsa yeryüzüne indiği zaman Muhammed (s.a.v.) in şeriatiyle hükmecektir. Çünkü Allah onun şeriatının neshedilmemesini istemiştir. Onun bütün şeriatleri neshetmesi, Muhammed (s.a.v.) in şeriatına delalet eder. Bu sebeple İsa (a.s.) sadece onun şeriatile hükmedecektir.”

12- Kadı Muhammed B. Ali eş-Şevkani:

İsa (a.s.) ın ahir zamanda ineceği sahih hadislerinden anlaşılmıştır... Ve o, kullar arasında Muhammed (s.a.v.) in şeriatiyle hükmedecektir.”

13- Allame Muhammed Şükr’il Alusi:

“Sonra İsa (a.s.) yeryüzüne indiği zaman yine eski nübüveti üzerine kalacaktır. Fakat, şeriatının gerek kendisi, gerek başkası hakkında neshedilmesi sebebiye onunla amel edemeyecek ve bu şeriatın hükümlerini yürürlüğe koyamayacaktır. Ona vahy gelmeyecek ve hükümler indirilmeyecektir. Bilakis o, Peygamber (s.a.v.) in bir halifesi ve ümmetinin bir ferdi olacaktır.”

MEHDİ’NİN ZUHURU HAKKINDAKİ HADİSLER

Bu bölümde zikrettiğimiz hadisleri iki gruba ayırdık:

a) Metninde doğrudan doğruya Mehdi kelimesi geçen hadisler,

b) Metninde Mehdi ismi geçmeksizin, sadece adil bir halifenin zuhur edeceğini haber veren hadisler. İkinci grubdaki hadisler, birinci grubdakilere benzerlik gösterince, muhaddisler adil halifeden maksadın “Mehdi” olduğu görüşünü savunmuşlardır.

Birinci Grubdaki Hadisler:

1- Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Horasan önlerinden gelen siyah bayraklar gördüğünüz zaman, onlara katılınız. Zira onların içinde Allah’ın halifesi Mehdi vardır.”

2- Yine Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur:

“Mehdi bizden ve ehl-i beyttendir. Allah onu bir gecede ıslah eder.”

3- Ümmü Seleme’den:Peygamber (s.a.v.) in “Mehdi benim neslimdendir ve Fatıma’nın oğullarındandır” dediğini işittim.

4- Yine Ümmü Seleme’den, demiştir ki: Rasulullah şöyle buyurdu:

“Biz Abdulmuttalib’in oğulları ve cennet ehlinin efendileriyiz: Ben, Hamza, Ali, Cafer, Hasan, Hüseyin ve Mehdi”

5- Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur:

“Mehdi bendendir. Açık alınlı, kalkık burunludur. Yeryüzünü adalet ve doğrulukla dolduracaktır. Tıpkı zulmün onu doldurduğu gibi. Ve yedi yıl hükmedecektir.”

6- Mehdi kıssası hakkında Ebi Said’den şöyle nakledilmiştir:Demiştir ki:

“Bir adam ona gelir ve ey Mehdi bana ver! Ver bana! der ve elbisesine sarılır ki, (Mehdi) onu taşımaya kaadir olamaz”

7- Cafer-i Sadık babasından, o da dedesinden nakletmiştir. Dedi ki:Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Bu ümmet nasıl helak edilebilir ki? Ben onun başıyım Mehdi ortası, Mesih de sonu”

İkinci Grub Hadisler:

8- “Dünyanın kopmasına sadece bir gün da kalsa, Allah (azze ve celle) Yeryüzünü, -zulmün kapladığı gibi adaletle dolduracak bir adamı muhakkak gönderecektir.”

9- Ali K.V.’den:peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Dehir (zaman) den sadece birgün de kalsa, Allah ehl-i beytimden bir adamı muhakkak gönderecektir. O yeryüzünü adaletle dolduracaktır. Zulmün onu doldurduğu gibi

10- Ali K.V. oğlu Hasan’a bakarak şöyle dedi:

“Oğlum, Peygamber (s.a.v.) in de isimlendirdiği gibi bir seyyiddir. Onun sulbünden, Peygamberimiz (s.a.v.) in ismiyle isimlendiren, yaratılış bakımından ona benzeyen fakat ahlak bakımından benzemeyen bir adam çıkacaktır.” Sonra da yeryüzünü adaletle dolduracak olan bir hikayeden bahsetti.”

11- Yine Ali K. V.’den:Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Veraünnehirden, evvelkilerin (adetlerin) çok düşkün, Haris isminde bir adam çıkacaktır.” (Ona Mansur da denilir.) “Ve bu adam, Kureyş’in Rasulullah’a yardım ettiği gibi, Muhammed’in aline yardım edecek veya onu destekleyecektir. Ona yardım etmek her mü’min’in vazifesidir.”Bir başka rivayette de “ona icabet etmek” şeklinde gelmiştir.”

12- “Günler birbirini takip edip, arablar, ehl-i beytimden ismi benim ismime benzeyen bir adama sahib olmadıkça kıyamet kopmaz.”

13- Abdullah İbn-i Mes’ud’dan:Peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Eğer dünyanın kopmasına bir gün de kalsa, -başka bir rivayette (ki Allah bu günü uzatır) şeklinde bir fazlalık vardır.- Allah, ehl-i beytimden, ismi benim ismime, babasının ismi de babamın ismine benzeyen bir adam gönderecektir.”

Bir başka rivayette de şöyle denilmektedir:

“... Yeryüzünü adalet ve doğrulukla dolduracaktır. Onun zulüm ve kötülükle dolduğu gibi.”

Bir başka rivayette de:

“Arablar, ehl-i beytimden, ismi benim ismime benzeyen bir adama kavuşmadıkça dünya ömründen bir şey kaybetmez.” denilmektedir.

14- Ebu Said’il Hudri demiştir ki:Peygamber (s.a.v.) “Bu ümmeti bir musibet saracaktır. Öyle ki zulümden kendisine sığınacak bir sığınak bulamayacaktır. İşte o zaman Allah benim neslimden ve ehl-i beytimden olan bir adam gönderecektir. O, yeryüzünü adalet ve doğrulukla dolduracaktır. Tıpkı onun zulüm ve kötülükle doldurulduğu gibi. Gök ve yer sakinleri ondan razı olurlar. Gök, yeryüzüne indirmedik bir tek damlasını bile bırakmaz ve arz, bütün nebatlarını çıkartır. Nihayet canlı ölüler gelişir ve bu şekilde yedi veya sekiz yıl yaşarlar.”

15- Cabir’den:Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu.

“Ahir zamanda bir halife çıkacaktır ki, malı taksim edecek fakat saymayacak” Bir başka rivayete ise şöyle denilmektedir: “Ümmetimin son zamanlarına doğru bir halife çıkacaktır ki, malı dağlar gibi yığacaktır fakat saymayacaktır.”

16- Ümmü Seleme’den, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Halifelerden birinin ölümü esnasında ihtilaf çıkar. Bunun üzerine Medine halkından bir adam çıkarak, Mekke’ye hücum eder. Mekkeliler ona karşı koyarak Mekke’den çıkarırlar. O bunu kerih görür. Bunun üzerine taparcasına ona biat ederler. Sonra Şam’dan birisi ona bir ordu gönderir ve adam onların hepsini yerin dibine geçirir. Daha sonra Kureyş’ten ahvali kelbe benzeyen bir adam çıkar. Ve onlara bir (ordu) gönderir. Onlar da gelenlere tezahürat gösterirler. Bu bir kelb askeridir. Kelbin ganimetini göremeyenler, hayal kırıklığına uğrarlar. Sonra o, malı taksim eder, hal arasında Peygamberlerinin sünnetiyle amel eder, İslamı komşu memleketlerde de yaydıktan sonra yedi yıl kalır ve nihayet vefat eder. Bütün Müslümanar onun namazını kılarlar.”

17- Ebu Hureyre’den merfu olarak nakledilmiştir:

“Ya Abbas, Allah bu işi (İslamı) benimle başlattı, ve onu senin oğullarından (yani torunlarından) olan bir çocukla son bulduracaktır. O yeryüzünü adaletle dolduracaktır. Onun zulümle doldurulduğu gibi. O, İsa (a.s.) a salat-ü selam edecektir.”

18- Ebu Hureyre’den merfu olarak nakledilmiştir:

“Ya Amca, Allah İslamı benimle başlattı, onun senin soyundan gelen bir çocukla son bulduracaktır. Ve O, İsa İbn-i Meryem’den önce gelecektir.”

19- Enes (r.a.) den:Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Ortalığı terör kaplayıp, dünya bir zindan haline geldiği ve insanlar cimrileştiği zaman kıyamet insanların kötülerinin üzerine kopacaktır. O zaman Mehdi değil, Meryem oğlu İsa bulunacaktır.”

Bu hadis, bütün hadis kitaplarında, Mehdi ve İsa hakkında rivayet edilen hadislerle tamamen çelişmektedir. Başka herhangi bir rivayet de onu te’yid etmemektedir. Hatta İbn-i Hacer’ül Askalani, bu rivayetin bütün sahih hadislere uymadığını söyler.

Hamd alemlerin Rabbı Allah’a...