FİRAVUN ve AİLESİ
Şimdi de Nemrud
ve kavmi hakkında uydurulandan daha hatalı ve uydurma hikayelere teşkil
eden,Firavun ve ailesi hakkındaki kıssalara bakalım: Yaygın görüşe göre
Firavun, Allah’ın varlığını inkar etmekle kalmıyor, kendi ilahlığını iddia
ediyor. Bunun manası şudur: Firavun’un bozuk inancı o dereceye ulaşmıştı
ki insanların tepesine binip açıkça göklerin ve yerin yaratıcısı olduğunu
iddia ediyor, kavmi de ahmaklıkta o derece ilerimiş gitmişti ki, O’nun
bu iddiasına hemen inanıveriyordu
Kur’an ve tarihin Şehadeti ile hakikat ,Firavun
un ilahlık ve rablik mevzuunda sapıklığı, Nemrud’un aynı konudaki sapıklığından,
Firavun’un kavminin durumu da Nemrud’un kavminin durumundan farklı olmadığı
merkezindedir.Aralarında şu fark var:Firavun un kavmi arasında,bazı siyasi
sebeplerle İsraillilere karşı şiddetli bir milliyetçilik taassubu belirmişti.
Sırf bu inat ile Allah’ın Rab ve ilah olduğuna, asrımızdaki
maddeci inkarcılardan pek çokları gibi, kalpleri şehadet ettiği halde,
açıkça iman etmekten kaçınıyorlardı.
Daha önce Yusuf(a.s) mısır’da hükmü geçen bir insan olunca,
Mısırlılar arasında Hak dini yayıp genişletmeğe bütün gücü ile çalıştı.Mısır
toprakları üzerinde,asırlarca hiç kimsenin güç yetiremeyeceği çok sağlam
eserler bıraktı. Mısırlılar her ne kadar babalarının inançlarına uyarak
Allah’ın dinine tabii olmamışlarsa da araların da Allah’ın varlığını,
O’nun göklerle yerin yaratıcısı olduğunu bilenler vardı. İş bununla da
kalmamıştır. Hakikatte İslâmi öğreti, nüfuz ve tesirini o derece kuvvetlendirmişti
ki her Mısırlı en az, Allah'ın tabiat âlemi ötesinde ilâhların ilâhı,
rablerin rabbi olduğuna inanmıştı. Küfürde inat edenler ise, ulûhiyet
ve rububiyyette, Allah'la beraber ortaklar kabul ediyorlardı. Mısırlılar
üzerinde çeşitli tesirleri bulunan İslam inancı, Musa (a.s)'nın peygamber
olarak gönderildiği güne kadar devam etti (Tevrat'taki tarihi malûmata güvenecek
olursak, o gün Mısırlılardan iman edenlerin, Mısır nüfusunun beşte birini
teşkil ettiğini tahmin edebiliriz. İsrailli'lerin sayısı hakkında Tevrat'taki
haberler, Musa (a.s) ile Mısır'dan çıkanların iki milyon olduğunu gösterir.
Mısır halkının da, o gün on milyondan daha çok olduğu zannedilmektedir.
Tevrat, Musa (a.s) ile birlikte Mısır'dan çıkan muhacirlerin, İsrailli
olduklarını belirtir. Lâkin zann ve tahminimiz istediği kadar mübalağalı
olsun, Yâkub (a.s)'un oniki oğlundan olan zürriyetinin, beş yüz sene içinde
iki milyona ulaşması mümkün gözükmemektedir. Bunun için yapılan kıyaslama
neticesinde, Mısırlı'lardan azımsanmayacak bir miktarın Müslüman olup,
Ben-i İsrail'e katıldıkları ve Mısır'dan hicret ederken, onlara yoldaşlık
ettikleri neticesine ulaşırız. Bütün bunlardan da Yûsuf (a.s) ile yardımcılarının,
Mısır'da ifa ettikleri İslâm davetinin hududunun genişlediğini takdir
edebiliriz.) Bunun delili ise Kıpti prenslerden
birinin Firavun'un meclisinde yaptığı konuşmasıdır. Firavun, Musa (as)'nın
öldürülmesi ile ilgili iradesini bildirdiği zaman, meclisindeki ileri
gelenlerden olup daha önce Müslümanlığa giren bu prens, kalkıp şu konuşmayı
yapmıştır:
"Firavun ailesinden olup, imanını gizlemekte olan bir
mümin de şöyle dedi: "Siz bir adamı, Rabbım Allah’tır dedi diye öldürür
müsünüz? Halbuki o, size Rabbinizden apaçık mucizeler de getirmiştir.
Bununla beraber eğer o, bir yalancı ise yalanı kendine. Eğer doğrucu ise,
sizi tehdit ede geldiği azabından bir kısmı olsun gelir sizi çarpar. Şüphesiz
Allah, haddi aşan, iddiasında yalancı olan kimseyi muvaffak etmez. Ey
kavmim! Bu gün bu yerde siz galip olduğunuz için mülk sizindir. Fakat
Allah'ın hışmı bize gelip çatarsa, kim bize yardım eder?"
"Ey kavmim! Hakikat ben, o sürü sürü fırkaların gününe
misal vermenizden, Nuh kavminin, Ad'ın Semûd'un ve daha sonrakilerin hali
gibi bir maceraya sapıp, felakete uğramanızdan korkuyorum. Yoksa Allah
kullarına bir zulüm dileyecek değildir.
["Ey kavmim! Hakikat ben
size karşı o bağırışıp çağırışma gününden endişe ediyorum." "O
gün, hesap yerini arkanızda bırakarak Cehenneme döneceğiniz gündür. O
gün sizin için, Allah'ın azabından hiç bir kurtarıcı yoktur. Allah kimi
şaşırtırsa, onun yolunu bir doğrultacak da yoktur"]* "And olsun
Musa'dan evvel Yusuf da, size apaçık burhanlar getirmişti. O vakit de
O'nun size getirmiş olduğu şeyler kakında şüphe edip durmuştunuz. Hattâ
O vefat edince dediniz ki: Bundan sonra Allah asla bir peygamber göndermez
[İşte Allah, o haddi aşan şüphecileri böyle şaşırtır. "Onlar kendilerine
gelmiş hiç bir delil olmaksızın Allah'ın âyetleri hakkında mücâdele edenlerdir.
Bu, gerek Allah katında, gerek iman edenler katında büyük buğzu gerektirir.
Allah, her büyüklük taslayan zorbanın kalbini işte böyle mühürler."
"Ey kavmim! Siz bana uyun, size doğru yolu göstereceğim."
"Ey kavmim! Bu dünya hayatı ancak fâni bir eğlencedir.
Ahiret ise asıl durulacak yurdun ta kendisidir."
"Kim bir kötülük işlerse,ona bunu benzerinden başkası
ile karşılık yapılmaz.Kim de erkek olsun kadın olsun, mümin olarak iyi
amelde bulunursa işte onlar, içinde hesapsız rızıklara kavuşturulmak üzere
cennete girerler."}
"Ey kavmim! Benim karşılaştığım bu hal nedir? Ben sizi
kurtuluşa davet ediyorum. Siz beni ateşe çağırıyorsunuz." "Siz
beni Allah'a küfredeyim, rûbûbiyetini, hiç bir suretle tanımadığım nesneleri
O'na ortak tutayım diye çağıyorsunuz. Ben ise sizi o mutlak Kâdir'e,o
çok affediciye davet ediyorum.
["Sizin beni mutlaka tapmaya davet ettiğiniz, dünyada
da ahirette de hakka ki, hiç bir davete selahiyeti yoktur.Hakikatte
hepimizin dönüp gidişi Allah'adır.Haddi aşanlar ateş yaranının ta
kendileridir." "Size söylemekte olduklarımı, yakında hatırlayacaksınız.
Ben işimi Allah'a ısmarlıyorum. Çünkü Allah kullarını en iyi görendir"]*
(Müminun.
28-44).
*Parantez [ ] içine aldığımız mealler Arapça tercümede yoktur.Ayetlerin
nazmı kesilmesin diye tarafımızdan eklenmiştir.(Çevirenler.)
Bu hitabe başından sonuna kadar Yusuf (as)'un, kendi zamanından
Musa zamanına kadar asırlar geçmesine rağmen, Mısırlılar üzerindeki etkisinin
devam etmiş olduğuna şahadet eder. Mısırlıların, bu yüce peygamberin kendilerine
öğrettikleri sayesinde Allah'ın varlığı ile ilgili hiç bir şey bilmeyecek,
rûbûbiyet ve ulûhiyetinin tanımayacak, egemenlik ve otoritesinin bu evrendeki
tüm tabiat güçlerine baskın olduğunu, gazabından korkmak ve çekinmek gerektiğini
anlamayacak kadar câhil kalmalarına imkan yoktur. Yine bu konuşmanın sonlarından,
şu husus açıkça ortaya çıkmaktadır: Firavun toplumu, Allah'ın ulûhiyet
ve rûbûbiyet sıfatlarında Allah'a şirk koşuyor ve bunları da ona eş tutuyorlardı.
Firavun üzerine şüpheyi çeken noktaya gelince, bu şüpheyi doğuran
sebepler şunlardır.
Hz. Musa'dan, "Ben alemlerin Rabbinin elçisiyim"
sözünü işitince. "Âlemlerin Rabbi nedir?" diye sorması...
Veziri Hâmân'a, "Benim için yüksek bir kule yap. Olur
ki ben o yollara, göklerin yollarına ulaşırım da Musa'nın ilâhına yükselip
çıkarım" demesi..
Hz. Musa'yı korkutmak için, "Benden başkasını ilâh edinirsen
seni hapsederim" diye tehtid etmesi...
Kavmine ve yakınlarına, "Ben sizin en yüce Rabbinizim.
Sizin için kendimden başka bir ilâh tanımıyorum" diye ilan etmesi...
Firavun'un söylediği bu sözler, bazı inşalarda onun Allah'ın
varlığını inkâr ettiği, zihnini alemlerin Rabbi düşüncesinden tamamen
boş, kendini tek ilâh zannettiği fikrini doğurmuştur. İşin doğrusu, O'nun
bütün bunların hepsini koyu bir milliyetçilik taassubu ile yapmış olmasıdır.
İslami öğreti, Yusuf (as)'un güçlü ve yüce şahsiyetinin tesiri
ile, kendi zamanında Mısır'ın dört bir yanında yayılmıştı. Bu durum, Yusuf
(as)'un Mısır hükümeti nezdinde elde ettiği nüfuz ve otoriteye tâbi olarak,
İsrail oğulları’nın Mısır'da kuvvetli bir güç kazanmalarını sağlamıştır.
İsrâlioğullarının Mısır'daki nüfuzları 300 veya 400 sene kadar sürmüştür.
Sonra Mısırlıların kalbinde milliyetçilik ve ırkçılık ateşi tutuşmuş ve
İsrail oğullarına karşı bunun gereğini düşmanca tatbik etmişledir. İş adamakıllı
kızışınca İsraillilerin gücünü tamamen yok etmişlerdir. İdare milliyetçi
Mısır hanedanlarının eline geçmiş ve hükümetleri peş peşe devam etmiştir.
Bu yeni hükümdarlar idare mekanizmasını ellerine geçirince İsrâil
oğullarının
esaret altına alıp güçlerine bir son vermekle kalmamışlar, Mısır'da Yusuf
(as)'tan beri sürüp gelen eserleri mahvederek, cahiliyet devrine ait dini
yaşayışları da diriltmeye başlamışlardır. Bu devrelerde Musa (as) peygamber
olarak gönderilince, üstünlük ve hükümranlıklarının ellerinden çıkarak
ikinci bir defa İsrâil oğulları’nın eline geçmesinden korkmuşlardı. Firavun'un
Musa (as)'ya cam sıkılarak ve kızarak "Âlemlerin Rabbi nedir; benden
başka bir ilâhın olması mümkün müdür?" diye sormakta ısrar ve inat
etmesi, âlemlerin Rabb’ının varlığını bilmediğinden değildir. Bu hakikat
Kur'an-ı Kerim'de Firavunun yakınlarının konuşmalarından ve Musa (as)'nın
hitabelerinden açıkça anlaşılıyor. Mesela Firavun, Musa (as)'nın Allah'ın
elçisi olmadığı iddiasını pekiştirmek için şöyle diyor:
"Öyle ya, onun üstüne gökten altın bilezikler atılmalı,
yahut beraberinde birbiri ardınca kendisini tasdik edici melekler gelmeli
değil miydi?"(Zuhruf, 53)
Bu söz, zihni Allah'ın ve meleklerin varlığı fikrinden tamamen
habersiz bir kimsenin sözü olabilir mi? Kur'an-ı Kerim Hz. Musa ile Firavun
arasında geçen aşağıdaki konuşmayı da naklediyor:
"...Firavun O'na: "Musa! Ben seni gerçekten büyüklenmiş
sanıyorum" demişti. O da: "Andolsun dedi, bunları birer ibret
olmak üzere, göklerin ve yerin Rabb’ından başkasının indirmediğini bilmişsinizdir.
Firavun! Ben de seni her halde helak edilmiş sanıyorum demişti."
(İsra, 101-102)
Başka bir yerde Allah-u Teâlâ Firavun kavminin kalplerinde
taşıdıkları şeyi açıklıyor:
"Âyetlerimiz apaçık delil olarak onlara geldiği zaman:
"Bu apaçık bir büyüdür" dediler. Vicdanları da bu âyetlere tam
bir kanaat hasıl ettiği halde, zulüm ve kibir ile yine bunları inkâr ettiler"
(Nemi, 13-14). Kur'an-ı Kerim, şu âyette de bize Musa (as) ile Firavun
ailesinin bir toplantısını tasvir ediyor:
"Musa onlara dedi: "Yazıklar olsun size. Allah'a
karşı yalan düzmeyin. Sonra azap ile sizin kökünüzü kurutur. Allah'a karşı
yalan uyduran, muhakkak hüsrana uğramıştır." Derken sihirbazlar aralarında
işlerini çekişe çekişe görüştüler; gizlice müşavere ettiler. Dediler ki:
"Bunlar her halde iki sihirbazdır ki, sizi büyüleri ile yerinizden
çıkarmak, en şerefli ve üstün olan dininizi gidermek istiyorlar."
(Taha, 61-63)
Açıkçası Mısırlılarla peygamberleri Hz. Musa arasında, Hz.
Musa'nın, onları Allah'ın azabı ile korkuttuğu, iftiralarının kötü sonuçlarını
hatırlattığı zaman tepkileri anlaşmazlık ve reddediş şeklinde ortaya çıkmadı.
Çünkü hiç şüphesiz yüce Allah'ın azamet, büyüklük ve heybetinin gönüllerindeki
izi henüz tamamen silinmemişti. Ancak milliyetçi önderlerini büyük siyâsi
devrimin tehlikeleri ile korkuttukları zaman -ki bu tehlike İsrailli'lerin
Mısırlılara tekrar galip gelmeleri endişesi idi- onların da kalpleri katılaştı
ve Peygamberlerine karşı direnmek üzere ittifak ettiler.
Bu hakikat bizce açıkça anlaşıldıktan sonra, şunları araştırmamız
kolaylaşır: Firavunla Musa (a.s) arasındaki anlaşmazlık konusu ne idi?
Kendinin ve kavminin gerçek sapma noktaları nedir? Rab kelimesinin hangi
mânâları ile kendisi için rablık ve ilâhlık iddiasında bulunuyordu? Şimdi
bu konuyla ilgili olarak, aşağıdaki âyetleri sıra ile inceleyelim:
1) Firavun ailesinden olup, Musa (a.s)'nın dâvetine
karşı O'nu kışkırtan ve Musa'nın Mısır'dan çıkarılmasını isteyenler, bazı
münasebetlerle Firavun'a soruyorlardı:
"Musa'yı ve kavmini, fesatçılık etmeleri, seni de ilâhlarını
da terk etmesi için mi bu toprakta bırakacaksın?" (Araf, 127).
Musa (a.s)'ya iman eden kişi, onlara bundan farklı bir şekilde
karşılık veriyor:
"Siz beni Allah'a küfredeyim, rubûbiyyetini hiçbir suretle
tanımadığım nesneleri O'na ortak tutayım diye çağırıyorsunuz" (Mümin,
42).
Bu iki ayete baktığımız ve Firavun dönemi toplumuna ilişkin
bilgileri ve geçmiş kavimlerin eserleri üzerine yapılmış tarih incelemelerini
de göz önüne aldığımız zaman, Firavun ve ailesinin, rab kelimesinin birinci
ve ikinci manâsıyla Allah-u Teâlâ'ya ortak koştuklarını, putlardan bazılarını
Allah'la beraber ortaklar kabul ederek onlara taptıklarını açıkça anlarız.
Demek ki Firavun, kendisi için tabiat âlemi üstünde bir rablık iddiasında
bulunsaydı, yâni göklerde ve yerde kendinden başka rab olmadığını düşünerek,
bu alemlerde var olan düzene ilişkin sözü geçen üstün bir varlık olduğunu
iddia etseydi, (onun döneminde) kesinlikle diğer ilâhlara tapılmazdı(Bazı müfessirler bu ayetteki Âlihe kelimesinin
kıraatinde, ibadet mânâsına olarak İlahe şeklini tercih ettiler. Buna
da, Firavun'un davasının göklerin ve yerin rabbı olmak iddiasında bulunduğu
kanaati ile vardılar. Onların kıraatine göre âyetin mânâsı: "Musa
ve kavmini, Seni ve Senin ibadetini terk etmeye bırakır mısın?" olur.
Yalnız burada düşünülmesi gereken noktalar var:
a)Bu kıraat şazdır ve bilinen okunuş şekline muhaliftir.
b)Müfessirlerin tercih ettikleri bu şaz kıraat, bir esasa dayanmamaktadır.
c)Âlihe kelimesinin ibadet mânâsına ilâve olarak mabude veya
dişi put mânâları da vardır.
Bilindiği gibi Mısırlı'ların en büyük ilâhları, Mısır lisanına göre, Râ
denilen güneştir. Firavun'un mânâsı ise "Râ'nın halefi" veya
"Râ'nın görüntüsü" demektir. Buna göre Firavun'un bütün iddiası,
büyük güneş ilâhının maddî görüntüsü olmaktan öteye geçmez.)
Arapça’ya çevirenin notu:
Hemzenin kesri ile kıraati hakkında Taberî
Tefsirinde (l, 41-42; IX, 17) onun İbnu Abbas ve Mücâhid'ten rivayet edildiğini
söyler ve zayıf gördüğünü şöyle belirtir: "Kendinden başka şekilde
okunduğu görülmeyen kıraat, Kur'an okuyuş otoritelerinin
üzerinde ittifak ettikleri kıraattir. Çünkü kurranın
onun üzerinde icma ettiklerine dair hüccet vardır."
Taberi bu kıraatin tefsirini bizzat İbnu Abbas'tan muhtelif vecihlerle
şöyle rivayet ediyor (IX, 18) İbn-i Abbas Tefsirinde dedi ki: "Seni ve senin ibadeti'ni"
ve yine dedi ki: "Firavun'a ibadet edilirdi; kendisi ibadet etmezdi"
Yine ondan, "Senin ibadetini terk eder" şeklinde başka bir rivayet
vardır. Bu vechin, Musa (a.s)'nın Firavun'a ibadeti terk etmesi, ona itaat etmemesi ve emrine
boyun eğmemesi mânâsına yorumlanması mümkündür.
Üstad Mevdûdî'nin,
bu kıraatin ilâhın müennesi olan Âlihe (tanrıçalar)
mânâsında olmasına hamledilebileceği görüşü, Taberi'nin
-her ne kadar zayıf görse- de rivayet ettiği bir husustur. Şöyle demektedir:
"Bazıları zannediyorlar ki, İlahe olarak okuyan kimseler, Âlihe kıraatinin mânâsına yaklaşan bir mânâ kastederler. Yalnız
bununla, tek ve dişi bir ilâh kasteder."
Taberi'nin zayıf görmesine rağmen, bunu takviye
eden bir vecih Üstad Mevdûdî'nin
de dediği gibi, eski Mısırlılar güneşe tapıyorlardı. İlahe kelimesi, Arapça'da
güneş mânâsına da gelmektedir. Buna Utaybe b.
el-Haris'l-Yerbûî'nin kızına ait şu
şiiri, delil olarak getirmektedir:

"Bir ikindi vaktinde, güneşin batmasından önce, biz işret
meclisinde idik. Burada ilahe kelimesinden kasd
edilen mânâ güneştir.
Lügat kitapları da ilahe kelimesinin mânâları arasında, put,
ay ve güneşi de zikrederler. Bk. Kâmus'ul Muhit
ve Lisânu'l-Arab maddesi, el-Muhassas,
IX, 19.Taberi, Mecmeu'l-Beyan
da (IV, 46) İbnu'l-Cinni'den
şunu rivayet ediyor: "Güneşe ilahe denirdi. Zira ona tapıyorlardı."İşte
bu, Üstad Mevdûdî'nin
görüşünü destekleyen ve tezine güç katan bir sözdür.)
2) Firavun'un Kuran’da varid
olan şu sözlerine gelince; "Firavun: Ey ileri gelenler! Ben sizin benden başka bir
ilâhınız olduğunu bilmiyorum" dedi. (Kasas, 38).
Firavun: "And olsun dedi, eğer benden başka bir ilâh edinirsen
seni muhakkak ve muhakkak zindana girenlerden ederim." (Şuara, 29)
Firavun'un bu sözlerle kastı, kendinden gayri bütün ilâhları
inkar etmek değil, gerçek maksadı Musâ(a.s)'nın dâvasını red ve iptal
etmektir. Mûsâ(a.s), Rubûbiyyetini sadece tabiat üstüne inhisar ettirmekle
kalmayıp, emretme ve nehyetme gücüne sahip medenî ve siyâsî mânâları
ile üstün hüküm ve kuvvet sahibi bir ilâha davet edince, Firavun kavmine:
"Ey kavmim! Sizin için bu türden bir ilâh olarak benden başkasını
bilmiyorum" dedi ve Hz. Musa'yı kendisinden başkasını ilâh edinirse
hapse atmakla tehdit etti.
Bu ayetlerden anlaşılan -tarihin ve geçmiş kavimlerden kalan
eserlerin şahadeti ile teyit edildiği gibi -Mısır Firavunları, kendileri
için sadece mutlak hakimiyet iddiasında bulunmuyorlardı. Güçlerinin idare
ettikleri tabakaya tesir etmesi ve üstünlüklerinin onların ruhunda hüküm
sürmesini ısrarla istedikleri için, ilâhlara ve putlara
intisap
etmekle bir nevi mukaddeslik ve noksanlıklardan uzaklık iddiasında bulunuyorlardı.
Bu iddialarında Firavunlar yalnız değillerdi. Yeryüzünün her yerinde krallık
aileleri, siyasi hakimiyetten elde ettikleri üstünlüğe ilâveten az veya
çok, ortaklık fikrine saplanmışlardır. Bunu için devamlı şekilde idare
ettikleri toplulukların, kendi huzurlarında kulluğun gereklerinden bir
şeyi yapmalarını şart koşuyorlardı. Bununla birlikte bu dâvâları, semavi
ulûhiyet dâvası değildir. Bununla siyasi hakimiyetlerini kökleştirmek
istiyorlardı. Bunun için Mısır'da ve diğer cahiliyet devrini yaşamış ülkelerde
idare eden zümrenin ulûhiyeti, idare makamına bağlı olarak bir elden diğerine
değişir durur.
3) Firavun'un asıl dâvası, tabiatın bağlı olduğu nizamda
istediğini yapabilen, üstün bir ilâhlık dâvası değildi. Aksine siyâsî
ilâhlık dâvası idi. O kendisini,rab kelimesinin üçüncü, dördüncü ve beşinci
mânâsı ile Mısır ülkesinde yaşayanların üstün rabbi zannediyordu. Diyor
ki: "Ben Mısır ülkesinin, ondaki zenginlik ve servetin mâlikiyim.
Ben orada mutlak hakimiyete layığım. Benim merkezi
şahsiyetim, Mısır medeniyet ve toplumunun temelidir. Şu halde bu topraklarda
benim kanun ve şeriatımdan başkası işlemez."
Firavun'un davasının Kur'an diliyle temeli şudur:
"Firavun kavmi içinde haykırdı:"Ey kavmim!dedi:Mısır
mülkü (egemenlik, mülkiyet ve tasarrufu) ve altımdan akan şu ırmaklar
benim değil mi? Hâlâ gözünüzü açmayacak mısınız?" (Zuhruf, 51).
İşte bu Nemrûd'un rablik davasının
dayandığı temelin aynısıdır:
"Allah kendisine mülk ve saltanat verdiği için şımararak,
İbrahim ile Rabbi hakkında çekişti." (Bakara, 258)
Yine bu, Yusuf (a.s)'un çağdaşı olan Firavun'un halkına karşı
rabliğinin da esasıdır.
4) Musa (a.s)'nın kendisi
ile Firavun ve ailesi arasında bulunan anlaşmazlığın sebebine gelince:
Rab kelimesinin bütün mânâsı ile, alemlerin rabbi olan Allah'tan başkası
rab ve ilâh değildir. O, tabiat alemlerinin de ötesinde tek olan rab ve
ilâhtır. Nitekim O siyâsî ve içtimâi manâsıyla da rab ve ilâhtır. Bunun
için de, ibâdetin yalnızca ona tahsis edilmesi, hayatın muhtelif yönlerinde,
O'nun kanunlarından başkasına tabi olunmaması gerekir. Allah-u Teâlâ,
Hz. Musa vasıtasıyla kullarına olan emir ve yasaklarını vahiy yoluyla
bildirecektir. Bu sebeple kullarının işlerinin takdiri Firavun'un değil,
O'nun kudret elindedir.
Bu durumda Firavun ve hükümetinin ileri gelenleri tekrar tekrar Musa ve Harun'un Mısır'ı ele geçireceklerini iddia
ediyorlardı. Diyorlardı ki: "Musa ve Harun bizim dînî ve medenî nizâmımızı,
istedikleri nizâm ve kaidelerle değiştirmek için elimizden almak istiyorlar."
"And olsun ki, biz Musa'yı da, Firavun'a ve O'nun ileri
gelenlerine mucizelerimizle ve apaçık bir hüccetle gönderdik. Yine onlar,
Firavun'un emrine tâbi oldular. Halbuki Firavun'un emri hiç de yetkili
ve dürüst değildi" (Hûd, 96,97)
"And olsun biz, bunlardan evvel Firavun kavmini de imtihan
ettik. Onlara da çok şerefli bir peygamber gelmişti: Bana Allah'ın kullarını
teslim edin. Çünkü ben size gönderilmiş emin bir peygamberim. Allah'a
karşı yücelik taslamayın. Zira ben size apaçık bir burhan getiriyorum
diye" (Duhan, 17-19). "Hakikat, biz
Firavun'a bir peygamber yolladığımız gibi, size de kıyamet günü üzerinize
şahit olarak bir peygamber gönderdik. Firavun o peygambere isyan etti;
Biz de onu ağır ve çetin bir tutuşla yakalayıverdik" (Müzzemmil,
15-16).
"Firavun dedi ki: O halde yâ
Musa! Sizin Rabbiniz kim? O da, Bizim Rabbimiz her şeye hilkatini veren,
sonra da yolunu gösterendir dedi" (Tâhâ,
49-50).
"Firavun dedi ki: Alemlerin Rabbi dediğin nedir1? Musa:
Göklerin, yerin ve bunların arasında bulunan her şeyin Rabbidir. Eğer
hakikati bilmeyen ehil kimseler iseniz, O'nun birliğine inanın" dedi.
Firavun etrafında bulunanlara: işitmiyor musunuz? dedi. Musa: O sizin
de, evvelki atalarınızın da Rabbidir" dedi. Firavun: Her halde dedi,
size gönderilen bu peygamberiniz mutlak delidir. Musa dedi ki: O doğu
ile batının ve ikisi arasında bulunan her şeyin Rabbidir; eğer aklınızı
kullanırsanız. Firavun: And olsun dedi; eğer benden başka bir ilâh edinirsen
muhakkak ve muhakkak zindana girenlerden ederim" (Şuarâ, 23-29)
"Firavun: Bırakın beni dedi; Musa'yı öldüreyim. Varsın Rabbine
yalvarsın. Çünkü ben onun dininizi değiştireceğinden yahut yeryüzünde
fesat çıkaracağından korkuyorum." (Mümin, 26).
"Dedi ki: Ey Musa! Sen bizi sihrinle toprağımızdan çıkarmak
için mi bize geldin?"(Tâhâ, 57)
"Dediler ki: Bunlar her halde iki sihirbazdır ki, sizi
büyüleri ile yerinizden çıkarmak en şerefli ve en üstün olan dininizi
gidermek istiyorlar" (Tâhâ, 63).
Şu âyetlerden yaptığımız sıraya göre, dikkatle bakıldığında
açıkça görülür ki, en eski devirlerden itibaren muhtelif toplumlarda devam
ede gelen sapmalar aynıdır.
Aynı zulmetler Nil vadisini de kaplamıştır.
İlk insandan itibaren bütün peygamberlerin yerine getirdikleri
hak davet de, bizzat Musa ve Harun'un davetinin aynısıdır.
|