ARAP MÜŞRİKLERİ
Şimdi de peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed
(s.a)'in kendilerine gönderildiği, Kuran’ın ilk hitap ettiği kimseler
olan Arap müşriklerden bahsedelim:
Onların ulûhiyet ve rûbûbiyet konusunda sapıklıkları hangi
çeşittendi? Alemlerin Rabbi olan Allah'ı bilmiyorlar mıydı? Veya O'nun
varlığını inkâr ediyorlardı da, Rasulullah onların
kalplerine Yüce Allah'ın varlığını yerleştirmek için mi gönderilmişti?
Allah'ın alemlerin Rabbi ve ilâhı olduğuna inanmıyorlardı da, Kur'an-ı
Kerim onları ikna için mi indirilmişti? Allah'a ibâdeti ve O'na boyun
eğmeyi kabul mu etmiyorlardı? O'nun, duaları işiten, ihtiyaçları gideren
olduğuna inanmıyorlar mıydı? Lat, Menat,
Uzza, Hübel ve diğer ilâhların hakikatte
şu kainatın yaratıcısı, mâliki, rızık vericisi, idare ve sürekliliğini
elinde tutan varlıklar olduklarına mı inanmıyorlardı? Yoksa bu ilâhların
medeniyet ve ahlâk hususunda kanun koyucu, hidâyet ve irşat kaynağı olduklarına mı kanaat getiriyorlardı?
Bütün bu sorular hususunda Kur'an-ı Kerim'e müracaat ettiğimiz
zaman bize olumsuz cevap verir ve açıklar ki, arap müşrikleri sadece Allah'ın
varlığını kabul etmekle kalmayıp O'nun, kendi ilâhları da dahil olmak
üzere, bütün alemin yaratıcısı, mâliki ve en üstün Rabbi olduğuna inanıyorlardı.
Ulûhiyet ve rûbûbiyet huşunda da, O'na boyun eğiyorlardı. Allah-u Teâlâ,
dua ettikleri, kendilerine bir zarar dokunduğu veya bir bela isabet ettiğinde
sığındıkları en yüce, en üstün makamdı. Sonra Allah'a ibâdet etmek ve
boyun eğmekten de çekinmiyorlar di. İlâhları ve putları hakkındaki inançları
ise, onların gerek kendilerini, gerek bu kainatı yaratan, hepsini rızıklandıran,
ahlakî ve medenî yaşayışlarında doğru yola ulaştıran ve irşat eden varlıklar
oldukları merkezinde de değildi. Aşağıdaki âyetler, onların bu husustaki
görüşlerini pek açık aksettirmektedir:
"Onlara de ki: Kimindir o yer ve ondakiler, biliyor musunuz?
Allah'ındır diyecekler. O halde iyice düşünüp de ibret almaz mısınız siz?
de. Yine de ki: Kim o yedi göğün rabbi ve o büyük Arşın sahibi? Allah'tan
başkasına tapmaktan sakınmaz mısınız? De ki: Her şeyin mülkü elinde bulunan
kimdir ki; daima O himaye ediyor, kendisi asla himayeye muhtaç olmuyor?
Söyleyin, biliyorsanız? Allah'ındır diyecekler. De ki: O halde nasıl olup
da böyle büyükleniyorsunuz? Hayır biz onlara hakikati getirdik. Onlarsa
muhakkak yalancıdırlar" (Müminun- 84-90).
"O, sizi karada ve denizde gezdirendir. Hatta, gemilerle
denize açıldığınızda, gemilerin elverişli bir rüzgârın önünde yolcuları
alıp götürdüğünde, yolcular da bununla sevindikleri zaman ona şiddetli
bir fırtına gelip çatar, çepeçevre kuşatıldıklarını sandıkları sırada
O'na dua ederler."
"And olsun derler, eğer bizi bundan kurtarırsan seksiz
şüphesiz şükredenlerden olacağız" Fakat Allah, onları selâmete erdirince
bakarsın ki yer yüzünde yine haksız yere taşkınlıklarda bulunuyorlar"
(Yunus, 22,23).
"Denizde size bir sıkıntı değdiği zaman, Allah'tan başka
bütün taptıklarınız kaybolur. Fakat O, sizi kurtarıp karaya çıkarınca
yine yüz çevirirsiniz. İnsan çok nankördür" (İsrâ, 67)
Kur'an-ı Kerim onların ilâhları hakkındaki inançlarını kendi
ağızlarından şöyle nakleder:
"Allah'ı bırakıp da kendilerine bir takım dostlar edinenler
derler ki: Biz bunlara ancak bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye
tapıyoruz (Zümer, 3)
"Bu putlar Allah yanında bizim şefaatçilerimizdir! derler."
(Yûnus, 18).
Sonra onlar, ilâhların hayatî işlerinde kendilerine yol gösterdiğini
de zannetmiyorlardı. Allah-u Teâlâ Rasûlüne,
Yûnus Suresinin 35. ayetinde: "Sizin ortaklarınızın içinde, hakkı
gösterecek bir kimse var mıdır?" sualini sormasını emretti. O, imkân
bulduğu her fırsatta bu soruyu sordu. Onlardan hiç biri buna müspet cevap veremedi. Hiçbiri cesaretle çıkıp da, "Lât,
Menat, Uzza ve diğer ilâhlar, bizi akide ve amel yönünden en doğru yola
iletirler. Dünya hayatımızda bize adalet, emniyet, selâmet esaslarını
öğretirler. Biz onların ilim kaynağından kainatın hakikatlerini öğreniriz"
diyemedi." Bunun üzerine Cenab-ı Hak, Hz. Peygambere der ki:
"Hakkı gösterecek ve ona iletecek Allah'tır. O halde Hakka
hidâyet edecek Allah mı, kendisine doğru yolu bulamayan o uydurma tanrılar
mı? Ne oluyor size? Nasıl böyle yanlış hükmediyorsunuz?" (Yûnus,
35)
Bu, Kur'an hükümlerinden sonra geriye şu sorunun cevabını aramamız
kalıyor: Onların rûbûbiyet konusunda sapkınlıkları ne idi ki, Allah-u
Teâlâ peygamberini bu düşünceyi doğrulamakla vazifelendirdi ve onları
bu fikrin karanlığından hidayetin nuruna çıkarmak için Kitabını indirdi?
Bu meseleyi araştırmak için Kur1 an'a müracaat ettiğimiz zaman, inanç
ve ameller hakkındaki, eskiden beri hak yoldan ayrılmış toplumların, devam
ede geldikleri yanlışlığın iki çeşidi üzerinde durmak mecburiyetinde kalırız.
Bir taraftan tabiat âlemi üstündeki rûbûbiyet ve ulûhiyet konusunda
Allah'a, başka ilâh ve rableri ortak koşup dururken meleklerin, mukaddes
insanların, gökteki yıldızların, bağlı oldukları düzen üstünde, hükmedici
selahiyetlerden bir çeşit selahiyete sahip olduklarına inanıyorlardı.
Bunun için duada, yardım talebinde, ibâdetlerin yerine getirilmesinde
sadece Allah'a yönelmiyorlar, elleri ile yapıp süsledikleri uydurma ilâhlarına
da müracaat ediyorlardı. Diğer taraftan da medenî ve siyâsî rûbûbiyet
konusunda Allah-u Teâlâ'nın rab olduğunu düşünmeyecek durumdaydılar. Din
adamlarını, reislerini, kabile şeflerini bu mânâlarda rabler ediniyorlar,
hayat kanunlarım onlardan alıyorlardı.
Birinci çeşit sapkınlıklarına Kur'an-ı Kerim, aşağıdaki âyetlerle
şahâdet etmektedir:
"İnsanların kimi de, Allah'a dinin yalnız bir tarafından
ibâdet eder. Eğer kendisine bir hayır dokunursa, ona yapışır. Eğer bir
fitne isabet ederse, yüzü üstü döner. Dünyada da, ahirette de hüsrana
uğramıştır o. Bu ise apaçık ziyanın ta kendisidir. O, Allah'ı bırakır
da kendisine ne zarar, ne fayda vermeyecek olan şeylere tapar. Bu ise
haktan en uzak sapıklığın ta kendisidir. O, zararı faydasından daha yakın
olana tapar; taptığı şey ne kötü yardımcı, ne kötü arkadaştır." (Hacc,
11-13).
"Onlar Allah'ı bırakıp, kendilerine ne bir zarar, ne bir
fayda veremeyecek olan şeylere taparlar. Bir de, bu putlar, Allah yanında
bizim şefaatçilerimizdir" derler. De ki: Ey Kavmim! Siz Allah'a gökte
ve yerde bilmeyeceği bir şey mi haber veriyorsunuz?^) Haşa, O, eş tutmakta
oldukları her şeyden çok uzaktır, çok yücedir" (Yûnus, 18) (Yani, Ey kavmim! Siz, ilâhlarınızın
benim nezdimde tesir ve nüfuzu olduğunu, onların
her şefaatinin benim nezdimde kabul edildiğini
vehmediyor, bunun için onlara tapıyor, adaklar adıyorsunuz. Lâkin göklerde
ve yerde benim huzurumda güç ve çareye sahip olan veya şefaatini kabul
etmeye beni zorlaya-bilen bir kimse tanımıyorum.Siz benim tanımadığım
şefaatçilerden beni ayıramıyor musunuz?En açık bir gerçektir ki, bir şeyin Allah'ın ilminde olmaması
demek, onun varlık aleminde hiç bulunmamış olması demektir.)
"De ki: Gerçekten siz mi o arzı iki günde yaratanı inkâr
ediyor, O'na ortaklar katıyorsunuz? O, alemlerin Rabbidir" (Fussilet,
9).
"De ki: Allah'ı bırakıp da size ne bir zarar, ne bir fayda
vermeye gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Halbuki her şeyi işiten,
her şeyi bilen Allah'ın kendisidir" (Mâide,
76).
"İnsana bir zarar dokunduğu zaman Rabbine, bütün varlığı
ile dönerek, yalvarır. Sonra O'na kendi tarafından bir nimet verildiği
vakit ise, evvelce O'na yalvardığını unutur, Allah'a O'nun yolundan saptırmak
için eşler katmaya başlar."(Zümer, 8).(Allah'a denk tuttu; yani, "şu sıkıntıyı benden şu mukaddes
şeyh giderdi;şu nimeti ise şu velî sayesinde elde ettim" demeye başladı)
"Size ulaşan her nimet, Allah'tandır. Sonra size herhangi
bir keder ve musibet dokunduğu zaman ancak O'na yalvarır ve feryat edersiniz.
Nihayet O, sizden bu keder ve musibeti açıp giderdiği vakit ise, içinizden
bir takımları bakarsınız ki Rablarına eş tutuyorlar. Bunu kendilerine
verdiğimiz nimetlere karşı nankörlük etmeleri için yaparlar. Öyle ise
eğlenedurun. Yakında bileceksiniz. Kendilerine rızık olarak verdiğimizden
onlar, o bilmezler, o putlar için hisse ayırırlar Allah'a and olsun ki,
düzmekte olduğunuz bu iftiralardan elbette mes'ul olacaksınız" (Nahl,
53-56).(Yâni, kendilerine
herhangi bir ilim ulaşmadığı halde, kötülükleri defedip işleri kolaylaştırdıkları
ispatlanmayan bu putlara ikramda bulunuyor, şükrân-ı nimet olsun diye
kendilerine adaklar adıyor ve ne tuhaftır,bu harcamalarını bizim verdiğimiz
rızıktan yapıyorlar.)
Diğer sapkınlıkların
delilleri:
"Bunun gibi, onların ortakları olan o putların
hizmetçileri, müşriklerden bir çoğuna hem onları helake düşürmek, hem
kendilerine karşı dinlerini karmakarışık etmek için öz evlatlarını kendi
elleri ile öldürmelerini hoş göstermiştir" (En'am, 137).
Bu âyetteki ortaklardan kasıt ilâhlar ve putlar değil, bilakis
evlatlarını öldürmeyi Araplara süsleyip gözlerinde haysiyetli bir şeymiş
gibi gösteren, bu adî bid'atı İbrahim ve İsmail'in dinine sokmaktan da
çekinmeyen başkan ve önderleridir. Şurası açıktır ki Araplar, evren üzerinde
egemenliklerine inandıkları veya kendilerine kulluk edip dua ettiklerinden
dolayı önderlerini Allah'a ortak koşmuş değillerdi. Aksine onların, dinî,
ahlakî, içtimaî ve medenî yaşayışları için gerekli kanun ve nizamları,
diledikleri şekilde yapmak suretiyle kendilerine teslim ettikleri için
rûbûbiyet ve ulûhiyette Allah'a ortak koştular.
"Yoksa onların Allah'ın izin vermediği şeyleri o
fasit
dinlerinden çıkartıp; kendilerine şeriat yapan ortakları mı var? (Şuara,
212)
Bu kitapta "Din" kelimesinin mânâlarının tafsilatı
yakında Din başlığı altında gelecek. Orada bu âyetin mânâlarını ve kapsamını
açıklayacağız. Burada ise anlaşılan şudur: Önderlerin, Allah'ın izin vermediği
bir "din" adına olmak üzere ceza ve kanunlar koymaları, Arapların
da uyulması gerekir diye bu kanunlara inanmaları, söz konusu önderlerin
ulûhiyet ve rûbûbiyette Allah'a ortaklığından ve halkın da bu ortaklığa
inanmasından başka bir şey değildir.
|