Cebir Ve Kader Probleminin İçyüzü6
İhtiyar Ve Iztırâr (Yetki Ve Yetkisizlik)
İn İlk Etkisi6
Cebir Ve Kader Probleminin Çıkış
Noktası7
Fen Ve Bilimin
Başarısızlığı13
Ahlâk Biliminin
Başarısızlığı17
İslâm İlâhiyatçılarının
Mezhepleri19
Kadercilerin Kur'an'dan Sundukları Deliller20
Cebrilerin Kur'an'dan Sundukları Deliller24
Tanrıbilimcilerin
Başarısızlığı27
Kur'an'm Metafizik Veya Doğaüstü İşleri
Belirtmekteki Asıl Amacı29
Kaza Ve Kader Meselesinin Anlatılmasının
Amacı30
Pratik Hayatta Kader İnancının
Yararları31
1) Tüm
İşlerin Allah-Ü Teala'ya Bağlanması35
2) İyi
Fiilin, Kula Bağlanması35
3) İyi
Fiilin Kula Bağlanması36
4) Kötü
Fiilin Allah'a Bağlanması36
5) Kötü
Fiilin Şeytan'a Bağlanması36
6) Kötü
Fiilin Kullara Maledilmesi37
7) Hayrın Başlangıcı İnsandan
Ve Tamamlanması Allah'tandır37
9) İnsanın Kendi Günahının
Sorumluluğunu Allah'a Yükleyip
Kurtulmaya Çalışırken Yalanlanmıştır37
Gerçeğin Üzerindeki Örtünün
Kaldırılması38
Mahlûkat Veya Yaratıklarda İnsanın
Seçkin Konumu38
Bu küçük kitabın meydana geliş
nedeni, 1352 Hicri (1933) de benim Tercüman-üi Kur'an dergisini henüz yeni
yayınlamaya başlamışken bir zâtın[1][1] bana uzun bir mektup yazarak,
Kur'an-ı Kerim'i okurken cebir ve kader meselesiyle ilgili ortaya
çıkan sorunların çözümü için ricada bulunmasıdır. Ona
göre bazı ayetler cebriyeti vurgularken bazıları da
ka-deriyete ağırlık veriyor ve bu iki tür ayetler arasında
öyle bir çelişki görülüyordu ki, kolay kolay ortadan
kaldırılamazdı. Ben bu mektubu olduğu gibi dergimde yayınladım
ve buna cevap olarak ayrıntılı bir yazı yazdım.
İşte bu mektupta sorulan sorular ve verilen cevaplar şimdi bir
kitap haline getirilmiştir. Mektupta şöyle deniliyordu:
"İnsanın ödüle ve
cezaya tabi olması zaten fiil ve hareketlerinin iradesine ve niyetine
bağlı olmasını ve bu irade ve niyeti üzerine başka bir
gücün tasarrufunun olmamasını gerektiriyor. Kur'an-ı Kerimin tüm
öğretilerinin özü zâten, insanın amellerinden sorumlu
olarak sorguya tabi tutulması, dalalet ve hidayet, azap ve sevap, nikbet
ve servet, musibet ve rahatlık gibi, dünya ve âhiret tartılarında
tartılmaları ve bunun için bazı özel ilke ve kriterlerin
olmasıdır. Ancak, Kur'an'm bazı ayetlerinden de insan
iradesinin, İlâhi iradeye tabi olması anlamı da
çıkmaktadır.
Örneğin, dalalet ve hidayet
konusunda bazı açık ve net ayetler bulunmaktadır. Bunlarda nur
ve zulmet, iman ve küfr, hidayet ve dalalet yollarını seçmenin
insanın kendi irade ve çabasına bağlı olduğu
kaydedilmiştir:
"Gerçekten biz ona yol
gösterdik. İster şükredici olsun, ister nankör."
(Ei-insan: 3)
"Ona her iki yolu
gösterdik" (B-Beled: 10)
"Bizim yolumuzda mücadele edenleri
doğru yolumuza hidayet ederiz" (Ei-Ankebût 69)
"İsteyen iman etsin, dileyen
iman etmesin" (Ei-Kehf: 29)
Diğer tarafta öyle âyetler var
ki, onlarda bu şeylerin İlahi iradeye bağlı olduğu
açıklanmıştır.
Örneğin:
"Allah dilediğini
saptırır, dilediğini de hidayete erdirir."
(İbrahim: 4)
"Aİlah istemedikçe iman
edecekdeğiHerdir"(Ei-Enam: ııi)
"İsteyen ondan öğüt
alabilir" (El-Müddesir: 55)
"O Kur'an, bütün âlemlere bir
öğüttür. Sizden, doğru yolda gitmek isteyenler için"
(Et-Tekvin 27-28)
Görüldüğü gibi, yukarıdaki
ayetlerde insan iradesinin Kur'an'dan hidayet alması istenmiştir.
Bununla birlikte aşağıdaki âyetlerde ise insan iradesine pranga
vurulmuş ve Allah'ın iradesine tabi tutulmuştur:
"Allah istemedikçe, öğüt alamazsınız"
(Müddessir: 56)
"Allah istemedikçe bir şey
isteyemezsiniz" {Ei-insan: 30) Sapıklık için şöyle bir
kuraldan bahsedilmektedir: "Bununla (Kur'anla) birçoklarını
dalalete düşürür" (Ei-Bs-ki Allı
"Allah zâlimleri dalâlete
düşürür" (ibrahim: 27)
Hayır; Allah, inkarları
dolayısıyla ona (Kalplerine) mühür
Vurmuştur." (Nisa: 155)
"Allah onların kalplerini,
anlamaz bir kavim oldukları için hakkı kabulden
çevirmiştir." (Et-Tevbe: 127)
Ve hidayet için şu şartlar
açıklanmıştır:
"Allah bir topluluğu doğru
yola ilettikten sonra sakınacakları şeyleri kendilerine
açıklayıncaya kadar onları saptıracak değildir."
{Tevbe: 115)
"Allah dilediğini
saptırır kendisine yönelenide doğru yola İletir"
(Er-Ra'd: 27)
"Bizim yolumuzda mücadele edenleri
doğru yolumuza | hidayet
ederiz." {Ei-Ankebût: 69)
"Doğru yolu bulanlara gelince
Allah onların hidayetlerini arttırır ve
sakınmalarını sağlar." (Muhammed: 17)
Buna benzer başka Kur'an ayetleri
bulmakla birlikte bazı ayetler var ki, bunlarda herhangi bir şart
ileri sürülmeden dalâlet ve sapıklığın Allah'ın
iradesine veya fazlına tabi olduğu
açıklanmıştır. Örneğin:
"Allah kimi isterse dalâlete sevk
eder, kimi isterse hidâyete erdirir" (İbrahim: 4)
"Allah istemedikçe, siz bir şey
isteyemezsiniz."
Aynı şekilde, azap ve
mağfiret konusunda bazı açık ve net kurallar
belirlenmiştir:
"Bir zerre kadar
ağırlıkta hayır işleyen onu (mükâfatını)
görür" (Ez-zıizât: 7)
*
aİiı Lûİ^j
"Allah her şahsı ancak
gücünün yettiği ölçüde mükellef
kılar." (El-Bakara: 286}
"Salih amel işleyen, kendi
lehine; kötülük eden de ken di aleyhine fenalık eder."
(Ei-Casiye: 15)
Diğer tarafta Kur'an'da
şöyle denilmektedir:
"O dilediğini
bağışlar, dilediğini
azaplandinr" (Âl-i İmran:129)
Yani azap ve mağfiret de İlâhi
iradeye tabidir. Mağfiretle ilgili denilebilir ki, Allahü Teala,
er-hamer'râhimin (merhamet edicilerin en merhametlisidir) kendi rahmetiyle
günahkârları bağışlayabilir. Ama "*&* ja Oöm
(O dilediğini bağışlar dilediğini
azaplandırir)nin bu tevili zordur. En fazla diyebiliriz ki, Yüce Allah
günahkârlardan bazısını bağışlar ve
bazısını azaplandırır, ancak tüm âyetin karinesi bunu
kuvvetlice kanıtlamamaktadır.
Yoksulluk ve sefalet varlık ve servet
hakkında Kur'an-ı Kerim'de geçmiş milletlerle ilgili tarihi
kayıtlar da şu ilke teyid edilmiştir: İkbâl, tantana ve
şöhret aslında iman ve takva, dürüst bir hayat, sâlih amel ve
doğa yasalarına uymaya bağlıdır ve buna
aykırı davrananlara felaket, âfet, sefalet, zillet ve İlâhi
gazap inmektedir. Nitekim şöyle buyurul-maktadır:
"Eğer onlar Tevrat ve İncil
hükümlerini ve Rabbleri tarafından kendilerine inzal olunan şeyleri
dosdoğru tutsalardı (tatbik etselerdi) üstlerinden ve
ayaklarının altından yerlerdi (Her taraftan Allah'ın
nimetlerine gark olurlardı.)" (El-Maide: 66)
Ancak öte yandan, Kurfan-ı Kerim
'de şöyle âyetler de vardır:
"Allah dilediğine hesapsız
nzık verir." (El -Bakara: 212)
"Allah dilediğine
rızkını bollaştırır." (Rad: 26)
"Dilediğini aziz ve
dilediğini zelil eylersin." (âi-i imran: 26)
Sıkıntılar ve rahatlıkla ilgili de açık buyruklar
vardır:
"Başınıza gelen her
musibet, kendi ellerinizin kazandığı yüzündendir."
(Eş-Şum: 30)
Ancak diğer tarafta şu âyet de
vardır:
"Eğer onlara bir bir iyilik
dokunsa: "Bu, Allah katından-dır" derler. Eğer onlara
bir fenalık dokunsa: 'Bu senin yüzündendir" derler. De ki: Hepsi
Allah'tandır." (En-Nisa: 78)
Ancak bunun yanı sıra başka
bir âyette şöyle denilmiştir:
"Sana gelen her iyilik
Allah'tandır. Sana isabet eden her kötülük kendindendir."
(En-Nisa: 79)
Kur'an-i Hakim'den sonra hadislere
baktığımızda, bunların birçoğunun insanın
çaresiz ve yetkisiz olduğunu gösterdiğini görürüz.
Örneğin:
"Eğer bir dağın
yerinden oynadığını duyarsanız, onun öyle
olduğunu doğmayabilirsiniz; ama bir kişinin kendi huyundan
farklı davrandığını duyarsanız, bunu hiç
doğrulama-yın, çünkü bir kişi ancak kendi hamuruna göre
yapılır,"
"Kalpler Allah'ın iki parmaklan
arasındadır; onları dilediği şekilde
değiştirir."
Ya da, bir hadis-i şerifte
şöyle denilmiştir:
"İnsanlar da
yaratılmıştır, bunlardan bazısı Müslüman
yapılmıştır."
Ben bu itirazları buraya biraz
özetle ama aynen aktardım. Şüphesiz, takdir veya kader meselesi
dünyada dinler doğduğundan beri vardır ve şimdiye kadar
kesin bir çözüme kavuşmamıştır. Her din bununla ilgili
olarak birşeyler söylemiştir, ama ifrat ve tefritle. Eğer
Hindistan'da ve Yunanistan'da yeniden doğuş (re-enkarnasyon) ve
hayat veya kader çizgisi insanı tamamen çaresiz ve yetkisiz hale
getirmişse, İran'ın ateş ocaklarında da Tanrı
adeta gereksiz veya yararsız bir varlığa
dönüşmüştür. Batılı filozofların bir bölümü
Yaradan'i bir saat yapımcısı düzeyine indirgemiştir ve
onlara göre bu yapımcı, saati yaptıktan ve ilke ve
kurallarını getirdikten sonra işe yaramaz bir organ haline
gelmiştir. Bizde de cebir ve kaderle ilgili tartışmalar hiddet
ve şiddetten uzak değildir. Gayet tabii ki, nazarî açıdan
terazinin iki yanında bulunan iman ve akıl arasında bir denge
kurmak hayli zordur, ama bunu kendi haline bırakmak da mümkün
değildir. Gerçi benim görüşüme göre kaza ve kader
imanın bir parçası değildir ve sadece tartışılan
bir konu niteliğindedir; ancak bazı itirazcılara göre
Kur'an-i Kerim'in ayetlerinde görünürde bir çelişki bulunduğu
için bunu ciddi olarak ele almalıyız.
Mesele her ne kadar çok eski ve lehine ve
aleyhine birçok şey yazılmışsa da, Bu devirde mey
ayrı, kadeh ayrı, Cem ayrı olduğu için
çağımızın istidlal ve istinbat sonuçlarına
(tartışma yöntemlerine) göre bu konunun ele
alınması gerekmektedir."
Bu kitapçık ilk önce
yukarıdaki mektuba cevap olarak kaleme alınmıştı ve
bunun amacı, Kur'an-i Hakim 'in bazı ayetleri arasında
görünürde görülen çelişkiye son vermekti. Ancak bu vesile ile
tartışılan konular, felsefe, etik, sosyal bilimler ve
diğer bilim dallarında cebir ve kader meselesiyle
karşılaşan herkese düğümün çözümünde yardımcı
olabilir. İşte bu yarar göz önünde bulundurularak bu risale
şimdi bir kitap olarak yayımlanmaktadır. Bunun sonuna, meselenin
daha da açıklık kazanması içinde başka bir makalemi ilave
olarak ekliyorum.[2][2]
Sorulan soruyu cevaplamak için
aslında şu kadar söylemek kâfidir ki, Kur'an-ı Kerim
ayetlerinin uygulama nedenleri anlatılarak görünürdeki
çelişkilere son verilebilir. Ancak bu uygulama nedenleri ve biçimleri
anlatılırken bazı noktala-nn ayrıntılı biçimde ve
açık olarak anlatilmaması halinde, asıl meseleyi anlatmak
zorlaşabilir. O nedenle, Kur'an-ı Kerim 'in buyruklarını
ele almadan önce cebir ve kader meselesinin asıl mahiyeti ve ilgili
noktalara göz atmanın daha doğru olacağı
kanaatindeyiz. [3][3]
Herkes, hiç düşünüp
taşınmadan sırf vicdanen, insanın kendi iradesine
bağlı fiil ve hareketlerinde özgür olduğunu, kendi irade ve
yetkisiyle yaptığı hareketler için kendisinin sorumlu ve yükümlü
olduğunu, iyi davranış ve karakterleri için övgüye ve
ödüle layık, kötü hareketlerinden dolayı da kınama ve
cezalandırılmaya tabi olduğunu sanmaktadır. Bu sade ve
vicdanî düşünce ve kavramda insanın kendi iyi düşündüğü ve
bildiği hareketlerinde bir dış veya iç güç nedeniyle mecbur ve
çaresiz kaldığı, konusunda en ufak bir kuşku bulunmaz.
Nerede fiilen mecburiyet ve çaresizlik etkileri görülüyorsa, orada irade
veya ihtiyar yerine ıztırar ve çaresizlik hükmü veriliveriyor. Bu
noktada insanın sorumluluk ve yükümlüğünün olmadığı,
dolayısıyla övgü ve ödül veya kınama ve cezaya da yer
olmadığı kanısına varılıyor ve bu gibi
durumlarda, insanın iyi veya kötü olması hakkında karar
vermeye elverişli olmadığı düşünülüyor. Bir kişi
başka birine taş attığı veya küfür ettiği zaman
onun bu hareketi başka bir gücün cebriyle yaptığı hiç
düşünülmez ve mağdur kişi, onu bu hareketinden sorumlu tutup
aynı şekilde taş ve küfürle karşılık veriyor.
Ancak taş atan ve küfreden kişinin akli dengesi bozuk ve kendisi
deli divane ise, kimse onun bu hareketi kasten yaptığını
söylemiyor, onun zavallı ve çaresiz biri olduğunu belirterek
hareketinden dolayı cezalandırmıyor ve affediyor.
İşte önceden zihnimizde
olan bu yetkili ihtiyarı, gayri ihtiyari, yetkisiz, iradeli ve iradesiz
hareketlerin farkıyla ilgili kavram, bizim insanın iyi ve kötü
oluşu ve ceza veya ödüle layık kılınması için
belirlemiş olduğumuz ölçülerin temelini
oluşturmaktadır. Biz bir çocuğun veya delinin çıplak
dolaşmasını kınamayız, ancak yetişkin, aklı
başında bir kişinin çırılçıplak
dolaşmasını nefretle kınarız. Bir kişinin yüzü
çirkin-se, ondan tiksinmeyiz, ona kötü bakmayız, ama yüzü gözü
yerinde ve düzgün olan birinin bize yüzünü gözünü oynatmasından
hoşlanmayız. Ateşi yüksek kendinden geçmiş bir
hastanın saçma sapan şeyler söylemeye ve sayıklamaya
başlayınca, onu suçlamayız; ama aklı ve bilinci yerinde
olan biri böyle şeyler söylemeye başlayınca, onu
kınarız. Gözü görmeyen bir kişi, başkasının
eşyasını eline alırsa, ona hırsızlık
suçlamasında bulunmayız, ama gözü gören biri aynı
hareket yaparsa, onu yakalar cezalandırınız. Bir kişi,
herhangi bir baskı yüzünden hayırlı bir iş yaparsa
herhangi bir övgüye layık görülmez, ama herhangi bir
baskıya uğramadan iyi bir iş yaparsa onu herkes metheder. Bir
çocuk günah işlemezse iyi ve temiz olduğu söylenmez, ama bir
genç sâlih amel işlese, onun iyi olduğu söylenir. Bunun nedeni,
bizim görünürdeki koşullar ve
durumlara bakarak insanın bazı fiillerinde özgür
bazılarında mecbur olduğunu düşünmemiz-dir. Ayrıca,
vicdanen sorumluluk ve hesap verme ve buna bağlı olarak övgü ve
kınama ile ceza ve ödül hakkının, ıztırâ-rî
fiiler değil, ihtiyarî fiillerden doğduğu görüşünü de
taşırız. [4][4]
Ne var ki, insan biraz düşünüp
taşınınca ve görülenlerin altındaki, gerçekleri
öğrenmeye çalışınca, kendisinin aslında
sandığı kadar özgür, güçlü ve yetkili
olmadığını, yüzeysel olarak kendi mecburiyeti ve
çaresizliği için koyduğu sınırların aslında çok
geniş olduğunu görür. İşte cebir ve kader meselesinin
çıkış noktası budur. Bu meselenin temeli şu sorular
üzerine bina edilmiştir:
1. İnsan
kendi amelleri veya hareketleri bakımından tamamen mecbur mudur,
yoksa belli bir özgürlüğe mi sahiptir?
2.
İnsanı mecbur eden yahut özgürlüğünü
kısıtlayan güç hangisidir ve insanın hayatını ne kadar
etkilemektedir?
3. Eğer
insan çaresiz, yetkisiz ve mecbur ise, fiil ve hareketlerinin
sorumluluğu, değerlendirilmesi ve ahlâk kavramlarımızın
dayandığı ve toplumsal düzenimizin iyiliği ve doğru
gelişmesiyle refahının garantileri olduğu övgü ve
kınama ile ödül ve cezanın tahakkuk kuralı hangi temele
dayanacaktır?
Dünyanın düşünür ve
filozofları bu soruları çeşitli yönlerden ele
almış, bunların cevaplanması ve sorunların çözümlenmesi
için çeşitli yöntem ve yollar benimsemiş ve de-gişik delil
ve kanıtlara dayanarak değişik ideoloji ve görüşler
geliştirmiştir. Bu hususta bilim adamları ve
araştırmacıların o kadar çok yazılan, incelemeleri ve
aralarındaki görüş ayrılıkları o kadar çoktur
ki, bunları tek tek tartışmak çok zordur, ancak ilke olarak biz
bunları dört sınıfa ayırabiliriz:
1) Bu meseleye metafizik açıdan yaklaşanlar
2) Bu meseleye fizik veya doğa açısından
yaklaşanlar
3) Bu meseleye
ahlâkî açıdan bakanlar
4) Bu meseleye
dinî açıdan yaklaşanlar
Gelin bu değişik yönlerden
değişik grupların bu meseleye nasıl
baktıklarını, bahis ve istidlalin hangi yollarını benimsediklerini
ve en son, hangi sonuca vardıklarını görelim. [5][5]
Metafizik veya fizikötesinde cebir ve
kader meselesi iki yönüyle ele alınır:
1) Doğadan kastımız, herhangi bir
fiilinin meydana geldiği veya gelmediği varlıktır,
başka bir deyişle, bu varlık herhangi bir İş
yapabilir veya yapmayabilir. Doğanın bu tanımını
kabul etmemizden sonra şu soru aklımıza gelir: Fiili terk
etmenin veya tercih etmenin yahut bunun kuvveden fiile geçmesinin bir nedeni
var mıdır, yoksa yok mudur? Bu tercih veya hareketin bir nedeni yoksa
müreccihsiz tercih veya müsebbibsiz sebep gibi bir durum ortaya çıkar ki,
bu akla ve mantığa aykırı bir şeydir. Ve eğer
bunun için bir müreccih veya sebep gerekiyorsa, o kimdir? Cebirciler veya cebir
görüşünü savunanlar diyorlar ki, müreccih, insanın elinde
olmayan neden, etken ve sonuçlardır. Bunlar ister kendisine Tanrı,
illet-ül alil, müsebbib-ül esbâb, doğa yasası veya başka bir
şey denilen üstün bir güçtür. Kaderciler veya kadere inananlar bunun
insanın kendi iradesi olduğunu savunurlar. Cebircilerin
inanışına göre hayır ve şerrin mercii veya
kaynağı Allah'ın zâtıdır; insanlar salt madde veya
nebat gibidir ve insanın hiçbir sorumluğu yoktur. Kadercilere bakarsak,
insan iradesinin Allah'ın yaratma ve ibda dairesinin
dışında yaratılmamış veya gayri mahlûk başka
bir şey olduğuna inanmamız gerektir. Zira, insanın
iradesinin yaratıcısı Allah değilse, insan da onun
yaratıcısı değildir; şöyle ki, insanın
kendisi .Allah'ın mahlûku ve eseridir ve dolayısıyla bir
mahlûkun iradesinin gayri mahlûk olması gerekir ki, bu kabul edilmez bir
husustur.
2)
Akılcı
kanıtlar
gösteriyor kî, evrenin
yaratıcısının "alîm" (bilgili) ve
"mürîd" (irade sahibi) olması şarttır. Zira, bir
yaratıcı veya sanatkâr yapmak ve yaratmak istediği şeyi
bilmiyorsa veya onunla ilgili bir tasan yapamıyorsa, bir yaratıcı
veya sanatkâr değildir. Bu kurala göre şunu kabul etmemiz
gerekiyor ki, evrende olup bitenleri Allah önceden biliyordu ve buna
niyetlenmişti. Şimdi eğer Allah falanca şahsın falan
saatte veya zaman diliminde falanca fiili işleyeceğini biliyorsa, o
fiilin o şahıs tarafından o zaman işlenmesi r şarttır. Çünkü böyle
olmazsa, Allah'ın bilgisinin doğru olmadığını
kabul etmek lazım gelir ki, bu zor bir şeydir. Aynı şekilde
Allah'ın iradesi belli bir zamanda belli bir kişi tarafından
belli bir fiilin işlenmesi yönünde ise bu irade gerçekleşmelidir.
Aksi takdirde İlahi iradenin batıl olması gerekir. Bu istidlalden hareketle
cebirciler şu sonucu
çıkarır: Vacib-ül vücud olmayan ihtiyarî fiil, hiçbir
şeyde mütehakkık değildir; geriye kalan muhtarların hepsi
muhtar gibi görünen muztar (çaresiz) dır. Kaderciler ise buna
şöyle itirazda bulunuyor: Yani buna göre Allah'ın
hayır ve şerrin faili olması gerekir. İnsanın tüm
kötülüklerinin sorumluluğu Allah'a aittir ve bu açıdan insan,
maddeler ve bitkiler arasında herhangi bir fark yoktur.
Ancak bu itiraz ne kadar ciddiyse,
cebircilerin İlahi bilgi ve irade hakkında sundukları delil ve
kanıt da ciddidir. Ve gerçek şu ki, Allah ile insanın
yetkilerinin dengeli bir biçimde kullanılması ve Allah'ın bilgi
ve irade sahibi olması bakımından nedenler ve gereklerden
insanın özgürlüğünün korunması çok zordur. Kadercilerin bu
görüşten kurtulmak için benimsedikleri yolların çoğu,
cebircilere yönelttikleri suçlamalar ve eleştirilerin daha
ağırına layıktır. Örneğin,
bazıları Allah'ın bilgi ve irade sahibi olmasını bile
inkâr etmektedir. Bazıları ise İlahi bilgi ve iradeyi teslim
etmelerine rağmen Allah'ın sadece genel şeyleri bildiğini,
ayrıntıları bilmediğini ileri sürerler.
Bazılarına göre Yüce Allah insana bahşettiği güç ve
yeteneklerden sadece iyiliği kastediyordu ve bunların kötü
biçimde kullanılacağını bilmiyordu. Ancak bunlar öylesine
zayıf fikir ve delilerdir ki, bir yana bırakılması için
fazla düşünmemize gerek yoktur. Kaderciler tarafından Cebircilere
cevap olarak sunulan belki de en büyük delil şudur: Allah'ın
önceden bilgi sahibi olması ile insanın özgürlüğü arasında
görünüşte ne kadar büyük fark ve çelişki görülürse
görülsün, gelecekte herhangi bir olay hakkında bilgi sahibi olmak, bu
bilginin o olayın meydana geliş nedeni olmasını
gerektirmez, örneğin, eğer biz hava tahmininde bulunuyoruz,
falan saatte falan yerde yağmur yağacağını
belirtiyoruz ve bu tahminimiz doğru çıkınca bilgimizin
yağmurun nedeni olarak kabul ediyoruz. Ne var ki, bu delil
görüldüğü kadar sağlam değildir. Çünkü bir şey
hakkındaki kesin bilgi ile tahmin ve kıyas iki ayrı şeydir.
Tahmin ve kıyasın doğruluğunun, tahmin ve kıyas
edilen olay veya şey ile herhangi bir İlgisi yoktur. Oysa, gerçek
kesin ilim ile malûm arasındaki etki-tepki ve neden-sonuç
ilişkilerini inkâr etmek mümkün değildir.
Bu ilkesel görüşlerin
dışında metafizikle ilgili cebriyet ve kaderiye ile ilgili
olarak sunulan bazı birtakım kısmi görüşler de
vardır, ama bu her ikisinin zorluk ve engelleri aynı değildir.
Hiç şüphe yok ki, cebriye insanın irade özgürlüğünü yok
sayarak nefsimizde birincil ve vicdanî olarak bulduğumuz Şeyi inkâr
etmiştir. Ancak kaderiyenin benimsediği görüş bundan daha
da kötüdür. Çünkü bu bir yandan, Allah'tan ^m, irade ve kudret gibi
kâmil sıfatları gasbedip insana devreder ve diğer yandan, Allah
yahut illet-ül alil ya da evrenin tımarının
varlığını hepten inkâr eder ve bu iki durumda da, az"
öyle imkânsızlıklar meydana gelir ki, bunların
gerçekleşmesi felsefe ve mantık kanununda evveliyat ve
vicdaniyâtı inkâr etmekten daha kötü hatta en kötüdür. Bundan
dolayıdır ki, metafizikte kaderiye ayağını basacak
sağlam bir temel bulamamıştır ve dinsizlerin küçük bir
zümresinin dışında filozof ve düşünürlerin büyük bir
bölümü cebriyeci olmuştur. Aneximander Platon (Eflatun) ve
Stoacıların çoğu cebriye mezhebine bağlıydı,
islâm felsefecilerinin çoğu da bu mezhebi desteklemiştir. Nitekim,
en büyük Müslüman filozof, İbn Sina "Ta'likât'iş-ifa"
adlı eserinde şöyle demiştir:
"Genellikle, muhtar (özgür)dan,
bil-kuvve muhtar (güçlü ve Özgür) kastedilir ve bil-kuvve muhtar, müreccih
ister kendi kişiliği ister başkası olsun, yetkilerini
kuvveden fiile geçirecek bir müreccihe muhtaç olur. Bu nedenle, bizlerden
muhtar olan biri aslında muztar (çaresiz, güçsüz) biridir."
Aynı şey Avrupalı
filozoflar için de geçerlidir. Pomponaz-ze Tanrının hayır ve
şerrin faili olduğuna karar verir ve akim tamamen cebirden yana
olduğunu ifade eder. Hobbes diyor ki, insan kendi doğası ve
doğal gereksinimleri bakımından mecbur ve çaresizdir. Nefis ile
beden yahut ruh ile maddenin ayırımından yana olan
Descartes, maddeci dünyada sadece cebir
yasasının geçerli olduğunu belirtmektedir. Ona göre
başta insan olmak üzere tüm evren bir makina gibi
çalışmaktadır. Bununla birlikte nefiste mükemmel özgürlük
gücünü saptamasına rağmen benimsediği görüşün
mantıksal sonucu da cebirdir. Nitekim, Descartes'çı veya Kartezyen
ekolünün diğer öncüleri ki, bunların en
tanınmışı Malebran-che'dir, nefsin her niyetiyle
Tanrının insanın bedenini hareketlendirdiğini ve bedenin
her hareketi veya gelişmesiyle nefiste bilinç ve duyarlılık
yarattığını kaydetmektedir. Madde ve ruh yahut imtidâd ve
fikir arasında tanrısal bağlantı şarttır. Zira
bir bağlantı veya aracı olmaksızın bu iki müstakil ve
kalıcı cevher arasında teamül (geçiş, bağlantı)
düşünülemez. Demek ki, Tanrı tüm iradelerin ve hareketlerin gerçek
failidir. Spinoza'ya göre insan kendisinde ne kadar faaliyet veya
hareketlilik hissederse etsin, aslında fail değil, münfail
(pa-sif)dir. Dolayısıyla, tamamiyle yetkisiz ve güçsüzdür. Ona
göre bu cebriye bir filozof için huzur ve mutluluğun kaynağıdır.
Leibnitz ise bireylerin kendi başlarına özgür olduğuna
inanmaktadır, ama bu bireyler arasında önceden kurulmuş
uyumun Allah tarafından yaratıldığım
söylemektedir. Bu nedenle, o da cebre rücu etmektedir. Hatta cebriyetine
"halis veya salt ceberiyet" diyebiliriz. Locke ise irade
özgürlüğünü anlamsız olarak nitelendirmekte ve Descarte'm
felsefesinde varolan kaderciliğin yanlış olduğunu
belirtmektedir. Açıkça cebriyeyi kabul etmemesine rağmen "biz
bir şeye niyetlenme veya niyetlenmemek konusunda özgür değiliz,
niyet veya irade nefisle belirlenir ve nefis te mutluluk duyar" dediği
zaman bu felsefe dönüp dolaşıp kaderiyeden cebriyeye
ulaşıverir. Schopenhaure ise iradenin insanlardan maddelere kadar
her şeyde varolduğunu ifade etmektedir, ama bu irade, özgürlüğü üzerinde kaderiyetin
bina edildiği irade değildir.
Hiç şüphe yok ki, Kant, Fischte ve
Hegel gibi önde gelen filozoflar kaderciliğe olan eğilimlerini
göstermişlerdir. Socrates iradenin özgürlüğünü
savunmuştur. Platon, insanın seçme yetkisini kullanmasını
benimsemiştir. Aristo ise ihtiyarî ve ıztırâri fiiller
arasında ayırım yaparak insanın bir dereceye kadar
özgür ve bir nebze de mecbur olduğunu ifade etmiştir. Bir
başka düşünür, Chrysippus cebriyet ve ahlâki sorumluluk
arasında bir denge kurmaya çalışmıştır. İslamî
düşünürlerin bir bölümü ise "la cebir ve la tafvid ve lakin emr
beyn'un amreyn" yolunu benimsemiş, ama bunu nazarî hikmet uğruna
değil, pratik bir görüş olarak yapmışlardır.
Yoksa salt metafizik görüşe gelince, buna göre cebriyenin
kefesi, kaderiyeye göre daha aşağıdadır. Ve filozoflar
arasındaki görüş ayrılığı cebriye ile
kaderiye arasındaki görüş ayrılığından çok
salt cebriye ve orta cebriye arasındaki görüş
ayrılığına dönüktür. [6][6]
Ancak bu bahiste cebriye kefesinin
kaderiyenin kin den daha daha ağır olması demek felsefenin bu
sorunu çözümlemiş ve bunu cebir lehine sonuçlandırmış
olması demek değildir. Hayır, bu sadece şunu
göstermektedir: İnsan bu muazzam kainatı ve akıllara durgunluk
veren düzeni tıkır tıkır işleten
varlığın özelliklerini yakından izleyince
öylesine dehşete kapılır, beyni ve yüreği öyle
bir duyguyla dolar ki, kendi gözünde kendi varlığı tamamen
değersiz ve önemsiz hale gelir. Onun şaşkın aklı
kendisine diyor ki, kudreti bu sınırsız evreni kuşatan,
iradesi böylesine muhteşem saltanat üzerine hüküm süren, bilgisi bu
varlık düzeninin en ufak parçasından en büyüğüne kadar her
şeyi ezelden ebede kadar kuşatan tutan varlığa
karşı senin varlığın ufak, küçücük, çaresiz,
zavallı, güçsüz ve mecburdur, senin gücün, bilgin ve iradenin hiçbir
değeri ve önemi yoktur.
Şimdi bunun ötesinde biri
felsefenin kaza ve kader meselesini
anladığını sanıyorsa, büyük bir yanılgı içindedir. Kaza
ve kader sorunu aslında Rabb'ül âlemin'in görkemli
imparatorluğunun anayasasının ne olduğu sorunudur. Yüce
Allah'ın ilmi ve bilgileri, kudreti ve güçleri, Allah'ın iradesi ve
muratları arasında ne gibi bir ilişki olduğu sorunudur.
İlâhi emrin ne anlam taşıdığı meselesidir. Bunun,
O'nun mahlûklarına nasıl uygulandığı sorunudur.
Mahlûklarının çeşitli sınıf ve kategorilerinde
emirlerinin hangi ilke ve kurallara göre uygulanma sorusudur. Ve evrenin
tüm varlık ve nesnelerinin ne şekilde ve nasıl Ona
bağlı olduğu meselesidir. Şimdi eğer bir kişi
kalkıp bu sorunları çözümlediğini iddia ediyorsa,
başka bir deyişle, onun Tanrıyı çok iyi
tanıdığı ve tanrılığını çok iyi
bildiğini ve kavradığını iddia ettiğini
söyleyebiliriz. Aslında, bu
kaderciler ile cebircilerin birbirlerine
yönelttikleri eleştiri ve suçlamalardan
daha ağır bir eleştiri ve suçlamayı haketmektedir ve daha
vahim bir şeydir. Ve eğer bu bir iddia değil, sadece kendi
tahmin, kıyas ve istidlallerine dayanarak böyle bir görüş
ileri sürüyorsa, cebir ve kaderle ilgili olarak kesin hüküm vermesini mümkün
kılan sağlam ve güvenilir bilgi ve inancın noktasına
nasıl varabilir? [7][7]
Fizikte bu mesele, tüm evrende olduğu
gibi insanın fiillerinin de nedenler silsilesine bağlı
olduğu ve yaptığı her şeyin bir veya birkaç nedeni ve
etkeni olduğu açısından ele alınır. Eğer bir
fiilin meydana gelmesi için gereken nedenler ve ortam oluşmazsa, o fiilin
gerçekleşmesi mümkün değildir; nedenler ve ortam oluşursa, onun
gerçekleşmesi gereklidir. Bu her iki durumda insan tamamen mecbur ve
çaresizdir. Bu açıdan fizik veya doğa her zaman cebre meyilli
olmuştur. Nitekim eski fizikçiler arasında müstesna bir mevkiye sahip
olan maddecilerin babası Democritus bundan 2500 yıl önce
açıkça evrenin tüm eşyasının doğa kanununa
bağlı olduğunu ve bunun dışına çıkamayacaklarını
ifade etmişti.
Buna rağmen, doğacılar
nefis ile madde arasındaki cevher farkını inkâr ettikleri ve
nefis güçlerini maddeler âleminden şu veya bu şekilde ayrı
saydıkları sürece fizik veya doğa biliminde kadercilik için bir
yer bulunabilirdi. Ancak 18. yüzyılın başında oluşan
fizik bilimindeki baş döndürücü gelişme ve fen ile bilimin
diğer dallarında ki araştırma, inceleme ve keşifler
yeni kapılar açılmaya başlayınca nefis ve ruh tüm
güçleriyle beraber maddi oluşum ve maddenin kimyasal karışımlarının
sonuçlan olarak görülmeye başlandı ve insan nefislı ve
manevi varlık yerine salt bir mekanik varlığa dönüştü.
Böylece, kadercilik fizik sınırlarının tamamen
dışına Çıkarıldı ve fen bütün
ağırlığını cebrin kefesine koydu.
Biyoloji ve fizyolojinin yeni
araştırmaları ki bunlar sayesinde nefis ilmi artık bu iki
bilimin bir dalı haline gelmiştir. beynin biçimi, yapısı,
çekirdeği ve sinir sisteminin durumunun insanın
doğasını şekillendirdiğine hüküm edilmektedir. Beyin
veya zihnin kötü olması insanın doğasını ve
ruhsal yapısını bozar ve bununla kötü eğilimler ve
hareketler meydana gelir. İyi oluşu, insanın
tabiatını iyileştirir ve daha sonra iyi eğilimler ve iyi
amellerin meydana gelmesini sağlar. Gayet tabii ki, beynin çekirdeği
ve sinir sisteminin yapısında insanın özgür iradesinin
herhangi bir rolü yoktur. Dolayısıyla, bu maddi görüşü
kabul ettikten sonra, insanın doğasında özgürlük diye bir
şeyin olmadığını da teslim etmemiz gerekir. Buna
göre nasıl ki, demirden yapılmış bir makine belli
bazı metot ve kurallara göre çalışır, insan da
doğanın muazzam bir yasasına göre yaşamakta ve
faaliyet göstermektedir. Ahlâk ve fazilet dilinde iyilik ve güzel
karakter olarak tanımladığımız şeyler fen
sözlüğünde salt düzgün bedensel yapı ve iyi sinir sisteminin
unsurları demektir. Ahlâk ve etiğin kötülük ve
ahlâksızlık olarak nitelendirdiği şeyler bilim dilinde
beyin yapısı ve sinir sisteminin bozuk oluşu olarak kabul
edilmektedir. Bu açıdan iyilik ve sağlık, kötülük ve
hastalık arasında bir fark kalmaz. Nasıl ki, bir kişi kendi
iyiliği ve sağlığı için övgüye ve
hastalığı için kınamaya layık değilse,
kötülüğü, ahlâksızlığı veya dürüstlüğü ve
fazileti bakımından da övgüye veya kınamaya layık
olmamalıdır.
Bunun yanısıra, cebirciliği
teyid eden başka önemli bir kanun da kalıtım
yasasıdır. Bunun temelini Darvvin ve Rus-sel Wa!lace ile takipçileri
atmıştır. Buna göre herkesin doğası ve
kişiliği ile karakteri dünyanın kuruluşundan beri kuşaktan
kuşağa geçen bir kalıba girer ve bu kalıtsal kalıp
doğa ve karakteri hangi şekle sokarsa, onu değiştirmeye
hiçbir insanın gücü yetmez. Bu bakımdan eğer bugün bir kişi
herhangi kötü bir iş yapıyorsa, o aslında, onun
atasının 100 yıl önce attığı tohumun bir
meyvesidir ve atasmdaki bu kötülük te eski nesillerden ileri gelmektedir.
Bu meyvenin oluşması veya oluşmamasında ilgili kişinin
irade veya yetkisinin hiçbir rolü yoktur. Bunun oluşması veya
oluşmaması, tıpkı bir mango ağacının
ekşi bir mango çekirdeğinden çıkarak ekşi meyve vermeye
mecbur olması gibidir.
Tarih teorisi de cebri
doğrulamaktadır. Buna göre dış etkenlerin etkileri
genellikle, o ortamın içinde bulunan tüm bir insan toplumunun
doğası ve karekterini etkilemektedir. Ve bu nedenle, belli bir
nedenler topluluğu altında yaşayan bir ulusun özellikleri,
başka bir nedenler topluluğu altında kalan bir ulusunkilerden
farklı olur. Meseleye daha derin bir şekilde
baktığımızda bu iki ulusun mizaç ve karakterleri arasındaki
farkın kaynağının, onların İçinde
yaşadıkları farklı dış etken ve ortamın
olduğunu anlayabiliriz. Aynı şekilde, eğer dış
etkenlerin ışığında bir milletin özelliklerini
anladığımız zaman onun hangi durumlarda nasıl
davranacağını sağlıklı bir biçimde tahmin
edebiliriz. Bir bireyin kişisel irade ve yetkisi için bu kapsamlı
yasanın belirlediği yoldan ayrılma imkânı yoktur.
Bireylerin kişisel özgürlüğünün kabul edilmesi halinde,
yüzyıllardan beri bir milletin hareket ve karakterlerinde görülen
özellikler müthiş bir şekilde benzerlik arzetmesi için ortada
herhangi bir neden veya gerekçe kalmaz. Çünkü bir milletin tüm
fertlerinin sözbirliği ederek kendi iradeleriyle aynı
şekilde hareket etmeye karar verdikleri hiçbir şekilde tasavvur
edilemez.
İstatistik bilimi de deneysel
temellere dayanarak cebri savunmuştur. Büyük yerleşim merkezleri ile
ilgili olarak değişik şartlar ve ortamlarda elde edilen veriler
ve rakamlar, o Şart ve ortamların oluşmasına neden olan
dış etkenlerin âğında incelendiğinde her toplulukta
bazı özel nedenlerin etkisiyle belli bazı durumların ortaya
çıktığı ve bu durum-srda çok sayıda insanların
hareket ve davranış biçimlerinin ""birlerine benzediği görülmüştür. Bu
gibi deneyimlerle istitâstik ve
tipografi o kadar ilerlemiştir ki, bu bilimlerin bir uzmanı büyük bir
yerleşim merkezi veya insan topluluğunun falanca durumlarda falanca
hareketlerde bulunabileceğini gerçeğe çok yakın bir tahminde ve
kehanette bulunabilir. Böyle bir uzman bir yıl içinde Londra
şehrinde kaç kişinin intihar edebileceği ve örneğin,
Chicago'da kaç tane hırsızlık olayının meydana
gelebileceğini tahmin edebilir. Eğer bir ülkede başka bir ülkeye
oranla cinayet sayısı fazla ise, bu cinayetlerin hangi maddi,
ekonomik ve sosyal nedenlere dayandığı çok
sağlıklı bir biçimde ortaya konabilir. Bir ülke veya büyük bir
yerleşim merkezinde yıllar yılı ölüm, doğum,
suçlar ve diğer olaylar ortalama nasıl meydana geliyor ve toplumsal
duruma paralel olarak bu olaylarla ilgili istatistikler sürekli olarak iniyor
veya yükseliyorsa, bunun açıklaması, dış etkenlerin
insanların büyük yerleşim alanlarına, bireylerin iradelerinin
başka bir biçimde hareket etmeyecek şekilde müthiş bir güç ve
şiddetle etkili olduğundan başka bir şey olamaz. [8][8]
Bu kısa bahis gösteriyor ki,
insanın üzerinde kendi büyüklüğü ve üstünlüğünü bina
ettiği fen ve bilim, onun tüm hayal gücünü kullanarak inceleme,
araştırma ve keşifler sonucunda oluşturduğu sermaye
ve iftihar vesilesini bir kalemde ortadan kaldınveriyor ve insan kendi
bilgi ve araştırmalarına dayanarak kendisinin, maddeler,
bitkiler ve cansız makineler gibi çaresiz ve yetkisiz bir varlık
olarak kabul edi-veriyor. Ancak bu kabul ve itiraf, bilimin kaza ve kader meselesini
gerçekten hallettiğini kesinlikle göstermez. Aksine, bu bilimin bizim
vicdanen kendi içimizde hissettiğimiz yetki gücü ve irade
özgürlüğüyle ilgili tatmin edici bir açıklama getirmediğini
gösterir. Oysa biz gece gündüz yetki gücü ve irade özgürlüğünün
belirtilerini görür ve buna göre ihtiyarî ve gayri ihtiyari
fiillerimiz arasında ayırım yapabiliyoruz. Sa-j dece bu
değil, varlığına insanın özgür ve egemen bir
irade J sahibi, oluşu bağlı olan nefsin bile bilimsel
araştırmaların | ötesinde bir şey olduğu
kanıtlanmıştır ve hiçbir bilimsel | araştırma
metodu, bugüne kadar, insanın maddi varlığında J herhangi
bir maddi karışım veya kimyasal bir formül ile ilgisi olmayan belirti, fiil ve özellikler
yaratan şeyin ne olduğunu ortaya koyamamıştır.
Her ne olursa olsun, eğer bir
fizikçi, insanın karakterinde sinir sistemi ve beyin çekirdeğinin
yapısının önemli bir rol oynadığını
ileri sürüyorsa, bunu kabul edebiliriz. Ancak bedensel özelliklerinin,
ruhsal özelliklerinin tek illet veya sebepleri olduğu yolundaki
iddiası kabul edilemez. Aynı şekilde evrim kuramının
bir savunucusu, insanın kendi özelliklerinin çoğunun irsî veya
kalıtsal olarak miras aldığını söylüyorsa, bunu
kabul etmekte hiçbir sakınca yoktur. Ancak, insanın her şeyinin
kalıtsal ve kendisine ait hiçbir şeyin olmadığını
ileri sürüyorsa, biz diğer gerçekleri gözümüzün önünde
bulundurarak bunu kabul edemeyiz. Aynı şekilde tarihe ve
istatistiğe dayanarak ortaya atılan görüşün ancak insan
kişiliğini büyük çapta, uluslar ile toplulukları geniş
Çapta etkileyen dış etkenlerin mecbur
kıldığı kadar sağlıklı olduğunu
söyleyebiliriz. Bununla toplumsal durumların
iniş-çıkışlarında fertlerin kişisel iradelerinin
hiçbir özgürlüğe sanıp olmadığı ve toplumsal
yaşam mekanizmasında insanla-nn salt cansız birer parça gibi
hareket ettiklerine ilişkin iddia ise ispatlanamaz.
bilimleri ve takipçileri aslında
meseles'ni halletmemişlerdir. Ama ortaya oydukları, incelemeler,
gözlemler ve deneyimler hayatımız-cĞ rm sınırlanmn ne
kadar geniş olduğunu göstermiştir. [9][9]
Salt etik veya ahlâk
sınırlarının içinde insanın mecbur veya yetkili
olduğuna İlişkin sorun, dış koşulların
altında iç gerçeğin ne olduğu şeklinde ele alınmaz,
aksine, burada insanın kişiliği ve karekterine ilişkin
hükmün ve iyi veya kötü davranışına göre övülme
veya kınanma istihkakı ve iyi veya kötü amellerine göre ödül
veya ceza verme kararının neye dayandığı
görüşü üzerinde durulur. İlk bakışta burada kadercilerin
üstün olduğu, cebircilerin ise yenilgiye mahkum olduğu gibi
görünür. Zira insanın tamamen çaresiz olduğu ve
yaptıklarında irade ve yetkisinin hiçbir rolü olmadığı
kabui edilirse, onun sorumluluk kavramı tamamıyla ortadan kalkar,
iyilik ile kötülük anlamını yitirir, dürüstlük ve
ahlâksızlık anlamsizlaşır. Ne en dürüst kişi
övgüye layık olur ne de, en ahlâksız ve günahkâr kişiye
lanet yağdınlabilir. Ne insanlığa yönelik en büyük
hayır İşlerlini yapan kişi ödüle layık görülür,
ne de en ağır suç işleyen biri cezalandırılır.
Mahkemelerimiz, yasalarımız, polisimiz, cezaevi erimiz,
okullarımız, ahlâk ve terbiye merkezlerimiz, vaazlarımız,
konuşmalarımız, yazılarımız, kısaca,
insanın irade ve yetki sahibi farzedilerek ıslâhı,
cezalandırılması, ibret ve telkin amacıyla meydana getirdiğimiz
tüm kavram ve kurumlar tamamen gereksiz ve yararsız hale gelir.
Ancak bahis ve tetkik alanında biraz
ilerlediğimizde görürüz ki, burada cebriye ve kaderiye
arasındaki farkla ilgili karar sadece bu noktaya dayanarak verilmez.
Etikte amelin değeri, karekter ve davranış etkenlerine göre
ölçülür ve ka-rekter ile etkenler sözkonusu olur olmaz, insanın
karekterini oluşturan unsurların araştırılması ve
karekter ile davranış biçiminde ortaya çıkan içgüdülerin saptanması
vazgeçilmez hale gelir. Bu noktaya varıldıktan sonra
tartışmanın yönü yine fizik, psikoloji ve metafizik
sorunlarına dönüveriyor.
Cebrin taraftarları insanın
kişilik ve karekterinin iki büyük unsurla oluştuğunu belirtir.
Birincisi doğal yapısı, ki bununla doğar. İkincisi,
dış etkenler ki, bunlardan her an etkilenir ve her an
kalıplarına girer. İlk husus tamamen vehbîdir ve bir
insanın elinde değildir. Bir kişi ana karnından hangi
doğa üzerine doğarsa, o onun kişiliği ve karakterinin mayasını
oluşturur. Kötü bir doğadan iyi amellerin doğması
mümkün değildir, aynı şekilde iyi bir doğadan kötü
amellerin doğması de düşünülemez. Dış etkenlere
gelince ki bunlara gerek doğal gerekse toplumsal etkenler dahildir, onlar
doğanın çekirdeğini veya özünü geliştirir, yetenek ve
eğilimlerine göre de şekillendirir. İyi bir tabiata sahip
olan bir kişi, iyi bir ortamda neredeyse bir evliya oluverir, kötü
huylu bir kişi de kötü ortamda bir şeytan. Aynı
şekilde, kötü bir ortam iyi bir doğanın meziyet ve erdemlerini
azaltır, iyi bir ortam ise kötü bir huyun kötülüklerini.
Doğa ile ortam arasındaki bağlantı, tıpkı bir
tohumun toprak, su, iklim ve çiftçilik veya bahçıvanlığın
türü arasındaki bağ gibidir. Bitki veya ağacın özü
çekirdek veya tohumdur ve bu saydığımız unsurlar onun
yetişmesi ve meyve vermesini olumlu veya olumsuz biçimde etkiler,
insanın durumu da pek farklı değildir. O, bu her w gücün
etkisindedir. Ne kendi doğasını değiştirebilir ne
kendi isteğiyle dış ortamı benimseyebilir ne de
ortamın etkilerin-âen etkilenip etkilenmemesi elindedir.
Kadercilerin aşırı
görüşlü bir grubu bu görüşü hiç kabu etmez. Onlara
göre aslında doğa ve ortamın etkenleri,
insanın karakter ve
davranışını ancak gayri ihtiyarî hareketleri
bakımından etkileyebilmektedir. İnsanın düşünüp
taşınıp, ayırım etme yeteneği ve karar verme
gücü ve iradesiyle yaptığı işlerde ise bu ikisinin hiçbir
rolü yoktur, hatta bunlar ilaili kişinin kendi seçim ve yetkisinin
sonuçlandır. Bu bazı kimselerin benimsediği tamamen kaderci
görüştür. Ne var ki, bu görüşü kabul etmek çok zordur.
Çünkü bir insanın ihtiyarî fiillerinin temelini oluşturan
bilinç, akıl, sezgi, anlayış, seçim yeteneği ve karar gücü
zaten vehbî (Allah vergisi)dir. İnsan ne kendi yeteneği ve gayretiyle
bunları elde edebilir, ne bunlarda zerre kadar bir değişiklik
yapabilir. O halde, bu güçlerin etkisiyle kendi davranışları
için hangi yolu seçerse seçsin, onu özgürce seçtiğini nasıl
söyleyebiliriz?
Ilımlı kadercilerin
görüşü ise bu hususta şöyledir: şüphesiz,
insanın kişiliği ve karakterinde asıl doğası ve
dış etkenlerin rolü çok büyüktür. İnsan iyi ve kötü
eğilimler ve iyilik ile kötülükle ilgili yeteneklerle doğar,
doğal ve toplumsal ortamın kalıbına girip, karakteri belli
bir biçim alır. Ancak bu ikisinin yanı sıra, karakterini
etkileyen üçüncü bir şey de vardır ki, o da insanın mukadder
olmayan yetkisi ve özgürlüğüdür. Biz bir insanın iyi veya
kötü oluşuyla ilgili hükmümüzü, doğası veya
yetiştiği ve yaşadığı ortam ve koşullara
göre değil, bu mukadder olmayan yeteneği ve
özgürlüğüne göre veririz, ilk iki şeye
bakılırsa, insan çaresizdir ve kişiliğinin hangi yan ve
bölümleri bunların etkisinde ise onlar ahlâkî açıdan tamamen
değersizdir. Aslında, ahlâkî değer ve insanın iyi veya
kötü oluşuyla ilgili değerlendirmeler ancak üçüncü şey
yanı mukadder olmayan yeteneğine göre yapılır.
Bir görüş veya kuram olarak bu
gayet tutarlı bir şeydir. e var ki, bu hususta önemli bir
güçlükle karşı karşıyayız. ınsanın
karakterindeki asıl huy, dış ortam ve mukad-er olmayan yetki
bölümlerini ayıracak ve kendi ahlâki emir e kurailanmizı
yalnız üçüncü bölümle sınırlandıracak bir ölçümüz
yoktur. Eğer ahlâkî değer sadece bu bölüm veya unsurun
miktarına bağlıysa, bizim için bir kişi hakkında iyi
veya kötü yargısına varmamız kesinlikle
imkânsızdır. Herhangi bir âletle ölçerek, herhangi bir
tartıyla tartarak veya herhangi bir analiz yöntemiyle dürüst ve temiz
bir kişinin ne kadar kendi mukadder olmayan ihtiyariyle iyi olduğunu
belirleyemeyiz. Aynı şekilde, kötü bir kişinin mecburen ne
kadar kötü ve iradesi ve yetkisiyle ne kadar kötü olduğunu bilemeyiz.
Yani, bu kaderiye görüşünü kabul etmemizden sonra bizim için tüm
ahlâkî kurallar geçersiz olur ve sadece geçersiz olmaz; bununla beraber,
aynı zamanda tüm ceza kanunlarımızı iptal etmemiz,
mahkemelerimizi ortadan kaldırmamız ve cezaevlerine kilit
vurmamız gerekir, çünkü yakaladığımız suçlular ve
hakîmlerimizin haklarında çeşitli cezalar verdiği hükümlüler ve
hapse attığımız mahkumlarla ilgili hiçbir hakimimiz,
işledikleri suçlarda gayri mukader ihtiyarlarının ne kadar rol
oynadığını bilmez ve bu esas şey bilinmedikten sonra
ceza türü ve miktarının suçlunun ihtiyar veya yetki miktarıyla
eşit olması hiçbir şekilde mümkün değildir.
Bu aşamada kaderiye bilinmeyen bir
diyara ve kapkaranlık bir alana girer. Burada kaderiyet ne kadar
uğraşırsa uğraşsın ve ne kadar dikkat ederse
etsin, dikenli ve engebeli yolda her an ve her adımda yuvarlanmaya, bir
şeye çarpmaya mahkumdur. Nihayet geri dönüp cebriyeye der ki:
"Eğer benim görüşüm ahlâk kurallarını hiçe
sayıyor, yargı düzenini geçersiz kılıyorsa, senin
görüşün aynı, hatta daha kötü sonuçlar veriyor. Senin
kuramına göre insan yaptıklarının hiçbirinden sorumlu
sayılmıyor. O halde, iyi ve kötü ayırımı niye? Kimi
övecek veya kınayacaksın? Ceza veya ödül kararı niçin?
Sorumlu olmayan bir kişinin iyi veya kötü olmasıyla ilgili
hüküm ancak bir kişinin hasta veya sağlıklı olmasına
hüküm verilmesi gibidir. Eğer bir kişi hasta olması veya
ateşi çıkması nedeniyle cezalandırılmiyorsa, bir
kişi hırsızlık yaptı diye niçin
cezalandırılsın?"
Bu sorunun tutarlı bir cevabı
cebriyede de yoktur. En çok şunu söyleyebilir: "Dünyada her fiil
ve hareket bazı doğal sonuçlar verir. Nasıl ki,
hastalığın doğal sonucu ağrı ve sancıdır
ve sağlığınla rahat ve huzur, nasıl ki,
dürüstlüğün doğal sonucu övgü ve ödüldür ve
kötülüğünki kınama ve ceza, nasıl ki, elin ateşe
sokulmasının doğal sonucu yanma-sıdır, bir
kişinin sorumluluğu kendisine ait olsun veya olmasın, suçu
nedeniyle bir şekilde cezalandırılması gereklidir."
Ama ancak bu cevap bizim İnsanı
akıl ve ruh sahibi bir varlık değil sadece maddi bir varlık
olarak kabul etmemiz ve insanda akıl, nefis, ruh diye bir şeyin
bulunmadığı, sadece kendi kural ve yasalarına
bağlı olan doğanın varolduğu ve insanın
tıpkı bir ağaç, bir nehir, bir dağ veya başka bir
nesne gibi onun etkisinde olduğunu teslim etmemiz halinde doğru
olabilir. Ne var ki, insan yaşamının belirtileriyle ilgili bu mekanik
yorum ve değerlendirme hiçbir şekilde kabul edilemez. Burada
anlatılmak İçin yeri olmayan delilleri çok zayıftır. Bu
görüşü kabul etmenin ilk sonucu, yasalar, ahlâk, dinler ve inançlar
hepsinin değerlerini yitirmeleri ve geçersiz olmaları ve bizzat
insanın, insan olarak diğer varlıklar ve nesnelere karşı
akıl ve ruh gibi onurlu üstünlüğünü kaybederek onlardan biri haline
gelmesidir. [10][10]
Bütün bu bahsi özetleyecek olursak,
etik veya ahlâk bilimi cebriye ve kaderiye ile ilgili olarak bir hüküm
vermekte başarısız kalmıştır. Salt ahlâkî delil
ve gözlemlerle insanın kişiliği ve karekteri konusunda
cebirci görüşün mü yoksa kaderci görüşün mü doğru
olduğunu söylemek mümkün değildir. Yani, insanın kendi
söz ve hareketleri bakımından sorumlu ve yetkili
sayılması lehine ne kadar delil varsa, hemen hemen aynı deliller
onun tamamen sorumsuz ve çaresiz sayılması lehinedir. [11][11]
Şimdi bu meselenin sadece sonuncu
yönü, yani tanrı-bilimsel görüşü kalmıştır.
Tannbilim veya ilahiyatta bu mesele aşağı yukarı felsefede
yer aldığı gibi yer alır. Ancak burada daha çok zorluk ve
engeller vardir. Felsefenin gözü sadece metafizik veya
doğaötesindedir ve insanın pratik yaşantısına
bakmaz. Yani, insanın yaşantısıyla doğa bilimi veya
ahlâk bilimi kadar bile ilgili değildir. İlahiyat ise şu veya bu
şekilde gerek fizik ve doğa bilimi gerekse metafizikle ilgilidir ve
öğretileri ikisini de kapsar. Din bir yandan insanı emir ve
nehiyler (yasaklar)den sorumlu tutar ve itaat ile itaatsizlik için ödül ve
ceza yasasını getirmiştir ki bunun için insanın belli bir
ölçüde sorumlu, yetkili ve özgür olması gerekir. Diğer
yandan, başta insan olmak üzere tüm evreni kuşatan ve iyi ve
kötü her varlığı ve nesneyi elinde bulunduran insanüstü
bir varlık veya doğaüstü bir yasa kavramını da ortaya koyar.
Bu bakımdan tannbilim veya ilahiyatta bu mesele, felsefe, fizik ve ahlâk
bilimi her üçünden daha zordur. Çünkü bu üçü, sorunun sadece bir
yönünü ispatlamak ve diğerlerini ona uydurmak ve ona göre
değiştirmek veya çarpıtmak konusunda serbesttir. Din ise bu her
ikisini ispatlamaya ve birbirleriyle çelişir durumda olan bu
görüşlerde orta bir yol seçmeye ve bunun akla uygun olduğunu
göstermeye mecburdur.
Dünyanın diğer dinlerinin bu
düğümü çözmek için ne gibi bir hal çare önerdiklerini anlatmak
için yerim yoktur; çünkü bana yöneltilen soru İslâmiyet'le ilgilidir.
Bahsin az ve öz olması için de açıklamamı sadece bununla
sınırlı tutacağım. [12][12]
Metafizikle ilgili meseleler hakkında
İslâm'ın doğru görüşü şudur: Neyin ne kadar
bilinmesi gerekliyse, Allah ve Resulü bize anlatmıştır. Bundan
fazlasını merak etmek, haklarında bilgi edinmek için elimizde
herhangi bir kaynak bulunmayan, bilinmemelerinin bize herhangi bir zararı
olmayan hususlar ve nesneleri bilmeye çalışmak ve
araştırmak hem gereksiz hem tehlikelidir. Nitekim Kur'an-ı
Kerim'de şöyle buyrulmuştur:
"Ey mü'minler! Size
açıklanması halinde fenanıza gidecek olan şeylerden Resule
sormayın." (El-Maide: ıoi)
"Peygamberin size verdiğini
alın. Sizi, kendisinden neh-yettiği şeyden de
sakının." (Ei-Haşr: 7)
Ve bu nedenle, hadis-İ nebevî'de
sık sık soru sorulması ve saçma sapan konularla
uğraşılmasının hoş olmadığı kaydedilmiştir.
Nitekim bir hadisinde, Resulullah şöyle buyurmuştur:
"Bir kişinin İslâmı
için iyisi gereksiz şeyleri bırakmasıdır."[13][13]
"Takdir" veya kader meselesi de
bu konulardan biridir. Nitekim Hz, Peygamber (a.s.) sık sık bu
meseleyi tartışmaktan sakınilmasını istemiştir.
Bir defasında sahabiler aralarında bu meseleyi konuşuyordu.
Derken Resulullah (a.s.) geldi ve bu tartışmayı dinleyince
yüzünde kızgınlık belirdi. Hemen, "Böyle şeyler
için mi size emrverildi? Bunun için mi ben size gönderildim? Bu gibi
şeyler yüzünden geçmiş milletler helak oldu. Kanımca, siz bu
konuda kavga etmeyin."[14][14] Yani kendisi şöyle demek
istemiştir: Bu, sizin için illâ bir kanıya varılması
gereken şerl bir konu değildir. Yani, bununla ilgili herhangi bir
araştırma yapmaz ve konuşmazsanız, kıyamette bundan
sorumlu tutulmayacaksınız. Bu konuda ağızmızı
açarsanız, ister istemez yanlış yahut doğru bir şey
söyleyeceksiniz. Böylece, tartışmamanız gereken bir
konuda tartışırsanız, başınızı derde
sokarsınız. Sizin anlayacağınız, sizin
konuşmanız size zarar verebilir; oysa, konuşmamanızın
hiçbir zararı yoktur.
Başka bir defasında Hazreti
Peygamber, gece vakti Hz. Ali ile Hz. Fatma (r.a.)nın evine gitti ve
Kendilerine, "Tehec-cüd namazı niye kılmıyorsunuz?"
diye sordu. Hz. Ali, "Ya Resulullah nefislerimiz Allah'ın elindedir;
O ne zaman isterse u-yanırız" diye cevap verdi. Bunu duyar
duymaz oradan ayrıldı ve bacağına elini vurarak dedi ki,
"İnsan (bütün mahlûkların) en kavgacı
(sı)dır."[15][15] Bundan dolayıdır ki, muhaddis
ve fakihlerin büyük bir bölümü "İyi veya kötü kader
Allah'tandır" gibi genel inanç üzerine ittifak etmiş ve bu hususta
fazla araştırma ve inceleme yapan veya cebir ve kader hakkında
kesin hüküm verenleri şiddetle[16][16] kınamıştır. Ne var
ki, Hazreti Peygamber (a.s.) ile geçmişteki din büyüklerimizin
yasaklamalarına rağmen, başka milletlerin felsefe ve fizikle
ilgili sorunlarını inceleyen Müslümanlarda bu konu geniş çapta
tartışılmaya başlandı; öyle ki, bu İslâm'da
kelâm ilminin en önemli konularından biri haline geldi. [17][17]
Müslüman mütekellimin veya
ilahiyatçıları bu konuda kaderci ve cebirci diye iki büyük mezhebe
ayrılmıştır. Bu her iki grubun tüm
tartışmalarını buraya aktarmak mümkün değildir. Bunun
için çok hacimli ayrı bir kitap yazılabilir. Burada ise bu iki
grubun görüşlerinin özetini sunmaya çalışacağım,
[18][18]
Mutezile ve bazı diğer
mezheplerin inancı şudur: Yüce Allah insanı yarattı, ona
filleri üzerine güç ve kudret bahşetti ve iyilik ile kötülük
arasında ayırım yapma yeteneğini verdi. Artık insan
kendi gücüyle ve özgür iradesi doğrultusunda iyi veya kötü
işler yapmaktadır ve yine bu yetkisine göre dünyada övgü
veya kınama, âhirette de sevap veya azaba layık olacaktır. O
Allah tarafından ne küfr ve günaha mecbur edilmiş, ne İman ve
itaate zorlanmıştır. Aksine, Allahü Teala resullerini
gönderir, mushafları indirir, iyi amel işleme emri verir,
kötülükten meneder, doğru ile yanlış, Hak ile Bâtıl
arasındaki kesin farkı belirtir ve insanlara, doğru yolda
yürürseniz kurtulacak, yanlış yolu tercih ederseniz, kötü
sonucunu görürsünüz diye uyarır.
Bu mezhebin ilke ve öğretilerini
ilk önce Vâsıl bin Ata el-Gazzal belirlemişti. El-GazzaFe
göre Allah âdil bir hakimdir. Allah'a şerr veya zulmü maletmek caiz
değildir. Ayrıca, Yüce Allah'ın emir ve nehiyleriyle
donattığı kullarını, kendi irade ve güçlerine
aykırı olarak işler yaptırmaya kalkışması
caiz olmadığı gibi, kendi emriyle işledikleri herhangi
kötü bir şey için onları cezalandırması da caiz
değildir. O halde, kulun kendisi hayır ve şerr failidir.
Kendisi istediği gibi iman ile küfr ve itaat ile ma'siyet (günah) yolunu
seçer ve Allahu Teala ona bütün bunlar için güç ve yetenek vermiştir.
İbrahim bin Sey-yaru'n-Nizam buna, Allah'ın sadece hayr üzerine
yetkisi olduğu, şerr, sıkıntı, eziyet ve
günahların O'nun kudretinin dışında olduğu
savını eklemiştir. Muammer bin İbadu's-Sele-mi ve
Hişam bin Amru'l-Fevzi ise bu kuralı daha şiddetle savunmuş
ve iyi veya kötü kaderin Allah'tan olduğuna inananların kâfir
ve sapık olduğunu ileri sürmüştür. Zira bu inanç, Allah'ın
iyi ve merhametli olma vasfına aykırıdır ve O'nun zâlim ve
câbir olduğunu göstermektedir.
Bundan sonra Câhiz, Hayyat, Ka'bi, Ciyayi,
Kadı Abdül Cebbar v.s. gibi ne kadar büyük mutezile alimi varsa hepsi,
kulların fillerinin yönlendiricisinin Allah'ın değil,
bizzat kulların olduğunu kuvvetli bir biçimde savunmuş,
Allah'ın kullarına istemedikleri şeyleri zorla
yaptırmadığını kaydetmiştir. [19][19]
Mu'tazile kendi inançlarını
doğrulamak için Kur'an-ı Ke-im'in birçok âyetinden deliller sunmaya
çalışmıştır. Örneğin
1) Kulların
fiillerinin kendilerine ait olduğu hususunun vurgulandığı
âyetler
"Allah'a nasıl küfrederseniz ki,
siz ölülerden iken sizi diriltti?" (El-Bakara: 28)
"Elleriyle bir kitap yazıp
sonra "Bu Allah
katmdandır." Diyenlere yazıklar olsun" (El-Bakara: 79)
"Allah bir kavine ihsan ettiği
nimetini, o kavim nefislerinde olanı değiştiirinceye kadar,
değiştirici değildir." (El-En-fal:53)
"Fenalık işlemen onunla
cezalandırılır." (En-hfea: 123)
Herkes kendi kazancına
bağlıdır." (Et-Tûr:2i)
2)
İnsanın kendi amellerine göre ödüi veya cezaya
layık olacağının belirtildiği âyetler
"Bugün herkes
kazandığı ile karşılanacaktır" (El-Gafir:
17)
"Bugün, işlediğiniz
şeylerin karşılığı verilecek." (El-Casiye:
28)
"Yaptıkîannizdan
başkasıyla mı cezalandırılıyor sunuz?."
(Nemi: 90)
3) Şer,
zulüm ve diğer kötü şeylerden Allahü Teâlâ'nin münezzeh
olduğu anlatılan âyetler
"O hangi şeyi yarattıysa,
çok güzel yarattı" (Es-Secde: 7) Ve gayet tabii ki, küfr güzel bir
şey değildir.
"Biz gökleri ve yeri ve
aralanndakiieri ancak hak ile yarattık". (El-Hicr: 85)
Gayet tabii ki, küfr "hak"
olamaz!
"Rabbin kullanna zulmedici
değildir." (Fussilet: 46)
"Allah, âlemlere zulmetmek istemez.1'
(M-i imran: 108)
4) Kafirler ve
günahkârların kötülükleri ve ahlâksızlıkları nedeniyle
kınandığı ve onların, iman ve itaat yolunu
benimsemelerinin Allah tarafından engellenmediği ifade edilen âyetler
"İnsanlara hidayet rehberi Peygamber geldiğinde, onları
iman etmekten meneden şey. "Allah bir insanı mı Peygamber
olarak gönderdi?" demeleridir." (Ei-isra: 94)
"Yarattığım şeye
secde etmekten seni nneneden hedir?"
(Sâd:75)
"O halde o ılara ne oldu ki,
iman etmiyorlar?" (Ei-inşi-kâk:20)
"Siz niçin o İmran: 99)
ilan Allah'ın yolundan
alıkoyuyorsunuz?" (Âli
Eğer gerçekten Allah insanları iman
etmelerinden alı-koysaydı ve onları küfre ve günaha mecbur
etmiş olsaydı, onlara böyle sorular sorulmazdı.
Tıpkı bir kişinin bir kişiyi bir odaya kapatıp,
"oradan niye çıkamıyorsun?" gibi bir soru
soramadığı gibi. Böyle bir durumda Allahu Teala'nm bir
yandan insanları Hak yolundan alıkoyduğu ve diğer yandan,
onlara, "siz Hak yolundan niye döndünüz?" diye sorduğu
düşünülemez.
Allah'ın insanları doğru
yoldan saptırıp kendilerine, "doğru yoldan niye
saptınız?" diye sorduğu düşünülebilir mi? Onları
küfre yöneltip "niye küfrü benimsediniz?" diye sorması
tasavvur edilebilir mi? Onları Hakkın yerine Bâtıla sevkedip,
"siz niye böyle yapıyorsunuz?" diye sorması beklenebilir
mi?
5) İman ve
küfrün insanların iradelerine bağlı olduğunun
açıklandığı âyetJer
"Artık isteyen iman etsin, dileyen
kâfir oIsun."(Ei-Kehf: 29)
"Artık isteyen, Rabbine bir yol
tutar." (Ei-Müzzemmü: 19)
Sadece bu değil, kendi küfr ve
masiyetlerini İlâhi irade ye maledenler de
kınanmıştır,
Örneğin:
"Müşrikler derler ki:
"Eğer Allah istemiş olsaydı, ne biz ve ne de
babalarımız şirk koşardık." (Ei-En'am: 148)
"Kendi davalarını Tagût'a
götürmeye niyet ederler; halbuki, kendilerine onu inkâr etme emri
verilmişti" (B-Nisa:60)
"Müşrikler: "Eğer
Allah dileseydi, ne biz ne de babalarımız Allah'tan
başkasına tapmazdık." {En-Nahh 35)
6) Kulların
iyi amel işlemeye davet edildiği âyetler
"Ve Rabbinize mağfiret için
koşun" (Ai-i İmran:i33)
"Allah'ın davetçisine icabet
edin." (Ei-Ahkâf: 3i)
"Rabbinize dönün"
(Ez-Zümer: 54)
Gayet tabii kullarda güç ve yetenek
olmadıkça, onlar itaate, Rabblerine koşmaya, dönmeye v.b. davet
edilemez. Bir felçliden ve bir kötürümden ayağa kalkıp
koşması istenebilir mi?
7)
Kulların, Allah'ın kendilerine emrettiği fiiller
işlediklerinin beyan edildiği âyetler 'Allah hiçbir zaman
kötülüğü emretmez." (Ei-A'raf: 28)
"Halbuki, onlar ancak Allah'a ibadet
etmeleri ile emroIunmuşlardl." (El-Beyyine: 5)
^■%"O kullannın küfrüne
razı olmaz." (Ez-Zümer: 7)
Ancak Allah'a kulluk etmekle
emrolunmuşlardır." (Be-
8) Insanlann
kendi yaptıklarının cezasını çektiklerine ; dair âyetler
"İnsanların kendi ellerinin
yaptıkları yüzünden karada, ve denizde fesad meydana
çıktı." (Er-Rûm: 4i)
"Başınıza gelen her
musibet, kendi ellerinizin kazandığı yüzündendir."
(Eş-Şûra: 30)
"Şüphesiz, Allah insanlara
hiçbir şeyle zulmetmez. Fakat insanlar kendi nefislerine
zulmederler." (Yunus: 44)
"Biz, halkı zalim olan
memleketlerden başkasını helak edİCİ
değiliz." (El-Kasas: 59)
9) Allah'ın
insanları hidayete veya sapıklığa mecbur etmediği,
aksine insanların kendilerinin bu yollardan birini seçtiğini
gösteren âyetler
"Semûd kavmine gelince: Onlara da,
doğru yolu gösterdik. Onlar kötülüğü hidâyete tercih
ettiler." (Fussilet: 17)
"Artık hidayeti kabul eden kendi
faydası için hidayete ermiştir" (Yunus: 108)
"Dinde zorlama yoktur. İman ile
küfür apaçık meydana çıkmıştır. Tagûtu
tanımayıp Allah'a iman eden öyle sağlam bir ipe
sarılmıştır ki, onda ek yeri ve kopukluk yoktur."
(Ei-Bakara: 256)
10) Peygamberlerin kendi hatalarını kabul edip
kendileri tarafından işlendiği ifade edilen âyetler
Örneğin, Hz. Adem diyor ki:
"Ey Rabbimiz nefislerimize
zulmettik." (El-A'raf: 23) Hz. Yunus diyor ki:
"Seni teşbih ve takdis ederim.
Gerçekten ben haksızlık edenlerden oldum." (Ei-Enbiya: 87)
Hz. Musa diyor ki:
"Ey Rabbim, ben nefsime
zulmettim." (El-Kasas: 16) Hz. Nuh diyor ki:
"Ey Rabbim, bilmediğim şeyi
senden istemekten sana Şlğinirim." (Hûd: 47) [20][20]
Öte yandan, Ceberiye veya Cebirciler,
insan veya diğer canlılar ve nesnelerin ister kendileri veya
sıfatları olsun, hiçbir canlı veya şeyin Allah'ın
iradesi dışında oluşmadığına inanıyor.
İnanışlarına göre evrende her zerrenin hareketi kaza
ve kadere bağlıdır. Vücut ve icatta Allah'tan başka
kimsenin herhangi bir rolü veya etkisi yoktur. Yaradılış ve
ibdâda Allah'ın hiçbir ortağı yoktur. Ancak Allah'ın
dilediği olur, dilemediği olmaz. Hiçbir şey veya canlı
O'nun emri olmadan zerre kadar kıpırdayamaz. Aîlahü Teala'nın
emir ve icraatına iyi veya kötü damgasını vurmak akıl
işi değildir. Mevla ne eylerse güzel eyler. Dünyada olayların
nedenleri olarak tanımladığımız şeyler
aslında görünüşteki nedenlerdir, yoksa gerçekte her şey
Allah'ın iradesi ve emriyle olur ve yer ile göklerdeki tüm olup
bitenlerin asıl faili O'dur.
Bu temel görüş ve
inanıştan bazı zimnî veya cüz'î görüşler de
doğmuştur Örneğin Ceyhem bin Safvan ve Şeyban bin
Mesleme Haricînin görüşü şudur: İnsan kendi fiilleri
açısından tamamen mecbur ve çaresizdir. Ne iradeye ne de yetkiye
sahiptir. Cenab-ı Allah nasıl cansız nesneler, bitkiler ve
diğer eşyayı hareketlendirirse, insanlarında
kıpırdanmalarına neden olur. İnsanların fiil ve
hareketlerinin kendilerine mal edilmesi sadece mecazi anlam
taşımaktadır. Sevap ve gazaba gelince, fiilleri cebren
olduğu için ödül ve cezaları da cebren olmaktadır. Yani,
nasıl cebir ve zorlama ile bir insan iyi veya kötü harekette
bulunuyorsa, cebir ve zorlama ile ödüllendirilmekte veya
cezalandırılmaktadır. Yani, Mu'tezile'-nin halis kaderiyesine
karşı halis cebriye fikridir.
Aralarında Hüseyin En-Neccar,
Beşir bin Gıyas-ül Merisi, Darar bin Amru, Hafsu'l-Ferd, Sbu
Abdullah Muham-med bin Kerrâm, Şuayıb bin Muhammed el-Harici ve
Eba-diyye mezhebinin kurucusu Abdullah bin Ebad vb.nin bulunduğu
başka bir grup ise Allah'ın insanların iyi veya kötü fiil
ve amellerinin yaratıcısı olduğunu kabul ediyor, ancak aynı
zamanda, kulların bir çeşit güç ve iradeye sahip olduğunu ve
bunların, onun hareketlerinde bir rol oynadığına da
inanıyor. Bu role "kesb" adını veriyorlar. Bu kesb nedeniyle
insana emir ve nehy ile ilgili talimat verilmiş ve buna göre o azaba
veya sevaba layık olacaktır.
İmam Ebu'l Hasan el-Eş'ari,
"kesb"i kabul etmiş ve insanın bir hareket kudreti
olduğunu da ispatlamıştır, ancak bunun tersini inkâr
etmiştir. Yani, kendisine göre Allah, kuluna hangi fiil veya
hareketi yaptırmak istiyorsa, o kulun hareket kabiliyetiyle
gerçekleşmiş oluyor, ancak bu kabiliyet, kudret veya güç sadece
İlahî iradenin hayata geçmesinin bir aracıdır; gerçekte ise bu
güç veya yetenek, herhangi bir fiilin meydana gelmesine neden olan bir etkiye
sahip değildir.
Kadı Ebu Bekir Baklânî'nin
görüşü ise bundan biraz farklıdır. Ona göre bir
insanın her hareketinin iki yönü vardır. Bir yönü, iyilik
ve kötülük, hayır ve serden soyutlanan hareketin kendisidir. Bir
başka yönü de itaat ve günah veya isyan ile ilgilidir.
Örneğin, namaz ve oruç. Bu ilk yönü, Yüce Allah'tan
kaynaklanır, çünkü bu O'nun kudretiyle meydana gelir. İkinci
yönü ise kuldan kaynaklanır, çünkü bu yönüyle herhangi bir fiil
onun güç ve yeteneğiyle işlenir ve buna göre ödül veya
cezayı hak edebilir.
üstad Ebu İshak İsfrayini ise bu
görüşe karşı çıkmıştır. Ona göre
fiilin kendisi ve fiilin nitelikleri, yani iyi veya kötü oluşu, ikisi
hem kul hem Allah'ın güç ve yeteneğiyle meydana gelir.
İmam-ül Haremeyn ise bu İki
görüşü de reddetmiştir. Kendisine göre Aîlahü Teala, kulu
hem kudret hem irade ile donatmıştır ve bu kudret ve İrade
ile kul amaç ve hedeflerine ulaşır.
En son olarak cebir görüşünün
ateşli savunucusu İmam Râzi ile karşılaşıyoruz.
Kendisi, kulun güç ve yeteneğini bir Şeyin etkilediğini kabul
etmiyor. "Kesb"i, ism-i bi müsemma olarak kabul ediyor.
Allah'ın, kulların tüm fiillerinin yaratıcısı
olduğunu belirtiyor ve küfr, iman, itaat, isyan, hidayet ve dalalet
hepsinin Allah tarafından kullarda yaratıldığını
açıklıyor. Kendisine göre, Allah'ın birinden küfr
işlemesini isterken onun, mü'min olması mümkün değildir,
aynı şekilde, Allah'ın defterinde "mü'min olarak geçen
birinin kâfir olmasına imkân yoktur. Yahut birinde itaat ve sadakat istemişken
onun asi veya günahkâr olması mümkün değildir, şimdi, bütün
bunların önceden kararlaştırılmış ve
kulların bunların dışına çıkmalarının
kesinlikle söz konusu olmadığı halde emir ve nehylerle
ilgili öğretilerin var oluşunun caiz ve makul herhangi bir
gerekçesinin olup olmadığı sorusuna gelince; İmam Râzi
diyor ki, bu tür öğretilerin gerekçelerinin aranmaması ve
Allah'a işleri için niçin ve neden gibi soruların sorulmaması
gerektiğini ifade ediyor.
Her neyse, Eş'ariler ve aynı
görüşte olanlar ister "kesb"i kabul etsin veya etmesin ve
hareket kudreti üzerindeki etkiye inansın veya inanmasın, ileri
sürdükleri delil ve görüşlerinin mantıksal sonucu, salt
cebirdir. Çünkü eğer Allah, kullarının
yaratıcısıysa ve onların iyi veya kötü işler
yapmaları için iradesini ortaya koymuşsa, bu iki durumdan biri kesinlikle
meydana gelecektir. Yani kullarda İlahi iradeye karşı hareket
etme gücü olacak yada olmayacaktır. Bu durumda kulun kudret ve iradesinin
Allah'ın kudret ve iradesine galip gelmesi gerekmektedir ki bu ittifakla
bâtıl bir görüş ve inançtır. Allah'ın kudreti
karşısında kulun kudretinin etkisiz ve Allah'ın iradesinin
yanında, kulun iradesinin önemsiz ve geçersiz olması. Bundan
sonra "kesb" veya hareket yeteneğinin olup olmaması hiçbir
anlam taşımamaktadır, jşte bu halis cebriye veya
cebirciliktir. Ve gerçekten de, cebriye ile ilgili bahis ve delilleri kabul
eden bir kişi cebirci görüşün sonuna kadar gider; arada veya
ortada bir yerde durması hiç mümkün değildir.[21][21]
Çok ilginçtir, cebriler de kendi
inançları lehine Kur'an-ı Kerim'den deliller sunmaktadır ve bir
değil, iki değil, kaderiyeye karşı cebriyeyi kuvvetle
destekleyen yüzlerce âyeti örnek göstermektedirler:
1) Allahü Teala'nın tüm kuvvet ve kudretlerin
sahibi, her şeye kadir ve her şeyin yaratıcısı
olduğunu kanıtlayan âyetler Bu âyetlerde dünya da hiçbir şeyin
Allah'ın izni olmadan gerçekleşmediği belirtilmiştir:
"Bütün kuvvetin Allah'a ait
olduğunu" (S-Bakara.-165)
"Sihirbazlar, Allah'ın izni
olmaksızın sihir İle kimseye bir zarar veremezler."
(H-Bakara: 102)
"Haberin olsun ki, yaratmak da emir
de O'na mahsustur." (Et-A'raf: 54)
"De ki: "Her şeyi yaratan
Allah'tır. O, birdir. Her şeye galip ve hakimdir." (Er-Ra'd: 16)
"Halbuki, sizi de, yaptığınız
şeyleri de Allah yaratmıştır." (Es-Saffât: 96)
2) Her olay
hakkında Allah'ın kararının önceden verildiği ve
dünyada olup bitenlerin tümünün O'nun emriyle olduğunu gösteren
âyetler
"Hiçbir dişi hamile kalmaz ve
doğurmaz ki, Allah onu bilmesin. Kendisine ömür verilenin
ömrünün artması veyahut eksiltilmesi muhakkak bir kitapta
yazılıdır." (Fatın ıi)
"Kitapta İsrail
oğullarına şu haberi verdik: "Siz, arzda : sad
çıkaracak ve büyüklük taslayıp serkeşlik yapacaksını;
(Ei-İsra: 4)
"İki ordu
karşılaştığı günde size isabet eden şey, /
lah'ın izniyledir." (âi-i imran: 166)
"Size yeryüzünde veya nefislerinizde
herhangi bir mu: bet gelmez ki, ancak biz onu yaratmazdan evvel bir kitap
(levh-i mahfuzda) yazılmış olmasın." (E!-Hadîd: 22)
3) Cenab-i
Allah'ın her şey için bir yazgı belirlediği;
rızıl şeref, haysiyet, servet, rahatlık,
sıkıntı, ölüm ve hays her şeyin bu yazgıya bağlı
olduğu ve bunda herhang bir değişikliğin mümkün olmadığının
ifade edildiği âyetler
"Gerçekten biz her şeyi bir
takdir ile yarat
"Gökleri ve yeri yaratan O'dur.
Size, kendi cinsinizden eşler yarattı....Göklerin ve yerin
anahtarı O'nundur. Dilediğinin rızkını yayar,
(dilediğininkini de) kısar." (Eş-sûra: 11-12)
"Fakat O, istediği miktarı
indirir." <E§-Ş ur a: 27)
Kendilerine bir iyilik dokunsa
"Allah'tan" derler; başlarına bir kötülük gelincede
"Bu senden" derler; "Hepsi Allah'tandır." (En-Nisa:
78)
"Her ümmetin bir eceli vardır.
Ecelleri geldiğinde bir an ne geri bırakabilirler, ne de öne
alınabilirler." (B-Â'raf:
4) Kulların
iradelerinin Allah'ın iradesine tabi olduğu, kulların hiçbir
yetkisi olmadığı, her şeye Allah'ın kadir olduğu
ve insanın kendi tedbirleri ve çabalarıyla Allah'ın
kararlarını değiştiremeyeceğinin
vurgulandığı âyetler "Siz, ancak Allah isterse
dileyebilirsiniz." (Ei-insan: 30)
"Senin elinde bir şey (yetki)
yoktur." (AI-i imram 128)
"Bir şey için: "Bunu ben
yarın yaparım" deme. "Ancak Alîah isterse" de."
(Ei-Kehf: 23,24)
De ki: "Şüphesiz işin tümü
Allah'ındır." (Ai-iimran: 154)
"De ki: Evlerinizde
olsaydınız da üzerlerine öldürülmesi yazılmış
olanlar yine katledilecekleri yere giderler." (Ai-i İmran: 154)
"Eğer sana Allah bir zarar
dokunursa, kendisinden başka onu giderici yoktur. Eğer sana bir
hayır dokunursa işte o, her şeye kadirdir. O bütün kulları
üzerinde kahirdir." (El-En'am: 17-18)
"Sen, Allah'ın kanununda bir
değişiklik bulamazsın. Allah'ın kanununda bir sapma da
bulamazsın." (Fâtın 43)
5) Hidâyet ve
dalâletin ipinin Allah'ın elinde olduğu ve Allah'ın
dilediğini hidâyete erdirdiği, dilediğini de dalâlete
sevkettiğini belirten âyetler
"Allah bununla birçok kişiyi
saptırır ve birçok kişiyi hida erdirir." (El-Bakara: 26)
"Allah istediğini
şaşırtır ve dilediğini doğru yol üstünde."
(EI-En'am: 39)
"Allah, hidayetini dilediği
kimsenin göğsünü, İslam için açar. Dalâlete düşürmek
istediğinin kalbini de dar ve kasvetli eder." (EJ-En'am: J25)
"Siz, Allah'ın
şaşırttığını hidayet etmek mi istersiniz? Allah'ın
saptırdığını hidayete yol yoktur." (En-Nisa: 88}
'Allah'ın fitneye düşmesini
istediği kimseyi azaptan kurtarmak için elinde bir şey yoktur.
Onlar, Allah'ın kalplerini temizlemesini murad etmedikleridir."
(S-Maîde: 4i)
"Eğer biz onlara melekler
indirmiş olsak, onlarla ölüler konuşsalar ve üzerlerine her
istediklerini toplasak, Allah istemedikçe iman edecek değillerdir."
(Ei-En'am: ııi)
6) Allah'ın
zâten tüm insanların iman etmelerini ve ihtilâf etmemelerini
istemediği için böyle olduğu, yoksa isteseydi, herkesin iman
edeceği ve dîn konusunda herhangi bir mesele kalmayacağının
ifade olunduğu ayet-i kerimeler
"Eğer Aliah dilemiş
olsaydı birbirlerini öldürmezlerdi. Lâkin Allah, ne dilerse
yapar." (Ei-Bakara: 253)
"Eğer Rabbin dileseydi,
yeryüzündeki kimselerin tamahı birden iman ederlerdi. Böyle olunca
sen, insanların tamamı mümin olsunlar diye zorlayacak
mısın? Allah'ın izni olmadıkça hiçbir kimsenin iman etmesi
mümkün değildir." (Yunus: 99-100)
Bu hususta, pek çok kimsenin Cehenneme
gitmeleri için yaratıldığının beyan edildiği
âyetler de vardır:
"Biz, cehennem için cinlerden ve
insanlardan birçoklarını biraktlk." (El-A'raf: 179)
7) Allah'ın kâfir ve münafıkları
iman ve iyi amelden alıkoyduğu, bu gibi insanların doğru
yola gelemeyeceği, ama aynı zamanda, emir ve nehylerle sorumlu tutuldukları
ve itaatsizlik ve isyan durumunda azapla ten dit edildikleri âyetler
"Kâfirleri azapla korkutsan da,
korkutmasan da birdir; onlar iman etmezler. Allah onların kalpleri ve
kulakları üzerine mühür vurmuştur. Onların gözleri
üzerinde de perde vardır, onlara büyük azap olacaktır."
(Ei-Bakara: 5-
"Onların kalplerinde
hastalık vardır, Allah hastalıklarını artirsin."
{El-Bakara: 10)
"Biz, Kur'an'ı iyice
anlamamaları için kalplerine perde ve kulaklarına
sağırlık koyduk." (El-En'am: 25)
"Ancak Allah onların
kalkmalarını beğenmedi ve dolayısıyla onları
tembel hale getirdi." (Et-Tevbe: 46)
"Biz, kalpleri üzerine mühür vururuz;
böylece kulakları duymaz." (El-A'raf: 100)
8) Kâfirler, hangi kötü amelleri nedeniyle dünya ve
âhirette azaba sokuluyorsa, onların Allah'ın emir ve iradesiyle onlar
tarafından işlendiği belirtilen âyetler
"Bir memleketi helak etmek
istediğimiz zaman, onun şımarmış
elebaşlarına emrederiz de, onlar itaatten çıkarlar."
(El-İsra: 16)
"Böylece her şehir ve
kasabada hilekârlık etmeleri için günahkârlarını büyük adamlar
yaptık." (El-En'am: 123)
"Amellerini kendilerine süslü
gösterdik. Onlar, körler gibi hayret İçinde
dolaşırlar." (En-Nemi: 4)
''Kalbine, bizi
anmaktan gaflet
verdiğimiz, hevesine uymuş ve
işinde haddi aşmış kimselere boyun eğme." (el
Kehf: 28)
9) Allah'ın
insana şeytanları ve şer liderlerini musallat
etliği ve onların da onu
kandırdığı ve aldattığının ifade edildiği âyetler
"Görmedin mi ki, biz,
şeytanları kâfirler üzerine göndeririz. Onları günaha
teşvik ederler." (Meryem: 83)
"Biz, onları, insanları
Cehennem'e davet eden öncüler
(El-Kasas: 41)
"Biz, onlara bir takım dostlar
musallat kıldık, önlerinde ve arkalarında olan şeyleri
onlara süslü gösterdiler." (Ei-Fus-silet: 25) [22][22]
İslâm ilahiyatçıları veya
tannbilimcilerinin bu iki ekolünün ifade ve görüşlerine
baktığımızda, cebir ve kader meselesinin halli konusunda
ikisinin de başarısız olduğunu görüyoruz. Ancak bu
başarısızlıkların nedeni Kur'an-ı Kerim
değildir. Yani, şunu diyemeyiz ki, onlar Kur'andan hidayet almak
istemiş ve bu hidayeti orada bulamamışlardır. Oysa nedeni
şudur: Onlar Kur'an-ı Kerim'den yararlanmak ve oradaki emirlere göre
hareket etmek yerine felsefeye ve derin düşüncelere dalarak, iki
karşıt görüşten birini benimsediler ve kendi
benimsedikleri görüş ve inançları için deliller bulmak
amacıyla Kur'an'ı taradılar, hangi âyetlerini kendilerine uygun
bulduysaîar onları tevil etmeye çalıştılar. Her iki grubun
delil olarak gösterdiği âyetleri yukarıda gördünüz.
Bazı âyetler kesinlikle kaderi savunuyor ve bunlardan Cebir lehine
herhangi bir anlam çıkarmak mümkün değildir. Ancak Cebriler
bunları tevile kalkışıyor ve bunlara öyle anlamlar
vermeye çalışıyorlar ki, akıl ve mantığa hiç
uymuyor. Aynı şey kaderciler için de geçerlidir. Kesinlikle cebir
lehine olan âyetlerden kaderci anlamlar çıkarmaya çalışıyor
ve bunu yaparken bu âyetlerin salt sözcüklerine de dikkat etmiyorlar. Sonuç
olarak bu iki grubun bahislerinden ancak önceden düşünce ve
inancını belirlemiş ve Kur'an'ın sadece teyidini isteyen
bir kişi tatmin olabilir. Önceden herhangi bir görüşü
olmayan ve Kur'an-ı Kerim'i inceledikten sonra bir görüş
belirlemeye çalışan birine gelince, o cebriler ile kadercilerin
bahislerinden hiç tatmin olamaz ve belki de, Kur'an'dan tamamen kopabilir. Zira
bu iki mezhebe bağlı kimseler Kuran ayetlerini ele alarak birbiriyle
öyle çatışmış ve öylesine değişik
inançları savunmuştur ki, bu konulara yabancı olan sıradan
bir kişi Kur'an-ı Kerim hakkında yanılabilir ve ifadeleri
ve açıklamalarında maazallah, çelişki ve ayrılık olduğu
kanısına varabilir. [23][23]
Geçen bölümlerde anlatılanlardan
şu husus açıkça ortaya çıkmıştır ki,
insanın bu meseleyi anlamak için şimdiye kadar
harcadığı çabaların hepsi boşa gitmiş ve kendisi
büyük bir başarısızlığa ve yenilgiye
uğramıştır. Bütün bu başarısızlıkların
sadece tek bir nedeni vardır: İnsanın, bu uçsuz bucaksız
evrenin yönetimi ve akıllara durgunluk veren, muhteşem
İlâhi saltanatının kanun-u esâsi'si veya anayasasını
öğrenme ve kavrama imkân ve kaynaklarından mahrum olmasıdır.
Önümüzde muazzam bir fabrika işlemektedir. Biz bu fabrikanın
birer ufak parçalarıyız ve diğer, cihaz, çark ve parçaları
gibi hareket etmekteyiz. Biz sadece bunu bilmekteyiz. Bu fabrikayı
çalıştıran güçler ve çeşitli organlarını yönetenlere
varmamızın herhangi bir yolu yoktur. Ne duyularımız, ne
duygularımız, ne aklımız onlara ulaşabilmektedir. Duyu,
duygu ve idrak ötesi gerçekleri bir yana bırakın, biz daha
evrenin, duygu ve idrak sınırlarının içinde olan pekçok
Şeyi bilmemekteyiz. Duygularımız ve akıl ile zekâmızla
şimdiye kadar ne öğrenebildikse, o doğa belirtilerinin
büyük okyanusunda bir damla gibidir. Demek ki, bilgimiz ve bilgi
kaynaklarımız iie bilgisizliğimiz ve bilgisizlik nedenlerimiz
arasındaki bağlantı tıpkı geçici ve kalıcı
ile sonlu ve sonsu-zunki gibidir. Bu şartlarda, bu fabrikanın iç
düzenini ve için-aeKı gerçek konumumuzu anlamamız hiçbir şekilde
mümkün değildir. Biz kendi bilgi araçları ve imkânlarımızla
bunu anlamamız şöyle dursun, Allahü Teala tarafından bize
anlatılmış olsaydı bile, sınırlı ve
kısıtlı aklımızla anlamını çıkamazdık.
Şimdi dikkatimizi asıl soruya
çevireceğiz. Soru şuydu: Kur'an-ı Kerim'de cebir ve kader
meseline yapılan değinmelerde görünüşte bir çelişki
vardır. Bazen kul kendi fiillerinden sorumlu tutulmuş ve buna
dayanılarak iyi ve kötü oluşuna karar verileceği ve
ödül veya cezaya layık olacağı belirtilmiştir.
Bazı yerlerde ise kulun tüm hareket hak ve özgürlüğünün Allah'a
ait olduğu kaydedilmiştir. Yine bazı yerlerde, aynı fiilden
hemen kul hem Allah sorumlu tutulmuştur. Bazen kul hidayeti kabul edip
dalâletten kurtulmaya öyle bir şekilde
çağırılmış ki, benimseme ve bırakma hakkı
kendisine ait olduğu izlenimi verilmiştir. Bazan da, hidayet ve
dalâletin Allah'ın elinde olduğu, Allah'ın doğru yolu
gösterdiği veya doğru yoldan saptırdığı
açıklanmıştır. Bazı ayetlerinde kulun irade sahibi
olduğu açıklanmış, bazılarında ise kulun iradesinin
asıl sahibinin Allahü Teala olduğu bildirilmiştir.
Yine bazı yerlerinde şer ve
günahın kula ait olduğu, bazan bunları Şeytanın
yaptırdığı belirtilmiştir. Bazen, hayır ve
şerr her şeyin Allah'tan olduğu. Bazen, Allah'ın izni olmaksızın
hiçbir şeyin olamayacağı açıklanmıştır. Yine
bazı âyetlerinde, itaatsiz kimseler suçlanmış, Allanın
verdiği emirlere uymamak gafletinde bulunduğu kaydedilmiştir.
Görüldüğü gibi, eğer bütün bunlar birbiriyle çelişiyorsa,
bu kadar tezat ve tenakuzlerin bulunduğu bir kitaba Allah'ın
Kitabı diyebilir miyiz? Ve eğer bunlarda bir farklılık bir
çelişki olmadığı belirtiliyorsa, bunlar arasında
birlik ve uyum nasıl sağlanabilir? [24][24]
Bu meseleyi ele almadan önce, şu
hususu gözümüzün önünde bulundurmalıyız ki, Kur'an-ı
Azimüşşan'da sadece cebir ve kader meselesi değil, diğer
bütün metafizik veya doğaüstü konulara yapılan atıfların
asıl amacı bunların içyüzünü göstermek veya İlahi
sırlar üzerindeki perdeyi aralamak değildir. Çünkü bu muazzam
kainâtin her santiminde bulunan büyük ve derin gerçekler ne insanın
okuyabileceği bir kitaba sığabilir ne de insanların
konuştuğu herhangi bir dil böyle bir anlatımı ifade
edebilir. Bu gerçeklerin anlatılması ve anlaşılması
için ezelî ve ebedî bir hayat gerekir, sayısız sayfalara ihtiyaç
duyulur, ifade edilmesi için şimdiye kadar aklın icat edemediği
bir dil ve dinlemek için sessiz aklî işitme gerekir.
"De ki: "Eğer Rabbimin
kelimelerini yazmak için bütün denizler mürekkeb olsa, muhakkak ki, Rabbimin
kelimeleri tükenmeden denizler tükenirdi, bir o kadar daha yardımcı
getirsek bile." (Ei-Kehf: 109)
Ayrıca, bunlar açıklansaydi
bile, yukarıda belirttiğimiz gibi, kendisine bahşedilen
sınırlı zihinsel güç ve yetenekle insan bunları
anlamazdı. İnsan aklını sununla kıyaslayın ki,
eğer Aristo ve Pisagors zamanında bir kişi 20. yüzyılda
hepimizin bildiği ve tanık olduğu telefon, sinema, radyo ve
u-çakların ayrıntılarını açıklasaydı, bugün
akılcılık ve aydınlanmanın önderleri olarak
görülen bu düşünürlere delilik yaftası
yapiştınlırdı. Ve eğer bugün, bundan bin yıl
sonra ortaya çıkacak eşya ile ilgili bir açıklama yapılsa,
bizim en büyük felsefeci bilim adamı ve düşünürümüz bile bunları
anlaya-
maz. Bilinmesi ve
anlaşılmasıyla ilgili güç ve yeteneğin insanda
bulunduğu eşya ve meseleler işte böyledir. Yani burada
fark sadece kuvve ile fiil arasındadır.
Ancak, insanda bilme ve anlama
yeteneği zaten olmayan ve tasavvur bile edemediği şeylerin ona
anlatılmasının ne yararı olabilirdi? Nitekim Kur 'an
şöyle buyuruyor:
"Yarattıklarının
önünde ve arkasında olanı (geleceklerini ve geçmişlerini)
bilir. İnsanlar O'nun ilminden, O'nun istediğinden
başkasını kavrayamazlar. Kürsüsü gökleri ve yeri alır.
Onların korunması O'nu yormaz." (Ei -Bakara: 255)
Yani, bu gibi meselelere Kur'an-ı
Kerim 'de yapılan işaretlerin amacı gerçeği anlatmak
değil, insanların ahlâkî ve amelî menfa atlarıyla ilgili gaye ve
hedeflere yardımcı olmaktır. Gerçi, bazı yerlerde ve
zamanlarda, bunlarla, gerçeği görebilen gözler ve yüksek ruhanî
basirete sahip olanlara biraz bilgi de bağışlanır ve
bazı yerlerde ise bazı işaretler vardır ki biraz kafa yorma
ve doğru düşünce ile bunların anlaşılması
mümkündür. [25][25]
Bundan anlaşılıyor ki,
Kelamüllah'ta kaza ve kader meselesine yapılan işaretlerin asıl
amacı bize, zaten bizde anlama yeteneği ve gücü bulunmayan
şeyleri bize anlatmak değildir. Asıl amaçlanan sadece
şudur: İnsanda inanç, tevazu, Allah'a tevekkül, sabır, direnç,
kararlılık ve dünyevi güçlere karşı cesaret ve korkusuzluk
gibi meziyetlerin yaratılması onun umutsuzluk, karamsarlık,
korku, haset, rekabet ve hırs gibi duygulardan uzaklaşabilmesi için
güçlü bir kişilige ve ahlâka sahip olması ve bu kişiliği ve
güze! ahlâkı sayesinde hak, doğruluk ve dürüstlük çizgisinden
ayrılmaması, bu erdemlerin benimsenmesi için diğer kimselere
davet ve tebliğde bulunması, bu amaç uğruna en zor engelleri
aşmaya çalışması, her türlü sıkıntılara
göğüs germesi ve her türlü zorluk ve sınavlardan
başarıyla geçmesi, Allah'tan başka kimseden zarar
geleceğine inanmaması, kimseden zerre kadar bir yarar ummaması,
imkânsızlıklar ve zorluklarda umudunu yitirmemesi, sahip olduğu
mal ve mülke ve imkânlara gereğinden fazla güvenmemesi, hayatın
çeşitli dö-nemeçlerindeki
başarısızlıklarından dolayı düş
kırıklığına uğramaması ve
başarılarından dolayı böbürlenmemesi ve baş1
kaldırmamasıdır. Örneğin, aşağıdaki
ayetlerde bu asıl amaç açıkça dile getirilmiştir:
"Bazı insanlar vardır ki,
Allah'a eş ve ortak edinir, onları Allah'ı sevdikleri gibi
severler. İman edenler, Allah için daha çok sevgi beslerler. Bütün kuvvet
ve kudretin Allah'ta olduğunu, azabının çok şiddetli
bulunduğunu anlayıp gördükleri zaman nefislerine zulmedenleri
görsen.1' (Ei-Bakara: 165)
"Ey insanlar, siz Allah'a muhtaç
olanlarsınız. Allah ise Gani ve bizzatihi hamde
lâyıktır." (Fâtır: 15)
"Rabbinin adını an. Bütün
varlığınla ona yönel. O, Maş-rıkın da
Mağribin de Rabbidir. O'ndan başka ilâh yoktur. Öyleyse yalnız
O'nu kendine vekil edin." (Ei-Müzzemmü: 8-9)
"Bilmez misin ki, göklerin ve
yerin sahibi Allah'tır. Sizin için Allah'tan başka dost ve
yardımcı yoktur." (El-Bakara: 107)
"Eğer Allah size yardım
edecek olursa size galip gelecek yoktur. Eğer sizi mağlup ve
yardımsız bırakırsa O'ndan başka size kim yardım
edebilir? Mü'minler Allah'a tevekkül etsinler." (Al-İİmran: 160)
"De ki: "Ey mülkün sahibi olan
Allah'ım, Sen istediğine mülkü verirsin, istediğinden de
alırsın. Dilediğini aziz ve dilediğini zelil eylersin. Hayır senin elindedir. Sen her şeye kaadİrSİn."
(Âl-i İmran: 26)
"De ki: "Lütuf ve inayet
Allah'ın elindedir. İstediğine verir. Allah'ın lutfu
boldur ve O, her şeyi bilicidir." Rahmeti ile istediğine imtiyaz
verir. Allah, büyük fazl sahibidir." (Ai-i imran: 73-74)
"Göklerin ve yerin anahtarı
O'nundur. Dilediğinin rızkını bolca verir, dilediğinin
rızkını ölçülü olarak verir. O her şeyi
bilendir." (Eş-Şura: 12)
"Allah, rızık hususunda
sizin bir kısmınızı bir kısmınıza
ÜStÜn kildi."
(En-Nahl:71)
"Eğer, Allah sana bir zarar
isabet ettirirse onu O'ndan başka giderici yoktur. Eğer sana bir
hayır da dilerse, O'nun fazlını geri çeviren bulunmaz. Allah,
ihsan ve fazlını kullarından dilediğine nasib eder. Allah
Gafurdur, Rahimdir." (Yunus:
"Sihirbazlar, Allah'ın izni
olmaksızın sihir ile kimseye bir zarar veremezler." (Ei-Bakara:
102)
"De ki: "Bize, ancak
Allah'ın yazdığı isabet eder. O, bizim
mevlâmızdır. Mü'minler Allah'a tevekkül etsinler."
"Bir kimseye Allah'ın izni
olmadıkça ölüm yoktur. Bu, va'desiyle yazılmış bir
yazıdır." (ai-i İmran: 145)
"Onlar sana
açıklamadıkları şeyi nefislerinde (içlerinde) gizlerler.
Eğer bize bu işte bir şey olsaydı burada
öldürül-mezdik derler. De ki: "Eğer siz evlerinizde
kalmış olsaydınız, üzerlerine öldürülme
yazılmış olanlarınız öldürülüp, düşecekleri yerlere kendiliklerinden
çıkıp giderlerdi."(Â!-i imran: 154) O halde, Kur'an-ı
Kerim'de kadere iman etmekle ilgili olarak yer alan öğretinin
asıl amacı, insanın dünyada hiçbir gücün kâr veya zarar verme
yetkisine sahip olmamasına inanmasını, sadece Allah'ı fail,
etkin, kâr veya zarar verici olarak kabul etmesini, bütün işlerinde sadece
O'na güvenmesini, mahlûkata karşı rezil-ü rüsva olmamasını
ve eğer rahata ve refaha kavuşmuşsa, bundan dolayı
böbürlenmemeşini, kibir ve bencilliği kendi nefsine
yerleştirmemesini ve Allah'ın dünyasında isyan ve tuğyan
etmemesini sağlamaktır, îşte bu husus, Hadîd Sûresinde
şöyle dile getirilmiştir:
"Size yeryüzünde veya nefislerinizde
herhangi bir musibet gelmez ki, ancak biz onu yaratmazdan evvel bir kitapta
(!evh-i mahfuz) yazılmış olmasın. Bu da Allah'a göre
kolaydır. Bunun, önceden mukadder ve yazılı olduğunu
bilip elinizden çıkan şeylerden dolayı üzülmemeniz ve elinize
geçen ile de sevinip şimarmamanız için (size beyan eyledik). Allah,
dünya nimeti ile böbürlenen kibirliyi sevmez." {Ei-Hadîd: 22-23) [26][26]
Hazreti Peygamber (a.s.)
Müslümanların hayatlarının tüm işlerinde bu ruhu yaratmaya
çalışıyordu; zira bu ahlâk ve fazileti derinden etkiler.
Eğer insanların yüreklerinde bu fikir iyice kök salarsa, birçok
büyük siyasi ve sosyal sorunlar kendiliğinden çözümlenir, hatta
doğmaz bile. Örneğin, şu iki hadise bakın:
Hz. Ebu Hüreyre'nin bir rivayetine
göre Resulullah şöyie buyurmuştur:
Bir kadın için, temettülerinde ve
nazlarında başka birisi ortak olmasın ve nzık kasesi sadece
kendisine kalsın gibi bir düşünce ile diğer kardeşi, yani
kumasının boşanma talebinde bulunması helâl değildir.
Çünkü o zaten mukadder olanı alacaktır."[27][27]
Diğer hadis-i şerif Ebu Said
el-Hudri (r.a.) tarafından rivayet edilmiştir.
Buna göre bir gazvede
Müslümanların eline birçok cariye geçti. Müslümanlar onlarla temettü etti
(onlardan yararlandı, onlarla yattı), ama çocuk olmasın diye
"azl"[28][28] eyledi. Sonra herkes Resulullah 'tan
bunun hükmünü sordu. Resu-lullah olayı öğrendikten sonra,
"Siz gerçekten böyle mi yapıyorsunuz?" diye sordu.
Aynı soruyu üç kez tekrarladı.
Daha sonra şöyle buyurdu:
"Kıyamet gününe kadar
doğacak olan çocuklar zaten doğacaktır."
Bu iki hadiste işaret edilen ilkeleri
yayarak kendi yaşantımızla ilgili konularda uygulamaya
başlarsak, dünyanın huzur ve sükûnunu bozan ekonomik çekişme ve
mücadele düşünün ne kadar çabuk sona erecektir? Böyle bir durumda ne
kimse kendi rızkının başkası tarafından gasp
edildiğini düşünecek, ne kendi rızkını korumak için
mücadele edecek, ne sermayeci ve işçi sorunu ortaya çıkacak ve nede
çiftçi-toprak ağası kavgası çıkacak, ne Kruger ve Besil
Zuharov ve ne de Lenin ve Stalin ortaya çıkacaktır. Ne ekonomik ve
sosyal zorlukların halli İçin kürtaj veya aile planlamasına
başvurulacak, ne de Allah'ın düzeninde reform yapılmaya
çalışılacaktır.
Bu ve buna benzer sayısız ahlâki
ve pratik yararlar İslâm'ın kaza ve kader öğretilerinden
sağlanır ve zâten bu yararların elde edilmesi amaç
edinilmişti. Ama talihsizliğimize bakın ki, biz bunun pratik ve
ahlâkî yönünü göz ardı edip bütün dikkatlerimizi felsefî
yönüne çevirdik ve kafa yapımıza ve keyfimize göre
halkın dilinden doğan felsefî meseleleri Allah'ın ve Resulünün
kelâmıyla çözümlemeye başladık. Oysa ne Kur'an-ı
Kerim bize doğaötesi öğretiler için indirilmişti ne de
Hz. Muhammed'in (a.s.) bi'setinin gayesi onun bir felsefe profesörü gibi
davranmasıydı. Ayrıca, Allah ve Resulü hiç bir zaman kendi
yaşantılarımızın amelî işlerini bir yana
bırakıp din ve dünyaya hiçbir yaran olmayan bu doğaötesi
veya metafizik sorunlarla uğraşmamızdan hoşlanmamıştı, [29][29]
Bu temel ilkeyi gözünüzün önünde
bulundurarak gelin şimdi şu soruyu cevaplamaya
çalışalım Kur'an-ı Kerimin asıl kader meselesinden
bahsetmeden önce diğer konularla da, bu konuyla ilgili olarak
yaptığı bazı işaretler ve tesbitlerde gerçekten
çelişkiler var mıdır?
Eğer bir şeyin çeşitli
nedenlere bağlı olduğu söyleniyorsa, çelişki, ancak
sadece tek bir nedeni gösterildiği zaman söz konusu olur.
Eğer o şeyin gerçekten çeşitli nedenleri ve gerekçeleri varsa,
onu bazen bir nedene bazen de başka bir nedene bağlamak çelişki
doğurmaz. Şimdi, meselâ, diyelim ki, biz bazen bir kâğıt
parçasının suyla ıslandığını, bazen
ateşle ve bazende toprakla ıslandığını
söylüyoruz; böyle bir durumda ifademiz çelişkili olur.
Çünkü bir kâğıdın ıslanmasının sadece bir
tek nedeni olabilir. Ama diyelim ki, biz bir ülkenin zaptedilmesinden
bahsediyoruz. O zaman biz diyebiliriz ki, o ülkeyi filanca kral fethetti yahut
falan general veya komutan fethetti; aynı zamanda, o ülkenin fethini
ilgili orduya, devlete ve hatta ordudaki her askere mâl edebiliriz. Şimdi
bu değişik ifadeler için tenakuz veya çelişki hükmü verilmez,
zira fetih olayı bu nedenlerden hepsine veya tek birine
bağlanabilir.
Sonra eğer bir şeyde
değişik illet veya nedenlerin etkileri öylesine birbirine
karışmış ise, muhatabın aklı o nedenlerin her
birinin etkisini ayrı ayrı belirleyemez veyahut böyle bir analiz
veya hesabı anlayamazsa bu durumda mütekellim (konuşan) için en iyi
yol genel olarak onu her nedene bağlamak olacaktır ve eğer
muhatap herhangi bir yanlış anlama nedeniyle o şeyi sadece bir
illete veya nedene bağlıyorsa, onu düzeltecektir örneğin,
bu fetih olayını ele alalım. Bunda kral, başkomutan, ordu,
devlet ve bireysel olarak her askerin güçleri bir araya gelmiştir, ama
bunlar birbirine öylesine karışmıştır ki, biz
herhangi bir analiz, hesap veya değerlendirme ile bu olayda her birinin
ne kadar payı olduğunu sap-tayamayız. Dolayısıyla, en
doğrusu, bu olayı genelde hepsine mal etmek ve eğer bir
kişi bunu sadece tek bir unsura maletmeye çalışıyorsa, onun
bu hareketini düzeltmek ve yalanlamak olacaktır.
Aynı durum insanın fiilleri için
de geçerlidir. Bir insandan sadır olan her fiilin çeşitli nedenleri
olur ve bunun ortaya çıkması veya gerçekleşmesinde her nedenin
bir payı olur. Örneğin, şu anda ben bir şeyler
yazıyorum. Benim bu yazma fiilimin analiz edilmesi halinde bunda bir dizi
nedenlerin bulunduğu görülecektir, örneğin, yazmak için
benim iradem ve özgürlüğüm, bu iradeye göre zihnim ve bedenimin
tüm güçlerinin çalışması ve sınırsız ve
hesapsız olan dış aüçlerin, ki bunların bir çoğunu ben
de bilmiyorum, bana yardımcı olmaları.
Sonra bu nedenleri ayrı ayrı
analiz edin. Şu anda bu fiilimin yardımcısı olan bu
sayısız dış güçlerden hiçbirini ne ben yarattım ne
sağladım ve ne de onları bana yardımcı olmaları
için mecbur kılacak gücüm vardır. Bunları yaratan Yüce
Allah'tır ve onları öyle sağlamıştır ki, ben
yazmaya niyetlendiğim zaman bütün bu güçler bana yardım etmeye
başlar ve bana yardımcı olmadıkları zaman da ben bir
şey yazamam.
Aynı şekilde kendime
baktığım ve kendimi incelediğim zaman da şu
gerçekleri, görüyorum: Benim varolmam, benim yaşamam, benim
"ahsen-i takvim" üzerinde olmam, yazma işine katılan
bedenimin organlarının sapasağlam olmaları, bende bu fiili
yapmam için kullandığım doğal güçlerin bulunması ve
kafamda hafıza, tefekkür, ilim ve diğer bazı özelliklerin
bulunması, bunların hiçbiri ne ustalığımın bir
sonucudur ne de yetkilerimin içindedir,
Bunların hepsini Allahü Teala
öyle yaratmıştır ki, ben yazmaya kalkışınca
bütün bu şeyler bana yardımcı olur ve eğer bunlardan
herhangi bir şey bana yardımcı olmazsa ben yazma işlerinde
başarılı olamam.
Benim beğeni, irade ve yetkime
gelince, bunun gerçekten ne olduğunu da bilmiyorum. Benim önce
sadece bazı dış etkenler ve bazı iç etkenlerle yazma
isteğim doğuyor. Sonra, bunu kayda geçirip geçirmeyeceğirni
düşünüyorum. Sonra iki yönünü ölçtükten sonra yazma seçimini yapıyorum.
Yazma işi kuvveden fiile geçerken organlarımı hareketlendiriyorum.
Kısacası, yazma isteğimden başlayarak fiilen yazmaya
başladığım an arasında geçen hiçbir şeyin
yaratıcısı ben değilim. Hatta ben istek ve fiile
başlama arasında kaç adet iç gücün bulunduğunu ve bu işte
onların ne kadar paylan olduğunu da bilmiyorum. Ancak vicdanen
kendimde şu hususu buluyorum ki, istek ile fiile başlama
arasında benim fiili gerçekleştirme veya o fiili terketme arasında
bir şeyi özgürce benimseyeceğim bir nokta kesinlikle
vardır. Ve ben bir yönünü özgürce benimsedikten sonra kendimde,
benimsediğim işe göre kendi iç imkânlarımı ve
kaynaklarını ve dış nedenlerini kullanma gücünü hissediyorum.
Ben bu yetki ve irade özgürlüğümü herhangi bir delile ispatiayamam.
Ancak hiçbir delil benim veya herhangi bir insanın zihninden bu vicdanî
duyguyu silemez, hatta aşırı cebirci olan kendi felsefi
görüşü nedeniyle bunu ne kadar inkâr ederse etsin, bir kişinin
vicdanı bile bu duygudan yoksun değildir.
Bu bahsimizden anlaşılıyor
ki, yazma fiilinde yer alan neden ve etkenler üç ayrı noktada
toplanabilir:
1) Benim yazmaya
niyetlenmemden önce oluşmaları gerekli olan iç ve dış
nedenler dizisi.
2) Yazma kararını vermemle ilgili iradem.
3) Yazma fiilimin
gerçekleşmesini mümkün kılan iç ve dış nedenler dizisi.
Bu üç dizi ile ilgili olarak yukarıda
belirttiğimiz gibi, birinci ve üçüncü dizide yer alan nedenleri Ailahü
Teala sağlamıştır ve bunlardan hiçbiri üzerinde tasarrufum
yoktur. Bu 'açıdan, benim yazma fiilim, bu hususta "inayetine"
nail olduğum Allah'a malolacaktır. Ortadaki zincir halkasına gelince,
bu bana malolacaktır, çünkü ben bir çeşit özgür irade ve yetkimi
kullandım ve bir açıdan da, Allah'a malolacaktır, çünkü O kendi
belirlediği sınırların içinde bende irade gücü yarattı
ve benim özgürce yetkimi kullanmama imkân verdi.
Kendi başına bir hareketten
başka bir şey olmayan mücerret veya soyut bir fiilin özü budur.
Ancak insan fiilleri bazı izafî ve itibarî yönleriyle kendi içlerinde
iki yöne sahiptir. Biri hayır ve diğeri şer yönü.
Soyut fiile ne hayır ne de şer damgası vurulabilir. Ancak
insanın niyeti onu iyi de yapabilir, kötü de. Örneğin, ben
yolda yürürken bir altın sikke buluyorum ve alıyorum. Benim onu
almam salt bir harekettir ve bu iyilik veya kötülükten yoksundur. Ama bunu
kaldırırken niyetim, başka birinin malından haksız
kazanç sağlamak ise bu serdir ve eğer niyetim, sahibini bulup ona
geri vermek ise bu hayırdır. İlk durumda niyetime başka bir
gücün tahriki de katılmıştır ki buna
"şeytan" adı verilebilir. Benim bu fiilim üç nedene
bağlanabilir: (1) Allah'a, (2) Şeytana ve (3) Kendime. İkinci
durumda bu fiil iki nedene bağlanabilir: (1) Allah'a, (2) Kendime.
Bu gösteriyor ki, biz her insanî
hareketi iki veya üç illete bağlayabiliriz, ama bu harekette bu illetlerin
etkilerinin hangi oranda olduğunu biz hiçbir şekilde
anlayamayız, özellikle, bu hesap bu bakımdan daha da
karışık hale gelir: Bu etkilerin oranı tüm insanların
fiillerinde aynı değil, aksine her insanın fiilinde
farklıdır. Zira her insanın içinde onun özgür yetkisi ve
çaresizliklerinin oranları değişik olur. Bazıları Allah'tan
müthiş bir fark etme gücü, daha doğru karar yeteneği,
melekliğe doğru daha çok meyil ve şeytanî vesveselere
karşı daha çok dirençle verilmiş ve bazılarında bu
özellikler daha az miktardadır. Her insanda değişik oranda
olan bu çok ve az özellikler, fiillerindeki kişisel sorumluluğun
az veya çok olmasına neden olur. Böyle bir durumda fiillerde, genellikle
tüm insanî fiillerde insan, Allah ve Şeytanın etkilerinin aynı
oranda olduğunu söylemek mümkün değildir.
O halde, yukarıda işaret
edildiği gibi, insanî fiillerin bu nedenlere bağlı olduğunu
söylemenin en iyi şekli, onları aynı zamanda genellikle tüm
nedenlere bağlamak yahut, bazen birine bazende diğerine bağlamaktan
başka bir çare yoktur ve eğer bir kişi
yanlışlıkla onları sadece bir nedene bağlayıp
diğer nedenleri görmezlikten geliyorsa, düzeltilmeli ve
lanlanmahdır.
İşte tam bu yöntem Kur
'an-ı Kerim tarafından benimsenmiştir. Eğer siz Kur'an-i
Kerim 'de cebir ve kader meşe-iesine yapılan atıfları
incelerseniz, onları şu başlıklar altında toplayabilirsiniz: [30][30]
"Onlara bir iyilik dokunsa: "Bu,
Allah katındandır" derler. Şayet onlara bir fenalık
dokunsa: "Bu senin yüzünden-^ dir" derler. De ki: "Hepsi Allah
tarafındandır." (Nisa: 78)
"Eğer Allah sana bir zarar
dokundurursa kendisinden başka onu
giderici yoktur. Eğer sana bir hayır dokundurursa işte o, her şeye kadirdir."
(H-En'am: 17)
"Allah dilediğini
saptırır, dilediğini de hidayete erdirir. O, her şeye
galiptir, hükmünde hikmet sahibidir."(İbrahim: 4)
"Hiçbir dişi hamile kalmaz ve
doğurmaz ki, Allah onu bilmesin. Kendisine Ömür verilenin
ömrünün artması veyahut eksiltilmesi muhakkak bir kitaba
yazılıdır." (Fatır: ıi)
"Göklerin ve yerin
anahtarları O'nundur. Dilediğinin rızkını yayar
(dilediğininkini de) kısar. O her şeyi bilendir."
(Eş-Şura: 12)
"Eğer Allah, kullarına
rızkını bollaştırsaydı yeryüzünde azıp
taşkınlık ederlerdi. Fakat O, istediği miktarı indirir.
Şüphesiz O, kullarının bütün hallerinden haberdardır. Her
şeyi görendir." (Eş-Şura:27) [31][31]
"Doğrusu, hiç bir günahkâr,
diğerinin günahını yüklenmez. İnsan için, ancak
çalıştığı vardır." (En-Necm: 38-39)
"Allah bir kişiyi ancak gücünün
yettiği kadarı ile mükellef kılar. Herkesin
kazandığı lehine, yaptığı (kötülük) kendi
aleyhinedir." (Ei-Bakara: 286)
"İste bu (ayetler) birer
öğüttür. Artık isteyen, Rabbine bir yol tutar."
(El-Muzemmil: 19) [32][32]
"İman edip amel-i salih
işleyenlere mükafatlan tastamam verilir. Allah zalimleri sevmez.1' (âi-i
İmran: 57)
"Sen yine deT Kendisini görmeden
Allah'tan korkan ve namaz kılanları ikaz etmeye devam et. Kim
temizliği seçiyorsa kendisi için seçiyor. Her şey Allah'a
dönücüdür." (Fatır:i8)
"Doğrusu, doğruluğu
getiren ve doğruluğu kabul eden-Ilr takvaya erenlerdir."
(Ez-Zümer: 33)
Rabbimiz AllahV deyip de sonra bunda
doğruluğa [33][33]
"Siz, Allah'ın
şaşırttığını hidayet etmek mi istersiniz? Allah'ın
saptırdığını hidayete yol yoktur." (En-Nisa: 88)
"Allah'ın fitneye düşmesini
istediği kimseyi azaptan kurtarmak için elinde bir şey yoktur.
Onlar, Allah'ın kalplerini temizlemesini murad etmedikleridir."
(B-Maide: 4i)
"Allah dalâlete düşürmek
istediğinin kalbini de öyle dar ve kasvetli eder ki, iman ona
göğe çıkmak kadar zor gelir. İşte böylece iman
etmeyenleri Allah, murdar azap ile azaplandinr." (El-En'am: 125)
"Onu anlamamaları için kalpleri
üzerine örtü koyar ve kulaklarına ağırlık veririz.
Kur'an'da tek (eşsiz) olarak Rabbini andığın vakit senden
nefretle arkalarına dönüp giderler." (El- İsra: 46) [34][34]
"Şeytan sizi fakirlikle
korkutuyor ve size çirkin hayasızlığı ediyor" (Bakara:
268)
emrediyor." (Bakara: 268)
"Şeytan onlara
yaptıklarını süslemiştir. Böylece onları
(doğru) yoldan alıkoymuştur." (Nemi: 24) [35][35]
"Sana isabet eden her kötülük
kendindendir."(En-Nisa: 79)
"Hakkı tanımayanları
azapla korkutsan da, korkutmazsan da birdir. Onlar iman etmezler."
(El-Bakara: 6)
"İnkar edip âyetlerimizi
yalanlayanlara gelince, Onlar
cehennemliktir, onlar orada ebedi kalırlar," (Bakara: 39)
"Semûd kavmine gelince: Onlara da,
doğru yolu gösterdik. Onlar körlüğü hidayete tercih
ettiler. Amellerinin cezası olarak onları şiddetli sayha
yakalayıp helak etti." (Fussilet:
"Ey kâfirler! Bugün özür
dilemeyin. Muhakkak siz yaptığınız şeylerin
cezasını çekeceksiniz." (Et-Tahrim: 7)
"Hayır, öyle değil.
Bilakis, siz yetime ikram etmezsiniz. Fakirleri doyurmak için birbirinizi
teşvik ve terğib etmezsiniz." (EI-Fecr: 17-18)
"Kim de bir zerre
ağırlığınca şerr işlerse onu
(cezasını) görür." (Ez-Züzâi: 8) [36][36]
"De
ki: "Şüphesiz,
Allah dilediğini dalâlete düşürür, gönlünü kendine
çevirdiklerini dedoğru yola iletir."(Er-RaTd: 27) [37][37]
8) Şerrin başlangıcı insandan,
tamamlanması da Allah'tandır
"Kendisine doğru yol besbelli
olduktan sonra Peygambere meşakkat veren ve Müslümanların yolundan
başka yola giden kimseye sevdiğini (döndüğü
sapıklığı) veririz." (En-Nisa 115) [38][38]
"Eğer Rahman dileseydi, onlara
(meleklere) tapmazdık" dediler. Onların bu konuda hiçbir bilgisi
yok. Onlar yalan söylüyorlar" (Ez-Zuhruf: 20)
"Müşrikler fena bir iş
işlediklerinde: "Babalarımızı bunun üzerinde bulduk.
Allah, bizi bununla emretti" derler. De ki: "Allah hiç bir zaman
kötülüğü emretmez. Allah üzerine bilmediğiniz şeyi mi
söylüyorsunuz?" (H-A'raf: 28) [39][39]
"Ve eğer bize bu işte bir
şey olsaydı burada (savaş alanında)
Öldürüimezdik" derler. De ki:"Eğer siz evlerinizde kalmış
olsaydınız bile ölecekleri yazılmış olanlar,
öldürülüp, düşecekleri yerlere kendiliklerinden çıkıp
giderlerdi." (ai-i imran: 154) [40][40]
Yukarıdaki bahis, Kur'an-ı Kerim
de Cebir ve Kader meselesiyle ilgili olarak çeşitli vesilelerle
yapılan işaretlerde aslında bir çelişki veya
tutarsızlığın olmadığını ortaya koymaktadır.
Ancak şu husus henüz açıklık kazanmamıştır:
Mah-lûkatlar âleminde insan belli bir ayıracalığa mı
sahiptir ki, bir yandan, tüm varlıklar gibi Allah'a
bağlıdır, İlahi kanunlara esirdir ve çaresizdir ve diğer
yandan, kendi fiilleri bakımından özgürdür, kendi
yaptıklarından sorumludur, kendi hareket ve
davranışlarından dolayı hesap vermek zorundadır ve
ceza veya ödüle layıktır? Ayrıca, eğer insanın
hali buysa ve hayatı cebir ve özgürlüklerin birbiriyle acayip bir
karışıklık içinde ise adaletin sağlanması mümkün
mü dür? Bu nasıl bir düzendir? Zira gerçek adaleti sağlamak ve ceza
veya ödülle ilgili karar vermek, insanın kendi fiilleri için ne kadar
sorumlu olduğunun tesbitini yapabilmek araştırılmadan
mümkün değildir. Sorumluluk belirlenmeden bir insanın fiillerinde
özgür iradesinin ve yetkisinin payının ne kadar olduğu
saptanamaz. İşte bu meseleyi tetkik ederken Kur'an-ı Kerim'e
baktığımızda bunun öylesine doyurucu
cevabını buluruz ki, dünyanın hiçbir kitabında veya insan
fen ve biliminde bulmak mümkün değildir.
[41][41]
Kur'an-ı Kerim'den
öğreniyoruz ki, insanın doğuşundan önce dünyada
var olan yaratıkların ne kadar çeşidi varsa, onların hepsi
kendi doğaları açısından itaatkârdı.8 Onlara yetki ve
irade gücü hiç verilmemişti. Onların işi, sadece kendilerine
verilen görevi bir yasa ve düzen çerçevesinde zerre kadar itaatsizlik
etmeden yerine getirmekti. Bu yaratıkların en üstünü meleklerdi ki,
haklarındaki İlahi buyruk şöyledir:
"Onlar, Allah'ın kendilerine
emrettiği şeye karşı isyan etmezler. Kendilerine emrolunan
şeyi yaparlar." (Et-Tahrim: 6)
Aynı şey, uzaydaki muhteşem
varlıklar ve cisimler için de geçerliydi:
"Güneş kendi karargâhında
yürür. Bu, gâlib, kadir ve alîm olan Allah'ın takdiridir. Aya da menziller
takdir ettik. Nihayet o bunlardan geçerek kuru hurma dalı gibi olur.
Güneş aya yetişemez. Gece de gündüzü geçemez. Hepsi birer felekte
yüzerler." (Yasin: 38-40)
Bu kuraldan, burada bahsedilmeyen sadece
cinler müstesnadır. Kur'an'-dan Öğrendiğimize göre
cinlerin yaşantılarında da cebir ve ihtiyar birbirine
tanşmış durumdadır ve amellerinin bir bölümünde
özgür ve sorumludurlar. Ancak, hangi özelliklerden dolayı insan
yeryüzünün halifesi seçilmişse, cinler onlara sahip değildir.
Yer ve göğün diğer
yaratıkları da aynı durumda idi:
"Hepsi O'na boyun
eğicidirler." (Er-Rûm: 26)
"O'na ibadetten asla kibirlenip
usanmazlar. Gece ve gündüz teşbih ederek bundan usanmazlar."
(Ei-Enbiyâ: 19-20)
Sonra Cenab-ı Hak
yarattığı mahlukâttan birine o zamana kadar kimseye
vermediği emaneti vermek istedi. Ve gökler ve yerin mahlukâttan her
birine o emaneti sundu, ama hepsi bir ağızla bu hususta kendi
beceriksizlik ve tahammülsüzlüklerini belirterek emaneti kabul
etmeyeceğini bildirdi. Nihayet, Allahü Teala yaratıklarının
en modern serisi oian insana aynı teklifte bulundu. İnsan, başka
mahlûkların kabul etmeye cesaret edemediği bu emaneti hemen kabul
etti. :
"Biz emaneti göklere, yer ve
dağlara arz ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler. Bundan
endişe ettiler. O e-maneti insan yüklendi. Çünkü o, nefsine
zulümkâr ve çok cahildir. (Çünkü bu kadar ağır yükün
sorumluluğunu bilmez)." (EI-Ahzab: 72)
Bu emanet ne idi? Allahü Tealanın
sıfat, ilim, kudret, yetki, irade ve egemenliğinin
yansıması ki o zamana kadar
başka hiçbir yaratığa verilmemişti.
Ne uzaydaki cisimlere, ne dağlara, ne de dünyadaki herhangi bir mahlûka.
Sadece insan kendi doğası açısından böylesine bir
yansımayı kabul-lenebilirdi. Nitekim bu yükü kabul etti ve bu
nedenle, Allah'ın hilâfeti ve naipliği veya vekâletine nail oldu:
"Ben yeryüzünde bir halife
yaratacağım dedi." (Bakara: 30)
Bu emaneti taşıyan yeryüzünün bu
halifesini diğer yaratıklardan üstün kılan özelliği,
doğası itibarıyla itaatkâr olarak
yaratılmamasıydı.9 Diğer bütün mahlûkat gibi küllî nizama,
kanun ve diğer İlahî hudutlara bağlı
kılınmasına rağmen ona öyle bir güç ve yetenek
verilmiştir ki, bununla, diğer yaratıkların tersine belli
bir daire içinde zorunlu itaatten özgür olup boyun eğmek veya
baş kaldırma serbestisine sahiptir. Bu öyle bir farktır ki,
İlâhi Kelâm üzerine kafa yoran biri açıkça görebilir. Kur
'an-ı Kerim'de insanın dışında hiçbir yaratık
göremezsiniz ki, kendisine itaat ve isyan, bağlılık ve
itaatsizlik, Allah'ın hududuna uymak veya onları aşmak gibi
hususlara atıf yapılmış olsun ve itaat yüzünden ödüle
ve itaatsizlik nedeniyle cezaya layık olduğu belirtilmiş olsun.
Sadece insan hakkında şu ifadelere yer verilmiştir:
Ğdil "Allah'ın koymuş
olduğu sınırları çiğneyenler, zâlimlerin tâ
kendileridir." (Bakara: 229)
Bu husus çeşitli ayetlerde dile
getirilmiştir: (Yunus: 99 ve En'am: 107) v.s, öu da Allahın
insanı zorla şirkten alıkoymak ve imana mecbur etmek istemediğini
göstermektedir.
"Ve Rablerinin emrinden asi olarak
çıktılar." (Ei-A'raf: 77)
"Rabbin dileseydi yeryüzünde kim varsa hepsi iman İSderdİ."
(Yunus: 99)
Eğer Allah dileseydi onlar şirk
koşmazdı." (En'am: 107)
"Tagût'un huzurunda
muhakeme olunmayı isterler. Halbuki, onu inkâr etmekle
emrolunmuşlardı." (En-Nisa: 60}
"Onlar bize zulmetmediler. Fakat
kendi nefislerine zulmettiler." (El-A'raf: 160)
"Allah ve Resulüne itaat edeni Allah,
ağaçları altından akan Cennetlere koyar ki, orada ebedî
kalırlar. Bu da büyük bir zaferdir. Allah ve Resulüne asî olup
sınırlarını tecavüz edeni ebedî kalmak üzere Cehenneme
sokar. Ona rezil edici azap vardır." (En-Nisa: 13-14)
Bu ve buna benzer ayetler gösteriyor
ki, insanda, diğer bütün yaratıkların aksine öyle bir güç
ve yetenek vardır ki, ona göre itaat veya itaatsizlik her ikisini
yapabilir ve işte bu güç ve yeteneği yanlış ya da doğru
kullanmasıyla felah veya hüsrana, ceza veya ödüle layık olur. [42][42]
Kur'an-ı Azimüşşan bu
meseleyi biraz daha açmaktadır. Diyor ki, Yüce Allah, insanın
doğasında iyi ile kötü arasında ayırım yapma
yeteneği bulundurmaktadır:
"Ona kötülüğünü ve
takvasını ilham etti" (Eş-Şems: 8) Ona gerek iyi
gerekse kötü yolu gösterdi:
"Ona iki yol gösterdik."
(Ei-Beied: ıo)
Sonra kendisine istediği yolu seçme
yetki ve serbestisi verdi:
"İsteyen onunla Rabbine bir yol
tutar." (Ei-insan: 29)
"Öyle ise dinleyen iman etsin,
dinleyen inkar etsin. "(Kehf:
Bir yandan insanı kandırmak ve
kötü yola düşürmek için ezelî düşmanı şeytan
vardır ki, ona kötü yolu süslü olarak gösterir ve doğru
yoldan sapması için teşvik eder:
"İblis: "Ey Rabbim, beni
azdırdığın şeye karşılık ben de
yeryüzünde onlara fenalıkları süsleyeceğim ve hepsini azdıracağım.7'
(El-Hicr:39)
Ve diğer yandan insana doğru
yolun, kötü yoldan daha iyi ve üstün olduğunu göstermeleri için:
"Peygamberleri kendilerine
apaçık mucizeler, sahifeler ve aydınlık kitaplarla
gelmişlerdi." (Fatm 25)
Böylece, insanın kendi içinde ve
çevresinde değişik güçler ve etkenler olup, bazıları
kötülüğe bazıları da iyiliğe doğru çekmektedir.
Kendisine bu güç ve etkenler arasında ayırım yapma yeteneği
verilmiştir. Kendi yolunu kendi bulması için gözler
verilmiş, beğendiği yolda yüremesini sağlayacak kuvvet ve
kudrete sahip hale getirilmiştir. Kötülük yolunu seçtiği zaman
Allahu Teala, yazgısına yazılmış olan tüm doğal
ve dış güç ve yetenekleri kendisine bağlı kılar ve
yolunu kolaylaştırır. Aynı şekilde, iyi yolu
seçtiği zaman bu yoi da kendisine kolay kılınır;
"O halde, Allah yolunda mal verirse
ve Allah'tan korkarak iş yaparsa ve iyiliği tasdik ederse, biz de
ona kolaylık ve rahatı müyesser kılarız. Amma, cimrilik
edip kendisini müstağni görene, ve iyiliği tekzip edene
güçlüğü ve rahatsızlığı müyesser eyleriz."
(Ei-Ley|: 5-10)
Doğru yoldan sapan ve
sapıklığı benimseyen bir kişinin vicdanında onu
doğru yola davet etmeye devam eden İlahi bir güç yine varolur. Ancak
kendi sapkınlığında ısrar etmesi halinde bu güç
zayıflar ve dalâlet hastalığı iyice büyür:
"Onların kalplerinde
hastalık vardır. Allah hastalıklarını artirdl."
(Bakara: 10)
Ve öyle bir vakit gelir ki, bu güç
yok olur, tamamen etkisiz kalır ve o kişinin kalp, göz ve
kulakları öylesine mühürlenir ki, hak sözü anlayamaz,
ışığı göremez, hak sesini dinleyemez olur ve
hidâyetin tüm yollan kendisine kapanır.
"Allah onların kalpleri ve
kulakları üzerine mühür vurmuştur. Onların gözleri
üzerinde de perde vardır ve onlar için büyük bir azap vardır.1'
(Bakara: 7)
Ancak bu demek değildir ki, insan
kuvveti, kudreti ve özgürlüğü sınırsızdır ve
kendisine kadercilerin farzettiği bü-tün yetkiler verilmiştir. Asla.
İnsana verilen yetki ve özgürlük, Yüce Allah'ın tedbir-i külli
ve tedbir-i cüzî için belirlediği kanun ve kurallara
bağlıdır, çünkü bütün bu evren ve varlıklar dünyası
onlara göre işlemekte ve ayakta durmaktadır. Evrenin düzeninde
insanın gücü ve manevi, psikolojik ve bedensel güçleri için Allah'ın
belirlediği sınırlan kendisi zerre kadar geçme gücüne sahip
değildir. Demek ki, bu gerçek olduğu gibi duruyor:
"Gerçekten biz her şeyi bir takdirle
yarattık."(Ei-Kamer: 49)
"Allah emrini yerine getirendir.
Allah her şey için bir kader tayin etmiştir." (Et-Taiâfc 3)
"O, bütün kulları üzerinde
kahirdir," (Ei-En'am: 18) [43][43]
İşte bu noktada gerçek adaleti
sağlayanın Allah'tan başka kimsenin olmadığı da
kesinleşmiş oluyor. Çünkü, insanoğlunun yetki ve özgürlüğe
sahip olduğu sınırlar Allah tarafından belirlenmiştir
ve ancak Allah, insanın amellerinde yetkisi ve özgürlüğünün
payının ne olduğunu biliyor. Allah'ın insanın yetki ve
özgürlüğünü sınırladığı çerçeve veya hududun
iki türü vardır: Birincisi, genellikle tüm insanoğlu için belirlenen
hudüd, ikincisi, herkes için ayrı ayrı tayin edilen hudud. İlk
tür hudud, kendi nitelikleri bakımından tüm insan
ırkının yetki ve özgürlüklerini sınırlandırır.
İkinci tür hudud ise herkesin durumuna göre değişir. Bu nedenle,
bunlara göre her kişinin yaşamında yetkileri ve
mecburiyetinin oranları farklıdır. İnsanın kendi
amellerinden sorumlu olması ve sorumluluğu açısından ceza
veya ödül alması, herkesin kendi fiillerinde
kullandığı orana bağlıdır ve bu öyle bir
şeydir ki, bunu zerre kadar eksik veya fazlalıkla tartmak,
değerlendirmek ve ölçmek dünyanın hiçbir yargıç veya
hakimi için mümkün değildir. Bu muhasebe, muhakeme ve değerlendirmeyi
sadece Fâtır-üs Semavât ve'l-ard yapabilir ve ancak O, kıyamet
gününde mahkemesini kuracaktır. İşte bu noktaya Allah'ın
kelâmında çeşitli yerlerde işaret edilmiştir:
"O gün tartmak haktır. Terazisi
ağır gelenler felah bulanlardır. Tartısı hafif
gelenler de ayetlerimize küfr ile zulmeder oldukları için kendilerine
yazık edenlerdir" (Ei-A'raf: 8-9)
"Muhakkak ki, onların
dönüşleri bizedir. Sonra onlanıjı hesaplarını
görmek bize aittir." (Gaşiye: 25-26)
"Bir zerre
ağırlığında hayır işleyen onu
(mükâfatını) gö| rür. Kim de bir zerre
ağırlığınca şer işlerse onu
(cezasını görür." (Ez-Zilzâl: 7-8)
Kur 'an- i Kerim, cebir ve kader
meselesini ancak bı| kadar aydınlatır ve bu fizik ile etik
bilimlerinde yer alan so-j runlar ile düğümleri çözümler. Metafizik
veya doğaötesi so runlara gelince ki, bunlarla felsefeciler ile
ilahiyatçılar uğj raşmaktadır. Yani, Allah'ın bilgisi,
kudreti, makdurâtı, irâdes ve muratları (amaçlan) arasındaki
ilişkiler ve O'nun eski bilgileri, ezelî iradesi ve mutlak kudretinin
yanında insanın naşı yetkili ve özgür irade sahibi
olacağı gibi sorunlar, Kuran-, Kerim bunlardan
sözetmemiştir, çünkü insan bunları anla-] tamaz. [44][44]
Kaderimiz önceden belirlenmiş
midir? Başarılarımız, başarısızlıklarımız,
düşmemiz, kalkmamız, sapmamız ve düzelmemiz,
rahatımız, sıkıntımız ve dünyada
karşılaştığımız başka
durumlarımızın belirlenmesi ve
kararlaştırılması hiçbir payımız olmayan
başka bir güç veya güçlerin aldığı kararların sonucu
mudur? Ve eğer böyle ise, biz tamamen mecbur ve çaresiz miyiz? Biz
dünyada başkalarının oynattığı kuklalar gibi
miyiz? Biz daha önceden yapılmış planın bir
parçası mıyız? Ya da, herkesin rolü daha önceden
belirlenmiş dünya sahnesindeki aktörleri miyiz?
Bu sorular, herhangi bir zaman dünya ve
insan konusunda kafa yoran herkesin kafasını kurcalar. Filozof,
bilim adamı, tarihçi, hukukçu, toplum, ahlâk ve dinle ilgili sorunlarla
uğraşanların yanı sıra alelade insanların da bu
düğümü çözmek için beyinlerini patlatmaları gerekir.
Çünkü herkes bu noktaya gelince birden bire duruverir, daha ileriye, gidemez
ve doğru ya da yanlış tatmin edici bir cevap veya çözüm
ister.
Bu sorulan sadece bir "evet"
veya "hayır'le cevaplamak istiyorsanız cevaplayın; belki
de, bununla tatmin olursunuz. Ancak "evet" deyin ya da
"hayır", her iki durumda da sayısız sorular ortaya
çıkar ki, bunları sizin "evet "veya
"hayır"mızın cevaplaması mümkün değildir.
Eğer "evet"
diyorsanız, o zaman şunu da kabul etmelisiniz ki, taş, demir,
ağaç, hayvan ve insan hiçbirinde gerçek bir fark yoktur. Hepsi gibi insan
da kendisinin yapması gerekeni yapıyor ve kendisi için ne
planlanmışsa ona göre hareket ediyor. Ne kendisi ne de onlar
herhangi bir özgürlük ve yetkiye sahipler. Bir arının kovan
yapması ve bir insanın demiryolu yapması arasında belki de
derece farkı olabilir, ama nitelik bakımından herhangi bir fark
yoktur. Zira, onlara kovan ve demiryolu yaptıran
başkasıdır. Her ikisi icat etme şerefinden yoksundur.
Bundan sonra şunu da kabul etmelisiniz ki, dünyanın diğer
eşyası gibi, insan da kendi fiillerinden sorumlu değildir. Bir
insanın iyi amel işlemesi ve bir motorun iyi çalışması
aynıdır. Bir kişinin bir suç işlemesi veya rezalet
çıkarması bir dikiş makinasının kötü dikiş
yapması da aynıdır. Ve durum böyle iken nasıl ki,
"dürüst motor", "haylaz dikiş makinası",
"inançlı makina", "ahlaksız çark" gibi ifadeler
kullanmazsınız, bir insana da dürüst, haylaz, inançlı, hilekâr
veya ahlâksız gibi sıfatlar yakıştıramazsınız.
Veya bu gibi tanımlar kullanıyorsanız (ki, bu hareketinizi de
siz kendiniz yapmıyorsunuz, size yaptırılıyor), şunu
anlayın ki, bunlar boş laflardır.
Sonra mesele bununla bitmiyor. Dinimiz,
ahlâkımız, yasalarımız, adli sistemimiz, polisimiz,
hapishanelerimiz ve suçlarla ilgili soruşturma yapan müesseselerimiz,
okullarımız, eğitim kurumlarımız ve ıslah
yerlerimiz hepsi yararsız ve anlamsız hale gelir. Gerçi bütün bu
işler yürüyecek, bunların hiçbiri kapanmayacaktır, çünkü sizin
görüşünüze göre bütün bu aktörler dünya sahnesinde
kendileri için biçilen rolleri oynayacaktır. Ama gayet tabii ki, camilerde
namaz kılanlar,; tapmaklarda putlara tapanlar, mahkemelerin
yargıçları ve hırsızlık ile haydutluk yapanların
hepsi hepsi sadece birer aktör haline gelir ve ibadet yerlerinden
kumarhanelere ve hapishanelere kadar her şey büyük bir piyesin
değişik perde ve aksesuarları oluverirse, demek ki, insanın
tüm dini ve ahJ lâki yaşantısı sırf bir oyun veya
gösteridir. Gecenin sessizliğinde huşu ile ibadet eden ile
birinin evini soymaya çalışan ikisi de bu oyunda kendilerine verilen
rolleri oynamaktadır. İkisi arasında, rejisörün birine
ibadet eden kişi ve diğerine hırsız rolünü vermesinin
dışında bir fark yoktur. Mahkememizde hakim ne kadar ciddiyetle
davaya bakıyor ve kendine göre adaleti sağlamak için ne kadar
çaba harcıyorsa harcasın, sizin görüşünüze göre onlar
iddia ve savunma makamı ve sanık olup hepsi aktördür ve
zavallılar, orada sadece bir oyun oynanırken gerçekten bir mahkemenin
çalıştığını ve adaletin yerini
bulacağını sanıyorlar. İşte, benim ilk sorularıma
"evet" diye cevap vermenizin sonucu budur;
Peki, şimdi bu sorularıma
"hayır" cevabı mı vereceksiniz? Ama burada da bir
zorluk var. Bu sorun, sadece bir "hayır" cevabıyla
çözümlenecek gibi değildir. Mesele burada bitmeyecektir ve bununla
sizin birçok gerçekleri yok saymanız gerekecektir, örneğin,
insanın kaderinin önceden belirlenmediği ve kaderin bir dış
gücünün kararıyla oluşmadığını
söylediğiniz zaman, herhalde olumsuz cevabınızın
anlamı insanın kendi kaderini kendi belirlemesi olmalıdır.
Yani kaderinin ve kısmetinin kendi irade ve çabalarıyla
oluştuğunu ima ediyorsunuz.
Bunun üzerine ilk soru olarak, bu
ifadenizde "insan"dan neyi kastettiğiniz sorusu akla gelebilir.
Bireyler mi yoksa, toplum veya ulus dediğimiz insanların büyük bir
grubu mu? Yoksa, tüm insanlık mı? Eğer demek istediğiniz
her insanın kendi kaderini kendi yaptığıysa, kaderi
oluşturan şeylere bir göz atın ve söyleyin, insan
bunların hangisi üzerinde tasarruf sahibidir? Kaderin
oluşturulması için ilk gereken unsurlar arasında insanın
organları, zihinsel ve bedensel güç ve yete-nekleri ve ahlâki
özellikleridir. Bunların iyi ve yerinde olması, bozulması,
dengeli ve dengesiz oiuşundaki azalma ve çoğalma kaderini kesin bir
biçimde etkiler. Ancak bütün bu şeyleri insan anne karnından alarak
dünyaya gelir ve bugüne kadar kendi planı, programı ve seçimiyle
kendini oluşturarak dünyaya gelen tek bir kişi
olmamıştır. Ayrıca, bir kişinin kaderinin
oluşması veya bozulmasında, her insanın kendi
atalarından miras aldığı pek çok etkenler rol oynar. Sonra,
hangi aile, toplum, sınıf, millet veya ülkede doğmuşsa,
onların zihinsel, ahlakî, sosyal, ekonomik ve siyasal
durumlarının pek çok etkileri dünyaya adım attığı
zaman onu her taraftan sanverir. Bütün bu şeyler insanın kaderinin
yapımında rol oynar. Şimdi, ırkını ve çevreyi
kendi beğenisi ve seçimiyle belirleyen ve bunlardan her birinin etkilerini
ne ölçüde kabul veya reddedeceğine karar veren bir kişi var
mıdır? Aynı şekilde, insanın kaderini dünyanın
birçok olayı ve rastlantıları da iyi veya kötü şekilde
etkiler. Deprem, sel, kıtlık, hava, hastalıklar, savaşlar,
ekonomik çalkantılar ve tesadüfi gelişmeler çoğu kez
insanların tüm hayatlarının akışlarını
değiştirir ve yaptıkları bütün hesap ve
planlarını altüsteder; oysa bu hesaplar ve planlar çok
düşünülerek, taşınarak ve büyük çabalarla kendi rahatlık ve
başarıları için hazırlanır. Ve bunun tam aksine,
sık sık benzeri rastlantılar bir insanı anında
öyle başarılara ulaştırır ki, elde edilmelerinde
aslında kendi çabalarının payı çok az olur. Bunlar
öyle belirgin gerçeklerdir ki, bunları inkâr etmek için
inatçılık, hatta küstahlık gerekir. O halde, insanın kendi
kaderini kendisinin yaptığı nasıl kabul edilebilir?
Şimdi eğer siz
iddianızı değiştirip diyorsanız ki, bireyler
değil, uluslar ve topluluklar kendi kaderini kendi çizer. O zaman bu da
kabul edilecek bir husus değildir, Her ulusun kaderini oluşturan
nedenler arasında ırksal özellikler, tarihi etkiler,
coğrafi durumlar, doğal sorunlar ve uluslararası ortam yer
alır. Ve dünyanın hiçbir milleti bu nedenlerin dışına
çıkıp kendi kaderini istediği gibi yapma gücüne sahip değildir.
Ayrıca, yeryüzü ve göklerin düzeninin bağlı olduğu ve
içine girmek söyle dursun, tam olarak bilinmesi de hiçbir ulusun gücünün
yetmediği doğa yasası, ulusların kaderlerini öyle
etkiler ki, bunları hiçbir millet veya topluluk durduramaz ve bunlardan
kurtulamaz. Bu yasa geri planda işleyip durur ve bazen aniden ve bazen
aşamalı olarak işleyişinden öyle sonuçlar doğar
ki, bunlar yükselmekte olan ulusları alçaltir ve düşmekte olan
milletleri yükseltir. İnsanın elinden tamamen uzakta olan nedenlerin
durumu budur. Ne var ki, görünürde insanın elinde olan nedenler de
iyice incelendiğinde umut verici bir sonuç vermez. Bir milletin kaderinin
oluşması, daha doğrusu düzelmesi daha çok uygun bir lider kadrosuna
sahip olmasına, bu liderlikten yeterince yararlanması için
elverişli nitelik ve özelliklere sahip çok sayıda bireylerinin
varolmasına bağlıdır. Ancak bir milletin bu her iki
şeyi elde etmesi için serbestçe kendi iradesi ve seçimini
kullandığına ilişkin herhangi bir kayıda ne tarihte
rastlıyoruz ne de günümüzde bir örneğini görüyoruz. Bizim
gördüğümüz sadece budur: Bir ulus yükselme noktasına
geldiği zaman iyi bir lider kadrosuna sahip olur ve bu liderliğin
başarılı olması için gereken nitelik ve özellikleri de
kazanır. Ve aynı ulus çökmeye başlayınca, ondaki
liderlik ve takipçilik gibi iki yetenek öyle kayıp olur ki, hiçbir
sempatizanı onları geri getiremez. Milletlerin tarihindeki bu
iniş ve çıkışların hangi kanuna bağlı
olduğu ve o kanunun ne olduğu hakkında hiçbir bilgimiz yoktur.
Şimdi, siz milletleri bıraksp
bütün insan irkıyla ilgili olarak mı hükmünüzü vereceksiniz ki, bu
kendi kaderini kendi çizer? Ama bunu söylemek daha da zordur. Nesillere ve
milletlere bölünmüş, ülkelere dağılmış,
sayısız uygarlık ve kültürlere burünmüş ve yine
sayısız dil ve lehçeler konuşan insan ırkiyla ilgili olarak
eğer bir kişi, onun toplu bir iradeye sahip olduğunu, bu iradeye
göre çok düşünerek taşınarak kendi kaderini, kısmetini
belirlediğini varsayıyorsa, aslında aslında çok acayip bir
varsayımda bulunduğu söylenebilir. İnsanoğlu
gerçekten kendi gelişme takvimini kendi mi
hazırlamıştı? Yani, falan döneme kadar taş
aletlerini kullanacağına, fıian çağa kadar demir ve
ateşi kullanmaya başlayacağına, filanca aşamaya kadar
İnsanî ve hayvanı güç kullanacağına ve sonra makinelerin
gücüne güveneceğine, filanca yüzyıla kadar kompassız teknelerle
yolculuk edeceğine, daha sonra, kendi yönünü belirlemek için kompas
kullanmaya başlayacağına kendi mi karar vermişti? Sonra,
Afrika, Amerika, Avrupa, Asya ve Avustralya 'daki değişik
ulusların, yani kendi değişik bölgeleri için
değişik kaderlerini belirieyen de insanoğlu mudur? Gayet tabii
ki, böylesine garip iddialarda bulunmayı aklı başında
bir kişi kafasından bile geçiremez.
Bundan sonra, sizin için, insanın
kendi kaderini kendi belirler görüşünde kalmanızın hiçbir
imkânı bulunmuyor. Çünkü ne bireylerin her biri, ne bireylerin bir
grubu, ne bir ulus, ne de tüm insan ırkı kendi kaderinin sahibiyse,
bu kaderin mülkiyeti hangi "insan"m payına düşecektir?
Gördünüz. Size ilk önce
sorduğum soruların cevabı ne sadece "evet" ne sadece
"hayır" biçiminde verilebilir. Gerçek bu ikisi
arasındadır.
Bu akılalmaz evren düzenini
sürdürmekte olan müthiş iradenin dışında dünyada hiçbir
şey işleyemez, işe yaramaz; hatta, işlemesi ne demek,
ayakta kalamaz, yaşayamaz. Cihanşümul bir plan var ve bu plan her
şeyi ile dünyada ve uzayda işlenmektedir. Hiçbir kimsede bu
planı, bu düzeni değiştirecek, buna karşı
çıkacak, bunun dışına çıkacak veya bunu etkileyecek güç
yoktur.
Sahip olduğumuz tüm bilimler,
bilgiler, deneyimler, gözlemler hepsi kâinatın bu saltanatında
başka kimsenin egemenliğine imkan olmadığını
göstermektedir. Hangi düzenin ilke ve kuralları gökteki büyük
kürelerin bir santim bile kaidelerinden oynamasına izin vermiyor, hangi
güç dünyanın belli bir yörüngede dönmesini zorunlu
kılıyor hangi hükümet rüzgâr, su, ışık, sıcak ve
soğuk üzerinde tam bir hâkimiyete sahip bulunuyor, hangi kudret
insanın doğmasından önce onun dünyada
yaşamasını mümkün kılan imkânlar ve ortam
hazırlamış bulunuyor ve hangi gücün yetkileri, yaşamsal
dengede en ufak bir değişiklik yapılması halinde tüm insan
ırkının bir anda helak olması mukadder kılıyorsa,
işte onun altında kalarak yaşayan insanın kendi kaderini istediği
gibi yapma özgürlüğüne sahip olduğu tasavvur edilemez. Ancak,
bizi bu dünyaya getiren, bize ilim, düşünce, görüş, irade ve
karar yeteneği veren, bizde bazı yetkilere sahip olduğumuz
hissini yaratan, bizde iyi ile kötüyü birbirinden ayırma
yeteneği doğuran, bizim ahlâklı ve ahlâksız fiiler
arasında ayırım yapma ve dünya işleriyle ilgili olarak
belli bir tutum içine girme imkânını sağlayan gücün bütün
bunları bizimle dalga geçmek için yaptığını
düşünmemiz doğru değildir.
Biz bu evrenin hazırlanması ve
işlenmesinde büyük bir ciddiyeti görüyoruz. Hiçbir yerde şaka,
oyun veya alay görmüyoruz. O halde, gerçek, vicdanen hepimizin
hissetiği husustur. Yani, gerçekten biz burada sınırlı
ölçüde bazı yetkilere sahibiz ve bu yetkilerin kullanımı
açısından biz münasip derecede özgür de
sayılırız. Bu özgürlük elde edilmiş değil,
bağışlanmış bir özgürlüktür. Bunun miktarı
nedir, sınırları nedir ve niteliği nedir? Bunu belirlemek
zor, hatta imkânsızdır. Ancak bunun özgürlük olduğu inkâr
edilemez. Evrenin cihanşümul planında bizim için seçilen konum,
sınırlı bir ölçüde özgürce hareket eden bir
aktörün rolüdür. Bizim için burada sahip olduğumuz özgürlük,
ancak bu planda uygun görülen ve sığdırabilecek kadar
özgürlük vardır. Ve biz, ahlaki açıdan aslında bize verilmiş
olan özgürlük kadar sorumluyuz. Bizim ne kadar özgür olduğumuz
ve yaptığımız işlerden ne kadar sorumlu olduğumuz,
bu her iki husus bizim bilgi alanımız dışındadır.
Bunu ancak kendi planında bize bu konuma layık gören güç
bilebilir.
İşte dinimizin bu meselede
benimsediği görüş budur. Dinimiz bir yandan Kaadir-i Mutlak
olan Allah'a iman etmemizi ister ve bu da demektir ki, biz ve çevremizdeki
bütün her şey ve evren Allah'a bağlıdır ve O'nun hâkimiyeti
herkesi ve herşeyi kuşatmıştır. Diğer yandan,
dinimiz bize ahlâk kavramlarını Öğretir, iyi ile kötü
arasında ayırım yapmamızı sağlar ve falanca yolu
seçtiğimizde kurtulacağımızı, filanca yolu
benimsediğimizde cezalandırılacağımızı
anlatır. Bu husus, ancak bizim gerçekten kendi hayat yolumuzu seçmekte
özgür olmamız halinde tutarlı olabilir. [46][46]
[1][1] Kayda geçsin diye bunu açıklamakta sakınca
görmüyorum ki, bu zat Çav-duri Gulam Ahmed Pervez'di.
[2][2] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 9-17.
[3][3] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 19.
[4][4] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 19-21.
[5][5] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 21-22.
[6][6] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 23-28.
[7][7] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 28-29.
[8][8] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 31-34.
[9][9] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 34-35.
[10][10] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 37-41.
[11][11] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 41-42.
[12][12] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 43-44.
[13][13] Bu hadisi İmam Zühri, İmam Zeyn'ül-âbidin
vasıtasıyla rivayet etmiştir (Tirmizi)
[14][14] Bu hadis çeşitli biçimde Hz. Ömer, Hz.
Âişe, Hz. Enes, Hz. Ebu Hureyre ve
[15][15] Hz. Abdullah bin Ömer bin As (r.a)tan rivayet olunmuştur
(Bk. Tirmizi, İbn Mâce)
[16][16] Bu hadisi Zühri, İmam Zeynü'l-abidin'den ve o da,
Hüseyin bin Ali (r.a.) den rivayet etmiştir. (Buharı, Nesei).
Muhaddisler, Resululfah (s.a.v.)'in Hz. Ali (r.a)'nin evinden dönmesi ve
bu âyeti okumasıyfa ilgili çeşitli açıklamalar da
bulunmuştur. Ama benim bundan anladığım, Hz. Peygamberin
(a.s.) hayatın pratik sorunları konusunda kader meselesine
başvurmasından hoşlanmadığıdır.
[17][17] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 44-46.
[18][18] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 46.
[19][19] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 46-47.
[20][20] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 48-55.
[21][21] Hristiyan ilahiyatçıları veya
tannbilimcilerinin durumu da tamamen aynıdır. Onların büyük bir
bölümü de Eş'arilerin görüşündedir. Aziz Augustine salt
cebriyeden kurtulmaya çok
çabalamıştır, ancak Allah'ı Hakiki Fail ve insanı
sadece nesnel bir varlık olarak kabul etmesiyle bite salt cebircilik
görüşünden kurtulamamıştır. Scotus Erigena Hıristiyanlıkta
skolastik felsefenin kurucusudur. Kendisi Tanrının failü efâlü'I-
ibâd (kuiların fiillerinin faili) olması konusunu çok
abartmıştır. Ona göre Tanrı tüm evrenin ruhudur,
özüdür. Tanrı hayat, güç, ışık ve akıf olarak
dünyadaki varlıklarda kendini göstermektedir. Aziz Anseim genel
Hristiyan inançlarına göre insanın doğuştan günahkâr
olduğuna Tanrının Mesih şeklinde indiğine ve
insanın, günahının kefareti olduğuna inanmaktadır. Ve
gayet tabii ki, bu inançta cebirliğin dışında başka
bir şeye yer yoktur. Abelard ve Aziz Thomas (Agiuin'Ii) her ikisi
İlahi iradenin vücubî ve cebri olduğuna inanmaktadır. Onlara
göre, Yüce Allah, kulların tüm amellerinin
yaratıcısıdır. Hatta Aziz Thomas, Eş'ariierin Allah'ın
her türlü eleştiri ve sorgulamadan münezzih olduğu görüşünü
de benimsemiştir, önde gelen skolastik düşünce
savunucularından yalnız Duns Scotus, Mu'tezileler gibi kadercilik
görüşünü benimsemiştir. Ona göre insanlar, iradelerini
kullanma veya kutlanmama ve fiillerini gerçekleştirme veya
gerçekleştirmeme konusunda tamamen özgür ve yetkilidir ve
Tanrının kudreti insanın seçim yapma veya yetkisini kullanma
özgürlüğünü kısıtlayamaz.
Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 55-58.
[22][22] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 59-68.
[23][23] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 68-69.
[24][24] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 71-72.
[25][25] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 73-74.
[26][26] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 74-79.
[27][27] Buharı, "Kitab-ün Nikah, Bâb-üş
Şurûtu'l letiy la tahl-i fi'n-Nikah". Hemen hemen aynı rivayeti
Beyhiki ve Ebu Kaim Isbahanî başka şekilde naklet-miştir. Allame
ibn Abdul Berr diyor kî, ilim adamlarına göre bu hadis "takdir"
veya kader konusunda naklolunan hadislerin en iyisidir. Burada kastedilen
şudur: Bir koca, karısının lâfını dinleyip,
rızkına ortak olduğunu iddia ettiği kumasını
boşarsa bile, hiçbir maddi yarar elde edemeyecektir. Ku-masının
boşanmasını isteyen karısı, ancak kısmetinde olan
payı alacaktır. Onun için, kocasının, diğer karisini
boşaması meseleyi halletmez." Buharı: c.9, s. 219
[28][28] Azil: Erkek hanımla birleştikten sonra
uzvunu çıkarıp menisini dışarıda
bo-şaltmasıdır. Buhari: c.9, s.305.
[29][29] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 79-81.
[30][30] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 81-86.
[31][31] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 86-87.
[32][32] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 87-88.
[33][33] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 88.
[34][34] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 89.
[35][35] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 90.
[36][36] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 90-91.
[37][37] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 91.
[38][38] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 92.
[39][39] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 92.
[40][40] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 93.
[41][41] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 94.
[42][42] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 95-99.
[43][43] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 99-102.
[44][44] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 102-103.
[45][45] Tüm Hindistan Radyosunun izniyle 23 Ekim 1942'de Lahor
Radyo İstasyonundan yayınlanan bir konuşma.
[46][1] Kayda geçsin diye bunu açıklamakta sakınca
görmüyorum ki, bu zat Çav-duri Gulam Ahmed Pervez'di.
[46][2] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 9-17.
[46][3] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 19.
[46][4] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 19-21.
[46][5] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 21-22.
[46][6] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 23-28.
[46][7] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 28-29.
[46][8] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 31-34.
[46][9] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 34-35.
[46][10] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 37-41.
[46][11] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 41-42.
[46][12] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 43-44.
[46][13] Bu hadisi İmam Zühri, İmam Zeyn'ül-âbidin
vasıtasıyla rivayet etmiştir (Tirmizi)
[46][14] Bu hadis çeşitli biçimde Hz. Ömer, Hz.
Âişe, Hz. Enes, Hz. Ebu Hureyre ve
[46][15] Hz. Abdullah bin Ömer bin As (r.a)tan rivayet
olunmuştur (Bk. Tirmizi, İbn Mâce)
[46][16] Bu hadisi Zühri, İmam Zeynü'l-abidin'den ve o da,
Hüseyin bin Ali (r.a.) den rivayet etmiştir. (Buharı, Nesei).
Muhaddisler, Resululfah (s.a.v.)'in Hz. Ali (r.a)'nin evinden dönmesi ve
bu âyeti okumasıyfa ilgili çeşitli açıklamalar da
bulunmuştur. Ama benim bundan anladığım, Hz. Peygamberin
(a.s.) hayatın pratik sorunları konusunda kader meselesine
başvurmasından hoşlanmadığıdır.
[46][17] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 44-46.
[46][18] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 46.
[46][19] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 46-47.
[46][20] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 48-55.
[46][21] Hristiyan ilahiyatçıları veya
tannbilimcilerinin durumu da tamamen aynıdır. Onların büyük bir
bölümü de Eş'arilerin görüşündedir. Aziz Augustine salt
cebriyeden kurtulmaya çok
çabalamıştır, ancak Allah'ı Hakiki Fail ve insanı
sadece nesnel bir varlık olarak kabul etmesiyle bite salt cebircilik
görüşünden kurtulamamıştır. Scotus Erigena
Hıristiyanlıkta skolastik felsefenin kurucusudur. Kendisi
Tanrının failü efâlü'I- ibâd (kuiların fiillerinin faili)
olması konusunu çok abartmıştır. Ona göre Tanrı
tüm evrenin ruhudur, özüdür. Tanrı hayat, güç, ışık ve
akıf olarak dünyadaki varlıklarda kendini göstermektedir. Aziz
Anseim genel Hristiyan inançlarına göre insanın
doğuştan günahkâr olduğuna Tanrının Mesih
şeklinde indiğine ve insanın, günahının kefareti
olduğuna inanmaktadır. Ve gayet tabii ki, bu inançta cebirliğin
dışında başka bir şeye yer yoktur. Abelard ve Aziz
Thomas (Agiuin'Ii) her ikisi İlahi iradenin vücubî ve cebri olduğuna
inanmaktadır. Onlara göre, Yüce Allah, kulların tüm amellerinin
yaratıcısıdır. Hatta Aziz Thomas, Eş'ariierin
Allah'ın her türlü eleştiri ve sorgulamadan münezzih olduğu
görüşünü de benimsemiştir, önde gelen skolastik
düşünce savunucularından yalnız Duns Scotus, Mu'tezileler gibi
kadercilik görüşünü benimsemiştir. Ona göre insanlar,
iradelerini kullanma veya kutlanmama ve fiillerini gerçekleştirme veya
gerçekleştirmeme konusunda tamamen özgür ve yetkilidir ve
Tanrının kudreti insanın seçim yapma veya yetkisini kullanma
özgürlüğünü kısıtlayamaz.
Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 55-58.
[46][22] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 59-68.
[46][23] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 68-69.
[46][24] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 71-72.
[46][25] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 73-74.
[46][26] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 74-79.
[46][27] Buharı, "Kitab-ün Nikah, Bâb-üş
Şurûtu'l letiy la tahl-i fi'n-Nikah". Hemen hemen aynı rivayeti
Beyhiki ve Ebu Kaim Isbahanî başka şekilde naklet-miştir. Allame
ibn Abdul Berr diyor kî, ilim adamlarına göre bu hadis "takdir"
veya kader konusunda naklolunan hadislerin en iyisidir. Burada kastedilen
şudur: Bir koca, karısının lâfını dinleyip,
rızkına ortak olduğunu iddia ettiği kumasını
boşarsa bile, hiçbir maddi yarar elde edemeyecektir. Ku-masının
boşanmasını isteyen karısı, ancak kısmetinde olan
payı alacaktır. Onun için, kocasının, diğer karisini
boşaması meseleyi halletmez." Buharı: c.9, s. 219
[46][28] Azil: Erkek hanımla birleştikten sonra
uzvunu çıkarıp menisini dışarıda
bo-şaltmasıdır. Buhari: c.9, s.305.
[46][29] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 79-81.
[46][30] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 81-86.
[46][31] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 86-87.
[46][32] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 87-88.
[46][33] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 88.
[46][34] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 89.
[46][35] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 90.
[46][36] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 90-91.
[46][37] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 91.
[46][38] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 92.
[46][39] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 92.
[46][40] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal Yayınları:
93.
[46][41] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 94.
[46][42] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 95-99.
[46][43] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 99-102.
[46][44] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal Yayınları:
102-103.
[46][45] Tüm Hindistan Radyosunun izniyle 23 Ekim 1942'de Lahor
Radyo İstasyonundan yayınlanan bir konuşma.
[46][46] Mevdudi, Cebir Ve Kader Problemi, Hilal
Yayınları: 105-112.