Hülafa-İ Raşidinîn Teamülü Ve Müctehî Dinî Ümmetin Hal Ve Fasl Ettikleri
Resulün Sünnetinin Kanun Mehazı Olma Vasfı
Sünnetin Kanun Mehazı Olduğu Hakkında
Müslümanlar Arasındaki İhtilaflar
Sünnetin Kanun Mehazı Olması Hakkında
Uydurulmuş Hadislerin Bulunması Güvensizliğe Niçin Sebep Oluyor?
Rivayetlerin Sıhhatînî Araştırma Usûlü
Sünnetin İtibar Edilir Olmasının Delilleri
Mutafarrık Haberlerin Hususiyetti
Ahkâm Olan Hadislerin İmtiyazına Ait Hususiyetler
Hakimiyet Kimin Hakkı Olabilir?
Hükümetin Çalışma Sahasının Hududu
Hükümet Organlarının Çalışma Hududu Ve Bunların Birbirleriyle Alakaları
Teşrii (Kanun Yapıcı) Meclîslerin Hududu
Hükümetin Muhtelif Organlarının Birbirleriyle Alakası:
Medenilik (Vatandaşlık) Ve Bunun Esasları
Vatandaşlar Üzerinde Hükümetin Hakları
İslâm Anayasasının (Düstûr'un) Esasları
Saadet Devri Ve Örnek Dört Hallfe Devrine Bakış
3. Müslümanlar Arasında Eşitlik :
6. Makuf'a (Doğru İse ) İtaat .
7. İktidar Îçin İstekli Bulunmak Ve
Haris Olmanın Men Edilmiş Olduğu
9. Emr Bil-Martjf (Doğru İşe Emir) Ve Mün-Ker (Eğri İş) Den Men Etmenin Hakları Vb Farz Olması .
Beytülmalin Emanet Olduğunu Düşünmek
Kanun Vazı'ının Çalışma Dairesi
Tabir-İ Ahkâm : (Hükümlerin Tefsiri)
Seebest Kanun Vazetmenin Çalışma Şekli
İçtihadın Kanun Mahiyeti Kesbeylemesi
Muamelat Hakkında Kanun Yapmanın Dört Bölümü
Adlîye Kararları İle Devlet Kanunlarının Farkı
İslam Nizamına Göre İhtilaflı İşlerin Halledilmesinde Sahih Usul
Cevap : Kur'an-I Kerimin Usûle Ait Hidayetleri '
Devr-İ Saadet-İ Nebevi'de İhtilafların Halledilme Usulü
Kaza (Duruşma) Yani Adliye İşleri.
İslâmî Hükümetin Bir Kaç Cephesi
D. İslâmî Hükümette Zîmmîlerin Vaziyeti:
2. Zimmîler Üç Kısma Ayrılırlar :
F. İslamda Harp Kanunu Ve Esaret :
A. Tslânıi Hükümet Ve Hilafete Ait Bazı Sualler.
B. El - Hilafet Veya El - Hükümet Sual :
C. İlâhi Hükümet İle Papalık Usulünün Farla :
D. İslâmî Hükümet Ve Müslüman Hükümet
E. Hilâfet Meselesi Ve Fırkacılık.
Memleket İdaresinde Kadınların Vazifeleri
A. Kanun Vazeden Meclislerde Kadınların İştiraki Meselesi
B. İslâmî Hükümette Kadınların Çalışma Dairesi.
C. Cemiyetin Islahı Ve Terbiye
A İslâm İ Hükümette Zimmî Reâyâ (Tebaa)
A. Anayasanın (Düstur) Un Tefsiri Hakla:
C. Devlet Başkanının Ve Hükümet Reisinin «Veto» Hakkı.
1. Yaşamaya Hürmet Veya Yaşama Hakkı.
2. Zayıfları Ve Malüllerî Korumak:
3. Kadınların Namuslarının Korunması :
6. İyiliğe Yardım Etmek Ve Fenalığa Yardtun Etmemek.
9. Zalimin İtaatini Reddetmek Hakkı.
10. Siyasî İdarecilikte İştirak Hakkı.
13. Şeref Ve Haysiyetin Korunması.
14. Şahsî Yabayısın Korunması.
15. Zulmün Karşısında Direnme Hakkı.
17. Fikir Ve Akide Serbestliği Hakkı
18. Dinî Eziyetten Korunma Hakkı.
20. Başkasının Yaptığı İşden Meaiul Olmamak.
21. Şüpheler Üzerine Hüküm Yürütülemez.
1. Gayrı - Müslîm Reâya'mn Çeşitleri.
Cizye Ve Harar Tahsilinde Kolaylıklar .
4. Gayrı - Müslimlere Verilen İlâve Haklar.
Çağdaş Devrin Bazı Aldatmacaları
Îslâm İçtimai Adaletin Ta Kendisidir
İslamdan Maksat Adaletinta Kendisidir:
İçtimaî İdareler Ve Bunların İdareleri.
Serveti Sarfetmek Hususunda Mesuliyetler.
Zulmün Ve Haksızlığın Ortadan Kaldırılması.
Beytülmalda Tasarruf Etme Şartları.
Yönetim İşleri Ve Memurların Seçilme Usulü
İçtimaî, Muaşereti, Siyasî Eğitim Ve Öğretim Hakkında Umumî Usul :
B. Îslâmî Hükümette Eğitim Ve Öğretim Usullerine Ait Kur'an-Î Hidayet.
Vatandaşlık Ve Yabancılık Durumu.
Îslâmî Hükümetin Hususiyetleri
İslamî Hareketin Hususî Çalışma Tarzı
Alemşümul Hükümette İslâmî Hükümetin Çalışma Tarzı
Îslamî Nizamın Kaim Kılınmasının Sahih Şekli
Siyasî İnkılap Mı Daha Öncedir Yoksa İçtimaî İnkılap Mı?
naden Risaletin ayrılmaz bir cüz'ü olarak elde etmiş bulunuyor. I3âhî Kelâmdaki bu apaçık görülen gerçekler, Sahabe-i Kiram devrinden bu güne kadar bütün müslümanlar tarafından ittifakta kabul edilmiş ve benimsenmiştir. Buna göre, yukarda bahsedilen bu vasıflar dairesinde Zatı Saadetlerdin bütün yaptığı işler, ahval ve ef-âl Kur'an-ı Kerimden sonra ikinci kanun mehazı (Source of İaw) dır.
Sünnetin kanun mehazı kabul ediümesinin kararlaştırılmış olmasından sonra şu sual meydana çıkar: Sünneti belirtmek ve bunu tebeyyün ettirmenin usulü nedir? Hangi vasıtalarla ve nelerle biz sünneti elde edeceğiz?
Bu sualin cevabı olarak, şunu arz edeceğim ki, bugün ün dört asırdan br çeyrek kadar az bir zaman geçmüjptir. Bu suaı yalnız devrimizin müslümanlarına mahsus olmayıp her devirde aynı sual mevzu bahs edilmiştir. Bir buçuk bin seneye yakın bir zaman önce biseti nübüvvet vuku bulmuştur. O zamandan günümüze kadar sünnet na-sü devam etmiş ve bırakılmamıştır? Bu hususta iki tarihî hakikat vardır :
1. Birincis" şudur ki: Kur'an-ı Kerimin talimi ve Hazret-i Munammed Sallallahû aleyhi ve sellemin sünneti üzerine Islama mahsus yaşayışın başUadığı ilk günden beri bu tâlim ve bu usul gayet canlı olarak günümüze kadar zincirleme devam edegelmiş ve ayakta tutulmuştur. Yaşayışta bir gün bile bu tarz tatbikatın arası kesilmemiş ve inkitaa uğramamıştır. Bütün îslâmî tedvir işleri de buna.göre yürütülüp gitmiştir. Bugün, bütün dünyada yaşayan müslümanSann akidelerinde, düşünce tarzında, fikirlerinde, ahlâk ve âdetlerinde, ibadet ve muamelelerinde, yaşayış nazariyelerinde ve hayat yollarında bu esas bütün titizliği ile nazarı itibara alınmıştır. Bu hususta bazı İhtilâflar varsa da bunlar arasında yine bir ahenk mevcuttur. Bu şekSde, bütün yeryüzüne yayılmış bulunan müslümanlar bir-ümmet olmak vasfını bu'top-maz bağ sayesinde kazanmışlardır. Bu geniş, camianın ümmet olma temeli de yine bu cevher olmuştur. Buradar şu mesele de sabit oluyor ki, muaşeret usulü üzerine yürürlükte olan bir sünnet vard'tr. Bu sünnet yüzlerce se-nedenberi zincineme bir şekilda devam ettiriliniştâr. Bu sünnat kaybolmuş bir şey değüdir ki, biz onu aramak, bulmak ve elde etmek için uğraşalım? Buna kavuşabilmek için karanlıklarda uğraşıp did'neiim?
Yukarıda geniş olarak anlattığımız gibi, Nebî Sallal-îahû aleyhi ve sellem, kendi devri saadetlerinde müslü-manJar :çin, sadece bir vaiz, bir mürşid ve bir tarikat şeyhi değildi. Belki amelî olarak, îslâmî cemaatın, yani İslâm ümmetinin lideri, Önderi, rehberi, yol göstericisi, âmiri, 'darecisi, hâkimi, kanun vazu, terbiye edicim, muallimi idi. Her ne şekilde olursa olsun, akide ve düşünceden tutun da amelî yaşayışın bütün noktaiîarına kadar, İslâm camiasını teşkil ettiıren yalnız Zatı Saadetleridir. Zatı Risaletpenahilerinin bildirdikleri, öğrettikleri, kararlaştırdıkları usuller ve yoKar üzerine îslâm camiası teşekkül etmiş bulunuyor.
O yüce peygamberin öğrettikleri sadece namaz, oruç ve hac gibi işlere inhisar etmemiştir. Bunları öğretmekle .'si bitirmemişlerdir. Müslümanlar da aadtece vaaz dinlemek ve öğütlere kulak asmakla, kalmamışlardır. Vaaz-* dan sonra da müslümanlar kendi hallerine bırakılmamışlardır. Halbuki gerçek tamamen başkadır. Zatı Saadet-lerîniaı öğrettikleri namaz, denhal mescidlerde, camilerdte bir cemaatin teşekkülüne sebep olmuş ve müslümanlar bu usulü ayakta tutmuşlardır. Yine aynı şeklide evlen-ft^fc; aile kurmak, talak ve miras hususlarına ait, Zata Saadetlerinin mukarrer kıldıkları kanunlara, derhal müSlüman aileler uyarak, işlerini bu kanunlar üzerine tanzim etmek yolunu tutmuşlardır. Alış verişte de Zatı Risaûföt-penahilerinin kararlaştırdıkları İslâm iktisadına ait kanun ve nizamlar, çarşı ve pazarda revaç bulmuş, herke® tararından da benimsenmiştir. Ad3î işlerde ve ihtilâfların haKecliImesinde Zatı Saadetleri ne yapmışlarsa telâm hukukuna temel ve kaynak teşkil etmiş ve bütün İslâm memleketlerinde tatbik edilmiştir. Muharebelerde ye dış devletleri? münasebetlerde Zatı Saadetlerinin tutumu devletlerarası hukukun dogtmasına sebebiyet vermiştir. Hülâsa, topyekün îslâmî yaşayışta ve îslâmî hayat nizamında o mukaddes peygamberin yaptıkiarı işlerin her cephesinde İnsanlığın, Efendisinin, Sünnetinin yürürlüJk-te olduğu görülmüştür. Zata Saadetleri, Sünnetini ya kendi devirlerinde tamamen yürürlüğe koymuşlar yahut da kendilerinden sonra bu sünnet üzerine kararlar venilinuş-tir. Buna göre Zatı Ris&letpen ah'terinin sünneti isldâmın ayrılmaz bir eüz'ü olmuştur. Çünkü Allah Resulü kendileri bu hususu islâma bir cüz' yapmışlardır.
tşte Sünnet diye bilinen maıunı ve-mütaaref, bu örf ve âdetlerdir ki, camiden iktisadî hayata, adalet, hükümet daireleri, devletlerarası hukuka kadar, müslüman-lann içt;maî yaşayışlarının bütün şubelerinde Zatı Saadetlerinin amelî oîarak başladıkları :.şler kendilerinden sonra Hu.efa-i Raşidin tarafından devam ettirilmiş ve zamanımıza kadar da içtimaî hususlarda süre getirilmiştir. Son asra kadar da hiç bir kes'nti olmadan zincirleme sürüp gelmiştir. Son zamanlarda bir inkıta vuku bulmuşsa da bu kesinti ancak hükümet, adalet, umumî kanunlar ve idarî işlerde vuku bulmuştur ki; bu durum işleri k&rma karışık b;r halle getirmiş ve içinden çıkılmaz; bir şekle sokmuştur.
Sünnet hususunda, bir tarafda istinadlı hadislerin rivayeti diğer tarafdan da mütevatiren süre gelen üm-msftin yaptığı işler ve tuttuğu ameller vardır. Bunların her ikisi de birb'rlerine uymakta ve mutabakat etmektedirler.
2. İkinci tarihî gerçek de şudur ki, Nebî Sallaliahû aley hi ve sellemin devri saadetlerindfen sonra da her zaman müsliimanlar şu hususta titizlikle durmuşlardır: Sünnetin sabit b!r halde tasbit edileb lmesi için çok büyük ilmî çalışmalar yapılmış ve bu uğurda büyük gayretler sarf edilmiştir. Burada bir de şu husus vardır, ki, yufeart-da bahsettiğimiz belli ve mutaaref sünnetler ile büinen ve mutaaref sünnetlerden başka diğer bazı sünnetler de vardır. Bu ikinci kısım sünnetler Zatı K.:saietpenahilerî-nin devri saadetlerinde pek maruf ve mütaaref olmamışlardır. Bunlar muhtelif zamanlarda, Zatı Risaîetpenahi-îerinin ihtilaflar hakkındaki hal ve fasılları, bazı nasihatler* ve ÖğütiLeri, bazı emir ve nehiyleri, bazı takrir ve beyanları, [1], müsaadeleri, yahut da amelen gösterip duyurdukları şeylerdir. Ancaik bazı hususî şahıslar bunlara vâkıf idiler. Umum halk bunları bilmiyorlardı.
Bu sünnetere aH bilgiler, halk efradı arasında yayılmış bulunuyordu. Ümmet efradı Zatı Saadetlerinin devrinden ve ahrete teşriflerinden sonra bunları toplamağa başladılar. Hemen işe koyulup o mübarek hadis-i şerifleri îslâm ülkelerinin dört bucağından toptLactilar. Nitekim, o zamandan beri, halifeler, idareciler, âmirler, hâkimler, müftüler, hatta avam halk bile kendi işleri icafa] bir çok mesetıelerle karşılaşıyorlardı. Bu meseleleri ne . şekilde değerlendireceklerini düşünmeden önce, acaba Zatı Saadetleri, bu iş hakkında ne gibi bir hüküm vermiştir diye titiz bir araştırmaya girişiyorlardı. İSger böyle bir emir ve hüküm varsa ona göre hareket ediyorlardı. Olmadığı takdirde ise o zaman diğer çarelere baş vuruyorlardı.
Yaşanılan hayatın her şubesinde cereyan eden hadiseleri İsıâma göre değerlendirmek ihtiyacı, «Sünnet» i aramayı icabettirdi. Ve bu çalışmalar Hadis ilminin doğmasına yol açtı. Böylelikle Sünnet hakkında bilgisi olan kimseler araştırıldı. Böyle bir bilgisi o5an şahıslar da bu bilgilerini başkalarına duyurmayı ve başkalarını haberdar etmeği kendilerine bir vazife bildiler. İşte bu iş Hadis rivayetlerinin başlangıcını teşkil etti. Hicretin 11 in-, c senesinden İtibaren işe girişildi ve hicretin üçüncü hatta dördüncü yüz yılına kadar bu çalışmalar devam etti. İslâm âleminin her tarafında dağınık bir halde bulunan Hadisler toplandı. Bir araya getirildi. Hadis mevzularını tertipleyenler, her türlü kanşıfeîıkları bertaraf edebilmek için en zor usullere baş vurdular. Nitekim, bir hakkı is-bat yahut da iskat eden herhangi bir Sünnet, veya helâl ve harama ait bulunan yahut da b'risiiün ceza görüp görmemesine ait olan hülâsa bütün ahkâm ve kanunlar Sünnetlerin üzerine tedvin edildi. Bunlar hakkmd'a İslâm hükümetleri, adalet makamları, fetva daireleri, o kadar titizlikle durdular ki, her kim kaikıp da Zatı Saadetler* şd'yte buyurdu; (Kale'n - Nebiyyü sallallahû aleyhi ve sellem) dedi mi, hemen hâkim, kadın veya müftü onun sözüne itibar eder ve bu söz üzerine hüküm verirdi. Bu. defa bu mevzuların üzerinde daha da titizlikle duruldu. Ahkâma ait olan Sünnetler üzerinde incedıen inceye tetkikler ve tenkMler yapıldı. Rivayetlerin zincirlemelerine
dikkat edildi. Rivayetler arasında da tetkikler bagiîadı. Bütün bunlar yapıldıktan ve bütün malzemeler toplandıktan sonra, incelemelere girişildi1. Rivayetler sağlam bulunduğu takdirde kabulı edildi. Yahut da rivayet sahiplerinin vaziyetleri şüpheli görülerek kabul edilmedi. Bundan sonra sünnetlerin sıhhat ve doğruluk derecelerini ölçen kaide ve ölçüler hususunda artık herkes aynı fikre sahip oldu. Sünhetuierin kanun mehazı olması dolayı-siyle, her s gücde, adalet işlerinden, hükümet muamelelerine kadar Sünnet üzerine hüküm vermek yoluna gidildi. Bunun için yapılan araştırma ve incelemelerde kat'-Ayyen müsamaha ve ihmal gösteritmedi.
Bu hususları tahkik etmenin ve incelemelerin usulü ortaya kondu. Bu ilmî ve usule uygun çalışmaların neticeleri îslâmm ilk Hilâfet devrinden, zamanımıza kadar, nesilden nesile zincirleme bir şekilde, bize kadar manevî bir miras olarak gelnrştir. Arası kesilmeden, bila inkıta, her nes'û tarafından muhafaza eoSmiştir.
Bu ik; gerçeği, bir kimse iyi anlarsa ve sünneti tahkik etmenin usul ve kaidelerini ilmî bir şekilde mütalâa ederse, halledilmesi zor görünen bu çok mühim mesele de kendiliğinden halledilmiş olacaktır. [2]
III
Üçüncü mehaz [3] Hülefa-i Raşidinin teamülüdür. Peygamber sallallahû aleyhi ve sellemden sonra, Hülefa-i
Raşid nin İslâm devletini ns şekilde idare ettiklerine dair rivayetler, tarihî misaller pek canlı olarak Hadis, tarih v*j siyret kitaplarmda yer almıştır. Bunların lıer biri tizim için birer örneK olmak hususiyetini taşımaktadır.
îslâmın ta başından bu güne kadar, dinî ahkâm vö cvâmirin tabiri ve anlatılması hususunda, Sahabe-i Kiramın (radiyalSahü teâlâ anhüm) ittifak ettikleri usul gözönündâ bulundurulmuştur. Buna istilanda «icma» denir. Anayasa ve kanunî işlerde de Hülefa-i Raşidün, Sa-lıabilerle müşavere etmişler, onlara fikir1 danışmışlardır. Bu müşaverelerin ve danışılan fikirlerin neticesi, bizim iç'jn hüccsttir. Yani onların vardıkları isabetli ve sağlam karara bağlı bulunmak lâzımdır. Nitekim, Sahabilerin bir iş hakkında müttefikan vardıkları karar, istinadlı kanım tab ri ve istinadlı çalışma kaidesi olmuştur. îslâmın bu ön saftaki saffetli zümresinin vardıkları kararlar arasında ihtilaf mevcut! o&tfuğu takdirde ve böyle ibir meselede iki veya ikidgn fazla muhtelif tabir şekilleri olabileceğimi hesaba katmak lâzım gelir. Yine bu şekitdeki muamelatta da bir kavil ile d'ğer bir kavil arasında İhtilaf olabilir. O zaman bu iki -kavilin her ikisine de itibar edilebilir. Şöyla br hüküm de çıkabilir ki, bir kere Zatı Saadetleri, zaman ve zemin icabına ve meselenin vaziyetine göre böyle hüküm vermişler, diğer bir defa da aynı meseleye benzer bir meselede yine zaman ve zemin icabı foaş-kp. türlü hüküm vermişlerdür. Fakat Sahabiler arasında ittifak olursa şurası anlaşılmış olur ki, bu işin bir tek hal şeklinden başka bir şekli olamaz. Zira Sahabiler doğrudan doğruya AUah Resulünün sallallahû aleyhi ve sillemin şakirdleri * ve talebeleri mahiyettndedirler. Onun elinde terbiye görmek gibi misilsiz bir mazhariyetin sahibidirler. Onlar hiç b:r zaman ittifakla ne muamelaıtta hata ederler, ne de doğru yolu eğri yola değiştirirlerdi.
Ne de dbğruyu bildikleri halde eğriyi kabul edecek kimselerden idiler.
Dördüncü mehaz ise, Müctehidin-i Ummet'îm hal ve f asi ettiJderidir. Bu zevat, 'kendi ilim ve basdretüenaıi kullanarak muhtelif kanunî meseleleri aydınlatmak ve açıklamak yolunu tutmuşlarda. Bunların ietÜıadları isterse hüccet olmasın fakat yine de İslâm Anayasasının ruhu ve usulü olarak bilinmeli ve bizim için en iyi rehberlerden sayûm aMniar.[4]
îşte bizim Anayasamızın ve kanunlarımızın temelini bu dört esas mehaz teşkil eder. Şimdi biz İslâm Anayasasını yazmak ve kâğıt üzerine getirmek istersek, bu dört mehazın ka'delerini gözönünde bulundurmamız icap eder. Meselâ îngiltered[e halk yeni bir Anayasa hazırlamak isterlerse, kendilerinin daha önceden uydurmuş oldukları (vaz edilmiş olan) kanunlarını (Statüte Law) ile örf ve âdetlerine ait medenî kanunlarını (Commun Law) ve eldeki rayiç Anayasalarını (Constitutions of the cinstitu-tion) bir arada bulundurup bunların cüziyatuıı bir kâğıt üzerine yazıp tesbit ettikten sonra ancak başka bir kanun veya nizam çıkarırlar ye bu şekilde işleri yürütmek yoluna giderler. [5]
Aşağıda Hakim S. E. Rahman Sahiıb ismindeki hâr zâtın yazmış bulunduğu bir mektuba cevaben müellifin bir uyarmasını ve açıklamasını naklediyoruz. Bu mektup Tercüman El - Kur'an'uı sahifeîerindte, bahsi geçen Sahiib
(Beyefendi) ile Profesör Abdiilhamid Sıddıkî arasında cereyan etmiştir. Bu mektupta Sünnetin kanun mehazı olduğuna dair müeBfin ileri sunduğu gayet kıymetli fikirler ve bu hususta alâkalı mevzuat yer almaştır. Bu bakımdan böyle bir yazıyı okuyucularımıza sunmak, bizim için mes'ut bir vazife oldu. Bu yazının yazılmasına sebebiyet veren mektubu burada aynen nakletmeye lüzum hissetmed'k. Çünkü aşağıda muhterem müellifin verdiği cevabın medlulünden mektupta ne demek istedi ği pek iyi bir şekilde aniaşilmaktadr.
Mektup sahibi muhterem zat, kendi- vaziyetini açıklamış ve sıra ile şu hususlara işaret buyurmuşlardır : Şunlardan 3 numaralı husus hakkında bazı sualler tevcih etmişlerdir. Bu işaret edilen hususta, mevcud yanlış anlayışlara göre bazı istekler ortaya çıkmıştır. Bu sebepten dolayı biz de bu bahse ait bazı meseleleri gün ışığına çıkarmak ve sual sahibi muhterem zata arzetmek isteriz ki, iyi ölçerek, tartarak ve dikkatle bunların üzerinde dursunlar. Ve bu d'üşunceden sonra bize de hak versinler.
Sıddıkî sahib, Eimme-i Selefin tertip ve İtasnif etmiş oldukları fıkhı yeniden gözden geçirmenin gerektiğini ileri sürüyor. Ve onların bu hususta yaptıkları herhangi Tsir içtihadı mesele ve istinbat için Kur'an ve Sünnete ne derece sadık kaldıklarını veya kalnıadiklarırun da îiae-r'nde durmak lâzım geldiğinin tesbitini istiyor. Mektup yazarı fazılı muhterem, iddialarına şu şekilde devam ediyorlar:
«Şu da malumdur ki, Kur*an-<ı Ilakirn'e ait olan hususlarda ve ona ait tefsir ve tabirde hakikaten, heri»* müttefiktir. Ve kimse' bu husustan aynhmyor. Fakat Za ti âlileri bitiyorlar İd, Sünnet meselesi &tUafljdn\»
Bu beyan edilen kelimelerden biz de şunu anlıyoruz ki, muhterem zata göre, lalâmî ahkâmın anlaşılması için Kur'an-ı Kerimin zarurî bir merci ve mesned1 olmasa hu-, susunda bir diyecek olamaz. Fakat Sünnetin bu vasufda bulunması, hususunda biraz düşünmek lâzımdır. Çünkü bu husus htilaflidır. Bu zatın sözlerinden, ihtilaflı olan hususlar ne gibi mevzulardır? Nelerdir ve hangileridir? [6]
Sünneti bizatihi (Yani Resulullah sallallahû aleyhi ve sellemün ahval ve ef ali, emirleri ve nehiyleri) kanun mehazı ve ahkâmın mercii olması hususuncla ihtilaf vardır, diye bir gaye mevcutsa, o zaman biz dfe şunu arz ederiz ki, bu hakikatin tam aksine ve zıddına bir meseledir. Müslüman ümmetin varlık meydanına çıktığı o mes'ut günden zamanımıza kadar böyle bir ihtilaf Ehl-i İslâm arasında mevcud olmamıştır ve asla mevcut değildir. Ümmetin hepsi de daima şu meseleyi kayıtsız ve şartsız olarak kabul etmişlerdir: Hazret-i ResuSü Ekren? sallallahû aleyhi ve sellem, müminler için Allahu Taalâ tarafından itaat edüSnesi icabeden ve O'nun hükümlerine itaat etmek, emirlerini ve nehiylerini dinlemek ve tebai-yet etmek her müslümana farz küınmıştır. Zatı Saadetleri de bu yolda yürüyerek müslümanlara, kendi ahval ve ef alini, takrir ve beyanları ile talim ettirmişSJer-dir. [7] Biz de ona uymakla vazifelendirilmiş bulunuyoruz. Yaşanılan hayatın her şubesinde zuıhur eden her hadisede yalnız O'nun göstermiş oldHığu yojjian yürür ve i§lerin hal ve fasünda onu takip ediyoruz. Başka türlü hal ve fasla da cevaz veremeyiz.
İslâm tarihinde geçmiş olan şu 1381 sene zarfında böyle bir ihtilâf ne zaman ve nerede vuku bulduğu bizce malum değildir. Böyle bir İhtilafın mevcud olduğuna dair ©Simizde hiç bir tarihî haber ve delil yoktur. Ufak tefek düşünce ayrılıkları, pek mevzu ve münferid bir şekilde başka türlü anlayışlar, her zaman ve her yerde, her milletin arasında, her zümre içinde olabilen şeylerdir. Bu ümmetin fertleri, hiç bir zaman, ümmetin veya mîlletim müsellem olan meşaleleri hakkında muamz olma rmşlardır; böyle bir şeyi düşünmek dahi yanlış bir şeydir. Böyle alemşümul ve müsellem b:r mevzu sahih ve açık bir şekilde ihtilaflı olabilmesi doğru dteğildir. Böyle olduğu takdirde, esasen bu müsellem mevzuya, mesele de diyemeyiz. Yine bu kabil garaz ve saldırılardan Kur'-an-ı Kerim bile kurtulamamıştır. Garazkâr iddiacılar işi o derece ilerletinler ki1, Kur'an-ı Kerimin tahrif edildiğini bile icüdia etmekten kendilerin alıkoyamazlar. Şimdi biz neye istinaden Kelâm-ı İlâhînin merci ve sened olması hakkında :htilaf vardlır diyebiliriz? [8]
İhtilaflı Sünnetler kendi başlarına bir taraf da bırakılıp mesned ve merci olmasalar; ihtilaflar da mevcut olsa bu iş için herhangi bir hususî meseOede Sünnet olarak bildir'len şey de ileri sürülürse, o zaman şunu düşünmek lazımdır ki, hakikaten bu şey isbat edSimiş Sünnet midir , yoksa değil midir? Böyle olunca, bu gibi ihtilaf Kur'an-ı Kerimin âyet ve mefhumunun menşednde de olabilir. Her i&m sahibi, herhangi bir mesele ve hüküm hakkında Kur'an-ı Kerimde, açık bir emir olduğu veya olmadığı hususunu anlayabilir.
Mektup yazan fazılı muhterem, kendileri Kur'an-ı Kerimin tefsir1 ve tabir ihtilaflarından bahsediyor. Bu ihtilafların nereye sığabilecekleri nazara ahnmakla beraber, Kur'an-ı Kerimi haddi zatında merci ve mesned olarak kabul ediyor.
Şimdi karşımıza şöy<!e bir sual çıkıyor: Bu şekilde ayrı ayrı meselelerde Sünnetlerin isbatı ve tahkiki hususunda ihtiSafın olduğu ileri sürüldüğü halde yine de bu Sünnetler; haddi zatında «fi nefsini» Sünnet olarak mesned ve merci olarak kabul etmeği niçin düşünüyor?
Mektup yazan kanun âlim; fazıl zat için elbetteki, Kur'an-ı Kerimin herhangi bir hükmünün muhtelif şahıslar tarafınd'an muhtelif tabir ve tefs:rleri olabilir. Bir kimse idarî yahut da acfcSî işlerde bu tabir ve tefsirleri nazarı itibara alarak ilmî usul ile hüküm verir. Fakat hüküm verdikten sonra da yine hükme esas olarak, nazarı tlbara aldığı hüküm menşeini kendi ilim dairesinde verdiği bu hükmü, hükmü İlâhiye istinad ettirir. Halbuki kendi verdiği hüküm, hükmü Hâninin kendisi dte-ğild'r. Bu hüküm hakkında böyle bir iddiada, buitana-maz.
Bu şekilde Sünnet'n tahkiki hakkında da ilmî vasıtalar kullanılır. Herhangi bir mesele hakkındaki Sünnet, bfr fakihın veya bir kanun koyucunun (Leg'stator) yahut da adalet hâkiminin indindte sabit olunca, bu hüküm Resulün hükmüdür. Kati olarak bunu söylemese i — ki verilen bu hüküm Resul tarafından verilmiştir .— verilen hüküm Resulün hükmüne istinaden verilmiş olduğuna göre yine Resulün hükmü demektir. Her iki şeklin, ikisinde de şu mesele zarurî olarak iihtüaflı olur: Hakikatde bu hükümlerin hangisi aynen Allahın hükmü veya hangisi aynen Resulün hükmüdür? Bence böyledir. Acaba sizce nasıldır? Fakat benim de sizin de Allah ve O'nun Resulüne ait o5an son_ mesnedi (Final Authority) kabul eder inanırsak, bizim aramızda ihtilaflı bir husus kalmaz, O zaman Allahın ve O'nun Resulünün hükmü de kendi yerinde biaim için kanun olup, kabul edilmesi ve uyulması lazım gelen kanunun esası ve te-. m eli olur.
Buna binaen, ben S. E. Rahman Sahibe şu meseleyi anlatmak ;stemekten özür dilerim. Fıkıh meselelerinde, kendileri, Kur'an-ı Kerimdeki tefsir ve tabir ihtilafını kabul etmekle beraber, Kur'an-ı Kerimi kanun merci ve mesned kabul ediyorüar da Sünneti de aynı şekilde kabul etmekten niçin çek;niyoş^ar? Sünnet meselelerinin cüs'iyatı hakkında ihtilaf olduğunu ileri sürerek - ki ihtilaf da ileri sürülebilir - Sünnetin kanun mercii olmasını kabui etmekte düşünceye dalmalarında seoep ne olabilir? [9]
Sahib Hazretleri, Sünnetin mesned olarak kabul edilmemesi hakkında şöyle beyan buyuruyor: «Bir hayli uydurma hadisler, geçerli olarak, Hadîs kitaplaitında bulunmaktadır.» Bu iddiadan sonra şu sözleri de İ2âve ediyorlar: «Uydurulmuş Hadisler hakkında koca koca kitaplar da yazılmıştır.» Zatı Muhterem, bunları söylemekle şunu ortaya atmak istiyorlar : Sünnetin kendisi şüpheli bir şeydir. Olabilir ki, bu şüphe, sözü kısa kesmek istemesinden doğmuştur. Belki aslında Zatı Muhterem, böyle bir iddiada .bulunmak istememiştir. Fakat iddia varid ise, ben de şunu söylemek İsterim kî, bu hususta daha fazla düşünsünler. Ciddi bir tahkikten sonra, inşallah kendileri keşf edeceklerdir ki, Sünnetin şüpheli olduğuna dair delil olarak Meri sürdükleri hususlar, hakikatte Sünnete ait olan aslın mahfuz bulunduğuna ve her türlü şüpheden uzak olduğuna en kat'î bir delildir. Bu deliller Sünnete güven vermek için ortaya konmuştur. Bir parça geç kalmış olmakla beraber şu suali sormak —«"bnriyetindeyim: Acaba hangi geçerli hadis ırieemiM»-lan ve hangi hadis kitapları böyle uydurulmuş hadislerle doludur? Muhtelif muhaddlisler, hadis kitaplarını tedvin etmiş olmalarına rağmen, kendi imkânlarının son haddine kadar ince eleyip sık dokumuşlar ve şu nokta üzerinde ittifak bitmişlerdir: îtimad edilir ve güvenilir Hadisleri bir araya getirsinler ve itünad edilecek şekle koysunlar
Bu hususta Sihah-i Sitte (Altı had'is kitabı) ve Mu-vatta'ın ilmî seviyesi o kadar yüksektir ki, ilim erbabı ittifakla bu kitaplara istinad eder ve onları her hususta baş vurulacak, şaşmaz ve kiymetli bir mehaz olarak bilirler. ~
Yine br parça geç ojsa dahi şunu da söyliydim ki, bütün Hadis mecmualarına bir kaç tane uydurma hadis g'rmjş olduğunu farzetsek bile düşünülecek şey Fazılı Muhteremin işaret buyurdukları, o koca koca kitaplar bunların hangileridir? Halbuki o *koca kitapların mevzuun şudur: Hangi hadisler ne şekilde uydurulup ortaya atüır? Kimler hadis uydururlar? Hadüs uydumcusu yalan cı (kezzab) raviier kimlerdir? Uydurma Hadisler nerelere girebilmişlerdir? Hangi kitaplardaki hangi hadisitere itibar edilemez? Hangi ravilere itimad ederiz ve hangilerine itibar edemeyiz? «Uydurma» hadisi'eri «Sahih» hadislerden nasü ayırabiliriz? Rivayetlerin doğrulukları, zayıflıkları ve sakatlıkları ve saireyi nasıl tahkik ederiz? O koca kitaplar vasıtasiyle uydurma Hadisleri ayıklamakla biz öy;e b'r emniyet kesbetmiş oluruz ki, sanki hırsızlık yapan hırsızları yakalamış, çalman- malları onların elinden tekrar almış ve kendilerini de hapishaneye tıkmış gibi oluruz. Nasıl ki, çaimmış mallar ele geçtikten ssnra bunların sah'plerini bulmak için hususî bir usulün konduğu g'bi, ilerde de yapılacak hırsızlıkların yine bu usulle keşfedilmesi sağlanmıştır, îşte Hadîsler d'e bu şekilde ayıklanıp uydurmaları bir tarafa bırakılmıştır.
Fakat hayret edilecek nokta şurasıdır ki, her nasılsa bir kere hırsızlığın vukubulması, emniyetsizliğe sebep olur. Bu emniyetsizlik de her zaman ve her yer için olamaz. Elbette ki, tedbir alındığı zaman böyle bir emniyetsizlik mevzu bahs edilemez. Şüphesiz ki, bu gibi uydurmalar güveni sarsmış olacaktır. Fakat yaşayışın her ye-r'nde ve her sahasında güvensiz olamayız. Eğer böyle olmasaydı ve hırsızlar yakalanıp tedbir aima imkânı bu-lunmasaydı biz dünyanın neresinde rahat barınabilirdik? Şima'i nasü olur da, muhterem yargıç hazretleri, bir hırsızlık vaVası olmuş, failleri yakalanmış olmasına rağmen, sırf hırsızlık olmuş diye artık emniyet kalmadığı iddiasında bulunabilirler?
Nasıl olur da fazüı muhteremleri, Sünnet hakkında böyle ilmî bir emniyet tedbiri varken güven sahibi olmak istemezler? Ve hele bu tedbirler hırsızlığa imkân verilmeyecek bir tarzda olunca halâ güvensiziiık iddiasında nasü söz sahibi olurlar? [10]
Fazh muhteremleri, mektuplarının sonunda şu fikrî ileri sürüyorlar:
«Bendeniz, bu hususta ifrat ve tefrit ola'uğuna kani değilim. Sünen-i Mütevaris (Anane Üe gelen Sünnetiter) yaai İbadetlere meselâ : Namaza, oruca, veya menaeik-i Hacca ve saireye ait sünnetler - uydurmalarla karışmamış ve mahfuz kalmıştır. Fakat diğer hususlara ait Hadislerin, hadis rivayetleri ile birlikte dirayet (görgü) üzerine de kurulmaları ieabederken, böyle olmadıklarından onların hüccet olduklarını kabul edebilmek için târihi tenkide taraftarız.» diyorlar.
Bu mesele bir hadde kadar doğru bir noktayı nazardır. Fakat bu noktada da bazı hususlar vardır ki, ben zatı muhteremi b'r parça daha fazla düşünmeğe ve tetkik etmeğe davet ederim, thtiyaç hissettifclerâ tarihî ten-kidleri, daha önce Hadis ilmi âlimleri yapmışlardır. Buna aa Hadis İmi denmiştir. Hadis ilmi demek, bu tarihî tenkidin başka bir ismidir. Islâmın ilk yüz yınndan bu güne kadar bu ilim hususunda o kadar tenkidler ve incelemeler yapılmıştır ki, herhangi bir fakih veya muhad-d'is âe §u meseleye — ister ibadetlerde olsun, ister muamelatta olsun veya hangi meselelerde olursa olsun, — Resulü Ekrem saUallahû aleyh ve selleme isnad ettirilmiş bulunan herhangi bir rivayeti tenkadsiz ve tahklksiz hüccet orarak kabul etmeğe hazır olmamışlardır. Bu ilim, hakikatte tarihî tenkid ve tahkik'n en iyi örneğidir. Modern zamandaki tarihî tenkid metodunun en iyinnin de îyisidir. Bundan daha iyi tenkid ve tahkik etmek 's^Û&r <$a yoktur. Bunun üzerine/.herhangi bir ilerleme ve ileri gitme (improvement) yapmak imkânı da kalmamıştır. Belki bunu da söyleyebiliriz ki, Hadis âlimlerinin- tenkid ve tahkik usulleri öyle incelikler ve öyle kılı kırk yarma seklinde olmuştur ki, zamanımızda bile tarihî tenkidci-lerin zihinlerine. b'le sığamıyacak kadar ileri gidilmiştir.
Bu mevzuda şu gerçeği de korkmadan ve çekinmeden söyüyebüiriz ki, dünyada yalnız ve sadece Hazretti Muhammed Sallallahu aleyhi ve sellemin Sünnet ve Siy-ret ve O'nun devrinin tarihî vak'aları kadar hiç bir kim-sen'n hattı hareketi incelenmiş ve hiç bir kimsenin hayatı nazarı dikkate alınmış ve hiç bir kimsenin yaşayışı üzerinde durulmuş değildir. Hiç kimsenin ne haatı ne de Siyret ve Sünneti, Zatı saadetlerinki gibî böyle muhad-disler tarafından olduğu gibi incelenip sık dokunarak tah kik ve tenkid edilmiştir. Hatta bugüne kadar dünyada hiç b'r kimsenin, hiç bir tarihî devrin bu kadar ince noktaları mahfuz kalmamış ve üzerinde titizlikle de durulmamıştır. Bunu kabul etmek de tarihî bir zarurettir.
Bence üzülecek bir nokta daha vardır ki, bizim şu yeni zamanımızın ilim ehli, bu iîmî gerçekleri inceliyerek mütalâa etmemektedirler. Bu zümre, eski. devrin il'im ehlinin görüşleri ve onların beyan uslûfcund'an mahrum bulunmaktadırlar. Yoksa şurası da anlaşılmış olurdu ki, Hadis' ilminde sakat hadisleri ayıklamak, tarihî tenkidin ik'nci isminden başka bir şey olmadığı gibi hem de en mükemmelidir.
Biz şunu da söyliyebiliriz ki, ıslah etmek ve ileriietmek için yine de kapılar kapanmış değildir. Kimse de kalkıp iddia edemez :ki, Muhaddislerin sakat hadisleri
ayıkhyarak tertipledikleri şekil son şekiîdir ve bundan sonra artık bir şey yapılamaz.
Günümüzde de herhangi bir arimse çıkıp da Hadîs ilmine vâkıf olduğunu ortaya konsa ve gerçekten de bu ilme vukuf kesbetmig ibuhmursa, aynı usullerle ve yahut da daha başka usullerle Hadislerin uydurulmuş olanlarını sahihlerinden ayıklamak yolunda incelemelerde bulunabilir.
Resulullahm hakikî Sünneti olan şeyler bir tarafa bırakılıp da, uydurulan şeyler Zatı Saadetlerine isnat ettirilmesini nasıl istenrş olabiliriz? [11]
Ahad'is-i Şerife okunurken, rivayetlerin yanı başında dirayet (görgü) den de bahis geçer. Muhterem mektup yazan, bu hususa da temas etmiştir. Bu mevzu mut-tafıkun aleyh bir şeydir. «D'rayet» (Görgü) mefhumunda usul ve husus noktalarından, muhaddisler ve fukahâ-nın arasında ihtilaflar olmakla beraber, bu kelimenin mefhumunda, hemen hemen ihtilâf yoktur. Bu ıstılah, Sahabiler devrinden günümüze kadar süregelmiş ve kullanılmıştır. Elbette ki, bu hususta da şu meseleyi göz-onünde bulundurmak isteriz k;. — ben de ümid ediyorum ki, benimle muhterem mektup yazarı arasmda da bu ıstılahın mefhumunda bir ihtilaf olmasın — dirayet o kimseler için itibar edilir ki, onlar Kur'ann Kerm, Hadis-H Şerif ve tsîâmî fıkıh mütalâası ve tahkikinde ömürlerinin büyük bir kısmını sarfetmîş olsunlar. Uzun ve çetin tecrübelere gir'şip mümarese kesbdtsinJer. Basirete ve tahkike erişsinler, tslâmî düşünce-nizamı ve çalışma Ölçüsünün nazariyelerine vukuf kesbetsinler. Ancak îslâ-mî usul ve kaideler hususunda söz sahibi olacak ilim erbabını bu saydığımız vasıflar içinde kabui edebiliriz. Aksi takdirde başka ölçülere itibar edemeyiz. Şüphesiz W, akK delillerin üzerinde durmak için. de bizi herhangi &r şey, alıkoyamaz. Ve kimsenin de dilini tutamayız. Fakat ne olursa olsun, tslâmî ilimiierde bilg'siz bulunan i, hoşlarına giden bir Hadisi kabul eder, hoşlarina gitmeyen diğer bir Hadisi d!e reddederlerse, bu da bizim iç n ölçü olamaz. Yahut da lalamdan başka herhangi bir gayrı - islâmî fikir nizamı iıe ve gayrı - islâmî düşünce ile terbiye görmüş olan zevatı kiramdan biri, kal-kip da gayrı - slâmî ölçü ile Hadislerin üzerinde durup bunların bazılarını red ve bazılarını da kabul ederse, biz yine böyle bir ölçüyü nazarı itibara alamayız. Müslüman milleti için, ne onların dirayetleri (görgüleri) kabul edilecek bir şey olur ne de bu milletin içtimaî ruhunda, böyle şeylerle işleri aklen hal ve fasl etmek doğru olur. îslâ-mm şaşmaz ölçüsüne göre, İslâm terbiyesi görmüş bulunan akıl ile İslama ait mizacın ahenkli olması şarttır. Gayrı islâmî akıl ve ecnebi mizaç ile ve yabancı usûl ile terbiye görmüş olanların bu daire içinde herhangi bir hizmet ifa etmesi mümkün değildir. [12]
Sünneti ayırmak hususunda muhterem mektup yazarı, Siinen-i Mütevaris (anane i±e gelen sünnetler) yani ibadetlere ait sünnetler ve «diğer hususlara ait Hadis -ler» demektedir. «Bunların birincilerinin mahfuz ve gü-venitir olduklarından, ikincilerinin ise tenkid ve tahlriıke muhtaç bulunduklarından bahsetmektedir. Bu hususta muhteıem mektup yazarı ile müttefik olmak bizim için zordur. Dış görünüşe göre bu ayırmada şu nokta göz-önünde bulundurulmuştur: Nebî Sallallahû aleyhi ve sel-îemin ibadetler hakkında göstermiş bulundukları yol ümmet arasında amelî olarak yaygın haldedir; nesilden nesle uyulup gidilmektedir. Bunun için de «mütevaris» Sünnetler mahfuz kalmıştır, diğeneri ise yani muamelata ve yaşayışın diğer hususlarına ait olanlar veya Resulü Ekrem sallallahû aleyhi ve sellsmin diğer hidayetleri, ameıî olarak yayılmamıştır; bunlar üzerine de herhangi bir medenî ve muaşereti nizam kurulmamıştır; iktsadî işlerde revaç bulmamıştır; adalet işlerinde dle ibudlar üzerine hükümler verilmemiştir; bu hususlar ancak, dağınık kimselerin hafızalarında kalmış dağınık rivayetler halindîe rivayet edilmiştir. Bu sebeplerden dolayı bu gibi hususlar inceden inceye tetkik edildikten sonra itibar edilefei-lit1.» demektedir.
Muhterem mektup yazarı, bu şekilde tahkikden başka bü şey düşünmüyorlarsa, beni yanlış anlayıştan kurtarmakla kendilerine minnettar etmiş oluyorlar. Fakat düşünceleri bunun dışında ise, o zaman arz edeyim kâ, bu da Sünnet tarihinin hakikati haline mutabık değildir.
Asıl hakikat şudur k1, Nebî sallallahû aleyhi ve sel-lem, kendi devri saadetlerinde müslümanlar için sadece bir vaiz, bir mürşit ve bir tarikat şeyhi değüdi. Belki amelî olarak, islâmî cemaatın yani İslâm Ümmetinin lideri, önderi, rehberi, yol göstericisi, âmiri, idarecisi, hâkimi, kanun vâzıı, terbiyecisi, muallimi idi. Her ne şekilde olursa olsun, akîde ve düşünceden tutun da ameli yaşayışın bütün noktalarına ikadar, islâm camiasını kuran yâlnız Zatı Saadetleridir. Zatı Saadetlerinin bildirdikleri, Öğrettikleri, kararlaştırdıkları usuller ve yollar üzerine, siam camiası teşekkül etmiş bulunuyor. Zatı Saadetlerinin öğrettikleri yalnız namaza, oruca ve menasıki hac gibi işlere inhisar etmesine imkân olamaz. Yalnız ibadetlere müteallik işlerle iktifa edilmesini düşünmek islâmın -dünya çapındaki inkılâbını görmemezlikten başka bir şey değildir.
Belki hakikat tamamen başkadır. Zatı Saadetlerinin öğrettikleri namaz yayılmış, derhal mescidlerde ve camilerde cemaat teşekkül edip, bunu ayakta tutmuşlardır. Yine aynı şekilde, evlenmek, aile kurmak, talâk, miras hususlarına ait Zatı Saadetlerinin mukarrer kıldıkları kanunlara,, derhal müslüman aileler uyarak, işlerini bu kanunlar üzerine tanzim etmek yolunu tutmuşlardır. Alış verişte de, Zatı Risaletpanahüerinin kararlaştırdıkları kanun ve nizamlar, çarşı, pazarda revaç bulmuş ve herkes tarafından benimsenmiştir. Adîî idlerde ve ihtilafların hal ve faslında Zatı Saadetleri ne yapmışlarsa, hemen memleketin temel kanunu haline gelmiştir. Muharebelerde ve dış devletlere karşı yapılan muamelelerde, Zatı Saadetlerinin düşmanlara karşı tuttukları hattı harekete uyulmuştur. Fethedilen ülikelerin halkma ye işgal edilen araziye ait hususlarda doğrudan doğruya sünnet tatbik edilmiştir. Hülâsa bütün îslâmî yaşayışta ve hayatın her şubesine ait işlerde daima sünnetin kaim olduğu görülmüştür1. Zatı Saadetleri, bu Sünneti ya kendi devirlerinde tamamen kaim kılmışlar, yahut da kendilerinden sonra bu Sünnet üzerine kararlar verilmiştir. Buna göre, Zatı Risaletpenahilerinin sünneti tslâmm ayrılmaz bir cüz'ü olduğu şüpheden uzak bir gerçektir. Çünkü Zatı Saadetleri, kendi sünnetlerini İslama bir cüz' yapmışlardır.
îşte Sünnet diye bilinen bu malum ve tarif edilmiş, örf ve âdetler ki, camiden başlayıp da çarşı pazar, adalet ve hükümet daireleri, milletlerarası siyasete kadar müsiümanların içtimaî yaşayışlarının bütün şubelerinde Zatı Saadetlerinin amelî olarak başladıkları işler kendilerinden sonra Hülefa-i Raşidin tarafından devam ettirilmiş ve zamanımıza kadar da içtimaî hususlarda süre getirilmiştir. Son asra kadar d!a bu hususlarda hiç bir kesinti olmadan, zincirleme sürüp gelmiştir. Sonra kesinti olmuşsa da bu kesinti ancak, hükümet, adalet ve umumî kanunlarda ve idarî işlerde vuku bulmuştur ki, bu vuku bulma da bu işleri karma karışık bir hale getirmiş, içinden çıkılmaz bir şekle koymuştur.
Eğer zatı âlileri (mektup yazan zat) mütevaris sünnetlerin mahfuz kaldıklarına kail iseler,, ki, bunlar iba-dat ve muamelata aittirler ve bu şekilde maruf ve mutaaref Sünnetlere Mütevaris Sünnetler deniyor. Bu hususlarda bir tarafda istinacüı hadisler, diğer taraftan da ümmet arasında tevatür-ü amel vardır. Buniarın ikisi de birbirîerine mutabıktırlar. Bunlara Mlüsjlüinaniartn difc-katsizliklerinden herhangi bir karışıklık, arttırma ve eksiltmeler girmemiştir. Ümmetin uleması da kendi devirlerinde her zaman «bid'at» ler üzerinde titizlikle durrmış-îar ve bid'atleri ayırmak için çareler bulmuşlardır. Hemen hemen de her bidat'ın muayyen bir tarihi vardır. Bu da Nebî sallallahû aleyhi ve sellem zamanından beri sünnetler meyamna sokulmak imkânını göstermiş ve her zaman da ayıklanmıştır. Müslümanlar da bu bid'atleri, mutaaref ve hakikî sünnetlerden ayıklamakta pek de zorluk çekmemişlerdir. [13]
Malum ve mutaaref Sünnetlerden başka bir kısım Sünnetler de vardır ki, bu Sünnetler Zata Risaletpenatıi-lerinin saadet devrinde şöhret bulmamış ve umumî olarak revaç görmemiştir. Bunlar muhtelif zamanlar, muhtelif vesilelerle münferid ahvalde Zatı Saadetlerinin işler ha;kkında vermiş oldukları hükümlerle, bazı mevzularda hâl ve fasl işleri, bazı hidayetler, bazı emirler ve nehiy-ler, takrirler ve icazetler (müsaadeler), yahut da hususî şahıslara amelî olarak gösterip duyurdukları mevzulardır ki, herkes bunlara vâkıf değildi. Ancak bazı muayyen kimseler bunları biliyorlardı. Ümmet efrad^ arasında, bunları toplama işi de Zatı Saadetlerinin vefatlarını müteakip başlamıştır. Nitekim, o zamandan beri Halifeler, idareciler, âmirler, hâkimler, kadı ve yargıçlar, müftüler, hatta avam haîk da kendi işlerinin muhiti icabı, bir çok meselelerle karşılaşıyorlardı. Bu meseleleri nasıl hal ve fasl edecekleri hakkında kendi düşüncelerine baş vurmadan, Zatı Saadetleri, acaba ibu işler hakkında ne gibi hüküm vermiş olduğunu araştirıyorlardl Böyle bir emir ve hüküm varsa ona göre hareket ediyorlardı. E^er o mevzuda bir hüküm yoksa o zaman diğer çarelere baş vuruluyordu.
Bu şekilde, Sünnet arama işi başladı ve bu bir ilim halini aldı. Bu defa, acaba kimler sünnet hakkında bir şeyler biliyor diye araştırıldı. Böyle bir bilgisi olan kimseler de bu bilgilerini diğerlerine duyurmak ve başkalarını haberdar etmeği kendüerine bir vazife büdiler. îşte bu safha, Hadis rivayetinin başlangıcını teşkil etti. Hicretin 11 inci senesinden itibaren, şurada burada dağınık halelle bulunan Hadisler toplandı. Bİr araya getirüLdû Mevzuları tertipleyenler, bunların üzerinde 6 kadar titizlikle durdular ki, her türlü karışıklıklardan korunmasına azamî dikkat sarfedildi. Nitekim bir hakkı ispat yahut da batıl eden herhangi bir sünnet veya helâl ve harama ait bulunan, yahut da birisinin ceza görüp görmemesine ait, hülâsa bütün ahkâm ve kanunlar Sünnetlerin üzerine tedvin edildi. Bu müeyyideler hususund'a hükümetler, adalet makamları, fetva daireleri, o kadar titizlikle durdular ki, her kim, kalkıp da «Zatı Saadetleri şöyle buyurdu (Kale'n - Nebiyyü Sallallahû aleyhi ve sel-iem)» dedi mi hemen hâkim, kadı veya müftü onun sözüne itibar eder ve derİial bu mübarek sözlere göre hüküm verirdi. Bu defa Sünnetler üzerinde daha da titizlikle dururlardı. Ahkama ait olan Sünnetlerde inceden inceye tetkikler ve tenkidler yapıldı. Rivayetler zincirine dikbt ediâdi. Dirayetlerle rivayetler arasında da tetkikler başladı. Bütün bunlar yapıldıktan ve bütün maddî deliller toplandıktan sonra incelemelere girişildi. Ya rivayetler sağlam buiunup kabul edildi. Yahut da rivayet sahiplerinin vaziyetleri şüpheli görülerek kabul edilmedi. Bu safhadan sonra da, Sünnete ait rivayetlerin kabul edilip veya kabul edilmemek hususunda konuian kaide .ve ölçüler, bu mevzuda çalışan bütün ilim çevrelerince kabul edildi.
Bu Sünnetlerin çoğu hakkında ulemâ, fukahâ ve mu-haddisinin büyük bir zümresi müttefikdirler. Bir kısmı da ihtilaflıdır. Bazılarının Sünnet olarak kabul ettiğini, bazıları kabul etmezler. Bu ^ihtilaflar hakkında yüzlerce ulemâ arasında, asırlarca Önceden .başlayan ilmî tenkidler son derece geniş tutulmuş ve bu hususta her türlü onktayı nazar istidlal edilerek kararlar verilmiştir. İstidlallerin esasları ve mesnedleri de fıkıh ve hadis kitaplarında kayıtlıdır. Bugün artık herhangi bir ilim sahibi için, bir mevzunun Sünnet olup olmadığı hakkında karar verebilmesi de bu istidlaller tahtında pek zor bir iş değildir.
Buna göre, Sünnetin isminden ürküp çekinme sebebinin neye istinad ettiğini bir türlü anlıyarruyorum. Elbette ki, bu ilim üzerinde vukuf sahibi olmayan zümreler ve bu ilimden uzak bulunan kimseler, Hadisler arasında ihtilaf vardır diye duydukları zaman ürpermeğe . başlıyorlarsa haklı değillerdir. [14]
Bu hususta şu meseleyi de iyice anlatmak isteriz ki,. Hadisler meyanmda «Aıhlkânı» ihtiva etmeyenler <îe vardır. Bunlar sadece tarihî Hadisler yahut da zamanın kargaşalıklarını anlatan veya insan ahlâkını tedavi eden ilâç mahiyetindekilerle, men&kıb, fezaü ve bu gibi işlere taalluk edenlerdir Bunların üzerinde fazla inceleme yapmaya ve ahkâm ihtiva eden Sünnetler gibi kılı kırk yarmak için ter dökmeğe lüzum yoktur. Bunun için bu mev-zulardaki Hadisler ancak rivayet hükmünü taşır ve rivayet kiymetini haiz olurlar.
Fakat ahkâm ihtiva eden Sünnetler böyle değildir. Ahkâma ait Sünnetler, asılsız ve uydurma yahut da yalan rivayetlerden tamamen temizlenmiş bulunmalıdır. Bunları rivayet eden râvilerin rivayetlerinde zayıf haberler mevcud olabilir. Fakat'mevzu yani uydurma olanları ayıklama işleri pek kolay olmamıştır. Zayıf haberleri de yine Fıkıh mektepleri (mezahip) çok kere kabul et-mişıerâür. Çünkü bu haberler ve Hadisler Kur'an-ı Kerimin hükmüne uymaktadırlar. Bunun içinmutearref Sünnetlerde rivayetlerin zayıf olması nazarı itibara alınim-yarak, dirayetler kuvvetli olduğundan bu gibi Sünnetlere itibar edilir. Dirayetin de kuvvetli oluşu, rivayetin sahih olduğuna delil teşkil eder.
Muhterem mektup sahibine kısaca yapmış olduğum bu uyarma ve açıklama şu sebebi hedef edinmektedir: Bu yazalar alelade halk tabakasından biri tarafından kaleme alınmamıştır. Bilâkis bu kalem sahibi memleketimizin Yüksek Mahkemelerinin bir hâkimi ve bir yargıcıdır. Bu durumda bulunan büyüklerin, Sünneûn şerl ve kanunî hususiyetine ait bu şekilde zayıf tarafları olursa, bu kabil mevki sahiplerinden, beklenilmeyen bir hayli hareketler doğabilir. Adliyenin bazı ileri gelen zevata da Sünnete ait bu gibi, üinı dışı düşüncelere kapılmışlardır ki, bu durum sahih ve Ümî noktayı nazara muvafık değildir. Bu yanlış anlayışlardîan dolayı ben de istedim 'ki. bu meselelerin gerçek mahiyetini gün ışığına çıkarayım. Bu açıklama şüphesiz ki, yalnız muhterem, mektup yazarının şahsına münhasır olmayıp, diğer bütün adlî mercilerde bıuunan hâkimlerimizin dikkatlini celbetrnek içindir. Biz kendi Adliyemizi, islâmm mukayese kabul etmeyen üstün ve ulvî hukuk bilgileri ile mücehhez görmek
istiyoruz. [15]
1952 senesi Kasım ayının 24 ünde Karaçi'de baro birliği başkanı, Mevlâna Ebu'l A'lâ Mevdûdi'yi Islâmî Anayasa mevzuu hakkındaki toplantıda, konferans vermek için cjavet etmişti- lîu toplantıdan maksad, münevver zümreye, adlî çevrelere ve bilhassa genç. hukukçulara Islâmî Anayasa bahsinde doğru bilgiler vermek ve aynı zamanda zihinlerdeki menfî anlayışları bertaraf etmekti. O zaman memleket, tarihi ve mühim günler geçiriyordu Memleketin her tarafımla Islânıî Anayasanın bir an önce yapılması isteniyordu. Bunun için her tarafta mîlletin sıesi yükseliyordu. Kasım 1952 senesi Nazimuddin'in raporu ileri sürüldü. Fakat tıalkın isteği üzerine bu raporun icra edilmesi bir ay kadar gecikti. Tabiî olarak, Avrupa usulü île yetişmiş ve Avrupada eğitim görmüş kimselerin zihnini bu hususta bir çok sualler kurcalıyordu. Bunlara cevap vermek zarureti vardı. '
Mevlâna Mevdûdî bu, toplantılara iştirak etti. Bu suallerin cevaplarını mükemmel bir şekilde ortaya koydu. Müzakerenin başlangıcında, Mevlânâ Mevdûdî bir takrir ile, tslânıî hükümetin ve Islânıî Anayasanın esaslarına ait plânı ilmî bîr vukufla açıkta diktan sonra, buhusnsta kendisine birkaç saat, sual tevcih edildi. Mevlânâ da bu sualleri gayet parlak bir şekilde cevaplandırdı.
Mevlâna'nın n sağıdaki satırları Islânıî Hükûmet'in esaslarını aydınlatan beyanlan ihtiva eder. (Hazırlayıcı) [16]
İlk önce, Anayasa ve hükümetin birkaç mühim ve esasa ait meseleleri üzerinde durmak isteriz. Kısaca şunu söylemek isterim ki, îslâmın aslî mehazlarında acaba elimimde ne gibi kaideler bulunmaktadır? Buradan da îslâ-mın Anayasasına ait meseleler üzerindeki ölçüler amaşı-hr. îslâm bu hususta ne gibi noktalar üzerinde durmuş ve neler üzerinde durmamıştır. Onun yapmak istediği şeyler sadece tavsiyeden ibaret midir? Yoksa kat'î ah-kâmmıdır ki, bunları biz müslümanlar, kabul etmek zorunda olup reddedemeyiz. Bu meyanda Islâmî Anayasa hususunu ele alarak dokuz esas mesele üzerinde konuşacağız.
1. Bu mevzuda karşımıza İlk çıkacak olan sual şu dur: Hâkimiyet kimin hakkıdır? Herhangi bir hükümdarın mı, herhangi bir zümrenin mi, yahut da bütün bir milletin mi, ve yahut da Hak Taalanın mı?
2. İkinci sual : Hükümetin çalışma dairesinin hıi-dWu nedir? Ne dereceye kadar ve hangi hudud dairesinde hükümet itaat edilmeğe hak iktisab eder ve nerelerde ve hangi şartlar dahilinde bu hak ortadan kalkar
3. Üçüncü ve esasa ait sual Anayasa hakkındadır: Hükümetin muhtelif organları (Organ of the state) yani icra kuvvet : (Executive), Adliye: (Judiciary) ve kanun yapma. (Legistatiutre) ün ayrı ayrı çalışma sahaları nelerden ibarettir? Bunlardan her biri ayn ayrı ne gibi vazifeler ifa ederler. Bu vazifelerin ölçüleri nelerden ibarettir? Ve bunların birbirleriyle alâka dereceleri ne nis-bettedir?
4. Dördüncü mühim sual de şudur : Hükümetin varlığından maksad nedir? Hükümet hangi maksadlar
için kurulur ve hangi maksadlar için çalışır ve ayakta tutunmak için hangi esaslara iktiran etmesi lâzımdır?
5. Beşinci sual : Hükümet kendi nizamını yür itmek için (icra Vekilleri Heyetini) ne şekilde teşekkül ettiriır?
6. Altıncı sual : Hükümet nizamini yürütenler ve devamını sağlayanlaçın ne gibi vasıflarda (qualifica-tions) olmaları icatbf&er?. Hangi zümre veya ne gibi kimseler bu mevkilerde vazife alabilirler? Ve hangi vasıftaki kimseler bu gibi işreri yürütmek ehliyetinde ve kabiliye-tindedirler?
7. Yedinci sual : Anayasada vatandaşlığın temelleri ve esaslarının nelerden ibaret olduğudur? Hangi kimseler bu hükümetin medenî vatandaşları olabilirler ve hangi zümreler olamazlar?
8. Sekizinci sual : Medeni haklara mâlik olan vatandaşların veya ülke içihd'e yaşayan zümrelerin esas hak ve hukukları-nelerdir?
9. Dokuzuncu sual : Hemşeriler, vatandaşlar ve ülkede yaşayan diğer zümreler üzerinde hükümetin ne gibi hakları vardır ve bu haklar nelerdir?
Her Anayasada bu esas hak ve temel hususiyetler gözönünde bulundurulur. Şimdi bakalım, İslâm bu suallere nasıl ve ne gibi cevaplar vermiştir? [17]
İlk Önce şu sualin üzerinde duralım: Islâmî hükümetin Anayasasında. «Hâkimiyet» hakkı kime verilmiştir?
Kur'an-ı Kerim, bu sualin cevabını bize açık wq kesin olarak vermiştir. Her manada ve her şekilde hâkimiyet Âllahu Taalânındır. Bunun içindir ki, hakikaten hakikî ve mutlak hâkim Hak Taalâdır. Islâmda Hak Ta-alânm hâkimi alâ olduğuna inanmak zarureti vardır. Bu jnese.eyi, bir kimse iyiden iyiye anladığı zaman şunu da kavramış olacaktır: ilk önce hâkimiyetin, manasının ne demek olduğunu bilmek icabeder. [18]
Siyaset ilmindeki ıstılahd'a bu kelime Eh Yüksek İktidar ve Mutlak İktidar anlamında kullanılır. Herhangi bir kimse, yahut da bir topluluk veya bir idarenin başında bulunanın hâkim olması ve hâkimiyeti elinde tutmasından maksad şudur: Onun her hükmü kanun mahiyetini taşır ve kanun olur. Böyle bir kimse, hükümetin ülkesinde yaşayan fertlerin üzerinde hükümlerini yürütür ve hudutsuz ihtiyarat ve salâhiyet sahibi olur. îdare edilenler de böyle bir kimseye kayıtsız şartsız itaat etmeğe mecbur olurlar. Bu kayıtsız şartsız itaat ister istekle olsun ister isteksiz ve kerahetı'e olsun, kabul edilmelidir. Onun hükümranlık salahiyetlerini ve onun ihti-yarâtım, kendi iradesi altında, hiç bir şey hududlandır-maz ve kısamaz. Fertlerin de onun karşısında herhangi bir hakları olamaz. Ferdlere verilmiş bulunan bir hak var ise, bu hak da ancak onun tarafından verilmiş, olur. Böyle birisi isterse vermen bu hakları genişletir, yahut da kısar veya tamamen ortadan kaldırabilir. Kanunî bir hak ortaya çıkarsa, bu da ancak kanun koyan «şarî» (Lavv-giver) den gelmiş ve ortaya çıkmış olacaktır. Buna göre bu şârf verilmiş olan bu hakkı almak isterse geri alacak ve artık hiç bir hak da ortada kalmamış olacaktır ki, böyle bir hak istenebilsin. Kanun da hâkimiyeti elde bulunduranın iradesinden çıktığına göre, fertlerin ona itaat <?tmek zorunda bulunduklarına nazaran, tamamen ve her şeyde onun isteği olacaktır: Hâkimiyeti elinde bulunduranı d'a herhangi bir kanun müızem. kılmadığı iğin, böyle birisi tam manasiyle kendi zatında Kaadir-i Mutlak'tır. Onun hükümleri hakkında, iyi veya kötü, sahih veya hata, doğru veya yanlış diye sual sorulamaz. O ne yaparsa yapsın, hep iyidir. Onun itaatma girmiş olanların, bu işlere fena demek hakları da yoktur. Onun yaptıklarını da kabul etmemek olamaz. Bunun için, onun Sübbûh (Teşbih edilen) Kuddûs (Mukaddes) ve hatad'an Münezzeh (Temiz, pâk) Olduğuna inanmak icabeder. tster bu varlık böyle bir durumda olsun isterse olmasın, üzerinde durulmaz.
İşte bu, Kanunî Hâkimiyet (Legal Sovercignty) düşüncesidir ki, kanun bilen bir kimse (Fakih : Jurist) bu düşünceyi ileri sürer. Bundan daha az bir kudret veya imkâna da artık «Hâkimiyet» denemez, bu isim verilemez. Fakat böyle bir «Hâkimiyet» bugün artık farazi bir mefhum haline gelmiştir. O kadar küçülmüştür ki, hakikî bir hakimiyet yahut da siyaset ilmi ıstiıahmda «siyasî hâkimiyet» : (Political Sovereignty) bile kalmamıştır. Yani amelen bu iktidarın mâliki bulunan da böyle, bir kanunî hâkimiyet tasallutuna uğramıştır. [19]
Şimdi ilk önce şu sual ortaya çıkıyor: Böyle bir hâkimiyet hakikaten insanlık camiası içinde mevcut mudur? Eğer bu şekilde bir hâkimiyet varsa, nerededir? Bu tarz bir hâkimiyeti eldîe tutabilen kimdir ve nedir?
Niçin, herhangi bir padişahlık (mutlakıyet) nizamında herhangi bir padişah böyle bir hâkimiyeti elinde bulundurur? Yahut da niçin haç bir zaman ibuîundurmaz ve bulunduramaz? Şimdi, 'herhangi bir diktatör yani mutlak müstebid bir hükümdarın durumunu ele alalım. Böyle bir iktidarı tahlil ederek ve üzerind'e durup çeşitli cephelerden incelediğimiz takdirde, görülecektir ki, bu idarecinin salahiyet ve ihtiyaratını bir çok haricî sebepler kısmıştır. Bunlar onun iradesine tabi değillerdir.
Ve sonra herhangi bir Cumhuriyet nizammda herhangi muayyen bir hususta parmak kaldıranların gerçekten bir hâkimiyetleri var mıdır? Bu mevkide bulunan kimselerin de hâkimiyet düye ortaya attıkları şeyleri incelediğimiz zaman, görülecektir ki, bu zahirî mutlak ih-tiyaratm arkasında esas iktidarı elinde bulunduran başka kuvvetler de vardır.
İşte bu sebeplerden dolayıdır ki, siyaset ilminin ileri gelenleri, Hâkimiyet nazariyesini açık bir şekilde ortaya atmak istedikleri zaman, insanlık camiasının geniş dairesi içinde, bu mevzunun tam mefhumunu aramak için çırpınıp dururlar. Neticede de birşey elde edemez olurlar. Bu maksatî'a yapılan fikir elbisesi hiçbir vücuda yakışmaz ve bu giyim de hiç bir bedene uymaz.
Bunun için insanhk dairesinde, hatta bütün mahlû-kat arasında bu elbisenin ve bu giyimin uyabileceği bir vücud ve beden bulunmaz. Ancak... Bu hakikati Kur'an-ı Kerim, mutaaddit yerlerde tekrar tekrar ortaya koymuştur ki, hakild hâkimiyeti elinde bulunduran yalnız ve mahzâ Allahu Taaladır. Ancak ve yalnız O, mutlak ihtiyar sahibidir.
Fa'lün li mâ yüriyd : (İstediğini yapan) dır [20] Ancak O, gayrı mes'ul ve her ne yapmışsa veya etmişse soru sorulmaktan münezzehtir. Hiç kimseye cevap vermek zorunda da değildir
Lâ yüs'elü am-mâ yefalü : (Ne ettğinden sual sorulmaz) [21]. Tam iktidarın mâliki de yine O'dur.
«Bi yedıîhi melekûtu külli şey'in : (Hsrşeyin iktidarı O'nun elindedir.)[22] O, öyle bir varlıktır ki, onun inti-yârâtını hiç bir kuvvet ve kudret kısamaz ve hudutlandıramaz.
«Ve hüve yüciyrü ve lâ yııcâTÜ aievhi (O himayesi altına alır ve onu hiç bir şey himaye ed'emez) [23] O'nun zatı herhangi bir hatâdan münezzeh ve pâk'dir.[24]
«El - melik el - kııddûsü's - selâm u : (Hakiki padişah, mukaddes, pak varlık ve selâmetlik bağışlayandır.) [25]
Şimdi ikinci sual vârid oluyor. Hakikaten meselenin aslını bir tarafa bırakırsak eğer Hak Taalâ herhangi başka bir kimseye hâkimiyet vasıflarından bazısını vermek isterse, o zaman hakikatte Jrim bu hâkimiyet vasıflarını elde etmek hakkına mâliktir? Tâ ki, onun'hükmü kanun olsun? Onun karşısmda başka bir kimsenin itiraz, etmek hakkı olmasın. Ona kayıtsız ve şartsız itaat edilsin. Onun hükmüne karşı her ne suretle olursa olsun iyic' veya fenadır denmeyip, doğrudur yahut yanlıştır diye iddia edilmeyip, sorgu sual sorulmasın. Böyle bir hak ister herhangi ıbii* şahsa verilsin, ister herhangi bir idare sistemine bahşedilsin, isterse .bîr ülke halkının çoğunluğuna atâ kılınsın, kime verilirse verilsin, ne şekilde olursa olsun, yine şu husus sorulabilir: Bu hak hangi esas üzerine verilmesi gerekir? Bu meselenin sebebi nedir? Fertler böyle bir hüküm sahibi olmaya nasıl hak kesbedeceklerdir? Bu sualin, en geniş şekline herhangi bir suretle cevap verilmek istenirse, bu cevap şu olabilir: Halkın rızası, acaba bu hâkimiyetin meşru olması için delil teşkil edebilir mi? Fakat nasıl olabilir de böyle 1>ir şeye inanılır ve razı olunabilir? Herhangi bir şahıs, kendi isteği ve kendi rızası ile, kendini kendi eliyle başka bir kimseye satıp, kendini başka bir kimsenin malı kılabilir? Satın alan kimse de bu şahıs üzerinde nasıl meşru bir mâ*-likiik ve sahiplik hakkını elde etmiş sayılabilir?
Eğer halkın bu şekildeki rızası bu kabil bir mâliki-yet'ı haklı ve meşru kılmazsa, demek olur ki, o zaman hangi yanlış anlayış üzerine, sadece çoğunluğun (Cumhur) un rızası olmakla bir kimse hâkimiyet hakkını ele .geçirebilir?
Kur'an-ı Kerim açık ve gayet belirli bir şekilde bildirmiştir ki, Allahu Taalânın mahlûklarının üzerinde herhangi- başka bir mahlûkun hüküm sürmek hakkı yoktur. Hüküm sürmek hakkı yalnız ve mahza Allahu Taa-lâmndır. Çünkü, Ailahu Taalâ, kendi mahrukatının Hâ-Jiki'dir. Yaratmış olan O'dur.
Eiâ lehü'l - halku ve'l - emrü.
Dikkat, yaratmak da emir de O'nundur, (Araf, 54)
Bu öyle makul bir meseledir ki, halkın hiç bir ferdi "bunu inkâr edemez ve Allahu Taalâ'nm Hâlık olduğuna itiraz edemez. O'nun Hâlikliğini herkes kabul eder. [26]
Şimdi üçüncü sual ortaya çıkıyor ki, faraza halk ile "bâtıl arasında bahsedilirse, Hâkimiyet mansıbının hangi insanî iktidara verilmesi gerekir. Ve insanlık camiası İçinde hangileri bu iş için tercih ediıir? İnsan için — ister bu insan, bir fert olsun, yahut da- bir zümre olsun, veya bir millet veya kavim topluluğu olsun, ne olursa olsun — Hâkimiyet denilen nesne Öyle kolay kolay yenidir yutulur ve hazmedilir şeylerden değildir ki, bunun üzerinde fertlerin hüküm yürütmeleri hususunda hudutsuz salâhiyetleri ve ihtiyarâtı olabilsin. Onun karşısında da hiç bir kimsenin söz söyiiyebilecek bir hakkı olmasın. Herhangi bir hüküm vermekte ve işleri düzene koymakta, onun hatasız olduğu kabul edilsin. Bu şekilde ihtiya-rât, herhangi bir insanın eline geçti mi zulmün ortada bulunması da muhakkaktır. Bu zulüm, içtimaî ve muaşereti hususlarda da olabilir. Bu hususların haricindeki meselelerde de yani devletin dış münasebetlerinde de olabilir. Böyle bir zabtü rabtm fıtratının içinde fesadın bulunması muhakkaktır. Hiç bir insanî yaşayışın da bu f^-saddan kurtulmasına imkân yoktur. Çünkü bu gib: hâkimiyetler hakikî bir hâkimiyet değildir. Böyle hâkimiyetler hakikatte hâkimiyet hakkı olarak elde edilmemiştir. Uydurma bir şekikfe hâkimiyet makamı elde edilkı-ce böyle bir otorite makamının ihtiyarâtı da sahih, doğru ve meşru olamaz. Bu mühim mesele, Kür'an-ı Kerim'-de şu lafızlarla beyan buyurulmuştur :
Allanın nazil kıldığı ile hüküm vermeyen böyleleri. zâlimdirler. (El - Mâ'ide, 45) [27]
İslâm, bütün bu sebeplerden dolayı, şu meseleyi kesin olarak ortaya koymuştur: Kanunî hâkimiyet, hâkimiyet diye kabul edilen hakikî ve bütün kâinat üzerindeki hâkimiyettir. Böyle olunca bu hâkimiyeti elinde bulunduran ortaksız ve şeriksiz olarak insanlar üzerinde de hâkimiyete mâliktir. Bu husus, Kur'an-ı Kerim'in müteaddit yerlerinde beyan buyrulmuştur. O kadar çok yerde beyan edilmiştir ki, bunları tek tek saymak güçtür. O kadar kuvvetli bir şekilde beyan edilmiştir ki, bundan daha kuvvetli bir beyan olamaz. Misal olarak bazı yerlerdeki âyetleri nakledelim:
İşte hüküm yalnız A Halın id ir ki, mâlız a kendisinden başkasına ibadet etmiyesiniz diye emir vermiştir, İşte sağlam din d!e budur.
(Yusuf, 40) Başka bir yerde :
Kabbınızdan size nazil kılınmış bulunana tâbi olunuz, ve ondan başka kimseyi koruyucu edinip tâbi olmayınız.
(A'raf, 3}
Diğer bir mahalde, Hak Taalâ bu kanunî hâkimiyetten kaçınanı açık olarak kâfir tâbiri ile vasıflandırmış-tır.
A Hal ı in nazil kıldığı ile hüküm vermeyen böyleleri kâfirdirler. (El - Mâide, 44)
Bu âyet-i kerimeden apaçık olarak anlaşılır ki, Allah Taalânın kanunî hâkimiyetini kabul etmenin İsmi iman ve Islâmdır. Bunu kabul etmeyip reddedip inkâr eylemek de katiyyetle küfürdür. [28]
Dünya üzerinde Allah Taalânın bu kanunî hâkimiyetinin mümessilleri de Enbiya (Peygamberler) aleyhi se-lâm'dırlar. Yani, onların vasıtasiyle bize malûm olup, bizce anlaşılır ki, bizim için Şârî (Kanun koyan) : (LawGiver) ne gibi hükümler vermiş ve ne gibi kanunlar koymuştur ?
Bu kanunlar ve bu Âükümler Enbiya vasıtaaiyle olunca islâm'da Allah Taalânm hükmü altında onlara (Nebilere) kayıtsız şartsız itaat edilmesi hükmü verilmiştir. Kur'an-ı Kerimi tetkik ettiğimiz zaman, görülecektir ki, Allah tarafından gelmiş "bulunan Peygamberler bu hususu şu şekilde ilân etmişlerdir:
Fe'ttekûilahe ve etîy'ûni : (Ali ah tan çekinin ve bana itaat edin). [29]
Yine Kur'an-ı Kerim, bu hususta kat'î ve açık olarak şu beyanda bulunmuştur:
Hiç bir Resul göndermedik ki, ancak Allanın İzni ile kendisine itaat edile. (En - Nisa, 64)
Her kim, ResuPe itaat etmiş olarsa elbette ki Allaha da itaat etmiştir. (En - Nisa, 80)
Hatta Kur'an-ı Kerim daha da açık bir şekilde şu hususu ortaya koymuştur: İhtilaflı meselelerde Resulün verdiği hükme kayıtsız şartsız tabi olup kabul etmedikçe bir kimse müslüman olamaz.
. Hayır, senin Rabbına and olsun İd, onlar aralarında çıkan anlaşmazlıkta Seni hakem kılmayıp verdiğin hükümlere hiç bir şekilde sıkılmadan, sana tam bir itaatle bağlanmadıkça iman etmiş olmayacaklar. (En - Nisa. 65)
Ve başka bir yerde buyurulmuştur :
Ne bir mümin erkeğe, ne de bir mümin kadına şu hak düşer ki, Allah ve O'nun Resulü bir işde duruşma yapıp hüküm verirlerse, bu işde artık bir güne itiraz etmeyder. Her kim Allaha ve O'nun Resulüne karşı gelirse elbette ki apaçık bir şekilde dalalete düşmüş olur. (El - Ahzâb, 36)
Bunlardan sonra artık .şüpheye bir mahal kalabilir mi? İslâmda kanunî hâkimiyet mahza ve kül olarak Allanın ve O'nun izni ile de Resûlünündür. [30]
Bu mühim Anayasa meseleleri halledildikten *sonra. şöyle bir sual ortada kalıyor. Bundan sonra siyasî hâkimiyet (poiitical soverignty) kimin olacaktır?
Bu sualin cevabı da şu olabilir ve şu olmalıdır: Bu Allanın olmalıdır. Nitekim insanlar da bir mümessil gibi siyasî iktidarı Allah Taalânm kanunî hakimiyetini nafiz (en force) kılmakla ayakta tutabilirler. Bu şekilde dahi kanun ve siyaset ıstılahında hâkimiyetin (Sove-reign) sahibi, olan kimseye dahi hakikî hâkimiyet sahibi diyenıiyeceğiz. Gayet açıktır ki, kudret ve iktidar sahibi olmak kanunî hâkimiyet demek değildir. Çünkü böyle bir iktidarın ihtiyarâtından daha yukarıda, daha üstün bir kanun, onun ihtiyarâtını hudutlandırır. Ve onun ayağını bağlar. Yahut d'a bu ihtiyaratı değiştirmek imkânı bırakmaz. O zaman da iktidar sahibi bulunana da hâkimiyete sahiptir diyemeyiz. Şimdi bu vaziyette bulunan bir kimseye sahih bir mefhum olarak ne diyebileceğiz? Bu sualin cevabını da Kur'an-ı Kerimin kendisi halletmiş bulunuyor. Kur'an-ı Kerim bu mefhumu «hilafet» lafzı ile beyan etmiştir. Yani ikti darı elinde tutan kimse haddi zatında hâkimiyeti elinde tutmaz, hâkimiyeti elinde tutan Hâkimi A'lâya niyabet eder. [31]
Bu niyabet lafzından sizin zihinlerinize «Zilllullah» veya «Papalık» veyahut da «Padişahın tlâhî hukuku» : (Divine Right of the King) girmemelidir. Kur'an'ın hükmüne göre Allah Taalânın bu «niyabeti- makamı» herhangi bir ferd-i vahid, yahut herhangi bir hanedan veya herhangi bir zümrenin hakkı değildir. Belki bu, bütün halkın hakkıdır 'ki, bu halk Allanın Hâkimiyeti Mut-lakmı kabul etmişlerdir. Bu da kendilerine Resul vası-tasiyle ulaştırılmıştır. Bunlar tiâhî Kanuna en yüksek ve en üstün kanun olarak inanmışlardır.
Sizin içinizden iman edip de sâlih amel işlemi»? olan lara Allah yeryüzünde halife kılacağını vaadetmiştir.
(En - Nûr, 55).
Bu mesele, Islâmî hilafeti, kayserilik (imparatorluk), papalık ve Avrupai tasavvurdan alınmış olan dinî hükümet (Theocracy) nin tam aksine bir Cumhuriyet kılmıştır. Bu büyük fark olmasına rağmen, Avrupa hatkmırı Cumhuriyet diye isim taktıkları şeyle-halk hakimiyet ni ederinde tuttuklarını iddia ederler. Biz müslümanlar da Cumhuriyet dediğimiz zaman — bizim Cumhuriyet dediğimiz Cumhuriyette de — halk yani Cumhur-i Ha-k (Halkın hepsinin topluluğu) ancak sadece hilafeti ellerinde tutarlar. Hükümet nizamını yürütmek için Avrupalıların Cumhuriyetinde, umumî rey verenlerin v? oy sahiplerinin reyieriyle hükümet kurulur, değiştirilir ve yürütülür. Bizim Cumhuriyetimizde ise bu husus yine böyledir. Şu farkla ki, onların düşüncelerine göre Cumhuriyet hükümeti, hâkimi mutlak ve muhtarı mutlaktır. Biz;m düşüncemize göre ise, Cumhuriyet h1 laf e ti, Allah Taalâ'nın kanunlarına bağlıdır. Hakimi mutlak değildir. [32]
Bu şekilde Hilâfetin teşrihinden sonra şu mesele de kendiliğinden halledilmiş olacaktır: İslâm Anayasasına göre hükümetin çalışma sahasının hududu nedir? Madem ki bu hükümet Allah hilâfetidir ve Allah Taalânın kanunî hâkimiyetini kabul ediyor, o zaman n<* de olsa böyle bir hükümetin ihtiyârat dairesini de Allah Taalâ muayyen bir hudud dairesinde tahdid etmiş olması da kararlaştırılmış olacaktır. Hükümet ne yaparsa ve ne ederse ve nasıl çalışırsa çalışsın hep bu hududun dahilinde olacak ve bu hududu tecavüz etmeğe kanunen ve Anayasa gereğince müsaadeli olmayacaktır. Bu mesele sadece mantıkî olarak Allah Taalânın hâkimiyeti, kanun usulüne bağlı değil, belki bu meseleyi açık bir şekilde Kur'an-ı Kerim, kendisi de beyan buyurmuştur. Kur'an-ı Kerim'de yer yer hükümler konup bu husus üzerinde durulmuştur.
İşte bu Allanın hudududur ki, bu hududa yaklaşma, yin.
İşte bu Allanın hudududur ki, bu hududu aşmayın.
Her kim Allah in hududunu aşmış olursa, böyleleri zalimlerdendir.
Bunlardan başka umumî kaide olarak şu hüküm de verilmiştir :
Ey iman etmiş bulunan kimseler, Allah a itaat ediniz ve O'nun Resulüne de itaat ediniz ve kendi içinizden olan ülülemr'e de.. Bir şey hakkında aranızda ihtilafa düşerseniz ve siz Allah ve ahlret gününe iman ediyorsanız, bunu Allah'a ve O'nun Resulüne- havale ediniz. (En , Nisa, 59)
Bu âyet-i kerimeden anlaşıldığına göre, hükümete itaat etmek, Allah ve O'nun Resulüne itaat etmek tahtında lâzımdır. Serbestçe ve alelade bir şekilde değil. Buradan yine açıkça anlaşılıyor ki, Allahın hükümlerinden ve Resulün itaatından uzak bulunmak şartiyle, hükümete itaat etmek isteği için bir hak ve bir sebep ortada kalmaz. Bu noktanın daha açık bir şekilde anlaşılması hakkında da Hazret j -Resûl-ü Ekrem Sallallahu Alevhi ve Sellem şöyle buyurmuşlardır:
La ta'ate li-men 'asa'Uah. : Allah a karşı isyan eden kimseye itaat yoktur. Ve yine Hiç bir yaratılmış için Yaratana karşı masiyet için, itaat yoktur.
Bu âyet-i kerime bu usulün yanı basma şu usulü de koymuştur: Müslüman camiasında her ne suretle olursa olsun, anlaşmazlıklar vuku bulabilir. Bu anlaşmazlıklar, ister fertlerin kendi aralarında yani bir fert ile diğer bir ferdin arasında olsun, ister zümrelerin ve bir zümre ile diğer bir zümrenin, yahut da bir fert ile bir zümrenin arasında olsun, ister memleket halkı ile hükümetin ara>-sında ve yahut da hükümetin muhtelif elemanlarının arasında olsun, hulâsa her nerede olursa olsun, bu meselelerin hal ve faslında ve karara bağlanması için esas ve son merci Allah Taalâ ve O'nun Resulü olacaktır. Bu usûl de aslında kendi sınıfı bakımından şu meseleyi gerektirir: Hükümet işlerinde iktidarı ellerinde tutanlar da her hangi bir ihtilaflı muamelelerde ve çözülmesi lâzım gelen işlerde karşılaştıkları müşkülatın hal edilmesini Ki-tabullah ve Sünnet-i Resulullaha göre yapıp neticelendir, meleri gerekir. [33]
Şimdi şu mesele de hal olunmalıdır: Acaba hükûmetin muhtelif organlarının (Organ of the state) ihtiyaratı ve çahşma hududu neler olmalıdır? [34]
Teşriî (Mükanine : Legislature) organ o şeydir ki, biz ona eski istilanda (Ehlü'l-halli vel'akd) denir. Bu mevzuda şu mesele de tamamen açıktır ki; bu teşriî organ Allahın Kitabı ve Resuİullahın Sünneti hidayetinin .sığı altında çalışacak ve bunların aksine, kendi icmâı (oy birliği) ile dahi her ne suretle olursa olsun, herhangi bir kanun yapmak salahiyetinde olmayacaktır. Şimdi ben siz. lere Kur'an-ı Kerimde bu meselenin nasıl anlatılmış olduğunu arz edeyim:
Herhangi bir erkek veya kadının Allah ve O'nun Rev sülünün herhangi bir işde yapmış oldukları hail u fasl ve vermiş oldukları hüküm karşısında, her ne şekilde olursa olsun, hiç bir suretle hüküm vermek hakkı yoktur. Böyle yapmak isteyen ve buna yeltenen kafir olur.
Bunun için de bu jlükümJer şımu iktiza ettirir: Allah ve O'nun Resulünün hükümlerinin hilafına her ne suretle olursa olsun kanun vaz etmek teşriî meclisin ihtiyarât ve salahiyetlerinin haricinde kalır. Bu gibi yine herhangi bir kanun da kanun yapıcılar tarafından yapılmış ve ka. :ıun hükmüne getirilmiş olsa dahi, yukarıdaki esas kaidenin -cab ettirdiğine göre, Anayasa (Düstur) ve kanunların hududuna tecavüz etmiş ve Anayasayı çiğnemiş (Ul-ero vires of the Constitution) hükmünde olacaktır.
Bu meyanda şu sualler varid oluyor: ilk önce Islâ-mî Hükümette teşriî organ (kanun yapan) ne vazife görecektir?
Bu sualin cevabı şudur: Elbette bu organ da baz? vazifeler görecektir. Bunları sırahyalım:
1. Herhangi bir işte ve hususta, AUahın ve O'nun Resulünün açık ve kesin bir hükmü varsa, teşriî organ bunlar hakkında hiç bir değiştirme ve tebeddülat yapa. mamakla beraber, bunların icrası ve infazı için zarurî olan kaideleri ve nizamları (Rules and Regulations) kararlaştıracaktır.
2. Allah'ın Kitabında ve Resulullahın Sünnetinde bulunan bazı ahkâm'ın çeşitli tâbir ve tefsirleri olmak ihtimali mevcud olduğundan teşriî meclis bu tâbir ve tefsirlerin üzerinde çalışacak, son şeklini tesbit edecek ve kanun haline getirecektir. Bunun için de teşriî mecliste çalışan şahısların hep, ehli ilim olmaları ve muhtelif meseleler üzerinde çalışabilmek ehliyetini haiz bulunmaları çarttır. Yoksa onların yanlış yamalak yapacakları hail ü İasl, varacakları netice ve karar şeriatı karma karışık hale sokar. Fakat bir soru da seçime iştirak ederek rey verenlerin hakkında varid olabilir. Böyle vasıflara sahip kimseler 'nasıl seçilebilir? Usulen bunu da kabul etmek icabeder ki, kanun yapmak için değil de esasda kanun tâbir etmek için, bu meclis hazırlanır. Şu şartla ki, bu meclis salahiyetini aşıp da tahrif yoluna gitmemelidir.
3. Bazı muamelelerde de herhangi bir usul ve esasa ait hüküm mevcud değildir. O zaman teşriî organın vazifesi şudur: İslâmın usuU âmmesini (Umumî kaidesini) gözönünde bulundurarak bu hususlar hakkında kanun vaz eder. Yahut da bu gibi meseleler hakkında daha önce fıkıh kitaplarında bir hüküm veya hükümler mevcud ise bunları inceler ve bunlardan münasib bulduğu birini seçip umumî kanun haline getirir.
4. Bazı meseleler ve muamelelerle de karşılanabiliri ir ki, bunlar hakkında ne rehber olabilecek bir usul, ne de buna benzer bir hüküm bulunur. O zaman teşriî organın vazifesi bunlar üzerinde hükümler ittihaz etmek ve kararlar vermek olur. Zira böyle hususlarda Hak Taalâ kanun vaz'etmek hususunu serbest bırakmıştır. Bunun için böyle meselelerde ve bu g'.bi muamelelerde teşriî organ münasib kanunlar vazeder. Bu kanunlar da ancak şu şartla .vazedilebilir ki, her ne suretle olursa olsun, herhangi bir şer'î hüküm veya usule mugayir olmamalıdır. Bu gibi meselelerde de esas usul şu olacaktır: Verilen bu hükümler ve kararlar men edilmiş hususlara ait olmayıp mubah hususlarda olmalıdır.
Bu dört esas kaideyi, biz Allah Resulünün Sünneti i;e Hülefa-i Raşidinin teamüllerinden ve Ümmetin Mücte-hidlerinin reylerinden ve nazariyelerinden elde etmiş oluruz. Gerektiği talkdirde bunlar hakkmda mehaz ittihaz edilen hususlar da bildirilmelidir. Fakat benim düşünceme göre, herhangi bir kimse, tslâmî Hükümetin esasî kaidelerini biîdikten sonra, geniş akıl ile : Akl-i âmm : (Common Sense) şunu kavrar ki, bu şekildeki hükümette teşriî organın vazifelerinin hududu bunlardan başka bir şey olamaz. [35]
Şimdi de icraî organa gelelim: Bir Islâmî Hükümette ioraî organın (Executive )asıl işi ilâhî Ahkâmı nafiz ve carî kılmaktır. Bu ahkâmın nafiz ve carî kılınması için de memlekette ve camia arasında münasib ahvali, hazırlamaktır. Burada islâm Hükümeti ile îslâm olmayan bir hükümet arasında bir imtiyazî hususiyet farkı vardır. Bu imtiyazı hususiyet ortada olmazsa, o zaman herhangi bir kâfir hükümet ile Islâmî hükümet arasında bir fark kalmaz. İkisi de birbirinin aynı olurlar. îslâm hükümetinde ioraî organ : (intizamiye) Kur'an-ı Kerimde «Ülül-emr», Hadis-i Şrif'de «Ümerâ» diye zikredilen organdır. Kur1an-ı Kerimde de ve Hadis-i Şerif de de her ikisinde ÜlüL emr için «dinlemek ve itaat etmek : (Obedience) hükmü verilmiştir. Şu şartla ki, bunlarda Allahm ve O'nun Resulünün hükümlerine tâbi olmalıdırlar. Bu hükümlerd-en azade kalıp masset, bid'at ve din'de yeni ve uydurma şeyler çıkarmak yoluna gitmemelidirler.
Kur'an-ı Kerim, bu hususta açık bir şekilde şöyte beyan buyurmuştur:
Kalbini bizim zikrimizden gafil kıldığımız ve kendi havasına tabi olan ve işin haddini aşan, kimseye itaat etme.
(El . Kehf, 28)
Ölçüyü kaçıranların emrine itaat etmeyin. BÖyleleri yeryüzünde fesad çıkarırlar ve ıslâh etmezleır.
(Eş - Şuara, 151 - 152).
HazreU Resul-ü Ekrem Sallallahû aleyhi vesellem de bu hususu izah ederek bu mesele hakkında şöyle beyan buyurmuşlardır:
Sîze herhangi bir zenci köle de âmir tayin edilirse *e Allahm Kitabı ile sizin işinizi idare etmek yolunu tutarsa,
onu dinleyip itaat «diniz. (Müslim)
Masiyet için emir verilmemiş ise, isterse hoşlansın, isterse hoşlanmasın her Müslüman kişiye dinleyip itaat etmek düşer. Fakat masiyet için emir verilince ne dinle, mek var ne de itaat etmek. (Müttefikim aleyh hadis)
Masiyet için itaat yoktur. İtaat ancak doğru iş içindir. (Müttefikini aleyh hadis)
Her kim, bid'ateı birisini överse, elbetteki Islâmın ortadan kalkması için yardan etmiş bulunacaktır.
(El-Beyhakî fî Şuab il - iman)
Bu izahtan sonra îslâmî hükümette icra! organın çalışmasının hududu ve ölçüsü hakkında artık hiç bir şüphe kalmamış olacaktır. [36]
Şimdi <ie Adliye (Judiciary) ye gelelim. Biz eski ıs-tılahda buna «Kaza» : (Kadılık) diyoruz. Bunun da çalışma dairesinin ve* iş hududunun îlâhı Hâkimiyet kanunu dairesinde olacağı kendiliğinden anlaşılır, islâm ne .zaman kendi hükümet usulünü kaim kılmış işe, o zaman ilk kadı (Hâkim : Yargıç) Peygamberlerin kendüeri olmuşlardı. Onların bu husustaki vazifeleri, halkın işlerini ve ihtilaflarını ilâhî kanunun ışığı altmda hal edip hüküm vermekdi. Peygamberlerden sonra, bu makama geçmiş bulunanlar da onların gittikleri yoldan başka bir yoldan gitmiyeceklerdir. İşlerin hal ve faslında İlâhî Kânunu göz önünde tutacaklardır. Bu kanun da Hak Taalâ peygamberi vasıtasiyle nazil kılmış bulunuyor. Kur'an-ı Kerimde Sûre-i Mâ'idenin iki rükû'u, bilhassa bu mevzu üzerine iıâ zil kılınmıştır. Orada Hak Taalâ buyuruyor ki, Biz Tevratı nazil kılmakla hidayet ve aydınlık gönderdik. Benî İsrail'n bütün Nebileri ve sonra Rabbanileri (Yahudi âlimleri) ve Ahbar'ı (Yahudi din adamları) Tevra-tm hükümleri gereğince Yahudilerin işlerini hal ve fasl ederlerdi. Daha sonra İsa îbn_i Meryem'i gönderdik. O'na da înc'l'i ata kıldık. Bunda da hidayet ve aydınlık vardır.
Kur'an-ı Kerim, bu tarihî hadiseleri beyan ettikten sonra, Hak Taalâ Re3ul-ü Ekrem'i muhatab ederek şöyle hitab buyuruyor: Biz bu Kitabı (Kur'an-ı) hak olarak sana gönderdik:
Onların arasında Allahm nazil kılmış bulunduğu ile hüküm ver ve sana Hak (hakikat) geldikten sonra onların keyfine tabi olma. (El-Maide, 48)
Devam ede gelerek Hak Taalâ, bu beyanı şu fıkra ile tamamlıyor:
Acaba cali i I iye hükümleri gibi işlerinin hall-ü faslını mı »sterler? Anlayıp yakin hasıl etmiş olan kimseler içim acab^ Alİahın hükmünden daha iyi olabilecek ne gibi bir hüküm vardır?
Bu takrir meyanmda Hak Taalâ üç yerde şöyle buyuruyor :
Al!ahin nazil kılınış kanunu ile işleri hail ü iasl et-meyip hüküm vermeyenler, kâfirdirler, zalimdirler, fastk. dirlar. (Sûre-i Mâide, 42 . 50).
Bunlar olduktan sonra, bilmem artık şunu söylemeğe lüzum var mıdır ki, b:r Islâmî hükümetteki adaletde ilâhî Kanunu icra ve infaz etmekten başka bir şey olsun ve işlerin hail ü faslında bundan başka bir kanun yürürlükte bulunsun? [37]
Şimdi ortada şu sual kalıyor: islâm'da hükümetin bu üç organın birbirleriyle alâka dereceleri nelerdir? Bu hususta açık ahkâm mevcud değildir. Ancak saadet devri ve Hülefaî Raşidinin teamülü (Convention) bize bu hususu aydınlatıyor. Bu teamülden toiz şunu anlıyoruz: Hükümet reisinin alakası nereye kadardır ve nelerdir? O zaman hükümet reisi olmak bakımından bu reis, bu üç organın üçünün de başında bulunuyordu. Bu hususiyet Nebi sallallahû aleyhi ve sellem'den elde edilmiştir. Htiiefâ-î Raşidin de aynı ölçü içinde hareket etmişlerdi. Fakat bu devirde Reisin emri altında biz bu üç organı bir birlerinden ayrı tutmuş 'bulunuyoruz. O devirde «Ehlil-hal ve'l akd' (Teşriî Organ) ayrı idi. Bunların müşaverele-riyle Hülefa-î Raşidin devrinde intizam! işler de yürütülür, kanunî meseleler de tartışılır, hükme bağlanırdı. Fakat zabt-ü rabt ve memleketin idaresi işi, Emir'ler (ümerâ') nın elinde idi. Bu da ayrı idi. Bunlar Kaza: (Adalet) işlerine müdahale etmezlerdi ve edemezlerdi. Kadı (Hâkim: Yargıç : Judge da ayrı idi ve bu Kadı, Emirlerin hükmü altında değildi.
Memleketin mühim meseleleri için polis kuvvetleri teşk'l etmek, intizamı ve kanunî meseleleri hal eylemek yolunda bazan Öyle meselelerle karşılaşılırdı ki, Hülefa-i Raşidin, o zaman hep «Ehlü'l hail ve'l akd» i çağırıp onlarla müşaverede bulunurlardı. Müşavere bitince de bu Ehlü'l - hal ve'l akd'in işi sona ermiş olurdu.
İntizam! (îcraî) işler, Halifenin emri altında yürütülürdü. Onun kararlaştırmış olduğu kararlar gereğince vo onun hükümlerine mutabık icra organı da çalışıp gidero.:.
Kadıları tay'n eden, halifenin kendisi olmakla beraber,, bir kadı bir kere tayin edildikten sonra, Halifenin bu kadının işine karışmağa hiç bir hakkı ve salahiyeti yoktu. Bir kimse mevki bakımından hükümet başında bulunmuş olsa bile, herhangi bir şahıs tarafından aleyhinde bir iddiada bulunulduğu takdirde, o zaman kadı, hakikati aydınlatmak için, bu mevki sahibi kimseyi alelade bir halk efradı gibi çağırır ve yaptığından hesap sorardı.
O zaman için bizim elimizde bulunan misallerin hiç birisinde, hiç bir islâm ülkesinde bir kimsenin, aynı zamanda hem kadı hem de âmil (Memleket idarecisi) olduğuna dair malumat yoktur. Yahut da herhangi bir âmii veya valinin (Governor) veya devletin başında bulunan kimsenin de bir kadının adalet hususunda verdiği hükümlere karışmış olduğunu ve karışmak hakkına malik bulunduğunu göremiyoruz. Yine bunun, gibi, en kodama-nm kodamanı kimsen'n de meselâ, Devlet ricali veya asker; erkân ve ileri gelen kumandan ve sairenin de hesap vermek için kadının huzuruna çağrıldığı zaman gitme-mezlik ettiğini de bilmiyoruz.
Bu plân üzerine biz, şimdi de mevcut ihtiyaçlarımızı hal edip gitmekteyiz. Ancak bu hususta ufak tefek değişiklikler yapılmıştır. Buna rağmen bu usulü yine ayakta tutmak için uğraşıyoruz. Bu ufak tefek değişiklikler de şudur: Meselâ Hükümet reisinin icraî ve adlî hususlarda. Hülefa-i Raşid;,nden daha az salahiyeti ve üıtiya-ratı vardır. Buna göre, bizim kendi reisimizin bu salâhiyet ve ihtiyaratını kısmamızdan maksadımız, reisin bir gün kalkıp da diktatörlük taslamasını önlemek içindir. Bir de bu kısmanın d'ğer bir sebebi, onun işleri elinde tuttuğu zaman, herhangi bir sebepten dolayı halka karşı adaletsizlik vaki olmaması içindir. .
Bu sırada bir zatı muhterem kalkıp şu suali sordu: Sizin bu husustaki fikrinizi mehazı nedir?
Bu suale şu cevabı verdim: Benim delilim şudur : Hülefa-i Raşidin devrinde icraî ve adlî organlar birbirlerinden ayrı idiler. Hükümet başkanı da serî hükme göre bu ikisini birden her ne suretle olursa olsun elinde bulunduramazdı. Fakat şu hususta vardır ki, Hükümet başkanı bazan kadılık vasfı ile adalet kürsüsüne oturur ve o zaman da kendisi icraî işlere müdahale etmezdi. Fakat Hülefa-i Raşidin devrinde halk bu halifelere o kadar itimat etmişlerdi ki, son adalet hükmünün halife tarafından verilmesini isterlerdi. Halife de hüküm verince artık kimsenin diyeceği bir"şey kalmazdı. Şimdi biz eğer, böyle güvenilir bir şahsı bulamazsak, — Hülefa-i Raşidin gibi — o zaman islâm Anayasası gereğince, İslâm hükümetinin başkanını hem «baş kadı» (En yüksek rütbeli hakim): (Chef Justs) yapar hem de icraî kuvvetlerin en yüksek başkanı kılarız. Bu iki vasıf zarurî olarak bu zatın elinde birleşir.)
Bu şekilde biz bu planda bazı değişiklikler de yapabiliriz. Meselâ biz «Ehl üHıal ve'l-akd» seçmenin usulünü ve kaidelerini değiştirir ve günün iiktizası gereğince, bunlarla muntazam bir meclis kurabiliriz. Adalet dairesinde rîc muhtelif dereceler ihdas edilebiliir. Meselâ tahkik kısmım ayırır ve çalışma kısmına da ve işin üzerinde kararlar aldıktan sonra yürütme kısmına da ayrı şekiller verebiliriz. Ve bunlar gibi olan başka hususları da değiştirebiliriz.
Burada iki sual ortaya çıkar. Bu suallere de cevap vermek zarureti vardır. Birincisi şudur: Acaba İslâm'da .şu mesele vakî olmuşmudur ki, adliye işlerinde kaza hususunda Ehl-ül-hal ve'l - akd, bir meseleyi bu mesele Allanın Kitabına ve Resulullahın Sünnetine aykırıdır diye geri çevirip kesip atmış mıdırlar? Bu hususta da bir hüküm verildiğine dair benim bir bilgim yoktur. Hülefai Raşidinin teamülünde «kaza»» mevzuunda böyle bir şey gorünemezdi. O zamanki kadılar arasında da böyle bir hüküm verebilecek bir kadıyı göstermek mümkün değildir. Benim düşünceme göre, o zamanki Ehl ül - hal ve'l akd, Kitaib ve Sünnetin ışığı altında basiret sahibi kimseler idiler. Bunların hepsi de bir tarafa, Hülefa-i Raşidinin kendileri bu meselelerde o kadar itimatlı kimseler idiler ki, onların başkanlıkları devrinde; herhangi bir şekilde, Kitab ve Sünnetin hilafına hiç bir şey yapılamazdı. Biz eğer bugün Anayasamızda bu husus için herhangi bir itimad edilir ve güvenilir bir nizam bulamazsak ve bizim her ne suretle olursa olsun, kanun yapan meclisimi, zin yapacağı kanunlar hakkında Kitabullah ve Sünnetde bir hüküm olmazsa ve o zaman da Adliye, Kitap ve Sünnetin hilâfına bulunan hükümleri reddederse, bu Adliyeye böyle Vr salâhiyet tanımamız lâzım gelir.
îkinci sual de şudur: îslâmda Teşriî Organın: (Kuv-ve-i mukanine): yani «Ehl ül - hal ve'l _ akd» in sahih vasfı nedir? Ne şekilde olursa bu organ sahih olur? Acaba bu heyet, sadece hükümet riyasetinin istişare heyeti midr? Hükümetin başında bulunan zat bu heyetin çoğunluğunun yahut da "ittifakla verdiği kararlan kabul edip etmemekte veya reddetmekte veya istediği gibi değiştirmekte serbest ve ihtiyar sahibi mi olsun?
Yoksa Hükümetin başında bulunan kimse, bu heyetin çoğunluğunun veya ittifakla verdiği kararların mefhumuna ve medluîuna bağlı bulunmak zorunda mıdır? Bu hususta Kur'an-ı Kerim bazı emirler beyan etmiştir. Müslümanların içtimaî işlerde birbirleriyle müşaverede bulunmalarını emr eylemiştir.
Ve emriihüm şûra beynehüm. Onların işleri» arala, nnda müşavere ile olur.
Peygamber-i Zîşan Efendimize de bu husus'ta hitap edilerek Hükümet başkanı -bulunmaları hasebiyle hitap edilerek, Hak Taalâ şöyle buyurmuştur:
(Memleket işleri) Emr hakkında onlarla müşaverede bulun. (Müşavereden sonra) karar verirsen, AHaha tevekkül et. (AH îmrân, 159).
Bu iki âyeti kerime gereğince müşavere zarurî oluyor. Hükümet başkanına da müşavere etmek yolunda hidayet ediliyor. Müşavereden sonra bir karara varılırsa g zaman Allah'a tevekkül edilecek ve iş aonuna kadar yürütülecektir. Fakat burada bu sualin cevabı tam ve açık bir şekilde ortaya çıkmıyor. Hadis-i Şerif de bu hususu bize aydınlatacak açık bir hükme Taslamıyoruz. Elbette ki, HülefaJ. Raşidinin teamülünden, İslâm uleması umumî olarak şu neticeyi çıkarmıştır: Hükümet intizamının . asıl mesulü hükümetin başkanıdır. Hükümet başkanı, Ehlü'1-hal ve'l-akd ile müşavere etmek mecburiye tinded r. Ancak, onların ittifakla yahut da ekseriyetle vermiş bulundukları reye göre hareket etmek mecburiyetinde değildir. Başka bir tabirle diyebiliriz ki, Jüikû-met başkanının müşavereden sonra bir nevi «veto» hak' ki da vardır.
Fakat bu nazariye, umumiyetle bir hayli yanlış an-'ayışîara yol açmaktadır. Nitekim halk bu noktadan bazı değişikliklerin bulunabileceğini anlamaktadır. Her hususta bir müşavere edilmesini düşünüyorlardı. Hülefa-i Ra şidin'n devrindeki müşaverelerde bulunan kimselerin ya-ni Ehlü'l - Hal ve'l - akd'ir meclisleri muntazam bir şekilde değildi. Bunlar dağınık k'mseler idiler. Ancak lüzumu halinde toplanır, konuşur ve sonra dağılır kendi işlerine giderlerdi. O zaman şimdiki gibi muntazam parlamenter bir şekil de yoktu. Bugün mevcud olan muntazam teşriî meclisde bulunmuyordu. Bu işlere kendilerine vakfetmiş kimseler de dağınık halde idiler, iş icabı toplanır, bir şekil bulur, sonra çekili'p giderlerdi. Zamanı-mızdak: gibi, partiler de mevcud değildi. Parti mitingleri de yapılmazdı. Partiler olmayınca da elbette ki, bunların programları da yoktu ki, her biri bir toplantı, bir miting tertipleyip kendi meramını anlatması da,muhaldi. Müşavere lâzım olduğu zaman, çağrılanlar gelir, gönül huzuru ile oturur, halife kendisi de meclisde bulunur, mesele ileri sürülür, muvafık, muhalif her cephesi' konuşulur, görüşülür, serbestçe tartışılır, duruşuhır herkes bildiği ve güvendiği delilleri ileri sürer, herkes reyini beyan eder, Halife de reyini beyan eder ve netice alınırdı. Öyle bir rey üzerinde durulurdu ki, bütün meclis bu reyi kabul eder ve karar verilirdi. Bazan da bir hususta ittifak hasıl olmazdı. Fakat ittifak hasıl olmaması bu meselenin hakkında verilen reylerin veya kararların hatalı .olduğundan değil, kararların birinin diğerine tercih edilme sindendi. Fakat yine de Hülafa-i Raşidin devrinden katiyyen böyle bir misal veremeyiz ki, Hallü akd meclislerinin herhangi birisinde bu meclisin azaları meyanın-da esaslı bir ihtilaf çıkmış olduğuna dair bir vak'a zikr edilegels'.n. Yalnız Hülefa-i Raşidin devrinin bütün süresinde ancak iki yak'ada zamanın Halifesi, Ehli Hail ü akd'ın toplu olarak verdikleri kararın hilâfına hareket ettiği görülmüştür. Birisi Üsame'nin ordu şevki meselesinde oldu. İkincisi de Mürted'lerin üzerine açılan cihad meselesi hakkında. Fakat bu iki vak'anm her ikisinde de Sahabıler, Halifenin verdiği karara teslim oldular. Bu da şu demek değildir' ki, İslâm Anayasası Halifeye her zaman ve tamamen «veto» hakkı tanınmışta*. Kanun gereğince o bu işde istediği gibi hareket eder diye Halifeye bir hak vermiştir. Sahabiler de ister istemez Halifenin kararlarına gönülleri razı olmasa dahi itaat edeceklerdir.
Hayır mesele böyle değildir. Belki mesele şu şekildedir ki, o zaman Sahabiler, Hazret-i Ebu Bekir Radiyallahü anh'e o kadar itimat eder, onun dirayetine, bilgi ve ferasetine o kadar güvenirlerdi ki, artık Ebu Bekirin ver-riiğ karardan daha iyisi olamaz diye düşünüyorlardı. Dinî işlerde Ebu Bekir Radiyallahü Taalâ anh'm ne kadar ehemmiyetle durduğunu biliyorlardı. İşte bunun için hepsi Ebu Bekirin fikrini kabul etmekte tereddüt etmediler. Hafetâ işin neticesi ortaya çıktıktan sonra da Ebu Bekirin ne kadar isabetli karar vermiş olduğu anlaşıldı ve herkes bildi ki, Ebu Bekir böyle bir karar vermemiş oldaydı İslâm ortadan kalkmak tehlikesiyle başbaşa kalacaktı. Nitekim, nıürtedler meselesinde Ha&ret-i Ömer, radiyallahü anh hejkesden ziyade Ebu Bekirin fikrine muhalefet ediyordu. Açıktan açığa şu sözleri söylüyordu : ;:A!lah Ebu Bekirin işinde benim göksümü açsın da ba-r,a bu işin hakikatinin ne olduğu belli olsun.»
Şimdi, siz örnek verdiğimiz bu hadiselerden İslâm'da «Veto» nedir ve bu mesele nasıl değişikliğe uğradığını çıkarabilirsiniz. Ve daha sonradfin buna benzer şeyler başka yerlerde de ortaya çıkmıştır.
Eğer- Hülefa-i Raşidin devrindeki Şûra'mn şekli, onun ruhu, Şûra meclisinin azalarının zihniyeti, onların ahlakı ve onların diğer hususlarını Örnek alarak gözönün-dc bulundurursak, bundan" daha iyi bir örnek olmadığı gibi, bundan daha iyi bir çalışma tarzı ola-miyacağım anlamakta zorluk çekmeyiz. Biz, eğer bu şekilde çalışmakla, son mantıkî neticelere varırsak, o zaman her şeyden ziyade şu nokta üzerinde durup şunu söyliyebilirz ki,.bu şekildeki bir şûra meclisi. (Müşavere meclisinde) eğer Sadaret makamını elinde bulunduran oii1 kimse veya meclis erkânı, kendi reylerini ortaya atarlarsa, ve bu reylerin karşısında muhalefet edilmezse o zaman bu rey umum tarafından kabul edilmiş sayılır ve «istisvab-i amm» Referandum mahiyeti almış olur. Yok eğer herhangi bir reyi, umumî reyler" reddederse, c rey sahibi muaf sayılır. Fakat şimdi, bMm için kendi memleketimizde böyle bir ruh ve böyle bir zihniyet ve bu şekilde Şûra meclisi kurmak, mümkün değildir. Bunun ;çin de bizce, ister icraî meclisde olsun ister teşriî mec-üste olsun, ekseriyetin reylerine tâbi olmaktan başka bir çare kalmamıştır. hükümetin vücudunun maksadı.
Şimdide şu meseleye gelelim ki, îslâm hangi temel ve esasî maksatlar (Objectives) ileri sürerek Islâmî hükümetin kurulması için çalışmıştır. Kur'an-ı Kerim ve Sün-net-i Resulullah bu maksatları etraflıca izah etmişlerdir.
Kur'an-ı Kerimde buyurmuştur ki:
Biz Resullerimizi aydan delillerle gönderdik. Onlarla birlikte Kitap ve Mizan (ölçü) da nazil kıldık ki halkın arasında adalet kaim kılınsın. (El-Hadid, 35).
Yeryüzüne, işte böyle yerleştirmiş bulunduğumuz kimseler, namazı ayakta tutarlar, zekâtı öderler, doğruluğa emr ederler ve eğriliklerden de men ederler. (El-Hac, 41).
Hadis-i şeriflerde de bu husus şöyle beyan edilmiştir:
Allah elbette ki Kur'arı ile ortadan kaldırmadığı şeyleri Hükümet vasi ta siyle ortadan kaldırırdı. (Tefsir-i Ibn-i Kesîr).
Yani, mevcut bulunan fenalıklar ve kötülükler Kur'an-ı Kerimin nasihatleri ile ortadan kalkmayınca Hak Taalâ hükümeti bu iş için memur kılar ve bu fenalıkları ortadan ka'.dırtır..
Bunlardan anlaşılıyor ki, Islâmî bir hükümetin kurulması ve ayakta tutunmasından asıl maksat, lalamın •slah proğramınin bütün ülkelerde tatbik edilmesi için lâzım ve gereklidir. Bu şekilde tslâm, insanlık için daha :yi ça'ışma yolunu bulabilir. Yalnız emniyeti sağlamak, yalnız memleketin hududunu 'korumak, yalnız halkın yaşayış seviyesini yükseltmek îslâmın son maksadı değildir. Belki, îslânu diğer gayrı - îslâmî hükümetlerden .ayıran imtiyazlı vasıf, İslâmm, bütün insanlığın fenalıklarını ortadan kaldırmak istemesi ve bütün insanlığı iyiliğin aydınlık caddesinde yürütmek yolunu tutmak için çalışmasıdır, tslâm, fenalıkları ve kötülükleri ortadan kaldırmak ve silip atmak için bütün imkânlardan âfttifa-dn etmeği gözönünde bulundurduğundan, hükümet de bunun için bir vasıta olarak kullanılmaktadır. [38]
Bu esasî meseleleri izah ettikten sonra, şimdi karşımıza beşinci sual çıkmaktadır: Hükümetin esası nasıl kurulmalıdır? Bu hususta en müh'm mesele devlet baş- . kanının (Head of the Satate) nasıl kararlaştırılacağıdır. Bu devlet başkanına, îslâmda «Halife» veya İmam, yahut da, «Emîr» ve başka ıstılahlar da kullanılmıştır. Bu meseleyi iyi anlatmak veya anlamak için bir tslâm tarihinin tâ başından beri bu işi gözden geçirmemiz icap ediyor. [39]
Muhterem okuyucular ve dinleyicilerin bildikleri gibi, bizim îslâmî yaşayışımızın başlangıcı Mekke'de küfr içinde başladı. O zaman Hazret-i Resulü Ekrem Sallal-lahü aleyhi ve sellem, Mekkede Islâmî yaşayışı kaim kılmak iç n küfr ile mücadeleye girişmiş bulunuyorlardı. Bu îslâmî yaşayış, kendi dairesi içinde, muhtar bir hale gelerek kendisi için siyasî ve içtimaî nizamını kurmak yo-uiiıu tuttu. O zaman b:r muhtar ülke (State) kurularak maksada doğru ilk adım atıldı. Bu muhtar hükümet, ilk îslâmî hükümettir ki; bunun başında da Zat-ı Saadetleri bulunuyorlardı. Zat-ı Risaletpenahileri ise, ne bir kimse tarafından seçilip bu makama getirilmişti, ne de kendi kendilerini, ellerindeki kuvvet ve kudretle, bu makama çıkarmıştı. O, Hak Taalâ tarafından doğrudan doğruya bu iş için memur edilm'şti.
Zat-ı Risaletpenahileri, on seneden- fazla bir zaman için, bu hükümetin başında bulunmak vazifesini ifa etti. Sonra kendi yerlerine kimin geçeceği .hakkında açık ve kesin bir emir buyurmadaki çekilip gittiler. Bu sükûtun böbebi, Kur'an-ı Kerimin şu hükmü gereğincedir: [40]
Onların hükümet işleri, aralarında müşavere iledir. Sahabeyi Kiram da bunu ihildfter ki. müslümanlar için kendi ülkelerini idare edecek olan başkanın bu mevkiye gelmesi seçim ile olacaktır. Yani. müslümanlar toplanarak birbirleriyle müşavere edecekler ve aralarından birini seçecek ve bu işe memur edeceklerdir. Nitekim, müslümanlar hep toplanıp birinci Halife olan Haz-ret-i Ebu Bekir radıyallahü Taalâ anh'i seçtiler ve îş basma, getirdiler. Sonra, HazreU Ebu Bekirin de son günleri yaklaşanca kendi filerine göre, Hilâfet için en uygun, şahıs Hazret-i Ömer olmasına rağmen, yine de kendisine bir halef tayin etmedi. Ancak Hazret-i Önierm münasip olacakını vasiyetinde bildirdi. Hastalığı sırasında ve tam bu dünyadan göçeceği zaman müslümanların umumi toplantısında şöyle hitap etti:
«İsterinisiniz ki, ben sizin için birisini halef tayin edeyim? Allaha yemin ederim ki, düşünüp taşınditm ve böyle bir kimse üzerinde duramadım. Akrabamdan da kimseyi bu işe münasip görmedim. Ancak ben size Ömer ihı» Hattab'ın Halife obuasını münasip görüyorum. O. ntuı sözünü dinleyiniz ve ona İtaat ediniz.» dedi.
Halk da hep bir ağızdan şöyle cevap verip haykırdılar: [41]
(Taberî cild 2, sahife 618, Matbaayi îstikamet Mısır) Bu şekilde Müslümanların ikinci hal fesinin hilafete namzetliği de birinci halifenin müşaveresiyle oldu ve u-jnum müslüman halkın da fikri alınarak Hilafet makamına getirildi.
Bundan sonra Hazret-i Ömer radiyallahu Taalâ anh-da dünyadan göçecekleri zaman, Hazret-i Resul-ü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin en yakın altı arkadaşının bulunduklarını hesaba katarak, bu altı kişi ile bir mec-Uk kurulmasını ileri sürdü ve bunlara da: «Aranızdan birini seçiniz ve Müslümanların işlerinin başına getiriniz.» Dedi. Sonra şunu da ilân etti ki: «Sizlerden herhangi biriniz Müslümanların müşaveresinin hilafına kend5 kudretini kullanarak, kendisini Emir yapmak isterse, onun boynunu vurunuz.»
(Ömer EH - Faruk, Mehmed Hüsey n Heykel Paşa, Cild, 2, sahife 313).
Bu meclis konuşarak, danışarak, müşavere ederek, evvela Hazret-i Abdurrahman ibni Avf'ı seçim işine memur etti. O da Medinenin umumî efkârını yoklayıp geldi. Bu işi yaparken de ev ev gezip kadınlara kadar halkın fikrini sordu. Fikir sormak için ne müderrisleri bıraktı ne de talebeleri ihmal etti. Yalnız bununla da iktifa etmedi. Memleketin her tarafını köy köy, kabile kabile dolaştı. Ümmet efradının bu husustaki fikirleri üzerinde titzlikle durdu. Çadır çadır nabız yokladı ve netteeyi elde ederek geldi. O zaman Hazret-i Osman ile Hazret-i Alinin en çok itimada şayan kimseler oldukları ve halkın güvenini kazanmış bulundu klan anlaşıldı. Halk bu iki
hıstan Hazret-i Osman'a daha fazla rağbet gösteriyordu. Bu netice üzerine nihayet Hazret-i- Osman Radiyallahu anh, Hilafet mansıbına getirildi. Ve Halife-i Müslimin seçldi. Müslümanlar da umumî toplantı yaparak Haz -ret-i Osman radiyallahu Taalâ anh'a biat eli verdiler.
Daha sonra Hazret-i Osmanın şehadeti vak'ası ortaya çıktı. Ümmet arasında büyük üzüntülü meseleler doğdu. Bu sırada bir kısım sahabiler, Hazret-i Ali radiyal-lUıu Taalâ anh'm evinde toplandılar. Kendisine: «Bu gün zat-ı hilafetpenahilerinden bu iş içm daha evla bir kimse yoktur.» Dediler. Onlar ısrar ediyorlardı. Fakat Hazret-i Ali böyle ağır bir yükün altmâ girmek istemiyordu. Sa-habilerin aşırı derecede ısrarı karşısında Hazret-i Ali Hilafet mansıbını kabul etmek zorunda kaldı. Ve saha-M-e-re şöyle buyurdu: «Hilafeti bana yüklemek istiyorsanız, Camiye kadar gelmelisiniz. Bana biat etmeniz gizlice olamaz. Bu ancak bütün Müslümanların rızası île olabilir.» (Taberî Cild, 3, Sahife, 450)
Zat-ı Hülaf etpenahileri, camiye geldikleri zaman, bütün Muhacirin ve Ansar orada toplanmışlardı. Bunların
Şuna da şüphe yoktur iti, Müslümanlar meyanında Şiîler, şu meseleye kaildirler: imamet mansıbı da nübüvvet mansıbı gibi Allah, tarafından verilmiş olması lâzımdır. Fakat bu ihtilâf fiili ve ameli olarak zamanımızda kendiliğinden ortadan kalkmış bulunmaktadır. Şiilerin ititoat ettikleri on ikinci imamın gaybetin^en s-onra, onun tekrar ve ikinci defa zuhur edeceği zamana kadar, imamet mansıbı durgunluk devri geçirmektedir. Buna göre, müslümanlarm içtimaî işlerinin yürütülmesi için herhangi bir kimsenin ortaya çıkması lazımdır ki, böyle bir kimse Şillerce de imamlık vasfını taş madığmâan ve Allah tarafından-nasb edilmediğinden alelade bir kimse olacaktır.
Çoğu uzak yerlerden gelmiş bulunuyorlardı. Kendi istek ve rızaları ile biat elini uzattılar.
Daha sonra da malum olduğu gibi Hazret-i Ali Ra-diyaüahu Taaîâ Anha karşı suikast hazırlandı. Tam vefat edeceği sırada kendisine «Kimi' halef tayin edeceği» soruldu. Zat~i Hilaf etpenahileri bu hususta bir şey demediler. Bu sefer oradaki halk tarafından tekrar şöyle bir sual soruldu: «Sizden sonra büyük oğlunuz Hazret-i İmam Hasan'a biat edelim mi? Zat-ı hilaf etpenahileri ne müsbet ne de menfî bir cevap verdileiwve ancak şöyle dediler:
Mâ âmir küm ve lâ enhâ küm, entüm ebser.
Ne size böyle bir şey emr eder, ne" de sizi böyle bir peyden men edebilirim, siz daha iyi bilirsiniz.
(Taberî, Cild 2, sahife 1X2)
İşte devlet başkanı seçiminin Hülafa-yi Rasidin devrinde teamülü bu şekilde olmuştur. Sahabeyi Kiramın toplu olarak çalışmaları bu iş.için ıböyle olması, Nebi Stillallahu aleyhi: ve sellemin sükûtu ve Hak Taalânın emri gereğin ceclir.
Ve emrühüm şûra beynehüm. Onların işleri müşavere iledir.
Bu istinada göre de îslâmm Anayasası olacak olan esaslardan kat'î şeküde sabit oluyor ki, îslâmda devlet reisi hükümet başkanı seçim üzerine ve umum müslüman halkın rızasına bağlıdır. Bu şekln başka türlüsü oktur. Herhangi! bir kimse holünün kuvvetine, gücüne, runa dayanarak kendisini Müslümanlar için başkan veyaiıut da emîr yapıvermek hakkına mâlik değildir. [42] Bu da bir tarafa dursun, yalnız bununla da iş bitmiyor, müslümanlar için böyle başkanlık etmek ve yahut da halife olmak, herhangi bir aile, hanedan veya zümreye de inhisar ettirilmesine müsaade edilmez.[43] Seçim hususunda da her ne şekilde olursa olsun, zor kullanılamaz ve serbestçe Müslümanlar tarafından seçim yapılır. Şu mesele de vardır <ki, bu seçim ve Müslümanların nza-s:nin temin edilmesi nasıl anlaşılacaktır? Bu hususta İslâm herhangi bir muayyen usûl vaz etmemiştir. Zaman ve zeminin iktizası gereğince bu iş için muhtelif usuller vaeedilebilir. Ancak şu şartla ki, makul bir tarzda ümmet efradının kime daha fazla itimat ve güvenleri olduğu anlaşılabilsin. [44]
Emîrin (Hükümet başkanının) seçiminden sonra ikinci, mühim mesele de «Ehl ül _ hal ve'l-akd» i yani (Şûra Meclisinin erkânını) seçmek meselesidir. Acaba kimler bu meclise seçilecek, nasıl seçilecekler ve kaç kişi seçileceklerdir? Dikkatsiz ve tahkikaiz mütalâa edenler bu hususta şöyle düşünmüşlerdir: Hülefa-i Raş'din devrinde Şûra Meclisinin azaları umumî seçim usulü ile (General Elections) seçilmemişlerdir, tslâmda müşavere heyeti İçin muayyen bir kaide yoktur. Belki bu.mesele zam a nm halifesinin muvafık gördüğü şekilde olmuş ve istediği kimseyi çağırıp müşavere etmiştir. Fakat böyle düşünmek, bu zamanın meseleleri i!e, o zamanın meselelerim aynı şekilde mütalâa etmek ve aynı şekilde görmekten ilen geliyor. Halbuki bu gibiler, o zamanın meselelerini, o zamanın şartlarına göre gözönünde bulundursalardı bu işin ne şekilde olduğunu ve bu hususta da nasıl çalışıldığını anlarlardı.
İslâm, Mekkeyi Mükerremede, bir hareket olarak ortaya çıktı. Hareketin mizacı şöyle idi : İlk defa lalama «Lebbeyk» deyip de sarılanlar îslamî hareketin liderinin arkadaşı, dostu, işlerde yardımcısı, müşaviri ve çabşan eli kolu mahiyetinde olmuşlardı. Netekim, İslâm'da bunlara «Sa-bıkıyn.: evvelin» denerek, tabiî bıV şekilde Hazret-: Nebî Sallallahü aleyhi ve sellemin arkadaşları ve müşavirleri diye kararlaştırılmışlardır. Ha^k Taalâ tarafından sarahatle hüküm gelmemiş olan mevzularda, Zatı Saadetleri de bu zevat ile her zaman müşaverede bulunmuşlardır.
Daha sonra, bu harekete yeni yeni simalar da iltihak ettiler. Bu defa muhalifler işe girişerek, bu hareketi bal. talamağa koyuldular Berikiler de onların karşısında çs-lıştılar. Bunlar yaptıkları hizmetlerde, fedakârlığa katlanan, dirayet ve basiret sahibi kimseler olmakla mümtaz bir cemaat idiler. Bunlar, o zaman seçimlerle ve reylerle iş başına' getirilmiş kimselerden değillerdi. Bunlar denemeler ve tecrübeler üzerinde kendiliklerinden müşa. vn olmuş -kimselerdi ki, böyle olması elbette ki, seçim (Etection) den daha doğrudur. Mekkeden hicret edilmeden önce durum böyle idi. O zaman Zat-ı Risaletpenahi-lerinin etrafında iki çeş't müşavir bulunuyordu. Birinciler Sabikin-i Evvelin yani ilk müslümanlar, ikinciler de sonradan îsîâm dairesine intisap etmiş bulunanlar arasındaki bilgili, dirayetli, tecrübe sahibi ve elinden iş gelen kimselerdi. Bu iki zümrenin mensupları öyle kimselerdi ki, bu zevata bütün müslümanlar, Peygamber-i Ekrem Sallallahü aleyhi ve sellem'e itimat ettikleri gibi güven duyarlardı.
Bundan sonra meşhur hicret hadisesi vuku buldu-Bu hadisenin başlangıcı da şöyle oldu: Hicretten iki buçuk yıl önce, Medine halkının ileri gelen şahsiyetlerinden bir kaç zat, îslâmı kabul etmişti. Bu kimseler nüfuz sahibi olduklarından Îslâmı Evs ve Hazreç kab'le halkına da yaymış bulunuyorlardı. Bu defa Medine halkının daveti üzerine Zat-ı Saadetleri ve diğer muhacirin kendi yer ve yurtlarını bırakarak Medineye gittiler. Orada bu İslâm hareketi bir siyasî nizam şeklini aldı. Ve zamanla bir hükümet haline geldi.
Şu da ayrı ve mühim bir meseledir ki, Medinede İslâm, bu gibi zevatın sayesinde yayılıp her tarafa sirayet edince, bu k'mseler de yeni içtimaî ve siyasî nizam için ayrı ayrı yerlerin liderleri şekline geldi. Onların makamları da şu oldu ki, Zat-ı Saadetlerinin müşavere meclisinde Sabıyıyn-i Evvelin ve Muhacirinin tecrübeli ve ileri gelenleri ile aynı ölçüde gözönünde bulunduruldu. Ve müşavere heyetinin evvelki iki unsuruna bir üçüncü unsur daha ilâve edildi. Bu zevat yani «Ansar»: yardımcılar yine fıtrî ve tabiî bir şekilde seçilmişlerdi. Bunlar da müslümanlar tarafından itimad ,edilir ve güvenilir kimselerdi. Nitekim, bunlar öyle güvenilir kimseler oldular ki, zamanımızdaki gibi bir seçim usulü ortada olsaydı ve bunlar da reye istinaden seçilmek isteselerdi muhakkak seçilirlerdi.
Sonra medenî yaşayış başladı. Müşavere edilecekler de kendiliklerinden iki zümreye ayrılmış oldular. Birinci zümre, sekiz on sene kadar siyasî, askerî ve tebliği (İs-lâmı tanıi^na ve yayma) işlerinde çalışmış bulunan tecrübe sahipleri ve iş bilen kimselerdi. Halk da bunların bilgi ve iş başarma kabiliyetlerine güvenir ve her meselede onların fikirlerine itimat ederlerdi. İkinci zümre ise, Kur'an-i Kerim anlayışında, dinî bilgi hususunda ve f\-kıbda çnhret kazanmış kimselerdi. Bunlar da yine .halk tarafıncan güvendir ve itimat edilir zevat idiler. Hattâ Resulü Ekrem sallallahü aleyhi ve sellemden sonra halk bu zevatın din ilmi hakkında en fazla bilgi sahibi olduklarına kani idiler. Hattâ bazan Zat-ı Rişf>ietfignahileri, kendileri de Kur'an-ı Kerimi filan kimsetfg» öğreniniz» diye tavsiyede bulunmakla, bu zevatın Kur'ana olan vukuflarını tasdik buyurmuşlardır.
İşte bu iki ayrı hususiyet taşıyan zümrelerin ikisi de birlikte o zamanki Şûra Meclisine tabiî bir şekilde kendiliklerinden seçilip gelmişlerdi. Ve bu meclisin azaları olarak meclisi teşekkül ettirmişlerdi. Bunlardan biç birisinin, bugünkü alelade seçim usulü Üe seçilmelerine ihtiyaç kalmamıştı. Herhalde bildiğimiz bugünkü seçim usulü ile rey toplayarak seçilmek lazım gelseydi, o zamanın müslümanları elbette ki, bu zevattan başka kimseyi de seçmiyeceklerdi.
îşte bu suretle Zat-ı Saadetlerinin devrinde Şûra Meclîsi teşekkül etmiş oldu. Bu meclis, Hüîefa-i Raşidir. devrinde de müşavere meclisi olarak devam edegeldi. Bunlar Düstur! hususlarda (Kanunlara esas olacak meselelerde) t:tizlikle duruyorlardı. Daha sonra bunlar, başkalarını da yetiştirdiler. Yeni yetişenlerin içinde dirayetlerine ve bilgilerine güvenilir bulunanları yeniden müşavere meelis:ne getirdiler. Bu cemaat, kendilerine «Ehl ül - hal ve'l - akd» denilen cemaat efradıdırlar. Bu ıstılahın manası da (çözmek ve düğümlemek : Yani meseleleri hal etmek ve hükme bağlamak) demektir. Hüîefa da bu zevat ile müşavere etmeden hiç bir mühim meselede karar vermezlerdi. İşte bunların yaptıkları ve yapacakları işlerin kanunî olma hususiyetinin ölçüsünü şuradan anlayabiliriz ki, Hazreti Osman Radiyallahu Taalâ anh'ın şeha detinden sonra, Sahabilerden bir kaçı Hazreti AH Radi-yaîlahü Taalâ anh'm evine toplanmış, ve kendisinden halifeliği kabul etmesini istedikleri zaman, Hazret-i Ali Ra diyallahu anh onlara şu cevabı vermişti Bu iş siste düşmez. Bu ancak şûra ehlinin ve Bedr ehlinin yapacakları iştir. Şûra ehli ve Bedr ehli kimin halifeliğine rıza göstarirse, halife o olacaktır. Toplanalım da bu meseleyi görüşelim.
(El-imame ve's - siyase, İbn-i Kuteybe ELFutûh matbaası Mısır. Sahife 41).
Bu cümlelerden açık olarak anlaşılır ki, «Ehl-üUıal ve'l - akd» o zaman muayyen bir kaç kimseden ibaret idi. Bu zevat daha Önceden de bu duruma sah.p bulunan k'm-selerdi. Milletin mühim meselelerinde karar vermeğe salahiyetli ve ehliyetli zevat idiler.
Buna göre şöyle düşünmemek icap eder: Zamanın halifesi bu gibi zevatı keyfi istediği gibi tayin etmiştir. Yahut da kendisi seçmiştir. İstediği zaman bunları çağırıp müşavere eder, istediği zaman da çağırmaz.
Fakat burası da bilinmiyor ki, o zamanki «Ehl - ül - ha), ve'l - akd» yahut da Şûra Meclisi, kimlerden teşekkül etmişti. Ve milletin meselelerinin hangi hususları kimlere sorulurdu ve kimler bu meselelerde fikr beyan etmek salahiyetine haiz idiler?.[45]
Hülefa-i Raşidinin teamülleri de Resulü Ekrem örneğinin neticesinden istinbat edilmiştir. Emîr için, herkes müşavir olamazdı. Emîr de kendi keyfinin istediğini bu işlerde müşavir seçemez ve tayin edemezdi. Belki bu işe getirilmiş olan zevat, umum müslümanlar tarafından itimad edilir kimseler idiler. Müslümanlar- bu seçkin zümrenin hulûsu niyetlerine, bilgi ve ehliyetlerine tam mana-siyle güven duyuyorlardı. Devletin ve devlet n başında bulunanların da bunlarla müşavere ederek verdikleri kararlar öyle bir karar oldu ki, halk bu kararlan can ve gönülden kabul ederdi. Çünkü kendilerine inanırlardı. Hükümetin verdiği kararların tatbikatında halk yardımcı dahi olurdu.
Şimdi bir de şu sual kalıyor: Halkın itimadım kazanmış bulunan kimselerin hangi vasıf ta olmaları lâzım geüyor? Bu da nereden belli olacaktır? Şimdi şu da malumdur ki, îslâmın başlangıcında bu gibi zevatın vasıfları kendiliğinden belli idi. Bugün o vasıflar mevcud değil ve o şartlar da ortada yoktur. Ve o zaman medenî ahvalde bir hayli manialar vardı ki, bugün o manialar ortadan kalkmıştır.
Bunun için biz, bugünün hal ve vaziyetinin ikfzası-na göre, herhangi bir şekilde, imkân olan ve gayri meşru olmayan bir yol ile bu grbi zevatı araştırıp bulup seçebiliriz. Cumhurî kavmin yani (Millet efradının kalabalık çoğunluğu) nun güvenini kimler kazanmıştır diyebile-biliriz. Ve bunları iş başına getirebiliriz. Zamanımızda dahi mevcud bulunan seçim şekillerinden birini tatbik edebiliriz. Ancak şu şartla ki, bu seçim şekli öyle bir vasiyet alsın ki, işin e3as gayesi ortadan kalkmış olmasın,. [46]
Bundan sonra üçüncü meseleye gelelim. Bu mühim mesele de şudur: îslâmda devlet şekli ve neviyeti nasıl olacaktır? Bu hususu anlamak için de yine Hülefa-i Ra-şidin devrine dönerek, o zamanın tarihine göz atarsak, bu husus da anlaşılmış olacaktır. O zaman «Emir-el müminin» o zata denirdi ki, müslümanlar bu zata; «sem' ve taat (sözünü dinlemek ve itaat etmek) şartiyle» biat ederlerdi. Böyle bir zat, ümmet efradı tarafından güvenilir, it^mad edilir ve halk içtimaî işlerini onun eline teslim eder, kendisinden bu işleri mükemmel bir surette yürütmesini beklerlerdi. Yan: devleti bu zatın eline teslim ederlerdi.
Bugün ne İngiltere Kiralı, ne Fransız Cumhur Başkam, ne Büyük Britanyanm Başbakanı, ne Amerikan Başkanı ne de Ru^ Diktatörü Staünin vasfı, böyle bir vasıf gibidir. Onlara hiç benzemez. İslâm Emir el - müminini sadece devlet başkam yahut da hükümet reisi değildi. Aynı zamanda Başbakan yani «Reisi viizerâ» idi. Yine aynı zamanda islâmî parlamentonun bir azasıydı. Ve hatta bazan da bu parlamentonun başkanı idi. Konuşulacak ve danışılacak mevzuların büyük bir kısmı kendisine düşerdi. Devletin bütün işlerinden de o mesuldü. Hem de bu mesuliyette kendi kendisine de hesap vermek zorunda idi. Böyle bir parlamentoda ne hükümet (veya iş başında bulunan devlet) ne de iktidar partisi vardı. Ne de onun karşısında muhalefet partisi bulunuyordu. Bü -tün parlamentoda bir tek parti vardı. Devletin başında bulunan zat, eğer hak tarafını iltizam edip, doğru yolu tuttuğu zaman, bütün parlamento muvafık parti olurdu. Yok eğer devlet başında bulunan zat, bu defa batıl tarafı iltizam edip batıl yol tutarsa o zaman bütün parlamento muhalif parti olurdu. Bu parlamentoda parlamento nun her üyesi de her hususta serbest idiler. Bir hususta ittifak ettiler mi, ittifak ederlerdi. İhtilaflı olan hususta da ihtilaflı olurlardı. O zaman, Halife de Halifenin yardımcıları bulunan vezirler de parlamentonun reyine karsı kendi reylerini bildirirlerdi. Bu rey ya kabul edilir yahut da red edilirdi. Birisinin bu işde istifa etmesinden yahut da çekimser davranmasından dolayı hiç bir şey sorulmazdı ve sorulamazdı. Halifeye gelince, Halife de yplnız ve sadece parlamentoya karşı sorumlu değildi. Belki bütün ümmeti islâmiyeye karşı sorumlu idi. Halife yalnız memleket işlerinde sorumlu tutulmazdı. Her isinde ve hatta şahsî ve zatî işlerinde de sorumlu idi. Her gün beş defa, halkın önünde camiye geüp, halk ile birlikte bulunurdu. Halkın karşısına çıkardı. Her cuma günü de hutbesini okuyarak, halka hitap ederdi. Ülkenin ..mumî ahvali hakkında bizzat beyanda bulunurdu. Halk ile birlikte, her gün bulunduğu şehrin çamurlu sokakla-rmda dolaşıp dururdu. Herkes ve her şahıs, istediği zaman, Halifenin eteğini tutup söz söylemek hakkına mâ-iik idi. Umumi toplantılarda herkes kalkıp Halifeye sual tevcih edebilirdi. O zaman hükümet reisinden veya hükümeti temsil eden kimselerden ancak parlamento azalarının sual sorması ve başka kimselerin sormaması gibi bir kaide yoktu. Parlamento azaları soracakları sualleri dalın önce not edip bildirsinler diye bir kaide de yoktu. Herkes, her zaman ve her yerde halifeye her hususta sual sorardı. Bu umumî bir kaide idi. Ve bu kaide şu şekilde halifelerin kendileri tarafından ilân edilmiştir:
Eğer ben sizin için iyi çalışırsam, bana yardımcı olu. nuz. Şayet ben sizin için iyi çalışmaz ve kötü yol tutarsam, o zaman beni siz düzeltip doğru yola göturünüz. Ben Allaha ve O'nun Resulüne itaat ettiğim müddetçe siz de bana itaat ediniz, yoksa ben Allaha ve O'nun Resulüne karşı masiyet yolunu tutarsam o zaman sizin için bana karşı itaat etmeniz için bir sebep kalmaz.
(Es - Sıddıyk, Mehmed Hüseyin Heykel, Sahife, 67). Bu devlet İdare tarzına, zamanımızdaki devlet tarzları ve rejimleri ıstılahında» hiç bir ıstılah bulmak kabil değildir. Ancak, îslâm mizacına en uygun bir devlet idare tarzı ve rejimidir ki, bizim de idealimiz budur. Ancak îslâm camiası, bu şekilde idare edilebilirdi ki, îslâm inkılabı nazariyesinde bunun en mükemmel şekli hazırlanmıştır. Bu bakımdan îslâm camiası gerilemeğe yüz tuttuğundan bu şekilde bir idare zor olacaktır. Şimdi, biz eğer bu ideal rejimimize dönmek istersek, o zaman bizim için dört esasa sarılmamız ^cap eder ki, ancak bunlarla kendi ahval ve zaruriyatımızı tertibe koyabiliriz.
1. Devletin mesuliyeti bir kimsenin eline tevdi edildiği zaman, bu zat sadece halkın mümessili olmayacak,
aynı zamanda halkın alelade bir ferdi olarak halkın diğer efradının karşısında bulunacak, yapacağı işlerde de sadece müşavere etmekle kalmıyacak, aynı zamanda herkese karşı her işinde hatta kendi şahsî işlerinde dahi, mesul olup, suallere cevap verecek durumda bulunacaktır.
2. Particilik sisteminin tamamen ortadan kalkmış olması lazımdır. Zira particilik sisteminde manasız taassup başta gelir. Böyle bir devlet rejiminde parti taassubunun bulunması gayet manasızdır. Particilik sisteminde hükümet jüzami majıasız ve yersiz taassuplara kapılır ve şöyle bir ihtimal de ortaya çıkar: Herhangi iktidar düşkünü b:r kimse, iktidarı elinde tutmak veya iktidarı elde etmek için halkm parası ile kendine müstakil himayeciler sağlar. İstediği' gibi müşaverede bulunur. Ve istediği gibi de kendi dileklerini ve fikirlerini halka kabul ettirir.
3-. Böyle bir hükümette asayiş nizamları karma karışık ve dolambaçlı yollara sokulmamalıdır. Hesap sorulduğu zaman ne hesap soranlar ne de hesap sorulan kimse ve ne de kötülükler vuku bulursa bu kötülüklerin asıl mesullerini bulmakta zorluk çeksinler.
4. Son olarak ve en mühimi de şudur ki, her emir sahibi Emir yani devletin başında bulunan kimse ile Şûra ehli, yani müşavere heyeti azalan, Öyle kimselerden seçilmeleri lâzımdır ki, bu kimselerin kalblerinde îslâmm tavsif ettiği vasıflar tam olarak bulunsun. [47]
Bu vasıflar (Qualifications) meselesi hakkında îslâ-mî noktayı nazardan büyük ehemmiyeti bulunduğunu düşünmek lâzımdır. Hattâ ben şu kadar da diyebilirim ki, îslâmî düsturun yürümesi veya yürümemesi münhasıran öuna bağlıdır.
Emaret (Emirlik : devlet başkanlığı) ve Şûra Meclisinin azası olabilmek için kanunî bir ehliyet tanınmalıdır. Bunun için, seçim üzerinde nezaret edecek birisi veya bir heyet ve yahut da bir hâkim veya hâkimler heyeti bulunmalıdır ki, bir kimsenin seçilip seçilememek hususunda ehliyeti olup (Eligible) olmaması üzerine daha önceden karar versin. Bundan başka ikinci bir şekil ehliyet dahi bulunmalıdır: Bu ehliyet de seçecek olan kimseler hakkında olması icap edecektir ki, bunlar seçilecek olan şahsın da seçilebilmesi, seçimin tecviz edilmesi veya rey verilmesi bakımından ehliyetli midirler, değil midirler tayin edilmesi icap eder. Birinci şekil ehüyet, bir ülkeiıin on milyonlarca ahalisinin arasında herkes için olabilir. Fakat ikinci şekildeki ehliyet ancuk amelî ve fiilî olarak bir ülkenin milyonlarca ahalisi arasından bir kaç kişi de bulunabilir. Birinci kısım ehliyet için Anayasada bazı amelî maddeler ve hükümler (Operative Clauses) konmalıdır ki, bunlar seçimlerde nazarı itibara alınırlar. Fakat ikinci kısım ehliyet için, bu ehliyetin ölçüleri, Anayasanın ve Düsturun bütün ruhunda mevcut bulunmalıdır. Bir Anayasanın, bir Düsturun muvaffakiyeti münhasıran o zaman mümkündür ki, cumhuru halkın (Halk topluluğunun hepsinin) fikirlerini ve düşüncelerini terbiye edip 3ahih ve doğru ibir seçim iç'n hazırlı-yabilsin. Tâ ki, halk da seçecekleri kimsenin evsafını Ana yasa veya Düsturun ruhuna uygun olup olmıyacağmı ayırt edebilsinler.
Kur'an-a Kerimde ve Hadis-i-Şerifde bu her iki kaynakta .da, bu İki çeşit ehliyetten bahisler vardır. Birinci kısım ehliyet için, dört esas üzerinde durulmuştur:
1. Müslüman olmak. Nitekim Kur'anf-ı Kerim bu hususta şöyle buyuruyor:
Ey iman etmiş bulunan kimseler Allaha itaat ediniz ve O'nun Resulüne de itaat ediniz ve kendi içinizden olan ülülemre de... (En - Nisa, 59).
2. Erkek olması lâzımdır. Nitekim Kur'an-ı Kerİm. do buyurulmuştur
Erkekler kadınların koruyucularıdır. (En - Nisa 34)
Bu hususta Peygamber Sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuşlardır :
İş Itrin in idaresini kadınların eline bırakmış olan kavini felah bulamaz. (Buharî)
3. Akil ve reşid olması lâzımdır. N tekim. Kur'an-ı Kerim de bu hususta şu emri ihtiva etmektedir:
Allah m sizi babına koymuş butundluğu mallarınızı, akılsızların eline vermeyiniz. (En-Nisa, 5).
4. islâm ülkelerinin sakini bulunması lâzımdır. Ni. tekim bu mevzuda da Kur'an-ı Kerim şöy'e buyurmuştur:
İman edip de hicret etmemiş olanları, hicret edinceye kadar korumak hususunda size bir şey düşmez. (Bir mesuliyet terettüb etmez.) (El-Enfâl, 72).
işte kanunî vasıflar bu dört vasıftan ibarettir. Bu vapıfalra malik bulunan herkes, Emaret ve Şûra Meclisinin azahğma seçilebilme hakkına sahiptir. Bunlar için bu kimsen'n ehliyeti vardır. Şimdi de şu sual ortaya çıkar: Sayısız ve hesapsız kimseler bu vasıflara mâlik bulunduktan sonra, seçilmek isterler veya seçilmek istemezler. Böyle bir durumda ne olacak? Bu sualin de cevabını yine Kur'an-ı Kerimde ve Hadis-i Şerif de bulacağız:
Allah size enir eder İd, emanetleri ehil olanlara tevdi edesiniz. (En-Nisâ, 58)
Allah indinde sizin en değerliniz» sâzin en muttaki burananızdir. (El-Hücurat, 13)
O dedi ki: Elbette Allah onu sizin üzerinize seçti. Ona bilgi ve cisim (kuvveti) bakımından üstünlük verdi.
(El-Bakara, 247)
Kalbini kendi zikrimizde» gafil kıldığımız ve kendi hevâ-i nefsine tabi olan ve işinin ölçüsünü kaçırmış bu. lunaa kimseye itaat etme. (Bl-Kehf, 28).
Her kim Md'at koyan kimseyi överse, elbette ki İs-tûnun dağılması için yardan etmiş olur. (El-Beyhakî)
Allaha yemin ederim İd, biz öyle bir kimseye işleri, mîzi tevdi edemeyiz ki, bu kimse herhangi bir kimseden bir şey bekleye yahut da haris bir kimse ola. (Buharî ve Müslim)
Elbette ki, bizim indimizde sizin içinizde en hain kimse, en çok şey isteyen haris kimsedir. (Ebu Davud)
Bu vasıfların bazısı her zaman Anayasaların br çoğunda'da bulunabilir. Fiilî olarak da nazarı itibara alınır. Meselâ mansıp düşkünü bir kimse seçilmek hususunda ehliyetsiz olarak vasıflandırılmıştır. Başka vasıflarda kanunî ölçüler tayin edilmiş olmamakla beraber, bi-7'm Anayasamızda veya Düsturumuzda esas hidayetler de vardır. Seçime nezaret edecek olan şahıs veya heyetin vazifelerine şunu da ilâve etmek icap eder ki, bu şahıs veya heyet her seçim zamanı seçilecek olan k'msenin vasıflara uygun olup olmamak hususunu halka bildirsin. Şunu da bildirsin ki, böyle bir kimse lalamın istediği ülülemr olmak noktayı nazarından ehliyete haiadir. [48]
..limdi de medenîlik (vatandaşlık) meselesine gelelim, îslâm bir fikir ve iş u:zamı 'olduğuna göre, bu nizam üzerine bir hükümet kurup ayakta tutmak ister. Bunun için de kendi hükümeti dairesinde . vatandaşlığı iki tasımda kararlaştırır. Sonra, doğı a olmak ve temiz bulunmak Î3-İânun esas ruhu olduğundaa, îslâm herhangi Kr hile ve aldatmaca olmaksızın vatandaşlığı şu taksim üzerine beyan eder. Dünyayı aldatanlar gibi de şu noktayı gönüllünde bulundurmaz ki, sadece sözde bütün vatandaşları ve hemşehrileri aynı seviyede görüp de fiil!yatta bunların arasında farklar gözetmiş olsun. Belki İslâm herhangi bir. unsura insan haklarını tanıdı mı, onun hakkında hiç bir şekilde adaletsizliğe müsaade edemez. Meselâ bugün Amerikadaki zencilere, R«syadaki komünist olmayanların durumu ve bütün dünyanın gayrı - dinî rejimlerdeki ekalliyetlere yapılan muameleleri tecviz etmez.
islâm noktayı nazarından medenîlik (vatandaşlık) şu İki noktada ayrılır:
1. Müslümanlar.
2. Müslüman olmayan zunmÜer.
1. Medenî Müslüman vatandaşlar ve hemşehriler hakkında Kur'an-ı Kerimde şöyle buyrulmuştur:
İman edip de hicret eden mallan ve canlan ile Allah yolunda çalışan (cihad eden) ve bunlaıiı barındıran ve yardım eden kimseler birbirlerinin dostları ve (hamileri) türler. İman edip de hicret etmemiş olanları, "hicret edinoeye kadar korumak hususunda size bir şey düşmez, (bir mesuliyet terettüp etmez.) fEl - Enfâl, 72)
Bu âyet-i kerimede medenîliğin yani vatandaşlık ve hemşehriliğin iki esası beyan edilmiştir. Birincisi, iman, ikincisi ise, De rül-islârada oturup, Dârül îslâm vatandaş* ve hemşehrisi olmaktır. Şimdi heVhangi bir kimse iman etmi© fakat Darül - küfr tabüyetini terk etmeyip — ki bu hususu hicret kelimesi ile anlatmak istiyoruz. — Darül - İslama gelmemiş ise, bu kimse Darül-- ts!âm vatandaşı ve hemşehrisi değildir. Bunun aks ne, Darül - islâm -da bulunan ve Darül - Islâmda oturan ve yaşayan kimseler, isterlerse doğum itibariyle Darül - küfre mensup olsunlar, isterlerse Darül - tslâma mensup bulunsunlar ve sonradan Darül - küfrden hicret edip de Darül - îslâ. ma gelmiş olsunlar [49] burada Darül-îslâmm vatandaşı ve hemşehrisidirler ve Darül - tslâmın d ger vatandaşları Uq aynı haklara malik bulunmaktadırlar. Darül - îslâmm diğer vatandaşları ve hemşehrileri de bu kimseleri korumak ve yardım etmekle mükelleftirler. Bu müslüman vatandaşlar üzerinde, Islâmın bütün nizamını ayakta tutmak bîr vecibe olur. Vatandaşlar islâ-mın hükümlerini yürütmekten sorumlu olurlar. Nitekim bunlar usulen bu nizamın hak olduğuna inanırlar. Bunun için de tamamen kendi kanunlarım yürür hale koymak isterler. Kendilerini bütün dinî, ahlâkî, medenî ve siyasî hususlarda kendi kanunlarının hükümlerine bağlı bulundururlar. Bütün feraiz ve vecibeler onların boyunlarına borç olur. Onların hükümetleri, hükümeti korumak ve müdafaa etmek için kendilerinden her türlü fedakârlığı ister. Y^ne onlara şu hakkı da verir ki, böyle bir hükümet için «ülülemr» seçebilir veya seçilebilirsiniz ve Şûra Meclisi (Parlamento) ya da iştirak edebilire niz. Böyle bir hükümetin kilit noktalarında da vazife almak hakkınız olur. Ta iki, bu hükümet hakiki vasfı ile ayakta tutunup devam edegelsin. Bu kaidenin en bariz mevcudiyeti saadet devri ile, örnek dört halife devirleridir. O zamanlar hiç bir zınımînin Şûra Meclisi azası olduğu görülmemiştir. Yahut da herhangi bir ülkeye vali (Gouvernor) olduğu vaki değildir. Aynı zamanda kadı veya hükümetin herhangi bir dairesinde vezir yahut nazır, ordu kumandanı olmaları da imkânsızda. Halife seçimler'ne de karışmaları gayrı mümkündü.
Halbuki, bu zımmîler yine Hazret-i Resulü Ekremin devri saadetlerinde de mevcut bulunuyorlardı. Örnek dört halife devrinde de bunların îslâm ülkelerindeki sayıları on milyondan fazla idi. Eğer hakiikaten zunmîlerin yukarda saydığımız işlerde bir haklan ve bir hisseleri olsaydı, herhalde Allanın Nebisi onların bu haklarını teslim etmemezlik/etmiyeceği gibi, Nebî sallallahu aleyhi ve sellemin elinde yetişmiş ve tabiye görmüş kimseler, zincirleme olarak otuz seneden fazla bir zaman devlet :daresini ellerinde bulundurdukları halde niçin bunların bu haklarım teslim etmemişlerdir?
2. Zimmî vatandaşlardan maksat, islâm ülkeleri hudutları dahilinde yaşayan bütün gayrı müslimlerdir ki, bunlar îslâm a itaat edip Islâmî hükümete sadakat gösterirler. Bunların da Dâriil-îslâmda doğmuş olmaları veya Dârül-lslâm dışından Dârül-tslâma gelip zımmîlik hakkını talep etmelerine bakılmaz, İslâm, bu şek'ldeki vatandaşların dinlerini, kültürlerin: ve şahsî haklarını can ve mallarını, namus ve şereflerini korumağı üzerine alır. Onlara yalnız mülkî kanunlar icra edilir, diğer karı unlar icra edilmez. Bu mülkî kanunlarda da müslüman-larla aynı haklara mâlik olurlar. Kilit noktası olan memuriyetlerden başka herhangi bir memuriyet- de intisap ederler. Vatandaşlık serbestisinde de müsiumanlarla aynı haklara mâlik bulunurlar. Muamelatta v«* iş güçte muallim ani ardan ayrı bir şekilde kendilerine muamele edilmez. Fakat memleketin korunması ve müdafaa edilmesi hususunda onlar muaf tutulmuşlardır. Bu hususta bütün yük yalnız müslümanların üzerine konmuştur.
Bu şekildeki iki çeşit vatandaşlık üzerinde ve bunla rın ayrı ayrı vasıfları olduğu hakkında, birisi kalkıp iti* razda bulunacak olursa, o zaman biz de ona diyeceğiz ki, ilk önce bunlara Islâmın ne suret.e muamele ett ğine bak, bir de dünyanın medenî geç nen devlet rejimlerinin ekalliyetlere yapmış olduğu muameleleri gözden geçir. Diğer rejimlerde, o rejimi kabul etmeyenler, yahut da millî hükümetin hududunun dışından gelmiş olanlar, veya millî ekalliyetler hakkında ne gibi muameleler yapıldığını göz-önüne almak icabeder. Pek haklı olarak diyebileceğiz ki, başka rejimdeki hükümetlerle, Islâmî hükümet rejimi a-rasında bu vaziyet mukayese edilirse, îslâmın bütün rejimlerden bu vaziyet hakkında çok daha insaflı davrandıği anlaşılır. İslâm bunların hepsinden daha adaletli, daha da cömert olup başka rejimlerin halledemediği bir şek İde bu işi halletmiştir. Diğer rejimlerde bin bir türlü karışıklıklarla, memleket halkı çeşitli tasniflere tâbi tutulmuştur. Fakat îslâmda b'r tek tasnif vardır. O da is. lâma inananlar ile İslama inanmayanlardır. İnananlar ise, onun bütün usul ve kaidelerine bağlı bulunurlar; bu usul ve kaidelere göre îslâmî hükümeti kurup yürürtürler. Bunu kabul etmeyip inanmayanlar ise, memleketin intizamım devam ettirmek için bir Ö'çü dahilinde memleket işlerinde çalışırlar. Onlar hükümet nizamını devam ettirmek külfetinden de kurtulmuş olurlar. Fakat kendilerinin bütün insanî ve medenî haklarının muhafazasını Islâmî, hükümet ve müsHimanlar tekeffül eder. [50]
Şimdi şu noktaya gelelim: îslâmda vatandaşlığın esas hakları (Fondamental îtights) nelerdir?
îslâmda vatandaşa ilk verilen hâk, onların can, mal, namus ve şerefinin korunmasıdır. Herhangi bir kanunî şekil olmaksızın, onların bu haklarına tecavüz edilmesin. Bu hususu Nebî salUlahu aleyhi ve sellem müteaddit ha-dis-i şeriflerinde beyan buyurmuşlardır. Veda Haccmda Zat-ı Saadetleri meşhus hutbelerinde Islâmî yaşayış nizamının kaidelerini beyan 'buyurmuşlardır:
STzin kanlarınız ve mallarınız; ırz ve namusunuza hürmet gösterilmesi lâzımdır. Bu hac gününün hürmeti gibi. Bu hürmet hakkında Zat-ı Saadetleri şu noktayı da belirtmişlerdir;
Ancak islâm hakkı ile. Yani İslâm kanunları dola-yısiyle bir kimsenin canı, malı, ırz ve namusuna bir tecavüz vuku bulursa, îslâmî kaide ve usul gereğince bu za~ rann telafi edilmesi lâzımdır.
İkinci mühim hak da şahsî hürriyet hakkıdır. If. lamda kimsenin hürriyeti belli kanunî şekilde kendisine bir cürüm isbat edilmedikçe selb edilemez; e.inden alınamaz.
Ebn Davud, şöyle bir rivayeti kaydeder: Bir ara Medine halkında birisi şüphe üzerine yakalandı. Sanabilirden biri, okunmuş bulunan bu bahsettiğimiz hutbenin okunduğu sırada ayağa kalkarak, Nebi saHallahu aleyhi \e selteme şu suali sordu: Benim komşularımdan biri herhangi bir şüphe üzerine yakalanmıştır. Bu adamın yakalanmasının sebebi nedir? Nebî sallallahu aleyhi ve sellem ikinci defa bu zatım sözünü dinledi ve şehrin emniyetini idare eden zatı kaldırarak* yakaladığı bu kimsenin yakalanması için makul bir sebep beyan edip edemiyece-ğini sordu. Fakat üçüncü defa Şahabı sözünü tekrarladı ve şehrin emniyeti ile vazifeli bulunan zat da makul bir cevap veremedi.
O zaman Zat-ı Saadetleri emirlerinde şunu bildirdiler :
Hallû lehü ciyranehü : Onun komşusunu kendisme bırakınız [51]
Bu hadiseden şu mesele anlaşılıyor: Bir şahıs hakkında belli başlı ve kat'î bir töhmet delili bulunmaksızın ve bu îtham sabit olmadan, bu kimseyi tutuklu bulundurmak İslâm kaidelerine uymaz.
İmam*Hattabî, telif etmiş 'bulunduğu Ma'âlim - Es -Sünen isimli eserinde bu hadîsi şerh ederek şöyle yazar:
Îslâmda iki çeşit hapis vardır: Bir! «Haps-i Ukubet» yani ceza hapsi. Adalet cezayı tayin ettikten sonra herhangi bir kimse haps edilir, tutuklanır. İkincisi; «Hapsj îstizhar» yani arama tarama hapsi. Müttehem araştırılmak için hapsedilir. Bunlardan başka îslâmda herhangi bir hapis şekli yoktur.[52]
Bu hususta İmam Ebu Yûsuf, telif etmiş olduğu Kitab-El-Harâc'da şöyle yazar: Herhangi bir kimse sırf itham yüzünden tutuklanamaz. Resul-ü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem sadece itham için kimseyi tutuklama-roıştır. Elbette davacı ile davalının her ikisinin de adalet huzurunda hazır bulunmalarında zaruret vardır. Davacı kendi davasını isbat etmek için işe girişir, ithamını :s-bat edemezse, o zaman dava edilen salıverilir. [53]
Hazret-i Ömer Radiyallahu Taalâ anh bir dava görürken şu hususu beyan buyurmuştur:
Îslâmda hiç bir kimse adaletsiz olarak tutukluna -maa. [54]
Üçüncü mühim hak da fikir hürriyetidir. Bu mevzuda Islâmî kanunların en güzel izahı Hazret-i Ali Radiyallahu anh devrinde oldu. O zamanlar Havaric güruhu peydahlanmıştı. Bunlar günümüzün Anarşist ve Nihîist-îerine benziyordu. Hazret-i Ali Radiyallahu Taalâ anh, devrinde bunlar açıktan açığa mevcut hükümeti kabul etmek istemiyorlardı. Bunların ortadan kaldırılması için kılıç kullanmak gerekiyordu. Hazret-i Ali Radiyallahu Taalâ anh, onlara şu şekilde haber gönderdi:
Bulunduğunuz yerde kabınız; aramızda kan dökülmesin; yolları da kapamayınız ve kimseye zulüm de etmeyiniz.
(Neyi el-evtar c:ld 7, sahife 139).
Başka bir zaman yine Hazret-i Ali Radiyallahu anh Haricilere şu mesajı gönderdi:
Siz fesat çıkarmadıkça biz de sizinle savaşa girme, yiz. (Neyi el-evtâr cild 7, sahife, 133).
Bu örneklerden açık bir şekilde anlaşılıyor ki, herhangi bir topluluk ne şekilde düşünürse düşünsün, bu düşüncelerini emniyetle bu fikirlerini açığa vurabilirler. İslâm rejimi bu kabii hareketlere mâni-olmaz. Elbette ki, onlar kendi fikirlerini ve düşüncelerini zorla ve şiddet kullanarak (By Violent Mean) ortaya koyup kabul ettirmeğe kalkar ve hükümet düzenini bozmak ve dağıtmak yolunu tutarlarsa, o zaman iş değişir.
Diğer bir hakka da İslâm fazla ehemmiyet vermiştir. Bu çok önemli nokta da şudur: İslâm devleti sınırlan içinde yaşayan halkı, medenî yaşayışın esası zaruri-yatmdan mahrum bırakmamaktır. Bu hususta İslâm zekâtı farz kılmıştır. Zekâtın farz olduğu hakkında Alla-hm Resulü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle beyan buyurmuşlardır:
Zenginlerinden alır ve fakirlere verirsin. (Buharı ve Müslim!
Başka bir hadis-i şerifte Zat-ı Risaletpenahileri şu gerçeği işaret etmişlerdir.
Hükümet, kimsesizlerin kimsesi ve hamişidir.
Diğer bir hadis-i şeriflerinde de Zat-ı Saadetleri şu ölçüyü belirtmişlerdir:
Hiç bir şeyi olmadan ölen bir kimsenin mesuliyetleri (borçlar ve saire) bize aittir. (Buharî ve Müslim)
İslâm, bu mevzularda vatandaşlar arasında müslü-man veya ekalliyet yani zımmî arasında fark gözetmez. Zımmîler de müslümanlar gibi bu medenî haklardan faydalanırlar. Hükümet, aç olan, çıplak olan, barınacak yeri bulunmayanları açıkta bırakamaz. Hazret-i Ömer bir ara bir zımmîye tasladı. Bu zınımî dilenen ihtiyar bir Yahudi idi. Örnek devlet reisi Hazret-i Ömer, derhal bu şahsı cizye vermekten muaf tuttu. Ve kendisine maaş bağlanması için hazine memuruna şöyle yazdı:
AHaha yemin ederim ki, gençliğinde faydalandığımız kimseyi İhtiyarlığında kendi başına bırakmak, insaf değildir. (Ebu Yusuf, Kitab - El - Haraç S. 72)
Hazret-i Hal'd Radiyallahu anh, Hiyre'nin gayrı müslimlerine bir. vesika yazıp vermişti. Bu vesikada açık olarak şu hususlar bildirilmişti:
Yaşlılardan veya herhangi bir sakatlığı bulunanlardan, yahut da iflâs etmiş olanlardan ve fakirlerden cizye alınmayacaktır. Bundan maada - musJümanlann beytül-malinden de bu gibi kimselerin geçimlerini temin için ma-a& verilecektir. Bu şekilde geçimleri sağlanmış olacaktır. (Kital - el - Haraç, Sahife 85). [55]
Geçen bahiste saydığımız haklara karşı hükümetin de vatandaşlar üzerinde bazı haklan vardır. Bu haklar meyanında ilk Önce itaat hakkı gelir; îslâmda buna «sem' ve tâat» : (dinlemek ve itaat etmek) ıstılahı konmuştur. AUahın Resulü sal! ali ahu aleyhi ve sellem bu hususta serahatle şu beyanda bulunmuşlardır:
Es-sem'ü ve't. taatü fi'l - usrî vel - yiteri vel - mto şettâ vel-mükreh.
Sıkıntılı günlerde ve ferahîık zamanında, hoşa giden ve hoşa gitmeyen şeylerde dinlemek ve itaat etmek vardır.
Yani herhangi bir hüküm birisinin hoşuna gitsin, gitmesin, kolay olsun zor olsun> her ne şekilde olursa olsun itaat edecektir.
islâm hükümetinin vatandaş üzerinde ikinci mühim hakkı da şudur: Vatandaşlar bu hükümete karşı sadakat gösterecekler ve hukûmetüı iyiliği için çalışacaklardır. Kur'an-ı Kerimin ve hadi s-i şerifin bu husustaki ıstılahında- «Nush» kelimesi kullanılmıştır. Arapça tercümesinde buna (Loyality): Meşru tanımak ve (Allegiance): (sadakat göstermek) diyebiliriz. Hatta bu mefhumların manalarından bu husus daha da genişlik arz eder. Bu mesele, insanın iyi bir niyetle ve kalb sadakati ile hükümetine bağlı olması demektir. Bu hükümete zarar gelmesini hoş görmemektir. Kalben de bu devletin yükselmesi için çalışmaktır.
Pek tabiîdir ki, iş bu kadarla kalmaz. İslâm vatandaşlarına, var kuvvetleriyle hükümete yardımcı olmak vazifesi düşer. Bu hükümet için mal ve can ile fedakârlık etmek icabeder. Bu fedakârlığı esirgememek lâzımdır. Hatta Darül-tslâm'da bir tehlike baş gösterirse, o zaman Kur'an-ı Kerimin açık beyanına göre, gerekli fedakârlıklardan kaçman kimse münafık sayılır. Kudreti kuvveti olduğu halde îslâmı mal ile can ile müdafaa etmeyenler münafıklardan addedilirler.
Muhterem dinleyiciler ve okuyucular, Islâmî hükümet dediğimiz hükümetin* şekli ve tarzı budur. İşte biz hali hazır zamanımızda kurmak istediğimiz ve kendisine Islâmî hükümet diyeceğimiz hükümet de ancak bu şekildeki bir hükümettir. Siz ne isterseniz söyleyiniz, ister se-külar (Laik), hükümet, ist*r demokratik hükümet ve isterse teokratik .^ıükûmet deyiniz. Biz bu ıstılahlar üzerinde durmuyoruz. Biz sadece şu nokta üzerinde duruyoruz ki, îslâm olmak ve Islâmî itikada inanmak iddiasında bulundukça bizim yaşayış nizamımız ve hükümet rejimimiz bahsettiğimiz bu esaslar üzerinde kurulmalı ve bu esaslar üzerinde ayakta tutunmalıdır. [56]
Bu zamanda, yani devletin Anayasasımn hazırlık safhalarının son merhalelerine gelindiği şu sırada, ilim erbabı tarafından «Düstur sâz asambli» (Anayasa hazırlama kuruluna) tam manasiyle ve imkân haddinin son derecesiyle yardım edilmelidir ki, doğru bir islâm Anayasası hazırlamak mümkün olabilsin. Biz bu mevzuda, kendi kudretimiz nisbetinde hizmet görmeğe gayret ediyoruz. 1951 senesinin başında bütün muslüman partilerinin mümessilleri ve âlimler dahi îslâmî hükümet için 22 esas maddeyi ittifakla tertip ederek, mühim bir hizmet ifa ettiler. [57] Fakat bu çalışma -meyanmda bazı kimselerin muhtelif düşüncelerini gördüm. Bir tarafta müs-lüman halk, diğer tarafta tahsil görmüş zümreler başka bir taraftan da Anayasa hazırlayan kurul erkânı aralarında bir hayli kimse yanlış anlamalara kapılmışlardır. Nitekim onlar tarafından bu fikirler muhtelif ve çeşitli şekillerde, türlü türlü kelimelerle ortaya çıkarılmaktadır. Kur'an-i Kerim'de herhangi bir Anayasa için rehberlik edecek mevzu bulunmamaktadır, diyorlar, islâm'da hususî ve herhangi bir şekilde hükümet rejimi icap ettirmez ve Islâmî Anayasa (Islâmî Düstur) diye bir şeyin de ismi olamaz diye iddia ediyorlar.
Bu şaşırtıcı sökerin arkasında bazı deliller de yok değildi. İlmin ortadan kalktığı devirde, fikrî kargaşahk-!ar doğurmak için böyle gürültülü işler bilhassa tesirli °lur. Bunun üzerine ben de bu hususta ve bu babta bîr kaleme almayı zarurî gördüm. Kitap ve Sünnetin bu husustaki bütün tasrihlerini bir araya toplayarak A-nayasaya ait ahkâm bulunanları toplu hâle getirip halkın istifadesine sundum. Bununla şimdiye kadar, îslâm ulç_ masının tslâm Anayasası için hangi usûller koydukları ve hangi mehazlara baş vurdukları -açıklanmış olacaktır. Bununla da yine Anayasa hazırlama kurulu (Düstur sâa asambli) erkânımn karşısında da Allanın hücceti tamam-' lanmış olacaktır. Yine bu kurul için, Allanın ve O'nun Resulünün hükümleri beyan edilmemiştir gibi bir bahane de ortadan kalkmış olacaktır.
Bu bahisler, bu ihtiyacı karşılamak için kaleme alındı. Burada sırasiyle Anayasaya ait meselelerdeki Âyât-ı Kuraniye ve sahih hadisleri kaydedecek ve bunlardan ahkâmın nasıl çıkarıldığını da anlatacağız. [58]
İşte hüküm sadece Allahmdır. Ancak ve ancak kendisine ibadet edilip başka birine ibadet edilmemesi için emir vermiştir. Elbette ki sağlam din de budur. <Yusuf, 40)
Bu âyet-i kerime açıkça bildiriyor ki, iğlerin hallü fasl ihtiyarâtı ve emir buyurma hakkı (yahut da başka i)ir tabirle söyleyelim «Hâkimiyet») Allah Taalâ'ya mahsus ve münhasırdır. Burada herhangi bir şekilde, kari-neii ve iki mana verebilen kelime olmadığına göre bu hâkimiyetten sadece «Kâinatî hâkimiyet»: (Univeraal S°-verignty) mefhumu anlaşılıyor. Allah Taalânın bu hâkimiyeti öyle bir kâinatî hâkimiyettir ki, hem siyasî he*11 kanunî olmakla beraber aynı zamanda hem ahlakî ve hem de itikadîdir. Kur'an-ı Kerimin kendisi de böyle k|r hâkimiyetin — bütün kısımları ve ekleri ile beraber \llah Taalâya mahsus've münhasır olduğunu açık dlerle beyan buyurmuştur. Nitekim Kur'an-ı Kerimde açıkça bildirilmiştir ki, Allah Taalâ sadece Rabbtinnas «Halkın Rabbı» ve llâhün-nas «Halkın ilâhı» değildir. Aynı zamanda o, Melikün-nas «Halkın padişahı, hükümdarı» dır da.
Söyle; halkın Rabbına, halkın İlâhına ve halkın Padişahına (MeLikine) sığınırım. (En-Nas, 1-3).
Orada deniyor ki, Allahu Taalâ mülkün mâlikidir. O'nun bu hükümdarlığında, bu padişahlığında, hiç bir şekilde şeriki ve ortağı diye bir şey yoktur.
Söyle» ey mülkün mâliki Allattım, istediğine mülk verirsin, istediğinden de alırsın...
(Âl-i îmran, 26). Mülk'de O'nun şeriki olamaz. (fara;"111).
Dikkat! îyaratmak ve emir vermek O'nun değil mi. Jir?. (El - A'raf, 54)
Rabbinizden size nazil kılınmış bulunana tâbi olunuz -ve ondan başka kendinize kimseyi koruyucu edinerek tâbi olmayın. (A'raf, 3).
Her kim, Allafaut nazil kılmış bulunduğu ile hüküm vermezse, böyleler! kâfirlerdirler. (EI-Maide, 44)
Allah Taalânın siyasî ve kanunî hâkimiyetinin bu tasavvuru, Islâmın ilk temel usullerindendir. lalamın tâ başından bugünkü günümüze kadar, bütün îslâm hukukçuları, «hüküm vermek Allah Taalâuın kendisine hasdır.» .prensibinde müttefiktirler. Nitekim Allâme Amidî meşhur «IJsul-i Fıkıh» kitabında Kitab El - İh kânı fî usûl il - ahkâm» da şöyle yazar :
Bilmek gerektir ki, A İlahtan başka bir hüküm sahibi yoktur ve O'nun hükmünden ve hükmettiğinden baş. ka da yine bâr hüküm yoktur.
Şeyh Muhammed Hıdrî de kendi Usûl-t Fıkıhında, bu husus, bütün Ehl-i Islâmm müttefik bulundukları bir akide olarak beyan eder.
Elbette kî hüküm Allanın-hitabıdır. AUahtan başka birinin hükmü yoktur.
Bu da bütün müslümanlarm ittifak ettikleri bir ka-ziyyedir.
Herhangi bir İslâm Anayasası (Düstur), her şeyden önce Allah Taalânın siyasî ve kanunî hâkimiyetini kabul etmeden, tslâmî bir Anayasa olamaz.
Bu husus o Anayasanın maddeleri meyanmda açık-ce. yazılmış olmalıdır. İlâhî hükümete itaat edileceği ve Râkim-î A'lâ'ya boyun büküleceği ve O'mın ahkâmının ifâ edilmesinin farz olduğu da aynı şekilde yazılmalıdır, [59]
Peygamberler Aleyhisselâm umumiyetle ve Hazret-fc Muhammed Sailallahu aleyhi ve sellem bilhassa Aliah Ta-alâmn bu siyasî ve kanunî hâkimiyetinin mantarıdırlar. Yani Allah Taalânın bu hâkimiyetinin insanlara tatbik edilmesi peygamberlerin vasıtasiyle olmaktadır. Ve bu sebepledir ki, Allanın Peygamberi olmuşlardır. Bu itibarla onların hükümlerine itaat etmek ve onların yolundan gitmek, onların hükümlerine niçin ve neden demeden, kayıtsız ve şartsız inanmak, her ferdin, her zümrenin, her kavmin üzerine farz ve lâzımdır. Yine de lâzımdır ki, Allahm bu hâkimiyetine inanıp kabul etsinler.
Bu husus, Kur'an-ı Kerimde müteaddit yerlerde açıkça bahsedilmiştir. Misal olarak aşağıdaki âyâtı kerimelerden bir kaçına göz -gezdirelim:
Her kim Resule itaat ederse, Allah a da itaat etmiş olur. (En-Nisâ' 80)
Hiç bir Resul göndermedik ki, ancak Allahm izni ile kendisine .itaat edile. (En - Nisa' 105).
(Yâ Muhammed) Biz sana'kitabı hak ile nazil kıldık kî, Allanın sana gösterdiği gibi, halkın arasımla hüküm veresin. (En - Nisa' 105).
Resul size ne getirdikse onu alınız ve sizi neden men ettiyse, ona son veriniz. (EMIaşr, 7)
Hayır; senin Rabbına and olsun ki, Onlar aralarında çıkan anlaşmazlıkta, seni hakem kilmayıp verdiğini hükümlere hiç bir şekilde sıkılmadan, sana tanı bir itaatle bağlanmadıkça iman etnı's olmayacaklardır. (En . Nisa, 65).
İşte bu nokta da îslâmî hükümetin Anayasasının ikinci esasıdır. Burada Allahm hâkimiyetini ikrar ettikten sonra ikinci ikrar da şu olmalıdır: Böyle bir hükümette Kitabullahın yanı başına Resûlullah sailallahu aleyhi ve sellemin isbatlı sünnetlerini de kanun mehazı olarak kabul etmek icabeder. îcraî, teşriî ve adlî hususlarda bu sünnetin hilâfına hükümler ortaya konamaz ve kanun yapılırken yapılacak olan kanun da bu sünnetlere aykırı bulunamaz. [60]
Sizin aranızda iman edip de salih amel eden kimselere, Allah yeryüzünde hâlife kılacağım vaad etmiştir. Nitekim sizden önceki kimseleri de halîfe kalmıştı. (En-Nûr, 55).
Bu âyet-i kerimeden açıkça iki mühim esası kanun anlaşılıyor. Birincisi, Islâmî hükümette sahih makam, «hilâfet» makamıdır. Hâkimiyet makamı değildir. îkin-eisi de şudur: Bir islâmî hükümette hilâfeti elinde bulundurmak herhangi bir şahsa, herhangi bir hanedana, veya herhangi bir zümreye mahsus değildir. Belki bütün islâm ümmetine, islâm ümmetinin her ferdine atittir. Allah Taalâ bunlara serbest bir hükümet atâ kılmıştır.
Birinci noktanın teşrihi şudur ki, aynı ha-kikat şu işi icabettirir ki, hâkimiyet sahibinin kendi zatmın haricinde öyle bir kudret bulunmayacak ki, onun ihtiyarâtını hududlandırsın ve kıssın, onun kendisinin yaptığı kanunlar ve nizamların dışında onun elini ayağını bağlayan ve kendisinin yapacaklarına mâni olabilen herhangi bir kanun ve nizam bulunsun.[61]
Şimdi eğer bir hükümette ilk adımda şunun üzerine iman edilirseki, Allanın ve O'nun Resulünün bildirdikleri kanunların üstünde hiç bir kanun ve nizam yoktur; bu kanunların hilafına da bir iş yapılamaz. Bu hükümetin Teşriî Organı da bu kanunun hilâfına bir kanun vaz' ede-., mez. Adliye işlerinde de bu kanuna aykırı hükümler olamaz. O zaman, bundan açıkça şu mana anlaşılır ki, Allah ve O'nun Resulünün hâkimiyeti karşısında böyle bir hükümet hâkimiyet iddiasında bulunamaz ve hakikî hâkimiyetin de esasda Allah ve Resulüne ait olduğu kabul üipf mevcut hükümetin başında bulunan yahut da idarecisi, ancak ilâhî hâkimiyetin bir mümessilinden başka bir vasıf taşımaz. Bu mevkideki idareciye de «halife» dİ-veceğiz. Bu şekildeki vaziyetin ismine sahîh istilanda «hâkimiyet» diyemiyeceğiz. Sadece «hilâfet» diyeceğiz. Bu vasıf kararlaştırılmış olursa, bu vasıf üzerine böyle bir hükümetteki işe «Hâkimiyet» deyecek olursak, o zaman istilan bakımından da tenakuza düşmüş oluruz. EL bette "ki, Allanın hükmü ve O'nun Resulünün Sünneti tahtında kendi yapacağı işlerde, muhtar olarak, ittiba etmezse, o zaman şüphesiz doğrudan doğruya bu iş hâkimiyet olur. Fakat böyle olunca da Islâmî hükümetteki 4stılahda bir tenakuz yeniden baş gösterir.
İkinci noktanın teşrihi de şudur: Bir islâmî hükümetin bütün sakinlerinin müslüman olması vasfiyle, top. lu olarak, bunlar hilâfet mansıbını elde bulundururlar. İşte bu mühim ve hakikî usul tslâmî Cumhuriyetin esasıdır. Bu şekilde gayrı - islâmî cumhuriyetlerde ise esas içtimaî hâkimiyettir ki, (Popular Sivereignity) usulü üzerine kaim olmuştur. Fakat hakikatte bu şekildeki îslâmî Cumhuriyetin temelleri içtimaî hilâfet (Popular Viceğe-rancy) usulü üzerine kurulmuştur. Bu nizamda hâkimiyet yerine Hilâfet ıstılahını kullanmak icabeder. Buradaki iktidar Hak Taalâ tarafından bahşedilmiş bulunan bir iktidardır. O'nun çizmiş bulunduğu hududlar dahilinde, bu iktidarı kullanmak icabeder. Fakat bu Hilâfetin şu Mahdut iktidarı yukarıda bahsettiğimiz Kur'an-ı Kerimin "ükümleri gereğincedir. Bu hükümlere göre, herhangi "ir muayyen şahıs veya muayyen bir zümreye bu iktidar verilmiş değildir. Belki hükümetin ülkesi dahilinde ya§ayan bütün müslümanların «min haysül cemâa» : 'Toplu olarak) haklarıdır. Bunun iktizası şudur ki, müs-üınanlar kendi rızalariyle aralarında müşavere ederek, kendi işlerini yürütmek için bir kimseyi vekil tayin ederler. Bu kimsenin vekâleten başkanlığı müslümanlan rızasına bağlı olur. Müslümanlar kendisinden razı oldukları müddetçe onların işlerini yürütür. îste bunun içindir ki, Hazret: Ebu Bekir »(R.A.) Taalâ «HilâfetuUah kelimesini kullanmaktan, müslümanları men etti. Zira hilâfet aslında Müslüman Ümmetinin hakkıdır. Doğrudan doğruya Ebu Bekirin veya diğer halifelerin hakları değildir. Hilâfetin de esas vasfı, müslümanların kendi istekleri ve rızaları ile halifelik ihtiyarâtını bir şahsın eline tevdi etmeleri ve bu şahsı kendi işlerini idare etmek jçin vazifelendirmeleridir.
Bu iki noktanın her ikisi de gözönüne almaraik îs-lamî Hükümetin Anayasası (Düstur) u öyle bir şekilde yapmalıdır ki, bu Anayasa ile iş basma gelecek olan kimse veya kimseler herhangi bir şekil ve surette, Hâkimiyet iddiasında bulunmayıp bu hükümette ancak aydın ve açık bir şekilde halife olduklannı nazan itibara alsınlar. [62]
Yukarıda bahsettiğimiz gitii içtimaî Hilâfetin iktizalarını Kur'an-ı Kerim açık sözlerle beyan buyurmuştur; . Onların işleri, aralarındaki müşavere Ue olur. (Eş - Şura, 38 >
Bu ;' Tet-i kerimede Islâmî yaşayış nizamının şu hususiyeti beyan edilmiştir . Bütün içtimaî işler nıüşa* vere ile icra edilsin. Bu, sadece bir beyan değildir. Belki sözün mefhumundan anlaşılır ki, bu bir emir ve bir hükümdür. Bunun için "herhangi bir içtimaî iş, müşavere olmaksızın yapılamaz. Müşaveresiz içtimaî işleri yapma*"
menedilmiş bulunuyor. Nitekim Hatib Bağdadî, Hazret-i AJi Radiyallahu Taalâ Anh'dan rivayetle şu hususları nakleder.
Arz ettim ki, Ya Resulallah! Senden sonra öyîe işlerle karşılaşabiliriz ki, bunlar hakkında ne Kur'an-ı Kerimde bir hüküm bulabiliriz ne de Zatı Saadetlerinin Sünnetinde bunu aydınlatabilecek hir mevzu ile karşılaşmak mümkün olabilir? Buyurdular ki, benim ümmetimin ibadet eden (âbid) zümrelerini toplar [63] ve onlarla müşavere edersiniz. Müşavere sırasında da bir tek kimsenin reyine iktifa etmeyesûıiz. (Ruhül _ Maânî)
Sonra yine bu müşaverenin asıl ruhunu da Nebî sal-lallanu aleyhi ve sellemin lâfızlarında beyan- edilmiş olduğunu görürüz:
Her kim bir hulusta bir kardeşiyle müşavere eder, fakat bu işi o kardeşten başkasının daha iyi bildiğini büir-se, im işde hiyânet etmiştir, (Ebu Davud)
Bu hüküm gayet geniş mefhumla beyan edilmiştir. Burada müşavere için herhangi hususî bir şekiî tayin edilmemiştir. Bu bakımdan, îslânun. ahkâmı bütün dür, ya için. olduğuna ve her zaman geçerli bulunduğuna göre bu şekilde bildirilmiştir. Eğer her ne suretle olursa olsun, müşavere için muayyen bir usul vaz edilmiş olsaydı, o zaman İslâmın ebedî ve âlemşümul, mahiyeti kalmazdı.. Müşavere doğrudan doğruya umum halk ile mi yapılır, yoksa halkın mümessilleriyle mi? Bu mümessilleri alelade halk mı seçer, yoksa avam halk değil de ileri gelen halk (Havas) mı seçer? Bu müşavere edilecek olan. ların seçimi bütün memlekete mi şâmil olur, yoksa devletin başında bulunan kimse tarafından mı seçilirler? Bu seçim, bildiğimiz gibi rey toplamak suretiyle mi olur?. Yoksa mümessilliği aşağı yukarı belli olabilecek zevat ll!kendilerini mümessil diye mi ortaya atarlar? Şûra Meclisi bir dereceli mi oîur? Yoksa iki dereceli mi olur? Bunlar öyle suallerdir ki, her camiada bunların cevapları ayrı ayrı şekildedir. Her medeniyet bu hususta kendisi için bir şekil üzerine karar vermiştir. Yine bunların cevapları durum ve ahvâlin değişmesine, zaman ve zeminin icabına göre değişecektir. Zaman ileriledikçe bunlar da yeni. yeni şekiller alabileceklerdir. îşte bunun içindir ki, Şeriat bu hususları serbest bırakmış ve üzerinde durmamıştır. Ne hususî bir şekil tayin etmiş ne de herhangi bir şekli men eylemiştir. Elbette ki yukarıdaki âyet-i kerimeyi teşrih eden hadislere de göz atmamız icabeder. Bu hadisleri gözden geçirdiğimiz zaman üç mesele üzerinde durmuş oluruz:
1. Müslümanların herhangi bir içtimaî işi müşave-
Iresiz yapılamaz. Bu mesele diktatörlüğün kökünü kazımak için lâzımdır. Bunun için devlet işlerinde mühim i§-
ileri devlet reisinin kararlaştırmasının önüne geçilmiş o-lur. Devlet reisinin nüfuz kullanarak istediği gibi işleri idare etmesine meydan verilmez. Böyle olunca da diktatörlük için açık kapı bulunamaz. Nitekim diktatörlük demek istibdat ve mutlakiyet demek olduğundan .istibdat
ive mutlakiyet de müşavereye muhalif bir husustur. Bu şekilce yine Anayasada arızî veya müstakil bir şekilde
(duraklama olamaz. Tam ihtiyarât da Devlet başkanına ve memleketin reisine verilmemiş olur. Her ne şekilde o-lursa oisun, istibdat men edilmiştir. İstibdat ve mutlakıyet üzerine tslâmî hükümet teessüs edemez.
2 içtimaî işlerle alâkadar olan herkes bu işlerde müşaverede bulunmalıdır. Bunlar isterlerse müstakimen, doğrudan doğruya müşavereye iştirak ederler; isterlerse güvendikleri ve itimat ettikleri bir kimseyi (Mutema-düm aleyh) mümessil olarak ortaya çıkarırlar ve bu kimse ile müşavere edile gelir.
3- Müşaverenin serbest ve herhangi bir garaz ve riyadan arî bulunması icab eder. Dalavereli ve dolam -baçlı yollardan müşavere edip de rey ve fikir almak hakikatte müşavere değildir, dalaveredir. Müşavere manası bu gibi şeylerden anlaşılamaz.
Buna göre, Düsturun (Anayasanın) ne olursa olsun bu husustaki tafsili de anlaşıldı. Bu meselelerde Şeriat, ne şekilde olursa olsun bu üç noktayı gözönünde tutmuştur. Bu esaslara göre, halk ile veyahut da halkın itimat ettiği ve güvendiği ve güvenerek vekâlet verdiği kimse lerle müşavere edilmeksizin, devlet işleri yürütülemez Yürütülmesi de sahih ye doğru olamaz. Bunların seçilmesi hususunda da herhangi bir nizam konabilir. Fakat nizam öyle bir şekilde olmalıdır ki, bütün Ümmet bu i§e iştirak edebilsin. Hattâ bu işde halkı ve yahut da halkm mümessili ve vekili olan kimseler aldatılıp tamahlandı-nlmasına da meydan verilmemesi icabeder. Yoksa bu şekilde reyleri alman mümessillerin reylerinin hakikatte kıymeti kalmaz. [64]
Devlet başkanı, bakanlar, şûra ehli (Parlamento azaları) valiler ve idarecilerin seçimleri üzerinde ne gibi nı*suslar gözönünde bulundurulmalıdır? Bu hususta da Kui"'an-ı Kerimin ve Sünnetin hidayetlerini nazarı itibara almak icabeder. Buyrulmuştur ki:
Allah size emr ediyor ki, emânetleri ehillerine tevdi edesiniz. (En - Nisa, 58).
Elbette ki, sizin Allah indinde en değerliniz en muttaki olanınızdır. (El-Hüccurat, 13). Hadis-i Şerif de;
Sbin Önderleriniz meyanında en iyileri, sizin sevdik-leriniztfır ki, onlar da sizi severler. Siz onlara hayır dua edersiniz, onlar da size hayır dua ederler. Sîzin Önderlerinizin en kötüleri de onlardır ki, siz onlara karşı nefirt-t hissi duyaısınız, onlar da size nefret hissi duyarlar. Siz -onlara iânet edersiniz, onlar da size lanet ederler.
(Müslim'in rivayet'/?.
AHaha yemin ederim ki, bir şey isteğinde bulunanları yahut da makam hırsına sahip olan kimseleri kendî-mizo koruyucu seçenleyiz. (Muttefikun Aleyh Hadis)
Elbette ki, bizim indimizde, en hain kimse sizin ara. iH/daki en haris kimsedir. (Ebu Davud)
Bu Hadis-i Şeriflerden sonra, yine aynı mevzua temas eden tarih sahifelerini, karıştırdığımız zaman, göreceğiz ki, İslâmla şereflenmiş devirlerde, en kötü şey olarak vasıflandırılan hareketin, hırs ve fazla istek olduğu görülür. Nitekim ulemadan Kalkaşandî, «Subh ül A'sâ» diye telif ettiği eserde bu hususu şu şekilde ifade eder:
Hazret.i Ebu Bekir bir ara üzülerek şu şekilde bekanda bulundu. Hazret-i Besul-ü Ekrem saüallahu aleyhi vesilemden bu İş hakkında sordum. Buyurdu İd: Ey Eb» Bekir bu iş, o kimse içindir ki, bu işe karşı aşırı derecede istekli olmaya. Bu iş yırtınan kimse için değildir. Bun» karsı isteksiz olan kimse içindlir. Buna istekli olan iç*11 değildir. Bu iş o kinişe İçindir ki, bu senin hakkıudtr, densin. Bu benim hakkımdır diyen kimse için değiMir,[65]
(Subh - ül - A'sâ, Kalkaşandî, C. 1, S, 240).
Bu hidayetler, vaziyet bakımından sadece «Usulî hi-iayetler» olmalarına rağmen yine de bu rivayetlerde seçilecek olan başkanın veya idarecinin vasıfları belirtilmiş oluyor. Beğenilmeyen ve istenmeyen kimselerin iş başına getirilmelerinin ne gibi neticeler vereceği1 de ortaya çıkmış bulunuyor. Fakat her ne şekilde olursa olsun, şimdi Anayasa hazırlayan kurul (Düstursâz) ların vazifesi şu. 6mı ki, bu hidayetleri gözönünde bulundurarak bunlara -iiDpiî bir şekil vereler ve bu hususta münasip tedbirler alalar.
Seçim için her ne nizam koyarlarsa koysunlar, bu nizamda emin, güvenilir ve muttaki kimselerin seçilmelerini düşüneler. Seçilecek kimselerin halk arasında sevgi kazanmış olmalarına dikkat etsinler. Millete iyilik edecek kimselerin seçilme imkânlarını sağlasınlar. Seçim reylerini toplamakla halkın nefretini kazanacak kimselerin seçilmelerine mani olmak yolunu bulsunlar.-Zira böyle olmazsa, onlar da halkın bedduasını alır ve lanetini kazanmış olurlar. Bu işi üzerlerine almış bulunanların elbetteki bu işi iyi başaracakları ümit edilir. [66]
Erkekler kadınların koruyucularıdırlar. (En - Nisa 34).
Hadis-i Şerif :
İşlerini kadınlara teslim eden kavim felah bulamaz. (Buharı)
Bu^nass ile bu hususta kat'î hüküm verilmiştir ki, memleket işlerinde mesuliyetti iğler ve mevkiler (isterse memleket reisi yahut hükümet başkanlığı olsun, bakanlık Şûra Meclisi azahğı, yüksek idarelerin ve yüksek mahkemelerin azahğı olsun) kadınlar için münasip işlerden değillerdir. Bunlar, kadınların eline bırakılamaz. Bunun için îslâmî hükümette kadınları bu gibi işlerin başına getirmek münasebet almaz.[67] Belki de onların vücut yapıları bu gibi işler için elverişli değildir. Açık nass'lann hilâfına, Hak Taalânın itaatini ve Resule bağlılığı kabul etmiş bulunan kimseler tarafından Kurulmuş olan böyle bir hükümette bu açık emirlerin hilafına gidilemez. Bu gibi işlere müsaade edilemez. [68]
Yeryüzüne yerleştirmiş bulunduğumuz bu kimseler namazı ayakta tutarlar* zekâtı Öderler ve marufa (doğru yola) emr edip münkerden (eğri yoldan) men ederler. (El - Hacc, 41).
Bu âyet-i kerimede îslâmî hükümetin maksadı vücudu ve onun esasî feraizi anlatılmıştır. Kâfir hükümetler gibi, yalnız memleketin iç asayişini temin edip ve dış hudutlarım muhafaza ile memleketin refahım yükseltmekle iktifa edilemez. Bunların hilâfına, îslâmî hükümetin, İslâm hükümeti olmak bakımından ilk vazifesi, namazi, zekâtı kaim kılsın, iyilikleri lalamın aydınlığı al-tmda, Hak Taalâ ve O'nun Resulünün iyilik olarak bildirdikleri hususların yayılmasını sağlasın ve fenalıklardan — Hak Taalânın ve O'nun Resulünün kötü olarak bildirdikleri — fiillerden de insanlığı korusun. Böyle bir hükümete ancak, İslâm hükümeti ismi vermek mümkündür. Böyle olmayınca, herhangi bir hükümet İslâm hükümeti olmak hakkına mâlik değildir. Böyle bir hükümet namazı ayakta tutmaz, zekâtı Ödetmez, iyilikleri emr etmez; fenalıklardan men etmez ise, önün îslâmî hükümet olmakla bir alâkası kalmaz. Böyle bir hükümetin idaresi altında bulunan yerlerde zina, fuhuş, içki, kumar, çeşitli fuhuş edebiyatı, müstehcen şeyler, fuhuş ve müstehcen gösteriler (tiyatro, s-nema ve çeşitli eğlence yerleri), kadın ticâreti, karma öğretim ve cahiliye devrinde olduğu gibi'kadınların kendilerini satmak için kırıtmaları (te-berrüc), erkeklerle kadınların şehvanî karışmaları bulunup, sarahaten kötü şeyler (münkerler) yasak edilmedikçe bu hükümet Îslâmî hükümet olmak vasfını taşıyamaz.
îslâmî hükümetin Anayasasında (Düstur) bu saydığımız hususlara dikkat edilmesi icabeder. Nitekim Kur'-an-ı Kerim de bu hususları belirtmiştir. Hükümetin bu hususlardaki farizelerini saymıştır. [69]
Ey iman etmiş olan kimseler, Allah a itaat ediniz, Onun Resulüne de itaat ediniz. Ve kendi içinizden çıkan îilülemre de. Bir şey hakkında ihtilâfa düşerseniz ve sis:
Allaha ve ahiret gününe iman edenlerden iseniz, bu işi Allaha ve O'nun Resulüne havale ediniz. İşte bu en iyi ve en güzel tevildir. (En - Nisa 50).
Bu âyet-i kerimede, üç mühim nokta belirmektedir. Bunlardan her biri Anayasa hükümleri (Düsturî hükümler) dirler. Anayasa meseleleriyle alâkalıdırlar. îlk önce şu nokta üzerinde duralım ki, Allah ve sonra Resulüne itaat, itaatm aslıdır. Her müslüman fert, müslümanllk vasfı ile ve her müslüman kavim müslüman kavim olmak hususiyetiyle "bu meselelere bağlı bulunmalıdır. Bu itaat herhangi bri itaatden en öne alınmalıdır. Uîülemr'in itaati bundan sonra gelir. Bunlardan daha önce ve daha evvel değildir. Bunlarm zımnında ve bunların tahtmdadır. Serbestçe değildir. Bu mevzunun daha geniş izahını aşağıdaki âyet-i kerimede bulacağımız gibi hadis-i şeriflerde de göreceğiz:
Hiç bir mümin erkeğe ve hiç bir mümin kadına şu hak düşmez ki, Allah ve O'nun Resulü bir işde haliü fasl edip hüküm versinler de, ister bu mesele onların lehine isler aleyhine olsun (ona tabi olmasınlar). Her kim AI-taha ve O'nun Resulüne karşı gelirse elbetteki apaçık bir dalalete düşmüş olacaktır. (El . Ahzâb, 36)
Her kim Allahm nazil kılmış bulunduğu üzerine hüküm vermezse, böyleleri kâfirlerdirler. Böyleleri zalimlerdi rîc t., Böyleleri Kasıklardırlar.. (El- Mâide 44 - 45 - 47)
Ve Hadis-i Şeriflerde:
İster hoşuna gitsin ister hoşuna gitmesin, her müslüman erkeğe ve her müslüman kadına, masiyet yolun. da emir verilmedikçe dinlemek ve itaat etmek lâzımdır.
Ancak masiyet için emir verilmiş olursa ne dinlemek vardır ne de itaat etmek. (Buharı ve Müslim)
Eğer size, işlerinizi yürütmek için Zenci bir köle de tayin edilse, ve sizin işlerinizin basma getirilirse, Kîtabul-Iah iîe sizin işlerinizi idare etmek yolunu tutarsa, onu da dinleyecek ve itaat edeceksiniz. (Müslim)
Masiyet için itaat diye bir şey yoktur. Elbette ki, itaat doğru iş (maruf) içindir. (Buharî ve Müslim)
AHaha karşı isyan yolunu tutmuş olana İtaat yoktur. (Tabaranî)
Kitap ve Sünnetin tm sağlam ahkâmı şu hususu kuvvetle ifade eder ki, îslâmî hükümetle kanun hazırlayan meclis Hak Teâlanm ve Resulünün ahkâmına muhalif o-lan bir kanun vaz edemez. Eğer böyle bir kanun vaz ederse, bu kanun derhal reddedilir ve yürürlüğe gelmesine mâ ni olunur. Bu şekilde, Ayât ve Ahadis de bu hususu bildirmektedirler ki, herhangi bir İslâmî hükümette adaletin mevcut olması için Allah ve O'nun Resulünün kanunlarını infaz etmek ve yürür hale koymaktan başka bir çâre olamaz. Hattâ, herhangi bir hâkim de İlâhî kamına muhalif bir kanunu, — kanun yapanlar böyle kanun yapmışlar diye — tatbik edemez. İki kanunun birbirine muhalif ve zıd olduğu görülürse, Allah ve O'nun Resulünün kanunu elbette ki, &anun yapıcı meclisin ve kurulun kanunlarının üstünde olacaktır. Ayât ve Hadisler bu hususu açık bir surette belirtmişlerdir, İslâmî hükümetin icra organları da böyle, Allah hükmüne ve Resûlullahın Sünnetine mugayir bir kanunu tatbik edemiyecekleri gıb> her
hangi bir zabıta veya başka kanunları yürütmekle vazifeli kurullar da bunu yapamıyacaklardır. Hiç bir idarî teşekkül ,' Allah ve Resûlullaha karşı masiyet mefhumunu taşıyan bir kanun veya herhangi bir nizamı yürürlüğe koyamazlar. Eğer bu hususu gözönünde bulundurmaz ve dinlemezlerse o zaman halk kendilerine itaat etmez ve edemez; itaat ederlerse Hak Taalâ indinde günahkâr olurlar. Kanunu da kanun yapıcısını da, yürütücülerini de dinlemeyip itaat etmezlerse Hak Taalâ indinde mücrim Bayılmazlar. Bunun hilafına böyle işlere tevessül e-den ve Hak Taalânm ve Resulünün ahkâmına muhalif kamın ortaya çıkaran hükümet kendisi cürüm işlemiş olup günahkâr mevkiine düs_er.
İkinci mühim nokta da şudur: Herhangi bir İslâm hükümetinin başında bulunan «ülül-emr» müslüman olmalıdır. Bu noktanın iki sebebi vardır. İki cihet de âyet-i kerimede belirtilmiştir. Birincisi şöyledir: «Ey Aman etmiş bulunan kimseler» Ve devamla;
«Sizden olan, sizin içinizden bulunan ülül-emr» Denmiş olduğuna göre, burada her iki mefhum da açık bir surette anlaşılıyor. Bunlardan birincisi: «Ülül-enıre itaat hükmü» dür.
Her müslüman ülül-emre itaat edecektir, fakat ikincisinde de bu ülül-enırin sizin içinizden, sizden olması söylenince yani ülül-emrin de müslüman olması lâzımdır. Müslüman olan ülül-emre itaat edilecektir. Pek tabiîdir ki, müslüman olmayana değil.
İkincisi de şudur: İhtilâf halinde ihtilaflı mesele Allah Taalâya ve Resûlullaha havale edilecektir. Bu şekilde hüküm verilmiştir. Açıktır ki, halk Üe hükümet'arasında herhangi bir suretle ihtjlâf ortaya çıkabilir, O zaman ve O'nun Resulünün hükmünün hakem olarak kabuJ edilmesi lâzımdır. Bu da elbette Müslüman ülül-emr ;çin olabilir; kâfir ülül-emr için olamaz. Bundan başka, istinattı hadiselerde de bu hususta sarahat vardır. Bunu teyid mahiyetinde hatta tekid mahiyetinde Hadisler mevruttur. Nitekim yukarıda bahsettiğimiz gibi Hazret-i Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin hadislerini de yine göz Önünde bulundurmak icabeder. Buyurmuşlardır ki:
Eğer size, işlerinizi yürütmek için Zenci bir köle de tayin edilse ve sizin işlerinizin basma getirirse Kitabullah ile sizin işlerinizi idare etmek yolunu tutsa, onu da dinleyecek ve itaat edeceksiniz.
Ve yine :
Allaha karşı masiyet yolunu tutmuş olana itaat yoktur.
Burada yine Hazret-i Ubâde ibn-i Sabit'den rivayet edilen bir Hadisi nakledelim.
Hazret-i Ubâde ibn-i Sabit buyuruyor ki, biz Zat-ı Saadeti Nebevilerine biat ettiğimiz zaman şu hususlar üzerine biat ettik :
Kendi amirlerimiz (hüküm verenler) ile iht'.Iâf çı-karnııyalım, fakat onların işlerinde açıktan açığa bir küfr görürsek ve onların bu küfrü Allah indinde bizce sabit görünürse, o zaman iş değişir.
(Buharî ve Müslim)
Başka bir hadisde de şu şekilde anlatılmıştır ki, halk, fena muamele yapan hâkimler ve idareciler hak -Kında, «kendilerine karşı gelelim mi?» diye sordukları zaman, Resulü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle cevap verdiler :
Hayır, madem ki sizin aranızda -natpazı ayakta tutuyorlar. (Müslim)
Bu en kesin hüccetlerden sonra şu hususta artık şüphe kalır mı ki, îslâmî bir hükümetin başına her ne şekilde olursa olsun gayrı müslim bir Sahib-i Emr (Devlet Reisi) getirilmiş olabilsin. Böyle olursa bu iş şuna benzer ki, meselâ komünist ve sosyalist hükümetin başına getirilecek olan devlet reisi komünistliğin yahut da sosyalistliğin muhalifi bir kimse olsun. Veya herhangi bir Cumhuriyet hükümetinin Cumhurbaşkanlığına Cumhuriyete muhalif bir başkanın getirilmesi hiç akla sığar mı? Elbette ki böyle bir şey realite olarak mümkün değildir.
Üçüncü nokta da şudur: Ayet-i kerimenin medlulü gereğince* müslümanlar ile ülül-emr arasında ihtilâf çıkabilir. Buradan da şu anlaşılıyor ki, müslünı ani arla ülül-cmr arasında ihtilaf çıkabilir. Buradan da şu anlaşılıyor ki, müslümanlarla ülül-emr arasında ihtilaf çıkması men edilmiş değildir. Müslümanlara da ihtilaf çıkarabilmek hakkı tanınmıştır. İhtilâf çıktığı zaman , bu ihtilâfı halledecek merci ancak Allah Taalânm Kitabı ve O'nun Re:, sülünün Sünnetidir. Bu iki merci, her ne şekilde hüküm verirlerse, — ister ülül-emrin lehine ve halkın aleyhine, ister halkın lehine ve ülül-emrin aleyhine, — her iki taraf da buna razı olacak ve kabul edeceklerdir. Şimdi şu mesele aydınlanmış oluyor ki, her ne suretle olursa olsun, ihtilâfı halledecek bir idare sistemi de bulunmalıdır ki, bu idare de AHahm Kitabı ve O'nun Resulünün Sünneti ile ihtilâfı halletsin. Bu idare veya kurul, herhangi bir ulema meclisi, bir yüksek adalet divanı (Superm court) ne olursa olsun bir teşekkül olacaktır. Bunun ne şekilde teşekkül edeceği hakkında Şeriat bizi muayyen bir yol tutmağa mecbur kılmamıştır. Fakat ne de olsa böyle bir idare veya kurul olmalıdır. Bu kurul da şu vasıfları taşımalıdır ki, icrâî, teşriî (kanun yapan) ve adlî organ-
ların aleyhine ve bu organların verdikleri hükümlere ve kararlara, bu kurul veya idarenin neadinde dava acıtabilip karar istensin. Bu idare veya kurulun da elbette ki, esas usûlü Kitap ve Sünnetin hidayetleri ışığı altında işleri hal ve fasl etmek ve hakkı batıldan ayırmak olacaktır. [70]
Allah sise, emanetleri haline tevdi etenenizi emreder. Halk arasında da hakemlik ederseniz adaletle hüküm veriniz. (En . Nisa, 58)
Ve bir kavme (zümreye) olan düşmanlığınız sizi adaletten ayrılmağa sürüklemesin, adaleti gözetirseniz; bu iş takvaya daha yakındır.
Bu âyet-i kerimeler geniş manada mÜ3İümanları ferdî ve içtimaî hususlarda adalete bağlamaktadır. Elbette ki, müslümanlara böyle bir hüküm verilince îslâmî hükümeti de bu işten vareste tutmamıştır. Hattâ, o da adalete bağlı bulunacaktır. Hele îsİâmî hükümetin adalete bafh bulunması daha da önemle ele alınması icabeder. Çünkü, halk arasında hüküm vermek daha ziyade hükümete düşen bir iş ve en çok onun kudretindedir. Elbette ki, hükümetin icraatında adalet olmazsa yaşayışın hiç bir sahasında adalet mefhumu diye bir şey kalamaz.
Şimdi bakalım bu iş hükümeti ne dereceye kadar alakadar eder? Resulü Ekrem sallallahu aleyhi ve sel-lem ile Dört Örnek Halifenin halk arasında hüküm vermek hususunda adaleti nasıl gözetmişler ve hangi hususları nazarı dikkate almışlardır ve adaletin tesbiti için neler yapmışlardır?
1. Veda Haccındaki meşhur hutbede, Hazret-i Resulu Ekrem, sallallahu aleyhi ve sellem, İslâmî hükümetin esas usullerini ilân buyurdukları zaman bu meyanda şu mühim usul üezrinde de durmuşlardı.
Elbette ki sizin kanlanınız, mallarınız ırz ve namusunuz bu günün hürmeti gibi muhteremdir.
Bu ilân gereğince, İslâm ülkelerinin bütün vatan -daşlarımn canları, malları, ırz ve namuslarına hürmet edilmesi ve korunması için esası bir hak ortaya konmuştur. Bu-hakka her hükümet dikkat etmelidir; bu hakkı gözetmek mecburiyetindedir.. Bu şartları yerine getirirse bu hükümetin ismine «İslâmî Hükümet» diyebiliriz. [71]
2. Bu hürmete dikkat ediîmez, ehemmiyet verilmeyip hiçe sayılırsa o zaman ne olacaktır? Bu vaziyetin de cevabını yine Hazret-i Resulü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin mübarek lafızlarında bulacağız:
Böyle yaparlarsa kendi canlarını benden kurtarırlar, fakat islâmın hakkı ve onların hesabı Allah'a kalır. (Buharî ve Müslim)
Elbette ki, onların canları ve malları bizce hürmetlidir, ancak bu can ve malın üzerinde hak olursa, onların hesabınj görmek ise Allah'a aittir. (Buharî ve Müslim)
Herkes O'nu (Yani kelime-i tevhidi) söylerse o zaman kendi malını ve canını benden kurtarmış olur. Ancak onun hakla ve hesabı (kalbindeki) AHaha aittir. (Buharî)
Bu hadisler şu hususu beyan eder ki, îslâmî Hükümette herhangi bir vatandaşın tam bir hürriyeti vardır; malına, canına, ırz ve namusuna hürmet gösterilip tecavüz edilmiyecektir. Madem ki, islâmî kanunlar gereğince, böyle bir vatandaşın üzerine yahut da aleyhine bir hak isbat edilmemiştir, onun bu hakları korunacak ve hürmet devam edecektir.
3. Birisinin üzerine, yahut da birisinin aleyhine hak isbat edilmesi nasıl olacaktır? Bu hususu da lalamın Peygamberi sallallahu aleyhi ve sellem şöyle anlatmışlardır :
Sana iki hasım gelirse, birincisinin iddiasını dinlediğin gibi ikincisinin de iddia (veya müdafaasını) dinlemeden aralarında hüküm verme. (Ebu Davud, Tirmizî, Ahmed)
Hazret-i Ömer radiyallahu anha ait bir dava görme vakası şu şekilde nakledilmiştir:,
îslâmda hiçbir kimse, adalet olmadan tutuklanamaz. (Müvetta)
Bu vakanın tafsilini Mu vatta şöyle anlatıyor: Buradan anlaşılıyor ki, o zaman Irak'ın yeni fethedilmiş ülkelerinde, bazıları yalan yere jurnalcilik ederek, ihtilafları yahut da bir garazları olan kimseleri yakalatmağa çalışıyorlardı. Şikâyetler Hazret-i Ömer Radiyallahu anha intikal ettirildi. O zaman bu mesele hakkmda hüküm vererek yukardaki cümleyi buyurdular: Bu cümlede kullanılan «adalet» demek, «bildiğimiz adaletin kanunî hükmü: (Due processe of law) demektir. Yani ıfoir kimse için isnat edilen cürüm isbat edilmiş olup açık bir şekilde karara bağlanmış olacaktır. Böyle bir karar olmaksızın İslâm'da herhangi bir kimse tutuklanamaz ve tevkif edilemez.
4. Hazret-i Ali Radiyallahu anhm hilâfet de bazıları hükümeti meşru tanımak için hazır . O zaman Zat-a Hilafetpenahileri, onlar:
Bulunduğunuz yerde kaimiz ve Mzimh\ ^îr aramızda kan dökülmesin. Yollan da kapamayım/. Kimseye de zulmetmeyiniz. Böyle yapmazsam?, o /.aman -. = ?.:s?îf* taraşa gireceğim. (Neyi Sİ - Evtâr).
Yani siz istediğiniz gibi düşünebilirsiniz. Sizin fikriniz ve düşüncenizle bizim işimiz yok. Elbette ki, siz "bu düşünceniz yüzünden hükümete karşı koymamalısınız. Şayet hükümete karşı baltalama hareketlerine girişirseniz, o zaman sizin karşınıza çıkılacaktır.
Bu gayet sarih vakalardan sonra, acaba islâm düşüncesine göre, adaletin bu vaziyette dahi icrâî kuvvetler tarafından nazarı itibara alınmamış olduğuna dair bir şüphe kalır mı? îcrâî kuvvetlere, adaletin kanunî hükmü olmadan istediği kimseyi tutuklamak, yahut da istediği kimseyi tevkif edip veya istediği kimseyi şehir dışına veya memleket haricine menfaya göndermek, istediğinin dilini, ağzını kapatmak ve arzu ettiğini fJkir beyan eylemekten men etmek selâhiyetleri tanınmamıştır. Hükümetlerin çoğunun nizamlarında bulunan böyle salâhiyetler hiç bir zaman ve hiç bir vakit islâmî hükümetin nizamında olmamıştır ve olamaz. Ve şimdi, «Halk Arasında Adaleti Gözetme» mefhumundan ikinci bir manayı da yine Islâmm istinatlı rivayetlerinden ve haberlerinden anlıyoruz ki, îslâmda devletin başkam, hükümetin reisi, umum valiler ve bunların benzerleri, en yüksek kumandanlar, hüküm sahipleri ve buyruk buyuranlar ile umum halk efradının hepsi bir kanun ve bir adalet nizamına tabidirler. Kimsenin' kimseye, her ne şekilde olursa olsun, hiç bir kanunî imtiyazı yoktur. Hiç bir kimse içim de hu bir adalet mercii bulunamaz. Yine hiçbir kimse, ne şexilde olursa olsun, kanun karşısında istisnaya tabi tutulamaz.
Hattâ Resul-ü Ekrem sallaHahu aleyhi ve sellem son çağlarında, kendi kendileri için şu şekilde beyan buyur .
«Her kimin benim aleyhime bir iddiası varsa gelsin hakkım ispat edip alsın gitsin.»
Hazret-i Ömer ^Radiyallahu Taalâ anh da ileri gelen bir ülke valisini (Cebelet îbn-i Eyeem Gassânî) bir beâe-n iiçin kısasa çekti.
Hazret-i Amr İbn-i As, Hazret-i Ömer nadiyallahu Taalâ anh'den valileri için dokunulmazlık hakkı isteyinno, Hazret-i Ömer, «Böyle bir şey olamaz» diye kabul etmedi. Bununla da iktifa etmiyerek, halka şu ilânı yaptırdı: «Her kimin herhangi bir validen şikâyeti varsa, bu şikâyetlerini gelip açığa vursun. Tâ ki, adalet tecelli etsin.» [72]
Onların mallarının üzerinde fakirlerin ve yoksulların da hakkı vardır. (Ez-Zariyat, 19).
Onların mallarından bir sadaka al, bununla onları pak kıl, temizle ve kendileri hakkında da hayır dua et. (Et-Tevbe, 103).
İşte, Allah onlara sadakayı farz kılınıştır. Zenginlerinden alınır, fakirlerine verilir. (Buharı ve Müslim)
Koruyucusu bulunmayan kimsenin koruyucu hükümettir. (Ebu Davud, Tırmizî, Müsned-i Ahmed, Darimî)
Her kim ölüp, boynunda bir borç kalıp da mal bırakmamış olursa, onun bu borcunu karşılamak bana ait. tir; malı varsa mirasçılarına aittir.
Başka bir rivayette de:
Her kim bir borç bırakır ve Ödiyemiyecek durumda olursa benim yanıma gelmeli, ben onun koruyucusuyum:
Her kim bir mal bırakırsa, bu mal onun mirası ularına aittir. Hiç bir şey bırakmayıp da borçlu giderse bize aittir.
(Buharı ve Müslim)
Mirasçısı olmayanın mirasçısı benimdir. Onun borçlarını öder ve mirasını alırım. (Ebu Davud)
Bu âyetlerden ve hadislerden açıkça anlaşılıyor ki, lalamı Hükümetin vazifelerinin en mühimlerinden biri de zekât işinin tanzimidir. Bu hükümetin, mesuliyetleri me-yanında bir mesuliyet de şudur ki, kendi ülkesi dahilindeki bütün halkın geçim vasıtalarını sağlasın; yardıma muhtaç olanlara yardım etsin ve âciz bulunanların ge-çmlerini temin etsin. Bunlar, Kitapta ve Sünnetde kar-şı.aştığımız en büyük hükümlerdir. Kur'an-ı Kerimde ve Hadis-i Şerifde Anayasa meselelerine ait daha bir, hayli hükümler varsa da bunların Anayasaya aidiyetleri az olduklarından biz de onların hepsini burada beyan etmedik. Şimdi, herkes Anayasa denilen kanuna bir parça. aşina olsaydı, bizim ileri sürdüğümüz bu âyetlere ve hadislere bakarak, bunlarda tslânıî Anayasanın esas temellerinin mevcut olup olmadığım görecektir. Eğer herhangi bir kimse çıkıp <îaf > boş iddia yerine, doğrudan doğruya, ilmî istidlal ile, bu ahkâmda Anayasa ile alâkalı bir şey yoktur diyebilir ve ıbunu ispat edebilirse, biz de o zaman deriz ki, Anayasa hangi esasî meseleler üzerine (Tefer~ değil esas meseleler) kurulabilir ki, bu meseleleri;
Kitap ve Sünnette görmek kabil olmasın?
Kitap ve Sünnet bunlar hakkmda bizi hidayet kılıma-v mış bulunsun?.
O ^aman elbette ki, bu kimseye bizi aydinlatabildiğinden dolayı minnettar olacağız. Yok eğer bizim yukarıda bahsettiğimiz meselelerin Anayasaya ait olmadığını ispat edemezse ve;
«Böyle meseleler Kur'an ve Hadisin taliminin aydınlığında bulunmamaktadır».
Diyemezse, o zaman — münafık olmayan temiz kim. seler gibi — iki doğru yoldan birisinde yürüyecektir. Ya doğrudan doğruya bu hükümleri kabul edecek ve memleketin Anayasasını bunun üzerinde tesbit edecek, diğer hususları da münasip bulacaktır. Yahut da doğrudan doğruya ve açıkça;
«Biz Kur';um da inanmıyoruz, Sünnete de; bizim iman ettiğimiz şey, bildiğimiz şu demokresi denilen nesnedir. Kendimize işveyi hasene (en güzel örnek) olarak Amerika veya İngiltere yahut da Hindistan Anayasalarını kabul ediyoruz»
Diye söylemeleri gerekir. İşte, bu iki yoldan birini tutmaları icabeder. Bu ancak temiz insanlara yakışan bir harekettir. Kaldı ki, bizim karşımızdaki yol yarıya gelmiş, güneş de karşımızdaki yolu aydınlatmıştır. Böyle bir aydınlıkta bir kimse nasıl olur da;
«Ben bu karanlık yolda gidemiyorum.»
Diyebilir? O zaman, acaba halk bu koca yalanı yutar mı yutmaz mı bilemeyiz? Eğer bu, sırf bir şeref kurtarmak meselesi için ise, bu yalanın sahibine ne söylenebilir ki...? [73]
Önceki bölümlerde, îslâmî hükümetin esasi usulleri hakkın--.lı muhtelif cephelerden bahislerde bulunuldu. Şimdi bir Örnek devirden bahsederek, tarihî araştırmalara girişmek istiyoruz. Başlangıçta bu devirdeki işler Zat-ı Saadet-i Nebevilerinin mübarek elleriyle yapılmış ve bu devirde içtimaî ve ferdî iıayat nizamı tamamen değişmiş ve yeni baştan bir hayat nizamı devam etmp-
Efo başlamıştır.
Bu devir, aydınlığın ve nur meşalesinin devridir, tslâmî tarihin her çağında da müslümanlar bu devrin meşalesinin nurundan aydınlanmışlardır. Bu nurdan feyz elde etmişlerdir. Ve bu şekilde feyz elde etmeğe de devam etmektedirler, işte lslâ:nm hattı hareketi ve ilerleme plânı bu devirdir. Bu devirde hükümet denilen husus İçin yeni bir düşünce ve yeni bir fikir ortaya ç-.k-r/nş olmakla k-almamış, belki bu örnek; eti ile, derisi ile, kanı ile bütün vücudu ile dünyadaki hükümet denilen hususun şeklini değiştirmiş ve hükümet denilen mefhum hakkında insanlığın dü-şünepsini bambaşka yapmış ve yeni düşünceyle kurulmuş olan hükümet, kendi Ölçüsü dahilinde İşe devam etmiştir.
Dünyada, herhangi bir nizam bu düşünce ayarında, başk?. bir hükû.net bir gün dahi hattâ bir lahza dahi dünya yüzünde hâli.m olmuş iddiasında bulunamaz. Bu tasavvur ve bu nizam ile Tvuu^muş olan bir tek hükümet vardır, o da yalnız ve yalnız İs-lâmî hükümettir. Bunu tslâmın mucizesi olarak kabul etmek gerektir. Ve bu mucize ile tslâmî hükümet, beşerî hükümet tek çeşitleri içinde emsaline erişilmesi imkân olmayan bir vasıf taşır. Hazırlayıcı[74]
İdamın doğuşu ile birlikte müslümanlara mahsus bir içtimaî yaşayış da meydana çıkmış oldu. Daha sonra, hicret vukubuldu. Hicretten sonra siyasî kudret ve kuvvet elde edildi. Bu mühim hadiseler kendiliğinden bir Is-lâmî Hükümetin doğuşuna sebebiyet verdi. Yani işler kendiliğinden bir hükümet şekline girdi. Bu oluşta birkaç açık ve ışıklı usul vardır ki, bu husus ;bizi her şeyden fazla, ilgilendirdiğinden Önce bu nokta üzerinde duracağız ve bu bahisler sırasiyle ele alınacaktır.
1. İlâhî kanunun üstünlüğü :
Bu hükümetin esas kaide ve usulü, «hâkimiyet mah-zâ ve münhasıran, Hak Taalânındır» gerçeği üzerine kurulmuştur. İman ehlinin kurduğu hükümet ve devlet aslında ve esasmda hâkimiyet değil de bir «Hilâfet» dir.. Bu hilâfetde hükümetin başında bulunan kimseye keyfî hareket etmek ve mutlak bir otorite hakkı tanınmadığı gibi, iş'eri kendi bildiğine göre tanzim etmek yetkisi de verilmemiştir. Bu ııevkiye getirilen kimse, ilâhî hâkimi-yetin zımnında buıtman ilâhî kanunlar gereğince işlerin yürütülmesine çalışır. Bu kanunların kaynağı da Allanın Kitabı ve Resulullahin Sünneti olduğu malumdur. Kur'-an-ı Kerim'de bu kaide muhtelif yerlerde bahsedilmiştir, Sûre-i N-'sâ'da âyet 59, 64, 65, 80, 105, Sûre-i Mâ'ide'de 44, 47. Sûre-i A'râf'da 3, Sûre-i Yûsuf'da 40, Sûre-i Nûr'_ da 54, 55, Sûre-i Ahzâb'da, 36, Sûre-i Haşr'da 7. Bunlardan başka Hazret-i Resulü Ekrem Şallallahu aleyhi ve sellem de mütaaddit hadis-i şeriflerinde esasa taalluk eden bu usul hakkında geniş ve etraflı bir şekilde açıklamada bulunmuş ve serahatle şu hususları beyan etmiş -İcrdir:
Sizin için Allanın Kitabına tabi olmağı tekidle tavsiye ederini. Onun helâl kıldığı şeyleri helâl bilecek, haram kıldığı şeyleri de haram bileceksiniz.[75]
AHah sizin için bazı iarizeler farz etmiş bulunuyor, bunları ihmal etmemeniz lâzımdır; sîze, bir kısım haramlar tayin eylemiştir, bunları da dikkatle gözönünde bu -lundurmanız, bırakmamanız gerekir; sizin için bir kısım hudutlar tayin eylemiştir, bu hudutları aşmamanız ica-beder, bazı şeyler hakkında da hiçbir şey söylenmemiştir, sükût geçilmiştir. Unutularak değil, bilerek sükûtla geçilmiştir. Sizin de bunlar hakkında bahse girişmemeniz lâzım gelir. [76]
Her kim Kitabullaha uyarsa, dünyada dalalete düşmez, ahirette de bedbaht o I imiz.
Size, sarıldıkça dalalete düşmeyeceğiniz iki şey bırakıyorum: Bunlar Allah'ın Kitabı ve O'nun Kesulünün Sünnetidir.
Size ne emrettimse, ona, bağlanın, sizi neden men ettimse, ona son veriniz. [77]
İk:nci esas kaide de halk arasında adaleti temin etmektir. Böyle bir hükümet bu esas üzerine kurulur. Buna göre, Kur'an-ı Kerim ve Sünnet'in ortaya koyduğu kanunlar çerçevesi dahilinde, bütün halk efrarlı aynı
seviyede tutmak ve aynı gözle görmek icabeder M^mi ketin en aşağı seviyesinin daha aşagısındaki bir ^-ile memleketin en ileri gelenleri hep aynı Ölçüde, muamele görmeli, aynı seviyede tutulmalıdır! Kanun herkes için hep aynı olmalıdır. Kimsenin kimse ister kanunî olsun, isterse kanunun icra edilmesi huşu iarında olsun, ne imtiyazı, ne de bir üstünlüğü olmal-ch-Vatandaşlar arasında imtiyaz ve fark gözetmek, bu nü. kûmetin esaslarına sığmaz. Kur'an-i Kerim'de, Hak Taa lâ bu hususta kendi Resulüne şu hidayeti frldirinekte-dir:
De ki: Sizin aranızda adaleti temin etmek içjj, emir aldım.[78]
Yani ben taraftarlık ve düşmanlık Sozetrn^siz[n arı aleti ortaya koymak için memur edildim. Herhangi bir kimseye taraftarlık etmek, yahut da herhangi fojr Wn_ şeye karşı düşmanlık göstermek benim hakkım delildir Benim dinı;ade kimsenin kimseye bir farkı ve imtiyazı bulunamaz. Kendimizden olsun, yatoanoı olsun, büyü^ suiı, kiiçr.k olsun, zengin veya fakir kimse olsun, bunla-r.r hiç birisinin arasında ayrı bir hak ve hukuk yoktur Bunlar hukuk bakımından, adalet karşısında aynı sevî yedelerdir. Günah olan, haram olan şey herkes içjn p-ü_ nahtıy, herkes için haramdır. Helâl olan şey de herkes için helâldir. Farz olan şeyler herkes için farzdır. ger) keıdim, kendi şahsım dah: İlâhî Kanunun alemşümuilü-ğünden istisna edilmiş değilimdir.
Hazret-i Resul-ü Ekrem Sallallahu aleyhi ve sellem kendileri de bu umumî kaideyi şu şekilde açıklamışiardır:
Sizden öncekilerin helak olma sebebi şudur : Onlar aşağı derecede bulunan kimseleri cezalandırır ve yüksek. derecedeki ileri gelenleri bırakırlara!. Mtihammed'in (SalIaİlahu aleyhi ve sellem) varlığını elinde bulundurana yemin ederim ki, Fatime (Hazret-i Resulü Ekranım kızı) da böyle bîr şey yaparsa muhakkak onun da elini keserdim. [79]
Hazret-i Ömer (E.A.) buyuruyor ki:
Hazret-i Besulullah SaJlallahn aleyhi ve [80]sellemi gördüm kî, kendi nefislerine bile ihtiyatlı davranıyorlardı. [81]
Bu kaidelerin teferruatı olarak, üçüncü bir kaide de ortaya çıkar. Bu kaide gereğince böyle bir hükümette şu mesele de müsellemattandır: Bütün, müslümanlar arasında, hak ve hukuk bakımından, renk, ırk, soy, sop, lisan ve şurada doğmak, burada doğmak bakımıri&an hiç bir fark nazarı itibara alınmaksızın eşittirler.
Herhangi bir ferdin diğer fertlere yahut da zümreye, herhangi bir zümrenin de diğer zümreye, yahut da ferde ister soy _ sop bakımından, isterse başka bakımlardan olsun, böyle bir hükümetin idaresi dahilinde, her ne suretle olursa olsun bir fark ve bir inıtiyazî hukuk' gozönünde bulundurulamaz. Herhangi bir hususiyetle ve vasıfla kimse kimseden farklı ve ayrı - gayrı olamaz.
Kur'ari-ı Kerimde muhtelif yerlerde Hak Taalâ bu hususu açık bir surette beyan buyurmuştur:
Müminler birbirleriyle kardeştirler. (El - Hucürât,. 10).
Ey iman etmiş bulunan kimseler, friz sizi bir erkek. ten ve bir kadından yarattık. Ve sizi kabileler ve oymaklar haline getirdik ki, birbirinizi t' tanışanınız. Elbette M, L-i/M\ içinizden Allah indinde en makbulünüz en fazla takva yolunu tutanınızdır. (El - Hücürat, 13).
Hazret-; ResuJ-ü Ekrem Saîlallahu aleyhi ve sellem du hususa şu şekilde işaret buyurarak, bu kaideyi daha açık bir şekilde beyan etmişlerdir:
Elbette Allah sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz. O, ancak sizm kalblerînize ve amellerinize bakar [82]
Müslümanlar hep kardeştirler. Hiç bir kimsenin kimseye takva hariç, bir üstünlüğü yoktur.[83]
Ey halk! Dikkat edin. Sizin Kabbınız hep birdir. Ne feir Arafcmı bir Acem'e (Araptan gayrisi) ne de bir Acemin bir Araba, ne bir siyahın bir beyaza, ne bir beyazıu bir siyaha üstünlüğü vardır. Üstünlük ancak takva iledir.[84]
Her kim «Lâ ilahe illallah» a şehadet verirse, bizim kıblemizi kıble sayarsa, ve bizim kestiğimizi (hayvanları) erse, işte o müslüraandır. Her mü si umanın lehindeki ve aleyhindeki haklar onun üzerinde de bulunur.[85]
Müminlerin birbirlerinin kanları aynıdır, başkalarının karşısında aynıdırlar. Bunların en alçağının alçağının da hakkı diğerlerinin boynunadır.[86]
Müslümana cizye yoktur.[87]
Böyle h'.r hükümetin ayakta tutunabilmesi için dördüncü mühim kai^e de şudur:
Devlet, kendisine verilmiş bulunan, ihtiyarât, salahiyetler ve mallardan mesuldür. Bunlar, Allanın ve müs-lümanlarin bu devlete tevdi ettikleri emanetlerdir. Bu emanetler, Allahtan korkan, iman sahibi, adaletli kimselere tevdi edilmelidir. Emaneti muhafaza etmek için iman sahbi olan kimse, iman itibariyle bu gibi şeylerde ağ-raz-i nefsanî ile tasarruf etmeye kendini haklı bilmez. Kur'an-ı Kerim bu hususu şu şekilde izah buyurmuştur:
Allah size emanetleri, ehline tevdi etmenizi emr eder. Ektik arasında da hakemlik ederseniz, adaletle hüküm veriniz; bununla Allah size ne güzel nasihat veriyor. Elbette k" Allah duyan ve görendir.[88]
Resul-ü Ekrem Sallallahu aleyhi ve sellem de bu hususu şu şekilde izah buyurmuşlardır:
Dikkat edin! Sizin her bîriniz birer çobansınız. Her birini/; de kendi sürünüzden mesulsünüz. Büyük imam (de\lct reisi) ise halka çobanlık eden kimsedir. O da kem* di sürüsünden mesuldür.[89]
Herhangi bir vali müslüman tebaasının işlerini yola koyarken ölür ve bu işte hıyanet yolunu tutmuş ise, Allah o valiye Cennete girmeği haram kılar.[90]
Hiç bir emir yok ki, müslümanların işlerini yöneltmeğe memur edilir de, sonra da canla başla müslüman-lar için çalışmaz ve işe girişmezse, dikkat edin, böyleleri asla müslümanlarla birlikte Cennete giremez.[91]
Hazret-i Resul Sallallahu aleyhi ve sellem, Hazreti Ebû Zer Radiyallahu anten hitaben şöyle buyurmuşlardır :
Ey Ebâ Zer, sen zayıf bir kimsesin. Hükümet işi ise bir emanettir. Böyle bir iş, kıyamet gününde pişmanlığı w nedameti mucib olur. Bu iş hakkını tanı olarak vere-miyen bir kimsenin elinde olamaz. [92]
Hıyanetin en büyüğü bir valinin tebaasını ticaret mevzuu yapmasıdır. [93] Bizim işlerimize valilik edecek herhangi bir kimsenin, karısı olmazsa hemen evlenmeli-dîr; hizmetçisi bulunmazsa hemen kendisine bir hizmetçi bulmalıdır; barınacak evi olmazsa hemen kendisim barınacak bir ev edinmelidir; binecek bir şeyi yoksa kendisine bir binecek bulmalıdır; bunlardan başka birşey elde etmiş bulunan kimse, ya hiyanet etmiştir, yahut da hırsızlık yapmıştır [94]
Emir olan kimsenin hesabı hem uzun sürer hem de en şiddetli hesap olur. Azabı da herkesinkınden daha fazla. Emir olmayan kimsenin hesabı ise kısa sürer ve azabı da ehven olur; çünkü Emirler, müminler arasında va. ziyetleri itibariyle zulmetmeğe daha elverişli durumdadırlar; herkes de müminlere zûlm ederse, Allah as!a onu bağışlamaz.[95]
Hazret-i Ömer Ratiiyallâhu anh buyurmuştur ki: Fırat nehri sahilinde bir keçi yavrusu dahi zayi edilmiş olursa korkarım ki, Allah onun hesabım da bana sorsun [96]
Bu hükümetin uyacağı beşinci mühim kaide de şu dur: îslâmî hükümette her zaman_müslümanlarla müşavere etmekle ve müslümanların rızasını elde eylemekle devlet işleri görülür. Bu devlet işlerini ancak müşavere ile yürütür ve nizamlarının temeli de müşavere üzerine konmuş olur. Kur'an-i Kerimde bu hususta şunlar fcmy-rulmuştur:
Onların işlerinin yönetilmesi, ara hırında müşavere iledir. (Şûra, 38)
Devlet işi hususunda onlarla müşaverede bulun. (AI-i Imrân, İ59)
Hazret-i Ali Radiyallahu Taalâ Anh, şu şekilde beyan Duyurur ki:
^ Ben bir ara Resulullah Sallallahu aleyhi ve seli eni in hu/mu sn aitlerinde iken şu suali sordum: Zat-ı Saadetlerinden hOü'ra, karşılaşacağımız bir nadîseye a^. ne Kur'an-ı Keıimde ne de Hadis-.i Şeriflerde herhangi bir hüküm bulamazsak? o zaman ne yapacağız? Buyurdular ki :
Ümmetim arasındaki abîd kimseleri toplarsınız. Onlarla aranızda müşaverede bulunursunuz. Bir tek kimsenin düşüncesi ile de hüküm vermezsiniz, [97]
Hazret-i Ömer Radiyallahu Taalâ anh, buyurmuştur: Her kim, müşavere olmaksızın, kendisinin yahut da, bir başkasının emirliği için çağırırsa, bu kimseyi öldürmemek size helâl-olmaz. [98]
Hazret-i Ömer Radiyallahu Taalâ şu hususu da bildirmiştir :
Müşaveremiz hilâfet yoktur. [99]
Bu hükümetin kaim olabilmesi için altıncı kaide de şudur: Hükümete itaat etmek yalnız ve sadece marufda (doğru işler) vacibdir. Mâ'siyet işlerinde kimse için itaat .?tmek yoktur. Kimse de böyle bir şeyi isteyemez. Başka tâbirle bu kaideden şu husus anlaşılır: Hükümet ve hâkimler (hükümeti ellerinde bulunduranlar) in ancak şu hükümlerine itaat etmek halk için vacib olur: Bu hükümler kanuna uygun bulunsun. Kanunlara zıt ve muhalif olan hükümlere itaat olmadığı gibi, kanun hilafı hüküm vermek de kimsenin hakkı değildir. Hiç .kimseyi, böyle bir hükme itaat etmesi için zorlamak olamaz. Kur'an-ı Kerimce HrTet-i ResuLü Ekrem Sallallahu aleyhi ve selleme biat edilirken, ancak,.maruf (doğru işler) de biat «Q;''n itaat edileceği şartı ileri sürülmüştür. Halbuki yine aynı Kur'anda Zat-ı Saadeti Nebevilerinin herhangi bir masiyetten beri ve uzak oldukları da bildirilmiş ve maruf'dan ayrılanııyacakları da beyan edilmiştir.
Maruf hakkında sana karsı gemlemeleri şartiyle... (Mümtehine, 12.)
Resulullah Sallallahu aJeyhi ve sellemin kendileri de bu mevzuda şöyle buyurmuşlardır:
Müslümana, dinlemek ve itaat etmek gerekir. îs-tf*r hoşuna giden, ister hoşuna gitmeyen bir hususta olsun. Mademki masiyet için emredilmemiştir; dinleyecek,x İtaat edecektir. Fakat masiyet için bir emir verilirse o zaman ne dnlemek, ne de itaat etmek vardır. [100]
Allaha karsı masiyet için itaat yoktur. İtaat ancak maruf içindir.
»Bu hususta Nebî Sallalaitu aleyhi ve sellemin bir nayli beyanları ve işaretleri vardır. Bunları sırasiyle arz. ediyoruz:
Allaha karşı isyan edene itaat edilmez.
Hiçbir mahlûka, Halika karşı masiyet için itaat yoktur.
Allaha itaat etmeyene itaat yoktur. Valilerden herhangi birisi, Allaha karşı masiyet ipin si/e emir verirse ona itaat etmeyeceksiniz. [101]
Hazret-i Ebu Bekir Radiyallahu Taalâ anh, bir hutbesinde aynı gerçeği beyan etmiştir :
Her kim, Muhammed Sai la Ihılın aleyhi ve sellem Ümmetinin bir işini eline alır da bunu Allanın Kitabına göre yürütmek yoluna gitmezse, Allah m laneti onun üzerine olacaktır. [102]
Hazret-i Ebu Bekir Radiyallahu Taalâ anh, Halife seçilince ilk konuşmaları şu şekilde oldu :
Ben Allaha ve O'nun Resulüne itaat ettiğim müddetçe bana itaat ediniz. Ne zaman Allaha ve O'nun Resulüne karşı isyan yolunu tutarsam, o zaman siz de bana itaat etmiyeceksiniz.[103]
Hazret-i Ali Aleyhisselam buyurmuştur ki: İmam. Müslümanların üzerine şu şartla farzdır: Al-lahın nazil kılmış bulunduğu kanun üzerine işleri yürütüp, tatbik etsin; emâneti eda etsin. Böyle yaptıkça hal-liin, üzerine onu dinlemek ve itaat etmek farz olur. Bu imam onları ne zaman bir işe veya yardana çağırırsa, «Lebbeyk» diyecekler ve imamın çağrısına da itaat edecekler.[104]
Yine kendi hilâfeti devrinde bir hutbelerinde aynı gerçeği şu sözlerle açıklamışlardı:[105]
Allaha itaat ettiğim müddetçe, size emir verirsem,. • itaatiniz? istemek hakkım vardır. îster hoşunuza giden* ister hoşunuza gitmeyen hususlarda olsun. Ne zaman Allaha karşı gelmek için size emir verirsem; kimseden masiyet için .itaat istenemez, ttaat maruf (doğru iş) için-dir. İtaat maruf içindir. İtaat maruf içindir. [106]
. Hükümet hususundaki mühim kaidelerden biri de ^udur: Hükümetin bütün mesuliyeti! makam ve mevkilerinde, bilhassa hilâfet, makamında, en Fazla yakışık almayacak ve münasip olmayacak kimseler, böyle bir makam ve böyle bir mevki telde etmek için çırpınıp duran kimselerdir. Kur'an-ı Kerimde.bu hususta şu hidayetler vardır:
îşte bu âhiret yurdudur; biz onu o kimselerin kılarız kî, onlar yeryüzünde büyüklük peşinde koşmazlar, fe-sad da çıkarmazlar. (El - Kasas, 83).
Hazret-i Resulü Ekrem Sallallahu aleyhi ve seUem de bu hususta şu beyanda bulunmuşlardır :
Ailaha yemin ederim ki, bir kimse bir mevki için istekli ve haris olursa, işimizi Öyle bir kimseye teslim etmeyiz[107]
Sizin içinizden en haini, en çok istek sahibi haris kimsedir. [108]
Kim ki, makam ele geçirmeğe istekli ve haris olursa, böylesine'bir mevki ve iş teslim edemeyiz. [109]
Ey Abdnrrahman İbn-î Semere; emirlik isteme, çünkü sen bunu istersen, üzerine bir yük almış olursun. Yok[110]
eğer sen istemeden bu işi senin eline verirlerse, o zaman bunun hakkını eda etmek için yardımcı olmuş bulunur -sun . [111]
Böyle bir hükümetin başında bulunan ve hâkim durumda, olan kimsenin ilk vazifesi de Islâmî yaşayış nizamı için çalışmak ve bu Islâmî yaşayış nizamını değiştirmek yoluna gitmemektir. İyiliklerde ve fenalıklarda ve kötülüklerde Islâmî ölçüyü gözönünde bulundurup iyiliklerin aydınlığı ile fenalıkların ortadan kalkması için çalışmaktır. Kur'an-ı Kerim, bu hükümetin maksad-ı vücudunu şu şekilde beyan eder.
Yeryüzüne yerleştirmiş bulunduğumuz bü kimseler, nımiazı ayakta tutarlar, zekâtı öderler ve maruf (doğru yol) için emr edip, mün^er <eSH yoi> dan m^ ederler. (El- - Haec, 41)
İşte böylece biz sizi **racı bir ümmet kıldık ki, halkın üzerinde gözcü olursunu/' nitekim Resul de sizin üzerinizde gözcüdür. (El - Bakara, 143).
Siz, halk için çıkarıl*11^ bulunan en iyi ümmetsiniz kî, marufa (doğru yol) emx eder ve münkerden, (eğri yol) men edersiniz; Alla*'a <*» tanırsınız. (Al-i Imran, 110).
Bundan başka, Muh#.'nmed Sallallahu aleyhi ve sel -ıem ve Zat-ı RisaletpenaHİIerinden önce gelmiş bulunan bütün peygamberler, hep.**' de Kur'an-ı Kerimin buyurduğu gibi, şu maksat için çtf-kşmışlardır:
Dini kaim kılıp da, *i'n yolanda dağlasınlar. (Eş-Şûra, 13)
Dini kaim kılmağa v<< dini dağılmaktan korumağa memur idiler. Bunlar, gayfi süslün dünyanın Kargısında yalnız şu maksat için çal'31y°rlardı:
Tamamen din ancak Allanın dini olsun. (El - Enfâl, 39).
Hak Taalâ, diğer enbiya™ ümmetlerine olduğu gibi, ZaU Risaletpen ahilerinin ümmetine de şu emri vermiştir :
İhlas ile ve temiz olar»k> AUaha ibadet etmelidirler. (El - Beyyine, 5.).
Bunun için Zat-ı Risa'^Pe^üennin kurmuş bulundukları hükümetin esas g;ı>'esi ve maksadı vücudu da dini, bütün kanun ve nizan'lan ile kaim kılmaktır. Dinin içine hiç bir şekilde karışık'ık ve yabancı şeylerin girmesine mani olmalıdır. Aksi takdirde îslâmî yaşayışta ayrılık gayrılık çıkar. Bu sot' nokta hakkında da Hazret-i Re&ulü Ekrem sallallahu ;ıleyhi ve sellem, kendi ashabıııa ve kendisinden sonra gelecek olan haleflerine de bu husus hakkında tekid- ile tenbihde bulunmuşlardır:
Her kim, bizim işimizde, aslında olmayan bâr şey *hdas edip de ortaya atarsa, bu şey kabul edilmez. [112]
Size uydurulmuş şeyler hakkımda dikkatli olmanızı tavsiye ederim. Çünkü her uydurma şey bid'attir. Ve her bid'at de dalalete götürür. [113]
Herkes bid'at sahibini (bid'at koyan kimseyi) överJ se, elbetteki İslâmm dağılmasına yardım etmiş olur. [114]
Bu hususta Zat-ı Risaletpenahilerinin şu Hadis-i Şerif leri.de bize ulaşmıştır: [115]
Hak Taalâ indinde en fazla üç kimse beğenilmez. Bunlardan biri o kimsedir ki: îslâmda ne şekilde olursa olsun cahilîye yolunu yürütmek isteye. [116]
Bu hükümetin kaidelerinden en sonuncusu da şu kaidedir ki, bu kaide ile hükümetin ayakta tutunması ve doğru yolda devam etmesi sağlanır. Müslüman her yerde hak sözü söyleyecek, iyiliği ve doğruluğu himaye edecektir, içtimaî, mülkî ve idarî hususlfr-da herhangi bir .yanlışlık ve hata görürse ve uygunsuz bir işle karşdaşır-sa, imkânı derecesinde bunu düzeltmeye ve doğrultmaya çalışacaktır.
Kur'an-ı Kerimde bu mesele hakkında şu hidayetler vardır :
İyiliğe ve takvaya yardım ediniz. Günah ve aşırı gitmek için yardım etmeyiniz. (El - Mâide, 2)
Ey iman etmiş bulunan kimseler, AHahtan çekininiz \? doğru - dürüst söz söyleyiniz. (El - Ahzâb, TO).
Ey ,iman etmiş bulunan kimseler, «Kıstfı» (adalet ölçüsü) nü kaim kılanlardan olunuz. Allah'ın şahid. olduğunu, biliniz, isterse kendi şahsınız yahut da ana babanız v^ya yakınlarınızın aleyhine olsun. (En - Nisa, 135).
Münafık erkeklerle münafık kadınlar, birbirlerine bağlıdırlar. Onlar münkere (eğri yol) a emreder ve ma-rufdan (doğru yol) dan menederler... Mümin erkeklerle mümin kadınlar da birbirlerinin koruyucularıdır. Bunlar <la .marufa emreder, münker'den menederler. (Et - Tevbe, 67-71)..
Kur'an-ı Kerimde ehl-i imanın vasfında şu beyan vardır : '
Maruf'a emredicilerdir ve münkerden de menedîci-îerdîr. A Hah m ölçülerini onlar korurlar. (Et - Tevbe, 112).
Hazret-i Resul-ü Ekrem Sallallahu aleyhi ve selle-nıin bu husustaki hidayetleri şöyledir :
Sizden herhangi bir kimse, bir münker (eğri iş) görürse, onu eliyle değiştirmelidir; eli Üe değiştirmek imkânı olmaz ise, o zaman dili ile; dili ile de değiştiremez-' se, kalbi ile; bu da imanın en zayıfıdır. [117]
Kendilerinden sonra yakışık almayacak bir zümre onların yerine geçer. Bunlar söylediklerini yapmayan kimselerdir. Emir verilen şeyleri de yapmazlar. Eli ile bi:nlarla mücadele eden kimse ise mümin kimsedir. Dili \lr yine bunlarla mücadele eden kimse de mümin kimsedir. Kalbi ile de bunlarla mücadele eden kimse de ınü-nıttı kimsedir. Bundan sonrasında bir hardal tanesi kadar iman yoktur. [118]
Cihadın en faziletlisi adl'i, (yahut da hakkı) zâltn" bir hükümetin karşısında söylemektir.[119]
Halk içinde bir zâlimi görüp de onun eline yapışma, yıp manî olmayanlar üzerine, Allanın umumî azap göndermesi uzak bir ihtimal değildir. [120]
Elbette ki, benden sonra bazı emirler ortaya çıkar lar, her kim onların yalanlarına doğrudur derse ve onla rm zulümlerinde kendilerine yardımdı olursa benden. d* ğil<Ür. Ben de ondan değilimdir. [121]
Yalanlarda sizin bazı önderleriniz (Eimme) ortaj Bunlar sizin rızıklarınızı ele geçirirler. Sizinle konuştukları zaman da yalan söylerler, iş yaptıkları zaman da .işleri kötü yola götürürler. Siz onların kötülüklerini (eğri işlerini) iyi görüp iyi göstermedikçe ve onların yalanlarına doğrudur demedikçe sizden razı olmazlar. Siz, o zaman onların karşısında hakkı söylemelisiniz. Onlar bundan hoşlanmamalar ve size tecavüz etseler dahi. Herhangi bir kimsede bu yolda ölürse elbette ki şehid olarak ölmüştür. [122]
Her kim,[123] Rabbının rızası hilâfına yol tutmuş bulunan hükümeti memnun etmek için çalışırsa,, böyle kimse AllalıiE dininden çıkmış olur. [124]
İşte bunlar memleket idaresinin usulleridir ki, Allah Resulünün saadet asrında, hükümet nizamı bunlar Üzerinde kaim kılınmış ve devam ettirilmişti. Nebî Sallallahu aleyhi ve sellem'den sonra, örnek Dört Halife zamanında yine hükümet bu esaslar üzerinde devam ede geldi. Zat-ı Risaletpenah ilerinin doğrudan doğruya talim ve terbiyesini görmüş, ,O"nun eli altında yetişmiş ve ameli irşatlarla tecrübe kazanmış bulunan ve içtimaî hususlarda ve muaşeret adabında ve her türlü devlet işlerinde Ü'nun yolunu tutup yürümüş olan Örnek Dört Halifenin her ferdi, şunu çok iyi biliyorlardı ki, îslâmm ahkâmı ve tslâmın ruhu üzerine hükümetin' kurulup gitmesi ve devam etmesi lâzımdır.
Hazret-i Resulü Ekrem, Sallallahu aleyhi ve sellem, kendileri bizzat, ne şekilde olursa olsun, muayyen bir şahsı kendisine halef tayin etmemiş olmamakla beraber, müslüman camiası halkının kendileri de şunu biliyorlardı ki, Islâmda Şura (müşavere) ile bir hilafet iktiza etmektedir Bunun için, orada, herhangi bir saltanat hanedanı ve padişahlık sülâlesinin iş başına gelmesine ne kimsenin tahammülü vardı, ne de .kimse böyle bir iktidarı ele geçirmek için yeltenmek cesaretini gösterebili yordu. Ve ne de kimse, hilâfeti ele geçirmek için çırpınıp duruyordu. Hatta ismen bile olsa bu iş için uğraşılmıyordu. Belki biribirinin ardından gelen dört sahabî (R.A.) halkın serbestçe seçmesi ve rıza göstermesiyle halife tayin edil-, diler. Bu hilafet için Ümmet-i îslânıiye Hilâfet-L Râşide (Doğru dürüst hilafet) demişlerdir. Bundan da kendi kendine şu nokta açık bir şekilde ortaya çıkmış oluyor ki, Müslümanların nazarında en doğru hilâfet usulü de bu usul olmuştur. [125]
Nebî Sallallahu aleyhi ve sellemin yerine geçmek için, Hazret-i Ömer, Hazret-i Ebu Bekir Radiyallahu anhı münasip görüp, bu fikrini iler: sürdü. Bütün Medine halkı — ki, o zaman bunlar, bütün ülkenin amelen ve fiilen mümessilleri vasfını taşımakta idiler. — arasında kimse bu seçime karşı gelmedi; niçin ve ne sebeple demeden rıza ve rağbet ile, memnuniyetle bu işi karşıladılar ve Hazret-i Ebu Bekir'e biat elini uzattılar.
Hazret-i Ebu Bekir radıyallachu taalâ anh, kendis! de hayata veda edeceği sırada Hazret-i Ömer'in hakkında vasiyet etmek için ahaliyi camiye (Mescid-i Nebeviye) topladı ve halkın önünde şöyle konuştu :
Ey halk, siz istermisiniz ki, ben kendi yerime geçecek birisi hakkında size bir şeyler bildireyim, siz de ondan memnun olasınız? Allaha yemin ederim ki, bu hususta karar vermek için zihnimi çok zorladım, çok düşünüp taşındım. Kendi yakanlarımdan değil belki benimle alâkası bulunmayan Ömer ibn-i Hattabı size münasip gördüm. Onun benim yerime geçmesini size tavsiye ederim. Ben böyle karariaştırdım. Siz de onu dinleyecek ve ona itaat edeceksiniz.
Bu tavsiye üzerine halk şu cevabı verdi :
— Biz de senin sözlerini duyduk ve itaat ettik.[126]
Hazret-i Ömer Radıyallahu anh da ömrünün son senesinde Hacca gittiği zaman birisinin şöyle söylediğini duydu:
— «Eğer Ömer Radıyallahu anh vefat ederse, o zaman füan kimseye biat edeceğiz. Nitekim Ebu Bekir'e de drt? edildiği zaman bu biat tesadüfen olmuştu. Fakat muvaffak oldu.» [127]
Hazret-i Ömer Radıyallahu Taalâ anh, böyle bir konuşmağa kargı şu beyanatta bulundu :
Halk bilmelidir ki, bazıları gâsibâne bir şekilde tasallut etmeğe kalkışmak niyetindedirler.
Nitekim Medineye döner dönmez hemen bu meseleyi ele aldı, ilk hutbesinde mufassal olarak anlattı, Sakıfe-i Benî Sâide hadisesini nakletti. Şu noktayı da bilhassa açıkladı ki, mevzu bahs edilen hadise hususî ahvalde olar bir meseledir. Hazret-i Ebu Bekir'in hilâfeti anî olarak ileri sürülmüş, halkın kendisine biat etmeleri için de ilk önce kendisinin Ebu Bekir Sıddıka biat ettiğini anlattıktan sonra bu tarihî hadise hakkında şu bilgiyi de cemaate arzetti :
Ben eğer o zaman böyle yapmadaydım ve bu şekilde hilâfet işini halletmemiş olsaydım, bi/Jerte toplantıda bulunanlar o zaman meclisten kalkar giderlerdi ve ihtimal, günler ve geceler boyunca hep bu iş üzerinde münakaşa edeceklerinden bir netice de alamaz ve kimseyi de ikna edemezdik. Bu mühim işin telâfisi de pek zor olurdu. Bu iş bu şekilde bir muvaffakiyete erişti ise, bu demek değildir ki, istikbalde de hep bunu gözönünde bulundurmak icabedecektİr. Sizin aranızda acaba Ebu Bekir gibi olgun ve iş bilen, makbul bir şahsiyet bulunuyor mu? Şimdi eğer sizin içinizden herhangi bir müslümaıı, müşavere olmaksızın bir kimseye biat yolunda elini uzatacak olursa, biat edecek olan da, biat edilecek kimse de, her ikisî de kendilerinin katledilmelerini hazırla i ^ş olacaklardır. [128]
Hazret-i Ömer Radıyallahu Taalâ anh, kendisinin teşrih ettiği bu kaideye istinaden vefat edeceği sırada,, eaiife'ik meselesinin halledilmesi için bir seçim meclisi kurulmasını emretti ve buyurdu ki:
«Her kini, müslümanlarla müşaverje olmaksızın kendisini emîr kılmak isterse ve bu yolda çalışmağa girişirse, onu Öldürünüz.»
Yine bu kaideye istinaden kendi oğlunu halife olmaktan men etti. Bunun sebebi de halifeliğin bir nevi irsî şekle girme ihtimalini önlemek idi.[129]
Bu seçim meclisi altı kişiden ibaretti. Bu meclisin üyeleri Hazret-i Ömer'e göre tslâm Ümmeti arasmc1^ en makbul ve en sevilmiş ve en güvenilir zevat idi.
Bu meclis işe girişti. Çalışmağa başladı. Kendi azalarından biri olan ve herkes tarafından da güvenilen Hazret-i Abdurrahman İbn-i Avf Radıyallahu Taalâ anhı bu işle vazifelendirdi. Hazret-i Abdurrahman tbn-i Avf arayacak tarayacak ve çalışacak, nihayet kimin halife olacağını tesbit edip, onu ileri sürecekti. Bu muhterem sahabî işe girişti. Halk İle temas etti. Cemiyetin fikrini ve temayülünü yokladı. Acaba halk kimin halife olmasını istiyor ve kime daha çok güveniyordu? Hattâ Hac'dan dönmekte olan kafileler de gereken temasa geçti. Nihayet halkın fikirlerinden şu neticeyi çıkardı: Halk ekseriyetle Hazret-i Osman Radıyaîlahu Taalâ anh'a daha fa.zîa itimat gösteriyordu. [130] Bu esa3 üzerine Hazret-i Osman da halifeliğe seçildi. Müslümanların umumî toplantısında da kendisine biat edildi.
Hazret-i Osman şehid olduktan sonra, halkın bir kısmı Hazret-i Ali'yi halife seçmek için uğraşıyordu. O zaman Hazret-i Ali bu zümreye şu sözleri söyledi :
Bu iş size düşmediği gibi böyle bir şey de yapamazsınız. Bu salahiyet size verilmemiştir. Bu, Şûra Ehli ile" Bedr ehlinin yapacağı bir iştir. Ne zaman Şûra Ehli ile Bedr ehli, birini halife yapmak isterlerse, o kimse halife olacaktır. Simdi hep birlikte toplanalım da bu iş üzerinde düşünüp, konuşalım. [131]
Taberînin rivayetine göre, Hazret-i Ali şu şekilde beyan buyurmuştu :
Bana biat etmek gizliden gizliye olamaz, bu müslü-manların rızasına bağlı bir iştir. Onların rızası olması lâzımdır. [132]
Hazret-i Ali'nin vefatından biraz önce, halk kendisine su suali sormuştu: Acaba biz, Zat-ı Hilafetpenahile-t.ı.va büyük mahdumları Hazret-i Hasan'a biat edelim mi? Dediler. Zat-ı Hilafetpenahileri de onlara şu cevabı vermişti;
Ben size ne böyle yapmız ne de böyle bir şey yapmazınız diyebilirim. Siz kendiniz işin daha iyisini bilirsiniz.
Zat-ı Hilafetpenahileri hayatlarının son demlerine doğru, mahdumlarına son vasiyetlerini söylerken bir şa-nıs şöyle bir sual sordu: Ya Emirel Müminin, neden kendinize bir veliahd (yerine «geçecek kimse) tayin buyur muyorsunuz?
Bu suale de şu cevabı verdiler :
Ben de müslümanlan Resulullah Sallallahu aleyhi ve sellem'in bıraktığı vaziyette bırakmak istiyorum.
Bu hadiselerden ve bu vak'alardan açıkça anlaşılıyor ki, Hilâfet meselesine ait, Dört Örnek* halifenin ve Ashâb-ı Resulullah Saîlallahu aleyhi ve sellem'in müttefik olarak düşünceleri şu olmuştur ki, bu hilâfet mansıbı; bir intihabı, bir seçim mansıbıdır. Müslümanlar, toplanacak birbirleriyle mjişaverede bulunacak ve serbestçe, rızaları ile aralarında birini seçeceklerdir. Bu işde irsî veya kuvvet ve zor kullanılarak, fors majorla iş başına gelmek ve emirlik elde etmek Hülâfa-i Raşidîn ve Sahabeyi Kiramın düşüncelerine göre, doğru değildir. [133]
Bu Dört Örnek Halifenin dördü de, ister hükümet nizamında, ister hükümetin inzibatî işlerinde olsun, is -terse diğer islerde olsun, her hususta ve her muamelede, halkın ileri gelenleri olan Ehl-ür-rey ile müşavere etmek-siyin bir işe girişmezlerdi. Sünen - ûd - Dârimî'de Haz-ret-i Meymûn ibn-i Mihrân'dan rivayet edildiğine göre, Hazret-i Ebu Bekir Radıyallahu Taalâ anh'ın usulü şöyle idi: Ne zaman Hazret-i Ebu Bekir bir mesele ile karşılaşırsa, ilk önce bu hususta Kur'an-i Kerimde bir hüküm olup olmadığına bakardı. Böyle bir hüküm bulamadığı takdirde, Hazret-i Resul-ü Ekrem'in böyle bir mesele i'ekarşılaşıp karşılaşmadığını araştırırdı. Karşılaşmış ise, ne gibi karar verdiği ve ne şekilde hareket ettiği üzerinde dururdu. Allah Resulünün sünnetinde bu işe ait bir hususa raslamadıgı takdirde o zaman kavmin ileri gelenlerini ve halk arasında bulunan temiz kimseleri toplar, onlarla müşaverede bulunurdu. Müşavere heyeti ittifakla rey verdikleri takdirde bu reye göre hareket ederdi. [134]
Hazret-i Ömer de kendi halifelik devrinde böyle bir usul takip ederdi. [135]
Müşavere hususunda Hülâfa-i Raşidîn'in tuttukları tavrı hareket şu idi: Onların devrinde Şûra Ehli tam bir serbesti ve hürriyet içinde çalışırlardı, istedikleri gibi reylerini beyan ederlerdi. Kimse onları zorlayamazdı. Hilâfet hakkında da Hazret-i Ömer, tertip ettiği bir meclisi açarken şu beyanatta bulunmuştu :[136]
Siz halk olarak, bana işlerinizi emanet etmiş oluyorsunuz. Bu itibarla size şu teklifi ileri sürüyorum: Bu emanetin yükünü benim üzerime yüklemiş bulunuyorsunuz. Ben de bu işde, sizin bir iş arkadaşınız, sizin bir iş orta-ğsmz olup, ben de bu iştle sizin gibi alelade bir fertten başka bir şey değilim. Bugün, siz halk olarak, hakka ikrar vermiş, hak zümresiniz. Sizinle aramızda herhangi bîr ihtilâf vukuk ulursa, bu hususu birlikte halletmeğe çalışmamız icabeder. Hiç bir vakit istemem ki, benim fikrim ve benim düşünceme göre hareket edip, benim dediğime teslim olasınız. Benim her aklıma gelen şeye de tâbi bulunanınız. [137]
Beytülmali Hak Taalânm ve halkın (Public) bir emaneti olarak bilmek icabeder. Bu hususta kanunun hilâfına ne yapılırsa ve ne harcanırsa caiz değildir.
Hükümet başında bulunanların şahsî keyifleri, şahsî işleri ve şahsî maksatları için BeytülmaÜn harcanması haram ve yolsuzluktur.
Hazret-i Ebu Bekir, Halife seçildikten iki gün sonrpf maişetini kazanmak için çarşıya giderken Hazret-i Öme-re rasiadı. Halifenin üstündeki elbise eskimiş bulunuyordu. (Hilâfetten Önce malî durumu İyi idi). Hazret-i Ömer Halifeye şu suali sordu: «Ne yapıyorsun ya Eba Bekir?» Müminler Emîri, şu cevabı verdi: «Çoluk çocuğu ne yapayım?» Hazret-i Ömer, fikr'ınİ şu şekilde ifade etti: «Ya Eba Bekir! Şimdi s*z müslümanların, işlerini yoluna koymakla vazifelendirilmiş bulunuyorsunuz. Bu işle, devlete ait işler birbiriyle bağdaşamaz» Aynı yere gelerek bir konuşmalara muttali olan Ebu Ubeyde, Beytülmal işlerini tanzim eden memuru çağırdı. Hazret-i Ebu Ubeyde ile şu husus konuşuldu: Biz, Zat-ı Hilaf etpen ahileri ne do Muhacirinden herhangi bir kimse için kararlaştırılmış bulunan miktar kadar bir maaş takdir etmiş bulunuyoruz. Zaten bu tahsis, ister zengin olsun, isterse fakir ölsün bütün muhacirlere tefriksiz olarak ödenir. Bu» şekilde bu kimselere bir geçim.imkânı temin edilmiştir. Bu miktar ise, aşağı yukarı senelik dört bin dirhemdir.
İki sene sonra, Halife Ebu Bekir, bu fânî âleme gözlerini yumarken Beytülmalden maaş olarak' aldığı sekiz , bin dirhem tutarındaki parayı tekrar Beytülmale geri verilmesi için vasiyet etti. Bu meblağ, Hazret-i Ömer'in huzuruna getirildiği zaman Müminlerin Emîrj şöyle buyurdu:
Allah Ebu Bekir'den razı olsun ve ona rahmet eyle sin. Kendisinden sonra iş başına gelmiş bulunanı sıkıntıya sokmamıştır. [138]
Hazret-i Ömer, bir beyanında Halifenin Bey tül™, .il Üzerinde ne gibi hakları olduğunu şu sözlerle açıkladı:
Allah m malından hiç bîr şey benim için helâl dildir. Ancak bîr çift ayakkabı, bir entnn, soğuktan ve sıcaktan korunmak için bir aba ve Kureyşin orta halli bir ailesinin sarfedeceği kadar evimin geçim masrafı. ISen bir insan ve müslünıan olarak bununla iktifa etmem gerekir.[139]
Başka bir beyanatında da şöyle buyurmuştur:
Ben bu hususta üç meseleden başka bir .şeyin doğru olmıyacağmı anlıyorum; Hak edilmeksizin feir şey almamak. Hakka mutabık olarak ödemek. Bâtıla karşı koymak. Benim sizin şu mallarınız üzerindeki vaziyetim herhangi bir yetimin malı üzerindeki velinin vaziyetidir. Eğer ben muhtaç olmazsam bundan hiç bir şey aîamam. Muhtaç olursam o zaman maruf (doğru yol) ile alabilirim. [140]
Hazret-i Ali Radiyallahü Taalâ Anh, Emir Muaviye-île karşılaştıkları zaman îıaîk ile müşaverede bulunuyordu. O sırada Muaviyenin halka bol bol bahşişler ve atiy-yeler dağıttığı söylendi. Ve Muaviyenin bahşişler sayesinde ve para harcıyarak kendisine bir hayli taraftar topladığından bahsettiler. Bütün t>u söylentilere Islâmın eşsiz kahramanı şu cevabı verdiler:
Nasıl, siz istemlisiniz ki, ben de böyle gayrı meşru yollarla muvaffak olayım? [141]
Saadet asrının bu son Halifesine, kendi kardeşi Akîl İbn-i Ebu Tâlib, Beytülmalden kendisine para verilmesini isteyince, bunu da kabul etmeyip şöyle buyurdular:
Sen îstermisin ki, kardeşin müslümanların parasmı sana verip de celıeoneoıde kendisine yer hazırlasın? [142]
O zamanki halk hükümetin ne olduğunu ve ne şek 1-de bulunacağını şöyle düşünüyordu: İdarenin başında bu. lunmak vasfı ile bunun kendi makam ve vecibelerine ait bazı işleri vardır. Kendi hükümetlerinin başında elbette ki, birisi bulunacaktı. Bu zat da âmil idi. Olan ve olması icabeden şeyleri, muntazaman minber^ üzerinde halka bildirecekti. Halk da memleket işlerinden haberdar olacaktı. Nitekim Hazret-i Ebu Bekir Radıyallahu Taalâ anh, hilâfete seçildikten sonra ilk defa Mescid-i Nebevî'de umu mî biatin arkasından minbere çıkarak halka şu sözlerle bitap etti :
«Sizin başınıza idareci olarak iş başına getirilmiş bulunuyorum. Fakat ben içinizden en iyi bir kimse değilim. Varlığımı elinde tutan Zata yemin ederim ki, ben bu makama kendi isteğim ve arzumla gelmiş değilim. Bu mevkii istekle ele geçirmiş değilim. Bu vazifeyi bana baş-'*a birisinin yüklemesini de istemedim. Bunun için Allaha dua da etmedim. Kalbimde de bunun İçin bir istek ve bîr hırs da doğmadı. Böylece bunu istemeksizin kabuî etmek zorunda kaldım. Bunun sebebi, Müslümanlar arasında fitne ve Araplar arasında da irtîdat (müslümanhktan dönme) Önlenmiş olacaktır. Bu vazifede artık benim için rahat ve huzur içinde gün geçirmek yoktur. Belld bu benim için çok ağlr bir yüktür ki, üzerime yüklenin^ bulunuyor. Bu yükü benim sırtlayıp taşıma kudretim yoktur. Ancak şu vardır İd, Hak Taalâ bu işde bana yardım ede. Ben isterdim kî, benim yerime herhangi bâr kimse bu yükü taşıyabilsin. Şimdi eğer siz ey cemaat isterseniz, As-hab-ı Kesulullah'tan herhangi birisini bulabilir ve bu işi yürütebilecek kudrette olanını ortaya çıkarabilir ve bu ise seçebilirsiniz. Bana biat etmiş obuanız, sizin yolunuzu kesmesin. Yine size söylüyorum ey cemaatı Zat-ı Risaletpenahilerinin sizin için yaptıklarını ben yapabile. cek kudrette değilim. Nitekim Zat-ı Saadetleri şeytanın. şerrinden mahfuz bulunuyordu. Zat-ı Risaletpenahilersne gökten vahy nazil olurdu. Ben eğer doğru iş görürsem, o zaman siz bana yardımcı olacaksınız. Yok ben eğer eğri iş görürsem, o zaman siz beni doğruluğa sevkedeook ve doğrultacaksınız. Doğruluk emanettir, yalan ise hiya-nettir. Sizin aranızda zayıf bulunan kimse, benim .indimde kuvvetli olabilir, şu kadar ki, Allanın yardımı ile ben onun hakkını kendisine verebileyim. Sizce birisi kuvvetli olabilir, fakat bence o kimse çok zayıftır, Allahln yardımı ile ben ondan hak alabileyim. Hiç bir zaman şu da olmamıştır ki, herhangi bir kavini, Allah yolunda yürümeği bıraksınlar da Allah da onları zillete düşürmüş olmasın. Yine hiç bir kavim yoktur ki, kötü ve yakışık iş. lere kapılsınlar da, Allah onların üzerine umumî musibetler yağdırmış olmasın. Mademki ben Allaha ve O'nun Resulüne itaat ediyorum, sîz de bana itaat edeceksiniz.
Yok eğer ben Allah ve O'nun Resulüne itaat etmek yolundan döner, itaatsizlik edersem siz de o zaman bana herhangi bir suretle itaat edecek değilsiniz. Ben (Allah yolunda) yürüyenlerdenim. Başka bir yol tutanlardan değilim. [143]
Hazret-i Ömer Radiyallahu Taalâ anh de halifeliğe seçildiği zaman bir hutbe okumuş ve o mey anda .şöyle buyurmuştu :
Ey cemaat! Herhangi bir hak sahibi, kendi hakkını şu dereceye çıkaramaz ki, Allah a karşı masiyet hususunda kendisine itaat edilsin... Ey cemaat! Benim için, sizin üzerinizde haklar vardır. Bu hakları şimdi ben size anlatacağım: Bunlara göre siz bana bağlanacaksınız. Benim sizin üzerinizde şu hakkım vardır ki, ben sizden harâc veya Aüahın ata kılmış olduğu şeylerden kanuni bir vaziyet olmaksızın hiç bir şey olmıyayım. Sizin de benim üzerimde şu hakkınız vardır ki, bana bu şekilde teslim etmiş olduğunuz mâldan, hak ve kainimi uygun olmadan hiç bir şey harcamıyayım. [144]
Hazret-i Ebu Bekir, Şam ve Filistinin mühim meselelerini Hazret-i Amr ibn-i'Âs'a tevdi edip ve kendisine şu şekilde nasihat verdi :
Ey Amr! Sen her neyi kalbinde gizler veya her neyi açıklarsan Cenab-ı Hak Taalâ hepsini bilir. Allahtan kork ve O'ndan çekin. Nitekim O, senin her işini görür ve bilir. Çalıştığın işlerde, ahiret için çalış. Yaptığını her işte, tuttuğun her amelde, Allanın rızasını gözönünde bulundur. Kendi maiyetinde bulunanlar ve seninle birlikte ça lisanlarla kendi evladın gibi muamele et. Halkın sırlarını kurcalama, onların zahiri vaziyetlerine göre kendileriyle muamele et. Kendi kendini doğrultursan* senin elinin al. tındaki halk da kendilerini doğrultmuş olurlar.[145]
Hazret-i Ömer de vali tayin edip gönderdiği kimseleri yola çıkarırken, kendilerine şöyle hitap ederdi:
Ben, sizi Ümmet-î Muhammet Sallallahu aleyhi ve sellem üzerine vali tayin ediyorum ki, halkın varına yoğuna sahip çıkasınız diye değil, namazı ayakta tutmanız, halk arasında hak ve adaletle iş görmeniz, halkın hakkını adaletle eda etmeniz için sizi vazifelendirip gönderiyorum. [146]
Bir ara Zat-ı Hilâfetpenahiler-t, halkın umum toplantısında şöyle hitap ettiler :
Ben kendi memurlarımı, siz halkı dövsünler, malarınızı alsınlar diye göndermiyorum. Onları şunun için gönderiyorum ki, sizi ve sizin dininizi, Hazret-i Resulün yolunda yürütsünler. Her kim bunun hilafına bir mesele ile karşılaşırsa gelip bana şikâyet edecektir. Allaha ye. min ederim ki, bunun cezasını hemen veririm. Ve karşılığını da telâfi edip öderim.
Bu hitaba irad edilirken Hazret-i Amr Ibn-i Âs, (o zaman Mısır valisi bulunuyordu) Hazret-i Ömer'den şu suali sordu:
Herhangi bir kimse müslümanların valisi olur da bir kimseyi tedib için döğerse, o zaman Zat-ı Hilafetpenahileri bımu da mı cezalandırıp, telâfi mi edecekler?
Bu suale, Hazret-i Ömer Radıyallahu Taalâ anh şu cevabı verdi :
Evet, Allaha yemin ederim ki, bunu da cezalandırır ve telâfi ederim. Ben kendim, Resulullaü SaUaUahu aleyhi ve sellçmin bizzat kendisinin tazmin ve telâfi edip Ödediklerini gördüm. [147]
Bir ara Hazret-i Ömer, bütün valilerin mahkeme huzuruna çıkarılmalarını istedi. Halkın bulunduğu umumî bir toplantıda ayağa kalkarak dedi ki:
Bunlar aleyhinde her kim kendisine zulm edildiğini iddia edip de şikâyette bulunursa, gelip şikâyetini bildirsin. Bütün halkın içinden yalnız bir kimse ayağa kalktı ve Amr İbn-i As'ı işaret ederek şikâyette bulundu:
Bu zat benden gayrı kanunî şekilde yüz pul : (kara: bakır para) aldı.
Hazret-i Ömer, Amr ibn-ı As'a, bu ithama cevap ver, dedi. Fakat Amr ibn-i As şahsına yöneltilen bu şikâyete cevap veremediğinden, iddia edilen para kendisinden tazmin ettirildi. Buna rağmen, şikâyetçi işi çok iieri vardırdı. Amr ibn-i As öyle bir vaziyete geldi ki, kendi yakasını kurtarmak için, adamcağızın her pulu içic iki altın vermekle ancak bu ithamdan kurtulabildi. Ve adamı razı etti, davasından vaz geçirdi. Bu hadise üzerine Hazret-i Ömer, Amr ibn4 As'a şu sözlerle nasihat etti :[148]
Siz valiler, bu kapıyı açmayınız. Ben kendim, Resu-lullah Sallallahu aleyhi ve sellemin kendilerinin bizzat telâfi edip tazminat ödediklerini gördüm, dedi. [149]
Bu, halifeler, kendi şahıslarını bile kanundan üstün saymazlardı. Belki onlar, kendilerini memleketin alelade bir vatandaşı bu vatandaş ister müslüman olsun, islerse zımmî bulunsun — ile aynı seviyede görürlerdi. Hükümetin başında bulunmak vasfiyle, kadıları halifeler tayin ettikleri halde, bu kimseler bu makama geldikten, sonra dava görüp hüküm vermek bakımından Öyle serbest idiler ki, bu kadılar halifenin aleyhine, dava görüp hüküm verdikleri zaman, halifenin bu hükme teslim olması icabederdi. Sanki halife değil de memleketin alelade bir vatandaşının davası görülüyormuş gibi hareket edilirdi.
Bir ara, Hazret-i Ömer Radıyallahu Taalâ anh iie Hazret-i Übeyy ibn-i Kâab arasında ihtilaflı bir mesele zuhur etti. Her ikisi de Hazret-i Zeyd ibn-i Sabit Radıyallahu Taalâ anh'ı hakem tayin ettiler. Her iki taraf Ja Hazret-i Zeyd'm huzuruna geldiler. Zeyd ayağa kalkarak Hazret-i Ömer'i kendi yerine oturtmak istedi. Fakat Hazret-i Ömer bu teklifi kabul etmeyip Hazret-i Ü-beyy'in yanı basma oturdu. Daha sonra Hazret-i lîbeyy meseleyi anlatıp davasını ileri sürdü. Hazret-4 Ömer de davayı kabul etmeyip reddetti. Usûl gereğince HazretJ, Zeyd, Hazret-f Ömer'e yemin ettirip ettirmemek stediği-ni sordu. Karşı taraf yemin ettirip ettirmemek hususunda biraz düşününce Hazret-i Ömer kendisi yemin etti ve mesele sona erdi. Hazret-i Ömer bu hadisenin sonunda şöyle buyurdu :
Eğer burada Ömer'i alelade bir şahıs gibâ kafeul edip, adalet huzurunda Ömer'e de herhangi bir şahıs muamelesi yapmamış olsaydı, Zeyd'in kadıfck etmek kabiliyeti olmayacaktı.[150]
Buna benzer bir meseleyi Hazret-i Ali Radiyaltabu •anh'a da karşılaşmıştı. Küfede bir hıristiyan, şehrin pazarında kendisinin kaybolmuş zırhının satıldığını ileri sürdü. Emirülmümininlik vasfı ile, Hazret-i Aliden bu meselenin -halledilmesini istedi. Ve kadı'mn yanına gfr türmeğe kalktı. Fakat bu mesele hakkında hiç bir delil ve şahit gösteremediği için Kadı da onun aleyhinde hüküm verdi. [151]
îbn-i Hallikân'ın rivayetine göre, bir ara Hazret-i Ali Radiyallahu Taalâ anh ile bir zımnıî arasında ihtilâf vuku buldu. Ve iş kadıya intikal etti. O zaman meşhur Şureyh, kadı idî. Taraflar kadının huzuruna gelince, kadı Şureyh derhal ayağa kalkarak Hazreti Ali'yi hürmetle karşıladı. Hazret-i Ali bu hürmeti hoş görmedi ve kadıyı azarladı. Ve şöyle buyurdu :[152]
îşte bu, senin adaletsizliğinin başlangıcıdır! [153]
lalamın ilk devrinin öyle b'r hususiyeti vardı ki, o aevirde, her şey saf ve temiz, islâm usulüne, İslâm ruhuna uygun olması için çalışılıyordu. Aşiretçilik, kabüe-cilik, ırkçılık, vatancılık, yurtçuluk, hemşehricilik ve bunun gibi şeylere ait taassuplardan daha üstün, daha yüksek b'r birlik ve bir eşitlik halk arasında hüküm sürüyordu.
Resulullah Sallallahu aleyhi ve sellemin bu fânî dünyaya veda etmesinden sonra, Arap aşiretleri ve kabileleri arasında taassup bir kasırga gibi hortlamağa bağladı. Peygamberlik iddiasında bulunanlar da ortaya çıktılar. Bu mesele, irtidâd hareketlerine vahim bir şekil vermişti. Müaeyleme'nin mensuplarından ve müritlerinden biri söyle diyordu :
Ben Müseyteme'nin yalancı olduğunu ve yalan söylediğim" biliyorum. Fakat Rabf a'nın yalanı, Muzarr'in doğrusundan bence daha doğru ve daha iyidir. [154]
Nübüvvet iddiasında bulunan başka birisi de Tuley-ha idi. Tuleyha'yı himaye eden Benî Gatfân'ın ileri gelenlerinden bir kimse de şöyle d;yordu :
Allah'a yemin ederim ki, kendi anlaşmış bulunduğumuz (halif) bir kabilenin peygamberine mürid olmak, benim için Kureyşin peygamberine mürid olmaktan elbette ki, daha sevimlidir.[155]
îşte tam bu kargaşalık devrinde Hazret-i Eîbu Bekir Hicri 11 - 13 (milâdî 632 - 634) ve ondan sonra da Hazu ret-i Ömer Radiyallahu Taalâ anh, (Hicrî 13-24 : Miladî 634 - 645) bitaraf ve taassupsuz tuttukları yol, yalnız Arabistan kabilelerinin tamamını değil, aynı zamanda Arabistanın dışındaki, İslâm dairesine girmiş bulunan ülkelerin yeni müslümanlan arasında da adalet ve eşitliği temin eyledi. Hatta, bunlar, kendi aile efradına ve kendi kabileleri mensuplarına her ne şekilde olursa olsun, en küçük bir imtiyaz gözetmekten çekinirlerdi. O zaman, bütün boş taassuplar ortadan kalktı ve Müslümanlar arasında bir nevi milletlerarası kardeşlik mefhumu ortaya çıktı. İslâmın iktiza ettirdiği ruh, İslâm ülkeleri halkı arasında yayıldı. Bu bakımdan da bu iki halifenin devirleri, hakikaten örnek alınacak bir devird'r.
Hazret-i Ömer, son zamanlarında şu noktayı hissetti ki', kendisinden sonra yine Arap kabileleri arasındaki ts-assup — ki İslâmî hareketin bu kadar kuvveti: olmasına ve inkılâbın tesirine rağmen yine de tamamen ortadan kalkmış değildi. — yeniden hortlayabilir ve bunun neticesinde de İslâm, arasında bir hayli fitneler çıkması ihtimalden uzak sayılamazdı. Nitekim, kendi yerine kimin geçebileceği ihtimali mevzuunda konuşulurken, Hazret-i Abdullah İbn-i Abbas ile Hazret-i Osman Radiyallahu Taalâ anh üzerinde duruldu. Ve Hazret-i Osman hakkında düşündülderini şu sözlerle açıkladı:
Eğer ben, O'nu kendi yerime geçmesini muvafık görürsem, o, Benî Ebî Mu'ıyt'ı (Benî Ümeyye'den bir kol) halkın başına musallat edebilir. Böyle olunca dla bıu güruh Allaha karşı itaatsizlik yolu tutarlar. Aîlaha yemin ederim ki, ben böyle yaparsam, muhakkak Osman da dediğim gibi yapacaktır. Osman da böyle yaparsa, halk ister istemez, masiyet yolunu tutar. Halk arasında kargacık çıkar ve bu hareket Osman'ın öldürülmesine sebep ohir.[156]
Bu mesele, Hazret-i Ömerin fikrini, hayatının son demlerine kadar meşgul etmiş ve kurcalamıştı. Nitekim 'hayata gözlerini yummağa bir kaç gün kala, Hazret-İ Ali Radiyallahu Taalâ anhı, Hazret-i Saad ibn-i Bb-i Vakkas Radiyallahu Taalâ anh ve Hazret-i Osman Radıyallanu Taalâ anhı çağırarak şu söaleri söyledi :
Benden sonra herhangi biriniz halîfe olabilirsiniz. O zaman kendi kabilenizin mensuplarını, halkın boynuna bindirmeyiniz.[157]
Bundan sonra Sahabîlerin en ileri gelen silolarından altı kişiye, kendi aralarından birini" halife,seçmek vazifesini verdi. Bu altı kişilik heyete, îslâmm hidayetlerini gözönünde bulundurmalarını şart koşmakla kalmadı, bir şart daha koştu ki, halife seçilmiş bulunan kimse, fcat'iyyen kendi kabilesinin mensuplarına hiç bir imtiyae hakkı tanımayacak Ye J-'n bir hususta kendi kabile efradını gözetmiyecektir.[158]
Fakat talihsizlik eseı. üçüncü halife Hazret-i Osman, (Hicrî 24 - 35 : Milâdî 645 - 655) bu prensibimat-luba muvafık bir şekilde devam ettiremedi. Onun devrinde Benî ümeyye, devletin mühim vazifelerini üzerlerine aldılar. Ve beytülmalden kendilerine bol bol maaş kopardılar. Diğer kabilelerin mensupları da bu durumun acısını hissettiler. Hazret-i Osmana göre bu, «sılayı rahmin» icabı îdi. Nitekim bu mevzuda şu sözlerj söyledi:
Ömer, Allah rızası İçin, kendi akraba >e yalanlanın mahrum bırakıyordu. Ben ise yine Allah rızası için k**uH akraba ve yakınlarıma bakıyorum.
Ebu Bekir ile Ömer,- Beytülmal hakkında kendilerini, yakınlarını ve akrabalarını sıkıntıda bulunduran şekli nazarı itibara abraşlardır. Fakat ben böyle bir sılayı rahmi beğenmiyorum. [159]
îşte böyle bir tutumun neticesinde Hazret-i Ömer Radıyallahu Taalâ anh'm endişe ettiği mesele ortaya çık. ti. Hazret-ı Osmanın aleyhinde bir isyan hareketi baş .gösterdi. Bu vak'amn neticesinde Hazret-i Osman şehid olmakla kalmadı, kabileler arasında bir hayli karışıklıklara yol açıldı, ki bu karışıklıklar, da- Hülefâ-i Raşidin nizamının nur meşalesini söndürdü.
Hazret-i Osman'dan sonra Hazret-i Ali Radıyallahu Taalâ Anh, (Hicrî 35 - 40 . Milâdî 655 - 660) işleri eski Ölçü (minval) üzer-ne yürütmek için çalıştı. Hazret-i Ebu Bekir ile Hazret-i Ömer Radıyallahu Taalâ anhümâ'-mn koymuş oldukları usulü tekrar kurmak için uğraştı. Hazret-i Ali, tamamiyle aşiretçilik ve kabilecilik taassubundan uzak idi.
Emîr Muav'yenin babası Ebu Süfyan; Hazret-i Ebu Bekir'e biat edeceği sırada; Ebu Bekir, Ebu Süfyanım, içinde bulunduğu bu taassup ruhunu ortadan kalalrmaK için çok uğraştı. Fakat o bu tutumundan vaz geçmiyece-ğirr ileri sürdü ve Hazret-i Ali (R.A.) ye gelip dedi ki:
Kureyş'in en ufak kabilesinin bir koluna mensup b» adam (yani Ebu Bekir) nasıl olur da halife olur; sîz ayaklanmağa hazırlanırsanız, ben gider çöldeki süvarileri toplar getiririm.
Fakat Hazret-i Ali ve oradakiler açıktan açığa Ebu Süfyana şu cevabı verdiler :
Senin böyle yapmak istemen, İslama ve m usluma»-lığa düşman olduğuna delâlet eder. Biz hiç bir zaman istemeyiz ki, sen çöldeki süvarileri ve piyadeleri toplayıp getiresîn; Müslümanların hepsi de birbârinin iyiliği için çalışan kimseler ve birbirlerine muhabbet gösterenlerdi*. İsterse onların memleketleri ve onların viicudlan birbirlerinden bir hayli uzak mesafede bulunsun. Elbette ki, münafıklar birbirlerini kesmek isteyen kimselerdirler.
Biz Ebu Bekir Radıyallahu Taalâ aiıh'ı bu maka m ıh ehli olarak tanıyoruz. Eğer o bu mansıba ehil olmasaydı, biz ouu hiç bir zaman bu vazife ile vazifelendirmezdik [160]
Hazret-i Ali de Halife olduktan sonra yine bu noktayı gözönünde bulundurdu. İs'.âmın esas ruhuna, uygun olarak, Arapla Acem (Araptan gayrisi) zengin ile fakir, Haşimî ile gayrı Haşimî, bunların heps'ni aym gözle görmek yolunu tuttu. Hepsinin hakkında aynı adalet ve aynı eşitlikle muamele etmeğe başladı. Herhangi bir zümrenin diğer bir zümreye, herhaiıgi bir kimsenin diğer bir kimseye tercih edilmesine meydan vermedi. Bu şekilde başka zümrelerin kıskançlık ve rekabet sebeplerini de ortadan kaldırmak yoluna gitti. [161]
Bu hilafetin en mühim hususiyetlerinden biri de, böyle bir nizam içinde tenkid, rey beyan etmek, fikir hürriyeti, tamamen serbestçe ve tam bir serbestlikle ortada bulunmasıdır. Halifeler, her zaman halkın elinin ulaşabileceği bir vaziyette idiler. Kendileri de Şûra Ehlinin arasında oturur, görüşmelere iştirak ederlerdi. Orada asla hükümet partileri yoktu. Serbest bir muh:.tte, Meclisin azası ve herkes meclise iştirak eder ve kendi imanlarına ve kalblerinin inancına göre fikirlerini ortaya atarlardı. Bütün muameleler, Ehl-i Hal ve'l akd'ın önünde eksiksiz ve noksansız yürütülüp giderdi. Hiç bir şey saklanıp giz-lenmezdi. İşlerin karara bağlanması, delil üzerine stinad ederdi. Kimseden ne korkmak vardı ne de çekinmek. Ne hatır vardı ne de gönül. Ne taraftarlık vardı, ne de kayırmaca...
Sonra, bu Halifeler, yalnız kendi kavim ve milletlerine karşı Müşavere Meclisini idare eden bir alet değillerdi. Her gün beş defa halk ile birlikte namaza gelerek, cemaat ile namazlarını kılarlardı. Her hafta bir kere cuma günleri, umumî toplantı yaparlardı. Halife, her sene iki defa bayramlarda ve Hac toplantısında halkın karşısına çıkardı. Onların evleri de her yerde kendisinden hesap sorabilirdi. Onların evleri d% halka ait evlerin arasında idi. Kapılarında ne kapıcı, ne muhafız, ne teşrifat nâzın, ne hususi kalem müdürü, ne de perdeci gibi hizmet erbabı bulunurdu. Evlerinin kapıları her zaman, herkesin yüzüne açıktı. Çarşıda ve pazarda yanlarına muhafız almadan halkın arasında gezip dolaşırlardı. Her noktada, herkes bu halifelere istediğini söyliyebilir ve her yerde onları tenkid edebilirlerdi. Herkes onlardan hesap sor -makta serbest idi. Bu* serbestliği kullanmak da ayrıca hususî izne ve müsaadeye tâbi değildi.
Hazret-i Ebu Bekir Radiyallahu Taalâ anh, yukarıda bahsettiğimiz hususları hilâfetinin ilk günlerinde halka şu sözleriyle ilân etmişti:
Doğru yolu tutarsam, bana yardım ediniz, yok eğer ben eğri bîr yol tutarsam, o zaman siz beni doğrultunuz!
Bir ara Hazret-i Ömer, bir cuma hutbesinde: «o andan itibaren kimsenin nikâhda dört yüz dirhemden fazla rcehriye kararlaştırmaması» fikrini ileri sürdü. Bunu duyan ibr kadın ayağa kalkarak, şu sözlerle bu karara itiraz etti :
Senin böyle bir hüküm vermeğe hakkın yoktur. Çünkü Kur'anda kantarla mehriye verilmesi hususunda müsaade vardır. Sen, bunu nasıl olur da bir hududa bağ- ! layabîlirsin, dedi.
Bu haklı itiraz karşısında Hazret-i Ömer derhal fikrinden vaz geçti.[162]
Yine bir gün Hazret-i Selmân-i Farisi, Hazret-i Ö-mer den şu sözlerle hesap sordu :
Herkesin hissesine bir entari düşmüş iken nasıl olur da senin hissene iki entari düşmüş olabilir? Dedi.
Hazret-i Ömer, oğlu Abdullah ibn-i Ömer'in şahidli-ğine baş vurarak, ikinci entarinin kendisinin olmayıp, oğluna ait olduğunu, bu giyeceği ödünç olarak aldığını bildirdi. [163]
Adalet sembolü bu halife, başka bir toplantıda halka şu suali tevcih etti :
Ben bazı işleri geciktiriyorum, siz buna ne dersiniz?
Bu suale Hazret-i Bişr Ibn-i Saad Radiyallahu anh şu sözlerle cevap verdi :
Sen böyle yaparsan, biz de seni doğru yola getirmesini biliriz.
Hazret-i Ömer, bu cevaptan gayet memnun olup, şu karşılığı verdi :
O zaman siz de halk için çalışmış olursunuz. [164]
En fazla ve en ağır tenkidler Hazret-i Osman zamanmda vukubuldu. O da hiç bir zaman zorla ve cebren kimsenin ağzına kapatmak yoluna gitmedi. Her zaman tenkidlere ve itirazlara delillerle cevap verdi. Halka kendisinin kabahatsiz olduğunu bildirdi.
Hazret-i AH zamanında Haricilerin dili aşırı derecede uzamıştı. Ağızlarına geleni söylüyorlardı. Hazret-i Ali de emsalsiz bir sabırla bunların taarruzlarına tahammül ediyordu. Bu ara, beş Hariciyi yakalayarak Huzuru Hi-lefete getirdiler. Bu kimseler açıktan açığa dil uzatarak, işin ölçüsünü kaçırmış küfür ediyorlardı. Hatta açıktan açığa sokaklarda ve halkın arasında;
«AUaha yemin ederiz ki Aliyi öldüreceğiz» diyorlardı.
Hazret-i Ali Radiyallahu Taalâ anh, onların beşini de sah verdi. Ve kendi adamlarına da şöyle buyurdu :
Sîz de istemlisiniz ki, onlar gibi dili uzun ve ağzı bo-zuk olasınız? Onlar mademki fiilî bîr şekilde isyana girişmemişler ve şiddete baş vurmamışlardır, sadece dilleriyle muhalefet ettiklerinden dolayı kendilerine herhangi bJr cürüm yüklenemez. [165]
Dört Örnek Halife devrini teferruatiyle yukarıda anlattık. O zaman aydın bir meşale devriydi. Asırların en nurlu kaynağı idi. O devirden bu yana bütün zaman bölümlerinde, fakihler, muhaddisler ve b;lumum dindar müslümanlar her asırda bu devri gözönünde bulundurmuşlardır ve İslâmın dini. siyasî, ahlâkî ve içtimaî nizamı için bu devri bir miyar ve bir ölçü olarak 'kabul etmişlerdir[166]
1958 senesi IAbor'da milletlerarası İslâm! Meclisin toplantılarına, Avrupa müsteşrikleri ve İslâm dünyasının mütefekkir uleması iştirak etmişlerdi. BU toplantının otimımlftruim birinde (80-Ocnk. 1958) Mevflânâ Seyyid Ebû'I - A'lâ MevdûdS kanun vaz'ı ve içtihad mevzuu ürerinde fikirlerini bir makale ile ileri sürdü-ier. Bu makale İslâmi hükümetin bir cephesiyle alâkalı bulunduğundan - yâni İslâmi hükümette k^nun. vaa'ının çalışma şekli hususunda - biz de bu bahse dahil ettik. Makaı'enin sonundu/ da bazı itirazları cevaplandırmışlardır. Bu itirazlar, bir kısım «yeni-iifiseverler : İlericiler» in öne sürdükleri hususlardır. Merlâna o-zaman bunlara da cevap vermişlerdir. Bunların yanı sıra, ba*ı bahislere de girişmişlerdi. Bu bahisler, kanun yapıcılığı ile alâkalı olduğundan onlara da burada yer verdik. Hazar kıyıcı[167]
İslâm'da kanun vaz'ının çalışma dairesi nedir ve neresindedir? Bu hususta içtihadın da yeri nedir ve nerededir? Bu bahsi bilmek için, her şeyden önce iki meselenin izah edilip anlaşılması zarureti vardır, Bu iki meseleyi iyice anlayıp gözönünde bulundurmamız lâzım gelir.
îlk evvelâ şu noktaya dikkat etmek gerekir ki, İslâm'da Hâk:miyetin münhasıran ve mahza HakTaalanm olduğunu kabul etmek icabeder. Kur'an-ı Kerim Tevhid akidesini açıklarken, bu hususu da tam bir aydınlıkla ortaya çıkarmıştır. Bu esasa göre Kur'an-ı Kerimin buyurmuş olduğu «Allahü Vahdehü Lâ şerik© lehii : Bir tek ve ortağı bulunmayan Allah sadece dinî manada mâbud değildir. Aynı zamanda siyasî ve kanunî bakandan da hâkim, (hüküm veren) itaat edilmesi gereken, emir ve nehy'de ihtiyar ve salâhiyet sahibi hem de kanun vaz*-ıdır. Allah Taalânın bu kanunî hâkimiyetini, (Legal so-veregnty) Kur'an-ı Kerim, o kadar açık ve kesin bir lisan ile beyan edip, o kadar ehemmiyetle bunun üzerinde durmuştur ki, bununla Allah Taalânın dinî mâbudluğunu da iyice belirtmiştir. Ve bu prensibi gayet parlak bir şekilde ortaya koymuştur. Kur'an-ı Kerime göre Allah Taalânın iki hususiyeti vardır. «Uluhiyet» iktizası îbu İM hususiyet birbirlerinden ayrı olmayıp birbirinin ayn cüzüdürler. Bunlardan birisi inkâr edildiği zaman gerçekte Uluhiyet de inkâr edilmiş olacaktır. Sonra şu hususta da asla şüphe olmaması lâzımdır. İlâhî kanun dendiği zar.ıan bu kanun fıtrî ve tabiî kanundan başka bir şey delildir. Buna göre İslâm'a «Davet» de insanları Allahm Kanunundan başka kanunlara tabi olmaktan kurtarmak, ve onları ahlâkî, içtimaî yaşayışta Allah Taalânın Serî Kanununa bağlamak içindir. Şer'î kanun da Enbiyayı Kiram aleyhisselâm vasıtasiyle insanlara gönderilmiş bulu-nan kanunlardır. Bu şer'î kanunları kabul edip inanırsak o zaman bunun karşısında kendi ileri sürdüğümüz yahut da süreceğimiz ve kendi muhtariyetimizle kendi hazırlayacağımız kanunları bir tarafa bırakmamız icabeder. Böyle bir işin ismine de «İslâm : (Surrender) denir. Allahm ve O'nun Resulünün hükümlerini bir tarafa bırakarak, kendi düşüncemizin ve kendi fikrimizce hüküm vermemizin doğru olabileceği ve hakkımızda iyi neticeler verebileceği zihniyetini kesin olarak reddetmek lâzımdır. Ne bir mümin erkeğe ne de bir mümin kadına yakışık almaz ki, Allah ile (Viran Resulü bir iş hakkında hüküm versinler de müminler bu hususta başka bir yol seçmek istesinler. Herkim ki, Allah ve O'nun Resulüne karşı gelirse, elbette ki, apaçık bir dalalete düşmüş olur. (Ahzab, 36).
İkinci mühim mesele şudur: Tevhid-i İlâhî ile aynı derecede ehemmiyet kesbeden bir husus da Hazret-i Mu-hammed Sallallahu aleyhi ve sellem'in son peygamber olduğuna inanmaktır. Tevhid-i İlâhî akidesi vasıtası ile yani Allah ve O'nun Resulüne tanı ve gerçek bir iman sayesinde bir amelî nizam ortaya çıkar. İslâm bütün yaşayış nizamının temellerini bu akidenin üzerine kurar. Bu inanç gereğince Allah Taalâ bundan Önce diğer Enbiyayı Kiram Aleyhisselâma gönderdiği tâlimi ikmal ederek ,bir kısım başka talim de- ilâve etmiştir. îslâmm Peygamberi Hazreti Muhammed Sallallahu aleyhi ve sellem de bu talimin hepsini bir araya toplayarak gelmiştir. Bunun için Hidayet-i İlâhiye ve teşri'in (kanun vaz etme) istinadının mehazı yalnız bir tek şeydir. îler de de hiç bir hidayet ve teşri' (kanun ortaya koymak) gelmiyeceği için insanların buna bağlanmaları şarttır. Bu Muhammedi tâlim, en üstün kanundur ki, (Supreme law) Hâ-kim-i A'lâ'nm nzasiyle Hazret-i Muhammed Sallallahu aleyhi ve sellem buna mümessillik etmiştir.
i5u kanun da Hazret-ı Muhammed Sallallahu aleyhi ve seneme iki şekilde ulaşmıştır. Birincisi Kur'an-ı Kerim vasıtasiyle, yani kelimesi kelimesine Hak Taalânın hidayetleri ve ahkâmını iht'va eden şekilde. İkincisi de Haz-r»t-i Muhammed Sallallahu aleyhi ve sellemin işveyi ha-senesi (en güzel örnek) vasıtasiyle ki, buna da biz Sünnet deriz. Ve ki Kur'anî menşeinin izahı ve teşr hicür. Hazret-i Muhammed Sallallahu aleyhi ve selîem sadece Allah tarafından gelen bir mektup dağıtıcısı mahiyetinde değildir. Kendisine vahy edilen kitabı alıp da bu hususta hiç bir şey söylememesi veya hiç bir açıklama yapmamış olması mümkün değildi. O'nun bir rehber, bir önder, bir hâkim ve bir muallimlik vasfı dahi vardır. Kendi akvâl: (sözlferi) ve efâli (yaptığı işler) i'e anelen ilâhî kanunu şerh etmek vazifesi idi. Sahih olan bu menşe ve bu. mehaza göre, fertleri terbiye edecekt. Terbiye görmüş fertlerden bir cemaat hazırlayacak ve yaşayışı tanzim edecekti. Sonra bu tanzim edilmiş yaşayışın saha-smdakileri de bir araya getirecek doğru ve örnek bir hükümet şekli meydana koyacaktı. Ve İslâm usulü üzerine mükemmel b'r medeniyet kurulmuş olacaktı. Zat-i Ri-sa'etpenahileri bu işleri tam 23 senelik peygamberlik hayatları devrinde tamamladılar. İşte bu sünnettir ki, Kur'-2n-ı Kerim ile birlikte Hâkim-i A'lâ'nın kanun üstünlüğünü ve kânrlliğiııi ortaya koymaktadır. İşte bu üstün ve bu kâmil kanunun adına da islâm ıstılahında «Şeri1-p.t» denir. [168]
Bîr kimse, bu esası hakikatleri duy-unca önce şöyle zanneder. Böyle bir îslâmî Hükümette kanun vaz'etmek için imkân bulunmayacaktır. Yani islâm'da herhangi bir şekilde artık kânun vazetmeğe ihtiyaç yoktur. Çünkü İslâmda hak;ki kanun Allah tarafından vaz edilmiş ve. jş de bitmiştir. Müslümanlarm da Hazret-i Peygamberin getirdiği ilâhî kanuna tabi olmak ve bağlanmaktan başka bir işi yoktur.
Fakat iş n hakikati başkadır. İslâm'da herhangi bir şekilde kanun yapmak menediimiş değ Mir. Yapılacak kanunlar İlâhî kanunun hududu dahilinde alınmış ve hıı. dudlandırılmıştır. Bu üstün İlâhî Kanunun tahtında bu kanunun hududu dairesinde insanî kanun yapılmasına müsaade edilmiştir. Buna da bir çalışma dairesi tanınmıştır. Şimd: ben bu hususları bir-kaç satırla izah etmeğe çalışacağım. [169]
İnsan yaşadığı hayat içinde^iiyle muameleler ve Öyle meselelerle karşılaşır ki, bunlar hakkında ne Kur'an-ı Kerimde ne de Sünnet-i Resulullahda her ne suretle olursa olsun, açık bir hüküm kat'î bir ka:de veya her ne şekilde olursa ols\ın, hususî bir usul bulunamaz. Bu gibi meselelerde ve böyle muamelelerde, Fakih (fıkıh âlimi) veya kadı (hâkim) yahut da herhangi bir kanun vaz' eden idare ve kurul, şeri'atın verdiği hükmü ve kararlaş-Lirmı^ bulunduğu kaideyi de bozmaz. Bu, şu manaya da gelmez; bunlar kanun vaz etmek için çalışamazlar, insanî kanun vaz 'etmek şekli meyamnda, bu muameleler hususunda, şu nokta, her şeyden Önce gözönünde bulundurulacaktır : Bu meselenin hakikati ne olabilir?. Bu hakökat nasıl ortaya çıkabilir?. Bunun hakkında nasıl hüküm verilebilir?. Sonra karşılaşılacak bu gibi meseleler, esas hükümlere nasıl intikal ettirilecek ve umumî hükümler, ferî hüküniıer için ne şekilde kanun mahiyeti taşıyacaktır?. Bu işlerin hepsi ile birlikte şu husus da müşahhas bir şekilde tesbit edilmelidir: İstisnaî haller ve vakalarda bu hükümler vç bu kaideler gözönünde bulundurulmaksızın ne dereceye kadar çalışabilme imkânı vardır ve bu iş bu hususta nereye kadar sığabilir? [170]
Yine bu şekilde Öyle işler ve muamelelerle karşılaşırız ki, bu hususta da şeriatın herhangi bir has hükmü yoktur Fakat karşılaştığımız bu muameleler hakkında hüküm vermek ve bunları karara bağlamak zomndayız. Şeriat ise, bu muamelelere benzeyen diğer hususlara hüküm koymuş ve kaidelerini bildirmiştir. Şimdi bu da-re-nin içinde kanun vaz etme işi şu şekilde olab':Ur: Bu hükümlerin sebeplerini ve illetlerini ayrı ayrı, tek. tek sahih bir şekilde anlayarak,, b'lerek belirtmek ve bütün muameleleri, bu hükümler ve kaideler üzerine tatbik edip yürütmek gerektir. Şu hususu da gözönüne almak lâzımdır ki, bu muamelelerde asıl sebep olarak gösterilen noktalarda hüküm istinadlı olmalıdır. Muamelelerde bu sebepler gözönüne alınmazsa o zaman varılan netice de istinadlı olamaz. [171]
Yine bunun gibi bazı meselelerle karşılaşabiliriz ki, Bunlar hakkında herhangi muayyen bir hüküm bulunmaz. Fakat bu mahzuru da ortadan kaldıracak camî ve külli bir usul donmuştur. Yahut da şer'i 'şu meseleyi or taya çıkarmıştır ki, Hangi mesele ve ne gibi iş, beğeni, îirse, o iş iyidir. Buna göre bu usulün aydınlığında beğenilmeyen şeyleri ortadan kaldırmak lâzım gelir. Beğenilir şeyleri de yaymak icabeder. Bu gibi muamelelerde kanun vazedenin işi şudur: Şeriatın bu usulüne mutabık ve Şa-ri'in ortaya koyduğu bu esasa göre, amelî meseleler hakkında kanunlar hazırlasın. Ancak hazırlanacak olan kanunlar da Şeriatın usullerine ve Şâri'in koyduğu esaslara aykırı olamıyacaktır. [172]
Bunlardan maada, yine bir hayli muamele or ve bir yığın meselelerle karşılaşabiliriz. Şeriat, bunlar hakkında tamamen sükût ile geçmiştir. Bunlara ait ne doğrudan doğruya bir hüküm vardır, ne de bu meselelere benzer meseleler hakkında hüküm verilmiştir. Hiç olmazsa bu benzer meselelerin şekline kıyas ile hüküm çıkarmak imkânını bulalım.
Şeriatın bu hususlarda sükût ile geçmesi şuna delâlet eder : Hâkim-i A'lâ bu hususta insanları tamamen serbest bırakmış ve bu gibi işleri tamamiyle insanların reylerine terketnriştir. Bunun için biz bu gibi meseleler hakkında serbest bir şekilde kanun vaz edebiliriz. Fakat bizim bu hususlarda yapacağımız kanunlar da yine esas itibariyle
İslâmuı ruhuna ve umumî usule uygun bulunması icabeder. îslâmm umumî m:zacına muhalif ve îslâmî yaşayışın hak'katı gözönünde bulundurulmaksızın yapılamaz. [173]
Kanun yapmak işinin ye İslâmî kanun ve nizamın, zamanın ilerlemesi ve vaziyetlerin değişmesinde dahi, yürüyüp gitmesi ancak bu iş üzeründe çalışacak olan ilmî tahkik heyetinin tetkikte bulunması mümkün olur. Bu işin ismine de islâm Şeriatinde «îçtihad» denir. Bu kel'menin lügat manası şudur : «Herhangi bir işi neticelendirmek için son derece gayretle çalışmak.» îstüahda ise manası şudur: Son derece gayret sarfedip çalışarak, bir meselenin üzerinde tslâmuı ne gibi hükümler koyduğunu ve bu hükümlerin nıenşeinin ne olduğunu ve niçin böyle olduğunu araştırmak.»
Bazı kimseler yanlış anlayarak, «İçtihad» denilen şoyi. serbestçe rey vermek ve fikir ortaya atmak manasına alırlar. Fakat îslâmî kanunun ne olduğunu bilen iıerkes, bu gibi yanlış anlayışa kapümas. İçtihadın kanunî nizam hakkında her ne suretle olursa olsun serbestçe rey vermek ve serbest fik'r ortaya atmak olmadığı malûm olan bir gerçektr. Ve kanunun asıl mehazı Kitap ve Sünnettir, insan da kanun vaz etmek istediği zaman bu hususları gözönünde bulunduracak ve her surette, kendi yapacağı kanunu bunlara istinad ettirecektir. Bunların tayin ettikleri hududun dışına çıkmayacaktır. Rey vermek ve fikir beyan etmek de tamamen serbest olmayıp bu dairenin hududu dahilinde olacaktır. Bunlardan müstağni kalınarak, içtihad edilirse, buna islâmî içtihad denemez, islâm kanun ve nizamlarmuv da bu gibi işlerde Veri bulunamaz. [174]
İctihaddan maksad, Kanunî İlâhiyi, nsanî kanunla değiştirmek demek değildir. Kanun hakikatini anlamak vo bunun ışığı altında, bunun rehberliği ile Islâmın kanun ve nizamlarını, zamanın ilerlemes'ne muvazi olarak harekete geçirmektir. Sahih bir içtihadın olabilmesi için, kanun vazeden kimselerde veya kurullarda veyahut da ictihadda bulunanlarda aşağıda sıralayacağımız vasıflar bulunmalıdır.
1. Şer at-i İlâh yeye iman etmiş bulunmak. Bu Şeriatın hak olduğuna inanmış olmak. Bu Şeriate hulûsu âyetle bağlanmak. Bu Şeriatten kurtulmak, fikir ve maksadına katiyen sahip bulunmamak. Herhangi bir usulde ve Ölçüde Allah Şeriatından başka bir usul ve Öîçü nazarı itibara almağı düşünmemek.
2. Arap 1 sanma, bu Usanıp, kaidelerine, gramerine, edebî ölçülerine teşbih ve istiarelerine mükemmel bir şekilde vakıf olmak lâzımdır. Çünkü Kur'an-ı Kerim bu lisanda nazil kılınmıştır. Sünnet de bu dilde olduğundan bu ikisini anlamak ve bunlardan hüküm İstihraç etmek ancak bu dile tam bir vukuf ile mümkün olabilir.
3. Kur'an-ı Kerimi ve Sünneti Seniyeyi iyi,bilmek. Yaîmz bir kimse bunu bilmekle ve ahkâmın mevkilerini anlamakla da olmaz. Belki Şeriatın külliyatını da bunun maksat!arım da iyi bir şekilde anlamalıdır. Bir taraftan da şunu ortaya koyabilmelidir ki, Şeriat insan yaşayışı, nm ıslahı için ne gibi toplu bir nizam kurmak istemiştir. D ger taraftan şunu da bilmeli ve anlamalıdır ki, bu toplu nizamın şubeleri ve dalları nelerdir ve nerelere şâmil oîur. Şeriat bu toplu nizamın tarihini hangi çizgilerle çizmiştir. Nizamı ıslah etmekte ne gibi maksadlar gözönünde bulundurmuştur. Başka bir tabirle söyliyelim, ki, ıçtihad, Şeriatın tâ içine kadar işlemiş bulunan Kur'an ve Sünnet'e ait ruhu bulmanın ve ortaya koymanın ilmidir..
4. Müctehidîn-i Selef, ümmetin işlerine vukuf sahibi olduklarından dolayı ictihadlar ortaya koydular. Bunlar sadece bir tertiplemeden ibaret değildir. Belki bunlar kanunda ilerlemenin zincirleme (continuity) 3u-ret'yle devamıdır. îetihaddan maksad herhalde şu da değildir k;, her nesil bir evvelki neslin koyduğu usuUeri değiştirip yahut da bırakıp veya bunlara yeni şeyler iKıve etsin.
5. Amelî yaşayış meselelerinde ve karşılaşılan ahvalde, bu mesele ve bu ahvali, vaziyetin icabına göre, Şeriatın hükümleri ve usulü üzer nde tertip'eychilmek.
6. İslâmî ahlâk Ölçüsüne göre, kendi şahsî ahvalini tanzim etmiş bulunmak. Nitekim böyle olmazsa, ic-ühad makamında bulunan kimseye halk :timad etmez. Bu kabil şahısların verdiği hükümlere ve ileri sürülen kanunlara da hürmet gösterilmez ve dinlenmez. Ve halk tunları salâhiyet sahibi olmayan kimseler yapmıştır fikrine kapılır.
Bu vasıfları beyan etmekten maksadımız, içtihada kalkacak bir ikmsenin, iefhada başlamadan önce, bu vasıfların kendisinde mevcud olduğunu ispat etmesi de-tJiMir. Belki maksadımız şudur ki, İctihad ile İslâmî kanun ve nizamların gerştirilmesi için bu sahih noktalar gözönünde bulundurulursa, ancak o zaman kanunî yollardan yürümek mümkün olur. Bunun içindir ki, bu vazifeyi deruhte edecek ilim ehlinin yetiştirildiğ zaman bu vasıfların mevcut olup olmayacağı da nazarı itibara alınmalıdır. Buniar olmaksızın, yapılacak olan kanunlar ne bir İslâmî kanun ve nizam mahiyetini taşır, ne de İslâm camia3i bu kanun ve nizamları benimsemeğe tahammül eder. [175]
İçtihadın kanun vaz edici mahiyette olması ancak şu şekilde kabul edilebilir ki, ietihadda bulunacak olan kimselerin bu hususta tam bir ehliyet ve kabiliyetleri olsun. Ehüyet ve kabiliyet olduktan sonra da ietihad usulünün sahih olması için müetehid, ister ahkâm tefsir etsin, ister kıyas ve istinbat yolunu tutsun, her ne surette olursa olsun, kendi istidlalinin temelini Kur'an ve Sünnet'e istinad ettirmelidir. Mubahlar hususunda belki serbestçe kanun beyan edebilir. Fakat bu hususta da yine delil göstermesi icabeder. Meselâ falan, mevzu veya f'lan mesele hakkında Kur'an-ı Kerimde ve Sünnette bir hüküm yoktur diyebilmelidir. Yoksa kıyas için kendi s indinden bir esas ortaya atamaz. Kur'an-ı Kerimden ve Sünnetden elde ettTği istidlaller de ehli ilim indinde malûm olan istidlal şekilleri ve usulleriyle olmalıdır. Kur'an-ı Kerimden yapılacak olan istidlaller.de, muhakkak âyet-i keri-. menin mânasının ne demek olduğunu bilmekle- mümkündür. Bu âyetin manasını bilmek de Arap lisanına, lisanm kadeîer:ne ve gramerine (Sarf ve Nahiv) ve diğer te-ierruatına da vukuf sahibi bulunmakla olabilir. Kur'anın âyetîerindeki cümlelerin ilerisini - gerisini, sözün beyan tarzını ve sözün gelişeni de gozonünde bulundurmak icap eder. Bir mevzuda Kur'anın bir yerinde öyle fcir şekilde inana verilmesine dikkat etmek lâzımdır ki, bu mananın inceliğinden Kur'anın diğer yerlerindeki âyetler arasında tenakuz olmasın. Bu âyetin teyidi hakkındaki Sünnetler mevcut ise bunları da gözönüne almadan, âyetin teşrihi olan hadislere itTbar etmeden mana verilmemeli ve Sür, netin manasının da Kur'an-ı Kerime muhalif bulunmamasına da dikkat edilmelidir.
Sünnetten de istidlal ederken yine Kur'andan istidlal edildiği gibi Arapça lisanına ve bu lisanm kaidelerine (Sarf ve nahiv) cümlelerin ilerisi gerisi ve sözün gelişine de dikkat etmek icabeder. Bundan başka Sünnetin sahih rivayet edilip edilmediğini de rivayet ve Hadis ilmi kaide-leriyle gözönüne almak gerekir. Bu mevzuya ait başka rivayetler var mıdır, yok mudur bunları da tetkik etmelidir. Eğer bu mevzuda rivayet varsa bunları birbirleriyle karşılaştırmak lâzım gelir. Bunlardan başka, bir Sünnetten istidlal edilen ahkâm, Kur'anın sahih ahkâmına veya Sünnetin sabit olmuş diğer ahkâmına da mugayir olmamalıdır. İhtiyatlı hareketleri bir tarafa bıraakrak, indî mütalâa ile, keyfî tevilât ile, ictihâd eylemek ve icabında siyasî bir kuvvetin tesiri ve zoru altında ietihad yapılsa bile, bu hükümler kanun mahiyetine sokulsa dahi yine müslümanlarm gönlü ve vicdanları böyle bir içtihadı, İslârnî kanun ve İslâmî nizamın bir cüz'ü olarak kabul edemezler ve asla bu uydurmaları benimsemezler de.. Siyasî kuvvet ortada bulundukça belki bu hüküm yürür gider. Fakat siyasî kuvvet ortadan kalktığı veya zayıflayıp gevşediği zaman bu kanun ve hükümler de hemen redde^ ,dil:p ortadan kalkar, kimseler bunları dinlemez. [176]
İslâmi kanun ve nizamda herhangi bir ietihad hükmünün kanun mahiyetine girmesi için muhtelif şekiller vardır.
1 - Birincisi bütün Ümmet Ulemasının bu mevzu üzerinde icinâ etmeleri.
2- Herhangi bir kimsenin veya bir zümrenin içtihadınm, kanun mahiyetinde kabul edilebilmesi için, bütün m iislümanlar tarafından umumî olarak kabul edilmesi gerek:r. Halkın da kendiliğinden bu-içtihadı hükümlere tebaiyet etmesi icabeder. Meselâ, koca koca İslam ülkelerinde yaygın bulunan Hanefî, Şafiî, Maliki ve Hanbelî fıkıhları gibi.
3- Br ictihad hükmünü, herhangi bir Müslüman Hükümetin kendisine kanun olarak kabul etmesi. Meselâ, Osmanlı devleti Hanefi fıkhını resmî kanun olarak kabul etmişti.
4- Siyasette, Anayasa hazırlayan bir meşru idare veya kurulun, îslâmî nizam ve kanunlar dairesinde bu icthadı kanun şekline koyması.
Bunların haricinde ehl-i ilmin , ictihad ile verdikleri diğer hükümler, umumî kanun mahiyetine giremezler. Ancak, fetva olarak kalırlar. Petvalık mahiyetinden ileri gidemezler. Bu da bir tarafa, kadılar (hâkimler) işlerin hal ve faslı hususundaki hususî mahiyettek meselelerde de bunları gözönünde bulundurup bulundurmamayı takdir edebilirler. Bunların benzeri (Precedents) üzerine hü-kdm yürütür veya yürütmezler. Fakat bunlar sahih manada kanunî mahiyet taşımazlar., Nitekim, Dört Örnek Hal fe de kendilerin'n hususî meselelerde verdikleri şahsî ictihad hükümleri böyle olmuştur. Bunlar İslâmî temel kanun mahiyetine girmemişlerdir. îslâmî nizamda kadıların içtihadı hükümlerinin -de kanun mahiyet: (Judge Made Law) taşımaları düşünülmemiştir. [177]
İdamda kanun vaz'ı ve ictihad hakkındaki makalelerim bazı çevrelerde itirazlara yol açtı. Ben de mümkün olduğu kadar ve kısaca bu itirazları cevaplandırmağa çalışacağım.
İlk itiraz, Kur'an-ı Kerimin yanı başında Sünnetin niçin bulunduğudur. Bu hususta bir kaç noktayı sıra ile arz edeceğim Mesele bu şekilde, tamamiyle ye daha iy-şekilde aydınlanmış olacaktır.
1. Bu inkâr kabul etmez bir tar'hî hakikattir. Haz-ret-i Muhamnıed Resuîullah sallallahu aleyhi ve sellem,. nübüvvet makamı ile kesb-i şeref ettiklerinden sonra, kendilerine Hak Taalâ tarafından yalnız Kur'an-ı Kerim gönderilmekle kalmadı. Aynı zamanda bir âlemşümul hareketin önderlği ve rehberliği makamı da verildi. Bunun netiresinde bir îslâmî camia ortaya çıktı. Bu yeni içtimaî. ve medenî nizam kuru'du. Ve nihayet bir hükümet vü-cud buldu.
Burada şu sual de variddir: Kur'.an-ı Ker m nazil kılınmaktan başka Hazret-i Resulü Ekrem Sallalîahu aleyhi ve sellemin daha başka ne gibi vazifeleri vardı? Bu vazifelerin vasıfları ııe idi? Acaba Zat-ı Risaletpenahile-' , Peygamber!ik vasfı ile, Hak Taalânın mümessilliğini' ve elçiliğini yapmakla bu mümessilliği kendisi mi yapı -yordu, yoksa bunu sadece Kur'an-ı Kerim mi yapıyordu? Yoksa, Kur'anı duyduktan ve duyurduktan sonra, Zat-i Risaletpenahilerkı:n vazifesi bitiyor muydu? Allahm Resulü diğer nıüslümanlar gibi bîr fert miydi? Zat-ı Saadetlerinin bundan sonra akval (sözler) ve ef'ali (yaptık-lan) haddi zatında, bir hüccet bir kanunî mesned değil miydi?
Birinci şıkkı kabul edersek, o zaman şunu da kabul etmekten başka çaremiz yoktur. Sünneti de Kur'an-ı Kerim ile birlikte, kanunî mesned ve hüccet olarak tanımak gerekir. îk'nci şık da ise, Sünnefn herhangi bir kanunî mesned olmak vasfı yoktur, demektir.
2. Kur'an-ı Kerime ait hususlarda şu da malûmdur ki, Zat-ı Saadetleri HazreU Muhammed Sallallahu aleyhi ve sellern sadece İlâhî haberi tebliğ eden bir ha berci vakfında değildir. Allah Taalâ tarafından, kararlaştırılmış bir önder, b!ir rehber, bir hâkim (idareci ve âmir} ve bir muallimdi. Bu hususları İhtiva edecek tarzda bütün müslümanların O'na itaat etmesi farzdır. İman ehli için yaşayışlarının her cephesinde yalnız bu yolu Örnek kabul etmeleri bir zarurettir. Akıl da şunu icap ettirir. Herhangi bir peygamber, sadece Allanın kelâmını duyurmakla işini bitirip, Mukaddes Kelâmı duyurduktan sonra bir fertten farksız olması doğru değildir. Müslümanlara gelince, bu ümmet, Hazret- Resulü Ekrem'i her zaman için ve her yerde, Islâmm başından bu güne kadar vaoibü1. ittiba (izlenmesi gereken) b r örnek olarak kabul etmişlerdir. O'nun «emr ve nehy» (yapılmasını bildirdiği ve yapılmasından men etitği işler) leri vâcibül -itâa (uyulması gereken) olarak inanmışlardır. Hatta her hangi bir gayrı müslim âlim de bu hakikî ve gerçek meseleyi inkâr edemez. Müslümanlar her zaman ve her devirde, Zat-ı Saadetlerinin bu vasıflarına itnanıp kabul etmişlerdir. Bunun yanı başında da îslâmm kanun nizamını Kur'ana ve Kur'anla beraber Sünnete de istinad 'ettirmişlerdir.1
Şimdi ben bir türlü anlayamıyorum, bir kmse kaî-lup da Sünnetin bu vasfım ve bu hususiyetini nasıl olur <Ia inkâr eder ve şunu da nasıl ileri sürebilir ki, Hazret-i Muhammed Sallallahu aleyh;i ve sellem, Kur'an-ı Kerimi okuttuğu zaman peygamber idi de Kur'an okutmadığı zaman, peygamberlik vasfı ortadan kalkıyordu. Şimdi, bir kimse böyle bir iddiada bulunduğu takdirde ona deriz ki, bu makamı Hazret-i Resulü Ekrem, kendi kendiisine mi elde etmişti? Yoksa bu makamı O'na Kur'an mı vermisti? Birinci şekle Islâmın herhangi bir iddiası yoktur, îk nci şekle gelince, esasen bu noktayı Kura'n-i Kerimin kendisi beyan etmiştir.
3. Sünnetin haddi zatında kendi başına kanun mer-hazi olarak kabul edilmesinden sonra, şu sual ortaya çıkar, bunu anlamak ve bunu belirtmek için ne gibi vasıtalar kullanılabilir?
Bunun cevabında da ben yine şunu arzedeceğim: Bugün aşağı yukarı on dört asır geçmiştir. Bu müddet zarfında da bu mesele ilk defa ileri sürülmüş değildir. Bin beşyüz sene önce peygamberliğe bi'set ettiğinden bu yana Sünnet süre gelmiştir. Burada da iki tarihî ha-lüka'a inkâr etmek mümkün değildir. Birincisi, Kur'an-ı Kerimin tâlimi ile Hazret-i Muhammed Sallallahu aleYhi ve seikmin Sünneti, muaşeret usulünde ve içtimaî husus-jfirda, Islâmm başından bu güne kadar örnek olarak süre goımiştir. Devam ederek, ardı arkası kesilmeden, zin-cirle.ntf olarak takip edilmiştir. Bu husus h:ç bir devirde, hiç bir zaman inkıta vuku bulmamıştır. Bütün idare mekanizmasında ve her iş güc sahasında devamlı olarak gözönünde bulundurulmuştur. Bugün, bütün dünya müs-iümanlarının akideleri, düşünüş şekilleri, ahlâk ölçüler!, ibadetleri, iş güçleri ve muameleleri, yaşayış nazariyeleri, hayat yolları için örnek olarak ayakta tutulmuştur. Bu hususta ufak tefek ihtilaflar da olmuşsa, bu ihtilaflar "ancak teferruatta olmuş, esasda olmamıştır. Bunlar arasında yine ahenk bulunmuştur. Müslümanlar, bütün yer yüzüne dağılmış olmalarına rağmen, bir ümmet olmak hususiyetini esasda sağlayabilmişlerdir. Bu meselenin is-bata da, içtimaî hususların Sünnet üzerine kaiim bulunması ve yüzlerce seneden beri Sünnetin zincirleme devam cdegelmesidir. Burada kaybolmuş bir şey olmadığından ıhunu arayıp bulmak için uğraşalım.
ikine tarihî hakikat, daha kesin ve daha da aydınlıktır. O da şudur: Hazret-i Resulü Ekremin hayatından sonra, her devirde ve her çağda müslümanlar, ispat edil-jniş (belli) Sünnetlerin neler olduğu mevzuunda çalışmışlardır. Ve hayat nizamında sonradan uydurulup, sahte yollarla sokulmuş buluann yeni şeylerin- neler olduğunu araştırdılar.
Bunlar nasıl uyduruldu, ve nasıl sokuldular? Müslümanlara göre; Sünnet, kanunî bir vasıf taşıdığından, işlerin hal ve faslında, adliyede davaların görülmesinde ve bu gibi hususlar Sünnet üzerine yürütüldüğünden, Müslümanlar, evlerinden tutun da, devlet işlerine kadar, .her şey buna bağlı bulunduğundan, muameleler de bu esas üzerine cereyan ettiğinden, bu eskilde incelemeler ve tahkikler hakkında müsamaha göstermemiş ve :hmal etmemiş kılı kırk varmışlardır. Bu incelemelerin ve tahkiklerin vasıta ve şekilleri îslâmın ilk Halifesinin devrinden bu güne kadar nesi-den nesle devam ederek, miras olarak bize kadar ulaşmıştır. Ardı arkası kesilmeden de her nesilde muhafaza edilegelmiştir.
Bu iki hakikati iyi anladıktan ve Sünnetin üzerinde ilmî tahk'kin ne şekilde olacağını bildikten ve böyle mütalâa ettikten sonra, Sünnet'ta kanun mehazı olması ve Kur'an-ı Kerimin yanı başında kanunlara mesned teşkil edeceği hakkında artık hiç bir şüphe ve tereddüde mahal kaTmaz. Halledilmesi zor görünen bu muamma da kendiliğinden halledilmiş olur.
4. Şüphesiz, Sünnetin incelenmesi ve belirtilmesi ve tesbit edilmesi hususunda bir kısım İhtilâflar olmuştur. Gelecekte de bu gibi ihtilaflar da olabilecektir. Fakat böyle ihtilâflar, Kur'an-ı Kerim ahkâmının manalarını tayin etmek hususunda dahi olab'den şeylerdendir. Böyle ihitlaflar, nasıl ki, Kur'&n-ı Kerimin kanım mehazı ol-masına mani teşkil etmezse, Sünnetin de kanun mehazı olmasına ve Kur'an-ı Kerimin yanı başında bulunmasına mani teşkil etmez* Daha eskiden de bu usulün kabul ed'kliği gibi, bugün de aynı şekilde kabul etmekten başka çare yoktur. Buna göre, her kim. bu hususda, Kur'an-ı Kerimin hükmü ayrı, Sünnetin hükmü ayrı olduğunu iler:. sürerse ,o zaman kendi sözü, kendi iddiasını cerh eder.
Ölçü böyle olsaydı, herhalde ümmetin ulemasının çoğu hiç olmazsa, 'ümmet efradının kalabalık bir zünıre-öi bu ölçüyü gözönünde bulundururlardı. Fakat öiçünün-oöyle olmadığına, it'bar edilince, o zaman, mesele de. kalmaz. İşte, bu usul üzerinde dünyanın her tarafında, yüzlerce, milyonlarca müslüman herhangi bir fıkhı mektep (mezhepler) altında toplanmışlar ve o koca koca ülke-'erde kendi yaşayış nizamlarım da Kur'an ve Sünnetin her ikisinin ışığı altında kurup yürütmüşlerdir.
İkinci tiraz da benim makalem üzerinedir. Makalemde tenakuz olduğu ileri sürülüyor. Ben diyormuşum ki, Kru'an ve Sünnetin açık ve kesin ahkâmında hiç bir şekilde değiştirme olamaz. İtiraz eden zatın düşüncesine göre, ben'm bu sözlerimde tenakuz bulunuyormuş. Zira ben yine diyormuşum ki, bazı istisnaî hallerde bazı hususlarda içtihad edilebilir.
Fakat bu sözlerimin neresinde tenakuz olduğunu maalesef bilmiyorum. Mecburiyet ve zaruret olunca dünyanın her yerinde istisna umumî kaidedir. Bu husus "herhangi bir kanun da olur. Kur'an-ı Kerimde de buna benzer müsaadeler için bir hayli misaller verilmiştir. Bu misaller hakkında Fukahâ muayyen usuller koymuşlar ve bu istisnaların ölçüsünü tayin eylemişlerdir. Nerelerde hangi şartlar dahilinde istisna olab'leceğini de bildirmişlerdir. Meselâ, şu örnekler filmimizin en güzel isbatıdır:
«Zaruretler, mahzurları ortadan kaldırır.» «Sıkıntı ko -layhğı çeker.» .
Üçüncü itiraza gelince, bu itiraza bu güruhun hepsi de iştirak ediyorlar. Sebebi de benim içtihad için bazı gartlar ileri sürmüş olmamdır. Bu huöusta ben yalnız kendin bu meseleyi ileri sürdüğümden, cevap vermek de yine bana düşen bir vecibe oldu. Önce, şunu arz edeyim k , itiraz eden muhteremler, bir kere benim ileri sürdüğüm şartlar üzerinde doğrudan doğruya düşünsünler, sonra da ileri sürmüş olduğum şartların hangisiini ortadan kaldırmak mümkündür ve bu şartların hangisi ol -mazsa. buna rağmen bu iş tamam olabilir? Meselâ, Şeri-ate hulusu niyetle bağlı bulunmayan bir kimsenin içtihad ea ilebileceği mi ileri sürülecektir? Yahut da Kur'an~ı Ke-rimin ve Sünnetin lisanı olan Arapça bilmeden mi icti-had yoluna gidilebilinecek? Veya Kur'an-ı Kerimin,ve
J.innei:m ahkâmını iyice anlamadan ve kavramadan, mü-caia.2. etmeden, Şeriatın hükümleri üzerinde tetkiklerde bulunulmadan mı ictihad yürütülebilinecektir? Yoksa uıUctelıidîn-i selef (daha evvelki müctehidler) in verdikleri hükümleri, hiç nazarı itibara alınmadan mı hüküm verilmeğe kalkışılacak? Ya. da dünya muamelatına ve dünya işlerine vâkıf olmadan mı işe girişilecek? Yine böylece, herhangi bir şekilde, îslârnî ahlâk Ölçüsü gözö-nünde bulundurulmadan mı ve Îslâmî ahlâk ile muttasaf olmadan mı, bir kimse bu işe el atacaktır. Şimdi, saydığımız şartların hepsi de bellidir ve ortadadır. Bu şartların hangisinin lüzumsuz olduğu anlatılsın ve ispat edilsin ki, biz de anlamış olalım. Şu da var ki, bütün i'r.îâm âleminde bu şartları haiz bulunan kimselerin sayısı on k ş den fazla değildir. İhtimal ki, muhaliflerimiz bunu ileri sürmekle bizi ikna etmeğe çalışıyorlar. Ve beş altı yüz milyon müslüman arasında bu şartları haiz olanlar ancak şu on kadar kişidir, fazla niçin olmamıştır?, demek istiyorlar. Biz de'diyoruz ki, onların dedikleri gibi olsaydı, ictihad edebilecek şahıslarda, bizim bildirdiğimiz vasıfların bulunmasına, lüzum olmasaydı, ortaya çıkan her bilgili bilgisiz ve herhangi bir kimsenin önünde içti-had kapıları açık bulunsaydı, o zaman ictihad edenler de bu kadar az kimse olmaz, her önüne gelen de içtihada kalkışırdı. Bunun neticesinde de bilgisizler, şüpheli niyet sahihleri, hulusu niyeti bulunmayan kimseler de, ortaya , çıkıp müslümanların boğazlarına sarılmazlar mıydı? Herkes meydanı boş görüp bildiğini okumaz mıydı? [178]
Pakistan'da îslâmî kanunun icra kılınması bahsi me-yanmda Îslâmî kanun vazetmeğe ait muhtelif fikirler ileri sürüldü. Bu meyanda bir dost, muğlak bir üslûp ile şu yazıyı yazmıştır :
«Üslâmda kanun vaz' etmenin hakikat ve mahiyeti ve bunun çalışma dairesinin tayini hakkında bir hayli ifrat ve tefrit yolu tutulmuştur. Bir taraftan şu mesele ileri sürülüyor ki, İslâmda herhangi bîr şekilde kanun vay* etmenin yeri yoktur. Kanunu Allah Taalâ ve O'nun Resulü vaz' eder. Müslümanların vazifesi de bu kanuna göre işlerini tanzim etmek ve bu kanunu, icra etmekten başka bîr şey değildir. Diğer taraftan da bazılarının düşüncesine göre, kanun vaz* etmenin dairesi o kadar geniştir ki, müslüman hükümdarlar da bu meselede kendiler-ne, bir hak tanınmış olduğunu düşünürler. Onlara göre Peygamber Sallallahu aleyhi ve sellem, sadece ibadetlere ait esas meseleleri kararlaştırmış fakat diğer işler üzerinde değiştirme ve düzeltmeler yapılabilir. Meselâ, namaz, oruç ve bunlar gibi amelî bir şekilde gösterilmiş olan hususlar hakkında da ilâveler veya çıkarmalar olabilir, diyorlar.
Şimdi lütfedip de şunu bize izah buyurun ki, İslâm', da kanun vaz' etmenin ölçüsü nedir ve bunun çeşitleri varsa nelerdir? Ve yine şunu da izah buyurmankz rica olunur ki, Hülefamn ferdî ve miişavereli hükümlerinin ve yine Eimmeyi fukahanm ve Müctehidİnin reyleri ve hükümlerinin kanun olma bakımından vasıfları nedir ve ne derecededir? Bu meyanda eğer Şûra ve Icmâ'ın hakikati üzerinde de bazı aydınlatmalarda bulunulursa çok mü -nasip olacaktır.» [179]
Islârada ibadetler dairesi İçinde kanun vaz' etmenin asla yeri yoktur. Ve buraya herhangi bir kanun sığdırı-lamaz. Elbette ki, ibadetler hariç, diğer muamelât için muayyen bir hudud içinde kanun vaz' etme imkânı vardır. Ve buraya kanun vaz' efeme sığar. Kitap ve Sünnetin sükût ile geçtikleri noktalarda ve meselelerde herhangi bir şekilde kanun vaz' etmek mümkündür ve olabilir.
Islâmda kanun vaz' etmenin esasen şu usul üzerine olmasa icap eder,; İlkönce ibadetlere ait hiç bir noktaya temas edilmeyecektir. İbadetler hakkında ne yapılırsa, ne edilirse kararlaştırılmış gibi olması icabeder. Buraya her ne suretle olursa olsun, yeni bir ibadet şekli, uydurulup sokulamıyacaktır. Bunlara ait ne şekilde hükümler konmuş ise o hükümler devam edecektir. Ve kimse bunlardan ayrılmayacaktır. Ne yapılmış ise yapılacak, ne bırakılmış ise bırakılacaktır. Sâri' (Allahu Taalâ ve O'nun Resuİü Sallallahu aleyhi ve sellem) herhangi husufta, elbette ki, muamelât hakkında da sükût ile geçmişse ve nedense bahsetmemişse, bunun üzerinde biz, kendi düşüncemize s^re hareket etmekte serbest olduğumuzu anlayabiliriz.
îmanı Şâtıbî, Kitab El - İ'tisâm'da bu usulü şu şekilde beyan eder :
İbadetlerin hükmü, âdetlerin hükmünden ayrıdır. Adetlerde kaide şudur İd, her neyin hakkında sükût ile geçilmişse, bunlar üzerinde istendiği gibi düşünülüp çalışılmağa müsaade edilmiştir. Bunun hilâfına, ibadetlerde böyle bir mesele istinbat edilemez. Bu mesele Şeriatın aslında mevcud değildi. Nitekim, adetlerin hilâfına ibadetlerin esası açık hükme ve sa~ih izne tabidir. Şu farkla ki, âdetlerde bizim akhmız doğru yolu tayin edebilir. Fakat ibadetlerde akim kendisine, Allaha yakın olmak yolunun nasıl olduğu malum değildir.
(Cilt 2, S. 115) [180]
a. Tâbir : Şârı'in bir mesele hakkında sarih emrini veya sarih nehyini tayin edip bu mesele hakkındaki Nassın menşeini belirtmek.
b. Kıyas : Şârı'in doğrudan doğruya sarih hüküm verdiği hususlara değil de onlara benzer hususları ölçerek hükmün illetini müşahhas hale getirip bu hükmün esası üzerine ikinci bir hüküm meydana çıkarmak. Ve bunların müşterek sebeplerini ortaya koymakla mümasil vak'alarda tatbik çylemek.
c. îstinbat ve içtühad. Şeriatın beyan ettiği geniş ölçüdeki usulleri cüz'i meselelere ve muamelelere intibak ettirmek. Nass'ları, belirtmek, delilleri ortaya koymak ve bunların niçin iktiza ettiklerini bildirmek ve Şârı'in bizim yaşayışımıza ait işleri ne şekilde tanzim etmek istediğini ortaya çıkarmak. '
d.Şeriat sahibinin bize hidayet yolu göstermediği ve sarih bir hüküm vermediği hususlarda, İslâmın geniş maksat ve maslahatlarını gözönünde bulundurarak, zarurî bulunan kanunları vaz' edip bu hususu da tamamlamak.
Bununla beraber bu kanunlar da İslâmın ruhuna aykırı olmamalıdır. îslâmın mizacına muhalif bulunmamalıdır. Nitekim Fukaha indinde ıstılah olarak bunlara Ma-sâtfh-i Mürsele veya istihsan ve başka isimler de verilmiştir. Masâlih-i Murselenin manası, «Umumî Maslahatlar» demektir. Biz muvafakatımızla bunları gözönüne alı-nz. «İstihsan» dan da maksat şudur: Bir muamele hakkında zahirî kıyas ile hüküm verilir. Fakat bunaan daha ehemmiyetli bir mesele için bu hü&üm değişir ve başka bir hüküm verilebilir. O zaman birinci hükmün yerine, ikinci hükme tabi olmak icabeder. Buna «îstihsan» denir. [181]
Kıyas ve istinbat tabiri için fazla tafsile, girişmeğe ihtiyaç yoktur. Fakat Masalih-i Mürsele ile tstihsan hakkında biraz malumat vermek yerinde olacaktır. Îmam Şatıbî, Kitab El - l'tisâm'da bu mevzu üzerine ayrı ve müstakil bir bab yazmıştır. Orada bu hususu güzel bir şekilde açıklamıştır. Hiç bir TJsul-ü Fıkıh kitabında onun kadar bu meseleyi iyi anlatan esere rastlamadım. Bu mevzu hakkmda mufassal deliller ileri sürerek isbat edi -yor ki, Masâlih-i Mürsel'den maksat, bazılarının anladıkları gibi kanun vaz'etmenin kapısını tamamen açık bırakmak, demek değildir. Belki bunun için üç şart lâzımdır :
Birincisi : Vaz'edilecek olan kanunun öyle vaz'edH-îrıesi lâzımdır ki, Şeriatın maksatlarına tamamen uygun olmalıdır.
İkincisi: Halkın önüne çıkacak olan bu kanunlar akla uygun olup, herkesin kabul edebileceği bir şekil arz etmelidir.
Üçüncüsü: Bu kanunlar hakikî ihtiyaçları karşıla-malıdır. Yahut da herhangi biı hakikî müşkülâta cevap verecek bir mahiyette olmalıdır. (Kitab El-1'tisâm, Cilt II, S. 110-114)
Sonra «İstihsan» bahsine geçerek, devamla şunları bildiriyor: Zahirî vaziyete göre, herhangi bir delil üzerine mukayese edilerek bir muamele için hususî bir hüküm verilmişse, fakat Fakıhin nazarında, bundan daha iyi bir §ekil bulunduğu takdirde ve ilk verilen hüküm maslahata muvafık olmazsa, yahut da verilmiş olan hükümde her ne suretle olursa olsun bir noksanlık bulunur ve yahut da karışıklık ortaya çıkma ihtimali varsa, lslâmî noktaya nazardan bunu bertaraf etmek gerekiyorsa, yahut da verilmiş olan bu hüküm örf ve âdetlerin aksi bulunursa o zaman, bu hüküm bozulup, bunun yerine münasip hüküm vermeğe «tstihsan» denir. Her ne suretle olursa olsun «îstihsan» için şu şart vardır ki, zahirî kıyası bırakıp d~a kıyas hilafı hüküm vermek için, kuvvetli bir şart ve durum olmalıdır ki, makul delillere istinad etmeli ve makul delillerle isbat edilmek imkânı mevcut olmalıdır.
(Cilt II S. 118 - 119) [182]
Bahsettiğimiz dört bölüme ait, herhangi bir İmamın yahut da bir müctehidin ferdî reyi ve şahsî tahkikinin neticesi ustalıklı bir rey ve tahkik neticesi olabilir. Hatta ölçü bakımından ilmî şahsiyetlerin Ölçülerine göre de muvafık bulunabilir. Fakat buna rağmen yine bunlar «kanun» mahiyetinde olamazlar. Çünkü İslâm ülkelerinde, kanun vazetmek iğin Erbâb-ı Hail ü Akd'in müşaveresi yapıldıktan sonra, ya bunların icmâ'ı (ittifakla) ile yahut da cumhuru ile (çoğunlukla) hüküm vermelidir. Yani tâbir, kıyas, istiribat, içtihat ve yahut da istihsan ve maslahat-ı mürsele yollarından birini seçerek bu yoldan yürünürse ancak bir hüküm kanun şekline konabilir. Hülefa-i Raşidin devrinde de kanun vazetmenin usulü de böyle idi.[183]
Biz burada o devre ait bazı misaller ileri süreceğiz. Bu misallerle Hülefa-i Raşidin devrinde karşılaşılan kav-mî ve millî meselelerde nasıl kanun vazedilmiş olduğu hakkında fikir edinmek mümkün olduğu gibi, o devirde yine adlî hükümlerle kanunlar arasında ne gibi farklar bulunduğunu anlamak imkânı elde edilebilir.
a. Kur'an-ı Kerimde sadece şarabın haram olduğuna dair hüküm vardır. Bunun için herhangi bir ceza ve had tayin edilmiş değildir. Nebî Sallallahu aleyhi ve sellemin zamanında da bu hususta yine herhangi bir hususî ceza kararlaştırılmış değildi. Zat-ı Risaletpenahileri münasip gördükleri şekilde ceza verirlerdi.
Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer Radıyallahu Taalâ aimüma zamanında bu ceza için 40 kırbaç kararlaştırıldı. Fakat yine de bu iş için usulü dairesinde herhangi bir kanun yoktu.
Ha^ret-i Osman Radıyallahu Taalâ anh devrinde şarap içenlerden şikâyetler çoğaldı. Hazret-i Osman da Sa-habilerin müşavere meclisini topladı ve bu meselenin görüşülmesini talep ' etti. Hazret-i Ali Radıyallahu Taalâ anh, kısa bir takrir vererek bu işin cezasının 80 kırbaç olduğunu bildirdi. Bu takrir ittifakla kabul edildi. Şûranın ittifakla verdiği bu hüküm, ilerisi için kanun maiyetine girdi ve kanunluk vasfını ihraz etti. Buna göre, bu kanun «icmâ» ile yapılmış bir kanundur. (EÛ'tisâm, Cilt II, Sahife, 101).
b. Hülefa-i Raşidin devrinde şöyle bir kanun dahi vazedilmiştir. İşçilere bir şey yapmak için verilen malzeme (meselâ elbise dikmek için verilen kumaş veya ziynet eşyası yapmak için verilen altın ye saire) zayi edilirse, işçi bu zararı tazmin etmeli ve bedelini ödemelidir. Bu hüküm de yine Hazret-i Ali Radıyallahu Taalâ anhın takriri ile kararlaştırılmıştır. Burada bir nokta daha vardır. Olabilir ki, verilmiş olan malzemenin zayi olması hususunda işçinin hiç bir kabahati bulunmayabilir. İsçi bilerek de bunu zayi etmiyebilir. Fakat yine de sebebiyet verdiği zararın tazmini için hüküm verilmiş ve bu hüküm kamın mahiyetine girmiştir. Bu hükmün dayandığı sebep de ileride işçilerin, müşterilerden ^e işverenlerden aldıkları malzemenin korunmasında lâyıkiyle dikkat ve itina göstermelerini temin etmek içindir. Çünkü bu hususta maslahatı amme böyle bir kanunun varlığını gerektirmektedir. Bu hüküm hususunda da yine icmâ* vardır.. (Aynı eser cilt II. sahife 102).
c. Hazret-i Ömer Radıyallahu Taalâ anh, devrinde bir kaç kişi beraberce bir adamı öldürmüşlerdi. Bunların hepsi de kısasa çarpıldılar, imam Mâlik ve îmam Şafiî Rahmetullah anhüma, bu hükmü kabul ederlerse de yine bu hüküm kanunluk mahiyeti kesbedenıemiştir. Çünkü bu bir adlî meselenin hail ü fasl edilerek hükme bağlanmış olması idi. Burada Şûranın ne icmâ'ı (ittifak) ne de Cumhurî reyi (çoğunlukla karar) vardı.
(Aynı eser, C. II, S. 107).
d. Kocasından haber alamayan' bir kadın, adalet izin verirse, ikinci bir erkek ile evlenebilir. Kadm ikinci bir erkekle evlendikten sonra, birinci kocası çıkagelirse, o zaman bu kadnm vaziyeti ne olacaktır? Birinci kocanın mı karisi olacak, yoksa ikinci kocanın mı?
Bu mesele hakkmda Hülefa-i Raşidin muhtelif şekillerde hail ü fasl ederek hüküm vermişlerdir. Fakat bu hükümlerin hiç birisi de «kanun olma» vasfını elde etmemiştir. Nitekim, bu meseleler Şûraya da getirilmiş olmasına rağmen ne icmâ ile ne de Cumhurî rey ile de bunun hakkında hüküm verilememiştir.
(Aynı eser ait II, Sahife, 126).
Yukarıda geçen bahislerden şu mesele anlaşılıyor: îslâmdaki adlî hükümlerin, İngiliz kanunlarındaki vasıfları yoktur. îngilterede hâkimlerin verdikleri hükümler ve kararlar, emsal için kanun mahiyetini haiz olurlar. Fakat Islâmda Kadı'nm yani Hâkimin verdiği hüküm veya karar icra edilmekle beraber emsal teşkil etmeyip, diğer davalar için kanunluk mahiyetini ihraz edemezler ve diğer hâkimler kendi kıyas veya içtihatları üzerine hü -küm verebilirler. Bu hükümler de yine ve hiç bir suretle kanunluk mahiyeti taşımaz. Hatta bir hâkim, bir davada verdiği bir hükme de daimî olarak bağlı kalmayabilir. Başka bir davada da başka bir hüküm verip, kendi birinci verdiği hükmün yanlış olduğunu ortaya koyabilir.
Hülefa-i Raşidin devrinden sonra Şûrânm nizamı karma karışık bir hale geldi. O zaman Eiimme-i Mücte-hidin fıkıh hükümlerini tertip etmeğe başladılar. Bunlar da bir nevi, yarım kanun olmak mahiyetine girdi. Bir ülke halkının büyük bir ekseriyeti, bir imamın fıkhına bağlandılar. Başka bir'ülkenin halkı da diğer bir îmanım fık7 hma intisap ettiler. Meselâ, Irak halkı, imanı Ebu Hanife Rahmetullahı aleyhin fıkhına, Endülüs halkı da îmam Malik Rahmetullahı aleyhin fıkhına, Mısır ise, îmam Şafiî Rahmetullahı aleyhin fıkhına bağlandıkları gibi... Bu fıkıhların da umum halkın çoğunluğu tarafından kabul edilmiş olmalarına rağmen yine de kanunluk mahiyetleri tam değildir. Bu fıkıhlar, yine de sahih manada kanun olmamışlardır. Her nerede bir kanun vazedilnıişse, şu esas üzerine vazedilmiştir ki, memleketin hükümeti ve devlet bu kanunu, kanun olarak kabul etsin, [184]
İcmânm tarifi hakkmda ulemanın muhtelif beyanları vardır. îmam Şafiî Rahmetullahi aleyhe göre, îcmâ-denilen husus; o şeyin, ismidir. «Bir mesele veya meseleler hakkında, ehli ilim tamamiyle ittifak etsinler ve bunların arasında herhangi bir ihtilâf olmasın» îbn-i Ce-rîr Taberî ve Kbu Bekir Er-Razî'nin ıstılahında, ekseriyetin kavline de «îcmâ» denmektedir. îmam Ahnıed Rahmetullahı aleyh de bazı meseleler hakkında şu hususu il-e-ri sürmüştür: «Bizim ilmimizde bir kavlin hilafına başka bir kavil yoksa, yani biz bu kavlin hilâfına, başka bir kavil
olduğunu bilmiyorsak, burada «İcmâ» vardır. Demek adı geçen İmam Rahmetullahı aleyhin ıstılahına göre de İcmâ bir kavlin hilâfına başka bir kavlin bulunduğuna dair malûmatın olmamasıdır. Bu hususun en doğrusu İc-mâ'nın hüccet oluşudur. Yani, kıyas ve ietihat üzerine yahut da herhangi bir kanun hakkında maslahat icabı ümmetin icmâ'ı olursa, o şeye tebâiyet edip, onu kabul etmek icabeder. Fakat ihtilâf şu noktadadır ki, icmâ'nm vukuu ve isbatı icabeder. Yoksa haddi zatında İcmâ'mn kendisinin hüccet olması zarurî değildir. Hülefa-i Raşidin, devrine ait olan hususlarda, ve o zamanki devirde, İslâmî nizam, usulü dairesinde yürütüldüğünden, bu nizam, Şûra ve müşavere üzerinde devam ettiriliyordu. Bunun için o zamanki icmâî ve cumhurî (çoğunlukla varılan netice) hükümler malûm ve muteber rivayetlerle sabittir. Fakat ondan sonraki devirlerde, nizamın vaziyeti karışınca, şûra (müşavere) usulü de karıştı. Hükümlerin belli olmasına da artık imkân kalmadı. Hakikatte hangi hususun icmâ ile ortaya konduğu, hangisinin konmadığı malûm olmadı. Buna göre, Hülefa-i Raşidin devrenin icmâ'î hü- . kümlerini ilmen, reddetmeden, kanunî mahiyette kabul etmek icabeder. Fakat sonraki devirlerde, herhang: bir kimse, filan mesele hakkında icmâ vardır dîye iddiada bulunduğu takdirde, o zaman tahkikciler ve ilim erbabı bu kimsenin davasını reddedebilirler.
Bu şekilde ve bize göre, hangi meselede icmâ olup, hangi meselede icmâ olmadığını belirtmek için, yine îslâ-mî Nizamın ayakta tutulmuş olması zarurîdir.
Umumiyetle şu da meşhurdur: İmam Şafiî Rahmetullahı aleyh ile İmam Ahmed İbn-i Hanbel Rahmetullahı aleyhin, her ikisinin reylerinde de esasen icmânm olmadığı kanaati vardır. Yahut da herhangi bir imam bu ıiu reddederse, şu demek değildir ki, bütün meselelerin ıiepsinde de icmâ yoktur. Asıl mesele şûradadır ki, herhangi bir mesele üzerinde durulurken, bir kimse ortaya çıkıp da şöyle bir iddiada bulunabilir: Ben bu hususta bir nazariye ortaya atarsam, bunda icmâ vardır. Ve artık bu mesele mevzuubahs edilmez. Halbuki, bu iddada bulunan kimse de bu iddiasını bir delille ispat edememektedir. O zaman, halk böyle bir iddia sahibinin davasını kabul etmez ve edemezler.
İmam Şafiî Rahmetullahı aleyh, kendi telifi olan îc-mâ'ül - ilm isimli kitabında bu mesele üzerinde etraflıca durmuş ve bu mevzuya geniş bir yer vermiştir. Ve bu mevzuda şu kıymetli bilgi bulunmaktadır:
İslâm dünyasının genişlemiş bulunması, ilim ehlinin her tarafa dağılmış olmaları, cemaat nizaııduun da-karmakarışık hale gelmesinden sonra, feri ve cüz'î meselelere ait hükümlerde, ulemanın akval ve nazariyelerinin neler olduğunu tayin etmek pek zor bir iş olmuştur. Bunun içindir ki, ferî meselelerde ve cüziyatta icmâ bulunduğunu iddia etmek hatadır. Elbette ki, îslâmnı usulleri ve erkânı ve büyük meselelerde icmâ olduğunu kabul etmek icabeder. Meselâ namazın beş vakit olduğu yahut da orucun ölçüleri ve saire gibi....
Bu hususu İmam îbn-i Teymiye Rahmetullahı aleyh şu şekilde izah eder :
îcmâ'nın manası şudur: Herhangi bîr hüküm hakkında bütün İslâm ulemasının ittifak etmesidir. Ve İslâm ulemasının ittifakla kabul ettikleri herhangi bir hUUam veya meselede İcmâ bulunduğu sabit olunca, artık k'm-semn bu hükmü tekrar ele almak hakkı olmaz. NJtekim bütün ümmet hiçbir zaman adalet üzerine ittifak tütmezler. Fakat bir çok meselelerde öyle vaziyet olur ki, bazı kimseler bazı mevzularda İcmâ bulunduğunu zanneder -ler. Halbuki aslında Iju meselelerde icmâ yoktur. Hatta çok vakit böyle meselelerde ikinci kavli muteber saymak icabeder.
(Fetavî, li - ibn-i Teymiye, Cilt, 1. Sahife, 406). Yukarıda ele alman nıevzudan şu husus iyice anlaşılır: Herhangi bir meselede Nass-ı Şer'î ile 'tabir, kıyas» iatinbat yahut da herhangi bir tedbir ve maslahata binaen ehl-i hail ü akd'in icmâ'ı veya ekseriyetin (çoğunluğu) hükmü bulunursa o zaman o mesele hüccet olacak ve kanunluk mahiyetini taşıyacaktır. Bütün islâm dünyasının Ehl-i Hail ü Akd'i böyle bir hüküm verirlerse, o "zaman bütün tslâm dünyası için bu hüküm kanunî bir mâhiyet taşıyacaktır. Yoksa herhangi bir İslâm ülkesinin Ehl-i hail ü akd'i böyle bir hüküm verirse, bu hüküm de ancak, o Ehl-i Hal ve akd'in bulunduğu ülke için kanun mahiyetinde bulunacaktır. [185]
Soru: Kur'an-i Kerimde şu şekilde bir hidayet beyan edilmiştir :
Ey iman etmiş bulunan kimseler, AUalıa itaat edin, Resule de itaat edin, kendinizden olan iiKileni re de. Bir şeyde ihtilafa düşerseniz ve eğer siz Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız bunu AUaha ve O*nun Resulü-ae havale edin. Bu en iyi ve en güzel tevildir. (En - Nisa, 59).
Bu âyet-i kerimenin tefsiri hakkında Zat-ı Faziletme. abları (Mevlânâ Mevdûdî) Tefhim - ül - Kur'an'da şöyle beyan buyurmuştur:
Bahis mevzuu olan bu âyet-i kerimenin alâkadar olduğu meselelerde müstakil ve kat'î usul ile şu noktayı gözönüne almak icabeder. îslâmî nizam'da (rejimde) Al-lahm hükmü ve Resulün usulü, temel kanun ve son mes-ned hususiyetini haizdir. Müslümanlar arasında, yahut da müslümanlaria müslüman devlet ve hükümet arasında ihtilaflı bir mesele baş. gösterince, bu ihtilâfı halletmek için Kur'an ve Sünnete baş vurulacaktır. Bundan elde edilen ne tice ne olursa olsun herkes tarafından kabul edilip herkes bu neticeye teslim olacaktır. Bu şekilde de bütün yaşayış meselelerinde, Allahın Kitabı ve Allah Resulünün Sünneti son mesned ve merci olup son söz olarak kabul edilmesi ve bunların ahkâmına baş eğmek îslâmî rejimin lâzım gelen hususiyetlerindendir ki, bu nizam, kâfirane yaşayış nizamlarından ayırır.
Zat-ı Faziletlerinin açıklam alarmdan şu nokta kesin olarak anlaşılır. Bütün ihtilaflı meselelerde son kararı verecek merci, Allah ve O'nun Resulünün hükümleridir. Bu meyanda şöyle karışık bir durumla karşılaşabiliriz: Nebi Sallallahu aleyhi ve sellemin hayatlarında elbette ki, bu iş mümkün idi. O zaman, herhangi bir ihtilâf ortaya çıkınca, Resulü Ekrem Sallanahu aleyhi ve sellemin mübarek huzurlarına aksettirilir ve ihtilâf halledilirdi. Fakat mademki Zat-ı Risaletpenahileri Sallallahu aleyhi ve sel-lem bizim aramızda bulunmamaktadır. Ve sadece O'nun tâlimi bizim önümüzde duruyor. Ne zaman Islâmda bir hükmün tabiri meselesiyle karşılaşırsak, İslâm nizamına göre, bir şahıs, idare veya kurul, bu gibi işleri hal ve fasl etmeğe selâhiyet sahibi olması icabeder ki, bu hususta Şeriatın ortaya koyacağı hükmü gözönüne alarak, işi hal-lp+sin veya etsinler. Ümit ederiz ki, Zatı Faziletleri (Mev-iânâ Mevdûdî) bu noktada bizi aydınlatırlar ve bizi minnettar kılarlar. [186]
Karışıklık olduğu bahsedilen bu suale cevap verebii-tnek için, Kur'an, Sünnet, Sahâbi devrinin teamülü, umumî akıl ve dünyanın belli başlı çalışma sistemlerini hep bir araya toplarsak, bîze yardımcı olacaklardır. Bunların hepsinin başında Kur'ana bakalım. Mukaddes kitabımızda bu hususta usule ait üç hidâyet vardır. Birincisi:
Bilmiyorsanız; zikir ehline (bilen kimselere) sorunuz. (Nahl 12, Enbiya 7.).
Bu âyet-i kerimede «Ehlü'z - zikr» kelimesinin çok manalı bir ıstılah olduğunu şözönüne almak gerek.r. «Zikr» kelimesi Kur'an ıstılahında hususî bir şekil arz eden bir ders için kullanılmıştır ki, bu dersi Allah ve O'nun Resulâ, Ümmete öğretmişlerdir. «Ehlü'z-zikr» o cemaat yahut da o halk topluluğuna denir ki, bu dersi gerçek olarak talim etmiş ve öğrenmişlerdir. Burada sadece «bilgi : ilim» (Know ledge) kasd edilmemiştir. Belki böyle denmekle burada Kitap ve Sünnetin bilgi ve ilmine ıtlak edilen bir nokta kasd edilmiştir. Buna göre âyet-i kerime şu şekilde anlaşılmış olur ki, muaşereti ve içtimaî hususlarda merci olan makamı o kimseler işgal edebilir ki, bunlar Kitab-ı İlâhî bilgisine sahip ve onun usullerine de vâkıf bulunurlar. Bunlar, Resulü Ekremin öğrettiği gibi Tâlimi îlâhiyeyi kavramışlardır.
İkincisi :
Kendilerine, korkulu veya emniyetli bir mesele vuku bulursa, bunu yayarlar. Eğer bunu Resule ve kendilerin-
den olan Ülülemre bıraksalardı herhalde bunlar meselenin hakikatini meydana çıkarır ve işin iç yüzünü onlara öğretirlerdi. (Nisa, 83).
Buradan anlaşılıyor ki, muaşereti ve içtimaî işlerde karşılaşılan mühim meselelerde — ister emniyetli :şler olsun, isterse korkulu ve endişeyi gerektiren meseleler veya harbe ait hususlar olsun, yahut da endişeyi mucip olmayan veya üzerinde düşünülen" hususlar olsun — müs-lümanlar için Allahm Resulü ve O ulvi Resulden sonraki devirlerde müslümanlar arasından çıkmış t bulunan ülül-emr (buyruk sahibi idareciler gibi) mecri olarak kararlaştırılmıştır.
Ülülemr mevkiinde olanlar «istinbat» etmek salâhiyetine haizdir denmektedir. Yani karşılaşılan muamelelerde bunlar, hakikati ortaya koyabilirler. Allahm Kitabı ve O'nun muazzez Resulünün gönderdikleri yollardan, bunun ne olacağını meydana çıkarırlar. Bu âyet-i kerimede içtimaî ve muaşereti işlerde, ehemmiyetine göre alelu-mum Ehlü'z-zikir yerine «ülülemr» merci olarak kararlaştırıldığından, ülülemrin de Ehlü'z-zikirden bu işi daha iyi halledeceklerine delil olur. Fakat ülülemr» de, hususiyet itibariyle yine kendileri Ehlü'z-zikir'dendirler. Nitekim, bunlar da karşılaştıkları muameleleri Allahm Kitabı ve O'nun Resulünün kavli ve hidayetleriyle hallederler. Ümmetin müşkül işlerini bu iki mesnedin ışığı altında sahih rey ile karara bağlarlar.
Üçüncüsü :
Onların işleri, aralarımla müşavere iledir. (Şûra, 38).
Bu âyet-i kerimede de müslümanların işler'nin hallü faslının son şeklinin ne olacağı bildirilmiştir.
Bu üç usulü bir araya toplayınca görürüz ki, bütün ihtilaflı işler hep:
Bunları Allah'a -tfe O'nun Resulüne bırakınız.
Mefhumunun menşeine bağlanmıştır. Bilfiil bu hususun gözönünde tutulması emredilmiştir. Halk karşılaştığı meseleleri Ehl'z-zikre havale edecektir. Onlar da bu meseleleri Hak Taalânın ve O'nun Resulünün hükümlerine göre karara bağlayacaklardır. Memleket ve içtimaî İşler ve daha ehemmiyetli meselelere gelince bunları da ülülemr'in karşısına getirecekler ve birbirleriyle müşaverede bulunarak Kitabullah ve Sünnet-i Resulullah ile hak ve hakikati ortaya koyacaklar ve karara bağlayacaklor-dır. [187]
Şimdi, Devr-i Saadet-i Nebevî'de Sallallahu aleyhi ve sellem ve Zat-ı Risaletpenahîlerinden sonraki Hülefa-i Raşidin zamanında ihtilâfların nasıl halledildiğini tetkik edebiliriz. Zat-ı Saadetlerinin hayatlarında, karşılaşılan işler doğrudan doğruya Zat-ı Risaletpenahîlerine intikal ettirildi. Bildirildiğine göre, Allahm hükmü ve O'nun Resulünün kararı, ihtilaflarının halledimesinin mesnedi idi. Buna göre Zat-j Saadeteri kendileri, ihtilafları hallederlerdi. Fakat burada başka bir mesele de vardır ki, o devirde, islâm ülkeleri bir hayli genişlemişti. îslâm çok geniş beldelere yayılmıştı. Bu ülkelerin muhtelif yerlerinde bir hayli işler ve meselelerle karşılaşılırdı. Bunların hepsini, doğrudan doğruya Zat-ı Saadetlerinin huzuru mübareklerine intikal ettirmenin maddeten ve bilfiil imkânı yoktu. Maddî ve fiilî olarak da Zat-ı Risaletpenahîlerinin bu kadar işle meşgul olmaları da mümkün değildi.
Bunun için, memleketin muhtelif yerlerine Zat-ı Risale tpenahîleri tarafından muallimler gönderilmiş, halkın eşlerini öğretmek için memurlar tayin edilmişti. Bu zevat da halka dini öğretirler ve onlara karşılaşacağı meseleleri ne şekilde halledeceklerini tâlim ederlerdi. Bundan başka her ülkede, her vilâyette, emîr, âmil, kadı (hâkim) ler de tâyin edilmişlerdi. Bunlar da kendilerinin hangi daire içinde nasıl çalışacaklarını bilen kimselerdi. Bundan dolayı, sahih usul ile meseleleri hallederlerdi. Bu zevat ;
«Bunu Allah'a ve O'nun Kesulüne havale ediniz...» âyet-i kerimesinin ışığı altında işleri mükemmel olarak ballü faslını gözönüne alırlardı.
Bu usulü, Zat-ı Risaletpenahileri Sallallahu aleyhi ve sellemin kendileri beğenmişlerdir. Zikredeceğimiz şu hadis-i şerifde Zat-ı Saadetleri, ihtilafların ne şekilde halledileceğini ve meselelerin nasıl karara bağîanacağmı açıklamışlardır.
«Resulullah Sallallahu aleyhi ve sellem, Muâz Radı-yallahu Taalâ anh'i Yemen'e âmil : vali tavin ettikleri zaman, buyurdular ki:
— Ey Muâz! îşleri nasıl hallü fasl edecek ve karara bağlayacaksın ?
— Allanın Kitabına göre, Ya Sesulallah.
—. Ya, Allahm kitabında buna göre bir hüküm olmazsa? O zaman ne yaparsın?
— Böyle bir durumda, Sünnet-i Resulullah'a göre karar veririm.
— Ya, Sünnet-i Resulullahda da buna ast bir hüküm bulanı uzsun?
— O zaman, kendi reyime göre içtihat ederim. Allalıin Resulü, şöyle buyurdular :
— Hamd olsun O A Halı a ki. kendi Resulünün seçtiği kimseyi muvaffak kılmıştır.
(Tirmizî, Ebvab ül - Ahkâm» Ebû Dâvûd, K:tab ül-AJcdiya).
Zat-ı Risale tpenahîleri, devr-i saadeti nebevîyele-rinde, müşavere nizamını gözönünde bulundururlardı. Hak Taalâ tarafından vahy gelmemiş bulunan hususlarda müşavere ederlerdi. Müşavere ettikleri zevat da Ehl'ür - rey ve değerli kimselerdi.
Müşaverelerin en parlak misallerinden bir tanesini burada kaydedelim; Zat-ı Risale tpenahîleri Sâlîallahu aleyhi ve sellem, halkın namaza toplanması için ne yapılacağı hakkında müşaverede bulundular. Bu görüşme neticesinde de bildiğimiz «Ezan» takarrür etti. Zat-ı Ri-salepenahîleri de böyle olmasına karar verdiler. [188]
Hülefa-i Raşidinin devrinde de aşağı yukarı Zat-ı Saadetlerinin devri mübareklerindeki usul devam edegel-di. Şu farkla ki, devri saadette, Zat-ı Risaletpenahîlerinin kendileri vardı. Hülefa-i Raşidin devrinde ise bulunmuyorlardı. Devri Saadetle, son merci Zat-ı Saadetlerinin kendileri idi. Hülefa-i Raşidin devrinde ise, Zat-ı Saadetlerinin şahsen kendileri değil de, O'na ait rivayetler idi. Sünnet, dediğimiz bu rivayetler, halkın arasında yayılmış ve halk tarafından ezberlenmiş ve muhafaza edilegel-mişti.
Bu devirde üç ayrı idare vardı. Bu üç makam, işlerin hallü faslı hususunda meseleleri karara bağlarken yine;
Bunları Allaha ve O'nun Resulüne havale ediniz... hükmü celilini gözönünde bulundururlardı.
Şimdi bu üç makamı sırasiyle gözden geçirelim :
1. Alelumum ehl-i İlim. Bunlar umumiyetle Allanın kitabını bilen kimselerdi. Esasen bu zevatın çoğu ve hemen hemen hepsi de Zat-ı Saadetlerinin huzurunda, yetişmiş, O'nun maiyetinde bulunarak kendisinden ilim öğrenmiş, çok defala Zat-ı Saadetlerinin işleri nasıl hallettiklerine şahit olm ş kimselerdi. Bu zevat sadece halkın işleri hakkında feteâ verip, işleri karara bağlamakla kalmazlardı. Hattâ Hülefa-i Raşidinin kendileri de karşılaştıkları bir hayli meseleleri bu kimselere aksettirirler ve bu meseleleri ve işleri nasıl halletmek gerektiği hususunda bu zümrenin rey ve fikirlerine müracaat ederlerdi. Aynı zamanda Hülefâ bu zevatın kendilerinden, acaba Zat-ı Saadetlerinin, böyle bir işle karşılaşıp karşılaşmadıklarına ve karşılaşmış oldukları takdirde, meseleyi ne şekilde hallettikleri hakkında, malûmatları olup olmadığını da sormuşlardır. Çok defalar şöyle b'r durumunun görüldüğü vakidir ki, zamanın halifesinin bir mesele hakkında bilgisi olmamış, fakat bu zevatın o mesele hakkında belgileri olduğu görülmüştür. Hatta bazan, zamanın halifesi bir mesele hakkında karar verdikten sonra anlaşılmıştır ki, Resulü Ekrem Salîallahu aleyhi ve seîlem, bu mesele hakkında başka türlü karar vermişlerdir. O zaman Halife kararını değişt'rrmştir.
Ehl-i ilm'n varlığının faydası sadece, halkın fert fert işlerini halletmeleri veya Ülülemrin meselelerini çözmeleri değildi. Belki bundan başka bir faydaları da, bunların, herhangi b'r adalet makamının ve devletin veya herhangi bir Şürâ Meclisinin yahut da herhangi bir buna benzer kurulun, — Kitabullaha ve Sünnet-i Resuhıllaha mu-hal'f olarak — verebilecekleri ihtimal dahilinde bulunan hükümlere mâni olmalarıydı. Onların sağlam ve umumî reyleri, İslâm nizamının dayanağı ve istinadgâhı idi. Herhangi bir yanlış hükmü geri çevirir ve bunun doğrusunun ne olduğunu ortaya koyarlardı. Sehih nizamın, yürümesini tekeffül ederlerdi. Onlar herhangi bir meselede ittifak ettiler miydi, demek olurdu ki, bu meselede din doğru yolu göstermiştir. Bu yoldan başka bir yol ile bu meselenin hal ve fasl edilmesine imkân olmadığı anlaşılırdı. Onların reylerindeki ihtilâfdan da şu netice anlaşılırdı ki, bir meselenin Hallinde, iki veya ikiden çok. yol takip etmek mümkündür. Çünkü olabilirdi ki, bir de-ta böyle halledilmiş diğer bir defa da şöyle halledilmiştir. Hal şekli ne olursa olsun, fakat neticen.n aslında bir olması icabeder.
Onların varlığının sayesinde, Ümmet arasında herhangi b-r şekilde bid:atin yayılması ve bu bid'atlerin de halk tarafından kabul edilmesi asla mümkün değildi. Nitekim, her tarafta böyle bir cereyanı önleyecek dini çok iyi anlayan zevat vardı. [189]
Bu hususta tam bir aydınlıkla Halife Hazret-i Ömer Radıyallahu Taalâ anh, Kadı (Hâkim) Şureyh'e şöyle bir talimat yazıp göndermişti :
Allahm Kitabına göre hüküm ver. (Duruşma yap). Alahın Kitabında buna dair bir hüküm bulamadığın takdirde, o zaman Resulullah SaÜallahu aleyhi ve sellemin Sünnetine göre hükümde bulun. Ne Allahm Kitabında n« de Resulullahın Sünnetinde o mevzuda bir hüküm bulamazsa», o zaman sâlih kimselerin içtihatlarına uygun bir şekilde hüküm vereceksin. Ve eğer ne Allahm Kitabında ne ResuIuUahuı Sünnetinde ne de Salih kimselerin hükümlerinde bir şey olmazsa, sen istersen bu işin üzerin. de çabukluk göster. İstersen geciktir ve düşün. Bana kaursa, geciktirip düşünürsen senin için daha hayırlı ola çaktır, zannındayım. [190]
(En-Nesâ'î; Kitabü Âdab-ül-Kuzât).
Bu hususta yine Hazret-i Abdullah ibn-i Mes'ud'dan şöyle bir rivayet vardır:
Biz öyle bir devir geçirdik ki, bu devirde ne duruş-•na yapmak ihtiyacında bulunduk. Ne d« duruşma yapacak vaziyette idik. Yani (Devr-i Saadet-i Nebevi) den sonra AN ahu Taalâ azze ve celi, bizi gördüğünüz vaziyete düşürdü. Sizden her kim duruşulacak ve halledilecek bir mesele ile karşılaşırsa, bundan böyle Allanın Kitabtna £Öre durulma yapıp halletmesi lâzımdır. Eğer Allahm Kitabmda bulunmayan bir mesele karşısına çıkarsa, o zaman, Allah'ın Nebisi Sallallahu aleyhi ve sellemin nasıl duruşma yapıp işi hallettiği gibi duruşma yapıp işi halledecektir. Yok eğer bir mesele ile karşılaşırsa ki, bu iş İıakkluıda ne Allah'ın Kitabında bir hüküm bulunup ne de Nebî Sallallahu aleyhi ve sellemin, bunun hakkında bir karar vermiştir. O zaman, sâlihlerin ne şekilde duruşma yapıp karar verdiklerine bakacak ve o şekilde karar verecektir. Yok eğer. karşılaştığı mesele hakkında ne Allahm Kitabı, ne Nebî Sallallahu aleyhi ve sellemin ne de sâlihler bu hususta bir duruşmada bulunup karar verdikleri olmazsa, o zaman kend$ reyi gereğince ictihad edecektir. Ben korkuyorum, ben korkuyorum da denmi yecektir. Çünkü helâl de bellidir. Haram da bellidir. Bun-«ırm ikisinin arasında şüpheli işler vardır k% bunlar hakkında d:2 kalbinin huzuru ile şüphesini gidermeğe bakacaktır.
(En-Nesâ'î; Kitabü Adab ül - Kuzât). O zamanki adliye sadece halkın birbirleri arasındaki ihtilaflı işleri halletmekle kalmazdı. Aynı zamanda ic-raî organ (Intizamiye : Exucutive) nin aleyhine de halk dava açar ve bakmasını isterd.. Halkın bu husustaki' davalarını da görürdü. Adliye karşısına çıkmaktan kimse istisna edilemezdi. Ne bir hükümdar, ne vali, adalet makamının karşısına çıkmaktan imtina eyleyeb lirdi. Hattâ ne de zamanın halifesi, adalet huzuruna gitmemezlik edebilirdi. Adalet ancak Hak Taalânm emri ve CKnun Resulünün getirdiği kanun ile işleri hal ve fasî edip karara bağlardı. Halifenin aleyhine bile karar verirdi. O'nun işine hiç kimse- karışamazdı.
3. Ülül-emr. yan Halife ve onun Şûra Meclisi, son salâhiyet sahibi idare veya kuruldu ki, Kur1 anın hidayete ışığı altında müşavere ederek, memleketin içtimaî ve muhtelif muacşretî işlerinin hallin', üzerine almıştı. Karşılaşılan meseleleri Allahın Kitabı ve Resulün Sünneti hükümlerine uygun şekilde ele alırdı. Bu mesele hakkında acaba Ali ahin Kitabında ne gibi bir hüküm vardır diye araştırırdı. Sünnet bu hususta ne sj bi bir muamele görmüştür diye tetkikler yapardı. Bu iki kaynakta bulunmazsa, o zaman, din usulünün ruhunu muhafaza etmek şartiyle müslümanlarm meselelerini gozönünde bulundurarak, «akre bün ile's - sevâb» : doğruluğa en yakın b'r şekilde neticeye bağlardı.
Bu kurul, işleri daha ziyade, hadiselere, îsîâmî rivayetlere, fıkha ve diğer îsîâmî istinadlı menbalara göre, yürütürdü. İşlerin hal ve faslını, sahabîlerden — ki, bunların çoğu işlerinin halledildiği zaman huzuru saadette bulunuyorlardı — nakledilegelen rvayetlerin neticelerine göre tedvir ederlerdi.
Bu idare veya kurulun vaziyeti incelendiği zamaii görülecektir ki, külli kaidelerde ve ana hükümlerde kemali şiddetle ilk önce Allahın K" tabını gozönünde bulundurulmuş, Allahm Kitabında bulunmayan hükümler hakkında da Allah Resulünün Sünnetine baş vurulmuştur.. Fakat ne zaman bu ikisinden birinde aranılan hüküm bu-. lunmuşsa, o mesele bu iki hidayet kaynağının nuru altında halledilmiştir. Bütün bir Hülefa-i. Raşidin devrinde bu nokta gozönünde tutulmuştur. Bu usulün aksi olarak tek vak'aya rastlamak mümkün değildir.
Fiiliyatta memleketin işlerinin yürütülmesi ve hükme bağlanması yine bu ülülemrin el'nde olmakla bera -ber, hakikatte ise, bu icra heyetin'n değil de hakiki ve kanunî hüküm yine Kur'an ile Sünnetindir. Müslümanlar içtimaî hususlarda ve muaşereti durumlarda, ülülemre itaat etmelerinin sebebi de bu ülülemrin işleri Allahın Kitabına ve Sünnete göre yürütmelerinden ileri gelmektedir. Ülülemr hiç b;r suretle Allahın Kitabının ve Allah Resulünün hududunu aşmak salâhiyetinde değildir. Hattâ bu müessesenin Kur'an nassınin aksine bir kanun ortaya çıkarması, yahut da bir hüküm vermesi kimsenin aklından bile geçmez. Nitekim, Zat-ı Saadetlerinin devri Saadetlerinden sonra da kimse bunu aklının köşesinden dahi geçirmedi. Zat-ı Saadetleri emir sahibi sıfatında bulunuyorlardı, şimdi biz de emir sahibi olmak sıfatını taşıyoruz. Bu itibarla ve bu sıfata haiz olduğumuz için:
«Zat-ı Saadetlerinin hükümet başında bulundukları devirde, verdikleri hüküm ve koydukları usule bizim bağlı bulunmamız lâzım değildir ve O'nun verdiği hükümler gibi, hüküm vermiyebiliriz.»
Kabil'ndeh herhangi bir mülâhaza ve icraat asla duyulmuş ve görülmüş değildir.
Zat-ı Saadetlerinin ebedî âleme teşriflerinden sonra hilâfet idaresinin işi ele alması. Birine: Halifenin şu hutbeyi okumasiyle başlar :
Aİlaha ve O'nun Resulüne itaat ettiğim müddetle siz de bana itaat edeceksiniz. Ne zaman ben Aİlaha ve O'nun Resulüne karşı isyan yolunu tutarsam siz de bana itaat edecek değilsiniz.
Bu ilân ile bu mesele açıktan açığa anlatılmış oluyor ki, iş başında bulunan halifenin de iş başında bulunması yine kayda ve şarta tâbi idi. Başı boş değildi. Halife, Aİlaha ve Resulüne itaat ettiği müddetçe, ümmet de halifeye itaat edecektir. Başka bir tabirle ümmetin halifeye itaat etmesinin şartı şudur ki, bu halife Allah ve O'nun Resulünün hükümlerine bağlı bulunmalıdır. Bu şart ortadan kalktığı zaman, ümmetin halifeye itaat etme farzı da kendiliğinden ortadan kalkmış olur. Ümmet iğin itaat denilen bir farz kalmaz. [191]
İncelediğimiz bu mevzulardan sonra, şimdi de umumî aklın iktizası mevzuunda duracağız. Kur'an-ı Kerimde bahsi geçen âyeti kerimenin menşei nedir? Ve fiilî olarak neyi iktiza ettirir? Bu âyet-i kerime, müslüman-larm bütün içtimaî ve muaşereti işlerini tertip ederek, üç itaati farz kılmıştır. Birinci derecedeki itaat elbette ki, Allah'adır. Sonra sırasiyle O'nun Resulüne ve son ra 'da müslümanlarm kendilerinden olan ülülemre'dir. Müslümanlarla. kendi ülülemr'leri arasında çıkacak ihtilâflarda da Allah ve Resul'e müracaat edilecektir. Bu hükümden şu husuâ anlaşılıyor ki, içtimaî işlerde esâs itaat Allah'a sonra Resul'e olması farzdır, Ülülenır'e itaat etmek ise, Allah ve Resul'e itaat etmeğe tabidir. İhtilâf sadece, halk arasında çıkmaz. Halk ile ülülemr arasmda da çakabilir. Bütün ihtilafları halledecek son merci de yalnız ülülemr değildir. Belki Allah ve O'nun Resulüdür. Alla-hm ve O'nun Resulünün hükümlerine hem halk boyun eğip teslim olacak, hem de ülülemr boyun eğecek ve teslim olacaktır.
Şimdi ilk önce, şu sual ortaya çıkar ki, Allah'a ve Resul'e müracaat etmekten maksat nedir? Ne şekilde Allah'a ve Resule müracaat edilecektir? Şurası da elbette vazıhtır ki, «Allah'a müracaat edilecek» cümlesindeki mana, insanın kendisinin Allahın huzuruna çıkıp, ihtilaflı davasını Allanın nezdinde beyan etmesi ve hüküm vermesini istemek değildir. Belki burada «Aİlaha müracaat edilsin» cümlesinden anlaşılan mana Allah'ın kitabına müracaat etmektir. Bu Kitabın ahkâmına bakılacak, ihtilaflı mesele bu kitabın hükmime göre halled;lecektir. Aynı şekilde «Resul'e de müracaat edilecek» cümlesinden de doğrudan doğruya Resul-ü Ekrem Sallallahu aleyhi ve sellemin kendisine müracaat edilmesi değildir. Evet bir müddet için bu şekil düşünülebilirdi. Fakat Resul artık müslümanlarm arasında, olmayınca, bu iş, olsa olsa ancak Zat-ı Risaletpenahîlerinin tâlim, akvâl ve ef'âlr ile, bize göstermiş bulunduğu hidayet yollarına müracaat etmektir. Esasen Resulün kendisine bizzat müracaat edilmesi, Saadet Devrinde de her zaman için amelen imkânsızdı. Tebük'ten Bahreyn'e kadar olan geniş bir îslâmî ülkenin içinde yaşayan, her şahıs herhangi bir ihtilâf mevzuunu Resule aksettirmesine imkân bulamazdı. O devirde dahi, «Resul'e müracaat edilecek» mefhumu, Resuiün Sünnetine müracaat edilmesi demekti. O'nun hükümlerini gözönüne almak idi.
Bundan sonra ikinci bir sual de ortaya çıkar. İhti-Jâflı meselelerde Allah'uı Kitabı ve Resulullahın Sünneti ile meseleler nasıl halledilecektir? Bunun usulü nedir? İşin zahirî şekli ile, bu hususta hüküm yerecek olanlar, y.ne insanlardır. Elbette Kitabullahın yahut da Sünnet-i ilesulün, konuşan dili yoktur. Fakat bu Kitabı ve Sün. " neti, hiç olmazsa -iyi bilen insanlar, yani âlim kimseler vardır. Bu gibi insanlar, Kitabın ve Sünnetin ahkâmını gözönünde bulundurarak, iki tarafın arasında hüküm verip meseleyi de karara bağlarlar. İhtilaflı bulunan bu iki tarafın, hiç bilisinden olmayan, tamamen tarafsız, üçüncü bir şahıs, veya heyet (kurul) ortada bulunur ki, işleri halletsin.
Bazı ihtilaflı meseleler olur ki, bunları bilgi sahibi herkes halledebilir. Bir kısım meseleler de vardır ki, bunların halled'Imesmde bir adalet kuruluna ihtiyaç olur. Diğer bir ku.n mefc-leleri de ülülemirden başka kimse halledemez. Fakat ihtilaflı meselelerin çeşidi ne olursa olsun, yine asıl menşe ve mehaz Allah'ın Kitabı ile Rcsu-Uıllahm Sünneti olacaktir.
İşte âyet-i ker.'mede bahsedilen umumî aklın yardımı da bu meselededir. Her bilgi sahibi, âyetin manaları üzerinde düşünebilir. Ancak, âyetler üzerinde düşünürken, herhangi bir surette âyetin işaret ett'ği mananın hilâfına dolambaçlı yollara gitmemelidir.
Şimdi şu nazariyeye baktığımız zaman görüyoruz ki, dünyanın her tarafındaki mutaaref usul, bu âyet-i kerimenin ileri sürdüğü usulden başka bir usul değildir. Her yerde aklın yardımına ihtiyaç vardır. Bugün, dünyada artık «Kantin tdaresi» : (Rule of Law) diye bir idare tanınmaktadır. Şunu da söylemek icap eder ki, dünyada adaletin kaim kılınması için ancak kanunun her xyden üstün olduğunu hesaplamak gerekir. Kanun karısında ,büyük, küçük herkes aynı olmalıdır. Alelade^ halktan bîr ferüe, iktidar başında bulunan ve hattâ ikti-cUrı elinde bulunduran hükümetin kendisinin bile kanun karşısında eşit olmaları icabeder. Kanun, ister* bir parlamento tarafından, isterse bir kurul tarafından yapılmış olsun, her ne şekilde yapılırsa yapılsın, bu yapılan şey kanundur. Bunu yapan Parlamento veya kurulun kendisi de kanun karşısında boyun esmelidir. Kanun hâkimiyeti, her nerede gerçekten mevcud ise, orada aşağıda sayacağımız dört hususun bulunması zarureti vardır:
1. Kanuna hürmet eden bir camiada hakikî idare kanunla kaim olur, indî veya keyfî olmaz.
2. Böyle bir camiada, halkın çoğunluğu kanunu bilmeli ve kanunun yürümesi için yardımcı olmalıdır. Bu kanunların heyeti umumiyesi ilmin aydınlığı altında garantiye bağlanmalıdır ki, ne camia bunu ortadan kaldı-ra;bilsin ne de herhangi bir siyasî iktidar bunu ortadan kaldırmağa cesaret etsin.
3. Tam manasiyle tarafsız bir adliye teşkilâtı da bulunmalıdır ki, halk ile hükümet arasında çıkacak olan ihtilafları kanuna göre temiz ve doğru olarak hallets n.
4. Bunların hepsinden daha da kudretli bir makam bulunmalıdır ki, içtimaî hususlarda karşılaşılan bütün meseleleri ve muameleleri halletmek salâhiyetine haiz olup, hallettiği meselelerde, verdiği hükümler kanun vasfını taşısın ve kanun hükmünde olsun.
Bu gerçekleri gözönüne alıp da düşündüğümüz zaman, anlaşılacaktır ki, Kur'an-ı Kerimde bahis mevzuu olan âyet-i kerimede, islâm camiasının ne şekilde idare edileceğinin esasa ait ana plânı çizilmiştir. Böyle bir sistemin yürümesi de yukarıda bahsettiğimiz dört noktaya dayanmaktadır. Ancak şu fark vardır ki, İslâm kanunları, dünyadaki bütün kanunların üstündedir. Çünkü orada, Allah ve Resulünün kanunu en yüksek kanun olarak bildirilmiş ve herkesin de bu kanunlar karşısında boyun eğmesi kararlaştırıldığı gibi, herkesin de bu kanunların1 karşısında eşit olduğu hükmü verilmiştir. Bu kanuna muhatap olan kimseler, bu kanuna tam nıanasiyle kalben, gönül Üe, iman edip inanmış kimselerdir. Şimdi bu kanunun İcaplarının tam olarak yerine gelmesi İçin de camianın arasında çok sayıda Ehlüz-zikr'in bulunması gerektir. Bu seçkin zümrede, içtimaî, muaşeret! ve yaşayış işlerinde halka her hususta yardımcı olurlar ve bunun neticesinde de, bu nizam daimî olarak ayakta tutunabi-lir. Bu iş bir de şunu iktiza ettirir ki, yalnız halkın kendi aralarında çıkması ihtimali bulunan ihtilafları hal etmek için değil, ayni zamanda halk ile halkı idare etmekte bulunan hâkimler (vali, yöneticisi ve saire) arasında da çıkması muhtemel ihtilafları hallederken kanunun her şeyden üstün olduğunu nazarı itibara alınmalıdır. Ülülemr'in kendileri dahi böyle bir idare veya kurulun verdiği kararlara boyun eğmeli ve kanunun üstün olduğunu kabul etmelidirler. İçtimaî, muaşereti ve herhangi bir hususta da bu kanunu ancak bu kurul tefsir ve şerh etmeli ve ancak bu kurulun ictihad]-r.ın neticesinde kanun kullanılabilmelide. [192]
Mevlânâ Mevdûdi Sahib muhtelif Anayasa, (düstur) meseleleri üzerinde zaman zaman beyanatta bulunarak bu mevzunun s;yasî ve nazarî taraflarını aydınlatmışlardır. Bu ilmî faaliyetler, memlekette An-ıyasa hakkındaki çalışmaların devm ettiği sıralar-ds cereyan etti. Bu meyanda bazı meselelerin karışık taraflarını .acLkLğa kavuşturmak için, Lâhor'da adil tahkikatın karşısına çıkarılmış, şerh edilerek, bazısı beyanat şeklinde bazıları da yazı i'e bir kısmı da sual ve ecvaplara yol açmıştı. Bu gibi sual ve ce-vnpların sayısı pek çok ise de biz" burada bazı mühim meseleler Jıpkkmda cereyan edenleri bir araya getirdik. (Hazırlayıcı) [193]
a. Lâdini (Sekular) Cumhuriyet, Teokras." ve İslâ-ınî hükümet.
İslâm hükümetinin kurulup, örnek icraatı ile, ulvî cemiyet hayatını kurarak her tarafı aydınlatması bizim idealimizdir. Buna Avrupa ıstılahındaki gibi «Dinî Hükümet» (Teokrasi : Theocracy) veya Cumhuriyet rejimi hükümet (Democracy) de diyemiyeceğiz.. İslâmî hükû-met'n bu iki, devlet şeklinden tamamen ayrı bir rejimi, ayrı bir siyaseti ve ayrı bir medeniyeti vardır. Bugün Avrupa terbiyesi görmüş, zihmleri tesir altında bulunan zümreler "tendi düşüncelerinde «îslâmî Hükümet» mefhumundan Avrupa modeli bir rejim şekli anlamaktadırlar. Avrupa ıstılahlarının tatbik edilebileceğini düşünüyorlar. Bu kimselerin bu şekilde düşünmelerinin sebebi de geride kalmış bulunan Avrupa tarihin: gözleri önüne getirip, bu tarîhin seyri üzerinde fikir yürütmelerinden leri geliyor.
Avrupa ıstılahında «d:nî hükümet» : (Theocracy) iki esas nazariyenin biraraya toplanmasından ibarettir:
1. Hak Taalânın kanunî hâkimiyeti (Legal Sove-reıg-nty) lafzmın işaret ettiği mefhum.
2. Papaların ve dinî önderlerin bir zümre olarak kendilerini Hak Taalâmn mümessili, Hak Taalânın vekili ve Hak Taalânın mütercimi yaparak bu hükümette kendileri için kanunî ve siyasî vasıflar ve hususiyetler sağlayıp, amelî ve fiilî olarak işi ele almaları.
Bu iki nazariyenin dışında hakikî bir meseleyi de üçüncü bir unsur olarak zikredebiliriz. Bu mühim unsurv : .Si)
da şudur: Hazret-i İsa Aleyhisselâmın încTinde ahlâkî tâlimden başka, herhangi bir şekilde kanunî 'hidâyet bahsi geçmemektedir. Diğer taraftan Sen Pol (Saint Paul) ün kurduğu Şeriatte de, Hıristiyanları Tevratın ahkâmından kurtarmış ve Tevrata bağlı kalan Hırist'yanları lâ-netlemiştir.
Şimdi siz, Hıristiyanlıkta, ibadet, muaşeret, muamelât ve siyasî meselelerle karşılaşırsınız ki, bu hususta Hıristiyanlık kanunlarında bu dinin önderleri ve ileri gelenleri tarafından icabett'ği zaman uydurulmuş ve ortaya atılmış kanun ve ahkâm bulunuyor. Bu kanunların ve ahkâmın İlahî olmak bakımından hiç bir vasfı yoktur.
İslama göre böyle bir hükümette, dinî hükümet (thcocracy) olma vasfı ancak bu hükümet rejiminin, bir cüs'ü addedilir. Oda, İlâhî hâkimiye ak'des'dir. İkinci cliüo gelince, yani dinî önderlerin iktidarı ellerinde bu -lundurmaları meselesi îslâmda sureti katiyede yoktur. Üçüncü cüz'de ise, Hır'stiyanlığm hilâfına, Islâmin Kur'-an-ı Keriminde, gayet geniş ve cami bir şekilde yaşayışın her sahasına tatbik edilebilecek vaziyette, ahkâm ve kanun mecmuası vardır. Bunların şerh ve tefsiri için de Nebî Sallallahu aleyhi ve sellemin akval ve ef ali hak -kında geniş rivayetler elde bulunmaktadır. Bu rivayetlerin de Sahihini, Sahihe olmayanından ayırt etmenin ve ayıklamanın şekilleri ve usulleri mevcuttur. Bu iki mehazda bulunan ve bize ulaşmış olan ne var ne yoksa, Hak" Taaîâ tarafından (Min canib Ulah) dır. Bunlardan başka, hprhangi bir fakih, imam, velî veya âlimin şu hakkı da yoktur ki, bu kimselerin kavli ve fiilleri (sözleri ve yaptıkları işleri) Üâhîlik vasfını taşıyıp, niçin ve ne sebeple denmeden kabul edilebilirisin?.
İşte bu noktalar gözönünde bulundurulduğu zaman, at^k bir şekilde anlaşılacaktır ki, Avrupa ıstüahmdaki
dinî hükümet : (Theocracy) denilen nesne ile İsîâmî hükümetin arasında yerden semâya kadar fark vardır.
Diğer taraftan, Avrupa ıstılahında Cumhuriyet re-j mi hükümet (Democracy) denilen bir idare tarzı daha vardır. Bu rejim de, iki esas nazariyenin birleşmesinin heyeti mecmuasının adıdır.
1. Halkın kanunî ve siyasî hâkimiyeti. Yani halkın çoğunluğunun yahut da bu halkın veya bu halk çoğunluğunun" seçmiş oldukları vek İler, mebuslar, mümessiller ve sairenin, vasıtasiyle amelen ortada bulunan bir hâkimiyet.
2. Bu hükümette, devleti kuran ve tanzim eden halk, serbestçe istedikleri gibi devleti kaldırır veya değiştirebilirler.
îslâmda ise,bu iki nazariyenin ik ncisi gözönündedir. Birinci nazariye Îslâmda iki ayrı hususa ayrılır. Birin-cis' Kanuni hâkimiyetin Allah Taalâjça mahsus olduğudur. Burada ahkam ve kanunlar, (ister bu ahkâm ve kanunlar KitabuUahda bulunsun, isterse Sünnet-i Resulul-lah'da olsun) değişmez ve kaldırılamaz. Sabit olarak ka-nunluk vasıflarını muhafaza ederler.
îkinc:si, îslâmda siyasî hâkimiyette, «Hâkimiyet»' yerne «hilâfet» (Yani hakikî hâkimiyet sahibi bulunan Allah Taalânın naibliği) ıstılaha vardır. îslâmî hükümetin ülkelerinde yaşayan bütün müslümanlar, bu hâkimiyeti ellerinde tutarlar. Yahut da bu hilafeti müslüman halk, ittifakla yahut da çoğunlukla itimat ett'kleri kimselere temsilci sıfatı ile verirler. Amelî olarak Hilâfeti bir kimsenin veya bir heyetin el'ne verip, işleri yürüitur-ler.
Bu esasa ait farklar, gözönünde bulundurulunca, görürüz ki, İslâm! hükümete, Avrupa ıstılahında yer alan «Cumhuriyet rejtmi» bir hükümet veya (Democracy) de diyemiyeceğiz. Böyle söylemek de gerçeğe uygun düşmeyecektir.
b. İslâm'da kanun vaz'etrae:
Yukarıda bahsedilen mevzudan kendi, kendine bu husus da anlaşılacaktır ki, islâm öyle bir hükümet rejimini icabettirir ki, bu rejimde kanun vazeden bir kurul, bir meclis: (Meclis-i Kanun Saz) : (Legslature) m mevcut bulunması zarureti vardır. Bu kurul veya meclis, müslü-manîann itimad ettikleri, kimseler toplanır icmâ yahut da çoğunlukla, işleri hal ve fasl eder, kanunlar vazeder ve bu kanunlar da Dârül-îslâm'da (islâm ülkelerce) icra ed'legilir. Böyle bir meclisin (Legislature) nasıl teşekkül edeceği, nasıl çalışacağı, azalarının nasıl seçilecekleri hakkında, Islâmda herhangi bir şekil kararlaştırılmış değildT. Bu bakımdan, her zaman ve her devir için, zaman ve zeminin icabına göre, bu işe ayrı ayri şekiller bulunabilir. Fakat bu hususta da şu noktalara dikkat edilmesi icabeder:
1. Hükümetin işleri müşavere esasına dayanacaktır.
2. Ver'lecek olan kararlar ya icmâ ile verlecek ("ittifaktı reyler) yahut da (cumhur) çoğunlukla olacaktır.
3. Kur'an ve Sünnetin hilâfına herhangi bir hususta karar verilemiyecektir. ister verilen bu karar icmâ1 (itt'fakh rey ile) olsa dahi--.
4. Kur'an ve Sünnetin ahkâmının şerh ve tefsin de ancak icmâ veya çoğunluk (cumKur) üe olabilecek ve böyle olduktan sonra, ancak bu şerh ve tefsirler- kanun-luk mahiyetine girebileceklerdir.
5. Kur'an'dr ve Sünnette, haklarında herhangi bir sekide hüküm bulunmayan meselelerde, bu kurula veya meclise toplanmış bulunan, müslümanlarm mümessilleri veya vekilleri, bu meseleler için kendileri kanun yapacaklardır. Ancak yapılacak olan bu kanunlar da yine icmâ yahut da çoğunlukla olacaktır.
6. Bu işler öyle bir şekilde tanzim edlecektir kj^ hükümet elemanlarının birbirleri arasında, yahut da hükümet İle halk arasında veya halk ile kanun yapan meclis arasmda veya hükümetin muhtelif organları ve muhtelif daireleri arasında her ne şekilde olursa olsun bir ihtilâf zuhur ederse bu ihtilâf da ancak Kitabullah ve Sün-net-i Resulullahın hidayetlerinin aydınlığı altında halledilecektir,
Niçin İslâmî hükümet?
Pakistanda böyle bir rejim ile hükümet kurulmasını istemekte hepimiz İçin bir hayli makul sebepler ileri sür-, mek imkânı vardır. Bunların en mühimmi üç sebepdir:
Diiincis!: Böyle bir hükümet bizim iman ve ;nancı-mızm iktizasıdır. Eğer, biz hürriyet ve istiklâl elde edip de muhtar olduktan sonra, Kur'anın ve Allah Resulünün ahkâmına, bağlı bulunmazsak ve islâmî ahkâmı icra etmek yolunda çalışmak istemezsek, bizim iman ve inancımız halis bir niyetten uzak olup, göstermelik bir şey olur.
İkincisi: Pakistanın Pakistan olmasının sebebi İs -lâm ve müslümanhktır. Nasıl olur da böyle bir ülkede İslâmî hükümet kurulmadan, islâm ahkâmı icra edilmeden Kur'anın ve Sünnet'n icabatı ortada bulunmadan Pakistan hükümet' diye bir hükümet ortaya çıkabilir ki, bu hükümetin kurulması için, on milyonlarca insan canlarını, mallarını, yerlerini, yurtlarını ve her şeylerini feda etmişlerdir.
Üçüncü 'sebep de şudur: Pakistan denilen bu ülkede, halkın büyük çoğunluğu Millî hükûmet'n, .îslâmî hükümet olmasını istemektedir. Herhalde hükümet de ekseriyetin rızası ile ayakta tutunabilir.
Şüphesizi olarak şurası da malûmdur ki, ülkemizde bir kısım Avrupa terbiyesi ile yet'şmiş kimseler de vardır. Bunlar Avrupa kültürüne alışmış ve Avrupalıların görüşlerinin hep doğru olacağını düşünen kimselerdir. Bunların düşüncesinde, İslâmî hükümeti tasavvur etmek dahi tamamen gayrı menus ve alışılmamış bir şeydir. Bunlara kendi öz ve üstün dünya görüşümüzü arûatmak ve bu nizamımızın kabili tatbik olduğunu ispatlamak kolay değildir.
Bunlardan başka, Pakistanda devlet dairelerinde çalışanlar arasında, kafalarına tamamen Avrupa taklidi bir sistem yerleştirmiş ve Batı modeli bir rejim ile hükümet nizamının kurulmasını isteyen bir hayli k!mse de vardır. Bunlar, ihtimal ki, tslâmî bir hükümet n'zamımn kurulduğunu görünce çeşitli karışıklıklar icat ederler.
Bunlar için münasip olan şey şudur: Bu k'mseleri yapılacak ve olacakları da kendi keyiflerine göre isterler, ve yine gelirlerini de eski İngiliz efendiler.nin devrindeki g'bi düzenlemek yoluna giderler. Bu zümrenin çoğu da kendilerini Cumhuriyet hükümetine meftun ve âşık göste-riyoHar. Ancak şunu da düşünmek lâzımdır ki, bir kaç kişinin yahut da bir kaç ailenin hatırı için, şu kadar halkı zahmete sokmak ve memleket halkının çoğunluğunun isted'ğini yapmamak ne dereceye kadar doğru olacaktır? [194]
İslâmî hükümette, Zimmîlerin vaziyeti hakkında bir kaç mühim sual ve bunlara ait cevapları burada gözden geçirmekte faide mülâhaza ediyoruz. Bu sual ve cevaplar sıras'yle şu mahiyettedir :
1. İslâmî hükümette, gayrı . müslim vatandaşlara İslâm ıstılahında «zimmî» denir. Bu kelime veya bu isim hiç bir zaman herhangi bir küfür ve herhangi bir kötü kel;me manası vermez. Bunun gibi bu kelimenin mefhumu herhangi bir gayri meşru iş veya herhangi bir kötü iş yapan manasına da gelmez. «Zimme» Arap lisanında kendisine tekeffül edilmiş («Guarantec» verilmiş) demekti, îslâmî hükümette bu gibi kimselerin haklan İslâm tarafından garantiye alınmış demektir. İster islâmî hükümet onların itaatini garanti altına alsın, isterse İslâmî hükümet onların haklarını ve huk ıkunu garantiye alsın, ortada bir garanti meselesi- vardır. Bu garanti iki taraflıdır.
islâmî hükümette ehli zimme'nin garantisi İslâmî hükümetin kendisinden verilmiş bir garanti değildir. Belki bu, Allah Taalâ ve O'nun Resulü tarafından verilmiş bir garantidir ki, bütün müslümanların bu garantiye sâdık kalmaları da farzdır. Bu garanti o kadar mühim bir garantidir ki, müslümanlar herhangi bir gayri müslim ülkedeki müslümanlar hakkında girişilen haksız meselelerde, müslümanlara karşı tutulan zalinıaâne işlere karşılık, müslüman ülkelerdeki zimmeti kabul etmiş bulunan,. lara, zâlim gayri müslimlerin dindaşlarının zulmüne mu-kab:l, müslüman ülkesindeki bu zimmîlik hakkı iktisap etmiş bulunanlardan hiç bir vpkit intikam alamazlar. Onlara karşı hiç bir zecrî harekette bulunamazlar. Hattâ gayrı müslim ülkelerdeki müslümanları katliâm etseler dahi katliamcıların, müslüman ülkelerinde bulunan dindaşlarından, yani zimmî dindaşlarından, bunun intikamını alamazlar. Bu zünmîlerin haklarına tecavüz edemezler. Herhangi bir îslâmî hükümetin parlamentosu da zimmîlerin haklarına hiç bir zaman çiğneyemez ve ayaklar al-tma alamaz. Alırsa İndallahda (Allah karşısında) mesul olur. [195]
a. Anlaşmalar ve muahedeler gereğince îslâmî hükümete tâbi olan zimmîler.
b. Kılıç zoru ile, yani muharebe ile fethedilmiş ülkelerde sakin bulunan zimmîler.
c. Ne fethedilmiş ne de muahede ile anlaşma ya-fuimış bulunan diğer zimmîler.
.birinci kısım zimmîler hakkında, muahedede ve anlaşmada neler kararlaştırılmış ise o kararlar muteber olacak ve onun üzerinde hüküm yürütülecektir. îslâmî hükümet de bu muahedenin hükümlerine tâbi olacaktır.
İkinci kısım zimmîlerin haklarını ve hukuklarının hududunu ve Ölçülerini İslâm Şeriatı tayin etmiştir. Bu hükümler dairesinde haklarında muamele etmek icabe-der. Başka türlü hiç bir şey yapılamaz.
Üçüncü kısım zimmîlere gelince, onların hakkında her ne şekilde olursa olsun, ikinci kısım zimmîlerin hak ve hukukundan daha az bir hak tanınamaz. Bundan başka kendilerine bazı haklar da verilmelidir. Ancak bu haklar, îslâmî kanunlara muhalif olmayacak ve onlara ve, rilen bu haklar da îslâmî kaide ve kanunun karşısında kısılmış bulunmayacaktır.
3. Zimmîler hakkında Şeriatın koyduğu hak ve hukuk en azından şunlardır:
Dinleri hususunda tamamen serbest olmak, .
Dinî tâlimi kendi dinlerine göre öğretmek hususunda da tamamen serbest bulunmak.
Dinî edebiyatlarını ve kitaplarını serbestçe neşret -mek, yaymak ve-, kitap basmak.
Kanun hududu dahilinde dinî inançlarından bahsedip konuşmak ve bu hususta her ne suretle olursa olsun söz söylemek, imkân ve hürriyeti.
Mâbedlerinin serbestisi ve muhafazası.
Şahsî ve Zatî hukukunu muhafaza etmek.
Canlarını, mallarının ırz ve namuslarının muhafa-
Mülkî ve askerî kanunlar muvacehesinde müslüman-larla aynı şartlar içinde eşit olmak.
Hükümetten, bütün müslüman ve gayrı müslim zim-mîlerin aynı şekilde muamele görmeleri.
Müslümanlarla zimmîier arasında kanun noktayı nazarından fark gözetmemek.
Geçim hususunda, iş güç sahasının her cephesinde müslümanlarla aynı seviyede bulunmak.
İhtiyaç içinde bulunan zimmîleri de müslümanlar gibi Beytülmalden aynı şekilde faydalandırmak.
Bu hak ve hukuk, îslâmî hükümet tarafından sadece kâğıt üzerinde yazılı kalan hükümler olmayacak din ve imanın şartı icabı, amelen İslâmî hükümet ve ınüslü-manlar tarafından da buna dikkat edilecek. Ve nazarı itibara alınacaklardır. Şunu da hatırlatmak icabeder ki, gayri müslim hükümet nizamında bu gibi şeyler kâğıt üzerinde yazılmıştır. Amelî olarak gözönünde tutulmaz ve o ü'kelerde'de müslümanların haklan edâ edilmez. Müslümanların hakları sadece kâğıt üzerinde kalır. Bazan İcâğıt üzerinde de kalmaz.
4. Zimmîlerin müslüman şehirlerinde yeni mâbed yapmaları meselesine gelince :
Onların eski mâbedleri olduğu gib muhafaza edilecektir. Bunların tamiri ve bakımı sağlanacaktır. Müslüman şehirlerinden maksat, müslümanların çoğunlukla oturdukları Dârül-îslâmın içindeki şehirler demektir. Meselâ Küfe, Basra, Fustat ve bunun gibi şehirler. Diğer şehir, kasaba ve köylerde yeni mâbedler yapmak ve eski mâbedleri tamir etmek de usulü dairesinde tamamen serbesttir.
5. Zimmîlerin elbise ve giyim kuşamları hakkında bazı kayıt ve şartlar, fıkıh kitaplarında yazılıdır. Bunlar bazan yanlış anlamalara yol açmaktadırlr. Bu mesele esasen üç kısım kayıt ve şartı ihtiva eder. Bu mevzu ilk defa hicrî ikinci yüzyılda, mevcut hâl ve vaziyetin zarurî yatı icabı fukahanın gözönüne alarak verdikleri hükümlerden ortaya çıkmıştır.
Birincisi: Zimmîlerin askerî üniforma giymemeleri ve askerî işaretleri taşımamaları. Bunun sebebi de her reşid müslümanın icap ettiği zaman askerî hizmete çağrılırca gitmesidir. Gitmeyenlerin gayrı - müslim ve zim-mî olduklarının bilinmesi içindir. Çünkü zimmîler askeri hizmetlerden muaf tutulmuşlardır.
İkincisi: Müslümanlarla gayri müslimlerin arasında fark bulunmasının bazı hususlarda zarurî olmasıdır. Birbirine benzememelerinin lâzım geldiğidir. Çünkü arada muhtelif medenî meseleler olabilir ki, .bu medenî meseîe-ierin de birbirleriyle kaynaşmalarına imkân yoktur. Bu d?, müslümanlarm kahir baskısı altında kendi medeniyetlerini ve kendi ahlâk ve âdetlerini bu gayri, müslimlerin isteği olmaksızın yüklememelerini sağlamamak içindir. Meselâ müslümanlar, zorla kendi elbise şekillerini giydirmek için gayri müslimleri zorlamamalıdırlar. İslâm camiası dahilinde herhangi bir kâfir zümrenin de yetişmesine meydan vermemek içindir! Bunun gibi yine şu düşüncenin de meydana çıkmaması içindir ki, müslümanlar galip ümmet olmak hasebiyle, gayri - müslimleri, bir nevi köle durumuna düşürmek istemesinler de kendi anane ve âdetlerini onlara tahmil eylemek yoluna gitmesinler, îslâm, bu kâfirlerin de kendi zihniyetleriyle kendi istekleri dairesinde gelişmelerini gözönünde tutmak ister. Buna göre, gayri müslimlere de büküm veriliyor ki, kendi medeniyetlerini, kendi ananelerini kendi âdetlerini muhafaza etsinler ve dinî hususiyetlerini koruya gelsinler. Müslümanların camiasının içinde müstehlek olup gitmesinler. Nitek m Hanefî Fıkhının meşhur kitabı «Be-dayi'us sanayi» de bu hüküm şu cümlelerle beyan edilmiştir :
Ehli /inime bir kısam hususi alâmetler ve işaretler laşımaUtUrlar ki, onlar bu alâmetler ve işaretlerle tanıo-siiılar ve elbiseleriyle müslümanlar. benzemeyip ayrı olarak tefrik edilsinler. (Cilt 1. S. 113)
Bunun bir sebebi de bazı kanunî karışıklıkların önüne geçmek içindir. Meselâ müslümanlar için şarap içmek haramdır. Şarap yapmak, satmak, bunu muhafaza etmek de inzibatî kuvvetin karşısında suçtur. Fakat zimmîler için bu meselede bir suç yoktur. Şimdi, bir müslüinan bir âmmîye benzerse, elbisesi de onun elbisesi gibi olursa bir zimmî de meselâ şarap içerse, polis zimmîy , yakalayıp, gel bakalım derse, zimmî müslüman olmadığını ia-bat edinceye kadar bir hayli uğraşmak zorunda kalıp bir hayli zarar görebilir. Fakat eğer zimmînin elbisesinin şekli, kıyafeti müslümandan ayrı olursa, o zaman polis zimmînin z'mmî olduğunu hemen anlar ve kendisine hiç
bir şey diyemez.
Üçüncü şekildeki kayıtlar ve şartlar da hususî ahvâl ve zaman içindir. Bir zamanlar Sind'den İspanyaya kadar, pek çok geniş ülkeler, İslam ordularının çalışmaları neticesinde fethedilip İslâm halkası dahilinde alınmışlardı. Bu ülkelerin islâmdan evvelki halkının bir hayli bakiyeleri mevcut idi. Eski efendilerin".n tekrar iktidarı ele geçirmesi için bunların çalışmaları ihtimal vardı. Hattâ bu iddiada bile bulunuyorlar ve bu yolda da çalışıyorlardı. Tekrar ülkelerini eskisi, gibi kâfir nizamı altına sokmak istiyorlardı. Müslümanlar ise, dünyanın başka fafhleri gib', halkı kılıçtan geçirmek yolunu tutamazlardı. Çünkü müslümanlar toprak almak için değil, Allah mahlukları arasında Allah m'zam-mı hâkim kıîmak için çarpışıyorlardı. İslâm dinini kabul etmeyenleri de öJdüremez veya memleketten çıkaramazlardı. Ancak on-lan zıramî yaparak haklarını korumak yoluna gidebilirlerdi. Nitekim tatbikat böyle olmuştur. Fakat burada siyasî meseleler gözonünde bulundurularak zimmîlere uyacakları bazı kaideler tayin etmek icabetti.
Bu hususiyetler de öyle olmalı idi ki, -zmmîler bir daha baş kaldırıp müslümanlara karşı ayaklanmasınlar ve yeni yeni hadiselerin çıkmasına meydan vermesinler. Buna göre, kendi bineceklerinde, elbiselerinde ve başka içtimaî ve muaşereti hususlarda bazı noktalar üzerinde durulması icabetti. Bu usul de daimî değil, vaziyet icabı muvakkat bir zaman içindi. Bu hükümler ister fıkıh kitaplarında yazılmış olsun, isterse yazılmış olmasın, daimî olarak ehli zimuıeniiı iLserinde kalacak hükümler değildir.
6. İslâmî hükümette, herhangi bir gayri müslim, devlet reisi, hükümet başkanı, vezir, vekil ve bakan, ordu kumandam, kadı (hâkim ve yargıç) ve bunlar gibi kilit noktaları elinde bulunduran mansıb ve makamlara getirilemez. Hatta hükümetin polis teşkilatında bile ileri bir vazife alamaz. Bunun sebebi de bu hüküm tslâmî hükümette taassubun bulunuşu değil, 'İslâm hükümetinin ana prensiplerine bağlı bir mesele olduğu içindir. Çünkü bu işler, öyle bir kimsenin elinde bulunması icabeder ki, bu kimse, îslâmın ruhunu, Islâmm manasını, Islâmın hakikatini daha iyi bilmiş olsun. Sıdk ve iman ile, halis bir niyet ile İslama bağlı bulunsun. Böyle bir iman ve böyle bir halis niyet olmazsa o zaman îslâmî hükümetin kilit noktalarına yerleşmiş bulunanların gayri müslim reâyaya ihtimal ki, «bencillik ruhuna» (Mercenary Spirit) kapılırlar. Böyle bir zihniyet de îslâmî davranışa uymaz. Ş'mdi eğer böyle bir hususun onların kendileri hakkında doğru olup olmadığını sorarsak, onlar da açıktan açığa doğru olacağını itiraf ederler. Muhtelif zümrelere mensup zimmîlerin birbirlerine rakip olma ihtimali de vardır. Bu rakabeti de ortadan kaldırmak için bu hususta böyle düşünmek zarurîdir. Bundan başka, îslâmî hükümetin kilit noktalarında bulunanlar, sadakatle imanlarına bağlı olmazlarsa, o' zaman karın doyurmak, mide doldurmak, makam elde etmek gibi süflî yollara da saparlar. Siz de elbetteki böyle *jir tutuma razı olmazsınız.
7. Bize göre, şu sualin hiç bir zaman ve hiç b:r şekilde ehemmiyeti yoktur. Yani herhangi bir gayrı îslâmî hükümette, bu hükümetin iktidar dairesinde bulunanlar, müslümanlara karşı, nasıl muamele ediyorlar? Bu tutum nasıl olursa olsun, bir ehemmiyeti haiz değild'r. Bizim hak bildiğimiz şeye bağlı olmamız lâzımdır. Hak bildiğimiz mefhumu, kend; ülkemizde carî ve nafiz kılmalıyız. Başkaları da hak bildikleri hususları gözonünde bulundurabilirler. Yoksa başkaları da kendi ülkelerinde müs-"\lmanlara karşı şöyle davrandılar diye, biz hak bildiğimiz hususlardan vaz geçemeyiz. Böyle olunca, o zaman dünya karşısında bizim ne gibi bir iş proigramumz olduğu anlaşılır. Ne olursa olsun, biz şu hilebazhğı şu dalavereyi yapamayız: Kendi Anayasamızın sahifelerinde gayrı müslimlere karşı göstermece haklar yazıp kaydedelim de amelî hususlara ve fiiliyata gelince, başka türlü hareket edelim. Meselâ Hindistandaki müslümanlara karşı yapılan muameleler gibi... Yahut da Amerikadaki zencilerin hakkında davranılan iki yüzlü politika gibi... Veya Amerikalıların Kırmızı Derililere ettikleri muameleler gibi... Yahut da Demir Perde Oerisi memleketlerde gayrı komünistlerin maruz bırakıldıkları feci vaziyetleri tek-rarlayıcı bir şekilde, hareket edemeyiz.
Bunlar da bir tarafa dursun; şimdi bir başka soru da sorulabil r. Nasıl bir hareket tarzı takip edilmeli ki, müs-îüman ülkelerindeki gayri müslim ekalliyetleri tslâm hükümetine karşı -sadakat yolunda yürüsünler? Bunun cevabı da şudur: Sadakat ile sadakatsizlik Anayasaya sözde konulmuş olan bir kaç satırlık cümle ile elde edilemez. Belki yapılacak olan muamelelerin heyeti umumiyesi, sadakati veya sadakatsizliği temin eder. Hükümet ve çoğunluk, kendi elinin ve idaresinin altında bulunan ekalliyetlere nasıl muamele ederse, onun karşılığını görür. [196]
Adalette mürtedin cezası meselesi bir hayli üzücüdür. Bunun sebebi de islâm'da mürtedin nihaî cezasının ölüm olmasıdır. Birisi çıkıpta hayır böyle değildir, diyebilir, bu da ayrı b:r meseledir.
Bu itiraz bir yana, fakat eğer derse ki, hakikaten îs-iâmda böyle bir kanun yoktur, o zaman biz de diyeceğiz ki, ya bu kimse îslâm kanunundan haberdar değildir, yahut da «komşuların ağızlarını kapatmak kabilinden» kendi dininde hakikat olarak bildiği bir şeyi gizleyip üstünü örtü ile kapamak istiyor. îslâmdaki bu kanunu anlamak hususunda halkın karışıklığa kapılmasının bir kaç sebebi vardır.
Birincisi şudur: Bazı kimseler îslâmın hem din olmak hem de hükümet olmak itibariyle iki hususu birbirine bit'ştirip birden mütalâa ederler; Din ile hükümetin, îslâmda ayrı ayrı müesseseler olduğunu hesaba katmazlar. Halk bunların ikisini bir arada görmekle bunların ayrı ayrı olduğunu kavrayamıyorlar. Halbuki bunların ikisinin de hükümlerinin ayrı ayrı farkları vardır.
îkncisi de şudur: Şimdiki halihazır durumda, içinde bulunduğumuz şartlar dahilinde, gayrı müslim devlet ni-zamlarmdaki hükümlerin mevcudiyetini gözönüne alıyorlar. Müslümanlar kendileri de kendi hükümetlerinin, kendi memleketlerinin iğinde bir hayli gayrı - Islâmî terbiye ile yetişmiş kimseleri barındırmaktadırlar. Bu gibi kimselerin çoğu, yeni yetişen nesillerdir ki, yine aynı şekilde yetişmesine sebebiyet veriyorlar, Elbette ki, ıbunla-na çoğu, tslâmî kanunlardan habersiz bulunmaktadırlar. Halbuki tam manasiyle bir îslâm hükümeti iş başında bulunduğu takdirde yapılacak ilk iş, müslümanları tslâma karşı güvenli kılmak ve îslâm yolunda ortada bulunan güvenszlik için açık kapı bırakmamaktır. Müslümanları hakikî ve gerçek müslüman olarak yetiştirmek için çalışmaktır. İrtidâda gidebilecek yolları kapatıp gitmektir. tslâmî hükûiret kendi vazifelerini tam olarak yaparsa, o zaman gayri müslimlerin dahi küfür yolunu tutmamalarından emin olunabilir. Nerde kaldı ki, böyle bir hükümet içinde müslümanlar müslümanlığı bırakıp da küfür yolunu tutsunlar.
Üçüncüsü: Müslüman camiası bir taş ve, kaya gıb; &ir, bu taş ve kaya ile îslâmî hükümetin binası yapılır. Onlar bu noktayı unutuyorlar. Bu taş ve kaya ne kadar sağlam olursa, îslâm hükümeti de o kadar sağlam olur. Şunu da düşünmek icabeder ki, acaba dünyada hangi hükümet rejimi kendi tanelini baltalamağa kalkar ve kendi bind'ği dalı kesmeğe teşebbüs eder? Hükümetin esasını sarsacak hangi işlere müsamaha gösterilebilir ve böyle br şey nasıl toleransla karşılanabilir? Buna göre, biz de kendi hükümetimizin binasını teşkil eden taşlan ve üzerinde binamız bulunan temel kayasının, her bakımdan ve her tarafının sağlam olmasını ve kolay kolay ^dağılacak durumda bulunmamasını can ve gönülden niçin arzu etmeyiz? Ancak hiç olmazsa kendisini bizden ayırmak isteyen ve bizim aramızda ayrılık gayrıhk çıkarmak yoluna gidene, en azından, «Sen de mademki böyle istiyorsun, bizim ülkemizden çık da git» demeliyiz. Yoksa «Sen bizim içimizde bulunup da bizim binamızı yıkmak yolunu tutarsan, bizim kurduğumuz tezgâhı ıağıt. rr.ak istersen, elbetteki sana müsaade edemiyeceğiz»
Dördüncüsü: Şu husus da düşünülmelidir: Bir yanhş anlaşılmağa yol vermemek için şunu da bilelim ki, her çeşit mürted'in cezası ölüm değildir. Bunun da şekli ve çeşitleri vardır. Ancak işin son merhalesi ölümdür. Yalnız mücerredlik cürüm" ithamı buna sebep teşkil etmez. B:r kimse akide bakımından bazı hususlarda ayrılığa düşebilir. Başka birisi de açıktan açığa îslâmdan ayrılıp, diğer herhangi bir dine sülük eder. Üçüncü bir şahıs da îslâmdan döndükten sonra, fiilî bir şekilde Hak dinine karşı muhalefet yolunu tutarak, açıktan açığa zıd gitmeğe ve onu baltalamağa başlar. Şimdi, nasıl olur da islâm kanunları karşısında bu üç kimse aynı şekilde görülüp, bunların üçünün de durumları aynı tarzda mütalâa edilebilir?[197].
îslâmdaki harp kanunu ve bilhassa esaret mevzuu üzerinde, adalet bakımından bazı sorular sorulabilir. Bu mevzuda şu meseleyi bilmek gerekir ki; îslâmın harp kanunu gerçekten bir kanundur. İslâm hükümetinin de bu kanuna dikkat etmesi lâzımdır. Başka kavimlerin veya milletlerin harp kanunlarına dikkat edip etmedikleri de yine bizi ilgilendirmez. Biz bu dış mülâhazalardan 'evvel, yine kendi harp kanunlarımıza dikkat etmeliyiz. Zira tetkik edince göreceğiz ki, milletler arasındaki naip kanunları denilen şeyler, gerçekte kanun değil bir kısım milletler tarafından kâğıt üzerine kondurulmuş ve kendi ken. dilerini aldatmak için uydurulmuş sözlerdir. Her kavim, lıer millet, kanun denilen bu şeylere bağlı kalacağım ü-*nid etm;ştir ve diğer muharip devletin de bunları göz önünde bulunduracağını ummuştur. îslâmda harp hak -kında bazı insanî ve medenî kanun ve kaideler koymuştur, îslâmın karşısında bulunan diğer muharip taraf ne yaparsa yapsın İslâm bu insanî hükümlere bağlı bulunacaktır. Onlar bu kanunları ve anlaşmaları bozsalar dahi islâm ordusu kendi harp kanunlarını çiğnemiyecektir. Bununla beraber, eğer bizim kanunlarımız daha insanî ve daha medenî ise, bu şu demek değildir ki,- diğerleri bize karşı bildiklerini okurken, biz de oturup onların yaptık-iarma razı olalım. Savaştığımız taraf, her ne isterlerse yapmakta serbest olsunlar da biz olmayalım? ihtimâl, bunlar, onlara da, harpte daha insanî davranmağı ve medeniyetin ne demek olduğunu Öğretmek için,dir.
Misâl olarak burada esaret ve kölelik meselesini ele alalım:
islâm'da bu işe şu şartlar karşısında müsaade edilmiştir: Düşman taraf, esir mübadelesine yanaşmaz, fidye de verip kendi esirlerini geri almak istemez ve aynı zamanda bizim esirlerimizi de geri vermek yoluna gitmezse, islâm, yine yakalanmış bulunanları hapishanelerde tutmağı yahut da toplama kamplarında alı koymağı ve bu gibi gayri insanî işler yapmayı muvafık görmez. Bunları fertler arasında taksim eder; fertlere ıağıtır. Bunun sebebi de müslumanların bunlar üzerinde nüfuz sağlamalarını kolaylaştırmaktır. O devirlerde dünyanın ibaşka ülkelerinde esirleri köle yaptıkları muhakkaktır. Buradaki «kölelik» kelimesi bizimle onların arasında ıstılah olarak müşterek bir kel'medir. Fakat îslâmî «kölelik» ile gayrı - îslâmî «köleliğin» arasında fark vardır. Islâmın bu yoldaki tuttuğu hareket tarzının dünyada misli görülmemiştir. Acaba şimdi dünyanın hangi kavmi arasında İs-lamdaki kadar çok ve tslâmdaki kadar önemli işlerde köleler ve köle çocuklarım görmek mümkün olmuştur? İslâm ülkelerinde bir hayli köle ve köle çocukları imamet (başkanlık), kadılık (hâkimlik), ordu kumandanlığı, emirlik, hattâ hükümdarlık makamlarını elde etmişlerdir. İşte bu medeniyetin ve insanlığın son haddedir ki, bu mes'ut manzarayı ancak İslâm kanunları dünyanın Önüne sermiştir.
Şimdi, eğer bugünkü dünya milletleri, esir mübadelesini kabul etmişlerse, Mâmın bu hususta hepsinden önce davranmış olduğunu inkâr etmek mümkün olamaz. Siz şu noktaya da memnun olmalıyız ki, yüzlerce sene önee dünyaya öğretmek istediğimiz bir hususu, dünya ancak şimdi razı olup öğrenmiştir. [198]
Şimdi yine şöyle bir sual daha ortaya atılmaktadır: Isiâmîr Hükümette, güzel sanatların yeri ne olacaktır?. Bu meyanda resim yapmak, tiyatro, musiki, sinema, heykel ve bu gibi şeylerin isimleri bilhassa sıralanıyor.
Ben bu suaie kısaca şu şekilde cevap vereceğim: Sanat denilen şey, insanın fıtratından, insanın tabiatından doğan bir hassadır. Halik-i Fıtrat da bunu her işinde gözönünde tutmuştur. Bunun için esasda bu, menedilmiş ve cevaz verilmemiştir diye bir sual olamaz. Fakat sanat denilen şey de bugünkü Avrupa zihniyetindeki sanat mefhumu vaziyetinde mütalâa edilemez. Her medeniyetten, kendi usul ve nazariyesine göre ve kendi fıtratına uygun olmak üzere çeşitli şekillerde sanat eserleri doğmuştur. Milletler de bunu birbirlerinden almışlardır. Bunun caiz olup olmadığı hususunda durulmUimstır. Şimdi farz ede-îim k:, güzel sanat denilen şey Avrupai düşünceye göre olsa dahi, o zaman yine sanat sanat olarak yerinde kalır, ^akat Islamın yine de sanata ait bir nazariyesi vardır, u da şudur: Bu sanat, yani fıtratın doğurduğu bu hareket, putperestliğe, şehvetperestiiğe, şehvanî güzelliklere bağlanmağa ve bu gibi süflî hislere âlet edilmemesi lâzımdır. Îslâmî hükümet de bunun üzerinde durmalıdır. Avrupalılar ne düşünürlerse düşünsünler, ne şekilde sa-;ıatı telâkki ederlerse etsinler, bizi ilgilendirmez.
h. FıMıî ihtilâflar, İslâmî Hükümetin kaim kılınmasına mani teşkil etmez.
Şimdi bir de şöyle bir sual ortada kalıyor: Müslümanlar arasında bazı akide ve fıkıh ihtilâfları vardır. Hattâ bazan bu İhtilaflar esasa ait mevzulara kadar 'ilerlemektedir. O zaman ne olacak? Meselâ «Sünnet» de, Şiilerle Ehl-i Sünnet ittifak etmezler. 0 zaman Îslâmî hükümet nasıl yürütülecektir? Bu suale karşı sarih olarak benim cevabim şu olacaktır: Pakistanda bence rivayet edilen 73 fırkanın çoğu bulunmamaktadır. Her ortaya atı'mış olan bir kimse kalkın da bir risale, yabut bir kitap yazmış, bir kaç kişi de bu risaleyi yahut da bu kitabı okumuş ise, bu kabil kimselere yeni bir fırkaya mensup denemez.
Bizim ülkenvzde hali hazırda yalnız üç fırka vardır.
1. Hanefiler: Bunlar «Deobend'lüer[199] ve Brîlevî»[200] ler diye ikiye ayrılmakta ve aralarında fıkıh ihtilafı bulunmamaktadır.
2. Ehl-i Hadis.
3. Şiîler.
Bu üç fırkanın arasındaki ihtilâflar, bir İslâm hükümetinin kurulmasına mani teşkil edecek durumda değildir. Şahsî hukuka, dinî merasim ve ibadetlere ve dinî Öğ-ret.m ve terbiyede her fırka diğer fırkanın işine karışmazsa bu usul taraflarca kabul edilirse elbette ki, islâm Nizamı kurulmuş olur. Aynı zamanda, memleketin inti-a^mı, kanun ve nizamlara mutabık bir şek.lde parlamendan yürütülmesi için bu üç, fırkanın üçünün de fırka hikâyesini bir tarafa atmaları ve bilgisiz halkm zi-imılurini karıştıran karışıklıklara meydan vermemeleri lâzımdır.
Gerçek şudur ki, kitaplarda yazılan bir şu kadar müsiüman fırkalarının isimleri sadece kâğıt üzerinde mevcuttur. Bunlar haddi zatında mevcut değillerdir. Hattâ bu fırkalara hemen hemen hiç de raslanmamaktadsr. Her yerinden kalkan kimse başına elli kişi toplamışla bunlara da birer fırka mı denecektir? Bizim müelliflerin yazdıkları gibi bu on onbeş kişilik toplulukları fırka mı sayacağız? Eğer böyle olursa bu fırkaların sayılan hesapları belli olmayacak kadar çok olması icabeder. On-üç asırdan beri, bir çok yerlerde bir yığın fikir türemiş, sonradan da sönüp gitmiştir. Şimdi yer yüzündeki müs-iümanlar arasında altı veya yedi fırkadan fazla müslü-inan topluluğuna rastlamak kabil değildiV. Bunların bazıları arasında usule ait ihtilâflar yok. Diğerleri arasındaki ayrılık ise teferruattadır. Bu fırkaların da bazılarının sayıları o kadar azdır ki, hiç mesabesindedir. Bunlar ya muayyen yerlerde toplanmışlardır. Yahut da dünyanın her tarafına dağılmış bulunuyorlar. Ancak şimdi hali hazır durumda nıüslümanlar arasında gözle görülür iki fırka mevcuttur.
1. Ehl-i Sünnet .
2. Şiîler.
Dünya müslümanlannın çoğunluğunu da Sünnîler teşkil etmektedir. Sünnîler arasındaki fer'î fırkalara gelince, usul bakımından bunların da birbirleriyle el ile tutulacak ve «işte burada» denecek bir ihtilâfları yoktur. Olsa olsa ancak bir mezhebi, (Mektep) ihtilâfı yani fi-kir ihtilâfı (Seool of Thought) vardır. Ancak mubaha-sa severler, bunları ayrı ayrı fırka diye göstermek isti_ \orlar. Dünyanın herhangi bir amelî siyaset âlimi, dünyanın neresinde olursa olsun böyle ihtilâfların bulunma-smı bir îslamî hükümetin kurulması için mani teşkil etmez diye anlar. [201]
Bu bahis, Islâmî hükümet ve hilafete ait bazı meseleleri tahkik için bir Alman talebe tarafından sorulmuş olan sualler ve onlara verilen cevapları teşkil etmektedir.
Sualler :
1. Niçin Islâmî hükümeti yürüten kimseye sadece halife ıstılahı kullanılıyor?
2. Acaba Emevî halifelerine sahîh manada halife diyebilir miyiz?
3. Benî Abbâs halifeleri ve bilhassa Me'mun hakkında Zat-ı Faziletlerinin fikri nedir?
4. Hazret-i İmamı Hasan ve Hazret-i İmam Hüseyin ve îbn-i Zübeyr (RadiyaUahu Taalâ anhüm) hakkında zat-ı faziletlerinin düşüncesi nedir? 680 senesinde Is-lâm Milletinin gerçek rehberi kimdi? Hazret-i Hüseyin Radıyallahu Taalâ anh mıydı, yoksa Yezid miydi?
5. Acaba İslâmî hükümette ayaklanmak caiz bir is. midir?
6. Eğer ayaklananlar camiye yahut da diğer mukaddes yerlere (Harem, Kabe) ye sığınırlarsa islâm hükümeti bu gibi kimselere nasıl muamele edecektir?
7. Bir İslâm hükümeti Kur'an ve Sünnete uygun bir şekilde vatandaşlardan hangi vergileri tahsil edebilmek rrüsaadesine haizdir?
8. Acaba herhangi bir halife, kendisinden evvelki halifelerin tuttukları yoldan başka bir yol takip edebilir mi?
9. Haccac îbn-i Yusuf'un valiliği ve inzibatı temin etmek bakımından takip ettiği usul hakkında zat-ı faziletlerinin düşüncesi nedir?
10. Bir İslâm hükümeti, acaba, Kur'anda ve Sünnette bahsi geçmeyen ve sabık halife devrinde de benzeri bulunmayan bir vergiyi vatandaşlardan alabilir mi? Böy-ie bir tahsilata hakkı var mıdır?
Zat-ı âlilerinin göndermiş bulundukları suallere geniş ve etraflı olarak cevap verebilmek için yeteri kadar bir zamana kavuşabilmem şarttır. Halbuki şu hali hazır durumda bu imkândan mahrum bulunuyorum. Bu duruma binaenaleyh vereceğim cevaplar kısa olarak arz edilecektir:
1. İslâmî hükümette, hükümetin başında bulunan başkan veya- reis için «halife» kelimesin/n kullanılması zarurî bir ıstılah değildir. Bu mevkide olanlara emîr, imam, sultan vesaire gibi başka kel meler de söylenebilir. Hadiste, fikıhda, kelâm'da ve İslâm tarihinde bu gibi kelimeler kul lamlmıs-tır. Fakat burada zarurî olan birşey vardır; O da hükümetin esas nazariyesinin • hilâfet üzerine kaim bulunmuş olmasıdır. Sahîh bir islâm hükümet,, ne padişahlık, (kiraliyet) ne amirlik (hükümdarlık) ne de «avamı cumhuriyet» yani halk hâkimiyeti (Paktılar Söver-cîgnty) olabilir. Bunların hiç birisine benzemez. Bu iktidar şekillerinin hilâfına ancak bu hükümet Islâmî olabilir ki, böyle bir rejim de yalnız hakikî hâkimiyetin Hak Taalâya 'ait olduğu kabul edilmiştir. Allah ve O'nun Reülünün Şeriatı en üstün kânun olduğu gibi, çıkarılacak kanunların da esas menşei ve mehazı yine o mukaddes hükümlere istinat etmesi lâzımdır. Bu esaslara inanılacaktır. Hududullah dairesinin içinde çalışılacak ve işler bu dairede yürütülecektir. Böyle bir hükümette iktidar dan yegâne maksat, AUahın ahkâmını icra etmek ve O'-nun rızası gereğince fenalıkları ortadan kaldırıp, bunların yerine iyilikleri yerleştirmektir. Böyle bir hükûmet-eki iktidar ise, iktidar-ı âlâ (en yüksek iktidar) değil* dir. Buradaki iktidar veya emir sahibi olmak, Allah Ta-alâya niyabet etmektir. O'nun tevdi ettiği emaneti muhafaza etmektir, işte «Hilâfetin» manası da budur.
2. Emevî hükümdarlarına gelince, bunların hükümdarlıkları hakikatte hilâfet değildi. Onların devletlerinde îslâm kanunları icra edilmiş olmasına »rağmen, Anayasa «^Düstur»: (Constitution) da bulunan îslâmî esasları, ortadan kaldırmışlardı. Yine buradan başka, onlar hükümet isinde îslâmî ruhu da silip yok etmişlerdir. Bu fark, böyle br hükümetin ta başında bile kendisini hissettirmiştir'. Nitekim, bu hükümetin kurucusu Emîr Muaviye "nin kendi sözü şöyledir :
Ene evvel ül - mülûk : Ben ilik padişahım.
Hele Emîr Muaviye kendi oğlunu veliahd tayin ettiği zaman, Hazret-i Ebu Bekir Radıyallahu Taalâ anhın oğlu Hazret-i Abdurrahman ayağa kalkarak şöyle söyledi :
«İşte bu bir Kayserliktir. Ne zaman bir Kaysar ölürse, onun oğlu Kayser olur.»
3. Usul bakımından Abbasî hilafetinin vaziyeti de böyle idi. Bu bakımdan Benî Ünıeyye ile aralarında bir fark yoktu. Ancak şöyle bir fark vardı: Benî Ümeyye dinî hususlara- ehemmiyet vermezlerdi (indifferent), bunun hilâfına Benî Abbas kendilerinin dinî bir hilâfet veruhanî bir hükümet olduklarım iddia ederler ve bu nam altında para basarlardı. Dinî işlerde de Benî Ümeyyedcn fazla alâkadar idiler. Fakat onların dinî işlere fazla alâka, göstermeler! de bazan dine zararlı olmuştur. Meselâ Me'mumm bu alâkası öyle bir vaziyete girdi ki, dinle ilgisi bulunmayan felsefî meseleleri, her ne şekilde olursa oîsun, dinî bir akîde şekline sokarak hükümet gücü ile halka kabul ettirmeğe zorladı ve bu yüzden de bir hayli zulmetti.
4. Sual tevcih edilen devre gelince, hakikatte bu devir bir fitne ve kargaşalık devri idi. Müslümanlar o devirde büyük bir fikrî sıkıntı içinde bulunuyorlardı. O devirde müslümanlann hakikî Önderin'n kim olduğuna hüküm vermek bir hayli zordur. Fakat şurası da açıktır ki, Yezid siyasî kudreti elinde bulunduruyordu. Babası kendisine sağlam bir saltanat sağladıktan sonra kendisini vel'ahd tayin etmişti. Böyle olmasaydı ve Yezid. de d;ger müslümanların içine karışmış bulunsaydı, o zaman ihtimal ki, seçimi kazanmak hususunda sondan birinci gelmek şansını elde edebilecekti. Onun hilafına Hüseyin ibn-i Ali Radıyallahu Taalâ anh ise, o zamanki ümmet arasında en seçkin kimse idi. Serbest bir seçim olup da müslümanlann reylerine baş vurudaydı muhakkak ki, halk kendisine rey verecekti. Reyler onun hakkı olacaktı.
5. Zâlim emîrlere karşı ayaklanmak, bu şekilde sadece caiz değil belki bir farzdır. Zâlim emîrleri ve hü-: kümdarları kaldırıp, onların yerine adil ve sâlih bir hükümeti iş basma getirmek imkânı bulunduğu takdirde, ayaklanmak farz olur. Bu hususta- îmam Ebu Hanife-nin fikri gayet açıktır. Ebu Bekir Cassas, Ahkâm ül -Kur'anda ve El -Muvaffak E' Mekkî de Menakıbî Ebu Hanife'de bu meseleyi nakletmişlerdir. Bunun aksine. idil ve sâlih hükümete karşj ayaklanmak çok büyük bir günahtır. Bütün ehl-i islâm için böyle bir ayaklanmağı bastırmak için hükümete yardım etmek lâzım gelir. Bu arada bir de şu vardır ki, hükümet âdil olmazsa gerçek bir inkılâp ile de ortadan kalkabilir. Böyle bir imkân yoksa, o zaman nasıl bir yol takip edilmelidir? Bu husus şüphelidir. Eimmenin ve fukahanm bu husustaki fikirleri ihtilaflıdır. Bazılarına göre, sadece hakkı söylemekle iktifa ediür, ayaklanmak caiz görünmez. Hasalarına göre ayaklanmak, hattâ şehid olmak da vardır. Diğer b:r kısım, fukahaya göre de «İnşaallah İslah olur» diye dua ederek beklemek lâzımdır.
6. Âdil bir hükümete karşı ayaklanmış bulunan halk camilere sığınırlarsa onların bulundukları yer muhasara edilir. Eğer bu isyancı zümre, bulundukları yerden silah kullanıp kurşun veya diğer harp vasıtalarım istimal ederlerse, o zaman onların yaptıklarına karşılık kurşun atılır ve mermi de kullanılır. Hareme sığındıkları zaman, sadece muhasara edilir. Muhasara uzatılır ki, sıkıntıya düşüp silahlarını bıraksınlar. Haremde kan dökmek yahut da haremi taş veya kurşun yağmuruna tutmak kesin olarak doğru değ'ldir. Bu durumun aksine, zâlim bir hükümete karşı ayaklanmış bulunan halkın durumu başkadır. Esasen zâlim hükümetin varlığı haddi zatında günahtır. Böyle bir hükümet devam etmek için baş vurduğu çarelerle günahını çoğaltmış olur. Günahın? arttırmaktan başka bir iş yapamaz.
7. Kur'an ve Sünnet gereğince usulsüz vergi hakkında hiç bir cevaz yoktur. Müslümanlar, zekâtı ibadet diye, gayrı Müslimler de cizyeyi (itaati belirtmek için) verirler. Bundan sonra memleket işleri için hükümete kendüen bir şeyler bırakabilirler yahut da hükümetin muvafakatiyle bir şeyler verebilirler. Hirac ve mahsul
gelirinden alınan hisse buna benzer bir geydir ki, bunlar hakkında Kur'anda ve Sünnette şer'an bir karar yoktur. İslâm hükümeti ihtiyaca göre bunları kararlaştırır. Bu hususta asıl Ölçü memleketin hakikî ihtiyaçlarıdır. İEğer herhangi bir idareci veya hükümetin başında- bulunan kimse, kendi keyfi için bir vergi tarh ederse, bu vergiyi almak haram olur. Fakat memleket ihtiyaçlarına sarf etmek için halkm rızasiyle alınırsa o zaman helâl olur.
8. Evet böyledir. Yalnız kendisinden evvelkilerin değil kendisinin daha Önce verdiği kararları ve hükümleri de değiştirebilir.
9. Haccac ibn-i Yusuf, dünya siyaseti noktayi nazarından değerli bir adam idi. Fakat dinî noktayı nazar. da zâlim bir hâkim (vali) idi.
10. Evet bu şartlar da yine 7 numaralı sualin cevabında verilmiştir.
(Tercüman ül - Kur'an, Cilt 52, Sayı 2, Mayıs, 1959) [203]
İslâm, yirminci yüzyılda dahi, kabili icra ise, o zaman bir hayli müşkilât arzeden nazariyeleri bir tarafa bırakarak, bunların yerine tbn-i Haldun'un hükümet vt, devlet nazariyesini nazarı itibara almakla daha iyi bir neticeye ulaşmak mümkün olamaz mı? Yani El - Hilafet yâ El - Hükümet. Bunlardan hangisi mümkün olabilir?.
Cevap :
Zamanımızdaki bir çok menfî tesirler İslâm Nizami-m bozmakta ve gölgelemektedir. Bazı nazariyeler ve bazı rüçhanlar îslâma giden yolun önüne mania teşkil et> inektedirler. Bunları birer birer incelersek, açık bir şekilde şu mesele anlaşılacaktır ki, bu gibi tesirler, müshV man ülkelerinin, uzun zaman Batı istilâsına uğrayıp Avrupalı milletlerin sultası altında 'kaldıkları sırada, bu sultanın tesiri ile ortaya çıkmışlardır.
Avrupa milletleri, bizim ülkelerimize musallat olunca, bizim kanunlarımızı, ortadan kaldırıp, kendi kanunlarını bize tahmil ettiler. Bizim kendi öğretim ve eğitim nizamımızı atıl ve batıl bırakıp, onlara ait öğretim ve eğitim nizamlarını, bizim ülkelerde icra etmek yolunu tuttular. Büyük küçük her türlü hizmetler ve memuri -yetlerde, bizim nizam ve bizim usul ile yetişmiş bulunanları bertaraf ederek, kendi Öğretim ve eğitim nizamları ile yetişmiş bulunanlarla kendilerinin mekteplerinde okuyup bitirenleri, bizim mekteplerden yetişmiş olanların yerine koydular. Yavaş yavaş iktisadî kuruluşlar, idarî işler ve hemen hemen her şey, Avrupaî terbiye ile yetişmiş olan zümrenin eline geçti. Bu usul ve bu şekildeki tarzı hareket, gitgide idare sistemini bizim medeniyeti _ nrzden, bizim yaşayış ve düşünüş tarzımızdan ayırdı. Bu yoldan ayrılmış ve başka bir yola sapmış, sapık bir nesi! ortaya çıktı. Bunlar, İslâmdan da, İslâm tarihinden de, îslâmın öğretim ve eğitim usulünden de, islâmî rivayetlerinden de ve her şeyden ilmî manada bigâne İdiler. Kendilerince tercih edilmesi lâzım gelen ve itibar edilecek olan hususlara da alâkasız bulunuyorlardı. İşte bizim İslama kaymamıza en büyük mania teşkil eden şey d? budur. Bu şekilde yanlış anlayışların neticesinde, İslâm yirminci asırda kabili icra değildir diye tutturulu -yor.
Gördükleri talim ve terbiyeleri tamamen gayrı islâmî olan bu güruh bundan başka ne yapabilirdi? Onlar, islâm kabili icra değildir diyeceklerdi. Çünkü îs-iâmı bilmiyorlar. îslârnı bilmedikleri gibi, İslâm yolu ile de amel etmiyorlardı. Buna hazır da değillerdi. Îslâmın lîir yaşayış nizamı olabileceğini de katiyen düşüneraiyor-lardı. Yaşayış nizamında, bunun amelî cephelerinin bulunduğunu akıllarından bile geçiremiyorlardı.
Şimdi bizim karşımızda ancak iki yol vardır: Biri ırk ve milliyet bakımından hep kâfir olmak için hazar -ilanmak ve ister istemez îslâmm ortada bulunan ismini de bir tarafa bırakıp bundan da kurtulmak... İkincisi ise halis bir niyet ve imân İle (münâfikane yollarla değil) mevcut eğitim ve öğretim nizamı üzerinde tetkiklerde bulunulup, bu sistemi tahlil edip; araştırarak tesbit eylemek ki, ne'gibi şeyler bizi, İslâm yolundan saptırıyor? Ve ne gibi değişiklikler yapmak lâzımdır ki, bununla İslâm nizamım yürütmek için halkı hazırlayabilelim? Ben büyük bir esefle şunu söyliyeceğim ki, bizim eğitim ve öğretim sistemimizde maalesef bu hususa1 hiç de ehemmiyet verilmemiştir Yalnız ehemmiyet verilmemekle de kalınmamış bu husus tamamen ihmal, dahi edilmiştir. Bu mesele, üzerinde derinliğine düşünülecek ve ehemmiyetle üstünde durulacak bir problemdir. Biz bu meseleyi kö -kimden halletmedikçe, İslâm nizamının yürüyeceği yolu da düzeltmiş ve İslâm nizamının caddesini temizlemiş ola-mıyacağız.
İbn-i Haldûnun hangi nazariyesine dönersek döne -îim yine bu meseleyi halletmek için bir yardım bulmuş olmayız. Çünkü, bugün meydana çıkmış bulunan bu meseleler çeşitlilik bakımından, îbn-i Haldun zamanında mevcut değillerdi. Meselenin hakikati ve onun hakikî mahiyeti şudur ki, sömürgeciler, bizim ülkelerimizden çekilip gitmek zorunda kaldıktan sonra, yukarıda bahsettiğimiz neslin eline hükümet ve iktidarı verip de Öyle git
mislerdir. Yani kendi eğitim ve Öğretim sistemleriyle yetiştirmiş oldukları kimseleri, kendi medeniyet ve yaşayıg usullerinin kaynaklarından su içermiş oldukları elemanları, iş başında bırakmışlardır. Bunlar vücut yapısı itibariyle bizim kavmimizden, bizim milletimizden olmalarına rağmen, ilmî, zihnî ve ahlâkî bakımdan ingilizlerin, Fransızların, Felemenklerin yerine geçip oturmuşlardır. Bu zümrenin elinde bulunan hükümet de bir hayli manialarla karşılaşır ki, bu maniaları ortadan kaldırmak gayet mühim bir meseledir. İbn-i Kaldunun nazariyeleri bu sahada iş görecek durumda değildir. Bunun için çok ehemmiyetle düşünüp taşınmak lâzımdır. Hali hazır durumu gözönünde bulundurarak bu işin ıslahı için yeni yollar açmak gerekir. [205]
Risâl-i Peygam-i Hak'da, En Saîd Bezmî Sahibin kaleme aldığı bir makalede şu fikir ileri sürülmüştür:
îslâmî siyaset nazariyesinde, Mevlânâ Ebu'l - A'lâ Mevdûdî Sahib büyük bir ehemmiyetle şu noktayı ileri sürmüştür ki, böyle bir hükümet esas itibariyle halka karşı mesul değildir. Bu husus tarihî vasfı itibariyle de yeni değildir. Avrupada bir zamanlar «theocray» denilen bir hükümet nizamı vardı. Bu, Roma'nın büyük Papa'si-nın iktidarı elinde bulundurduğunun tasavvuru idi. Halk da şöyle düşünüyordu: Allahm bilfiil klonuşabilen bir idaresi bulunmadığından, bir kimse Allahm adına iktidar ve ihtiyaraü elinde tutabilir. Bu kimse de gayet kolaylıkla her türlü yanlış işler de görebilir. Mevlânâ Mevdûdî Sahibin halkayı hayâline göre, bu siyaset düşüncesi ile papalık siyaseti düşüncesi ayrı ayrıdırlar. Fakat hükümeti halkm karşi^mua mesul, diye hesaba katinadiğmdan bu hükümetin esasının cumhuriyet olacağına düşünmek tamamen hatâdır. Bunun için böyle b'r hükümet düşüncesi ile papalık hükümetinin düşüncesi arasmda herhangi bir şekilde fark olmayıp, aynı olduğu neticesini çıkarmaktan başka bir hal şekli olamaz.»
«Bezmî Sâhib, sonra da kendisi bir hal çaresi bulup ileri sürüyor. Fakat kendi bulduğu bu usul de onu ikaa etmiyor. Zat-ı Faziletlerinden ricamız, kerem buyurup da bu yanlış anlayış hakkında Tercüman El - Kur'arfda bir açıklamada bulunup, bu hatayı düzeltmeleridir. O zaman bizleri minnettar kılmış olurlar.
Cevap :
Bezmî Sahib ihtimal benim «islâm'da siyasî nazar \-ye : Islâmın siyasî nazariyesi» isimli eserimi okumamışlardır. Eğer o kitabımı okumuş olsalardı, herhalde benim düşünceme karşı böyle bir itirazda bulunmazlardı. Çünkü o yazıda Bezmî Sahibin takılıp kaldığı noktaların hepsi de izah edilmiştir, ileri sürülen düşüncelerin hepsine de cevap verilmiştir. Bezmî Sahib, eğer benim yazılarımı okumuş olmasına rağmen, itirazlarda bulunuyorsa, o zaman bu itirazlara hayret etmekten başka bir şey arz edemiyeceğim. Benim o yazımda şu cümleler dikkate değer:
«Avrupadaki teokrasi bildiğiniz giıbi, îslâmî teokrasiden bambaşka bir mahiyet taşır. Bilindiği gibi Avrupa teokrasisinde hususî bir zümre olan dinî liderler, Allahm adına, kendilerinin uydurup koydukları kanunları icra ederler. Füliyatta da kendilerinin Allah yerine koyup halk üzerinde tahakküme kalkarlar. Böyle bir hükümete de İlâhî hükümet derler. Halbuki, böyle devlet nizamlarının Üâhîlikle alâkaları olmadığı gilji. bunlara Şeytanî hükümet denmesi daha doğru olacaktır.
Bunun tam aksi olarak, İslâmda ileri sürülen teok-raai'de, hükümet herhangi bir mezhebi veya dinî zümrenin elinde değildir. Bu hükümet bütün müslümanların
__ kâffe-i muslinin n — elindedir. Bütün müslümanlar
bu hükûıneti Allanın Kitabı ve O'nun Resulünün Sünnetinin ışığı altında yürütmeğe gayret ederler. Eğer bana bu iş için yeni bir ıstılah vazetmek müsaadesi verirlerse, ben bu şeklideki hükümete «İlâhî Cumhurî Hükümet» : Thoo Demokratic State) diyeceğim. Nitekim bu hükümet, Allanın hâkimiyeti ve O'nun iktidar-ı A'lâ'smm tahtında olur. Bu iktidar ve hâkimiyetin altında müslüman-lara da umumî olarak, hududlanmış bir hükümet hakle: verilmiştir. Bu nizamdaki, idareci kadro yani iktidar, m'i dumanların reylerine istinad eder. Müslümanlar bir salısı seçip iş başına getirdikleri gibi, istedikleri zaman da yine bu kimseyi azletmek hakları var-dır. Allahın şeriatında herhangi bir mesele veya muamele hakkında açık hüküm bulunmayan hususlarda müslümanların ic-ma'ı ile îşler halledilir, hükme bağlanır. Bu i'ş herhangi bir zümrenin, yahut da ailenin elinde değildir. Bunun gibi yine îlâhî Kanunu tabir etmek, tefsir ve şerh eylemek de yine herhangi bir hususî zümrenin yahut da ai-ifMtin, hanedanın ve sairenin inhisarına bırakılmamıştır. Müslümanların umumu bu hakka maliktirler. îetihad kabiliyetini elde etmiş bulunan her müslüman bu iş yapar. Kabiliyeti olan herkes de ietiha^ payesini elde edebilir.»
Ben. sonra, yukarıdaki cümlelerin haşiyesinde bu hususu daha da fazla aydınlatmak için şu hususları yazmıştım:
Hıristiyan Papalar ve Patriklerin ellerinde, Hazret ı Isâ Aleyhisselâmm bir kaç"ahlâkî taliminden başka bir şeriat ve kanun yoktur. Bunun için, bu Papalar Patrikler kendi keyiflerine göre, kendi şahsî istek w ağraz-i nefsaniyelerine uyarak, kanunlar yapıp uydurmuşlardır. Bu kanunların da Allah indinden geldiğini ileri sürmüş ve icra etmişlerdir.»
Hıristiyanlığı tetkik etmiş ve Papalık tarihine vakıf bulunan herkes, benim bir kaç satırda anlattığım bw hususları çok iyi bilirler. Avrupanın Papalık nizama, Saint PauTün uydurduğu şeriata dayanır. Bu şeriat gereğince, Saint Paul, Musevî şeriat; lanetlemiş ve hıristi-yanlığı sadece bazı ahlakî tâlim üzerine kurmuştur. Bunları da «Kİtab-ı Ahd-i Cedid» de görebiliriz. Bu ahlâkî tâlimde herhangi bir şekilde medeniyet nizamına dayanan ve siyasetle alâkası bulunan hiçbir kanun yoktur. Papalar sonradan Avrupada ya doğrudan doğruya, kendileri yahut da maiyetleri vasıtasiyle teokrasi denilen hükümet tarzını ortaya çıkarmışlardır. Bunun iç n bir do kanun ve şeriat ortaya koymuşlardır. Şurası da bellidir ki, onların bu kanun ve şeriatleri vahy ve ilham'dan alınmış olmayıp kendileri tarafından uydurulmuş olduğu ortadadır. Bu meyanda onlar, bazı akâid nizamı, dinî â-mal, mezhebi merasim, nezirler ve niyazlar, adaklar, bazı içtimaî ve muaşereti kaideler tecviz etmişlerdir ki, bunların hiç birisi onların elinde bulunan Kitabullah'da yani. Hazret-i Isâya isnad ediien tncilde mevcut değildir.
Böylelikle, onlar kendilerini Allah ile kullar arasın-Ua, bir dinî makam sahibi kılmışlardır. Kendileri için bir uevi müştak 1 aracı ve simsar vaziyeti uydurup sağlamış-laidır. Onlar kilise nizamlarında dahi, çalışan kimselere bıı yığın hak, hukuk ve ihtiyarât tanımışlardır. Bundan başka halkın üzerine de bir nevi dinî vergi yüklemişlerdir. Bunların hepsinin kaynağı ve aslı esası yine havayı nefs ve uydurma hükümlerden başka bir şeye istinat etmez. Böyle bir nizama isim takılmak istendiği zaman d. «teokrasi)) dennrstir. Fakat hakikatte bunun değil teokrasi ile, hattâ «Theo» : (Allah) ile dahi hiç bir alâkası yoktur.
Şimdi, böyle bir teokrasinin, îslâmdaki İlâhî Hükümetle veyahut da Şer'î Hükümetle benzerliği nerededir? İslâmda, ahkâm ve evâmir açık bir şekilde, değişmez, ilâve yapılamaz bir halde, Kuran ve iSünntatekı kanunlarda mevcuttur. Bunları yürütmek de herhangi bir hususî dinî veya mezhebi zümrenin inhisarına bırakılmamıştır.
Sonra, yine Bezmî Sahib'in işaret buyurduğu şu husus da tamamen garıb bir noktadır. D.yor ki: «Biz de.,. Halifeye, Hıristiyanların Papaya tanıdıkları vasıfları tanıyoruz. Bunun içindir ki, bizim halifemiz de halkın kargısında mesul değildir.»
Bu iddialara cevap olarak, bundan önceki'yazılarımda belirtmiş olduğum 'hususlardan bir kaç cümleyi burada tekrarlıyorum :
Ben aşağıdaki âyet-i kerimenin medlulünden istin-bat ederek şöyle yazmıştım :
Sizlerden, iman edip de Salih amel edenleri, Allah, yeryüzünde halife {alacağını vaad etmiştir. Nitekim evvelkileri de halife kılmıştı. (Sure-i Nur, âyet, 55)
«Bu âyet-i kerimeden anlaşılan ikinci bir ince nokta da, halife kılınmak vaadi bütün müminler cindir. Burada, «onlardan herhangi birisini halife kılacağım» denmiştir. Buradan şu nokta aydınlanmış oluyor ki, bütün müminler hilafete haizdirler. Allah tarafından müminlere atâ kılınmış bulunan hilâfet umumî bir hilafettir.» Sonra devam ederek şu hususları açıklamıştım: îslâm nizamında, her şahıs halifedir. Bu hilâfet herhangi muayyen bir şahsın yalltıt da bir zümrenin inhisarında değildir. Yani öyle bir kimse yoktur ki, müslüman-•Iarın hepsinin elinden hilafeti alıp da kendisi mutlak ve müstebid buyruk sahibi olsun. Burada, bir kimse hükümdar veya buyruk sahibi olursa, bunun aslî vasfı ve hususiyeti şudur : Bütün müslümanlar yahut da ıstılahı lafızlarla söyliyelim, bütün halifeler kendi istek ve rıza-larıyle kendi halifeliklerinin düzenlenmesi için bu işi herhangi bir şahısda temerküz ettirirler. Bu şahıs, bir taraftan Allah karşısında mesuldür. Diğer taraftan bay-ka halifelerin karşısında halifeliği kendi şahsında temerküz ettirdikleri için onlara karşı yine mesul olacaktır.
Bundan sonra yine başka bir yerde, şu açıklamalarda bulunmuştum:
«İslâmî devlette, emir veya imam yahut da devlet başkanının vasfı şundan başka bir şey değildir: Hilâfeti ellerinde bulunduran bütün müslümanlar kendi rızaları ile, kendi aralarından iyi bir kimse seçerek bu emaneti onun eline tevdi ederler. Bunun için halife kelimesinin kullanılmasından maksat onun tek basma biricik halife olmadığıdır. Belki maksat şudur ki, her biri birer halife olan nıüslüm ani arın halifelikleri bu zatın elinde temerküz etmiş bulunuyor.»
Yine bu mevzuda yazdıklarım arasında şu husus da vardı:
Emîr, tenkitten vareste değildir. Alelade her müs-lüman dahi, bu emîri, yalnız içtimaî işîerde değil, bu emîrin kendi şahsî ve hususî yaşayışına ait işlerde bile lıer zaman tenkit etmek salâhiyetindedir. İBu emîr, azli kabil bir kimsedir. Kanun karşısında bu emîr ile alelade bir hemşehri aynı vasıfları taşırlar. Onun aleyhine de herhangi bir adlî makamda dava açılabilir. Adalet bakımından herhangi bir hususî imtiyazı da olamaz. Emîr, müşavere ile işleri yürütür. Şûra Meclisi de bütün müs-lümanlarm güvenebildiği bir meclis olmalıdır. Bütün müslümanların itimatlarını kazanmış olması icabeder.
Müslümanların bu meclisi reylere baş vurarak seçmelerinde hiç bir şer'î mahzur yoktur. Her ne şekilde olursa olsun, şu nokta da gözönünde bulundurulmalıdır ki, bütün müslümanlar tarafından kendisine bu kadar geniş salâhiyetle emânet tevdi edilmiş bulunan emîr, bu geniş salâhiyetlerine rağmen yine de takva ile ve Allahtan korkarak bu salâhiyetlerini kullanmalıdır. Kendi keyfine göre hareket etmemelidir. Böyle olmadığı takdirde müslümanlar bu emîri, ihraz etmiş bulunduğu, emirlik kürsüsünden hemen alaşağı ederler.»
Bu aydınlatmalardan sonra birisi ortaya çıkıp da bizim «teokrasimizi» Roma'nın son günlerinde kurulmuş bulunan Avrupa teokrasisine benzetirse, elbette ki, biz onu. İ kir hürriyetinden mahrum edecek değiliz. Buna hakkımız da yoktur. Ancak şurasını da arzedebiliriz ki, böyle bir düşünceye sahip olmak bilgi ve delilden uzak kalır. [206]
Sual :
Hülefa-i Raşidinden sonra müslümanlar arasında bir çok hükümetler kuruldu. Bunlar İslâm Hükümeti mi idiler, yoksa İslâm dışı hükümetler midirler?
Cevap :
îşin hakikatına bakılırsa, bunlar tam manasiyle ne islâm Hükümeti idiler ne de İslâm dışı hükümetler idiler. Bu rejimlerde İslâm Anayasasının (Düstur) iki mühim noktası değişmişti. Biri seçim usulü ile kurulacak emirlik. İkincisi de müşavere usulü ile yürütülecek olan işler. Diğer hususlarda, îslâmî Anayasa (Düstur) ortada idi. İsterse, sahih şekilde bunu gözönünde bulundurmasınlar. Fakat bu Anayasayı (Düstur) ortadan kaldırmamış ve değiştirmemişlerdi. Bu hükümetler Kur'nn ve Sünneti kanun mehazı olarak kabul ediyor, buna inanıyorlardı. Adalet sahasında İslâm kanunlarım icra edi -yorlardı. Müslüman hükümdarların hiç birisinde İslâm kanunlarını ortadan kaldırmak cesareti yoktu. İslâm kanunlarını kaldırıp, bunun yerine kendilerinin uydurdukları kanunları infaz etmeğe yeltenecek cür'etleri yoktu. İslâm tarihi de tarih boyunca şuna şahittir ki, hiç bir zaman, hiç bir hükümdar böyle bir işe yeltenememiştir. Keyfî icraatların hemen arkasından Allah kulları zâlim emirlerin karşısına dikilip, az çok, iyi fena cihada girişmişlerdir. Fesat ve fışkın kapılarını kapatıncaya kadar da dövüşmüşlerdir.
İbn-i Teymiyenin ve Müçeddid-i Elf-i Sanî'nin bu gibi işler karşısında nasıl dikilip mücadele ettiklerini tarih kaydeder.. [208]
Sual :
İslâm'da yetmiş iki fırka mevcut iken, nasıl olur da hilafet meselesi böyle bir vasatta, kolay bir şekilde düzenlenebilir?
Ben buraya kadar bütün İslâm ülkelerindeki hilâfet meselesi bahsini ele almadım. Belki benim sözlerim, Pa-kistanda tslâmî hükümetin kurulması dairesi içindedir. Eğer muhtelif müslüman ülkeler de benim aydınlattığım bu usul üzerine İslâm Hükümetini kurmak isterlerse, elbette bu imkân vardır. Ve olabilecek bir iştir. Yine de mümkündür ki, öyle bir organizasyon yapılsın ki, bu ülkelerin hepsi, bir arada, bir federasyon teşkil etsinler ve aralarından bütün İslâm dünyası için bir Halife seçsinler.
Yetmiş iki fırka meselesine gelince, buna sadece Kelâm ilmi kitaplarının sahifelerinde rastlamak mümkündür. Hâlen fiilî olarak Pakistanda bu üç fırkadan başka fırka yoktur.
1. Hanefiier.
2. Ehl-i Hadis.
3. Şiiler.
Sizin de malumunuzdur ki, bu üç fırkanın uleması ilk defa bir islâm Hükümetinin esas usulleri üzerinde ittifak etmişlerdir. Buna göre, artık fırkaların mevcudiyeti îslânıî Hükümetin kurulmasına mâni olabilir diye bir endişeye mahal yoktur. [209]
Bizden, hangi Islâmî usul ve ahkâma göre, kadınların kanun vazeden meclisde âza olmaları menedümiş olduğu sorulmaktadır. Aynı zamanda Kur'an ve Hadisde bu hususta ne gibi işaretler ve hükümlerin olduğu bilinmek isteniyor. Ve sonra da hangi hükümler gereğince bu gibi meclislerin isleri yalnız erkeklerin ellerine bırakıldığı sual edilmektedir.
Bu suallere cevap vermeden önce, biz bu meclislerin çeşidini ve doğru şeklini izah etmek zorundayız. Yani kadınların âza olabileceği bahis mevzuu, bulunan meclislere yanlış olarak «kanun - sâz» (kanun vazeden) meclisler denmesi esasen bu yanlış anlayışı doğurur. Bunlara «kanun sâz» : (kanun vazeden) meclisler denemez. Bunlara «kanun kuran, kanım yapan» meclisler denmesi lazımdır. Çünkü bunların işleri yalnız «kanun yapmak» değil «kanun vazetmektir», işte bu yanlış anlayıştan bir başka yan iiş anlayış da ortaya çıkıyor. Zihinlerin karışmasına sebep oluyor. O da şudur: Sahabîler devrinde kadınların da kanunî meseleler üzerinde durdukları, konuştukları ve r.?y beyan ettikleri ve bazı şeyler yaptıkları, hattâ Halifelerin kendileri bile bu kadınlarla çok vakit müşaverede bulunduklan ve onların reylerine başvurdukları görülmüştür. Şimdi şu mesele hayrete mucib oluyor k', bu gün, Islâınî usuller diye isim verilen hususlarda bu gibi meclislerde kadınların iştirak etmeler! niçin ve neden doğru olmayıp da hatalı olacaktır?
Gerçek şudur: Bugün adına «Kanun vazeden meclîs» denilen bu gibi meclisler, sadece kanun etmekle meşgul değillerdir. Meclislerin daha bir sürü başka işleri de vardır. Bu meyanda bütün memleketin mülkî siyasetini kontrol etmek; bakanları tayin etmek, muahedeler yapmak ve bozmak; memleketin asayiş vaziyetini gözönüne almak; emniyet ve zabıta gibi işleri idare etmek; vergi İşlerini tanzim ve bütçeyi hazırlamak; memleket n iktisadî işleri ile meşgul olmak; daha bunlar gibi bir hayli meselelerin yanı başında harp ve sulh gibi çok müh'm işleri karara bağlamak hep bu meclisin vazifeleri cümle-sindendir. Bu bakımdan bu meclislerin azaları sadece bir tfakîh veya bir müftü makamında bulunan kimseler degülerdir. Memleketin her hususunu gozönünde bulunduran «kavvam» : (Düzenleyici, koruyucu) durlar.
Şimdi bir parça düşünelim. Kur'an içtimaî yaşayışta bu makamı kimlere vermiştir ve kimlere vermemiş-ur?
Sûre-i Nisâ'da Allahu Taalâ şöyle buyurmuştur: Erkekler kadınların koruyucularıdır. Allah bazılarını bazılarından üstün kıldığı ve erkeklerin kendi malla-rmdan kadınlara geçim verdikleri için. Saliha kadınlar itaat eden, AUahın koruması sayesinde gıyabında (koca-îarsnın muhafaza edilecek şeylerini) muhafaza ederler.
(En' - Nisa 33).
Bu âyette Hak Taalâ sarahatle ve açık kelimelerle koruyuculuk ve düzenleyicilik vazifesini erkeklere vermiştir. Saliha kadınların burada iki vasfı beyan edilmiştir. B'ri itaat eder olmak, ikincisi de ikocalarının bulunmadıkları zaman, onların muhafaza edilmesi lâzım gelen şeylerini muhafaza etmek. Nitekim Allah muhafaza etmiştir.
Şimdi siz diyeceksiniz ki, bu hüküm ev hayatına ait bir mesele içindir. Memleket meseleleri için değildr. Fakat görüyoruz ki, âyet-i kerimenin birinci kısmında «erkekler kadınların koruyucularıdır, düzenleyicileridir» dendiğ ne göre, burada «fiil - buyûti» : (evlerinde veya evlerde» denmed!ğinden, bu cümledeki meselenin eve hars o^limemiş olduğu anlaşılır. Sonra yine siz şunu da kabul etmek istersiniz ki, bize de sorulduğu gibi Allah evde «kavvam» koruyucu kılmamış tır; kadına da «kunût» : (itaat etme) makamını gozönünde tutmuştur; o zaman siz bütün evlerin hepsinde yani bütün memlekette «kunût» : (itaat etme) makamını kaldırıp bunun yerine kav-vaniiyet : koruyuculuk makamını mı koyacaksınız? Evi korumak makamı memleketi korumak makamından da-
ha büyük ve daha yüksek derecede midir? Şimdi siz nasıl olur da dersiniz ki, Allah Taalâ bir evin koruyuculuğunu bir kadına vermediği halde bir memleketin koruyuculuğunu bir kadının eline vermek için izin vermiştir? Bunları bütün evlerin koruyucusu yapmakla bütün o&* raiyetin heyeti unıumiyesini . teşkil eden memleketin koruyucusu kılmıştır hükmü verilebilir mi?
Ve görüyoruz ki, Kur'an-ı Kerim kes'n kelimelerle kadınların çalışma dairesini tayin etmiştir:
Evlerinde otursunlar ve eski cahiliye devrinde olduğu gibi kırıtmasınlar. (El - Ahzab, 33).
Burada, yine şu meseleyi ileri sürenler vardır: Bu einir Zat-ı Risaletpenahîlerinin hanımları hakkında verilmiş bir emirdir. Biz de şu noktayı soruyoruz: Zat-ı Risa-lelpenahîlernr.n hanımlarının ne gibi noksanları vardı ki, onların evlerine bağlanması emrediliyor da, evin dışındaki işlerde, onların ehil olmadıkları ortaya konuyor?. Niçin diğer kadınlar bu hususlarda onlardan üstün tutulmuştur? Acaba bunun sebebi nedir? Bu da bir tarafa dursun, Zat-ı Saadetlerinin hanımları bu gibi kırıtma işlerinden menedilirken acaba diğer müslüman kadınlara kırıtma müsaadesi mi verilmiştir?. Nasıl olur da Zat_ı Saadetler'nin hanımlarına yabancı erkeklerle kırıtarak konuşmalarına ve yabancı erkekleri tahrik etmelerine izm verilmemiş de diğer müslüman kadınlarının yabancı . erkeklerle kırıtmalarına müsaade edilmiş ve bu yabancı erkeklerin erkeklik hislerini tahrik etmelerine izin mi verilmiştir? Bundan başka nasıl olur da Allah Taalâ kendi peygamberinin evini ve ailesini temiz tutmasını emrederken, diğer müslümanlann evlerinin bulaşık vaziyette kalmalarına göz yummuş olabilir?
Bundan sonra Hadis-i şeriflere gelebiliriz. Nebî Sal-Uallahu aleyhi ve sellemin açıfc hadisleri elimizdedr. Bu-yuruluyor ki :
Ne zaman, »izin emirleriniz halkın «n kötüsü, zenginleriniz en cimri kimselerden olur ve işleriniz de kadınların eline geçerse, o zaman yerin altı üstünden elbette ki iyi olacaktar. (Tirmizî)
Ebî Bekre'den rivayet edilen şu Hadis-i Şerif gerçeği "«İle tutarcasma göstermektedir :
Allah'ın Resulü Sallallahu aleyhi ve .sellem, Iran halkının Ksrâ'nm kızım kendilerine padişah kıldıklarını duyunca şöyle buyurdular :
İşlerini kadınların eline teslim eden bir kavim hiç İjir zaman felah bulmaz. (Buharı, Ahmed, Nesâî, Tirmizî)
Bu iki Hadis-i Şerif de şu hidayet İlâhiyenin hakikî tefsirini beyan etmektedir :
Erkekler kadınların koruyucularıdırlar.
Âyetinin hakikî tefsirini beyan etmekte ve açıktan açığa bildirmektedir ki, siyaset ve memleket idaresi kadınların yapacağı işlerden değildir.
Şimdi şu mesele kalmaktadır: Böyle olunca kadınların yapacakları işlerin ölçüsü nedir ve bu iş dairesinin hududu nerelerdedir? O zaman Zat-ı Risaletpenahîlerinin şu Hadis-i Şeriflerini ileri sürerek deriz k:, bu mevzu dahi şu Hadis-i Şerifde beyan kılınmıştır:
Kadm da koca&jüiın, evinin ve çocuğunun çobanıdır. O da bunlardan mesuldür. (Ebu Davud)
Bu Hadis-i Şerif de şu âyet-i kerimen n tefsiridir: Eylerinde otursunlar . Bu mevzuun daha geniş tefsiri ve daha etraflıca izahı hususunda, zikredeceğimiz şu Hadis-i Şerif, kadınları.
siyaset işlerinden ve onların ev dışındaki işlene alâkadar olmaktan menetmigtir :
Cuma (namazı) haktır Her müslümana da cemaat iie farzdır. Ancak dört zümre (bundan muaftır) : üoyııu bağlı olan köle, kadın, çocuk ve hasta olanlar. (Ebu Davud}
Ümm-i Atiyye'den şu hadis rivayet edilmiştir : Biz cenazelerin arkasından gitmekten men edilmiş bulunuyoruz. (Buharı)
Bizim için bu hususları aydınlığa kavuşturacak daha bir çok deliller nıeveud olmasına rağmen, bir karışıklığa meydan vermemek için, bu kadarla yetinmeği uygun bulduk. Zira bize sorulan sualler de geniş delilleri icap ettirmemektedir.
Şu hususu da tcsbit etmek gerektir ki, herhangi bir müslümana şu hakkın da verilmiş olduğuna kani değiliz: Bir müsltmıan Allah'ın ve O'nun Resulünün açık hüküm-' lerini duyduktan sonra, bu emirlere göre amel etmek ve bunların icabını yerine getirmek için kalkıp da aklî deliller istemez. Bir müslüman için — eğer bu kimse hakikî bir müslüman ise — ilk şart amel etmektir.
Sonra kendi fikrini güvenli bir hale koymak için, amel ettiği bu hükme kendisinin delil bulması gerekir. «Aksi takdirde, ilk önce beni aklî delillerle bu hüküm baklanda ikna edin, yoksa Allah'ın ve Resulünün hükümlerine inanrolıyaeağim» derse, böyle bir kimseye müslüman demememiz için bir sebep kalmaz. Nerde kaldı ki, bir îslâmî Hükümetin Anayasasını yapanlar için böyle bir isteğe müsaade edilmiş olsun? Amel etmek hükmünü kabul etmek için aklî deliller istemek gibi bir tavrın, îslâm içinde yeri yoktur. Böyle bir yer ancak İslâmm dışındadır.
Siyaset ve memleket idaresi işlerinde kadınların na-riç tutulmadığına delil olarak, Hazret-i Ayşe Radıyalla-iıu Taalâ anhanın Hazret-i Osmanın kanını isteme da. vasi ileri sürülüyor. «O zaman Hazret-i Ali Radıyallahu Taalâ anlı iie Cerael muharebesine girişmişti» deniyor. Halbuki, ilk başta bu delil hatalıdır. Çünkü Allahın ve C'nun Resulünün hükümlerinde açık olarak mevcut bulunan bir mesele hakkında, herhangi bir Sahabînin tek başına yaptığı bir iş, delil olarak ileri sürülemez. Böyle bir şey hiç b:r zaman da hüccet olamaz. Evet şurası da doğrudur ki, Sahabîlerin temiz yaşayışları, bizim için her zaman bir hidayet meşalesidir. Onların gitmiş oldukları yolun -aydınlığında Allanın ve O'nun . Resulünün hükümlerini elde ederek doğru yoldan yürüme imkânını bulabiliyoruz. Fakat bu demek değildir ki, Allanın ve Resulünün hidayet kıldıkları hükümleri bırakıp da onlann tek başlarına gitmiş oldukları bir tek yanlış yol varsa o yanlış yola uyarak gidelim. O zaman bile böyle bir yolun yanlış olduğu o güzide Sahabîler tarafından bildirilmiş olduğuna göre, aynı yolun tavsiyesi ciddiyetle kabili telif olabilir mi? Sonra Ümmül - Mümininin kendisi dahî tuttuğu işin hatalı olduğunu anlamış ve nadim olmuştur. Buna rağmen, nasıl olur da İslâmda yeni bi*1 bid'at başlatmak için bu meseleye istinad edilir ve delil diye ileri sürülür ?
Hazret-i Ayşe Radiyallahu Taalâ anha'mn bu harekete girişeceğini haber alan Hazret-i. Ümm-ii Seleme kendisine bir mektup göndermişti. Bu mektubun tam metni Ibn-i Kuteybe'nin «El - Imâme ve's - Siyase» isimli kitabında vardır. İbn-i Abd-i Rabbiih' de bu mektubu aynen isimli eserinde nakletmiştir Lutfedip de baksınlar, orada ne kadar kuvvetli bir şekilde bu Anev2u üzerinde durcuimıgtur :
2a£-ı İffetpenahnennın eteği Kur aü Ae da.uâur. &iz bununla i>ir şey kazanamazsınız. Zat^ı lîîetpenahîîeri ha^ tutamıyor musunuz ki, Resulullah S al lal! ahu aleyhi ve sellem zatınıza ifrattan çeKİnmenizi buyurmuştur. Ve devamla, Düşünün bir kete, O sra böyle çölün ortasında şu taraftan bu tarafa, bu taraftan şu tarafa deve koştururken gördüğünü farzediniz, ResulufLaha ne cevap verebilirsiniz?
Sonra da Abdullah îbn-i Ömer'in şu sözü hatırlatılmaktadır :
Ayşenin kendi evi onun havdeeinden ilaha iyidir.
Hazret-i Ebu Bekre'nin şu sözünü Buharı nakletmektedir :
Benim Cemel muharebesinden uzak kalmak istememin sebebi Hazret-i Resulü Ekremin şu sözü hatırıma geldiği içindir :
İşlerini kadınların ellerine bırakmış olan kavini, hiç bir zaman felah bulamaz.
Hazret-i Ali Radiyallahu Taalâ anh bir tarafa, acaba o zaman hiç Şeriat ilmini bilen yok muydu? Oniar da açık olarak Hazret-i Ayşe'ye yaptığı işin Şeriat hududuna tecavüz olduğunu yazdılar. Hazret-i Ayşe R adı yal İnhu Taalâ anha, kemâl-i zekâsı ve fıkıh .bilgisine rağmen, bunların karşısında ileri sürecek bir delil bulamadı. O zaman Hazret-i Ali Radiyallahu Taalâ anh'ın sözleri şöyle idi. :
S.^2j şüphesiz olarak, Allah ve .Ktsttiümir; h;>*ıxı irin, sıkıînmk bu İşe girişmiş oldunuz. F;.-;. ' h;- son^ııHı ol-»KKiıüiMi:': ve >:./.i alâkadar ötincyen bir hür. Muharebe vo hııîk arasında düzen temin etmek (ıslah beynen - ı^as) Kadınları nereden alâkadar ediyor? Siz Osman Rada>;ıîiahıı Taalâ anhuı kanım iddia etmek .İçin ayaklanmış bu-hınuyorsnnuz. Fakat bun naüikatı söyliyeyim ki, sizi bu işe sevk eden ve sizi h\ı davaya sürükleyen kimse, Os-roanın katillerinden daha da çok günahkâr kimsedir.
Görüyoruz ki, bu yazıyı Seyyidinâ Hazrct-i Ali Ra-diyaüahu Taalâ anlı, Hazret-i Ayşeye yazmış ve onun yap'ığı bu işi açık bir şeklide hilâf-i şer1 olarak belirtmiştir. Hazret-i Ayşe de tamamen doğru olan bu sözlere karşı bir şey söyiiyernemiş ve çekilip gitmiştir.
Cemel muharebesi bittikten sonra Hazret-i Ali Radir yallahu Taalâ anlı, Ümmül Müminin RadıyaUalm Taalâ &r>ha, ile buluştukları zaman şöyle buyurdular :
Ey Havdec sahibesi! AUah sana evinde oturmanı emretmiş iken, sen kalkıp da harbe çıktın.
Bu hitaba karşılık Hazret-i Ayşe; «hayır, tez kadın, form evlerimizde oturmamız emredilmemiştir. Siyaset işlerinde ve muharebe meselelerinde de bize hisse veril-niştir» <liye cevap vermemiştir-.
Sonra şurası da açıktır ki, Hazret-i Ayşe, muharebeye katıldığından dolayı son derece pişman oldu. Zira, aliâme İbn-i Abdül - Bcrr, İst 'âb isimli eserinde bu fflev-zuyu şu şekilde kaydeder :
ümmül müminin, Abdullah İbn-i Ömer'e sitem ederek şu sözleri söyledi :
<Ya Ebu Abdurrahman, sen niçin beni girişmiş olduğum bu işten men etmedin?»
Ebu Abdurrahman, bu suale şu cevabı verdi :
Ben o kimsenin (yani Abdulüah tbn-i Zübeyr) senin düşüncende olduğunu biliyordum. Ve senin de böyle bir işe kalkışacağım ümit etmiyordum.
Bu cevap üzerine, Hazret-! Ümmül müminin :
Keski, sen benî men etmiş olsaydın da, böyle bir işe girişmiş olmasaydım, dedi.
Bunlardan sonra, Cenab-ı Sıddıka Kadıya!lalıu Taa. îâ Anhânın bu hareketinin bir delil olma mahiyeti kalır ıt.î ki, ilim erbabı bunu hüccet olarak kabul edebilsin? İslâmda kadınların dahi siyaset ve memleket düzeni iş-'erinde vazifeleri vardır diye iddia edilsin? Memleket işlerinde kadınlara da bir hak düşer diye fikir ileri sürülsün?.. Dünyada galip milletlerin çalışma sistemini kendiler.ne ölçü olarak alan zümreyi bir tarafa bırakalım. — Çünkü bunlar, çoğunluk ne tarafa giderse, hemen o tarafa sürüklenip giden kimselerdir. — O zaman şuna bakalım ki, bunlardan hangisi îslâmın, kendileriyle birlikte yürümesini isterler?
Onların gözü dışardadır. Fakat hiç olmazsa biraz olsun insafa yakın kimseler vardır ki, isim verdikleri şeyin bir parçacık olsun müsemmasına bağlanmak isterler. Hç olmazsa onlar, Allanın kitabında ve O'nun Resulünün Sünnetinde bulunmayan ve asırlar -boyunca tarihin şaha-detiyle mevcut olmayan şeyleri, delilsiz olarak, İslama bağlamazlar. [211]
Sual:
Günümüzün İslâm hükümet rejiminde, kadınlara da erkeklerin yanıbaşmda siyasî, iktisadî ve d ğer devlet hizmetlerinde vazife görme hakkı, niçin tanınmaz? Halbuki İslâm, en karanlık devirlerde bile kadınlara bir mev-ki ve makam (Status) tanımıştı. Nasıl olur da bugün, kadınlar da erkeklerle aynı seviyede kendi murislerinden hak alamazlar? Hangi sebebe dayanılarak, kız talebelerin mekteplerde, kollejlerde ve üniversitelerde erkek talebelerle omuz omuza karma öğretim görmelerine ve memleketin ve milletin iktisadî işlerinin ilerlemesi için onların çalışmalarına müsaade edilmez?
Farzedelim ki, bir Islâmî hükümette kadınlara rey hakkı tanınmıştır. Bu zümre reylerin çoğunluğunu kazanmış ve seçim neticesinde muvaffak olup, devlet başkanlığı ve bakanlık gibi mevkileri de işgal etmeye hak kazanmış olsalar, böyle foir durumda ve hali hazır 20. nci yüzyılda, nasıl olur da İslâm ahkâmı gereğince kadınların hakkı olan bu yüksek mevkilerin kendilerine teslim edilmesinden imtina edilir? Halbuki yüksek devlet hizmetlerinde kadınların da hakları bulunduğuna dair bir hayli nrsalîer vardır. Meselâ, Seylân Başbakanı bir kadındır. Aynı zamanda Felemenk devlet reisi de'bir kadındır. İngiltere Kraliçesinin de bir kadın olduğu herkesin bildiği bir husustur. Sefaret makamına kadar yükselmiş bulu -naniar; Bhopal Nuvvabının kızı Abide Sultane (kadın şehzade) ve yine şimdki Felemenk sefiresi ıbulunan Begüm Ra'na Liyakat Ali Han veya Mrs. L/akhoshmee Pan-dît, Britanyada yüksek 'komiser ve Birleşmiş Milletlerde vaaife almış kadınlardan değil midir? Bu misallere geçmiş zamanlardan da misaller verilebilir. Nur-i Cihan, Ci-hansî - ki, Rani (kadın raca) Râz'ye Sultane (kadın şehzade) ve kadınların medarı iftiharı sayılan (Pride of Wo-man) Vâcid Ali Şah'm (sabık Odh devleti hükümdarmm) karısı Hazret~i Mahal gibi. Bu kadın ingilizlerin aleyh'ne cereyan eden muharebede kumandanlık etmiştir. Bunlar gibi daha bir hayli kadın, iş mevzuunda kabiliyetlerim isbat etmişlerdir.
Yine nasıl olur da muhterem (Merhum, eser yazıldı ğj zaman hayatta idi) [212] Fatma Cinnah'a devlet başkanlığı teslim edilmez? Pakistan'da islâmî nizam buna niçin müsaid değildir? Acaba bugünkü guöi kadınların doktor, adliyede avukat, noter, hâkim ve yargıç, ordu kumandanı ve bunlar gibi olmalarına İzin verilmez?
Kadınların da erkekler gibi, meselâ hastalan tedavi etmeleri pekâlâ mümkündür.
ıslâmın ilk muharebelerinde kadınların yaralılara baktıkları ve yaralıların yaralarını sardıkları, su dağıt -tıkların] ve diğer işler yaptıklarını Islâmî rivayetler bize bildirmiştir. Şimdi milletin yarısını teşkil eden kadınlar, ev'erin dört duvarı arasında hapsedilip bıı ^kılmaları hangi sebebe istinat ettirilebilir?
Cevap :
İslâmî hükümette, dünya ile alâkalı herhangi bir raeselede dah' Islâmî usulün kaldırı'masma katiyen müsaade edilemez. Böyle bir şeyin yapılmasına da meydan verilmez. Böyle bir hükümeti idare edenler ve yürütenler eğer gerçekten islâmî usullere inanmışlarşa, bu usul iizre işleri yürütmekten başka çareleri yoktur.
Kadınlara ait muamelede, îslâmî usul şudur: Kadınla, erkek, hürmet, namus ve şeref bakımından bu her iki sınıl' da aynı seviyede olup aynı haklara sahiptirler. Ahlâkî ölçülerde ise ayna seviyede değillerdir. Ahirette ecir bakımından yine aynı seviyededirler. Fakat bu iki insan cinsinin çalışma yerleri ve daireleri aynı değildir. Siyaset, memleket nizamı, askerî hizmetler ve buna benzer işler, erkeklerin çalışma sahasına girer. Bu gibi işleri kadınların eline verdiğimiz zaman, aile nizamımız - ki, bu nizamın mesuliyetinin büyük bir kısmı kadınların üzerindedir - temelinden dağılıp gider. Yahut da bir hayli başka yük de kadınların üzerine yüklenmiş olur. Böyle bir durum, fazladan, kadınların fıtrî vazifelerine eklenmiş olur. Elbette ki, kadınların fıtrî vazifelerine her ne suretle olursa olsun, erkeklerin iştiraki düşünülemez. Erkeklerin vazifelerinin yarısını paylaşan kadınlar, bir ile kendi fıtrî vazifelerini yapmak zorunda kalırlar. Faka.!: erkekler kadınların bu fıtrî vazifelerini paylaşmak imkânına mâlik değillerdir. Bu ikinci şekil, amelen mümkün olamıyacağma göre, ister istemez birinci şekil ortaya çıkar ki, Avrupai memleketlerdeki tecrübeler bu neticeyi göstermiştir. Artık gözü kapalı olarak, başkaları, nın ahmaklıklarını taklit edip, kendi camiamızın içine sokmanın akıl kârı olamıyacağı da malumdur.
^Şu da Islama sığacak şeylerden değildir ki, irsiyet bakımından kadınla erkek aynı seviyede olsunlar. Bu meseleye Kur'anın açık hükmü manidir. Nitekim îslâml ahkâma göre, ailenin geçimi ve malî yük, tamamen erkeğin üzerindedir. Kadının mehriyesi, nafakası, geçimi erkeğe tahmil edilmiştir. Bu hususta kadına herhangi bir yük yüklenmemiştir. Bunun içindir kî, kadın hisse bakımından aynı eşitliğe sahip değildir.
îslâmî usul, karma cemiyete: (Mahlut cemiyet) muhalefet etmiştir. Aile nizamını sağlam temellere bağla-maL. isteyen, herhangi bir ailevî nizam da karma cemiyeti makbul saymaz. Kadınlarla erkeklerin karma cemiyet halinde bulunmalarını doğru görmez. Böyle cemiyetlerin Avrupa ülkelerinde ne gibi kötü neticeler doğurduğu malumdur. Eğer bizim ülkemizin halkı da bu neticelere kavuşmak için çırpınıp duruyorsa, böyle süflî şeyleri lalar nıa sokmak için çalışmağa ne gibi bir lüzum olabilir? Yok eğer bu net;celerden kurtulmak isteniyorsa, o zaman !&• Umın bu hususa ne kadar ehemmiyet verdiği ve böyle şey7eri ortadan kaldırmak için nasıl uğraştığı da görü-nar.
Evet, saadet asrmda yapılan muharebelerde kadınlar, yaralılara bakarlar, onların yaralarını sararlardı.
Bunun manası şu değildir ki, muharebe olmadığı zamanda yani sulh devresinde de kadınlar dairelerde, fabrikalarda, kulüplerde, parlamentolarda çalışabilirler.
Erkeklerin çalışma sahasına giren kadınlar, erkekler kadar muvaffak olamamışlardır. Çünkü bunlar erkeklerin yapabilecekleri işler için yaratılmış değillerdir. Erkeklerin yapacakları işler için, ahlâkî, dimağı ve cismi evsafın bulunması şarttır. Bu evsafa göre ancak erkekler yaratılmış bulunuyor. Bu vasıfların bir kısmı kadınlarda bulunmuş olsa bile, bu gayıf vasıflarla kadınların erkeklere mahsus iş sahalarında görünmeleri, sun'î ola-ra.k kadınları erkekleşmeye tabi tutmaktan başka bir şey değildir. Böyle yanlış bir istikamet, bir hayli zararlar doğurur. Böyle bir tutum hem kadınlık camiasını dejenere eder, hem de bütün bir cemiyeti sarsar.
Bu duruma göre asıl zar^ şu olur ki, kadın ne tam manaslyle kadındır, ne de Cuı manasiyle bir erkektir. Kendi çalışma dairesinde çalışamadığı gibi, erkeklerin çalışma sahası içinde de çalışırken tam bir randıman vermesi imkân haricidir, ikisinin arasında bocalayıp gider. Yaratılışında kendisine verilen fıtrî değerini de kaybeder.
Cemiyet ve hükümet işlerinde meydana gelen zararlar da şunlardır: Ehil k mselerin göreceği vazifeler, ehil olmayan kimselerin ellerinde kalır. Kadınlar da yan erkekçe ve yan kadınca vasıflan ve hususiyetleriyle siyasî, iktisadî ve içtimaî işleri yürütmeğe uğraşırken bu işleri temelinden berbat ederler.
Kadınların iş hayatındaki verdikleri zararlar hakkında, misaller bir hayli çoktur. Fakat bunları bir bir saymakta bir faide yoktur. Fakat bu mevzuda bir kaç misal vermek fa:deden de hali olmaz. Şimdi iş hayatına atılmış olan milyonlarca kadının muvaffakiyet derecesine kısaca bir göz atabiliriz. Meselâ, Mısır devlet dairelorinde ve hususî sektörde yekûn olarak 110.000 kadın çalışmaktadır. Bunlar, hiç bir işi doğru dürüst yürüteme-dikler'nden boyuna şikâyetler yağmaktadır. Verdikleri randıman, istitastik ölçülere göre erkeklerle mukayese edilince p/c 55 in üstüne çıkmamıştır. Aynı şekilde Mısırdaki hususî sektör daima şu durumdan şikâyet etmektedir : Kadınların ağzında söz durmuyor, ve ticarî sırları ifşa ediyorlar. Böyle bir durum ise, pek -tabiîdir ki, büyük zararlar tevlit etmektedir.
Avrupa ülkelerinde bir hayli casusluk vakaları cereyan etmiştir. Bunlar da tahlil edildiği zaman, görülüyor ki, bir çoğunda kadın parmağı dönmüştür. Şöyle İti, bu vakalarda kadın parmağı dönmeyenleri hemen hemen göstermek kolay değildir.
İsiâmda kadınların eğitim ve öğretimi meselesine gelince; îslâmda hiçbir zaman men edilmiş değildir. Bunlar en yüksek ilmi elde etmek için çalışabilirler. Ancak bu hususta bir kaç şart vardır:
1. Bu eğitim ve Öğretim hususî bir şekilde olmaiı. d.:r. Kendisine mahsus b'r çalışma dairesi içinde yürütülmelidir. Bu cinse mahsus hazırlıkları bulunmalıdır. Ka-d.nılarm eğitim ve öğretimi erkeklerden ayrı hususiyetleri ihtiva etmektedir. Çünkü onların yetişmeleri hususun-da kendilerine mahsus noktaları gözönünde bulundurmak icabeder.
2. Eğitim ve öğretim sistemi karma olmamalıdır. Kadınlar, kadınlara mahsus dershanelerde ve mekteplerde, kadın öğretmenler tarafından ders görmelidirler. Karma öğretim sisteminin Avrupanm ve Amerikanın güya ileri gelen ülkelerinde ne kadar fena neticeler doğurduğu gözümüzün önündedir. O kadar ki, bunu inkâr etmek insan aklını durdurmak demektir. Misâl olarak şurasını arzedeyim ki, Amerikada 17 yaşma kadar olan kızlarla. erkek çocuklar orta okullarda (High Shcool) karma tedrisat görmektedirler. Bu gibi karma tedrisat sistemine tâbi okullarda her sene vasati olarak binden fazla kız gizli şekilde hamile kalmıştır. Böyle bir şey şimdi bizde görünmez. Fakat biz de karma sistemi uygularsak, aynı notice ile karşılaşacağımız muhakkaktır.
3. Yüksek tahsil görmüş bulunan kadınlar, çalışmak isterlerse, kadınların çalışabilecekleri iş sahalarında kadınlık şerefine yakışır işlerde ve kadınlara mahsus mevzularda çalışmalıdırlar. Meselâ, kadın dershanelerinde, kadın hastahanelerinde ve bu gibi yerlerde... [213]
Sual :
Acaba îslâmî hükümet rejiminde kadınların hürri -yeti ve ilerlemeleri için herhangi bir mâni var mıdır?. Meselâ, onların süslenmeleri, yan çıplak elbise giyinip modaya uymak istemeleri gibi. Nitekim, zamanımızın yeni yetişen genç kızlarının giytjikleri modaya uygun, dar ve gönül avlayıcı bir şekilde giyinip, kokular sürünüp, pudra, ruj, tırnak cilâsı filan kullanıp makyaj yapıp, caddelerde gezinip ve günümüzün genç delikanlılarına gösterişte bulunup, Holivud filimlerinin tesiri altında kalarak «Tidi Boy» gibi artistlik hevesine kapılmak mümkün olabilir mi, olamaz mı?.
Böyle bir akıma ve modaya kapılan nıüslüman ve gayrı muslini delikanlıların ve genç kızların böyle serbestçe arzı endam etmelerine kanun (Legislation) vasi* tasiyle mâni olmak mümkün müdür? Bu gibi kızların ve delikanlıların baba ve analarına para cezası .gibi bir ceza konabilir mi? Böyle bir ceza müeyyidesi tatbik edilirse,
onların medenî haklan çiğnenmiş olabilir mi? Acaba kız izciler (Giriş Guide), (APWA : Kadınlar birliği) veya (YMCA : Genç Hıristiyanlar Cemiyeti) yahut (YWCA : Genç Hıristiyan Kadmlar Cem yeti) gibi kurullar Islâmî nizama sığar mı? Acaba kadınlar — İslâmî adliyeden — kendileri için boşanma talebinde bulunabilirler mi? Ve erkekler için bir tek kadınla evlenmek hakkı gözönüne alınabilir mi? Veya ister islâmî adalet karşısında veyahut da kendilerinin istedikleri gibi medenî (Civil Mor_ riage) yapmak hakkı elde edebilirler mi? Acaba kadmlar (kızlar da dahil) gençlik festivalleri, futbol maçları, temsiller (tiyatro gibi), dram ve komedi tiyatrosu, dans, raks, filim artistliği, güzellik müsabakaları ve bu gibi şeylere iştirak edebilirler mi? Veya hava yolları şirketlerinde hostes (Air Hostes) olabilirler mi? Millî ahlaka bozan işlerde meselâ sinema gibi, filün artistliği gibi işlerde veyahut da televizyon ve radyoda açık saçık şarkılar söylemek ve yine çıplak resim basan mecmualarda modellik ve müstehcen edebiyat magazinlerinde, musikide, dans ve raksdaki bütün bu tutumlar menedilebilir mi? Dans ve müzik ve sair ahlâkı bozan kulüpler ve emsali yerleri kapatmakta bir faide sağlanabilir mi?
Cevap :
îslâmî içtimaî yaşayışın ve muaşeret usulünün konması ve mevcut usulleri değiştirmek kanun zoru ile ol -maz. İlk önce eğitim, öğretim yolu ile halkın fikrini yükseltmek ve bu gibi hususlara bilhassa ehemmiyet vermek lâzımdır. Bu vasıtalara baş vurulduktan sonra yine bo. zdkluk devam ederse o zaman İslâmî kanun yolu ile inzibatî tedbirler kullanmakta bir mahzur olamaz. KadmJa-ruı çıplaklıkları ve hayasızlıkları hakikaten feci bir nastîi-Iıktıı1. Bu hastalığa hakikî ve doğru bir islâmî hükiımet tahammül etmez. Bu hastaliK diğer tedbirlerle ıslah edi-üp düzeltilemezse, o zaman kanun yolu ile ortadan kaldırılması çarelerine baş vurulur. Baş vurulması da icabetler. Böyle kanunî bir müdahaleye, medenî hürriyete sekte vurur nazariyle bakmak da doğru değ'ldir. Nitekim, kumarbazlara karşı tedbir olarak, onları yakalarlar. Yankesicilerin ensesine yapışıp ceza verirler. Bu gibi şeyler medenî hürriyeti ortadan kaldırmak ile aynı manayı taşır, içtimaî yaşayışta fertlerin bazı mükellefiyetleri olmalıdır. Medenî hürriyet denilen şey, herkesin bildiğini okuması demek değildir. Fertler, başkalarının huzur ve rahatını kaçırmayacak, başkalarının hürriyetlerine zarar vermeyecek kadar hürdürler. İstedikleri gibi keyiflerinin dilediği şekilde her ne isterlerse yapamazlar. İçtimaî nizamı bozmak iç'n kimseye bir hak tanınmış değildir. Hiç kimse, kendi keyfi için, içtimaî nizamda kötü şeyler öğreterek nizamı bozamaz.
Kız izciler (girls guide) in Islânıda yeri yoktur. (APWA): Kadınlar Birliğine gelince, bunun da çalışma dairesi kendine göre olmalı ve Kur'an-ı Kerim'in ahkâmına muhalif bir şekli bulunmamalıdır. (YWCA : Hıristiyan Kadınlar Birliği) de Hıristiyan kadınlar için ötebilir. Fakat müslüman kadınların bu teşkilâta katılmalarına müsaade edilemez. Müslüman kadınlar da isterlerse kendileri için bir (YWMA) : Genç Müslüman Kadınlar Bir-lği diye bir teşkilât kurabilirler. Ancak islâm dairesinin dışınp. çıkmamak şartiyle.
Müslüman kadınlar, islâmî adliyeye baş vurarak kocalarından ayrılırlar. (Hul'). Nikâhın feshi (Nullification) ve muvakkat ayrılma ': Tefrik (Judicial Separation) de* recesi dahi adlî makamlardan elde edilebilir. Ancak bu da Şeriatın koymuş bulunduğu kanunlar dairesinde olur ve yine Şeriat kanunlarına göre, bu karan vermeğe salâhiyetli bulunan adalet makamlarından alınabilir. taîak : (Divorce) mutlaka Kur'an-ı Kerimin açık lorine göre erkeğin elindedir ve hiç bir kimse erkeğe bahşedilmiş olan bu hakkı kendisinden selbedemez ve müdahalede bulunamaz.
Maalesef, bu da o meselelerdendir ki, Kur'an-ı &e" rim namına Kur'an-ı Kerime muhalif yol tutulmak istenerek Kur'an-ı Kerime muhalif kanunlar yapılmak isteniyor.
Bütün îslâm tarihi boyunca, Devri Saadeti Nebevî-den bu güne kadar, kimse bu hakkı erkeğin elinden geri almayı düşünemediği gibi hiçbir adalet müessesesi de bu 'şe müdahale etmemiştir.
Bu düşünce doğrudan doğruya Avrupadan aktarıma suretiyle bize gelmiştir. Böyle bir kaideyi getirmek isteyenler hiçbir zaman gözlerini açıp da bakmamışlar k*> Avrupamn bu talak kanununun arkasında ne gibi niyetler saklanmaktadır? (Back Ground). Ne gibi kötü neticelere sebebiyet vermektedir. O zaman bizim evlerimizden de skardallar çıkarak çarşı pazarı saracaktır. İşte böy^ le feci sonuçlar, Allanın kanunlarını kaldırıp, onun yerine uydurma kanunlar koymanın bir neticesi olduğu pe^ ' ubiîdır.
Böyle sapık telâkkiler bir ithal malt gibi bize aktarılmak isteniyor. Onların evlilik sisteminde tek kadınla nikâh vardır. Nikâhlı kadının ve çocuklarının korunması gözönüne alınarak, gayri meşru kadmdan doğacak olan çocuklara karşı sözde kalan böyle, bir tedbire baş vurul-muştur. (Fransanm önümüzde bulunan Örneği gibi.) Erkeğin nikâhlı karısından başka, diğer bir kadınla evlenmesi bir cürüm sayılmaktadır. Sanki bütün bu bağlık haramdan kaçınmak iç;n değil de nikâhlı kadını korumak içindir. Şimdi sorulacak nokta şudur: Kur'an-ı ftfecîd'in ebcedine vâkıf birisi nasıl olur da bu ölçüleri (Vo-lues) gözönüne alabilir? O kimseye göre de zina nasıl caiz olur da, nikâhın kanun yolu ile' haram ohnası için uydurulmuş bulunan bu acaip ve garip felsefe hak olabilir? Bu şekilde bir kanun yapmanın neticesinde, müslü-znanlar arasmda da, zinanın revaç bulması sağlanmış, olur. Bu defa kız arkadaşlar edinmek, 'Girl Friends) ve kapatmalar (Mteteresses) alıp yürür. Tabiatiyle ikinci kadın da ortadan kalkmış olur. Bu şekilde ortaya çıkmış bîr cemiyet, bu çehresiyle, asıl tslâmî cemiyet çehresinden çok uzak ve Avrupai çehreye çok > yakın bir cemiyet olur. Böyle bir cemiyete bir çokları hevesli olabilirler, fakat nıüslümanlar asla güvenli olamazlar.
Medenî nikâhla evlenmek meselesi elbette ki, müs-lüman kadının yanıbaşında bahis mevzuu değildir. Bu mesele olsa olsa herhangi bir müşrik kadınla evlenmek Uuausunda ortaya çıkar veya herhangi bir Hıristiyan ve^ yahut da Yahudi kadınla evlenirken bahis mevzuu olabilir. O zaman bu kadınlar İslâmda böyle bir kanun bulunduğu için MÜ3İümanla nikâhlanmaya razı olmazlar. Müslüman erkek de, aşkının belâsına kapılmış olduğundan evlenirken, dinî bağlara tâbi olmayacağına önceden söz vermek zorunda kalır.
Biri kalkıp da böyle bir işe atılacak olursa, İslamcı an bu hususta fetva istemesine ne lüzum vardır ki.. Gidip, bildiğini okusun. İslâmda kendi, yolunu takip etmeyenlere niçin, neden böyle bir müsaade versin? îslâmî adalet müessesesi de ne zaman ve ne hakla müslüman-l^ra bu şekilde evlenmek için izin çıkarsın?
Ş'mdi gelelim diğer tarafa, bir îslâmî hükümette kadınlar, gençlik festivaline (Youth Festival), oyun gösterilerine, tiyatrolara, dans ve raks, şarkı ve güzellik müsabakalarına katılmak isterlerse, yahut da hava yollan hostesi olarak yolcuların gönüllerini eğlendirmek için hizmet etmek yolunu tutarlarsa, o zaman Jtslânıî hükümetin varlığına ne lüzum vardır? Bütün bu işlerin hepsi de küfrde ve kâfir hükümetlerde kolaylıkla yapılacak işlerden, daha da geniş serbestlik içinde istendiği gibi olabilecek şeylerdendir.
Sinema, film, televizyon, radyo vesaireyıe gelince, bunlar Allah tarafından verilen kudret sayesinde ortaya çıkmış aletlerdir. Haddi zatında kendi başlarına fena şeyler değillerdir. Fakat fenalık bunları fena yolda ve fenalıklar için kullanmaktan doğar. Kötü yolda kullanılırsa insanlığın ahlakını bozar. îslâmî hükümete düşen vazife bu vasıtaları insanlığın felahı yolunda kullanmak ve ahlak fesadı için kullanılmalarını Önlemektir. [215]
Sual :
Ben. Büyük Hindu Kurulunda (Hindu MsJıa Sebha) da memurum. Geçen sene Hindu Kurulunun vilâyet pro-î paganda sekreterliğine seçildim. Zat-ı alilerinizi ismen tanıyorum. Kıymetli kitaplarınızdan «Müslümanlar ve Siyasî Çekişmeler» îslâmın Siyasî Nazariyesi, «îslâmî Hükümet Nasıl Kaim Kılınır?» ve «Selamet Yolu» nu ve diğerlerini okudum. Bu eserleri tetkik ettikçe îslâm hak. kındaki görüşüm tamamen değişti. Ve bende şöyle bir
kanaat yer etmiş oldu: Eğer bunlar daha evvel, ele alınmış olsalardı, gimdi çok karışık bir durum arzeden Hindu — Müslüman meselesi böyle bir hal almazdı.
Zat-ı faziletlerinizin, ileri sürdüğü ve insanları davet ettiğiniz bu Dahî hükümet yolu benimsenip tatbik edilmiş olsaydı, böyle bir rejimde yaşamak benim için de bir medarı iftihar vesilesi olurdu.
Buna rağmen, baza hususları sormak cesaretinde bulunacağım. Bu mevzuda sadece mektup yazmakla de^ ğil, Zat-ı faziletlerinizle bizzat görüşmek de istiyorum.
İlk önce şu hususun, tarafınızdan aydınlatılmasını rica ediyorum: Hindular, Hükûmet-i İlâhiyede ne derecede yer alırlar? Kendilerine Ehl-i Kitap hukuku mu tanınır, yoksa sadece zimmî hakkı mı tatbik edilir? Ehl-i Kitap ile zimmîlerin hukukuna ait risale ve kitap] arınız elime geçmedi. Ben ancak şu kadarını biliyorum ki, Müslüman Araplarîn Sindh'e yürüyüş tarihinde islâm orduları kumandanı Muhammed lbn-i Kasım ve Sindh'de onun yerine geçenler, Hindûlara da Ehl-i Kitap hukuku tanımışlar ve Ehl-i Kitap muamelesi yapmışlardır. Ümid ederim ki, Zat-ı faziletleri bu hususta geniş bir şekilde fikir beyan buyururlar. Ve ayrıca, Ehl-i Kitap ile Zimmî hukuku arasındaki farkları da etraflı olarak açıklamanızı rica ediyorum. Acaba bu sınıfa mensup ekalliyetler, memleketin asayiş ve inzibat işlerinde vazife alabilirler m:? Asker, zabıta ve kanun icra eden eleman olarak, Hindûlara da bir pay ve h'sse verilebilir mi? Şayet verilmediği takdirde, Hindûlarm çoğunlukta bulundukları eyaletlerde, Hükümeti İlâhiye kanunları gereğince, Hindular da hükümet işlerine iştirak edebileceği hususunu Zat-ı. faziletleri, kabul etmeğe hazır mıdırlar?
İkinci sualim de şudur: Acaba Kur'andaki askerlik, ve devlet işleri (Dîvânî ahkâm) müslümanlar gibi Hindulara da teşmil edilebilir mi? Acaba Hindûların kendi millî kanunları (Personal La w) Hindular üzerinde icra edilebilir mi, edilemez mi? Benim şahsî fikrim şudur ki, Hindular kendi irsî kanunlarında aile sisteminde ve buna benzer hususlarda kendi kaidelerine( Menu şaster'a göre) yaşayışlarını devam ettirebilirler. Eğer ettiremezlerse sebebinin açıklanmasını istirham ediyorum.
Şu da malumu âlileridir ki, bu sualler sadece dağı. njk ve muhtelif hukuk mevzuu olarak takdim 'kılındı.
Cevap :
Ben, zat-ı alilerinizin, mektupla bildirdiği bu fikirlere, kendimce büyük kiymet vermekteyim. Şurası bir hakikattir ki, Hindistanda Hindu - Müslüman meselesi karma karışık ve halledilmesi gayet zor bir mesele haline gelmiştir. İki ayrı camianın bir arada yasama problemi, hak ve adaletle çözüm yolu bırakılıp, şahsî, ailevî, zümre ve ırkî esaslar üzerinden halletmek yolu tutulduğun -dan bu ağır mesuliyet onların boynunda korkunç bir vebal olarak kalmıştır. Böyle ters bir tutum, şimdiki içinden çıkılmaz durumu meydana getirmiştir. Bu ^talihsiz gidişe biz de katılmak ve işfrâk etmek zorunda kalıp, hiçbir fayda elde edememişizdir.
Zat-ı alilerinizin, ileri sürdükleri sualleri şimdi sırası ile ve mümkün olduğu kadar kısa olarak cevaplandırmağa çalışacağım.
1. Eğer Hükûmet-i İlâhiye kurulursa, böyle bir rejimin vasfı bir kavmin ve bir milletin başka bir kavim veya millete ve yahut da kavimler ve milletlere tahakküm etmesi demek değildir. Belki bu hükümetin vasfı, usul üzerine kurulmuş olmasıdır. Böyle bir hükümetin zahirdeki yöneticileri memleketin halkı ve o memlekette oturanlardır. Bunlar da bu usule inanmış olan kimseler olmalıdırlar. Bu usule inanmak ve feu usulü kabul etmek istemeyen diğerleri, yahut da her ne şekilde olursa olsun, bu usule güvenleri bulunmayanlar, böyle bir hükümetin içinde, böyle bir hükümetin iktidarı altında «Ehl-i Zimme» vasfım ihraz ederler. Yani bunların muhafazasının mesuliyeti usulî hükümeti yürütenlerin ve yönetenlerin üzerinde olur.
2. «Eh 1-i Kitab» ve «Anım Ehl-i Zimme» : (Alelu-mum zimmiler) arasında hukuk bakımından herhangi bir fark yoktur. Ancak fark şu noktadadır ki, Ehl-i Kitap kadınlarla, müslüman erkekler evlenebildikleri halde diğer Ehl-i zimme kadınları ile evlenemezler. Fakat hukuk bakımından ise bu iki camia arasında herhangi bir fark yoktur.
3. Zimnıîlerin hukuku hakkında geniş denecek derecede bir yazı yazmış değilim. Fakat usulen size arze-debiiirim ki, zimmî iki çeşittir. Yani zimmîlik iki şekil ile ortaya çıkar. Biri, Islâmî hükümetin zimmîliğini kabul ettikleri zamai bu hükümetle muahede yapılarak ortaya çıkan ikincisi ise, muahede olmaksızın zimmîlikleri kabul edilenler. Birinci kısmı zimmîler hakkında muahedede ne varsa, onlar hakkında nazarı itibara alınır ve muahedenin şartlarına göre hareket edilir
İkinci kısım zimmîler için şeriatte lâzım gelen noktalar gözönünde bulundurulur. Bu esaslara göre, onların canlarını, mallarını, şeref ve haysiyetlerini korumakla mükellef olurum. Kendi canımızı, malımızı, şeref ve hay-siyet'mizi koruduğumuz gibi, onların da bu haklarım korum amjz gerekir. Onların bu mevzudaki hukuku müslü-manlarınki ile denktir. Zimmî kanının değeri de müslü-mau kanının değeri kadar olur. Kendi dinleri üzerine avael etmek hususunda tamamen serbest olurlar. İbadethanelerini muhafaza ettikleri gibi bu mabetler islâmî hükûmet tarafından korunur. Kendi dinî talimlerini tanzim, etmek hakkında mâlik bulunurlar ve zorla îslâmî Tâliia k'ndilerine yüklenemez.
Zimmîlere ait, îslâm Anayasasındaki (düsturî) kanunu inşallah geniş bir şekilde ele alarak kitap halinde neşredeceğim. [217]
4. Zimmilerin şahsi hukuk ve şahsi kanunlarına gelince, bu husus kendilerine tanınmış bulunan dini serbestinin lâzım gelen bir neticesidir. Bu bakımdan İslâmî hükümet, onların nikâh, talak (evlenme ve. boşanma > irsî, mülkî (Law of üıe land) ve diğer kanunlarına dokunamaz. Ancak onların icra edemiyeceklerî kanunlar, tatbikiyle memleketin nizamım ve başkalarının serbestisine zarar getirebilecek mahiyette olan kanunlardar. Meselâ-7Âmmî millet veya cemaat faizciliği caiz sayar. Halbuki tslâm böyle bir şeye müsaade edemez. Bu gibi menfî hareketlere meydan verd;ği takdirde, memleketin iktisadî du rumu bozulur gider. Tabiîdir ki, buna mani olunur, ve yine bu Örnek gibi, bir zimmî kavmin telâkkisine göre zina caiz olabilir. İslâm rejimi buna müsaade ederse, o zaman onların kötü ve yakışık almaz işleriyle fahişelik (Prosti. tution) memlekette alır yürür. Halbuki insan ahlakınm aksine olan bu iş, ceza kanunumuzun (kanun-u ta'zirat : Criminal law) ile dahi men edilmiştir. Elbette ki, medenî kanun ile de men edilir ve müsaade edilmez. Bu ölçülere göre diğer hususları da mukayese edebilirler.
5. Zat-ı alileri bir de zimmîlerin memleket zabıtasında ve diğer mülkî idarelerde vazife alıp alamıyacağı-nı soruyorlar. Meselâ, polislik, askerî hizmetler, kanun icrası işleri ve buna benzer resmî vazifelerde Hindûlara da bir iştirak payı düşer mi, düşmez mi? Düşmez ise, o zaman çoğunluğu Hindûlarla meskûn bulunan eyaletlerde siz müslümanlar, hükümeti îlâhiyede Hindûlarm da işti-iâk edebilecekleri bir durumu kabul etmeye hazır mısınız?
Bu sual bence iki yanlış anlayıştan ileri geliyor. Biri şudur ki, usulî gayrı millî hükümet (Ideological Non -National State) in sahih olan hususiyetini ve doğru vaâ-fını, gözönünde bulundurmuyorsunuz. İkinci nokta da şudur: Çalışma hayatı ve iktisadî sahadaki düşüncenin de aydınlanması icabeder. Birinci sırada ben bunu tasrih ettim ve aydınlattım. Usul üzerine kurulmuş bulunan hükümeti yani ideolojik devleti yürütmek ve bunu muhafaza etmenin ye ayakta tutmanın mesuliyeti bu nizama inanmış olan halkın üzerindedir.
Ancak inanmış bir camia böyle bir hükümetin ruhunu temsil edebilir. Tam bir halis niyetle din ve imanlarından aldıkları yüksek hasletlerle hükümetlerini ideal seviyeye çıkarabilmek için büyük gayretler sarfetmek ancak böyle bir topluluktan beklenebilir. Bu hükümetin devam etmesi için icabmda harp meydanlarında canlarını da feda etmeğe hazır bulunmalıdırlar. Diğerleri ise, bu usule inanmamaktadır. Böyle bir hükümete iştirak eder lerse, o zaman ne bu hükümetin kurulmasının güvesi?;. anlarlar ne de böyle bir hükümetin ruhuna vakıf olurlar. Bu hükümetin ruhuna göre işleri yürütemedikleri gibi ne de halis b r niyetle bu hükümetin ayakta tutunması için samimiyetle gayret sarfedebüirler. Devletin diğer mülkî ve idarî işlerinde vazife alacak olurlarsa, memur zihniyetiyle iş görür ve gün geçirerek ücret alırlar.
Bu zümre, askerî işlerde çalışmak ve asker olmak. isterlerse, böyle bir şeriat içinde, ücretli asker (Merece-naries) vasfından başka bir /asıfları olamaz. Kendilerinden böyle bir ahlâkî bir hasret de beklenemez. Pek tabiî olarak, lalâmî hükümet için bir fedakârlık ve müzaharet göstermezler.
İslâmi devlet sisteminde, ehl-i zimmeye herhangi bir iş tahmil edilmez. Askerî işlerin bütün ağırlığını müslü-manlar deruhte ederler. Ehl-i zimme'den ancak bir nevi müdafaa vergisi alınabilir. Fakat hem askerî hizmet gördürmek, hem de müdafaa vergisi almak g'bi, iki vazife ehli zimme'ye yüklenemez. Ancak ehli zimnıe kendi arzu ve gönül rızaları ile "askerî hizmet görmek isterlerse, o zaman kendilerinden müdafaa vergisi almmaz.
Mülkî işlerde ve sivil dairelerde çalışmalarına gelince, kilit noktalarda (key positjons) ve temel meseleleri ilgilendiren idarî ve asayiş işlerinde yine ehl-i zimmeye bir vazife tevcih edilmez. Fakat diğer memuriyetlerde ziînmîlerin çalıştırılmasında bir beis yoktur.
Şûra meclisi azalığma seçilmek için de ehl-i zimme'-yo rey verilmez. Elbette ki, zmmîler ayrı bir mümessil veya mümessiller bulundurabilirler. Bu mümessiller, zim-mîlerin jnedenî haklarını ve muhtarlıklarını korumak ve zimmîlerm işleriyle alâkadar olmak için müşaverelere iştirak ederler. Aynı şekilde, memleketin umumî işlerndc, intizam ve asayiş meselelerinde de kendi camialarının isteklerini ve dileklerini aksettirebilirler. Münas:p gördükleri şekilleri de ileri sürebilmek haklarıdır. Bütün bu işleri İslâmî noktayı nazara göre tedvir eden merci, Şûra Meclisi (Assembly) dir.
Açık ve kesin, olan mesele şudur ki, hükûmet-i İlâhiye herhangi bir kavmin, herhangi bir milletin veya herhangi bir zümrenin sultasında değ'Idir. Bu hükümet ancak, bu usulü kabul edip inananlar tarafından yönetilir ve yürütülür. Hükümete ancak bunlar iştirak edebilirler.
İdareci kadro, ister Hindu - zade olsun, ister Sirkh-;:âde olsun. Hangi kavimden olursa olsun yeter ki, bu usule gerçekten inanmış olsun. Islâmın devlet nizamına inanmayanlar Müslüman - zade bile olsalar, böyle bir hükümette yerleri olamaz. Olabilmesi için bir sebep de gösterilemez. Ancak bu hükümetin muhafazasında (Pro-tection) korunmasında faideli olabilirler. Fakat hükümeti yöneltmek, yürütmek işine iştirak edemezler.
Zat-ı aTlerinizin şu şekilde bir suali de var: Diyorsunuz ki, «H'ndûlann çoğunlukta bulunduğu eyaletlerde, Hükûmet-i İlâhiyedeki Hindular gibi bir vaziyetleri olabilmesini, müslümanlar kabul edebilecekler midir? Esasen Müslim Legue, liderlerinden bunu istemek lâzımdır. Nitekim alış veriş meseleleri ve değiş tokuş işleri de böy-led:r.
Şimdi biz burada başka sualler soracak, sonra da bunları kendimiz cevaplandıracağız.
Hindular için her nerede hükümet kurmak rcap ederse etsin, orada ancak iki esasa şekilde hükümet görebi-lirs:niz.
1. Ya bu hükümet Hindu mezhepleri esası üzerine kurulmuş olacaktır.
2. Veyahut da bu hükümet, milliyetçilik ve vatanperverlik yani muayyen bir ülkecilik üzerine bina edilecektir.
Birinci şekil tercih edilirse, böyle b:r durumda siz d*» kabul edersiniz ki, Hindular, hukukî bakımdan Hükûmet-i İlâhiye kurmazlar. O zaman biz de hukuk zavi-yes'nden bu hükümete «Ram Rac» hükümet diyebiliriz. Böyle bir hükümette pek tabiîdir ki, hükümetin başında bulunacak kimse de Hindu mezhebinden olacaktır. Noktası noktasına mensup olduğu mezhebe göre icraat yapacaktır. Başka türlü hareket etmesi de muhtemel değildir. Eğer böyle bir hükümette hukuk kaidelerine çok iyi dikkat edilirse, muameleleriniz bizimkinden daha iyi olursa elbette ki, o zaman bu hükümet ahlaken bizden üstün olmuş olur. Böyle olunca, şu İhtimal de yok değildir ki, bir gün bizim hükümeti llâhiyemiz sizin Ram Rac hükümetinizle değişmiş olâ. Yok eğer bu hususlar ve bu muameleler dediğimiz gibi değil de, dediğimizin aksine olursa, o zaman da er veya geç neticenin aksine tecelli edeceğ; şüphesizdir.
İkinci şekle gelince, hükümetiniz vatanperverlik ve milliyetçilik esasına göre kurulduğu takdirde, o zaman da bu hükümet Cumhuriyet (Demokracy) rejimini seçe-cekt'r. Böyle bir rejim kabul edilirse, orada, bulunan müs-ümanlar da sayıları nisbetinde bu hükümete iştirak edeceklerdir. Kendilerine de bu hükümette sayıları nisbetinde bir hak tanınacaktır. Fakat Hindu milliyetçiliği, esas olarak alınırsa, o zaman oradaki müslümanlara mağlup br millet muamelesi yapılacak (Subject Nation) ve onlara bu gözle bakılacaktır.
Bu iki şeklin ikisinde de siz yine Müslümanca muamele yapılmasını mı istiyorsunuz? Her ne şekilde olursa olsun, îslâmî hükûinette Zimmîlerin hakkındaki muameleler, Kur'an-ı Ker:m ve Hadislerin hükümlerinden başka türlü olanııyacaktır. Siz istiyorsunuz ki, millî hükümetiniz müslümanları katliam etsin. Tek bir îslâm çoCuğu hayatta bırakmasın. îslâmî hükümet de mukabele-i bil -misil olarak, intikam almak nıaksadiyle," kendi ülkesi dahilinde bulunan zimmüere aynı muameleyi yapsın. Böyle şey olamaz. Mesele bunun tamamen aksinedir. Hindu hükümette, Cumhurbaşkanı veya başkumandan müslü. man vatandaşlardan yapılabilir mi? Bunun gibi, herhangi bir zimmînin de îslâmî hükümetin basana getirilmesi veya 'slâm ordularının başına başkumandan tayin edilmesi muhaldir, yalnız herhangi bir zimmî îslâmî Hükümetin işlerinde ımıayyen şartlar dahilinde vazife alabilir. [218]
Zat-ı faziletlerinizin eserlerini ve daha önce lütfedip yazmış bulundukları mektupları okuduktan sonra, kendime de hak verdim. Çünkü Zat-ı faziletleri, temiz ve halis îslâmî bir hükümet rejimine taraftardırlar. Bu islâmî hükümette ehl-i zimme'nin ve ehl-i kitabın vaziyeti Hindû-lardaki Açhut'lar [220] gibi mi olacaktır?
Zat-ı faziletleri yazıyorlar ki, «Kindûlarm ibadethaneleri korunacaktır. Ve onların kendi dinî talimlerini düzenlemeğe hakları olacaktır.» Fakat Zat-ı faziletleri şu noktaya temas etmemektedirler: Acaba Hüıdûlara propaganda (dinî tebliğ) için hak verilecek midir, verilmeyecek midir? Bu arada Zat-4 faziletler; şu hususa da temas etmemektedirler: «Böyle bir hükümet kabul edildikten t^onra, onlar da bu hükümete inandıkları takdirde, bu hükümeti yürütme hususuna iştirak edebilirler. Bunlar ister Hindu - zade olsun, isterse sirkh - zade olsun.» Şimdi lütfedip de kerem buyurup şu hususu da izah buyursunlar ki, bir Hindu, Hindu olarak kalıp da Hindû-luğunu muhafaza ederek, aynı zamanda sizin hükümet usulünüze iman edip, bu hükümetin yürütülmesine nasıl iştirak edebilir?
Sonra yine Zat-ı faziletleri buyuruyorlar ki, Ehl_i Kitap kadınlarla Müslüman erkekler evlenebilirler. Fakat Zat-ı faziletleri şu noktayı da kapalı geçiyorlar, acaba Ehl-i Kitap erkekleri de Müslüman kadınlarla evlene-mezler mi? Eğer cevap menfî ise, yani evlenemezlerse, o zaman Zat-ı faziletleri niçin bu «üstün görme duygusu»: thsâs-ı Berterî: (Superiority Conıplex) hakkında daha etraflı iaahda bulunmazlar? Eğer Zatı-ı faziletleri, bunun isbatı içtn (Justification) İslama iman etmeğe taraftarlık ederlerse, o zaman niçin şunu kabul etmek ve şuna inanmak istemezler k% kendi buyurduğunuz gibi, «sözde müslüman» kimseler niçin îslâmî kaide ve kanunlardan kaçmıyorlar? Ve niçin bu günün nıüslümanmm meselesi ayrıdır? Ve y:ne niçin Zat-i faziletleri, şunu da kabul etmiyorlar kî, Hülefa-i Raşidin devrinde İslama sarılmış olan halkın çoğunluğu, hangi sebepten dolayı siyasî iktidarı elde etmek için istekli idiler? Eğer Zat-ı faziletleri, şunu da kabul etmek istemezler ise, o zaman 30 - 35 sene bu şekildeki îslâmî hükümetin nasıl devam ettiğini izah buyurmazlar ma? Ve sonra yine Hazret-i Ali Radi-yallahu Taalâ anh, o kadar dirayetli ve tedbir sahibi olmasına rağmen piçin kendisinin o kadar muhalifi vardı?. Hatta muhalifleri o kadar çoktu ki, Hazret-i Ayşe Radı-yallahu anha da bunların arkasında bulunuyordu.
Bundan başka, şu düğümün de Çözülmesi icabeder: Zat-ı faziletlerinin düşüncesine göre, böyle bir hükümeti yürütmek için, öyle yüksek ahlâklı ve öyle karakter sahibi bir kimseyi nereden bulup da getirebiliriz? Meselâ Hasret-i Ebu Bekir,, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman Ra-dıyallahu Taalâ Anhum, gibi eşsiz ve emsalsiz kimselerin zamanında, bu hükümet ancak bir kaç sene devam etmiştir. On dört asır sonra, böyle bir hükümeti tekrar göz önünde bulundurmak ve o zamanın vaziyetine göre bir hükümet s'stemi düşünmek acaba ne derece makul olabilir? Şuna da şüphe yoktur ki, Zat-ı faziletlerinin bu nazariyeleri her zaman müslümanlarm arasında zevk ile karşılanıp, beğenilriıektedir. Nitekim temas ettiğim bîr hayli müslümanlarda bu hususu müşahade ettim. Onlar, sizin söylediklerinizin hepsinin tamamen îslâmın ta kendisi olduğunu düşünüyorlar. Fakat, herkes de, benim yukardaki satırlarda ileri sürdüğüm hususlarda İtirazda bulunuyor ve size göre, Hilâfet-i Raşidin devrindeki gitoi halifeliği üzerine alacak karakterde bir kimseyi nereden bulacağız, diyorlar. Hele bu Zevat-ı K'ram, bu kadar iyi insanlar olmalarına rağmen, onların kurmuş bulundukları hükümet sistemi ne sebeple en fazla elli sene bile devam edememiştir? Şimdi bu böyle olunca, böyle bir hükümet nazariyesi, hüsnü akideden başka acaba ne olabilir ki?
Cevap :
Sizin sormuş bulunduğunuz sualler tamamen hakikattir. Ben de şimdiye kadar bunların üzerinde durma -mıştım. Bu bakımdan, vereceğim cevaplar, bu sualleri tamamen aydınlatacak mahiyette olmazsa bile, beni mazur görünüz. Eğer Zat*ı alileri, ilk önce esasî işler üzerinde söze girişip de, tedricen fer'î işlere ve zamanın siyasetine (Current Politics) gelirseniz, o zaman benimle fikir bakımından müttefik olamayız. Bunun için hiç olmazsa bu mevzular hakkında benim kadar uğraşmış olmanız icabeder. Buna göre ben öyle anlıyorum ki, daha Zat-ı alileri beni iyi tanımamışlardır ve iyi öğrenememişlerdir.
Lütfettikleri mektupta Zat-ı alileri şöyle yazıyorlar: Benim tahayyül ettiğim îslâmî hükümette, Ehl-i Kiiab ile Zimmîlerin durumları, Hindûlardaki Açhut'lar gibi olacak diyorsunuz. Ben de bu satırları okuyunca hayretler içinde kaldım. Çünkü, Zat-a alileri, ya benim açıkça, anlattığım, zimmîlerin durumunu bilmiyorlar, yahut da
Hindu Açhut'ların vaziyetine vukufları yoktur. îlk önce şunu bilmek lâzım ki, Açhut'ların durumları Mem Deh-rem Şaster'den [221] anlaşıldığına göre, onların hukukî durumları bakımından Islâmdaki zimmîlerin hukukî durumları ile h;ç de mukayese imkânı yoktur. Burada en mühim nokta da şurasıdır ki, Açhotlar meselesinde esas ırk ve nesil imtiyazı üzer nedir. Zimmîlikteki esas ise, akide üzerinedir. Eğer bir gün bir zimmî çıkıp da İslâmı kabul ederse, bu zimmr bize Emîr veya tmam da olabilir. Fakat herhangi bir Şovder, [222] herhangi bir akide ve mesleği kabul ettikten sonra, Serme [223] bağlarından acaba kurtulabilir mi?
Zat-ı alilerinin şu suali de çok tuhafdır. «Acaba bir H:ndû, Hindu olarak kalıp da sonra Islâmî hükümete inanırsa, bu hükümeti yürütenlerle iş birliği yapabilir mi?»
Galiba Zat-ı alileri su nokta üzerinde durmamışlardır: îslâmî hükümetin usullerine iman eden km.se iman ettikten sonra artık bu kimsenin Hindûluğu kalır mı? O da müslüman olur gider. Bugün bu memlekette on milyonlarca «Hindu - zade» vardır. Bunlar Müslüman olup, islâm usullerine iman etmişler, man ettikten sonra da artık bunlar müsl umandır! ar, Hindûlukları da kalmamıştır. İleride de herhalde inşaallah böyle Hindû-zâdeler yine İslâm usullerine inanacaklar, onlar da diğer müslü manlar gibi müslüman olacaklardır. Elbette ki, müsKi -man olunca, onlar da diğer müslümanlar gibi tslâmî hükümeti yürütmek ve yönetmek hususunda gayretle çalışacaklardır.
Şimdi şu suale gelelim: «Acaba İslâmî hükümette Hindûlara propaganda 3'apmak hakkı tanınacak mıdır, tanınmayacak mıdır?
Şunu da hemen arzedeyim ki, böyle bir sualin cevabı pek kısa bir cevap değildir. Çünkü propagandanın çeşitli şekilleri vardır. Ve şekle göre iş değişir.
Biri şudur ki, herhangi bir mezhebe mensup zümre, kendi mezhebini kendi nesline ve kendisine mensup bulunan halka öğretmek ister. Bu hususta yalnız Hindular değİ,l, zimmîlerin hepsine hak tanınır.
İkincisi de şudur: Herhangi bir mezhebe mensup zümre — yazılı yahut da sözlü kendi mezheplerini başkalarına — başka gayrı müslimlere öğretmek ve anlatmak is.terler. İslâm da dahil, kendi mezhepleri ile diğer mezheplerin arasındaki farkları belirtmek yoluna da gedebilirler. Bu hak da yine zimmîlere tanınır. Fakat, herhangi bir İslâmî hükümette bir müslümanm dininin değiştirilmesi iç;n yapılacak olan propagandaya müsaade edemeyiz.
Üçüncü şekle gelince: Herhangi bir mezhebe mensup zümre, kendi mezheplerinin esası üzerine muntazam bir şekilde harekete geçmek isteyerek, memleketin temel nizamını değiştirmek, İslâmî usûlleri ortadan kaldırmak ve bunun yerine kendi usullerini koymak isterlerse,^ bu çeşit faaliyetlere kendi hükümetimizin hududları içinde asla müsaade edemeyiz. Bu hususta daha fazla bilgi edinmek için, mufassal bir şekilde izah ederek yazmış olduğum «İslâm meen katl-i mürtedd ka hükm: Islâmda Mürteddin öldürülmesi; hükmü» isimli eserime bakınız. [224]
Ehl-i Kitab kadmlananı, müslümanlarla evlenmeleri -nin caiz olup da, müslüman kadınlarının ehl-i kitab ile evlenmelerinin caiz olmamasının sebebi şudur :
Böyle bir müeyyidenin ist:nad ettiği temel, «üstün, görme duygusu» üzerine kurulmamıştır. Bu ayrı bir i ihî meseleye istinad eder. Umumiyetle erkek kolay kolay tesir altında kalmaz. Bunun aksine, kadın daha kolay tesir altında kalır. Bir gayrı Müslim kadın, herhangi bir nıüslümanm nikâhı â'.tına g'rerse, bu kadının gayrı müs-lim kalacağı çok az ihtimal dahilindedir. Müslüman ol -ması ihtimali daha z vadedir. Fakat bir müslüman kadın herhangi bir gayrı müslm erkekle evlenirse, o zaman, kendi dinini bırakıp da gayrı müslinie olması ihtimali, daha çoktur. Bu kadının evlâtlarım müslüman olarak yetiştirmesi ve kendi kocasını da müsîüman etmesi beklenemez. Bu mühim sebepten dolayı müslüman kızlarının gayrı müslimlere nikâhlanmalarma müsaade edilmemiştir. Elbette ki, bir gayrı - müslime kadınla, kendi çocuklarının müslüman olarak yetiştirilmelerine rıza gösterirse evlen ilebilir. Fakat Kur'an-ı Kerim'de böyle bir hususa müsaade edilmekle beraber, bunun yanı başında da bu. gibi kimselerin imanının zayıflayacağını da işaret etmiştir. Şurası da açıkça gösterilmiştir ki, bir kimse, ~b\r gayrı müslimin muhabbetine yakalanırsa, ya onun imanı zayıflamıştır veya imanı tamamen ortadan kalkmıştır. Fakat hususî ahvalde bunda faideler olduğu takdirde, tevessül edilebilir. Buna rağmen yine de bu kabil evlenmeler pek makbul bir iş sayımlamış tır. Bazı ahvalde de bu iş tamamen menedilmiştir. Bu yasağın sebebi de, müslüman camiasına gayrı müslimlerin girmelerini Önlemek iğindir. Girdikleri zaman, ihtimal, münasebet almayan ahlâkî ve itikadı vaziyetlere tesir icra edebilirler.
Zat-ı alilerinizin şu sualine gelelim: îslâmî hükümet sadece niçin otuz, otuz beş sene devam etmiş ve daha fazla sürmemiştir? Bu husus mühim bir tarihî meseledir. öiz, islâm tarihim iyi tahkik edip, derin mütalâa buyur-saydınız, böyle bir neticenin sebeplerini anlamanız pek zdt olmayacaktı. Herhangi bir kimse.temayüz edip, hu-s;i3Î şekilde bir cemaate liderlik ederek, bir yaşayış nizamı düzenlerse, bu cemaat de bu nizamı tam olarak yü -rütmeğe muvaffak olduğu takdirde, böyle bir rejimin devam edebilme şarü ilk l'derden sonra gelecek olan liderlerin de seçkin kimselerden olması gerekir. Sonraki liderlerin de ilk liderler derecesinde bu usullere inanmaları lâzımdır. Liderlik öyle bir zümrenin elinde bulunmalıdır ki, bu idareci kadroyu umum halk da desteklemelidir. Aynı zamanda bu zümrenin idare edeceği halkın da hiç olmazsa büyük bir kısmının bu ideal nizamın kültür ve terbiyes ne vâkıf olmaları lâzımdır. Başta liderin ve daha. sonra da idareci kadronun söz dinletme kudretine mâlik bulunmaları icabeder. Buna mukabil halkın da söz dinleme seviyesi olmazsa, bu usul silinir gider ve bunun yerine de başka usuller ortaya çıkar. Bu mühim noktaları iyice zihnimize yerleştirdikten sonra, şimdi: islâm tarihine göz gezdirebiîiriz.
Nebî Salîallahu aleyhi ve sellem zamanında medenî bir inkılap ortaya çıktı. Yeni, bir yaşayış nizamı kuruldu. Bu sayede Arabistan ülkesinde ayrı bir ahlakî inkılap (Mora! Revolution) meydana geldi. Zat-ı Saadetlerinin liderliği ile temiz kimselerden ufak bir gurup hazırlandı. Bütün Arabistan halkı onların* önderliklerini kabul etti
ler. Fakat zaman ilerledi. Hülefa-i Raşidin devrnde ülkeler fethedildi, islâm memleketleri hızla genişledi. Fakat nizamın sağlam bir şekilde yerleşmesi aynı hızla devam edemedi. Çünkü, o zamanki neşir işi bugünkü gibi kolay değildi. Tâlim ve terbiye işi de bugünkü kadar hızla geliştirilemiyordu. Nakil vasıtaları da zaman im ızdaki gibi değildi. Bu sebeplerden dolayı İslâm camiasına girmiş bulunan bir çok insan zümreleri; ahlâkî ve zihnî ve~ amelî bakımdan Islâmî harekete çabuk intibak edemediler. Bunun neticesinde de İslâm diyarında, îslâmın hakikatini anlamış" ve bu nizamın ruhuna vukuf kesbetmiş kimseler azınlıkta kalıyordu. Olgun olmayan müslüman-iarm sayısı bunlara nisbetle pek fazla idi. >Bu zümre, usulen müslünıan hak ve hukukundan istifade ederek islâm camiasının içinde bulunuyorlardı. Gerçek ve doğru m üslürn anlarla aralarında bir fark gözetilmiyordu. Bu sebepten dolayı Hazret-i Ali: Radiyallahu Taalâ anh devrinde irtica hareketleri (reactionary movements) baş gösterdi. Müslümanların büyük bir kısmı bu hareketin tesiri altında kaldılar.[225]
Bu tarihi hakikati öğrendikten sonra, biz, Islâmî hü-kûmet'n 30 _ 35 sene devam ettiğine ve niçin bu müddetten sonra devam etmediğine başka sebep araştıracak değil 's. Bunun için de üzülmemize bir sebep de yoktur.
Bugün, eğer biz, salih ve temiz bir zümre hazirlaya-bilirsek ve bunlar arasında Îslâmın menşeine uygtm bir şekilde ahlâk ve terbiye yayılırsa, ve zamanımızda elde mevcut bulunan vasıtalardan da istifade ederek bir îslâ-mî nizam tertip edersek, elbette ki, yalnız kendi ülkemizde değil, be'ki dünyanın başka ülkelerinde de bir aİılâkî
vp medenî inkılap vücuda getirebiliriz. Biz şuna da inanıyoruz ki, böyle bir ahlâkî ve medenî zümreyi yetiştirip .'şleri onların eline teslim edersek, herhalde insanlara önderlik etmek bundan böyle herhangi bir partinin eline gcçnıiyecektir. Şimdi siz, müslümanların bugünkü vaziyetini gözönüne aldığınız için, bizim sarılmak istediğimiz ve hedefimizi teşkil eden böyle bir hükümete ve böyle bir nizama «tutunamaz» nazarı ile bakıyorsunuz.
Eğer temiz ahlâk, sahibi insanlar iş sahasına atdır-larsa, o zaman siz de inanacaksınız ki, yalnız müslünıan halk değil, belki Hindu, Hiristiyan, Parsı ve başka kavimler de bu nizama sarılacaklardır. Kendi dinî liderlerini bırakıp bu nizamı yönetenlere güveneceklerdir, işte bunun için, tâlim terbiye görmüş ve iyi yetiştirilmiş bir aiimre ile bu nizamı tanzim etmek ve hazırlamağı göz önüne alarak, bunun kuvveden fiile çıkması için Hak Ta-alâdan yardım etmesini niyaz etmekteyim. [226]
Sual :
İslâm ülkesindeki ekalliyet mezhepleri arasında, bu meyanda meselâ Hıristiyan, Yahudi, Buddah, Çin, Parsı, Hindu ve saire, acaba müslümanlar gibi hak ve hukuka mâlik olabilecekler mi? Acaba onlara da kendi dinlerini yaymak hususunda, şimdi bütün Pakistan ve diğer müslünıan ülkelerde olduğu gibi, müsaade verilebilecek midir? Acaba memlekette dinî ve yahut da yarı dinî dernekler, meselâ «Dinî Felaha Erdirme Ordusu : Salvation Army» Katedral, Kanont, Sen Jan veya Sen Frans ve bunlara benzeyen dernekler ve merkezler kapatılacak mıdır? (Nitekim bugün Seylanda olduğu gibi, ayna şey, diğer başka bir kaç ülkede de görülmüştür.) Yoksa müs. lüman çocuklara da geniş bir tolerans tanınarak, o teşkilatların merkezlerine gitmelerine ve orada modern eğitim yapmalarına müsaade edilecek midir?
Acaba, içinde yaşadığımız şu yirminci yüz yılda ekalliyetlerden cizye almak münasip olabilir mi? Mademki bu ekalliyet zümresi, ne askerî hizmetlerde çalıştırılabilecekler ne de hükümet işlerinde herhangi bir vazifeleri olacaktır. (Milletlerarası insanlık hakları ışıği altında acaba bu sınıf hükümete ne derece sadakat gösterebilirler?
Cevap :
İslâmî ülkede gayrı - müslim zümre bütün medenî haklar (Civil Rits) bakımından aynı haklara sahiptirler. Fakat Siyasî Hukuk (Political Rights) bakımından müs-lümanlarla aynı haklara sahip değillerdir. Bunun sebebi de şudur: islâm'da hükümet nizamını yürütmek mesuliyet1 yalnız Müslümanların üzerine yüklenmiştir. Her nerede olursa olsun, Îslâmî hükümet idareyi elinde bulunduruyorsa, orada Kur'an-ı Kerim ve Sünnet tâlimine uygun bir şekilde hükümet işleri yürütülür. Gayrı - müs-limler, Kur'an-ı Kerime ve Sünnet ahkâmına inanmadıkları iç'n pek tabidir ki, bu ahkâmın dairesinde çalışamazlar. Hükümetin mesuliyetlerine de iştirak edemezler. Bu bakımdan, müslümanlar ülkenin düzeni ve asayişi gibi bütün bu gibi mühim mevkileri ellerinde bulundurmak zorundadırlar.
Gayrı - müslim hükümetlerin çalışma şekli samimî olmayıp, münâfıkane bir şekildir. Bunun tam aksi olarak, îslâmî hükümetin çalışma tarzı doğru bir istikamete bağh o.lup tamamen imana istinat eder. Müslümanlar apaçık şu esası kabul etmiştir ki, herhangi bir işte veya herhangi bir sahada çalışırsa çalışsın, kendisini Allah Taa-lânın karşısında bulunduğunu bilir. Bunun için İslâmî hükümet, gayrı - müsl imlere de son derece müşfik davranmak zorundadır. Müslüman, gayrı müslimlere yalnız kâğıt üzerinde «Milli ekalliyet» (National Mnorities) haklarını tanımakla kalmaz. Onların fülı haklarını kendilerine teslim eder. Bir kimse bu hususta şüphe ederse, o zaman Amerikadaki Zenci (Negroes) lerin vaziyetlerini gözönüne getirebilir, Yahut da Rusyadaki gayrı - komünistlerin veya Çin ve Hindistandaki müslümanların durumunu düşünebilir. O ülkelerde bu gibi cemaatlere nasıl muamele edildiğini de hesaba katmak lâzımdır.
Asıl hayrete şayan olan cihet şurasıdır ki, niçin biz başkalarından utanarak, açıktan açığa kendi mesleğimizi, kendi fikrimizi ortaya koymayalım? Ve neden mesleğimiz tc fikrimiz üzerine işlerimizi yürütmeyelim,?..
Gayrı - müslimlerin propaganda yapmaları meselesi ne gelince, şu nokta da vardır ki, biiz kendi eılimizle kendi kökümüzü baltalayacak değiliz. İntihara da hiç bir niyetimiz yoktur. Bu ahmaklığa da göz göre göre razı olamayız. Kendi ülkemizin içinde bir ekalliyet ortaya çıkarıp karşımıza dikmek, akıl kârı olabilir mi? Yahut da yabancı sermayeye arkasını dayayarak yabancı hükümetlere güvenip bizim için baş belâsı olmalarına da hiç lüzum yoktur. N'tekim uzun müddet Türkiyede Hıristiyanlar böyle yapmışlardı.
Hıristiyan misyonerler, yer yer mektepler ve hastaneler yaparak, müslümanların imanlarını satın almak ve yeni yetişen müslüman neslini kendi milletine yabancı kılmak, (De - Nationalise) için çalışmalarına müsaade etmek, bence kendi milletimizi intihar yoluna götürmeli dernektir. Bizim idaremiz altında bulunan yerlerde bu liuauslar üzerinde elbette ki, son derece titizlikle durmak lâzım gelecektir.
Ecnebilerin kasıtlı olarak giriştikleri bu eğitim faaliyetleri, ilk bakışta bazı köksüz ve manevî yapımızdan uzak olan şahıslar için, faydalı olduğu ileri sürülse dahi, gerçekte bu gibi dıştan güdümlü çalışmalar islâmlar için bir dejenerasyon hareketi olduğu bilinen bir husustur. Fakat pek uzak olmayan bu neticeleri görmek onlar için imkânsızdır.
îslâmî hükümette gayrı - müslimlerden alman cizye nıuhtel f şekillerde alınır. Bir ülke ya fethedilmiştir. Yahut da muahedelerle İslâm ülkesine katılmış olabilir. Muahede ile olunca, bu muahede gereğince cizye tahsil edi-IL: Fethedilmiş ülke ise, umumî cizye ahkâmı üzerinden cizye alınır. Fakat Pak'stan bu iki şeklin hiç birisi ile Müslüman diyarı haline gelmediğinden bence bu ülkeriin gayrı müslimlerinden cizye almak için Şer'an bir zaruret yoktur. [228]
Sual :
Anayasayı tefsir etmek hakkı kime aittir? Tefsir organın mı yoksa adliyenin mi vazifesidir?
Eski Anayasada bu hak adliyeye verilmişti. Yeni Anayasada bu hak Adliyeden alınmış Teşriî organa verilmiştir. Böyle bir değişiklik, Adliyeye mahsus olan salâhiyetlerin daraltıldığına dair itirazlara sebep oluyor vebu hakkın Adliyenin elinde kalması isteniyor. Bu mesele hakkında bir zat şu fikri ileri sÜFÜyor: îslâmm ilk devrinde Adliyenin işi sadece davalara bakmaktı. Kanun tefsiri ve şerh etmek işi Adliyenin yapacağı işlerden değildi. Adliye bu hususta bir selâhiyete mâlik bulunmuyordu. Kanunun do^ru ve yanlış olduğu hakkında da mütalâa serdedemezdi. Böyle bir fikir doğru mudur? Doğru ise ne derece doğru olabilir?
Cevâp :
Zamanımızın kanun ve Anayasa meselelerinde, îslâmm ilk devirlerine mahsus durumu gözönünde bulundurmak gerekir. Fakat bu şekilde istidlal edenler daima şu büyük farkı gözönünde bulundurmalıdır: O zamanki içtimaa vaziyet ile bizim bugünkü içtimaî vaziyetimiz bir değildir. O zamanın iş- başında bulunan idarecileri ile bu devrin iş başında bulunan idarecileri de aynı değildir.[229]
Hülefa-i Raşidin devrinde Halifenin kendisi, Kur'an ve- Hadis âlimlerinin en büyüklerinden biri idi. Temiz ve doğru bir kimse olduğu için de bütün müslümanlarm itimadını ve güvenini kazanmış bulunuyordu. Yaşayaşta karşılaşılan herhangi bir mesele, onu din yolundan dön-düremezdi. O zamanının Şûra Meclisi azaları da aynı şekilde, millet arasında dini en fazla bilenlerden ve herkes-uen ziyade dine bağlı olan kimselerden teşekkül etmişti. Bu. seçkin şahsiyetler içinde, din hususunda her ne şekilde olursa olsun, ihmâl gösterecek kimse yoktu. [230] Nefsin neva ve hevesi ve bu gibi şeyler, onların hiç bir zaman dinlerinden döndüremiyeceği gibi, müslümanlar da bıuılann ne suretle olursa olsun bid'at koyacaklarına veyahut da îslâm yolundan başka bir yola sapacaklarından endişe etmezlerdi. İçtimaî kütlenin çoğunluğu yine o devirde din rengi ile boyanmışlardı. Hiç bir kimsenin herhangi bir değişiklik yapmağa ne cesareti vardı ne de böyle b'r şeyi düşünebilirdi. Hiç bir ;kimse de îslâm ruhuna aykırı herhangi bir hüküm veya karar vermeği aklından geçiremezdi. Bu yüksek ölçü o zamanki adalet'sisteminde de mevcud idi. Kadılık (Hâkimlik) makamına yüksel-m:ş bulunan şahsiyetler Kur'an ve Sünnet hususunda dikkatli kimselerdi. Son derecede muttakî, ahlaken titiz ve temiz şahıslardı. Onlar, İlâhî kanuna kıl kadar tecavüz etmeği düşünmezlerdi. Teşriî ve adlî organların vaziyeti de böyle bir vasatta ahenk içinde idi. Bütün kadılar davaları Kur'an ve Sünnetin ışığı altında görürler ve karara bağlarlardı. Herhangi bir zaruret karsısında ieti-had etmek zorunda kaldıkları hususlarda da islâm ruhuna uygun bir şekilde ietihad ederlerdi. Bir kadının tek başına ietihad edip hükme bağlamasına imkân olmayan hususlarda da kadı kendi başına ferden ietihad etmez, meseleyi Halifeye veya Şûra Meclisine arzeder ve onların toplu îctihadları üzerine bu husustaki Şeriat ahkâmını tay:n ederdi. Bu mevzularda toplu ietihad müessesesi Öyle ince eleyip sık dokurdu ki, din usullerine tamamiyle mutabık bulunurdu. Bu devirde şu da vâki değildi ki, kadılar, Şûra Meclisinin kanun olarak ilân ettiği hükümlerden başka, bir noktayı nazar takip etsinler. Nitekim, her-hang bîr kanunu, kabul etmekte müsaadeleri bulunsaydı bunun esası şu olabilirdi ki, bu kanun aslında kanunun esasma — yani Kur'an ve Sünnete —> muhaliftir. Kur'anın ve Sünnetin açık hükümleri bulunan hususlarda da kanun yapılamazdı. Kanun yapmak, ancak «Naaş» bulunmayan hususlarda olabilirdi. Ve ancak böyle meşe-lelerde zarurî olarak ietihad yoluna gidilirdi. Bu gibi durumlarda da elbette ki, toplu ietihad. ferdî ietihaddan daha çok güvenilir durumda olurdu, isterse toplu içti -hadda bazılarının reyleri diğerlerine uymasın.
Şimdi, şurası da malûmdur ki, bugünkü durum o zamanki durum değildir. Ne bugün devletin başında buhı-nan ne de kanun vazeden meclis azaları, Hülefayi Raşi-din devrinin hükümet başında bulunan kimsedir. Ne de bugünkü kanun vaz'eden müessese azaları, o zamanki Şûra Meclisi azaları gibidirler. Nf de bugünkü hâkimler, o zamanki kadılar vasfmdadırlar. Ne de kanun yapmak ve kanun tefsir etmek hususunda o zamanki titizliği gos -termek imkânı vardır. Durum böyle olunca, şimdi bizim, kendi Anayasamızın tefsiri için Hülefayi Ragidin devrindeki vaziyeti gözönünde tutarak onlann, zamanındaki şekilde bir müessese kurmadan önce bugünkü vaziyete dikkat etmemiz icabeder. Ancak bu tetkikten sonra, o dev-r^n benzerine dönelim. Bugünkü vaziyete göre, sert meseleleri alâkadar eden hususlarda son merci ne icraî organ, ne teşriî, ne adliye ne de müşavere heyeti olabüir. Ancak müslümanların tam manasiyle güven duydukları bir müessese olabilir. Şeriatı tahrif edip, bozma yolunu tutan ictihadlar, müslüman efkârı umumiyeyi menfî olarak tesir altında bırakmaktan başka bir netice veremez. Böyle olunca milletin güveni sarsılır. Anayasa hükümleri b'r tarafta dursun, alalade hükümlerde bile, şeriatın hilâfına, karar vermek ve her ne şekilde olursa olsun bir meseleyi indî şekilde karara bağdamak tehlikeden uzak nin mevcudiyeti şarttır ki, kanun vazeden teşrî organın nin mevcudiyeti şarttır ki, kanun vazeden teşri organın ölçü dışına çıktığını görürse, hemen karşısına çık^ır ikaz vazifesini yapabilsin. Böyle bir kurul veya idare de elbette ki Adliye ile olabilir. [231]
İçinde bulunduğumuz şu günümüzde, Cumhuriyet nizamının, en iyi nizam olduğunu ileri sürüyorlar. Islâ-mî siyaset nizamı hakkında şöyle düşünüyorlar: İslâm uzamının da büyük bir kısmı, Cumhuriyet rejimi esası üzerine kurulmuştur. Benim düşünceme göre, Cumhuriyet rejiminin bazı noksanlıkları vardır. İslâm bu noksanlıkları da bertaraf etmek istemiştir. Bu noksanlıkları aşağıda sıralıyoruz :
1. Başka siyasî rejimlerde olduğu gibi. Cumhuriyet rejiminde de nihayet iktidar fiilî olarak ve amelen halkın ekindedir, deniyorsa da yine bu iktidar gerçekte birkaç kişin'n elinde toplanmış bir nevi danışıklı dövüş şeklinde ertaya konmuş ve yine halk bu şekilde kandırılmış, oluyor. Böylelikle, çoğunluk hâkimiyeti : (plutoc racy) veya zümre hâkimiyeti (Oligarchy) şeklini alıyor.
Bu nokta nasıl halledilecektir?
2. Halkın çeşit çeşit ve birbirine zıd görüşlerini aynı zamanda gözönünde bulundurmak ruhî bakımdan kolay iş değildir. Cumhuriyet ise, halk mesuliyeti esasına dayandığından bu işin içinden nasıl çıkılacaktır?
3. Halkın çoğu cahil ve bilgisizdirler. Bunlar saf. ve sade insanlardır. Çok vakit ihtiyatsız olarak, şahısları putlaştırma yolunu tutarlar. Şahsî garazlarının peşinde koşanlara kapılırlar. Bunlar da halkı sapık yola sürükleyebilirler. Bu vaziyet karşısında Cumhuriyet rejiminde milletvekili seçimi ile işi idare etmek mümkün olabilir mi?.
4. Halkın isteği ile, Meclise girecek olan mümessiller ve vekiller toplanarak bir idare kurulu meydana getirirler. Bu meclisin pek tabiidir ki, bir çok âzası olacaktır. Bunların da meseleler hakkında muıbahasa ederek işleri karara bağlamaları kolay olabilir mi?.
Zat-ı faziletlerinden ricamız bu hususların, bir Islâ-mî hükümette hal şeklinin çarelerini izah buyurmalarıdır. Bu mühim meselelere nasıl çare bulunacak ve ibu işler üasıl düzene girecektir?
Cevap :
Zat-ı alilerinin, Cumhuriyet rejimi hususunda ortaya attıkları tenkîdlerin hepsi doğru ve yerindedir. Fakat bu meselelerde son karan vermek için evvelâ bir kaç nokta üzerinde zat-ı alilerinin nazarı dikkatini çekmek ıcabeder.
İlk sual şudur : İnsanî muameleleri yürütmek için herhangi usul sahih ve doğru bir usuldür? Acaba, halka ait meselelerde halkın rızası gözönünde bulundurularak, halk ile müşaverede bulunulup meseleleri onların istedikleri gibi mi halledelim ve onların rızasına göre mi muamelelerde hüküm verelim ve onların itimatlarım kazana-lak, güvenler ni sağhyarak mı işleri karara bağlayalım? Yahut da, bir zümreyi veya birkaç şahsı işin basma geçirip oturtalım ve onlar da kendi keyiflerinin istediği gibi mi meseleleri halledip işleri yürütsünler? Halkın rızası olup olmadığını düşünmeden mi işleri devam ettirsinler? Birinci şekil doğru ve delillere istinad ediyorsa, o zaman bizim için ikinci' şekle dönmeğe ne lüzum vardır? tkinci şekle dönmenin kapısı artık kapanmış bulunuyor demektir. Buna göre, bütün bahislerin birinci şekil üzerinde cereyan etmesi lâzımdır. En doğru yol da budur.
Başka bir nokta da şudur ki, zaman zaman Cumhuriyet usulü ile çalışan bir hayli hükümet şekilleri ortaya çıkmıştır. Dunlardan hangi şekil tecviz edilecektir? Yahut hangileri tercih edilmeyecektir? Bunların çok çeşitli şekillerini bir tarafa bırakalım da Cumhuriyetin asıl usul ve maksadı üzerinde duralım. Acaba, bu şekilde ne yapılırsa maksada uygun olur ve muvaffakiyet yolu tutulmuş olabilir? O zaman bunun muvaffak olmasının üç sebebi vardır :
Birincisi : Cumhur . u Halk, mutlak muhtar ve mutlak hâkim farzedilmektedir. Bu itibarla Cumhuriyetin. tam muhtariyeti ve işlerin idaresinin tam ihtiyaratı Cumhur-u Halkın üzerinde olduğu ileri sürülüyor. Halbuki insanın kendisi aslında kâinatta ihtiyar sahib: değildir. İnsanlardan teşekkül etmiş bulunan Cumhur-u halk nasıl olur da bir hâkimiyete ehliyet kesbeder? O zaman tam salahiyet ve tam ihtiyar sahibi bir Cumhuriyet kurmak için çalışılanın manası, hâkimiyetin birkaç seçkin kişinin eline geçmesini sağlamak demektir. İşte îslâm, ilk adımda bu hastalığa çare bulmuştur. Islâmda Cumhuriyet bir esasi kanun üıerine bağlanmış ve orada kâinatın asıl hâkimi (Sovereign) tayin edilmiştir. Cumhur-u Halk da bu kanuna sarılarak işlerinin yürütülmesi yolunu tutmuşlardır. Buna göre Cumhuriyet idaresinin başında bulunanlar tam salâhiyet ve tam ihtiyarat sahibi değillerdir. Bu böyle olmayınca Cumhuriyet de muvaffak olamaz ve muvaffakiyet yolunda yürüyemea. Ademi muvaffakiyetin sebebi de burasKİir.
İkincisi : Hiçbir Cumhuriyetde halk şuurlu ve ahlak sahib': olmadan Cumhuriyet yüruyememiştir. îslâm, bu sebepten dolayı bütün İslâm camiasının fertlerinin terbiyesi üzerinde durmuştur. Bu meselenin esası şudur: îs-lâmda fertlerin fert olarak herbir şahsın iman duygusuna sahip olup, yani Hak Taalâ karşısında mesuliyet hiss ni duymaları lâzımdır, lalamın esas ahkâmı da buna bağlıdır. Bu hususta birşey eksik olursa, o zaman Cıan-huriyetin de muvaffakiyet imkânları azalmış olur.
Üçüncüsü : Cumhuriyetin muvaffakiyeti için mutlaka uyanık ve mazbut bir umumî reye ihtiyaç vardır. Bu umumî rey ancak o zaman doğru olur ki, camianın efradının hepsi iyi insanlar olsun ve salih kimselerden teşekkül etmiş bulunsun. Hiç olmazsa çoğunluğu teşkil eden zümre, iyi insanlardan ve faziletli kimseler olmalıdır. O zaman böyle b:r hükümetin yürüyebilmesi için içtimaî nizamda herhangi bir fenalık ve kötülüğün girmesine meydan bulunmaz.
Böyle bir cemiyetten çıkan üstün karakterli idareciler, işlerin yürütülmesinde büyük muvaffakiyetler kapanırlar. Bunun içindir ki, îslâm bizi her hususta hidayet kılmış ve doğru yolu da bizim önümüze koyarak göstermiştir.
Yukarıda belirttiğimiz hususlar bir araya gelirse, o zaman öyle bir Cumhuriyet teşekkül eder ki, muvaffakiyet yolunda devam eder ve yürür gider. Onun bu şartlar içinde yürümesinde hiçbir kimse kabahat bulamaz. Şayet bir kusuru olursa o zaman bu cumhuriyetin mensupları hemen bu kusuru giderir ve ıslah ederler. Bu ıslah ve düzeltmeden sonra şöyle bir mesele de vardır: Cumhuriyet sistemi tedrici olarak bir çok ıslahattan sonra beli: olan bu son şeklini almıştır. Fakat henüz hakikî şeklini almış değildir. Daha bir hayli noksanları yardır ki, bu hususların da tamamlanması gerekir. [233]
Sual :
Bir zamandan beri ortada şöyle bir rivayet dolaşıyor : Pakistan devlet başkanına veya hükümet reisine «Emirel-müminin» yahut da -«Halifetül-müslimin» ünva-m ile hitap edilsin. Bu düşünce hususunda biraz daha fazla bilgi sahibi olmak lâzımdır. Hükümet başkanının ve devlet reisinin bir «feshetmek» hakkı meselesi de vardır. Nitekim Hazret-i Ebu Bekir Sıddıyk Radıyallahu Ta-a'â anh, sahabilere karşı «veto» hakkı kullanmıştır. Bu mesele münkirlerin zekât vermekten kaçındıkları ve nübüvvet iddiasında bulunanların kesin bir şekilde tedibi için cihad hükmü verildiği sırada vuku "bulmuştu. Haz-ipt-i Ebu Bekir, o zaman sahabilerin ileri sürdüğü nazariyeleri cerhederek, onların reylerini reddeyleyerek cihad hükmü vermişti. Bunun için de şer'î delil ileri sürmüş ve bu delil ile «veto» hakkına benzer bir kanun sağlamış ve ortaya koymuştur.
Bu mevzuyu aydınlatmak için Cenab-ı Vâlâya (Zat-ı devletlerinize) bazı sualler tevcih edilmiş bulunuyor. Ümit ederiz ki, bu suallerin cevaplarım bize açık olarak bildirirsiniz. Kıymetli cevabınız bizleri memnun edeceği
şüphesizdir.
1. Acaba Hazret-i Ebu Bekir Radıyallahu Taalâ anh. bugünkü manada «veto» hakkı mı kullanmıştır?
2. Böyle bir «veto» hakkı kullanmış ise, bunun şer'î de'"i var mıdır? Veya yok mudur? Var ise nedir?
Cevap :
Dört Örnek Halife devrinin hükümet rejimi ile bugünkü devlet başkanlığı ve hükümet nizamı arasında yerle gök arası kadar fark vardır. O devirle bu devir arasındaki halk arasında da fark vardır. O devirde verilen bu karardan ve o devrin islâm tarihinden halkımız haberdar değillerdir. Ben bu mevzuyu gayet mufassal olarak ele aldım. [235] Bu hususta o bahisleri gözden geçirmeli. Buradan şu mesele açık bir şekilde aydınlanmış oluyor ki, Hilâfet nizamında «Veto» denilen hak ne demektir ve ne şekilde tefsir edilecektir. B*unun salâhiyet ve ihtiyarat dairesi nereye kadardır? O, «Veto» bizim bugünkü Anayasa ıslah işimizdeki «Veto» hakkından tamamen ayrı ve bambaşka bir şeydir. Hazret-i Ebu Bekir, sadece iki meselede istidlal ederek böyle yapmıştır. Biri Usâme meselesi, diğeri de .nürtedler aleyhine verilen cihad- kararı. Bu iki meselede Hazret-i Ebu Bekir, kendi şahsî reyi üzerine karar vermişti. Ve kendi reyi için Ki-tabullah ve Sünnet-i Resulullah'tan istidlal etmişti.
Usâme meselesinde istidlal şöyle idi: «Böyle bir iş Nebî Sallallahu aleyhi ve sellem zamanında vuku bulmuş olsaydı ne yaparlardı? Ben de Zat-ı Saadetlerinin halifesi cJmak hasebiyle ne yapmalıyım? Bu gaileyi bastırmak benim için bir farzdır. Ben hiçbir şey değiştiremem ve yeni bir şey de ortaya koyamam», demişti.
Mürtedler meselesinde de istidlal şöyle idi: Bir kimse namaz ile zekât arasında fark gözetirse ve namazı kılacağım da zekâtı vermiyeceğim derse, o zaman böyle bîr kimse mürted durumuna girer. Böyle bir kimseye müslüman demek hatadır. Buna göre, bu güruhun delilleri kabili kabul değildir. İsterse bunlar «La fiâhe İllallah» demiş 'olsalar dahi... Madem ki, Islâmm esas şartlarını ifâ etmek istemezler ve bu şartlan ifâ etmemek için de diretirler, bunlar mürted sayılırlar ve bunlara karşı kılıç kullanmak lâzım gelir.
Bu deliller karşısında, Sahabey-i Kiram, Hazret-i Ebu Bekirin emirlerine boyun eğdiler ve onun dediklerini kabul ettiler. Eğer bu mesele bir «veto» meselesi ise, o zaman da yine Allah'ın Kitabı ve Resulullahın Sünneti tahtında bir «veto» dur. Kendi başına müstakil bir «veto» değildir.
Gerçekte bu hususa «veto» demek de sahih değ ldir. «Veto» demek hatalı ve yanlıştır. Nitekim, Hazret-i Ebu Bekir, istidlal ederek, ihtilâfı halletmiş ve Sahabeyi Kiramı ikna eylemişti. Sahabe de bu hususun sahih oldu. ğırna kanaat getirmiş ve hep birden razı olmuşlardı. Kanaat ettikten sonra da eski reylerinden rüeu etmişlerdi. [236]
Bir zamandan beri şöyle bir sual üzerinde durulmaktadır : Araba İslâm'da esas insan hakları garanti altına alınmış mıdır, alınmamış mıdır? Sadece Avrupa tarihlerine ve Avrupanuı siyasî sahada ilerlemesinin seyrine vâkıf olan kimseler, bilgisizliklerin-cîen, bu hususta asü ilerleme yalnız Avrupa ülkelerinde olagelt-miştir, diye düşünmektedirler.
Eu düşünce temelinden yanlış ve hatalı bir düşüncedir. Halbuki, islâm, «insan haklarını» garanti altına aldığı zamanlar, dünyada kimse insan hakkı denilen nesneden haberdar büe değildi <Işte ilhami hidayetin mûcizesidir ki, yaşayış sahasında bu esası izah etmiş ve inam düşüncesinin ulaşabildiğe kadar bunu anlatmıştır.)
Mevlânâ Seyyid Ebu'l - A'lâ Mevdûdî Sahîb de I^ahor'da bir külüp'de yapılan toplantıya davet edilmesi üzerine vermiş olduğu konferansta, insan haklarına temas ederek insanî hukuku her cephesiyle şerh etmişlerdi. Halil Hanıidî Sahîb de bu konferansı o zaman kaleme almışlardı. Burada aynen nakledilmektedir.
İnsan haklan, bir taraftan Islâmî Hükümetin Anayasasının (düstur) ayrılmaz bir cüz'ti olduğundan, diğer taraftan da talanım bütün zabt ü rabtı bu esasa dayandığından, bu kitabın üçüncü kısmına bu hukukun nelerden ibaret olduğunu anlatmakla-başlıyoruz. [237]
Biz nıüslümanlan alâkadar eden mesele şudur: İnsan haklan bizim için yeni bir düşünce değildir. Başka, milletlerin nazarında bu hakların tarihi belki U.N.O. (United Nations Organisation) «Birleşmiş Mîlletler Teşkilâtı» ile başlasa da bizim için ehemmiyeti yoktur. İsterse bu mesele İngilterenin (Magna-Gharta) sn «Şahsî Hürriyet Kanunu» ile başlasın yine biace bir mesele teşkil etmez. Bizim bu husustaki düşüncemiz çok eskidir. Bu vesile ile insan hakları üzerinde durmak ve insanlığın esas haklarını izah etmek hususunda, arzedeyim ki, ilk evvelâ insan haklarının ortaya çıkış tarihini gözden geçirmek ıcabeder.
Temel haklar nelerdir?
Hakikatte bu tuhaf bir meseledir. Yeryüzünde bir insan, insanlar arasında insanlık hususunda kendi kendisine şöyle bir sual sorabilir: İnsan olan benim temel haklarını nelerdir? İnsandan başka bu kâinatta yaşayan öteki mahlûkat da vardır. Onların da bir hakları olması icabetmez mı? Bu hakları, fıtrat kendisi ortaya koymuş tur. Siz kendi kendinize bu haklan ortaya çıkarmamışsınız.
İnsandan başka diğer mahlûkat düşünce sahibi değildir. Yalnız insan düşünce sahibi olduğundan acaba benim haklarım nelerdir diye kendi kendine bu suali.,.teıvciiı edebilir. Bu sualin neticesinde de bu hakların nelerden ibaret olduğunu tayin.eder. O zaman bu haklar da belir, miş ve kararlaştırılmış olur.
Şu da tuhaf bir meseledir ki, kâinatta bir şu kadar mahlûkat arasında hiç birisi, insanın kendi hemcinslerine karşı yaptığı muameleleri yapmaz ve <îwmım insana karşı reva gördüğü hususları reva görmez. Hattâ görüyoruz ki, hayvanlar arasında bile Öyle- bir hayvan yoktur ki, kendi cinsinden olan diğer hayvanların üzerinde tahakküm etmeğe kalksın. Yahut da yine kendi cinsinden olan hayvanların üzerine sebepsiz saldırsın.
Fıtratın kanunu bir hayvani başka bir hayvana gıda maddesi olarak kararlaştırmış ise, gıda ihtiyacı olmadan bir hayvan diğer bir hayvana taaruz etmez. Herhangi bii1 yırtıcı hayvan da gıda zarureti olmadan veya bu ihtiyacını gördükten sonra, sebepsiz yere başka hayvanın üzerine çullanıp öldürmeğe kalkmaz. Hayvanlardan hiç birisi de kendi cinsinden olan hayvanlara, insanların kendi cinsinden olan insanlara yaptıkları muameleler gibi muamele etmezler. Belki bu, Hak Taalânm insanları hayvanlardan üstün olarak yarattığı ve hayvanlardan efdal kıldığının neticesidir ki, insan böyle muamelelere baş vuruyor. Yine bu Allahu Taalânm atâ kıldığı zekâ ve kuvvetin mucizesidir; însan bu dünyada harikulade işler başarıyor.
Arslanlara bir bakalım: Şimdiye kadar arslanlar birbirleriyle dövüşmek için bir arslan ordusu kurmamışlardır. Herhangi bir köpek, şimdiye kadar ibaşka bir köpeği köle olarak kullanmağa kalkmamıştır. Herhangi bir kurbağa başka kurbağaların ağzını kapatmağa yeltenmemiştir. Ista sadece insan, kendisini Hak Taalânm hidayetlerinden müstağni zannederse, o zaman elinde bulunan,, veya herhangi bir vesile ile eline geçmiş olan kuvvet ve kudreti kendi cinsinden insanlar üzerinde denemeğe kalkar. Kendi cinsinin efradına karşı zulüm ve zorbalık yolunu tutar.
İnsan, yeryüzünde yaşayışa adım attığı zamandan bugüne kadar, bütün hayvanların yapamıyacağı bir şekilde kendi cinsinin üzerine saldırmıştır. Yalnız ikinci dünya savaşında neler olduğunu söylemek kâfidir. Bununla da isbat ediliyor ki, insan herhangi bir şekilde olsun diğer insanların hak ve hukukunu gözönünde bulundurmak istememektedir. Sadece Hak Taslanın insana göndermiş olduğu hidayetlerin sayesinde ve peygamberler vasıtasiyle gelen ahkâm karşısında insanlık haklarına vukuf kesbetmiştir. Hakikatte ise, insana insanlık haklarını tayin eden, insanın kendisi değil, insanı yaratmış bulunan Halik'dir. Nitekim, ancak Halik, insan hak-iarınm nelerden ibaret olduğunu ve nelere dikkat etmek lâzım geldiğini de mufassal bir şekilde insanlara bildirmiştir.
İçinde bulunduğumuz devirde insan hakları anlayışının ilerlemesi;
Elbette şurasını da nazarı itibara almak icabeder ki, insan hakları üzerinde îslâmî nazariyeyi ortaya koymadan önce, bir kere insan hakları meselesinin tarihçesine göz atmak yalnız faideli değil, hatta lâzımdır.
1. Ingilterede King John (Kral Con) 1215 milâdî senede «Magna Charta» yi yürürlüğe koydu. Bu iş, (Ba-rons) derebeylerinin tazyiki neticesinde ortaya çıktı. Bu husus Kral ile derebeyleri arasında bir nevi anlaşma mahiyetinde birşeydi. Bu anlaşmada emirlerin yani derebeylerinin istekleri daha fazla nazarı İtibara almıyordu: Fakat bu anlaşmadan halkın hak ve hukukundan bırşey bahis mevzuu değildi. Sonradan halk bu anlaşmanın içinden bazı manalar çıkardılar ki, bu iş de, anlaşmayı ya.-zanlarm kendilerini bile hayretler içinde bıraktı. On yedinci asırda Kanun ile meşgul olan zümre şu hususu ortaya attılar: Bir suçun tahkiki sırasında, kaza mercilerinin karşısına çıkılmadan (Traü by Jury) sebepsiz yere hapsedilmek, adalete muhalif (Rights of Habcas Corpus) olup caiz değildir. İngiltere vatandaşlarından vergi almak hakları da yalnız muayyen şekilde olacaktır, keyfi olmayacaktır.
2. Tam Paine, 1737 - 1809 Pomflit'in «insan Hakları» (Rights of Man) Avrupa efkârı umumiyesi üzerinde büyük tesirler icra etti. Avrupalının fikrinde yeni bir inkılap vücuda getirdi. Pomflit 1791 de Avrupa ülkelerinde insan hakları düşüncesini yaydı. Bu zat, ilhamı dine inanmıyordu. Eassen o zaman Ilhamî din (Vahy ile gelen din, Peygamberlerin getirdikleri din) rJsyhinde cereyanların Avrupaya yayıldığı devirdi. Bu yüzden Avrupa halkı, Ilhamî dinlerde insan haklarından bahsedilmediği kanaatine sahip bulunmuyorlardı.
3. Fransız inkılabı tarihinin parlak sahifelerinden biri de «tnsan Hakları Beyannamesi» dir. (Declaration of tbe Rights of Man). Bu beyanname de 1789 da ortaya çıktı. Bu da 18 nci asrın içtimaî, felsefî nazariyelerinin ve bilhassa Roussau'nun içtimaî ıslahat fikirlerinin (Social Contract Theory) semeresi idi. Burada millî hâkimiyet, serbestlik, eşitlik ve frtrî hak ve hukuk ispat edilmeğe çalışılıyordu. Burada rey hakkı, kanun vaz'ı hakkı, vergi meseleleri ve vergi alma haklan.efkârı umu-miyenin kontrolüne bırakılıyor ve suç tahkikin n de ka-zaî meclis (Trail by Jury) de isbat edilmesine çalışılıyordu. [238]
Bu insan hakan beyannamesini, Fransız Anayasasını hazırlayan kurul, o zamanki İnkılap devrinde Anayasanın basma koyup, bunun için Anayasada bir yer ayırdı. Anayasada da bu hususa çok ehemmiyet verildi .
4. Amerika Birleşik Devletlerinde, on maddelik ıslahat kanunu meyanında ingiliz Cumhuriyet mefkuresini ihtiva eden bütün hak ve hukuka yer verildi.
5. İnsan hakları ve vecibeleri ehemmiyet kesbettik-ten sonra, Bogota konferansında 1948 'Amerika hükümeti de bu haklan nazarı itibara aldı ve ehemmiyetle üzerinde durdu.
6. Sonra Birleşmiş Milletlerin nazariyesi ve mefkuresi meyanında yavaş yavaş ikmal edilmiş bir şekilde her cepheden nazarı d'kkate alınarak ele alındı. Ve en son «înternational humain's rights» «Milletlerarası insan haklan beyannamesi : Âiemî Menşur-î Hukuk-i İnsanî» adı ile ortaya kondu.
1946 senesi aralık ayında Birleşmiş Milletlerin umumî toplantısında mevcut beyannameye şöyle bir madde de ilâve ed'lip, insanlar arasında «iskatı cenin»: (Genocide) (Çocuk düşürtmek) de milletlerarası kanun hilafı bir cürüm olarak kabul edildi.
Daha sonra 1948 aralık ayı «iskatı cenin» hakkında cezalar tertiplendi ve bu suçun önüne geçmek için bir karar imzalandı. 12. Ocak. 1951 de bu karar yürürlüğe gird\. Bu karara da «iskatı cenin» tavsif edilip aşağıda yazüı bulunan fiillerden herhangi birini yapmak suç sayıldı. Yani herhangi bir millî, nesebi veya ahlâkî (Etir-cal) zümre veya bunun bir kısmını ortadan kaldırılma: cürüm addedildi.
1. Herhangi bir zümrenin fertlerini öldürmek.
2. Bu gibi Mmselere dimağı veya cisim ağır zara: verdirmek.
3. Bu fertlerin üzerine, bilerek yaşayışlarını bozmak için bir kıa-im kimseleri saldırtmak. Yani böyle b^r saldırının maksadı, bir züreyi ortadan kaldırmaya matuf olacak.
4. Herhangi bir zümrenin zürriyet organlarını bozmak ve doğurmalarına mani olmak.
5. Zorla bir zümrenin çocuklarını başka b:r tarafa nakletmek ve devşirmek.
10. Aralık. 1948 de ortaya çıkan Milletlerarası İnsan Haklan Beyannamesinin mukaddem1 esin de şöyle deniyor:
«Süsas insan haklan, insan fertlerinin şeref ve hay--üyeti bakımından, katim ve erkeğin eşit hakları olmasını
gerektirir.»
Ve yine Birleşmiş Milletlerin kuruulşunun gayesi anlatılırken şu husus da ileri sürülmüştür :
«İnsan haklarına-' hürmet edilmesini sağlamak, nesil, .ûmıre, lisan ve din imtiyazı gözetilmeden-bütün insanlara temel serbestliği gözönünde tutmak ve milletlerarası ok iş birliği yohina gitmek...»
Yine bu şekilde Birleşmiş Milletlerin 55 nci oturumunda şu beyanname neşredildi:
Birleşmiş Milletler Kurulu, insan haklarına ve her. kıs için âlemşümul hak ve hürriyete hürmet göstermeli ve muhafaza etmek için çalışır.
Bu beyanname hakkında hiçbir devlet mümessili muhalif rey ileri sürmemiştir. Yalnız, bu beyannamede sadece umumî sözler ileri sürüldüğünden muhalif rey beyan edilmedi. Zira mevzu bahsedilen prensiplerin teferruatına inilmiyor, sözle iktifa ediliyordu. Milletlerarası herhangi bir anlaşma da yoktu ki, beyannameye imza koyan hükümetler, verdikleri söze bağlı bulunmağa zorlanabilsinler. Ve milletlerarası bu kanunu yürütmek yolunda hükümetleri zorlamak mümkün olsun. Şu noktayı da açık olarak söyleyelim ki, bütün bunlar sadece bir ölçü olmaktan başka bir şey değildi. Yalnız böyle bir ölçü gözönünde bulundurulmağa çalışılıyordu. Halbuki, bazı devletler buna bile rey vermekten kaçınmışlardı. Yani ne lehde ne de aleyhde rey kullanmışlardı. [239]
Görüyoruz ki, bu beyanname, insanlığın bu dünyadaki en iptidaî haklarını hiçe sayan hatta yok eden devletler tarafından neşredilmektedir. Buna rağmen yine de kendilerini dünyanın en medenî ve en ileri milletleri olarak ilân ediyorlar. Ve böyle bir durumda da müstemlekelerini ellerinde tutmak istiyorlardı. [240]
Bu kısa beyanımızdan sonra anlaşılıyor ki, bu hususa ait Avrupa düşüncesinin tarihi iki yüz küsur seneyi aşmamaktadır. Bu belli tarihten önce insan haklan diye bir mefhum tahayyül bile edilmiyordu. Bundan başka, eğer bugün bu haklardan bahsediliyorsa, bunun arkasında herhangi bir mesned (Authority) ve herhangi bir ic-raî kuvvet (Sanction) da mevcut değ Mir. Bu beyanname sadece iyi bir temenniden başka bir şey olamaz.
Buna mukabil, İslâm insan haklarını Kur'an'-ı Kerimin beyanında ve bilhassa îslâm Peygamberi Sallallahu Aleyhi ve Sellemin Veda Haccında irad buyurdukları hutbede ortaya koymuştur. B'rleşmiş Milletlerin veya Av-rupanm bu düşüncesinden çok daha önce ve çok daha evvel îslâm kendi milleti için, ister akide bakımından olsun, ister ahlâkî ve dinî bakımdan olsun, bu hükümlere itaat edilmesini farz kılmıştır. Bu hak ve hukukun korunması hususunu da Sat-ı Risaietpen ahileri, kendi devri saadetlerinde nazarı dikkate aldıkları gibi, Hülefa-i Raşidin fevrinde de nazarı itibara alınmıştır.
Şimdi, İslâmda bu hak ve hukukun ne şekilde kaim kılındığım etraflıca anlatmağa çalışacağım: [241]
Kur'an-ı Kerimde dünyanın ilk cinayetinden bahis vardır. Bu, insanlık tarihinin ilk hadisesidir ki, bir insan başka bir insanın canına kıymıştır. Bu hadiseden de ilk defa b'r insanın başka bir insanın canına ve yaşayışına hürmet etmesi meselesi ortaya çıkmıştır. Oradan anlaşılıyor ki, bu dünyada herkesin bir yaşama hakkı vardır. Kur'an-ı Kerim'de hadise anlatıldıktan sonra şöyle bu-yuruluyor:
Hiç bir kimseyi öldürmemiş ve yeryüzünde herhangi bir fesat çıkarmamış olan birisini her kim öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim de bir kimsenin hayatım kurtarırsa, o da bütün insanlaın kurtar-rmş gibi olur. Mâide, 32).
Bu âyet-i kerimeden anlaşıldığına göre, bir insan öldürmek, bütün insanlığı öldürmek gibidir. Buna mukabil bir insanın hayatını kurtarmak da bütün insanların hayatını kurtarmak gibi oluyor. Burada hayat kurtarmak kelimesi «thya» : (Yaşatmak) tabiri ile beyan edilmiştir. Başka bir tabir ile, bir kimsenin hayatını kurtarmak demek, onu yaşatmak, ona yaşayış vermek demek oluyor. Bu işde vahuz iki husus istisna edilmiştir. Birincisi; bir kimse başka bir kimsey Öldürürse, öldürülen kroşenin kısasına karşılık bu kimse de öldürülebilir. İkincisi de herhangi bir kimse yeryüzünde fesat çıkarmak isterse o imse de öldürülebilir. Bu iki ahvalin haricinde insan yaşayışı ortadan kaldırılamaz ve bir kimse de öldürülemez [242]. İnsan yaşayışının ve canının korunması tâ tarihin ilk devirlerinden beri aydmlatılmıştır. tnsan hakkında şöyle düşünmek de yanlış ve hatalıdır: «insan karanlık devirlerde ortaya çıkmıştır. Kendi hemcinsini ÖL düre öîdüre, nihayet ilerlemiş ve öyle bir vaziyete gelmiştir ki, artık insan, insan öidürmemeği dlbüneb.M mistir.» Böyle düşünmek tamamen hatalı ve Hak Taalâ hakkında şüpheli görüşe sürükler mahiyettedir. Kur'an-ı Kerimin bildirdiğine göre Hak Taalâ, tâ başlangıçtan beri ve her zaman insanlara hidayet yolunu göstermiştir. Bu hidayet yolunun içinde insanların insanlarla olan hak vr hukuku da belirtilmiştir. [243]
Kur'anH Kerim'den ve Resulü Ekremin gösterdiği h'dayet yollarından anlaşılan ikinci mesele de şudur : Kadın, çocuklar, yaşlılar, yaralılar, hastalar ve buna benzer durumda olanlara zorbalık etmek caiz değildir. —. Bunlar ister bizim kendi milletimizden olsunlar, isterse biz'nı milletimizden olmayıp, başka milletlerden olsunlar, yahut da düşman olsunlar. — Bir harp vuku bulursa o zaman fertler esasen harp meydanında olurlar ve mesele değişir. Yoksa bunun dışında tecavüz kat'î olarak men edilmiştir. Bu usul, İslâm'ın kendi kavmine has değildir. Bütün insanlık için konmuş olan bir kanundur. Zat-ı RisaletpenahÜerinin bu mesele üzerinde açık beyanları vardır. Hülefa-i Raşidin devrinde de düşmanı karşılamak için, ordu sevk edlidiği zaman bu hidayetler ordu efradına anlatılırdı. Düşmana karşı hücuma geçildiği zaman, «kadınlara, çocuklara, yaşlılara ve yaralı hastalara eî sürülmeyecektir.» Denirdi. [244]
Yine Kur'ari-ı Kerimin ve Hadis-i Şeriflerin teyid ettiği hususlardan biri de, kadınların iffetine karşı hürmet göstermektir. Yani muharebede düşman tarafın kadınları — her ne suretle olursa olsun — Müslüman ordusu efradının eline geçebilir; o zaman kadınlara katiyen el sürmek yoktur. Kur'ana göre — herhangi şekilde olursa olsun — fuhuş men edilmiştir. Haram kılınmıştır. İster kadın müslüman olsun, isterse müslüman' olmasın; veya kendi milletimizden olsun, yahut da başka bir millete mensup bulunsun, isterse bu kadın dost bir milletin kadını olsun, isterse düşman memleketin kadını olsun, katiyetle el sürülmiyecektir. [245]
Vazedilmiş olan esas kanunlardan biri de şudur: Aç bir insana — ne vaziyette olursa olsun — ekmek verilecektir. Çıplak bir insan — ne durumda bulunursa bulunsun — giydirilecektir. Yaralı ve hasta kimse — hangv ahvalde bulunursa bulunsun — tedavi, edilmeğe hak kes-beder. Şurasına da asla bakamayacaktır ki, bu ac, bu çıplak, bu yaralı veya hasta dost mudur, düşman mıdır? Bu umumî (Universal) hukuk kaidesidir. Düşmana dahi aynı şekilde muamele edilecektir. Düşman tarafa mensup bir kimse, bizim tarafımıza gelir yahut da getirilirse, ac olursa karnı doyurulacak, çıplak ise giydirilecek, ac ve çıplak bırakılmayacaktır. Hasta ve yaralı olursa önce tedavisi için çalışılacaktır. [246]
Kur'an-ı Kerim'in koyduğu değişmez usullerden biri de şudur: İnsanlara karşı insaf ve adaletle muamele edilecektir. Hak Taalânm bu husustaki emirleri şöyledir:
Herhangi bir kavmin düşmanlığı sizi hiddetlendirip de adalet yolundan ayırmasın. Adalet yolunu tutarsanız, bu takvaya daha yakındır. (Maide, 8).
Bu âyet-i kerinıe'de, islâm, şu esası tayin etmiştir: İnsana karşı — tek bir insan ferdi ve yahut da bir kavim ve insanlar topluluğu — her ne şekilde olursa olsun, adalet ve insaf ile muamele edilecektir. Dostlara karşı adalet ve insaf gösterilip, düşmanlara karşı adalet ve insaftan uzak kalmayı İslâm usulü tamamiyle reddetmiştir. Onların hakkında da adalet ve insaf gözetilmesin. denmemiştir. [247]
Kur'an-ı Kerim'in bu bahiste tayin ettiği usullerden biri de şudur: İyilik ve hakkı ortaya koymak için yardım etmek lâzımdır. Zulüm ve haksızlık için yardım edilemez. Fenalığı kardeş gibi yakınlardan birisi dahi yapsa ona dahi yardım edilmez. Bunun tam zıddı olarak, iyiliği düşman dahi yapsa bu işde ona yardım etmek gerekir. Hak Taalâ, bu bahisde şöyle hidayet buyurmuştur :
İyilik ve Allahtan çekinmek için yardim ediniz. Günah ve tecavüz için yardjim etmeyiniz. (Maide, 2).
Burada iyilik -kelimesi «Birr» lafzı ile bildirilmiştir. Bu kelimenin Arapça'da lügat manası «hakkı yerine getirmek» demektir. Yani diğerlerinin de hakkını yerine getirmek ve takva yani Allah'tan çekinmek için birbirinize yardım ediniz. Bu da Kur'an-ı Kerimin daimî ve mus-ta&îl usullerinden biridir. [248]
Kur'an-i Kerim'in ehemmiyetle üzerinde durduğu usullerden biri de, insanlar arasında eşitliği ka;m kılmaktır. Bir kimse, diğer kimselere imtiyaz sahibi olmak isterse, bu, ancak ahlâk itibariyle olabilir. Bu husus da Kur'an-ı Kerim'de şu şekilde işaret buyumlmuştur :
Ey halk; Biz sizi bir erkekten ve bir kadından halk-ettik. Ve birbirleninizle tanışasıniz d;ye ffa kabileler ve oymaklara ayırttık. Elbette ki, Allah iıuiinde sizin en makbul olanınız en fazla muttaki bulunan izdir.
(El - hücûrat, 13).
Bu âyeti-i kerime ile anlaşılıyor ki, insanların hepsi de esasta bir ve eşittirler. Muhtelif nesiller, soylar, muhtelif renkler, muhtelif diller hakikatde, insanlık âlemi için (her ne şekilde olursa olsun) makul bir taksim ve tasnif değildir.
İkinci mesele de şudur: Mevcut bulunan bu taksim ve tasnif, sadece insanların birbirleriyle tanışmaları cindir. Başka tâbirle bir kardeşlik eşitliği vardır. Bir kavmin veya b:r kabilenin diğer bir kavme veya diğer bir kabileye (her ne şekilde olursa olsun) imtiyazı ve üstünlüğü yoktur. Hukuk bakımından birbir' eriyle eşit ve aynıdırlar. Allah Taalâ bir tasnif daha ileri sürmüştür. Bu tasnife göre üstünlük lisanla, renkle, sDyla, ırkla değil, yalnız bir üstünlük varsa ve iftihar edilecek bir mevzu bulunuyorsa, o da temiz ahlak ve üstün seciyedir. İnsanlar fıtrî yaratılış bakımından birbirlerine eş olduklarından nesil ve renk farkı ayrılık' sebebi olamaz. Başkalarının haklarına tecavüz etmek İçin kimseye de bir hak tanınmaz. İftihar edebilmenin sebebi sadece Allah içinde makbul ve temiz kimse olmaktır. Bu mevzuda îslâmuı peygamberi de beyanda bulunarak, aydınlatmıştır. Zat-ı Risaletpenahileri Mekkenin fethinden sonra, şu müh m gerçeği ilân etmişlerdir:
Ne bir Arabın bir Acmıey ne de bîr Acemin Araba, ne bir beyazın siyaha, ne de bir siyahın beyaza üstünlüğü yoktur. Üstünlük varsa, ancak takva iledir. Soy sop ile bir imtiyaz yoktur.[249]
Yani üstünlük ve imtiyaz ancak diyânot ve takva ile mümkündür. Meselâ bir kimse gümüşten d ğer bir kimse de taştan başka birisi de topraktan yaratılmış değildir. Belki insanların hepsi aynı şeyden yaratılmışlardır; ve bütün insanlar eşittirler. [250]
Usullerden biri de şudur: Herhangi bir kimseye ma-siyet etmek için hüküm veya emir verilem yecektir. Bu iş bir kimseyi, ne iltizam ettirir ne de böyle bir şey için o kimse itaat eder. Masiyet için em r verilirse itaat etmemek gerekir. Kur'an hükümlerine göre, herhangi bir âmir, kendi eli altında bulunan diğerlerine mas yet etmek ve kanunsuz yola gitmek için hüküm veremez. Âmir böyle bir iş için hüküm verir yahut da câ z olmayan bir şekilde tecavüz etmeğe emrederse, böyle bir âmirin ne hükmü dinlenir ne de emrine itaat edilr. Zat-ı Risaletpenahileri de bu hususu şerh ederek şöyle buyurmuşlardır :
Hiçbir mahlûk için, Halika karşı mas-iyet yolunda itaat yolîtur.
Halikın caiz saymadığı ve masiyet olarak bildirdiği hususlarda itaat etmek için kimseye emir verilemez.. Ne hüküm verebilen buyruk sahiplerine böyle bir masiyet hükmü vermek hususunda hak tanınmıştır; ne de hüküm verilenlere bu hususta itaat etmeleri için bir emir verilmiştir. [251]
Bu da İslâmm muazzam usullerinden biridir ki, zâlime karşı itaat etmek diye bir hak yoktur. Kur'an-ı Kerim bu hususa da şöyle işaret buyurmuştur: Hak Taalâ, İbrahim Aleyhisselâm'ı yeryüzünde halife kıldığı zaman, Hak Taalâ'dan, Hazret-i İbrahim şöyle bir dilekte bulunmuştu. Hak Taalâ da şöyle buyurdu :
Seni halka .imam kılmaktayım.
Hazret-i İbrahim de dileğini arz etmişti :
Benim neslimden de İmanı kıl! Diye dua etti.
O zaman Hak Taalâ'nın işareti şöyle oldu :
Benim vadim zâlimlere ulaşmaz. (Kakara, 124)
Bu âyet-i kerimeden anlaşılıyor ki, zâlimlere karşı itaat etmek hususunda Hak Taalâ yazılı bir emir vermemiş ve bu gibi kimselere itaat edi'mesini reddetmiştir. [252]
Nitekim imam Ebu Hanife rahmetullahi aleyh de bu hususta şöyle buyurmuştur :
Herhangi bir zâlim, müslümanlara imam olmak salâhiyetinde değildir. Eğer böyle bir kimse imam olacak olursa, ona itaat etmek vâcib değildir.[253]
Böyle bir şahsa boyun eğilmeyecek ve ortadan kaldırılması için çalışılacaktır. [254]
Islâmin insanlar için kararlaştırmış olduğu esas hakların en mühimlerinden biri de bütün müslümanlarm içtimaî işlerde ve hükümet meselelerine iştirak edebilme nakkıdır. Hükümet halkın müşaveresiyle kurulur. Halk ile müşavere ederek, işleri yürütür. Kur'an-ı Kerim bu hususta şöyle buyurmuştur :
Elbette ki, onları (yani ehl-i imanı.) yeryüzünde hafife kılarız. (Sûre-i Nur, 55).
Halife kılınmak bir veya muayyen şahıslar için olmayıp çoğunluk içindir. Nitekim, bazılarını değil de «onları» buyrulmuştur. Yani «bütfın kavmin fertlerine halifelik veririz» denmiştir. Demek oluyor ki, hükümet herhangi muayyen bir ailenin ve hanedanın veyahut da bir zümrenin hakkı değildir. Bütün millet toplumunun ferden fert hakkıdır. Millet efradı ile müşavere edilmeksi. zin, bu iş olamaz. Kur'an-ı Kerim yine bu hususta şu İîâmî emri beyan etmiştir :
Onların işleri (hükümet işi) kendi aralarında müşavere iledir. (Şûra, 38).
Ve yine :
tş hususunda (Devlet işi) kendileriyle müşaverede btıhın. (Aî-i İmrân, 159).
Yani bu hükümet müşavere ile yürütülür. Bu hususta Hazret-i Ömer Radıyallahu Taalâ anh'ın sözlerinde de açık beyan vardır. Buyurmuştur ki:
Müslümanlarla müşavere etmeksizin, kimsenin hükümet başına geçmeğe hakkı yoktur.
Hükümet idarec si Müslümanlar razı olduktan sonra, iş basma geçebilir. Müslümanlar razı olmadığı takdirde demek ki, bir kimse hükümet basma geçemez ve memleketin idaresini de elf alamaz.
Bu hüküm gereğince, demek İslâm, Cumhurî ve müşavere esasına dayanan b'r hükümet nizamı kaim kılmak istemiştir. Bu da bagka bir meseledir ki, bizim talihsizliğimizden", üzerimize padişahlar musallat olmuşlardır. Tahakküm de etmişlerdir. Fakat böyle olmasına rağmen, İs-Iâm bunların bu şekilde padişahlık etmeleri için müsaade etmemiştir. Ancak bunların padişah olup da bizim üzerimize musallat obuaları yine bizim kendi ahmaklığımızın neticesinde olmuştur. [255]
Başka bir usul de insan hürriyetinin korunması me-se'.?^:dir. Adalet hükmü hariç kimsenin hürriyeti elinden
alınamaz. Hazret-i. Ömer açık bir şekilde bu hususu belirtmiştir :
tsiâmda hiçbir kimse hak olmaksızın tutuklanamaz. (Hürriyeti selb edilemez.) [256]
Burada «Hak», adalet demektir. Kanun ve nizam dairesinde adliye işi demektir. (Judic al process of LaW).[257]
Yani bir kimsenin hürriyetini elnden almak şunu icabettirir ki, bu kimse bir gürümle itham edildikten sonra, dava görülmeğe başlanıp, bu kimseye savunma fırsatı verisin ve ancak bu şekilde dava bir neticeye bağlansın. Böyle olmadıkça, her ne şekilde olursa olsun böyle bir işe adaletli is denemez. Bu iş ^alelade, akim (Common Sense) .da icabıdır ki, itham edilene kendisini savunmak iç'n fırsat verilmelidir. Bir kimse herhangi bir kuru itham ile yakalanıp hürriyeti elinden alındıktan sonra böyle bir insana kendini savunma hakkı verilmezse, elbette ki, bu çirkin tutum îslâmın adalet anlayışına sığmaz. İslâm Hükûmetinn adliyesi demek, Kur'an hükümlerine tabi olmaktan başka bir şey değildir. [258]
Kur'an-ı Kerimin açık bir şekilde ortaya koyduğu esas haklardan biri de mülkiyet'n — ferdî mülkiyet — korunmasıdır. Hak Taalâ bu hususda şöyle işaret buyurmuştur :
Birbirinizin inalını aranızda bâtıl yol ile yemeyiniz. (Biakara 188).
Eğer Kur'an, Hadis ve fıkhı mütalâa edersek, şu sualin cevabını bulmuş oluruz; Başkalarının mallarından istifade etraek ne- gibi yollarla mümkündür? İslâm bu yolları ve bu şekilleri de mübhem bırakmamıştır. Bu iş için muayyen yollar ve usuller vazetmiştir. Bu usullere göre kimse, gayrı - caiz şekilde mal iktisap edemez. Hiç bir kimseye veya hiç bir hükümete, kanunu hiçe sayarak, konmuş olan bu muayyen şekillerin haricinde yani tslâ-mm sarahatle beyan etmiş bulunduğu şekillerden başka br şekilde, bir kimsenin mülkiye tine el uzatmak hakkı verilmemiştir. [259]
Esas insan haklarından biri de şeref ve haysiyetin korunmasıdır. Sûre-i Hücuratta bu hakkın mufassal bahsi vardır. Meselâ bu mevzuda şöyle işaret buyrulmuştur:
Bir kavim başka bir kavimle alay edemez.
Yani sizden bir zümre başka bir zümreyi alay mev-znu yapmasın.
Birbirinize lakap takmayınız.
Yani kelime uydurup alay için birinin isminin başına veya sonuna eklemeyin.
Kiminiz, kiminizi arkasından çekiştirmeğe kalkmasm. (Hücurat, 11 - 12).[260]
Böyle şeylerle insanlar birbirlerinin şeref ve haysiyetleriyle oynamağa kalkmamalıdır. Bu gibi fiiller men edilmiştir. Açıkça söyliyelim ki, insan ister yüzüne karşı olsun, isterse arkasından olsun alay edilmekten hoşlanmaz. Lakap uydurup takmak, meselâ (şaşı, topal, kam bur, sağır, cırtlak) gibi kelimeleri isimlerin başına veya sonuna eklemekten b:r fayda elde edilmez. Herkesin izzet, şeref ve haysiyetinin korunması garanti edilmiştir. Aynı şekilde yine halka karşı dil uzatmak da men edilmiş bulunuyor. [261]
İslâmın esas kanunlarına göre, herkesin hususî ve şahsî yaşayışı (privacy) muhafaza altına alınmıştır. Kimse, başka kimsenin hususî ve şahsî hayatına müdahale edemez. Bu hususta Nur sûresinde sarahat vardır :
Kemli evinizden başka evlere girmeyiniz. Ancak müsaade şartiyle. (Nur, 27)-
Sûre-i Hücuratta şöyle beyan buyrulmuştur:
Gözetleyicilj'lk etmeyiniz. (Birbirinizin i>izli şeylerinizi gözetlemeyiniz.) (Hücurat, 12).
Hazret-i Resulü Ekrem Sallallahu aleyhi ve sellem de bu hususa şu şekilde1 işaret buyurmuşlardır :
Kendi evinizden başka bir kimsenin evini gözetlemek îııtkkı kimseye verilmemiştir.
Başkalarının gözetlemesinden, herhangi bir şekilde müdahalesinden azade bir şek'lde emniyetle kendi evinde oturması herkesin kanunî hakkıdır. Bunun gibi, yine kimsenin, şu hakkı da yoktur ki, başka birine ait olan mektubu veya yazıya müsaadesiz baksan. Nerede kaldı" ki, okusun. İslâm insanların şahsî ve hususî haklarını tamamen muhafaza altına almış, evlerin gözetlenmesini açıkça men etmşitir. Ancak, bir kimse çok mühim bir tehlikeye mâruz kalırsa, o kimseyi tehlikeden kurtarmak için, hususî ahvalde bu gibi vaziyetlere baş vurula-Ülir. O da bu.kimseyi ikaz edip kendisine tehlikeyi bildirmek maksadı için böyle b:r harekete tevessül edilebilir. Yoksa her ne şekilde olursa olsun, bir kimseyi gözetlemeği İslâm Şeriatı caiz saymamıştır. [262]
İslâmda esas haklardan .biri de, b:r kimsenin zulme kiirşı direnme hakkıdır. Zulme uğrayan bir kimse sesini yükseltip, zulme uğradığını ilân eder ve sesini istediği şekilde yükseltlbilir. Hak Taalâ bu hususta şöyle işaret buyurmuştur :
Allah, çirkin sözler söylenmesini ve sesin yükseltil me&îni sevmez. Ancak zulme uğrayanlar (hariç). (Nisa, 148).
Yani mazlum kimseye, zâlimin karşısında sesini yükseltip uğradığı haksızlığı dile getirmek hakkı tanınmıştır. [263]
Zamanımızda üzerinde durulan mühim meselelerden biri de fikir beyanı hürriyetidir. (Freedom of Bxpres-sion). Bu günkü istilanda böyle deniyor. Fakat Kur'an ıstılahında bu mesele böyle bir ıstılahla söylenmemiş ve umumî olarak buna da «Emrün biLmâruf [264] ve Neh-yün an il - münker» denmiştir. Bu husus sadece insan için bir hak olarak tanınmakla kalmamış belki bu, insanlar için farz bile kılınmıştır. — Kur'andan başka bu hususta Hadîslerde de işaretler vardır, — însana, iyilikleri söyleyip, fenalıktan men etmesi farz kılınmıştır. Herhangi bir fenalık görürse, sadece sesini yükseltmekle kalmaz, belki bu fenalığı ortadan kaldırmak için de düşünmesi lâzım gelir. Böyle yapmak kudretinde olur da yapmazsa günahkâr olur. Müslüman için, îslânı camiasını teiniz tutması farzdır. Bu hususda bir müslümanın sesini kısmak ve söylemesi icabeden şeyleri söyletmemek büyük bir zulümdür. İçtimaî işlerin iyi bir şekilde yürüyebilmesi için bir kimsenin fikir beyanmm serbest olması icaıbeder. Bir kimse, iyilik için çalışmış ise, sadece iyi bir iş yapmış ok makla kalmaz, kendi insanlığına düşen vazifesini ifa etmiş olur. Buna göre herkes için fikir beyanında bulunmak Islâmda serbest olarak kararla^tırümış oluyor. Kur'an-ı Kerim, Beni İsrail'in alçaklığa düşme sebeplerfni beyan ederken, onların şu durumunu beyan etmektedir; Onlar, biri birlerini, yaptıkları fenalıklardan men etmezlerdi. (Maide, 79)
Yani herhangi bir kavim arasında öyle b'r vaziye't ortaya çıkar ki, o kavim içinde fenalıklara karşı kimse sea çıkaramaz; bir şey söyleyemezse, o zaman gitgide bu kötülükler bütün kavmi sarar ve o cbmiyetin dejenere olmasına sebep olur gider. Böyle 'bir kavim de Allanın azabına müstahak olamaz da ne olur? [265]
Islâmda, Kur'an tâlimi meyanında bir cümle, daha doğrusu bir âyet-İ kerime görüyoruz :
Iü, ikrâhe fi'd-dini : Dinde zorlama yoktur. OBakara, 256)
Bu kaide insanların düşünce serbestliği için konmuş bir usuldür. Bu usulle herkese akide ve fikir serbestliği verilmiştir. Yani bir kimse isterse iman yolunu tutar, isterse küfür yoluna gider.
İslâm'da fikir hakkında kuvvet kullanmak zarureti iki yerde vardır. Biri, îslâmî hükümetin istiklâl ve mevcudiyetini korumak maksadiyle cih,ad meydanında düşmana karşı savaşıhrken,. İkincisi de memleket sathında emniyet ve asayişi ayakta tutmak, fitne ve fesadı önlemek, cürüm ve cinayetleri ortadan kaldırmak, adalet nizamını kaim kılmak iç;n..
Düşünce ve itikat hakkında serbestlik hususuna gelince Mekkede müslümanlar Hakka inandıkları ve Hak-"W iwyledik!eri için, on üç sene dayak yediler ve incit 1diler. Nihayet isbat edildiki, gittikleri yol hakdır. Müslümanlar kendileri için, böyle bir hakkı, bu şekilde kazandıklarından, başkalarının da böyle bir hakkı olmasını elbette k', kabul ederler. İslâm tarihinin başından sonuna kadar, bütün sahifelerini tetkik ettiğimiz takdirde göreceğiz ki, hiç bir zaman ve hiç bir yerde müslümanlar, gayn müslİm reayayı (tebaa) İslâmı kabul etmeğe zorla-mamışlardır. Kimseyi İslâmı kabul etmedin diye de öldürmemişlerdir. Kimseye de dayak atarak Kelime-i Şe-hadeti s ö yi etme inişlerdir. [266]
îslâm, muhtel.f dinî- zümrelerin, başka dinî zümreler aleyhinde harekete geçmek için çalışmalarını reva görmediği gibi, böyle bir meseleyi de kabul etmez. E ir mezhebin önderlerinin, diğer b'r mezhebin önderleriyle rekabete- girişmesine ve. bir mezhebin mensuplarının diğer bir mezhebin mensuplarına eziyet etmesine müsaade etmez. K'.ır'an'a göre herkes'n mezheb inanışlarına ve itikatlarda ve bu mezhep mensuplarının önderlerine ve rehberlerine hürmet edilmesi bildirilmiştir. Bu hususta Kur1 -ars-i Kerimin hidayeti şöyledir :
Allah'tan başkasını çağıranlara küfür etmeyin. (El - En'âm, 108).
Yani muhtelif din ve mezhep sâ'iklerinin akideleri ü serine ancak delil ile konuşulabilir. Onlara ileri geri söylenip küfür.edilmez. Makul bir şekilde tenkid edilmelidir. Yoksa onlara karşı kötü ve ç/rkin sözler söylenmemeli-dir. Birinin yok yere gönlünü incitmek doğru değildir. £ İrine bu şekilde eziyet etmek de caiz sayılmaz. [267]
Fskir beyan etmek hürriyeti ve söz söyliyebilmek serbestisinin iktizalarından biri de toplanma hürr'yeti-dir. Bir toplumda muhtelif fikirlerin bulunması tabiî bir işdir. Kur'an-i Kerim muhtelif yerlerde herkesin her hususta fikrin'n aynı şekilde olmayacağını belirtmiştir. Bir usul ve bir nazariye etrafında toplanmış bulunanlar bir millet vücuda getirdikleri halde yine bu camianın arasında bazı hususî fikir mektepleri de bulunur. Bu f kir mekteplerinin mensuplarının fikirleri bazan birbirine yakın olur, bazan da uzak olur. Kur'an-ı Kerim bu hususta şu işarette bulunmuştur:
Sizin içinizden bir ümmet olmalıdır ki, bunlar mârufu emretmeli, münkerden men eylemelidirler.
(Al-i tmran, 104).
Amelî ve fiilî yaşayışta «iyiliğin» adına «mâruf» diyoruz. «Kötülüğe» de «münker» ismi veriyoruz. Muhtelif düşüncelere göre bu ikisinin arasındaki farklar da muhtelif olacaktır. Bu ihtilaflardan da yine muhtelif fikir mektepleri ortaya çıkacaktır* Bundan daha açık bir şey olabilir mi ki? Zümreler ve partiler de n'tekim bu şekilde ortaya çıkmışlardır. Ve nitekim, bizim fıkhımızda olduğu gibi siyasî nazariyem'zde de muhtelif zümreler ve fikirler mevcuttur. Sorulacak sual şudur ki, îslâmî Anayasada (Düstur) ve Hukuk beyannamesinde, muhtelif fikir sahiplerinin fikirlerini beyan etmeleri yolunda toplanma serbestisi hakkı var mıdır, yok mudur? Bu sualin en mükemmel cevabını Hazret-i Ali ile Havaric'in karşılaşmaları had sesinde göreceğiz. Hazret-i Ali Radı. yallahu Taalâ anh, böyle bir muhalif fikir cereyanı ile karşılaştıkları zaman, bu fikir mensuplarına bir arada toplanmak için müsaade vermiştir. Ve o zaman Haricilere şöyle buyurmuştu :
S:z eğer kılıca davranmayıp da kendi nazariyenizi başkalarına kılıçla ve zorla kabul ettirmezseniz, sizin için tamamen serbestlik vardır. [268]
İslâm tâlimine göre insan ancak kendi yaptığı işden mesuldür.
Amellerinin cezasını da mükâfatını da kendisi görecektir. Başkasının işlerinden ve başkasının cürmim-<len dolayı bir başka kimse ne mesul olur, ne de ona suç yüklenip ceza verilebilir. Kur'an-ı Kerim, bu usul hakkında şöyle hidayet buyurmuştur :
Kimse kendi yükünden başka birisinin yükünü yüklenmez. (En'am, 1G3)
Başka birinin yerine başka birini yakalamak Islâma-Kiğmadığı gibi, sakallının yerine bıyıklıyı da cezalandırmak tslâm ölçülerine sığmaz. [269]
Islâmda herkese şu hak tanınmıştır: Herhangi bir şekilde, "tahkik edilmeksizin ve ispat olmaksızın, kimsenin hakkında sadece şüphe üzerine hüküm yürütülme». Bu bahis hakkında Kur'an-ı Kerim'in açık hidayeti şöyledir: Herhangi bir suç hakkında haber verilirse, derin araştırma yapılıp tahkik etmek gerekir. Olabilir ki, her ne sebepten olursa olsun, bilmemezlik veya başka bir sebeple birisine haksızlık edilmiş olur. [270]
Yine bu hususta Kur'ari-ı Kerim şöyle işaret (buyurmuştur :
Şüpheden tamamen kaçınız, çünkü bazı şüpheler günahtır. (Hücurat, 12).
Hülâsa, îslâmra insanlara bahşettiği haklar bunlardır, îslâmın düşüncesi tamamen açık ve mükemmel bir şekilde insan yaşayışının başından beri verilmiştir. Her-şeyden mühim mesele de şudur ki, bugünkü dünyada insan haklan (Declaration of Human Rights) ilân edildiği halde, böyle bir beyannameyi icra edilebilecek bir müeyyide "C müessir bie kuvvet yoktur. Sadece yüksek bir Ölçüt' .ı ve bir temenniden başka bir şey olamamıştır. Bu ^üye de hiçbir millet amelî şekilde bağlı değildir. Bu nevzuda ."<--'-!i bir muahede de yapılmamıştır. Bütün ıHİetleri gj bu haklara bağlı bulunmak için mecbur ede-k bir şey de yoktur.
Fakat Müslümanların durumları böyle değildir. On-;ar Ai'ah Taalânın kitabına ve O'nun Resulünün SaUalla-k'd aleyhi ve sellem, sünnetine ve hidayetlerine bağlıdır-iar. Allah tarafından O'nun Resulü, esas haklan tam bir aydınlıkla ortaya koymuştur, İslânıî hükümet kurulunca da bu haklara dikkat etmesi icabedecektir. Böyle bir hü-kûmet bu hakları hem müslümanîara teslim etmelidir, hem de diğer milletlere. Bu iş içinde herhangi bir muahedeye ihtiyaç yoktur. Filan millet, bizim milletimizin haklarını teslim o^./;-or, biz de kendi ülkemizde yaşayan o milletin mensubu fertlere bu hakkı teslim etmeyelim diye de bir şey olamaz. Belki müslümanîara verilecek o-lan bu haklar, müslümanîara da, bu müslümanların dostlarına da, müslümanlarm düşmanlarına da aynı şekilde tanınacaktır. [271]
Anayasa I düstur) bahisleri meyanında karışık meselelerden bîri de azınlıklar meselesidir. Bu meseleler hakkında -sayısı? yanlışlıklar ortaya çıkarıldığından zihinler karışmıştır. .
Mcvlânâ Ebu'l - A'lâ Mevdüdî, istiklâlin hemen akabinde bu mesele üzerinde durmuş ve bütün cepheleriyle bu mevzuyıı izah ederek, bir Isîâmi hükümette zimmîlerin haklarının nelerden ibaret olduğunu açık lam "ştır, Mevlanâ, bu makalesini tekrar g"özden geçirmiş ve düzeltilmiş son şekliyle bu kitaba alınmıştır.
Adı geçen bu yazı Tercürr..ırı ü! - Kur'an'da Ağustos 1948 de neşredilmişti. Makalede bir tarafta Gayrı - İslâmî hükümetlerin Anayasalarında bulunan ekalliyet haklarından, diğer tarafta da îslâm? hükümetteki gayrı - müslimlerin haklarından bahsederek durum mukayeseli olarak gösterilmiştir.
Bu şekilde, İslâmî hükümetin gayrı - Müslimlere davranışiy--îe, diğer hükümetlerin ekalliyetlere kerşı tutumları açık bir tarz-d« ortaya çıkmış oluyor. (Hazırlayıcı) [272]
İslâmî hükümette gayrı - müsTmlerİn haklanndan oahsetmeden önce, şu noktayı zihinlere yerleştirmek icap eder ki, Islâmî hükümet hakikatte usulî (ideological) hükümettir. Böyle bir rejim, millî cumhuriyetten (National Democratic) den bambaşkadır. Burada bu iki ayrı ayrı rejime tabi olan hükümetlere göre, biz de bu meselenin farklarını ayrı uyrı muhtelif eepheleriyle ortaya. koyacağız. O zaman bu mesele etraflıca ve daha iyi bir şekilde anlaşılmış olacaktır.
1. tslâmî hükümet kentli hudutları dahilinde oturan halkı şu şekilde tasnife tâbi tutar:
Ya bu halk, bu hükümetin usullerine ve ideolojisine inananlardan müteşekkildir, yahut da inanmayanlardan.
Yani ya bunlar müslumandırlal*, yahut da gayri -muslinidirler.
1. Millî hükümette ise halk şu bakımdan tasnife tâbi tutulurlar: Bu hükümetin hudutları dahilinde bulunanlardan kimler bu hükümete mensupturlar ve kimler değillerdir. Yani bu hükümeti- yürütenler esasda kimlerdir ve kimler değildir. Bugün bütün hükümetlerin rejimlerinde halkı ikiye ayırırlar ve istilanda bunlara ekseriyet ve ekalliyet (çoğunluk ve azınlık) derler. Ve bu iki ıstılahı kullanırlar.
2. telâmı hükümette, hükümet ve devlet işlerini yürütmek bu hükümetin usulüne inanan bütün halk efradına aittir. Kendi nizam ve intizamı dahilinde gayrı - müslimle-re de münasip vazifeler verilebilir.
Fakat devlet reisliği ve hükümet başkanlığı gibi işler onlara tevdi edilmez.
2. Millî hükümette, devlet reisliği ve hükümet başkanlığı hususunda yalnız, kendi efradı kavmine itimad eder. Vatandaşlardan olan diğer ekalliyet mensupları böyle b;r hükümette itimada şayan ve güvenilir kimseler değillerdir. îsterse bunu açıktan açığa söyler, tsterse fiiliyatta böyle yapar. Ekalliyet efradından kimse kilit - ktalarda vazife göremez. Böyle bir vazife verilecek olursa, sadece gösterişten ibaret kalır. Memleketin asayişi ile ilgili mühim mevkiler de ekalliyete verilmez.
3. İslâmi hükümet kendi rejimi bakımından su me-seieyî gözönünde bulundurmakla mükelleftir :
Müslümanlarla» gayrı - müslimler arasındaki farkı açıkça beyan eder ki, Hangi haklarm müslümanlara mahsus olduğu ve hangi hakların gayrı . müslimlere ait olduğu Mlİnsin.
3. Millî hükümetlerde bu şeküde söz oyunu yap -mak gayet kolay bir işt'r. Memleketin bütün halkına, eşit haklara sahipsiniz denir, fakat bu haklar sadece kâğıt üzerinde yazılı kalır. Fiiliyata gelince, her zaman ve her yerde, çoğunluğun azınlığa karşı bir imtiyaz hakkı göz-önünde tutulur. B'öyle brr zeminde azınlıklara fiiliyatta ve hakikatte bir hak tanınmaz.
4. İslâmi hükümet, kendi tebaası içinde bulunan gayn - müslimlerin karışık hakları meselesini, onların bîr zimmîlik hakkı olduğunu kabul etmiş ve kendilerinin korunmasını tekeffül (Garantee) ederek halletmiştir. Bu şekilde onlara bir güven vermiştir.
Devlet kendi usulî nizamı içinde ve işlerin hallü akdi meyanında onlara müdahale ettirmez.
Yine bu sınıfa siz ne zaman isterseniz, İslâm usulü, nü kabul ederek müslüman olabilirseniz ve siz de diğer fertler gibi idareyi elinde tutan cemaatın bir ferdi olabi-İİrsmiz ve siz de idareye iştirak edersiniz, demiştir.
4. Millî hükümet nizamında, hükümetin kendi milleti saydığı kimseler ile kendi milletinden saymadığı kim-seJer arasında karışık işler,, halletmek için üç yoldan birisi seçilebilir. Ya kendi milletinden olmayan bu fertleri istihlâk edip devşirecek ve kendi, milletinden yapacaktır. İkinci şık olarak, bunların-varlığını ortadan kaldıracak; uidürmek, soymak, dağıtmak gibi yollara baş vuracak ve ziHimane bir şekilde .bu sınıfı memleketten kaçıracaktır. Tütüncü tedbir olarak, kendi milleti içinde Açhot (Hindu ' mezhebinde bir nevi afaroza uğramış, aşağılık görülen, el sürülmez, mundar cemâat) yapacaktır. Dünyadaki diğer Cumhuriyet rejimlerinin çoğunda, bu gibi tedb'rlere ba^ vurulduğunu görmek mümkündür. Eski' devirlerde de böyle idi. Şimdiki, modern çağımızda da bu usul değişm'ş değildir. Hindistan müslümanları bu durumun acı tecrübesini tadmışlardır ve halen tadmaktadırlar.
5. İslâmî hükümet, zimmî gayri - müslimler için, İslâm şeriatının tayin ettiği bütün hakları kabul etmeğe v teslim etmeğe mecburdur. Onların bu haklarını ellerinden almak, yahut da kısmak İslâm hükümetinin elinde değildir: Elbette ki, müslümanlar isterlerse bu zinv mîlere şeriatee kararlaştırılmış bulunan haklardan bir parça daha fazla haklar verebilirler. Fakat kendilerine fazladan verilecek olan haklar, Islâmın usulleri ile muhalif olamaz. Ancak onların haklarından bir şey de asla kısılamaz.
5. Millî hükümet, ekalliyete ,br hak verecek olursa, yine bu hakkı da ekseriyet (çoğunluk) verecektir. Bu haklan çoğunluk verdiğine göre, bir gün çoğunluk bu haklan istediği takdirde azaltır veya çoğaltabilir. Yahut da tamamen ortadan kaldırabilir. Çoğunluğun böyle bir hakkı her zaman için vardır. Böyle bir nizam içinde azınlığın vaziyeti, çoğunluğun bu zümreye acıyıp acımamasına bağlıdır. Azınlık, çoğunluğun kendisine acımağının sayesinde yaşayabilecektir. Hatta bu sınıfa en iptidaî insanlara tanınan haklan da tanımayabilir. Azınlığın oöy-Ie bir nizamda hiçbir garantisi olmadığı gibi, onlara bu hakların tanınacağına dair, bir şey de tekeffül edilmez.
îşte İslâmm zimmîlere karşı davranışı ile, millî Cumhuriyet rejimi hükümetlerin azınlıklara karşı davranışla n arasında yukarda saydığınuz esaslı ihtilaflar bunlardır. Davranış bakımından İslâmm diğer hükümet rejimlerine olan imtiyazı da bunlardır. Şu kadar var ki, bu hususlar gözönünde bulundurulmadan insan meseleyi kanştınp içinden çıkamaz bir hale sokacağı gibi, yanlış anlayıştan da kurtulamaz. O zaman zanneder ki, bu günkü millî Cumhuriyet rejimi hükümetler, ekairyetlerin veya azınlıkların haklarını teslim ediyormuş da İslâm, bu muamele hususunda aç gözlülük edip de vermiyormuş.
îzah ettiğimiz bu hususlardan sonra şimdi asıl mev-zuumuza gelebiliriz. [273]
İslâmî kanun, İslâm camiası içinde yaşayan gayrı -müslim reayayı üç şekilde smıflandmr.
Birincisi; Sulh ve barış yolu ile, yahut da bir muahede ile islâm camiasının içinde yaşamağı kabul edenler.
ikincisi; Muharebe ederken mağlup olup da İslâm camiasının içinde yaşamak zorunda kalanlar.
Üçüncüsü; Ne muharebe ne sulh ne de muahede ile olmayıp İslâm ülkesinde Islâmî hükümetin arazisi içinde bulunanlar.
Bu üç sınıf zimmîler, umum zimme hakkında aynı şartlara tâbi iseler de yine birinci sınıf zimmîlerin diğer ikisinden biraz farklı haklan vardır. Bunun için biz de ehli zimmenin haklarını açıklamadan Önce bunların üçünün de ayrı ayrı vaziyetlerini gözden geçirelim. Ve bunların haklarındaki hükümleri de ortaya koyalım. [274]
Bunlar, harpsiz yahut da harp arasında itaati kabul edip teslim olanlardır. îslâmî hükümet ile hususî şartlar dairesinde bir antlaşma, yaparak bu antlaşmaya bağlanırlar. Bunlar hakkındaki İslâm kanunu şudur : Sum şartlan ne ise harfiyyen tatbik edilir. Onlar sulh şartı olarak neleri ileri sürmüşlerse, İslâm hükümeti tarafından da bu şartlar kabul edilmişse, bu haklar tamamiyle kendileri için tanınacaktır. Düşmanı yola getirmek ve itaat dairesi içine almak için, bazan cömertçe şartlar da konabilir. Bu şartlar nelerden ibaret ise aynı şekilde devam ettirilir ve bunlardan bir şey eksiltilmez. Nitekim bugün ileri gelen medenî milletler de siyasî antlaşmalan bu esas üzerine yürütürler. Kararlaştırılmış şartlan bozmak, îslâmda sadece kanunsuz sayılmakla kalmayıp, bir haram ve büyük bir günah diye bildirilir. Bu esasa göre, yapılmış olan bir antlaşmanın şartları ister iyi olsun, isterse fena olsun herhangi bir değişikliğe uğramadan olduğu gibi nazarı itibara alınacaktır. Ve bu şartlarda zim-mîlerin aleyhine kıl kadar değişiklik yapılamaz, islâm rejimi ile diğer n zamların ve bu iki sistemin birbirlerine karşı durumları (Relative Position) arasındaki farkı dikkati nazara aldığınız takdirde, ne kadar büyük olduğu ortaya çıkar. Resulullah Sallallahu aleyhi ve sellem buyurmuştur ki:
Siz bir kavimle savaşıp onlara galip gelebilirsiniz. Onlar da mallan karşılığında (cizye), canlarını ve çocuklarını kurtarmak isterler. (Bir rivayette sîzinle herhangi bir sulh yoluna gitmek isterler.) O zaman siz ka-rurlaşmış olandan başka onlara bir şey yükleyemezsiniz. Çünkü bu sîzin için doğnı değildir. Size caiz olmaz. [275]
Yine başka b:r hadisde şöyle buyurulmuştur : Dikkat! Herkim, anlaşma yapmış olduğu birisine zûlm ederse, yahut da onun hakkım kısarsa ve onu gücü ye.tmeytx!ek bir şey .içiıı zorlarsa, veyahut da onun ver. inek istemediği bir şeyi zorla almak isterse, elbette ki, biz, kıyamet günü onun (zorlanan kimsenin) sığmağı ve koruyucusu olacağız. [276]
Bu iki hadiü-i şerifteki kel'meler geniş bir mana taşıdığından, bunlardan küllî kaideler istinbat edilir. Bu kaidelere göre, zimmîlerle suih akdedilirken, sulh şartları tamamen ve aynen nazarı itibara alınacaktır ve ona göre hareket edilecektir. Eu şartlar üzerinde hiçbir değişiklik yapılmayacak ve hiçb'r şey kısılmayacaktır. Bu gibi şeyler katiyen caiz değildir. Ne kendilerine haraç yükienecek, ne onların arazileri ellerinden alınacak, ne binalarına el konacak, ne ağır şartlı kanunlar tatbik edilecek, ne din ve mezheplerine müdahale edilecek ve ne de haysiyet, şeref, izzet ve namuslarına saldınlacaktır. Zûlm ifade eden herhangi bir fiile teşebbüs edilemez. Bu camiaya herhangi bir husus zorla kabul ettirilmeyecek ve kudretleri dışında tekliflerde bulunulmayacaktır.
Bu hükümler üzerine islâm Fukahası sulh yolu ile fethedilmiş bulunan ülkeler halkına karşı yapılacak muameleler hakkında kanunlar tertip etmişlerdir. Bu kanunlarda takip edilen umumî kaide, onlara karşı tutulan tavru hareket ve yapılacak olan muamelede tamamen sulh muahedesine harfiyen uymak olmuştur.
İmam Ebu Yusuf, bu mevzuda şu hususu belirtmiştir:
Sulh namede kararlaştırılmış olan şey kendilerinden alınır ve bunun dışında birşey istenemez.. [277]
Fethedilmiş ülkelerin halka.
ikinciler; sonuna kadar müslümanlarla savaşıp, müs-lümanlara karşı kılıç kuUanıp nihayet mağlup olanlardır. İslâm orduları, bunların kalelerini ve istihkâmlarım yi -karak ülkelerine fatihâne girmişlerdir. Bu ülkelerin halkı da ztmnıî olurlarsa kendilerine bazı haklar tanınır. Bunların tafsili de fıkıh kitaplarında anlatılmıştır. Aşağıda bu hükümleri hülâsa edeceğiz. Bu hükümlerle, bu gibi ûmmîlerin vaziyetlerinin de kanun karşısında ne olduğu anlatılmıştır.
1. tmam kendilerinden cizye almasını kabul eder etmez, bunlar ehli zunme hükmüne girerler. Bundan böyle canlan, mallan, ırz ve namuslarım korumak mü&Hi-manlara farz olur. Nitekim cizye kabul edilir edilmez, cizyenin kabul edildiği dakikada, durum ne ise, Öyle kalir. [278] Bundan sonra ne imama ne de diğer muslu-manlara, bunların emlâkine el koymak, yahut <4a bunları köle yapmak ve esir etmek hakla yoktur.
Hazret-i Ömer RadıyaHahu Taalâ anh, Ha«reU E»m Ubeyde Radıyallahu- Taalâ anh'a şöyle buyurmuşlarda.
Sen onlardan cizyeyi aldıktan sonra, artık seran ya. pacak bir i«?in kalmamıştır. [279]
2. Zimme akdi icra kılındıktan sonra, artık onlar kendi yer ve yurtlarının sahibidirler. Mülkiyetlerini kanunî şekilde intikal ettirebilir ve mirasçılarına bırakırlar, yahut da istedikleri gibi hibe eder, alır, satar, rehin ta-rakır, hülâsa bütün bu jîklara sahip oIıf isla--mî hükümet onların yer ve yurtlarından mal edinmek için bir hakka sahip olamaz.[280]
3. Cizyenin miktarı ödeme gücüne göre ayarlanır Durumları İyi olanlardan fazla, ödeme güçlen iyi oJma-vanlardan daha az, büsbiitün fakir bulunanlardan gayet cüz'i alınacaktır. Hele hiçbir şeyi olmayıp da muütaşdu-rumda bulunanlardan ve yalayışları diğerlerin» «M*ta-metine kalmış olanlardan bir Şey tahsil edilmediği gibi kendileri de gözetileceklerdir, icabında bir şey de verilecektir.
Cizye için hususî bir miktar tayin edilmen^ olma, sına rağmen bu miktar öyle bir şekilde kararlaştırılacaktır ki, ödenmesi mümkün olsun, ödeme imkânı bulunsun ve ödenmesinde zorluk çekilmesin. Yoksa zamanımdaki bazı hükümetlerin vergi dairelerinin tahakkuk ettı™ık" lcri vergiler gibi ödeme kabiliyeti var mıdır, yok mudur diye düşünmeden, devlet hazinesinin menfaati böyledir kabilinden vergi tahakkuku gibi ciaye yüklenmiyecektir. Hazret-i Ömer, durumu iyi olanlardan aylık bir Rup-ya, (Türk parası ile bugünkü üç lira) orta halli olan kimselerden bunun yarısı, durumu iyi olmayanlardan ise ancak bunun dörtte birinin alınmasını kararlaştırmıştı. [281]
4. C'zye alınanlar «Ehl-i Kıtal» (Combattans) : savaşabilir kimseler olmaları nazarı itibara alınır. Savaşabilir kimselerden olmayanlardan cizye alınamaz. Meselâ, çocuklar-, kadınlar, deliler, körler, topallar, sakatlar, ibadethanelerin hademeleri, dîn adamları, rahipler, sinyas-tar (Hindu rahipleri), yaşlı ihtiyarlar, senenin uzun bir müddetini yatakta geçiren hastalar, cariyeler, köleler ve bu gibi kimseler cizyeden muaf tutulmuşlardır. [282]
5. Kılıç zoru ile fethedilmiş bulunan ülkelerin mâ-bedlerinin müslümanlar tarafından el konması, müslü-manlara verilmiş bir haktır. Fakat bu haktan istifade ptmeyip, bu mâbedleri kendi halinde bırakmak yine müslümanlar için bir fazilet ölçüsü diye bildirilmiştir. Hazret-i Ömer zamanında bu kadar ülke fethed^Miği halde hamların hiç birisinin ibadethaneleri i>;. y.Ü£tırıiiiiiş ne de dağıt tinim ad ığı gib' hiçbir şekilde teeavüs edilmemiştr. tmam Ebu Yusuf Rahmetulîahi aleyii bu hususta şöyle yazmıştır :
Kendi halinde bırakıldı. Ne yıktırıldı na de *"wav edildi. [283]
Her ne suretle olursa oîsun, eski ibadethaneleri yıkmak, dağıtmak ve bozmak caiz sayılmamıştır. [284]Muhafaza
edilmesi tavsiye edilmiştir[285]
Şimdi zimmîlerin umumî haklarını gözden geçirelim. Bu haklar, üç çeşit zimmî için de aynıdır.
Canlarının korunması :
Herhangi bir zunmînin kanının Kıymeti, müalüman kanmın kıymeti ile aynıdır. Bu noktada ayrılık ve gayrı-Uk yoktur. Eğer bir müslüman kasden bir zhnmîyi katlederse, müslüman da kısas olarak katled lir. Hazreti Resulü Ekrem Sallallahu aleyhi ve sellem devrinde bir müslüman bir zimmîyi katletmişti. O zaman Zat-ı Saadetleri kısas olarak müslümanın katledilmesine hüküm vererek şöyle buyurdular :
Omm .immîliğme herkesden ziyade benim sadakat göstermem gerekir. [286]
Hazret-i Ömer Radıyallahu Taalâ anh zamanında Bekr ibn-i Va'il kabilesine mensup bir kimse, Hıyra'da bir âmmîyi öldürmüştü. Zat-ı Hilafetpenahîleri katilin, maktulün adamlarına verilmesini emretti. Nitekim, maktulün vârisleri de katili götürüp öldürdüler.
Hazret-i Osman, Radıyallahu Taalâ anh içendi zama-îiinda Ubeydullah ibn-i Ömer'in Radıyallahu Taalâ anh'in katline fetva vermişti. Mesele şöyleydi: Zannediliyordu ki; Ubeydullah şüphe üzerine, Hurımizân ile Ebû Lü'lü'-nün oğlunu öldürmüştür. Bunun da sebebi, bu iki Iranh-nın Hazret-i Ömer'in kaüine iştirak etmiş olmaları ihtimali idi.
Hazret-i Ali RadayaUahu Taalâ anh devrinde bir müslüman bir zimmîyi Öldürmüş olmak ithamı ile .yakalandı, ispat tamamlandı. Zat-ı Hilafetpenahîleri kısas ya-pılmasım emrettiler. Öldürülenin kardeşi gelip, «Ben kaîumdan vaz geçtim». Dedi. Fakat bu söz Halifeyi ikna etmediğinden, o şahsa şu suali sordu :
Yoksa karşı taraf seni korkutup, tehdit ın.i etti?
Adam cevap verdi :
Hayır; Anladım ki, katilin öldürüicı«siyle, kardeşim dîrümîş olmayacaktır. Bana diyet verilmesini emrediniz.
O zaman, Zat-ı Hilafetpenahîleri, kutilin bırakılmasını emrettiler ve bu hususta şöyle buyurdular :
Bizim zimmîlîğimizi kabul etmiş butunanlarüt kam bizim kanımız gibidir ve onların diyetti <Ie bizim diyetimi* Sibi. [287]
Başka bir rivayette Hazret-i Ali Radıyallahu Taalâ anh, şöyle buyurmuştur:
Bunlar zimmîliği kabul ettiklerinden, onların malları bizim mallarımız gibidir ve kanları da bizim kanlanınız[288]
Bu mevzu üzerine İslâm fukahası hüküm koymuş ve bu husus şu esasa bağlanmıştır: Bir müslüman kasdî olmayarak ve bilmeyerek bir zünmîyi öldürürse, o aaman verilecek olan diyet, aynen müslümanlara verilecek olan diyet gibidir. Yani hata edilerek öldürülmüş olan nıüslü-mana ne mikdar diyet verilirse, hata edilerek öldürülmüş olan Z;mmîye de o kadar diyet verilecek ve kasden öldürülmüş bulunan zimmî için kısas icra edilebilecektir. [289]
Ceza kanunları, zimmîlerle müslümanlar için aynıdır. 'Cürüm işlendiği takdirde müslümanın göreceği cezanın, aynısını zimmî de görür. Bir.mÜBİüman[290] bir zimmînin malını çalarsa, yahut da bir aimmî bir müslümanın malını -çaldığı takdirde her ikisi de aynı cezayı görür. Yani hır£izi]k suçunu işlediklerinden dolayı her ikisinin de elleri kesiliî. Br zimmî erkek veya kadın için, zina ithamı olursa, veya bir müslüman erkek ve kadın için, zina itham.', bulunursa, bunların hepsi de zina cezası görürler, Ancak, burada başka bîr mesele vardır: Şarap içmek hu-susunda ^immîler cezadan rmıafdırlar. [291]
Medenî ve mülkî kanunlarda da müslümanlar ile zimmîler arasında hiçbir fark gözetilemez. Hazreti Ali Radıyalîahu Taalâ anh, «Onların mallan bizim mallarımız gibidir.» buyurmuşlardır. Bu cümlenin manası şu demektir ki, nasıl biz müslümanlar kendi malımızı muhafaza etmek istersek, malımızın zayi edilmesinden hoşlanmazsak, aynı şekilde onl-arm mallarının muhafazası da müslümanlar a farzdn*. Bu esasa göre medenî ve mülkî kanun muvacehesinde de müslümanlarla zimmîler aynı haklara sahiptirler.
Ticaret işlerindeki usullere gelince, bizim için men edilmiş bulunan bazı usuller onlar için de men edilmiştir. Diğer bakımdan, bi.zim için serbest olanlar onlar için de serbesttir. Meselâ, bizim için haram olan faizcilik onlara da men edilmiştir. Onlar için de haram sayılacaktır. Elbette k\ zimmîler için bazı istisnalar vardır. Nitekim, şarap içmelerine birşey denemediği için bu nesnenin saUlması, alınması ve yapılması için de bir şey söylenmiye-'çektir. Yine aynı şekilde, müsliimanlara haram olan, fa kat z mmîlere haram olmayan domuz eti satmak veya domuz beslemek, domuz etinden yapılmış yemek satmak işlerinden onlar men edilmeyeceklerdir. Bu gibi, şeylerde haklar? teslim edilecektir. [292] Bundan başka bir müs-lüman da tesadüfen bir zimmînin şarabını zayi eder ve zarara sebebiyet verdiği takdirde, sebebiyet verilen »ararın tazmini lâzım gelir. «Dürer ül - Muhtar» da şöyle deniyor :
Bir Müslüman, bir zimmînin şarabını ve domuzunu zarara uğratırsa, bunları tazmin edecek ve bedelini ödeyecektir. [293]
Şereflerinin ve Haysiyetlerinin Korunması .
Zimmîye dille, elle eziyet etmek ve incitmek yahut da küfür etmek, döğmek, dayak atmak, veya zimmîye arkadan çekiştirmek dahi müsliimanlara yapılmış gibi caiz değildir. «Durer ül - Muhtar» da bu mevzu şu şekilde yer almıştır:
Onun incitilmesinin önüne geçilir ve arkasından çekiştirmek de bir müslümam arkadan gıybet gibi haramdır.[294]
Zimmîlerle yapılmış olan zimme akdinin müddeti, müslümanlar için daimîdir. Müslümanlar zimme akdine bağlı bulunmalı ve bunu devam ettirmelidirler. Bu akdi bozmağa hakları yoktur. Fakat zimmîlere istedikleri zaman zimmîlikten çıkma hakkı tanınmıştır. «Bedayi» de bu mevzuda şu bilgi vardır:
Zimme akdi bizim için korunması lâzfcm gelen bir haktır. Yani bir defa zimme akdi yapıldı mı biz onu bozamayız. Fakat zimmiler için bu hususa iltizam yofetar. (Yani onlar İsterlerse, zimmîlikten çıkabilirler. Buna bir diyemeyiz).[295]
Bir zimmî ne kadar büyük cürüm işlerse işlesin, zim-mîlik hakkını kaybetmez. Hatta cizye vermekten imtina bile etse, yine zimmîlik hakları ortadan kalkmaz. Aynı şekilde bir zimmî bir müslümanı katletse, muhal farz, Hazreti Resulü Ekrem Salîallahü Aleyhi ve sellem hakkında neûzu billah yakışık almayacak sözler söylese, bir müslüman kadınının namusuna tecavüz etse dahi bütün bu müthiş suçlar zimme akdini bozmak için bir sebep teşkil edemez. Bu kabil suçların cezaları muayyendir. Zimmî de alelade bir mücrim gibi bu cezaları görür. İş'le-mş olduğu suçtan dolayı zimmîye âsi sıfatı takılarak zimmeden çıkarılamaz. Ancak zimmeden iki şekilde çıkmak vardır. Biri İslâm diyarını bırakıp başka bir ülkeye gitmek. İkinci hal ise, İslâm hükümetinin aleyhinde açıktan açığa fitne ve fesat çıkarmak. Veya yine açıkça İslâm hükümetinin düşmanlariyle işbirliği yapmak. [296]
Z'mmîlerin kendi aralarındaki şahsî muamelelerinde ve işlerinde ikendilerine mahsus olan medenî ve ş/ahsî ahkâm {Personel Law) muteberdir. İslâmî kanunlar bunların üzerinde icra kılınmaz. Bizim için, şahsî muamelatta caiz o! mayan şeyler, onların kendi kanunlarında caiz olab lir. ö zaman, onların bu şekildeki işlerini men edemeyiz. İslâmî adalete bu gibi davalar intikal ettiği zaman da îsîâmî adalet bu hususta onların kendi millî kanunlarına göre hüküm verir. Meselâ onlarca akdedilen şahitsiz nikâh veya nıehriyesiz nikâh, yahut da kadın tarafından
ödenen para (ırahoma). İkinci nikâhda iddet-i talakın müddeti. Mahrem kimselerin başka başka olması.
Hülefa-i Raşidin devrinden bu güne kadar, bütün İslâmî hükümetler bu usulü takip etmişlerdir. Bir ara Hazret-i Ömer ibni Abdülaziz RahmetullaLi aleyh bu hususta Hazret-i Hasan Basrî Rahmetullahi aleyhden şu şekilde bir cevap istedi :
Nasıl olur da Hülefa-i Raşidin zimme ehlini Iıendi hallerine terkedip, onların mahrem olanlarla nikahlan-malarına, şarap ve domuz eti yemelerine bir şey demediler ve bu zümreyi serbest bıraktılar?
Bu suale Hazret-i Hasan Basrî Rahmetullahi aleyh şu cevabı verdi :
Onların cizye vermelerinin sebebi, kendi hallerine bırakılmaları ve kendi akidelerine göre hareket etmeleri içindir. Sana gelince, sen tabi olanlardansın. İslâmtia (bidat koyanlardan) yenilik çıkaranlardan değilsin.[297]
Fakat buna rağmen, bir meselede iki zimmî taraf arasında ihtilaf çıkarsa ve bunlar İslâm mahkemesi hu -. zuruna giderlerse, o zaman İslâmî adalet ile ve İslâm şeriat kanunlarına göre dava görülüp hüküm verilir. Yine aynı şekilde, onların şahsî ahvaline ait meselelerde bir taraf müslüman olursa, o zaman yine dava İslâm şeriatı üzerine görülür. Meselâ bir hıristiyan kadın bir müslüman erkekle evlenmiş ve bu kadının kocası da Ölmüş ise, o zaman bu kadın tam olarak İslâm kanunlarına göre muamele görür. İslâm kanununa göre vefat iddeti tutacak, ondan sonra evlenecek. Miras hususunda İslâmî ölçüye tabi olacaktır. Bunun dışında yapılacak nikâh muamelesi batıldır. [298]
Ehli zimmenin dinî merasim ve millî törenlerinin umumî yerlerde yapılabilmesine ait İslâmi kanun şöyledir: Ehli zimme kendi köylerinde ve kendilerine mahsus o:an mahallerinde bu gibi merasimleri tamamen serbest bir şekilde icra ıkılarlar. Fakat tamamen müslünıanlara at olan köylerde ve şehirlerde ve Islâmî hükümetin müa-lümanlara tahsis etmiş olduğu mahallerde, zimmüere böyle bir serbestlik verilip verilmeyeceği Islâmî hükümetin müsaadesine bağlıdır. «Bedayi'» de şu kayıt vardır:
Müslüman sayılmayan şehir, kasaba ve köylerde, zimmîler şarap içip, domuz besleyip, istavroz kullanıp, çan (nakus) çalabilirler. Bu gibi fiillerden men edilmezler. Bu gibi yerlerde kalabalık teşkil edecek derecede müslümanlar bulunsa bile... — Elbette ki bu gibi işlerin sapılması müslüman şehirlerinde hoş karşılanmaz. Yani Cuma ve Bayram namazları kılınabilen ve îslâmî ölçülerin gozönünde bulundurulduğu şehirlerde — Diğer fıak iş'erine gelince, bunlardan -kendilerince de fısk olduğu kabul edilenler ve kendi dinlerinde de haram olan işlerden sayılan zina, fahişelik ve buna benzer suçların yapılmasına müsaade edilmez. İster bu gibi işleri müslüman müslüman şehirlerde (Emsâr ül -- Müslimîn) de isterse kendi şehir ve kasabalarında yapsınlar [299]
Fakat müslüman şehirlerinde (Emsâr-i Müslimîn) açıktan açığa istavroz asılıp, ayin icra edilmesine, çan (nakus) çalınmasına; sokak, çarşı ve pazarlarda desteler gezdirilmesine izin verilmeyebilir.[300] Ancak onlar kendilerirun eski mâbedlerinm iğinde, kendi istediıkleri ayini icra ederler. Islâmî hükümet bu işlere müdahale etmez. [301]
Müslüman şehirlerde (Emsâr ül - müslimîn) zimmîler kendi eski ibadethanelerini muhafaza ederler. Bunların mevcudiyetine kimse bir şey diyemez. Bunlar harap olur da tamire ihtiyaç gösterirse, tamir edebilirler. Fakat onıarm bu gibi şehirlerde yeni ibadethane kurmalarına müsaade edilmez. [302]. Fakat müslüman şehri olmayan (Emsâr ül - Müslimîn olmayan) şehir, kasaba ve köylerde zimmîlere yeni ibadethane kurmağa müsaade edilir. Bundan başka, şehirlikten (Mısr) çıkarılmış olan şehirlerde, yani İmamın artık orada cuma ve iki bayram namazı kılmasını bırakmış olduğu şehirlerde, zimmîler için yeni mâbed yapmak ve kendi âyinlerini açıkça icra etmek hakkı veriî'r. [303]
îbn-i Abbâs Radıyallahu Taalâ Anh'm bu mevzuda şöyle bir fetvası vardır:
Araplar (Müslümanlar) tarafından imar edilmiş bulunan şehirlerde (mısr) olanlara yeni mâbed yapmak, kilise kurmak ve nakus çalmak, açıkça şarap ve domuz kullanmak müsaadesi verilmez. Fakat Acemler (gayrı -müslimler) tarafından imar edilmiş bulunan şehirlerde ki, Hak Taalâ bunları Araplar (müslimler) için feth et tirm'ş ve (Müslümanların hükmü altına [304] girmişlerdir. Gayrı - müslimler ile muahedede ne varsa o şekilde muamele edilecektir. Müslümanlar muahedenin hükümlerine uyacaklardır. [305]
Cizye ve haraç tahsilinde âmmîlere karşı sert davranmak ve, şiddet göstermek menedilmigtir. Kendilerine karşı yumuşaklıkla muamele edilmesi lâzımdır. Tahammül edemiyecekleri nisbette kendilerine cizye ve haraç da yüklenmiyecektir, Hazret-i Ömer Radıyallahu Taalâ anh'-i.n bu husustaki hükmü şudur :
Kudretleri yetmeyecek şeyleri onlara yüklemeyi-niz. [306]
Cizye yerine onların mallan ve mülkleri satılmaz. Hazret-i Ali Radıyallahu Taalâ anh, valilerinden birine yazdığı emirnamede şöyle buyurmuştur:
Haraç için, onların eşekleri, inekleri, giyecekleri ve diğer şeyleri ellerinden alınıp satılamaz. [307]
Yine Hazret-i Ali, bir ara zimmîler hakkında şu emri vermiştir :
Sıcaktan v e soğuktan kendilerini koruyacak olan elbiseleri, yemek yiyecek çanak ve çömlek takımları, oa-larm hayvanları ve tarlalarını {Sürecekleri ve ekin ekecekler? şeyleri, katiyen haraç için ellerinden alınıp satı. lamaz. Bir dirhem (elli kuruş) almak için de kimse kendilerini dövemez. Evlerinden çıkarılmak gibi bir ceza da verilemez. Haraç için bir şeyler de alınamaz. Nitekim onlara hâkim (idareci) tayin edilen kimseler, yumuşaklıkla muamele etmelidir. Bizim hflfclnmı e güzellikle atanmalıdır. Siz, eğer benim emrimin aksine hareket etmeğe kalkar ve ben de haber alamazsam, o zaman sizi benim yerime Hak Taalâ cezalandırır. Yok eğer bu kabil icraatınızı ben haber alırsam, o zaman da ben sizi azlederim. [308]
Bu hükümden şu anlaşılıyor M, cizye ve haraç tahsil etmek için zimmîlere şiddet gösterilmesi ve sert muamele edilmesi menedilmiş bulunuyor.
Hazret-i Ömer Radıyaüahu Taalâ anh, Şam valisi Ebû Ubeydeye bir ferman göndermişti. Bu fermanın hükümleri meyanında şu hususlar da vardı:
Müslümanları, onlara (zimmîlere) karşı zubn, etmekten meneyle. Zarar vermesinler ve onların mallarını yemesinler. Ancak kanunî şekilde ve helâl olmak şar-tiyle.
Hazret-i Ömer, Şam seferinde iken bir valinin zim-mîlerden cizye almak için onları cezalandırdığını gördü. Ve şöyle buyurdu :
Onlara oeza veremez ve incitemezsin. Sen onlara eziyet edersen, elbette ki, Hak laalâ da kıyamet güntt sana azap edecektir.
Halka eziyet etme. Elbette ki, dünyada halka eziyet edene; Allah da kıyamet günü azap edecektir. [309]
Hişam ibn-i Hakem, bir devlet memurunun cizye almak için bir Kıbti'yi (Eski Mısırlı) sıcakta ayakta beklettiğini gördü. Ona çıkışarak şu sözleri söyledi:
Sen Resulullah'ın şu sözünü bilmiyor musun? O yüce Nebî buyurdular iki:
Allah Azze ve Celle, dünyada halka eziyet edenlere, kıyamette azab edecektir. [310]
îslâm fukahası, «izye ve hiracı' ödemeyenler için, muvakkat bir zamana mahsus oknak üzere ve eziyet edilmeksizin tevkif edilmelerine hüküm verniklendir.
İmam Ebû Yûsuf, Rahmetuüahı aleyh bu mevzuyu: şöyle aydınlatır:
Kendilerine yumuşaklık gösterilir ve borçlarını öde-yinceye kadar alıkomırlar. [311]
Zimmîler içinde muhtaç ve faikir olanlar, cizyeden muaf tutulurlar. Bunlar yalnız cizyeden muaf tutulmakla kalmayıp, îslâmî hazmeden de kendilerine maaş verilir. Hazret-i Halid Radiyallahu Taalâ anh, Hiyre halkına yazmış olduğu Eraan -' Namede şöyle yazmıştır-:
Onlar için şöyle karar verdim ki, kendi içlerindeki ihtiyarlara, çalışazmyacak durumda olanlara, yahut da zengin iken fakir olanlara ve borcunu ödivecek halde olmayanlara sadaka verilsin. Bunlar cizye Ödemekten muaf tutularak çoluk çocuklarının geçimi İçin Beytülmal-derc kendilerine vardım edilsin ve geçimleri için maaş bağlansın.
Bir ara Hazret-i Ömer Radıyallahu Taalâ .anh, sokakta dilenen yaşlı bir adam gördü. Bu şahsın niçin dilendiğini sordu. Zavallı adamın cdzye vermek için dilendiğini öğrenince, son derece kızdı ve yaşlı adamı cizye vermekten muaf tuttuğu gibi ona maaş verilmesini kararlaştırarak Hazine âmirine şöyle bir emirname de yazdı :
Allaha yemin ederim; asla insafa sığmaz ki, biz halkın gençlik zamanında kendilerinden faydalanalım da, ihtiyarlık cağlarında kendilerini yüz üstü bırakıp böyle rezil vaziyette terk edelim. [312]
Şam seferinde iken Hazret-i Ömer, bizzat kendisi özürlü zimmîlerin geçimi için maaş verilmesini kararlaştırdı. Bunlara yardım edilmesi için ıkararname de yaz-di.[313]
Bir zimmî ölür ve cizye borcu kalırsa, yahut cieye borcundan bir kısmını verip 'bir mikdar borçlu bulunursa, onun terekesinden cizye alınamaz. Veresesine de bu borcu ödemek için bir şey yapılamaz. Varisler ölmüş kimsenin cizye borcunu ödemeleri için zorlanamaz.[314]
imam Ebu Yûsuf bu hususta şöyle yazmıştır:
Bir zimmîndn cdzye borcu olursa ve bu fcarcu Ödemeden Önce ölürse, yahut da bir ıkısmını Ödeyip de bir kısmını ödemeden Ölürse, onun varislerinden bir şey istenemez ve terekesinden de bir şey alınamaz. [315]
Zimmîler de nıüslüman tüccarlar gibi ticaret vergisi öderler. Onların sermayeleri 200 dirhemi bulunca yahut 20 mıskal (tahmini olarak 100 lira gümüş para) servet sahibi olurlarsa vergi öderler. [316] Bu mevzuda fuka-hâ arasında ihtilaf vardır. Bazılarına göre zimmîler kazançlarının 7r 5 ni ticaret vergisi olarak Öderler. Müslümanlar için bu miktar %2,5 tur. Fakat 'bu husus hiçbir nass'a istinat etmez. Bu bir içtihat meselesidir. İçtihat e-dildiği vakit, zaman ve zeminin iktizası gözönünde bulundurulmuştur. O zaman müslümanlar daha ziyade memleketin muhafazası ve diğer devlet işleriyle meşgul oldukla-rmdan ticaret daha ziyade zimmîlerin elinde bulunuyordu. Bu sebepten dolayı müslümanların da ticarete rağbet göstermelerini sağlamak maksadiyle bu ölçü konulmuştur. [317]
Zimmîler askerî hizmetlerden muaf tutulmuşlardır. Düşmanlara karşı memleketin muhafazası yalnız müslüir; anların üzerindedir. Bu vazife müslümanlara farz kılınmıştır. Böyle bir hükümet kurmuş olan halk onun muhafazasını elbette ki kendi üzerlerine almış olması gerekil1. Fakat zimmîler de bu hükümeti korumak için, gönüllü olarak çarpışmağa katılmak isterlerse, bu istekleri kabul ediMr. Ancak savaşta onlar da kendi usul ve (kaidelerine ve inançlarına göre hareket ederler. Bu zümre, hükümetin ayakta tutunması için çalışmak ve çarpışmak isterse, o zaman kendileri, gönüllü ve ücretli asker (Mer-cenaries) durumuna girmiş olurlar ve bu sıfatla çarpışırlar. Fakat yine îslâmın ahlâkî kaidelerine bağlı bulunmaları şarttır. Bunun için İslâm, zimmîleri askerî hizmetlerden muaf tutmuştur. Ancak memleketin ve hükümetin korunması için kendilerinden iştirak hakkı olarak bir hisse alınır. Onların ödeyecekleri bu hiaae haJa-katte cizyenin bircüz'üdür. Sadece itaat için ödenen cia-yeden ayrıdır. Ödenecek plan bu hisse askerlik işine bedel mahiyetindedir. Memleketin korunması için ödenen bir iştirak hakkıdır. Nitekim cizye de yalnız muharip yani savaşaıbilen kimselerden alınmaktadır. Müslümanlar da zimmîleri korumaktan âciz bir duruma düşerlerse, o zaman aldıkları cizye ve bedelleri geri vermeleri icap eder.[318]
Yermuk muharebesinde Rumlar, müslümanların kai şısına çok sayıda bir ordu çıkarmışlardı. Müslümanlar da Şam civarında, fethetmiş oldukları yerlerin hemen hemen hepsin: bırakıp kuvvetlerini bir yerde toplamışlardı. Müslünan orduları kumandanı HazretJ-i Bbu Ubeyde Ra-dıyallahu Taalâ anh, kendi emri altında bulunan subay; vo memurlara gu emri verdi:
Şimdi siz, onlun muhafaza etmekten ve korumaktan âcîz durıımdasuuz. Bunun için şimdiye kaklar, onları boruma ücreti olarak almış olduklarımızı geri vermemiz icap eder. [319]
Bu emir gereğince, emirler ve memurlar, halktan toplamış bulundukları cizye ve haraç paralarını geri verdiler. • Belazurî, bu hu3usta, sabık zimmîlerin teessürlerini kitabında şöyle ifade eder :
Müslümanlar, Humus halkından almış bulundukları cizye ve haracı defterlere bakarak geri vermek istedikleri zaman, Humus halkı toplanarak ağız birliği Üe şöyle dediler :
Sizin hükümetiniz adıalet sever bir hükümettir. Zulme uğramaktansa, size bu parayı ödlemek, bizim için d»-b^ sevLiılidir. Şimdi hız de sizinle burada dövüşeceğiz. Savaşarak mağlup olup dağılıncaya kadar Hirkil «Herk-tiyos» u.ı adamlarım şehrimize sokmayacağız, [320] İslâm Iukabasının Zimmîleri himaye etmesi. İslâmm başlangıcında ve ilk devresinde gayrı _ müa-lim /--i m mî reayanın hukuk ve vecibelerini anlatan kanunların teferruatı etraflıca anlatıldı. Şimdi, Hülefa-i Ra§i-din'dcn sonraki padişahlık devrinde bu 'züınrey.,, nasıl muamele edildiğine bakabiliriz. Bunlara haksızlık yapıldığı zamanlar, islâm fukahasının bu yanlış tasarruflara, karşı nasıl direndiğini, ittifakla zimmüerin haklarının korunması içjin nasıl ayaklandıklarını ve onları nasıl koruduklarını tetkik edelim.
Meşhur ve herkes tarafından bilinen tarihî bir vak'a vardır. Emevî halifesi Velid ibnf-i Abdülmelik, Şam'da (Dimeşk) Yuhannâ kilisesini zorla ve cebren zâmmî hı-ristiyanlarm ellerinden alarak camiye tahvil etmişti. S/n-ra Hazret-i Ömer ibn-i Abdülaziz Rahmetul'.ah aleyh, hilafet makamına seçilince, Hıristiyanlar gelip şikâyette bulundular ve kendilerinin vaktiyle kiliseleri ellerinden f ılınmış olup camiye tahvil edildiğini bildirdiler. O zaman Hazret-i Ömer-i Sanî, Şam valisine şöyle bir emir yazdı: t.V.vı. kilise arazisinden ne kadar yer almış ise o kadar \vr oradan ayırıp veriniz. Hıristiyanlar kendilerine kilise yapsınlar ve orasını kendilerine bırnkmı.7.. [321]
Velid ibn-i Yezid. Kimlilerin hücuma geçmesinden korktuğu için Kıbrıs zimmîlerini yer ve yurtlarından ç> kanp tehcir ettiği zaman bu yer değiştirmenin tedbir mahiyetinde olduğunu halka bildirdi. Bu hususta îama'il abn-i Ayya§ şu ıbdigiyi verir:
Müslümanlar bu vaziyetten üzüldüklerini açığa vurdular. Fukaha da bu işin günah olduğuna kani olduklarını bildirililer. Fakat sonradan Yezid ibn-i Velid halifelik makamına geçince Kıbrıs zimmîlerini yerlerine geri gönderdi. Müslümanlar bu işi memnuniyetle karşıladılar. Onun yaptığı bu işit adalet ve insafa uygun buldular.[322]
Belazürî'nin beyanına göre, bir ara. CebeM Lübnan sakinlerinden bir zümre ayaklanmıştı. Salih ibn-^i Ali ibn-i Aodııilah, onları tenkil etmek için memur edildi. O da bir ordu ile Lübnanlıların üzerine saldırıp, erJceJılerini katletti. Diğerlerini de tehcir ettirdi. Bunlardan bir cemaatı bir tarafa yerleştirdi. İmam Evzâ'î o zaman hayatta idi. Bu imam Salih'in zulmünü haber alarak, ağır bir mektup yaz&?. Mektup şu satırları ihtiva etmektedir :
CebeM Lübnanm ehl-i zîmmesinin tehcir edildiklerini elbette biliyorsunuz. Onların arasında elbette ki, birçok kimseler ayaklanmağa iştirak etmiş değildi. Böyle olduğu halde, bazıları öldürülüp, bazıları da tehcir edilmişlerdir. Ben şunu anlamıyorum ki, bazı muayyen şahısların suçu İçin umum halka nasıl ceza verilebilir? Bu ceza için dle bunlar nasıl evlerinden çıkarılıp yerlerinden ve yurtlarından edilirler? Halbuki Allahu Taalâ'nin hükmü şöyledir :
«Kimsenin suçu başka bir kim&eye yüklenmes.» Bu hüküm icracı gereken bir hükümdür. Size em iyi
nasihat şudur İd, Allah Resulünün şu işaretini gözÖnümde bu I und urasınız :
«Her kim anlaşma yapmış olan (M nah id) bîrisin*» iuhnederse ve ona karşı zulüm yolunu tutarsa, ben keodini ondan davacı olacağım ve ben kenefim onu şikâyet
edeceğim.» [323]
Bu gibi sayısız tarihî misaller elimizdedir. Bunlardan anlaşılıyor ki, îslâm Uleması her zaman zhnme ehlinin hak ve hukukunu gözetmişlerdir. İster herhangi bir emir yahut da herhangi bir padişah olsun, ztmme ehline zulmetti nü Islâmî kanuna bağlı bulunan ve bu kanunları koruyan müslümanlar, bu gibi kimselerin yaptıklarını hoş görmemişler ve kendilerine karşı mücadele etmişlerdir. [324]
Buraya kadar Zimme Ehlinin kendi haklsrmdan bahsettik. Bu hakları İslâm şeriatı onlara bahsetmiştir. Bunlar zarurî olarak Islâmî hükümetin anayasasında yer ak malıdır.
Şimdi diğer bir meseleye gelelim; tslâmî hükümet, kendi gayrı - müsîim vatandaşlarına başka ne gibi haklar verebilir. Elbette bu hakların da İslâm usulü dairesinde olması pek tabiîdir. [325]
İlk önce şu noktayı gözönünde bulunduralım ki, îs» lâmî hükümet bir usulî ve bir ideoloji hükümetidir. Bu hususta aldatmanın ve uydurma işlerin yeri olamaz. Din-&İ2 ve millî hükûmetlerdeki gibi ekalliyetlere yapılan muamele Islânıı hükümette olamaz. Islâmda hükümet reisi ve dev et başkanı makamında bulunan kimsenin Uma-'men İslâm nizam, kaide ve usullerine inanmış olması ve bu ölçülere bağlı bulunması şartı vardır. Bu hükümeti, îslâm usulü ve İslâm kaidelerine göre yürütmesi icabe-der. Bunun için ancak islâm usullerine ve İslâm nizamına inanmış olan ikimseier üevlet ve hükümet başkanı olabilirler. Bu vasıflara haiz olmadığı takdirde hiç bir kimse tslâmî hükümetin ve İslâm devletinin başına geçemez. Şûra Meclisi veya Prtapnento.
Bundan sonra, Şûra Meclisi yahut da parlamento meselesiyle karşılaşırız. Bu hususta da Islâmî nazariye göy-ledir: Şûra Meclisi azalığına gayrı - müslimlerin iştirak etmeleri doğru değildir. Fakat içinde bulunduğumuz bu günkü ahvâl içinde, bu hususu bazı şartlar dahilinde sığdırmak mümkündür. Ancak Anayasa bu noktayı tekeffül ederek garantiye bağlamalıdır. Bu şartlar şöyledir:
1. Parlamento, Kur'an ve Sünnetin hilâfına hiçbir şekilde kanun yapmağa yetkili değildir. Kur'an ve Sünnete muhalif olursa kanunî mesnedliğini kaybetmiş olui ve kanun olamaz.
2. Medenî ve mülkî kanunların da ilk mehazı yine Kur'an ve Sünnet olacaktır,
3. Kanunların tevsik edilip icra edilmesini üzerine almış bulunan şahsın da mutlaka müsluman olması şarttır.
Burada bir şekil daha vardır. Gayrı - müslimlerin menVeket parlamentosundaki üyelikleri asil parlamento üyeliği değil de, kendi cemaatlerini temsil etmek için ayrı bir mümessillik olabilir. Yahut da ayrı bir mümessiller gurubu bulundurulur. Bunlar kendi cemaatlerinin ib-tiyaç ve isteklerini meclise intikal ettirirler. Mülkî niza-. mm intizamı için kendi cemaatlerinin noktayı nazarını ileri sürerler. Meclisin asîl azalığı ve rey verme hakkı gayrı- - müslimlere verilemez. Onlar ancak meclisin bir azası sıfatiyle kendi cemaatlerinin işlerini tam bir serbestlikle ortaya koyarlar.
Onların çalışmaları şu şartlar dahilinde olabilir :
1. Şahsî ve hususî muamelelerinde kendileri ;çin kanun tecviz edilmesini teklif etmek. Varsa daha evvelki kanunların düzeltilmesini isteme haklan olmak. Hükümet başkanının tensibi ile böyle kanunların tasvibini talep etmek.
2. Hükümetin idaresiyle Şûra Meclisinin vereceği hükümler ve koyacağı kanunlar hakkında kendi cemaatlerini ilgilendiren hususlarda fikir beyan etmek; itiraa-da bulunmak, tam bir serbesti ile kendi cemaatlerini ilgilendiren hususlarda hükümetten kanunlar ve kararlar çıkarılmasını istemek. Kendi cemaatlerinin adlî işlerinin, düzene konmasını ileri sürmek.
3, Kendi cemaatlerinin ve umumî memleket muamelelerinin hakkında hükümete sual tevcih edebilirler. Hükümsün de bir mümessili veya mümessilleri onların bu suallerini cevaplandırır.
yukarıda bahsedilen hususlardan başka bazı ferî iğlerde ise, bunlar yine memleket işlerinin idaresine de iştirak ederler.
Mesela belediyeler ve mahalli idareler meclislerinde (Locîü Eodies) gayrı - müslimlerin mümessilleri bulunur ve onların da fikirlerine baş vurulur. Rey hakları da ta-tnamiüi gözönüne alınır.
Böyle bir Islâmî hükümetin idaresi altında bulunan gayrı - müslimlerin de yazı ve söz hürriyetleri aynı naüsr lümanlaruı yazı ve söz hürriyeti gdbd olacaktır. Onlar da müsliinıanlar gibi fikis beyanında, yazı yazmakta, söz söylemekte, toplanmakta ve diğer hususlarda müslür lara kanuna ne derecedebağlı bulunuyorlarsa gayrı - müs-limler de aynı derecede bağlı bulunacaklardır.
Kanunî hudutlar dahilinde onlar da müslümanlar gibi hâkimler, valiler ve idareciler) hükümet reisi ve diğer memleket idarecilerini tenkit edebilirler. Kanunun müa-lümanlara dinî mubahasa ve dinî konuşmalar serlbestisi
verdiği gibi onlar da kendi din ve mezhepleri hakkında mubahasa ve konuşmalarda tamamen serbesttirler.'Yine onlar kendi din mezheplerinin iyiliklerini söylemek ve kendi din ve mezheplerini Öğmekte kanunî bir engele maruz değillerdir. Bunlardan herhangi bir gayrı - müslim mezhebine mensup olanlar, başka bir gayn - Islâmî mezhebe intisap etmek isterlerse, tslâmî hükümet bunların işine karışmaz. Onların mezhep veya din değiştirmelerine de itiraz edemez ve mani olamaz. Elbette ki, tslâmî hü-kûmtin idaresi altında bulunan müslümanları müslüman-hktan döndürüp gayrı - Islâmî bir din ve mezhebe yöneltmelerine de müsaade edilemez. O zaman mürtedlik meselesi ortaya çıkar ki, bundan da yalnız mürtedin kendisi mesul olmaz. Mürtedıdi, irtidad yoluna sevk eden kimse de mesul olur.
Onlara kendi vicdanlarının emrettiği akidenin hilafına herhangi bir akideyi kabul ettirmeğe zorlamak da yoktur. Onlar, kendi vicdanlarının emrine göre istedikleri akideye salik olurlar ve istedikleri gibi akidelerini açıklarlar. Ancak onların bu akideleri hükümetin esas nizamına muhalif olamaz. [326]
Onlar da memleketin umumî nizammca kabul edilmiş bulunan eğitim ve öğretim sistemine tabi tutulurlar. Fakat Î3İâmî eğitim ve öğretim meselesine gelince o zaman bu zümre îslâmî eğitime zorlanamazlar. Kendilerine has olan dershaneler kurmalarına ve bu dershaneler^ de yine kendi din ve mezheplerine göre eğitim ve öğretim yapmalarına, hatta eğitim ve Öğretimde tatbik edecekleri hususî usuller için de onlara hak tanınmıştır.
Memuriyetler ve vazifeler.
Bazı muayyen mevkiler ve memuriyetler dışında, gayrı - müslim zinımîler, devlet memuriyetlerine ginmekv; vazife almakta hak sahibidirler. Bu hususta hiçbir taassup gözönünde bulundurulamaz. Müslüman veya gayrı - müslim, bir memuriyette veya bir vazifede ehliyet sahibi olduğu takdirde, fark gözetilmeden bir eleman olarak, vazife ve memuriyete tayin edilirler.
Muayyen -mevkilerden bahsettik. Bu muayyen mevki'er, islâm usulü nizamında Jknlit noktalar ve önemli yerlerdir1. Bu mevkilerin üzerinde ince ve derin düşünülürse, o zaman hak verilecektir ki, gayrı - müslimlerin bu mevkilerde çalışmaları mümkün değildir. Umumî kaide olarak bu cemaat, esasî teşkilât, güvenlik teşkilâtı ile mahkemelerin ve ileri gelen devlet dairelerinin başkanlıklarına ve aynı önemdeki kilit noktaları olan makata ve mevkilere getirilemezler. Zira bu gibi işler o kimselere hastır ki, onlar bu usule inanmış ve iman etmişlerdir. Çünkü bu gibi mevkiler sadece çalışma üzerine kaim olmayıp, aynı zamanda, bir akide ve iman meselesi üzerine de kaimdir. Bu gibi mevkiler, memuriyetler ve vazifeler dışında diğer memuriyetler ve vazifelere, gayrı - müslim-ler veya zimme ehla kendi liyakatleri, ehliyet ve kabiliyetleri nisbetinde vazife alırlar. Meselâ, bir baş mühendis yahut da posta müdürü veya buna benzer işlerde çalışmalarına mani olunmaz.
Bu şekilde askerî hizmetlerde de çalışabilirler. Ancak askerî hizmetlerin de kilit noktalan hariç tutulmalı dir. Me5eîâ levazım amirliği ve muharip sınıfın gerisindeki işlerde çalışmalarına da bir mani yoktur. [327]
Sanat, ticaret, ziraat ve diğer .iş. ve meslek dalları, gayrı - müslim zimmîlere de müslümanlar gibi kapılar açıktır. Bu işlerde müslumanlara tanınan haklar aynı şekilde gayrı •> müslimlere de tanınmıştır. Gayrı - müsHm-Tere,bu gibi işlerde müslümanlardan ayrı hiçbir mesuliyet cayı düşmez. Her vatandaş, ister müslüman, isterse gayrı - müslim olsun, iş ve çalışma hususunda eşit olarak meydana atılabilir.
Gayrı - Müslimlerin korunması için tek şekil.
Şdmdi, bu meseleleri gözden geçirdikten sonra, en son şu noktayı da açıklıyayım ki, tslâmî hükümette gayrı - müslim vatandaşlar ve hemşehriler için verilmiş hak ve hukuk acaba komşularımız olan gayrı - müslim hükümetlerde de müslüman vatandaş ve hemşehrilere de, tanınabilir mi? Veya bunun tam aksi olarak tanınmaz mı? Tanınmadığı takdirde ne olacaktır? Ve böyle bir durumda kendi ülkemizde bulunan gayrı - müslimlere karşı tutumumuz ne olmalıdır?
Burada şu mühim nokta üzerinde durmak lâzımdır ki, biz müslümanlar, kâfirlere bakarak onların yaptıkları nı taklit ederek, onların yaptıklarım kendimize örnek ala mayız «Onlar müslümaniara adaletle muamele ediyorlarsa biz de gayrı — müslimlere adaletle muamele edelim. Veya onlar müslumanlara zulmediyorlarsa bizde kendi ülkemiz içjnde bulunan gayrı - müslimlere zulmedelim.» Böyle bir zihniyet ve tutumun Islâmda katiyen yeri yoktur. Biz, müslüman olmak vasfı ile kesin ve açık bir şe-kiîde bir usule bağlı bulunuyoruz. Kendi ıbağll olduğumuz usulün hududu içinde muamele etmemiz gerekir. Başka> lan ne yaparsa yapsın, bizi alâkadar etmez. Biz dinimizin emrettiği usulleri sadece kâğıt üzerinde tutamayız. Usulümüzle tam manasiyle amel etmemiz icabeder. Fiiliyatta ve amelde yeryüzünde icra edilmelidir. Biram için, yolumuzun mesuliyetini düşünerek ve buna göre har©-ket etmek lâzımdır.
Bundan sonra artık bilmem şu hususu da, aydınlatmağa lüzum var mıdır ki, Pakistan'da gayrı - müslimlerin korunmaları, onların refahının sağlanması, emniyet ve güven içinde yaşayışlarının temini, ıböyle bir tslâmî hükümet tarafından neden ve niçin tekeffül edilemiye-cektir? Bir Islâmi hükümet kurulduğu takdirde elbette ki, oların hakları da tekeffül edilmiş olacaktır. Sadece bu şekilde büyük Hint - Pakistan kıtasında bazı şeytanî şaşırtmaların, neticesinde zulüm ve karşılıklı zulüm icra edile gelmektedir. İşte bunun içindir ki, zulmün karşısında bulunanlar için bu meseleler aksi tesir yapıyor. An* cak söylediğimiz şekilde Pakistan bir adalet ülkesi ola^ bilirse o zaman- İndian Union (Hindistan Birliği) de ihtimal adalet yolunu tutar.
Ne yazık ki, gayri - müslimler uzun zaman, îslâmı yanîı§ anlatanların tabir ve tefsirlerini duymuşlar ve îa-'âmı başka türlü anlamış ve ters cepheden görmüşlerdir. İşte bunun içindir ki, onlar Islâmî hükümet ismini duyunca korkuyor, çekmiyor ve ürperiyorlar. Bazıları da gürültü patırdı kopararak, Hindistan birliği içinde bir dinsiz (gayrı dini) cumhuriyet kurulmasına taraftarlık ediyorlar.
Biz şuna hayret ediyoruz ki, böyle bir cumhuriyet isteyen zevat, halen mevcut bulunan Gayrı Dinî Hindis* tan hükümetindeki müsliimanlann feci halini gördükleri halde bir de kalkıp onlardan örnek almak arzusunda bulunuyorlar!
Acaba, ortadaki menfî örnek yerine, ıböyle bir nizam tecrübe edilemez miydi? Zira, bu nizamın temeli ve esasi Allah'tan korkmağa ve diyanete istinat edip, müstakil usuller dairesinde yürütülüp gider... [328]
İslâm'da hükümetin mesuliyetlerinden bîri de içtimaî adaleti sağlamak ve umumî tazminat ve garantiyi gözönünde bulundur-jthii ve bu hudut dairesinde, her yaşayan kimse için haysiyet ve şerefiyle, kolaylıkla, sıkıntı çekmeden yaşamayı temin, etmektir. Mekke'de Hac mevsiminde toplanmış bulunan İslâm âlemi kongro-tinin umumî toplantısında Mevlânâ Seyyid Ebul - A'!â Mevdûdî Sfîîıib, bir makale okumuşlardı. Bu makaleyi buraya naklediyoruz. Bu fnakalede îsîarm hükümette geçim, içtimai adalet ve medenî meselelerin siyâseti üzerinde etraflı bahteler vardır.
(Hazırlayıcı) [329]
Allahu Taalâ insanı en güzel bir şekilde (Ahsen-i takvim) yaratmıştır. Burada garip bir mucize vaiiır. în-san çıplak iken dahi fesat ve fitne için rağbet göstermişti. Bumm için Şeytan fırsattan istifade ederek insanı aldatmış, onu kandırmış, fitne ve fesada yöneltmiştir. Tuhaf bir şey, Şeytan insanı kandırmak için çeşitli fitne ve fesat kılığına bürünerek insanın karşısına çıkmıştı. Hazret-i Adem Cennette iken, «Salon seni şeytan aldatmasın» denmişti. «Sen Allahm emrinden ayrılırsan, Cennetten çıkarılırsın» diye bildirilmişti. Şeytan da Adem AleyhLjseiâmı aldatabilmek için şu 3Özleri söylemişti:
(Ey Adem) seni ebedilik ağacına ve zeval bulmayacak devlete ileteyim mi? (Ta Ha, 120).
insanın bu fıtrî temayülü, zamanımıza kadar devam edegelmektedir. Bugün dahi yine insan, bir hayli yanlışlıklar ve ahmaklıklarla, kendisini Şeytana kaptırmıştır, insanların hepsi de iyi kötü, az veya çok şeytanın hilelerine kanmaktadırlar. [330]
Bu aldatmanın en büyük şekli günümüzdeki, içtimaî' adalet (Social Justice) denilen nesnedir. Bu nesnenin al-datıeıhğı devamlıdır. Şeytan ilk önce ve bir müddet için-insanlan «Ferdî hürriyet» (îndavidual Liberty) ve serbesti i Liberalisin) ismi taktığı fikirlerle aldattı. Bunun neticesinde on sekizinci yüzyılın Gayrı * Dinî Cumhuriyet'eri ortaya çıktı. O zamanki Cumlıuriyetlerin esası kapitaliatliğe ve dinsizliğe dayanıyordu. O zaman bu rejim so.n derece revaç buldu. O vasat içinde kendi şahsî vaziyetini Ön plana almak isteyen 'herkes ferdî hürriyetten bahsederek sesini yükseltmeğe koyuldu ve yaygarayı bastı. Bu yeni cereyan hakkında halk şöyle düşünüyordu: Eğer yaşayışımız için böyle bir nizam kurulursa o zaman heryer güllük gülistanlık olacak! O sırada kapitalist gayrı - dinî cumhuriyet rejimi Avrupada yayılmıştı. Fakat gitgide o rejimde yaşayanlar şu.gerçeği anlamakta gecikmediler:,Bu rejim de yine Şeytanî vesveseden başka birşey değildi. Yeryüzü sakinleri için "bu nizamla da zulüm ve zorbalıktan kurtulmak imkânı yine yok. İBun^ dan sonra mefun Şeytan için, bu rejimi de uzun müddet devam ettirme mümkün olmadı. İnsanları daha fazla, aldatmada tutmak imkanını bulamadı.
Çok geçmedi, mel'un Şeytan yeni bir aldatmaca yolu keşfetti. Bu yolun adına da içtimaî adalet yahut da sosyo - komünizm dedi. Bu defa da bu yalanın kılığına bürünerek başıka bir rejim ortaya çıkardı. Bu yeni ni -zam, bu taze rejim de dünyanın kasesini öyle bir zulümle doldurdu ki, kâse zulüm ve şekavetle dolup taştı. Bu çeşit zulmün şimdiye kadar dünya bir eşini daha kaydetmemiştir. Fakat Şeytanın aldatışının en ağır noktası şöyle oldu ki: Bir çok memleketler ilerlemek için bu aldatmaca rejimi en son çare ve en son gaye olarak göa-önünde tutmağa hazırlandılar. Biz de şimdi bu aldatmaca perdesini açıp da hakikatleri ortaya çıkaralım:
Müslümanların hâli de böyledir. Ellerinde Allah Ta-alânm Kitabı ve O'nun Resulünün Sünneti ortada ve daimî olarak bir hidayet kaynağı halinde mevcutken yine <îe şeytanın vesvesesine kapılmışlar ve uyanmıyorlar. Bütün yaşayışlarında ve bütün muamelelerinde bu hidayetin meş'alesi önünde durup, ebediyete kadar kendierine kâfi bulunurken yine de karanlıklarda yürümek istiyorlar. Bai zavallılar 'kendi dinlerini bırakıp da cahilane sömürgeci medeniyetin düşünceleri peşine takılıp, varlarını yoklarını bu medeniyetin ve bu tarz düşüncenin eşkiya-sına kaptırıyorlar. Üstelik mağlubiyetten de kurtulamıyorlar. Buna rağmen, dünyanın herhangi galip milletinden biı ses yükselince, hemen onun peşine takılıp seslerini yükseltiyorlar. Hemen o tarafa dönelim diye feryadı basıyorlar1. Fransız inkılabı ortaya çıktığı zaman müslü-man ülkelerde talim terbiye görmüş kimseler, bu fikirlerin peşine takılmağı kendilerine bir farz telâkki etmişlerdi. Yerli yersiz, Fransız inkılabını övüp duruyorlardı. Bunu övmeyenlere, böyle bir cereyanı beğenmiyenlere do mürteci ismini takıyorlardı. O devirler geçti. Yine bizim sömürgeci eğitim ve Öğretimi gören fertlerimiz bu deia aa yine kıbleyi değiş tirdiler. Yeni başka bir kıbleye aoğru yöneldiler. Yeni bir devreye girdiler. Yeni sesler yükseldi. Bu defa içtimaî adalet ve sosyo-komünizm narası yükseldi. Bu gürütüye kapılanlar türedi durdu. Buna ne kadar tahammül edilir bilinmez. Fakat üzülecek nokta şurasıdır ki, sanki İslâm'ın kıblesi değişmiş gibi, bizim içimizden bir güruh, kıblelerini değiştirmek istiyorlar. Onlarca İslâm denilen şey zavallılıktan başka birşey değildir. Sanki bunların dediklerini kabul etmek İslâm için zarurîdir? Sanki sadece onların isteklerine ayak uydurmak ilerlemenin tek çaresidir? İslâm yolunda yürüyenler de «irticacı, gerici» dirler. Ve bu yolda yürütenleri Dinvi ric'î : «Gerici dinci» likle itham etmektedirler. İlk önce Islama, bir ferdî hürriyetçilik, serbest-çiHk , kapitalisttik, gayrı - dinî - cumhuriyetçilik ve Av-nıpa düşüncesine göre ayrı bir islâmî düşünce kılığı giydirmek istediler. Daha sonra da İslâmda içtimaî adaletir varlığını ve tslâmda sosyo>-komünizm mefhumlarının yeı aldığını ispata yeltendiler. îş o raddeye varda ki, talim terbiye görmüş halkımızın bir kısmının da zihinleri bu yeni kölelik sisteminin şekline alıştı. Nihayet bu cahili-ye taşkınlığına, aşağılık derecesinin en alt derkesine kadar boyun bükmek istediler. [331]
Şurada bu kısa makalemde şunu anlatır: ak istiyorum, ki, Qüiînaî a,dalet hakikatte ne gibi bir şeyin umidir. Böyle bir nizamın kurulmasının doğru şeklî nedir ve ne demektir?
Bu hususta ümidimizin pek az • olmasına rağmen, yine de içtimaî adalet diye ileri sürülen sosyo^komünız-mi tatbikat safhasına koymak sevdasına kapılanlara. — İnşaallah hatalarını anlarlar da çürük düsüncelerin-aen dönerler diye — bu mevzuyu açıklamak istiyoruz. Nitekim bir cahil, tam manasdyle cahil oldukça ıslahı mümkündür. Fakat bu cahil az bir şey öğrenirse o zaman şöyle diyecektir:
Kendimden başka sizin bir ilâhınız olduğunu bilemiyorum
Bu ölçüye göre, söz anlamayana- söz anlatma* da kabil değildir. Fakat Hak Taalâmn fazi ve id ayeti ile alelade ve umum halka söz anlatmak imkânı, makul deliller ortaya koymakla mümkün olabilir. Umid edilir ki, bunlar Şeytanın aldatıcı hilelerinden kurtularak, uyanmış olurlar ve avam halk aldatmacanın sapık yolundan kurtulabilirler. Dalâletin karanlığını bırakıp, hidayet aydınlığında yola devam ederler. Bunun için, benim bu maka-Icyf. ileri sürmekten maksadım da alel-umum halkın karşısına hakikati açıp aydınlatmaktır. [332]
Bu vesile ile müslüman kardeşlerime herşeyden önce şunu hatırlatmak isterim ki, «îslâmda içtimaî adalet mevcuttur» diyen ve bu yolda seslerini yükselten züm- < re, tamanıon yanlış bir yola gidiyorlar ve maksatlı söz söylüyorlar.
Halbuki, meselenin doğrusu ve sahih şekU şudur : İslâm içtimaî adaletin ta kendisidir.» İslâm demek içtimaî adalet demektir. İslâm Öyle bir hak dindir ki, kâinatın Haikı, kâinatın Rabbi, bu dini insanların hidayeti için göndermiştir. İnsanlar arasında adaleti kaim kılmaK ve neyin adalet olup neyin adalet olmadığını bilmek ia-sanlarm hakkı değil, bu ancak insanların Halikının ve insanların Rabbinin işidir. Herhangi başka bir kimsenin adaletle zulmün ayarını ve ölçüsünü ortaya koyması da caiz değildir. Kâinatta bu hususiyet Allah'la insan arasındadır. Allah Mâlik, insanlar memluktur Buna göre, adaletin miyarını tayin etmek ve ölçüsünü kararlastır-ın^kj^memlûka düşen bir vazife değildir. Bu ancak Mâ^ iik bulunan Hak Taalâya aittir. Mutlak Mâlik olan da O'dur. Emir veren de, ferman sahibi de O'dur. İnsan istediği kadar yüksek bir makama erişsin, hattâ insan de-ğU, insanlıktan daha da üstün bir makama ulaşsa bile, nihayet kendi zihnini, kendi aklını -kullanacaktır. Her re şekilde olursa olsun, insanî ilim, insanî bilgi mahdut ölçüdedir. İnsan aklı kıttır ve yetersizdir. İnsan aklı isteklerden ve taassuplardan sıyrılamaz. Kaçıp kurtulacağı bir yer de yoktur. Böyle olunca şu imkân da yoktur' ki, aslı ve esası adalet üzerine konmuş bulunan bir nizam kurabilsin.
İnsanın kurmuş bulunduğu nizam iik başta adalet olarak görünür. Fakat amelî tecrübeler idbat eder ki, adalet denilen şey hakikatte adalet değildir. Buna göre her insan, bdr zaman için kurmuş bulunduğu nizama aldanır. Sonra noksanlıklar ortaya çıkınca, ilK kurduğu nizamdan bıkar; başka bir ahmaklığa, 'başka Mr budalalığa kapılır. Yeniden ahmakça tecrübelere girişir. Bu sebeplerden dolayı, hakikî adalet ancak o nizamda olabilir ki, bir Alimül - Gayb-ı veş - şehade, Subbuh ve Kuddüs, (Gizlileri ve açıklan bilen, teşbih edilen ve mukaddes) olan varlık bir nizam ortaya koymuştur. [333]
Başlangıçta ikinci bir meseleyi de bilmek lâzımdır ki, bir kimse «îslâmda adalet vardır» derse, hakikatte meselenin manasını iyi kavramamış ve meseleye dar bir açıdan bakmış sayılır. Hakikat şudur ki, Islâmdan maksat adaletin ta kendisi olmasıdır. İslâm mahza adaleti kaim kılmak için gelmiştir. Hak Taalâ'bu mevzuda şöyle buyurmuştur :
İşte biz Resullerimizi aydın delillerle gönderdik. İnsanların adaletle hareket etmeleri için onlarla birlikte kitap ve mîzân (ölçü) de naz.il kıldık. Bir de demiri (silâh ve kuvvet) nazil kıldık kî, bunda insanlar için faydalar ve şiddetli kuvvet vardır. Ki bununla, Allah, kendisine ve Resulüne görmeksizin yardım edecek olanları bilsin. Elbette kî, Allah kuvvetli ve azizdir. (El - Hadid, 25)
Bir müslüman eğer gaflete saplanmamışsa, bu âki noktayı gözönünde tutarak hiçbir zaman Allah ve Resulünün emirlerini bir tarafa bırakıp, içtimaî adaleti başka bir tarafta aramaz. Ve böyle bir hataya düşmez.
Her nerede adaletin varlığını hissederse, görecektir ki, orada Allalun adaletinden ve O'nun Resulünün hükmünden başka bir adalet yoktur. Başka bir adalet de olamaz ve bulunamaz. Şunu da anlayacaktır M, adaletin kaim kılınmasının başka bir ^ekîi de mevcut değildir. Adaletin kaim kılınması ancak ve ancak İslâm ile olur. İslâm demek tam ve kâmil adalet demektir. Noksansız ve eksiksiz adalet demektir. Adalet, Islâmdan başka, telâmdan ayrı birşey değildir, islâm adaletin ta kendisidir. Isîâmın kaim bulunması adaletin de kaim olması demektir îslâm ile adalet ikisi aynıdır ve bir şeydir. [334]
Şimdi bakalım içtimaî adalet ne gibi bir nesnenin is-r/ıidir? Bu nesnenin sahih şekli ne olabilir? [335]
Her insan camiasında binlerce; yüz binlerce ve milyonlarca fert vardır. Bu topluluk içinde her fert, ruh, akıl ve şuur sahibidir. Her ferdin de müstakil bir şahsiyeti, bu şahsiyetin içinde gelişip gider. Yine her fert, kendine mahsus olan bir zevkin sahibidir. Diğer bakımdan, yine her ferdin nefsiyle ilgili istekleri bulunmaktadır. Şahıs olarak her fert, cismî ve ruhî zaruretler içindedir. Bu fertlerin isteklerinin bir araya toplanmasından :ir istek mecmuası ortaya çıkar, Şu hususa da dikkat edilmelidir ki, bu aynı şeyi isteyen topluluklar da ayn birer h,eyet halindedirler. Bunlar tek tek münferitlikten çıkıp bir insanlık camiası haline gelirler. Btı camianın teşekkül^ efrat içindir. Efrat bunun için değildir. Efradın toplanarak bir camia teşkil etmesinden maksat, bu fertlerin birbirlerine yardımcı olmaları ye birbirlerinin ihtiyaçlarına cevap verebilmeleri sebebiyledir. Aynı cismî ve ruhî isteklerin ve İhtiyaçlarını gidermek İçin bir araya toplanarak bir camia teşkil ederler. [336]
Şimdi şu meseleye gelelim. Bütün fertler, tek tek, Allah indinde mesuldürler. Bunların her birisi, bu mevcut dünyada tek tek muayyen bir zaman imtihana (her. bi- / risi için kararlaştırılmış bulunan ayrı imtihan) tâbi tutulurlar. Sonra Hak Taalâ huzurunda hesap vermeğe çağrılırlar. Acaba kendilerine dünyada verilmiş olan salâhiyetler ve imkânlar dairesinde nasıl çalışmışlardır. Hak Taalâ huzurunda mesuliyet ve hesap vermek içtimaî dtğü, ferdî'dir. Orada herhangi bir aşiret, kabile, ip illet ve saire gibi topluluktan hesap sorulacak değildir. An^aK fertlerden ayrı ayrı ve teker teker hesap sorulacaktır. Dünyadaki alâkalardan her türlü bağ kesilmiş olarak,, herkesin kendisinden hesap istenecektir. Herkes tek tek ve ayrı ayrı adalet-i Üâhiyenin huzuruna çıkarılarak, sen ne yaptın diye sorguya çekilecektir. [337]
Bu iki mesele — yani bu dünyada insanî şahsiyetin, gelişmiş olması ve ahirette de insanın hesap verme meselesi — insanın bu dünyada iken kendisinin ferden hür ve serbest olmasını icabettirir. Eğer içtimaî hususlarda, , bir fert kendi isteğine uygun olarak şahsiyetini geügtU remezse, o zaman insanlık içinde şahsiyetini kaybetmiş olur. Onun kuvvet ve kudreti ortadan kalkmış, kendisini insanlığın içinde bir nevi mahpus vaziyetine sokmuş bulunur. O zaman ahirette böyle mahpus ve mahkûm zümrelerin kusurları, içtimaî nizam kurup da bu gibilerini bu nizamın baskısı altında tutanlara ait olmuş olur. Bu defa onlardan yani kötü içtimaî nizam kuranlardan sâdece kendi işlerine ait hesap sorulmakla 'kalmaz, belki diğerlerinin de hesapları sorulur. Onlara, «neden siz böyle bir nizam kurup da insanların bir kısmını atıl ve batıl bir hale getirip, yan sağlam yarı hasta duruma soktunuz» denir. Malumdur ki, hiçbir mümin kimse, işin sc-nunda Allah'ın karşısında böyle sorgu ve suale maruz kalmayı arzu etmez. Bu kimse, eğer Alalh'tan korkan bir kimse ise, o zaman fertlere daha fazla hürriyet vermek yolunu tutacaktır. Çünkü fertler hür olunca, kendi yaptıklarından kendileri sorumlu olur ve başkaları sorumlu olmaz. O zaman, bir ferdin yanlış yolda gitmesinin mesuliyeti de içtimaî nizamı yürütenlerin boynunda olmayıp kendi şahsının boynunda kalır. [338]
F^rdî hürriyeti gözden geçirmiş olduk. Şimdi de bakalım içtimaî ve muaşeretî meselede mesuliyet nedir ve nasıl olmalıdır? İnsanlar oymak, kabile, aşiret, ve nihayet milletlere ayrıln-lar. Yahut da toplanıp bunları teşkil ederler. Küçükten büyüğe veya büyükten küçüğe tertiple bu iş yürüyüp gider. Başlangıçta bir erkekle bir kadın vardır. Sonra bunlara çocuklar eklenir. Daha sonra aile ve daha sonra da hanedan kurulur. Hanedanlardan kabile ve aşiretler doğar. Kabile ve aşiretlerden de kavimler ve milletler ortaya çıkar. Millet ve kavim de ortaya yıkınca, bir hükümet kurulur. Bunlara yerine göre içtimaî teşkilât deriz. Bu içtimaî teşkilâtın kuruluş maksadı da, bu teşkilâtı vücuda getiren fertlerin birbirine yaramı etmeleri ve fertlerin bu daire içinde şahsiyetlerinin gelinmesini temin içindir. Fakat asıl maksat, bütün bu ibarelerin her birinde — büyüğünden küçüğüne kadar — ferdî hürriyetin ortadan kalkmamasını sağlamaktır. Bir şalısın hürriyetine diğer bir kimsenin tecavüz etmesine ma"' olmaktır. Fertler de böyle hür -bir muhit içinde ve kül halinde bu idarenin altında ilerleyebilirler, işte meşe\e bu noktaya gelince, içtimaî adalet meselesi ortaya çakar. Burada ferdî ve içtimaî meseleler birbirlerine bağlı bulunurlar. Bir taraftan insanın gerçek bir kurtuluş yo-îunda olması yani felah bulması (için, fert olarak hür bir muhitte muaşeret hususlarında tamamen serbest olması lâzımdır. Ancak böyle bir cemiyet havası içende kendi şahsiyetini geliştirmesi mümkündür. Bu şekilde yine aile, kabile ve hanedan gibi topluluk iar arasında normal yani hürriyete dayanan bir yaşama tarzı olmalıdır ki, fert çalışma dairesinde kendini gayesine göre ilerletebilsin. Diğer taraftan insanın felah bulması şu meseleyi de gerektirir ki, fertler üzerinde aile hanedan, kabileler ve bütün cemiyet efradı — küçük idarelerden büyük hükümetlere kadar — bir haklan ve iktidarları olsun. Bu iktidar mevcut olunca da, fertlerden birinin, diğer bir ferde zulmetmesine müsaade edilmez ve bir kimsenin başka bir kimsenin hakkına tecavüz etmesine meydan verilmez. Bu mesele devam ederek, insanlığın başından günümüze kadar, ,her kavim, her millet ve her hükümette serbestlik ve muhtariyet diye bir husus kararlaştırılmıştır. Böyle bir karar ve hakkın tanınması da zarurî olmuştur. Diğer taraftan üstün bir kuvvetin bulunması lüzumu ve zarureti vardır ki, milletler ve hükümetler hadlerini aşıp kendileri de mütecaviz duruma, girmesinler.
Şimdi, İçtimaî Adalet, o şeyin ismi oluyor ki, orada fertler, sonra aileler, daha sonra da kardeşlikler, kavimler ve milletler her biri yerlerine ve vaziyetlerine göre, hakları olan serbestliği ve hürriyeti elde ettikten sonra, kimsenin hakkı zorlanmasın ve kimseye tecavüz edilmesin- zulüm ve kaba kuvvetin ortadan kaldırılması için, aile kudretindep başlanip, hükümet kudretine ve hükümetten daha üstün bir kudrete iktidar tes'im edilmiş olsun. Muhtelif fertler ve fertler topluluğu da insanlığın ilerlemesi için en müsait bir vasatta çalışabilsinler.
KapitalistUk ve Sosyc-Komüirâüiğin boş hayalleri.
Bir kimse bu hakikatleri iyi bir şekilde kavradıktan sonra, anlayacaktır ki, serbestlik, ferdî hürriyet, kapitalisttik, gayrı dinî cumhuriyet ve içtimaî adalet iddiasında bulunan her nizam, geçen -bahisde söylediğimiz gibi, Fransız inkılabından sonra ortaya çıkmıştır. Hakîkaten bunlar gibi ve beîki de bunlardan daha da fazla, Sosyo-komünizm bu iddiayı ortaya atmaktadır.
Şimdi, Kari Marks ve Engels'in nazariyelerinin peşine takılmış olanlar da bu hususta seslerim daha fazla yükseltiyorlar.
Birinci hizamın eksikliği yüzündendir ki, kendisine muayyen ölçülerin üstünde tanınan serbestlik hakkını kullanan fert, aile, hanedan, kabile, kardeşlik bağlan, hattâ millet üzerine saldırıyor... Bunun neticesinde de, içtimaî kurtuluş için, hizmeti ve muaşereti kudretin dt« siplininî ortadan kaldırıyor. İkinci nizama gelince, bunun da noksanlığı ve eksikliği yüzünden, böyle bir kuruluşta, hükümete aşın ve haddinden fazla kuvvet ve kudret tanımak, fert, aile, hanedan ve kardeşliklere ait bütün serbestlik ve hürriyetleri hemen hemen tamamen ortadan kaldırmıştır. Fertlerin, toplu halde çalışmalanna hükümet o kadar ehemmiyet veriyor ki, burada ruh sahibi !nsan yerine, mevcut bulunan adamlar birer cansız makı-na haline geliyorlar ve ruhlgrını da kaybediyorlar.
Her kim, bu şekilde içtimaî adaletin kurulabileceğini ilen sürerse, tamamen yalan söyleyip ve yalancıdan başka bii şey olamaz.
Sosyt>-komüm2in içtimai zulmün en kötü şeklidir. Bu rejim, hakikat olarak zulmün en kötü ve en fena şeklidir. Çünkü ne Nemrûd devrinde ne de Firavun zaman :;.da böyle bir zulme rastlanmış değildir. Cengiz Han bile böyle bir zulmü caiz görmemiştir. Durum böyle olunca hangi akıl sahibi kalkıp da bu nesnenin adına «içtimaî adalet» diyebilir?
Bir veya birkaç kişinin, kendi keyiflerine göre, uydurdukları içtimaî felsefe nazariyesi neticesinde, hudut -suz salahiyeti olan bir dikta rejimi kurulmuş ve bir mutlu azınlık milyonlarca insanın başına buyruk kesilmiştir. Daha doğrusu milletin başına belâ olmuşlardır. Halkın bütün malını zaptetmek, arazilerini ellerinden almak, fabrikaları devletleştirmek, bütün bir memleketi hapishane şekline sokmak bunların işlerinin esasıdır. Her kim de tenkid ederse, şöyledir, böyledir derse, şikâyet edip feryadını yükseltirse, hiç bir şey yapamıyacaktır.
Çünkü, adalet kapıları ve şikâyet mercileri tamamen kapanmıştır. Memleket dahilinde hiç bir cemaat hiç bir makam, hiçbir mevki bırakılmamıştır ki, halkın ne demek istediğini dinlesin ve halka cevap verebilsin. Hiç bir gazete ve hiç bir neşriyat halkın düşüncelerini akset^ t:rei\;e;c. Hiç bir adalet kapısı da açık değildir. Bu da bir tarafa, öyle bir casusluk teşkilâtı kurulmuştur ki; bir ferd diğer bir ferde muğber olduğu takdirde yalan yere bir töhmet ve bir iftira atabilir. Bu durum halkın birbi-. rınrien korkmasını sağlar. Bu terör ve yıldırma havası içinde vatandaşlar güya yaşarlar. Hatta bir kimse, kendi evü«ie bile ağzını açıp birşey söyleyemez. Söylemek is-teı^e, dört duvarın kulağı olduğunu ve bu kulakların hükümet namı hesabına işittiğini gayet iyi bilmelidir. Sonra Cumhuriyetçilik sözleri altındaki aldatıcı işler de ortaya çıkar. Bir seçim dalaveresi döner. Bütün bunlar bir felsefe uğruna yapılır. Daha doğrusu iktidarda olanlar bu sahte slogan'arla muhaliflerini her tarafta ezmek imkânını bulurlar. Halbuki onların seçimlerinde muhalif diye kimse de olamaz. Hiç bir surette, vicdanım satmamış ve bu düzmece felsefeye inanmamış olanların da muhalefet etme hak ve nasipleri yoktur.
Farzedelim ki, bu rejim geçim için serveti eşit bir şekilde taksim etse - halbuki şimdiye kadar hiç bir sosyo. komünist hükümet idaresi böyle bir icraata yanaşmamıştır - dahi acaba böyle bir taksimata nasıl olur da «Adalet-i r^ahz» : «Temiz adalet» diyebiliriz? Bunun adına nasıl eşitlik ismi takabileceğiz? Ben şurasını da sormak istemiyorum ki, böyle bir rejimde ve böyle bir sistemde, hâkim zümre ile mahkûm zümrenin arasında geçim ve servet bakımından bir eşitlik yar mıdır? yok mudur Ben yine şunu da sormak istemiyorum ki, 'bu nizamın diktatörü ile bu şahsın maiyetinde bulunan kimselerin yaşayış seviyeleri, halkın yaşayış seviyesi ile aynı mıdır9 yoksa değil midir? Yine şunu da sormak istemiyorum ki, diktatör ve onun maiyetinde bulunan zümre, bu uydurma felsefeyi ayakta tutmak isteyenler, niçin kendi nazariyelerini polis, asker, casus ve diğer hususî teşkilatlarla halkın üzerine musallat ediyorlar?
Ben-şunu soruyorum: Eoı gibi şeylerin hakikati ortada bulunurken, böyle bir rejimde ve böyle bir rejimin tatbik edildiği ülkede na3il olur da içtimaî adalet vardır diye iddiada bulunulur? Hele bu sual de bir tarafta dursun, bu tarz bir nizamın kurulmuş bulurichığu ülkenin vatandaşlarından biri bu-felsefe ve bu nazariyeye ve yahut da bu felsefe ve nazariyenin tatbikatı, hakkında en küçük bir tenkide teşebbüs ederse neden cezalanır ve neden serbest olarak fikrini söylemekten' menedilir?
Bu ne biçim bir adalettir ki, bu rejimde diktatör vg bu diktatörün maiyetinde bulunan avanesi, kendi felsefe ve nazariyelerini yürütmek için, koca bir ülkenin hatta ülkelerin her türlü imkân ve vasıtalarım kullanmakta ve her şeyi kendi fikirlerinin yürümesi için alet etsinler de, kendilerine muhalif iki kişi bile bulunmasın" Hiçbir toplantıca bunlara karşı söz söylenmesin, hiçbir basın ve yayın vasıtası kendilerinin hilafına yazı yazmacın?
Bu ne biçim adalettir ki, bütün arazi sahiplerinin arazisi ellerinden alınsın, fabrikalar fabrika s\ıhiplerin-jeri zaptedilsin, gasbedilmiş olsun? Ve bütün bir memlekette daha doğrusu memleketlerde bir tek toprak veya fabrika sahibi bulunmasın?.. Bu gasbedici nizama da dev r let densin?. Devlet denilen bu teşekkül de birkaç kişinin elinde olup, bu devleti de keyiflerine göre sevk ve idare etkinler?. Ve artık bir daha iktidar mevkiine kimse onların elinden almak imkânını bulamasın?. Ancak kendileri birbirlerinin ayağını kaydırarak iktidar mevkiine geçebilsinler?.. M değiştirsinler...?
Eğer insan denilen varlık sadece «mide» ve «işkembe» sahibinin ismi değilse ve insanca yaşamak sadece kamını doyurmağa bağlı bulunmuyorsa, o zaman sâdece geÇÛn eşitliğinin ismine nasıl olur da içtimaî adalet de* nebilir?
Yaşayışın her şubesinde her dalında zulüm ve hak- alıp yürüsün de, insanlığın her cephesi ortadan, da, sadece bir «karın doyurmak ve karın şişirmek» kalsın?. O zaman millî gelirin de halk arasında eşit olarak dağıtılması, icabetmez mi? Meselâ, diktatör hazretleri ve onun kuyrukları, kuyruklarının kuyrukları dg, karın doyurmak ve karın şişirmek hususunda diğer ./atanüaşlarla niçin bir eşitliği arzu buyurmazlar?
Şimdi bu korkunç ve muazzam zulmün ismine karın do/uroakta eşitlik vardır diye — böyle birşey de olmadığı halde içtimaî adalet ayakta bulunuyor nıu diyeceğiz? İşte, benim zatı alilerine arz ettiğim gibi, içtimaî nizamların en kötüsü, en berbadı da budur. İçtimaî zulmün en ağırı, en fenası da yine budur. İnsanlık tarihi başmdan bugüne kadar böyle bir kötü içtimaî zulüm görmemiştir. Galiba göremiyecektir de. [339]
Şimdi, size kısaca İslâm'da adalet denilen şey'in ne olduğunu anlatayım. İslama şu mesele katiyen sığmaz ki, herhangi bir kimse, yahuc da bir zümre, «insanî yaşayışta adalet» diye bir feisefe ve bir nazariye ortaya. koyup, bunun tutunması için çalışıp, bu tasavvuru zorla halkın üzerine musallat kılmak yoluna gitsin. Bir şey söylemek isteyenlerin veya itiraz etmeğe yeltenenlerin de dillerini arkadan kessin.
Böyle bir makam ve böyle bir hak ne Hazret-i Ebu Bekir Radıyallahu Taalâ anh için, ne Ömer Faruk Radı-ysllahu Taalâ anh için, hattâ ne.de Hazret-i Muhammed Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in kendisi için tanınmıştır, îslâmda hiçbir kimsenin diktatör olma hakkı yoktur. Yalnız Allah bu makama sahiptir. Ancak Allp.hm karcısında insanî arın niçin ve ne sebeple demede ı kayıtsız ve şartsız, boyun eğmesi lâzımdır. Hazret-i Muhammedi Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in kendisi bile bu hükme tâbidir. Onun hükümlerine de şüphesiz ve kesin olarak itaat etmemizin sebebi, bize Allah'ın hükümlerini getirmesi ve bildirmesidir. Maazallah kendi indinden hüküm ortaya çıkarmak isteseydi biz itaat etmezdik. Allah Resulünün ve Resul'un Halifelerinin de hükümleri yalnız ve mahzâ Şeriatı Üâhiyenin icrasmdan başka birşey değildir. Bu itibarla, onların hükümleri temkid edilmekten çok ufaktır. Bunlardan başka herkes, her hususta tenkid etmek hakkına haizdir. Bu hakkı tam manasiyle kullanabilir. [340]
Allaha Taalâ, Îslâmda öyle bir hudud koymuştur ki, buniLiia ferdin serbestisi ve hürriyeti muayyen hudud* iarla çevrilmiştir. Hak Taalâ bir müslüman ferd için re:erin helâl \e nelerin haram olduğunu bildirmiştir. Han gi işler farzdır, yapılması lâzımdır ve hangi işlerden kaçınmak :cabeder? Başkalarının bizim üzerimizde ne gibi hakları vardır ve bizim başkalarının üzerinde ne gibi haklarımız vardır? Hangi şartlar dahilinde bir mülk bize intikal eder ve yine hangi vasıtalarla bir mülk bizim elimizden çıkıp başkalarına intikal eyler. Ferdlerin kendi camialarına arşı ne gibi farzları vardır, camianın da lerdlere ka^şı ne gibi farzları bulunmaktadır? Camianın iyilik hususunda ferdlere, aile ve hanedanlara ve kardeşlikler üzerinde ne gibi mesuliyetleri vardır. Ve hangi hizmetleri ifa etmeğe mecburdurlar?
Bütün bu hususlar, Kitap'da ve Sünnette müstakil düsturlar olarak kaydedilmiştir. Bu İlâhî kanunlar üzerinde herhangi bir değişme bahis mevzuu olamıyacağı gibi yeni addedilen bir şeyin de eklenmesine veya eksil-tilmesi olamaz ve olamıyacaktır. Bu düsturlarla bir şalisin ferdî hürriyeti ve ferdî serbestisi üzerinde, bazı mesuliyetler konmuştur ki, bunların hududunu aşmak ve bu hududlara tecavüz etmek kimsenin hakkı değildir. Ancak bu hududiann dariesi içinde mevcut bulunan hürriyetleri de ortadan kaldırmak, kısmak veya genişletmek bir hak olarak tanınmış değildir. Mal iktisabının da muayyen bir kaide ve usulü vardır. Bu kaide ve usullerin haricinde mal iktisap edilmesi haramdır. Yalnız bu kadarla da kalınmaz. Usulsüz ve kaidesiz mal iktisap edenlere, İslâmî kanunlar ceza tayin etmiştir. Fakat helâl olan vasıtalara baş vurarak mal ve "mülk edinenlerin. mal ve mülk hukuku da mahfuz olup korunacaktır. Bu mat tasarrufunu, kanunun müsâadesi olmaksızın ve meşru yollar bulunmaksızın sahiplerinden almak ve onıan mal ve mülklerinden mahrum bırakmak da mümkün de ğildir. Böyle bir camianın felah yolunda dosdoğru yürüyebilmesi için ferdler üzerine bazı farzlar konmuştur.
Ferdler bu farzları yerine getirmek mecburiyetindedirler. Fakat bunların dışında hiçbir kimse bir şey için zorlanamaz ve kimseye cebir kullanılamaz. Ancak ferdler kendi rızalariyle bir. şey verirlerse o zaman da kimse-bunları bu fiillerinden caydıramaz.
Yine bunun gibi camianın da ferdlere karşı vo hatta hükümetin de camia efradına karşı ifa edeceği bazı .arzlan ve vecibeleri vardır. Camia ve hükümet bu farzları ve bu vecibeleri eda etmezse, o zaman efradın da bu camia ve bu hükümete karşı olan farzları ve vecibeleri yerine getirmelerine mahal kalmaz, itaat etmemek haklımı elde ederler. Eğer bu müstakil düsturlar, üzerine iş-î*Jr yürütülüp amelî bir kisveye ^girerse, işte o zaman içtimaî a.aaiet de kaim olacaktır. Böyle bir cemiyette ise kimse içtimaî adalet diye bir iddia ortaya atamıyacak, kimsenin ut böyle bir iddia ortaya atmasına lüzum kalmayacaktır.
Bu düstur, yürürlükte bulunduğu takdirde ve mevcudiyeti gözle görünür vaziyette oldukça, o zaman rnüs-lümanlar, hiç kimsenin sahte ve aldatıcı sözlerine kapılma ihtiyacın' duymayacaktır. Esasen böyle bir kimse de rcüslümanlarj hiç bir vakit aldatamıyacak ve kandıramı-yacaktır. O zaman sosyo-komünizmin ortaya attığı içtimaî adalet diye isim verilen şeyin Islâmm ta kendisi olduğu da meydana çıkmış bulunacaktır.
İslâm, bu şekilde fert ile cemiyetin arasında bir muvazene ve ahenkli bir düzen kurmak ister. Bu düzende ne ferde tam ınaaasiyle hürriyet verilir ne de cemiye-te ferdi çiğnemek ve ferde zarar vermek hakkı tanjmır.
Aynı zamanda cemiyeti idare edenlerin de, ferdin, islâmî 'iüptıır gereğince elde etmiş bulunduğu hürriyeti kısıp azaltmak ve şahsiyetini geliştirmek iğin zaruri olan-suslsTj esirgemek salahiyeti olamaz. [341]
îslâmda bir ferd tarafından servetin başkalarına intikal etmesinin ancak üç şekli vardır: 1. Veraset. 2. Hibe 3. İktisâb. (Ticaret ve alış veriş gibi.)
Veraset o zaman muteber olur ki, herhangi bir malın meşru sahibinden onun varislerine şer'î kaidelerle mal intikal eder.
Hibe ise, —atiye de denebilir — herhangi bir malın, şarî mâliki ve sahibi tarafından kendi gönül ile şer'î kaideler tahtında verilmesidir.
Atiye eğer hükümet tarafından verilecek olursa, o zaman alan şahsın bunu hak edecek şekilde hizmet etmiş olmasına mukabil verilmiş olmalıdır. Yahud da hükümete büyük bir iyilik yaptığı için böyle kimseler devlet mallarından mükâfatlandırılır. Hükümet de vermiş olduğu bu atiyeyi meşru 'bir şekilde kendisine intikal etmiş bulunan mallardan vermelidir. Bundan başka, atiye vermek hakkına malik bulunan hükümet de serî kanun gereğince müşavere ve şûra ile yürütülen hükümet olmalıdır. Bu hükümetin sarfettiği ve harcadığı paralardan, halkın her zaman hesap sorması imkânı bulunan bir. hükümet olması gerekir.
Iktisab, çalışıp hak kazanmak demektir. İslâmda çalışıp hak kazanmanın da yolları tayin edilmiştir. Haram bir şekilde ele geçmiş şeye iktisâb haram olur ve caiz sayılmaz. Haram işlerden kazanılmış kazançlar da haramdır. Meselâ, hırsızlık, gazb, Ölçüde ve tartıda alış veriş yaparken eksiklik ve fazlalık yapmak, hiyanet, rüşvet, aldatma, fahişelik, ihtikâr, tefecilik, murabahacılık, kumar oynatmak, uydurma alış veri§, dolandırıcılık sarhoş edici maddelerin ticareti ve imalatı, fuhuş için aracüık ve buna benzer bazı işler. Islcmda helâl iktisâb sayılmaz:. Bu gibi adî ve iğrenç kazançların dışında, herJıangi bir meşru yolda çalışılıp kazanılmış bulunan ve iktisâb edilen servet caiz ve helâl servettir. Çok olması veya azlığı bahis mevzuu değildir. Böyle bir şekilde yani meşru yollardan elde edilmiş bulunan servetin ölçüsü ve lıududu yoktur. İstenildiğinden çok da olabilir, istenildiğinden daha da az olabilir. Az olduğu zaman diğerlerinden kırpıştırmak hakkı tanımadığı gibi, çok olduğu zaman da bu kazançtan zorla alınarak başkasına verilmek suretiyle bu servetin azaltılması cihetine gidilmez.
Fakat bu serveti kazanmanın şekli caiz ve meşru usullerin dışma çıkınca o zaman müsîümanlar için, bu servetin sahibine, «Min eyne leke hazâ? : Sen bunları nereden getirdin?» diye sual sormak hakkı tanınmıştır.
işte bu, servet hususunda tahkik edilecek ilk kanunî haktır. O zaman servet sahibi, elde etmiş bulunduğu servetin meşru yollarını isbat edebilirse, mesele kalmaz. Fakat isbat edemediği takdirde, yine o zaman İslâm hükümetine bu mallara el koymak hakkı da tanınmıştır. [342]
Meşru şekilde ve kanunî yollardan ellerine servet ve mal geçirmiş bulunanlar da tamamen unutulmuş ve kendi başlarına bırakılmış değillerdir. Bunların da bazı mesuliyetleri ve bağlı bulunacakları hususlar vardır. Fert olarak her kim servet sahibi olursa, bu serveti sarfet-mek hususunda, camianın bundan zarar görmeyeceti şekilde hareket edecektir. Yahut da servetini sarfettiği zaman ahlakına ve dinine halel getirmemelidir, islâmda şahsî serveti kimse fısk ve fücur yolunda sarfedemez. îçki içmenin ve kumar oynamanın kapılan kapatılmış -tır. Zina ve fuhşun ve buna benzer ahlaksızlıkların da Önüne sed çekilmiştir. Aynı şekilde, hür bir insanı yakalayıp köle yapmak veya hür bir kadını tutupda cariye kılmak, bunları alıp satmak da yasaklanmıştır. Zengin kimselerin, fakir çocuklarını satın alarak köle ve cariye haline getirtmelerine de müsaade edilemez. Para sarfetme-nin de bir ölçüsü ortaya konmuştur. İsrafın önüne geçilmiştir. Servet sahibi bir kimsenin refahı - hal içinde nazü nimetle yaşayıp da komşusunun aç yatmasına iyi nazar-ia bakıLmamıştır. îslâmda servetten de ancak meşru ve maruf (iyi) bir şekilde faydalanması caiz sayılmıştır. Bir kimsenin servetinden servet doğması da helâl ölçüler üzerindedir. Buna da bir usul ve hudut konmuştur. Şeriatın koyduğu bu usul ve hududu geçmemek lâzımdır..
İçtimaî hizmetler.
Şimdi İslâmdaki içtimaî hizmetler bahsine gelelim. Bu hususta her ferdin serveti muayyen Ölçüyü buldu mu zekât ödemesi lâzım gelir. Y;.ne aynı şekilde, ticaret malı üzerine, araziden elde edilen mahsule, hayvan ürünlerine, hayvanların üreyip çoğa malarına ve bazı başka şekilde de servet artışına zekât lâ^un gelir.
Şimdi siz. eğer, dünyada her fne şekilde olursa olsun meşru yolda servet edinirseniz, bunun da -hesabını tutarsanız, serî kaidelere göre ölçü de (misâb haddi) tamamlanırsa bu servetinizin de kanun ve kaideye göre zekâtınızı verirseniz, Kur'anj Kerimin tayin etmiş olduğu hakları öderseniz, masraflarınızı da yine şeriatın koyduğu kanun ve usul üzerine yaparsanız, o zaman birkaç sene içinde, ihtiyaç, içinde bulunan ook kimse de, fakru zaruretten kurtulup, vaziyetini düzeltmiş olur.
Bundan başka, yine servet bir ferdin elinde toplanmaz. Çünkü îslâmda *bdr ferd vefat edince pnun serveti mirasçılar arasında taksim edilir. Her ne şekilde olursa olsun, servetin bir elde toplanıp mütemerkjz olmasının önüne geçilmiştir. [343]
Bunlardan başka, îslâmda toprak sahibi ile tarlada çalışan ekici, fabrika ve iş yerlerinde çalışan işçilerle iş verenler arasında cereyan edecek muamele ve anlaşmalar rıza dahilinde olmasana dikkat edilmiştir. Rıza esas olunca da kanun müdahalesine lüzum kalmaz. Fakat her nerede bu gibi işlerde zulüm ve haksızlık görünürse, o zaman Islâmî hükümetin tamamen müdahale hakkı vardır. Islâmî hükümet kanun vasıtasiyle bu haksızlıkların önüne geçer.
Amme hizmetleri için millî mülkiyetin (devlet mülkiyeti) hududu.
îslâm, herhangi bir teknik sahada veya ticarî mevzuda hükümetin muayyen bir ölçü koymasını da haram kılmamıştır. Herhangi bir sanayi veya ticarî ıeşebbüs amme menfaatine uygun olur veya umumî maslahat gerektirirse, ferdler de bu işi tekbaşlarma yürütmekten âciz olurlarsa, bu iş hususî teşebbüsün kudretinin üstünde bir durum arzederse veya halkın bu gibi İşleri yürütmeleri amme maslahat ve menfaatine uygun bulunmazsa, o zaman hükümet bu gibi işleri tertibe koyup intizamlı bir şekilde yürütme yolunu tutar. Yine bu örnek gibi, herhangi bir sanayi veya ticarete ait bir iş şubesi hususî teşebbüsün elinde olduğu zaman umumî maslahata aykırı bulunur veya dçtimaî yaşayışın muhtelif cephelerine zorar verecek şekle girerse, hükümet bu fertlere karşılığını ödeyerek bu müesseselerin idaresini eline alabilir-. Münasip bir şekilde de bu işleri yürütüp gider. Bu gibi tedbirlerin alınmasına şer'an bir mâni yoktur. Fakat îs1âm, bütün servet ve gelir kaynaklarının hükûme-ifn elinde bulunmasına, tek başına bütün sanayi ve ticar-î tesislere el koyup kendi inhisarı altında bulundurmasını kabul etmez. Yahut halkın elinde bulunan bütün araziyi devletleştirmesini -caiz ve meşru saymaz. [344]
Beytülmal hakkında îslâmm kesin hükmü şudur Bu Beytülmal, Allanın ve bütün müslümanların hakkıdır Beytülmal üzerinde kimsenin temellük maksadiyle ta sarruf salâhiyeti yoktur. Müslümanlar diğer işlerde olduğu gibi, beytülmallerini, serbest bir şekilde seçtikleri mümessillerine teslim ederler. Bu mümessiller de yine müşavere ile beytülmali, lâzım gelen yerler sarf ederler. Beytülmalden ne alınacak ise ve nereye bir sarfiyat yapılacaksa bütün bu tasarruflar serî usûller üzerine yapılmalıdır. Müslümanların da bilaistisna hepsinin beytülmal hakkında sual sormak ve hesap istemek hakka vardır.
Bir sual.
Sözlerimi burada bitirirken, düşünce sahibi bulunan herkese şu suali sormak istiyorum: Eğer içtimaî adalet, yalnız ve sadece geçim meselesinde olan eşitlik ve adaletin ismi ise, o zaman nasıl olur da her hususta adaleti gerçekleştirmiş bulunan islâm, bu adaletin içine sadece geçim adaletini sığdırmamıştır? Böyle bir adalet dairesinin içinde mevcut bulunan adaletler, geçim adaleti hususunda bizim için niçrin yetersiz oluyor? Niçin ve ne sebepten dolayı br zaruret sayılarak ve böyle bir zaruretin hatırı için ferdlerin bütün hürriyetleri ortadan kaldırılsın ve halkın meşru yollardan elde ettikleri bütün mal ve mülkleri ellerinden zorla alınıp bütün bir millet bir diktatör ve diktatör maiyetinin kölesi durumuna düşürülsün?
Nihayet, bizim kendi ulkelerâniMe/talâmî prenalple-re tamamiyle uyan sâf ve ternu bir çeri hükümet kurarak, Hak Taalânın kanunlarını tamamen icra kılmamıza ne gdbi bir mani vardır? Bû bdr gün bu idealimi» gerçekleştirebilirsek o zaman yalnıa aosyo-konrunistMgin çarpık ve gayrı _ insanî tesirlerinden kurtulmak ve u*ak olmakla kalmayıp, aynı zamanda zavallı esir sosyo-ko-münist - zede memleketler de .belki bizim yaşayış niza, munıa görüp anlarlar ki, îslâm aydınlığı dışındaki yürüdükleri yollar hep karanlık ve zulmetlidir. l§te ancak o zaman gözlerini açmaları mümkün olabilir ve gerçek aydınlığa kavuşmuş bulunurlar. [345]
Bu k.smın son bahsi de, İslâm'da hükümetin örnek usulüdür. Bu. hususta Mevlâna Mevdudî Sâiıib, kendilerinin yazmış bulunduklar' Tefhim - iü - Kur'an tefsirindeki haşiyelerde kaleme alin ı? oldukları mevzuları tertiplemiş ve biraraya getirmişlerdir. Mevlâna'nm bu Tefsiri hakikat olarak çağımızın îslâm edebiyatının şaheserlerinden biridir. Biz, fcm eserin birinci kısmında, bu tefsirdeki, tslâmî hükümet düşüncesi mevzuunu anlatırken, bu tefsirin bazı haşiyelerinden bahsetmiştik. Şinıdj îslâmî hükümetin çalışma nizamı ve onun zabtü r-abtı meselesi, ortaya çıkınca, Örnek usul olarak bundan yine de bahsetmek lâzım geliyor.
Burada kısa, fakat toplu ve mükemmel bir şekilde, îslâmî hükümetin Örneği meyanmda, bu hükümetin içtimaî, siyasî, geçim, talim - terbiye ve muaşereti zabtü rabtıni ortaya koyacağız. Bu usullerin her biri de kendi basma müstakil birer usuldür. £u usi'ller üzerinde yürünürse, o .zaman en mükemmel ve en £ü~ ^ei bir camia ortaya çıkacaktır. îşte İslâm'ın da. isteği budur. Yani îslâm yeryüzündeki insanların öyle bir şekilde yaşamalarını istemektedir ki, emniyet ve asayiş kaim kılınmış olsun. Ahi-rette de, Halt Toalâ'run huzurunda baa*ar aşağı olmasın.
Buradaki, âyetlerin tercümeleri ve "bunların şerhi Muhterem Mevlâna'nm kendi kalemlerinden çıkmıştır. Hazırlayıcı da mevzuları birbirine bağlamak hususunda bazı cümleler eklemek zortm-da kalmıştır. Şimdi bu mevzudaki bahisler toplu bahislerdir. Elimizdeki şekliyle de ilk defa -basilmiş oluyor. (Hazırlayıcı) [346]
Kurlan-ı Kerim'e göre, hükümetin maksadı, iyilik, adalet ve İlâhî kanunu hâkim kılmaktır.
A. Yeryüzüne yerleştirdiğimiz kimselerin kendilerine iktidar verdik. Bunlar, namazı ayakta tatarlar, zekât verirler, iyiliği emrederler ve fenalıktan menederier. tşlerin sonu da AUah*a aittir.
(Hac, 41).
Yani Hak Taalânın yardımına ve O'nun inayetine müstahak bulunan halkın vasıfları şudur: Yeryüzünde kendilerine iktidar ve hükümranlık verilince, şaflısî ahlâkları dtbiariyle fısk ve fücur, gurur ve kibir, kendilerini büyük görmek yerine, namazı ayakta tutarlar, ellerinde bulunan serveti gayrı ahlâkî yollarda ve boş işlerde, nefs havasında ve ayş-ü işrette sarf etmeyip, zekât öderler. Onların hükümeti, iyiliği ortadan kaldırmak için değil, iyiliği teşvik etmek gayesi ile hizmet görür. Fenalıkları teşvik etmek iç&n değil, fenalıklara son vermek için çahşir.
işte bu kısa tarif ile, îslâmda hükümetin nraksadı ifade edilmiş olur. Ve bu hükümetin memurları ve buyruk sahiplerinin vasıfları ve hususiyetleri de meydana çıkar. Bir kimse eğer anlamak isterse bu kısa imh ile îslâmda hükümet diye anlatıimak istenilen devlet şeklinin ne olduğu ve ne için vücut bulacağını kavramış olur.[347]
Bu ümmetin şeref ve imtiy&zî vasfı, bütün insanlık haklarım yerine getirmesidir. İyi ve makbul (maruf) işlere hizmet etmek, halkı bu hedeflere yöneltmek, fert ve cemiyet olarak hep bu yolda çalışmaktır.
B. Ve böylece sra iıraeı bir ümmet kıldık (ümmet-i vasat) hiz dünya halkının üzerinde gözcü (şahidi) olursunuz. Nitekim Resul de sizin üzerinizde (şahid) gözcüdür. (El - Bakara, 143).
İşte bu, Hazret-i Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in ümmetine has olan önderliğin ilânıdır. Burada her iki cihete de «işaret» vardır. Bir tarafda Hak Taalâ-mn önderliği vardır. Buna göre, «Hazret-i Muhammed Sa'lallahu Aleyhi ve Sellem'in tebaiyetini kabul edenler doğru yoldadır» denmektedir. Bunlar doğrulukla ilerlemeğe yüz tutmuşlardır. Derleyerek, öyle bir mertebeye ulaşmışlardır ki, aracı ümmet olmak hakkını kazanmışlardır, îşte bu, kıblenin değişmesiyle alâkalıdır. Dirayet yoksunu kimseler, kıblenin bir mahalden diğer bir maha-le değişmesini sadece ve alelade bir yer değişmesi zannederler. Halbuki bu iş doğrudan doğruya o zamanki dünya ahvalinin değişmesi demektir. Hak Taalâ o zamana. kadar1, dünya önderliğini israil oğullarına vermişti. Bu âyet-i kerime ile takdiri îlâhî, bu önderliği ortadan kaldırarak, Hazret-i Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Selle-min ümmetini dünya milletlerine önder olarak tayin buyurmuştur. İsrail oğullarını da böyle bâr makamdan az-letmiştir. îşte bu hususun belirtilmesi için de kıblenin değiştirilmesi emredilmiştir. Yoksa kıblenin Beytülmu-kaddesten Kâbeye değiştirilmesinin başka bir sebebi yoktur.
Ümmet-i vasat» mefhumunun manası çok şümullüdür. Bu kelimenin tercümesini başka kelimelerle yapmak kabil değildir.
Bundan maksad, ümmetin Öyle yüksek ve öyle üstün bir makamı olmasıdır ki, adalet ve insaf ancak bu ümmetin vasıtasiyle kaim kılınmış olur. Dünya milletleri arasında başkanlık bu ümmete verilmiş bulunuyor. Bu ümmet doğruluk ve hakikat üzerinde yürür; eğrilik ve haksızlıkla alâkasj bulunmaz.
Sonra buyruluyor ki, sizi «ümmeti vasat» kıldığımızın sebebi de şudur:
«Siz, halkın üzesrîne gözcü olursunuz. Nitekim Resul de sizin üzerinizde gözcüdür.»
İnsanlar ahirette hesap vermeğe başladıkları zaman Resul de bizim mesul mümessilimiz olarak biae şehadet verip dâyecektir ki, bu ümmete, T>enim öğrettiğim doğru düşünce, sahih amel ve adalet nizamı üzere yürümüşler ve kendilerine öğretmiş bulunduğum düsturları noksansız olarak, bir şey değiştirmeden ve üzerine birşey eklemeden diğer halka da ulaştırmış ve Öğretmişlerdir. Amelî olarak da bu işleri doğru tatbik etmişlerdir. Bundan sonra Resulün yerine geçme vasfı ile, siz de umum insanlara şahidlik edip dersiniz ki, Resul bize neyi nasıl Öğretti ise, biz de aynen bunu bu insanlara ulaştırdık. Resul bize neyi nasıl gösterdİyse, biz de bunlara aynı şekilde noksansız ve eksiksiz gösterdik. Ve bu hususta hiç bir kusur işlemedik.
Bu şekilde bu dünyada bir kimse yahut da bir zümre Allah tarafından şahid olmak mansıbına yükselmiş, olursa, hakikatte bu kimse veya bu zümre, halka imamlık ve önderlik makamına da yükselmiştir. Buna göre nerede fazilet ve üstünlük varsa, orada mesuliyet derecesi de o kadar fazla ve büyüktür. Buradan şu mana da anlaşılır ki, nasıl F^sulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem-bu ümmete, Allah korkusu, doğru yaşamak, adalet, hak taraftarlığı dçdn canlı şahid ise, bu şekilde O'nun ümmeti de bütün dünya için canlı şahiddir. Nitekim Resulün akval ve ef ali bu ümmet için örnek teşkil ediyorsa, O'nun ümmetinin de akval ve ©Tali dünyanın diğer halkı için örnek teşkil edecektir.
Aynı âyetten bir de şu mana anlaşılır:
Nasıl ki Hak Tealâ, bir ümmet olarak, doğru yolda yürümeniz için, hidayet yolunu göstermek maksadiyle Regulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellemi göndermiş ve O' da sizi doğru yola götürmekten mesul ise — hatta o kadar mesul ki, zerre kadar bu hususta kusur etmiş olsaydı hemen Hak Taalâ kendisini muaheze ederdi — aynı şekilde O'nun ümmeti olan siz de dünyanın diğer halkını doğru yola götürmek ve hidayet yolu göstermek için, bir ümmet kılınmışsınızki, vazifenizi yapmadığınız zaman siz de muaheze edileceksiniz.
Şimdi eğer biz, Allah Taalânın adaleti karşısında doğru şehadet edip de; Senin Resulün vasıtasiyle bize ulaşmış bulunan hidayetlerini biz de senin diğer kullarına ulaştırmakta kusur etmedik, diye bildiremezsek, o za-man biz de ağır bir durumda mesul oluruz. Bize verilmiş bulunan imamlık ve Önderlik iftiharı da ortadan kalkıp gider.
Bizim imamertimiz ve bizim önderliğimiz devrinde, "hakikî kusurlarımız, fikir ve ameldeki sapıklıklarımız yüzünden, dünyada bu kadar fitne ve fesat ortaya çıkmıştır. Bunların hepsi i$in, Şer önderleri veya Şeytanlar, ins ve cinn de bir arada muaheze edileceklerdir. Bize de şu sual sorulacaktır: Dünyada o kadar masiyetler, zulümler ve sapıklıklar icra edilmişti. Bunlar icra edilirken sizler nerede idiniz[348]
C. Siz halk kin ortaya çtkanhnış en iyi Ümmetsiniz ki, doğru yola emreder, eğri yoldan m^a eder ve Allah'a da iman edersiniz.
(Âli İmran, 110).
Bu mefhum Sûre-i Bakara'nın 70. nei rükuunda da beyan edilmiştir. Nebiyyi Arabî Sallallahu Aleyhi ve Sel-]em'in tâbilerine bildirilmiştir ki, siz, dünyanın imamlığı, önderliği ve rehberliği mansıbına yükselmiş bulunuyorsunuz. Benî İsrail, ehliyetsizliklerden ve beceriksizlikleri yüzünden bu mansıptan azledildiler. Onların yerine siz geçirildiniz. Bunun için, şimdi siz ahlak ve amel bakımından dünyanın en iyi insan camiasısuıız. Siz de öyle vasıflar olmalıdır ki, bu vasıflar adil imamette zarurîdir. Yani iyiliği kaim kılmak, fenalığı ortadan kaldırmak, Allah (Vahdehü L*â Şerike Leh) m cazibesine kapılmak, hem itikadla hem de amel ile kendinizi Rabbe teslim etmek, sizin şiarınız olmalıdır. Buna göre şimdi size tevdi edilmiş bulunan vazifeden siz mesulsünüz. Bunu bilmeniz lâzımdır. Yanlış yolu bırakıp doğru yoldan yürümeniz icabe-der. [349]
D. Benî Israilden, kâfur yolu tutmuş olanlar, Davud'un ve İsa ibnri Meryem'in İlişimi ile lanet edildiler, bu, onların taşkınlık yaptıkları ve aşırı gittikleri içindir. Onlar eğriliklerden men etmez ve eğri ,işi ilerletirlerdi. Ne kadar da kötü işler işlerlerdi. (Maide 78 - 79).
Her kavim arasında taşkınlık ilk önce birkaç kişi tarafından baş'ar. Kavmin içtimaî vicdanı canlı ise, o zaman efârı umumiye bu taşkınlığa karşı koyar ve taşkınlık ortadan kalkar. Fakat kavmin efradı bu gibi işlerde müsamaha gösterirler, yanlış yol tutan güruhu ayıplayacakları ve onları doğru yola getireceklerine bu sapık
azınlığı beğenirlerse, o zaman cemiyet de bu yanlışlıklara ve bu eğri yol tutanlara kapılmış olur. Gitgide fenalık yayılarak bütün ferdlerd sarar. Ve bütün bir milleti berbat eder. İşte Benî îsrailin içtimai durumunun da tefessüh etmesine sebep olan hastalık budur. [350]
E. Ve O*nun yolunda çaBışınizj, olur ki, siz felah bulursunuz.
(Maide, 35)
Âyet-i kerimenin metninde «cahidû : çalışınız» kelimesi kullanılmıştır. Bu mefhum alelade çalışmak değil; burada karşılıklı çalışma mefhumu vardır. Çünkü kelime «Müeahede : karşılıklı çalışma» şeklinde kullanılmıştır.. Aynı zamanda kelimenin kökü «cehd» den geldiğine göre, sây ve gayretle çalışmak kasdedilmiştir. Sade çalışma değil, çaba ile demektir. Esas sahüı mefhum şu manayı aksettirir: Hak Taalânm emrettiği yolu kapatmak isteyen herhangi bir kuvvet ve illet ortadan kaldırılmalıdır. Bu yolu açmak ve AJlahm rızasını kazanmak için müs-lümanlarm işbirliği yapması ve birbirlerine dayanarak çalışması gerekir. Gerek kendi nefsinizi yahut da diğer müslümanları Allahtan başkasına kul yapmak isteyenlerin karşısına dikilerek ve onların bütün bu uygunsuz işlerinin önüne geçerek doğruluğu ortaya koymak için, dayanışmak, yardımlaşmak ve el birliği ile çalışmak şarttır. Ancak böyle bir çalışma sizin gerçek manadaki kurtuluşunuzun ve muvaffakiyetinizin ve Hak Taalâya yakın gla-. bilmenizin medarıdır.[351]
Bu âyet-i kerime, her mümin kulu, doğru olmayan işlerle savaşmağa, Allah yolunda çalışmağa, ne şekilde o'ursa olsun, hangi vasıta bulunursa bulunsun mücadele etmeğe davet eder ve yol gösterir. Bir taraftan mel'un şeytan, ve mel'un şeytanın şeytanî olan ordusu, diğer taraftan da insanın kendi nefsinin içinde bulunan arazı nefsaniyesi bütün bunlann yanında da Hak Taalâdan yüz çevirmiş yığm yığın insanlar, — ki, bunlar arasında her çeşit, içtimaî, medenî ve geçdm peşine takılıp Hak Taalâ-yı unutanlar da vardır. — başka bir taraftan, yanlış din, yanlış mezhep ve akideler ile medenî ve siyasî nizam kurup Allah Taalâya karşı ayaklanma yolu tutmuş olanlar ve Hakkın kulu olmak yerine batılın kulu olmağa insanları mecbur edenler. Bütün bu çeşitli düşmanlara karşı müslüman olanlar çarpışacak ve savaşacaktır. Karşıda bulunan ve savaşılması icabedenlerin hepsinin de silâhları ayrı ayrı olmakla beraber, bir tek gayeleri vardır ve bu. gayede müşterektirler. Onların gayesi insanı Allah'tan başka birisine itaat ettirmek ve Allah kulluğundan çıkarıp kula kul yapmaktır. Bunun hilafına insanın ilerlemesi, Hakka yakınlığı ve bu mertebeye yükselebilmesi, şu temel kaideye bağlıdır: Tamamen Allaha itaat etmek, ba-liiıiîidan zahirine kadar halis bir niyetle Allahın emrettiği yoî üzerinde bulunan maniaları ortadan kaldırmak için savaşa girişmek, her zaman ve her durumda bu maniaları temizleyip yolun açılması için çalışmak ve bu şekilde bu yolda yürüme imkânını bulabilmektir. [352]
İslâmî hükümetin hususî bir durumu vardır. Bu hükümet davet edici bir vasfa haizdir. Kendi salâhiyeti hu-duıları dahilinde ve idare ettiği ülkelerin dairesi içinde «Din» i kaim kılmak için çalışır. Bütün dünya milletlerine karşı îslâmın gerçeklerini açıklamak yolunu tutar. Ve dünyanın diğer bütün milletlerini de islâm yoluna davet eder. Bu hükümetin ayrı hususiyetlerinden biri de tebIdfci (misyoner), ve öğretici (muallim) oluşudur. Bu hükümet, bütün icraatını muhabbet, kardeşlik, müşavere, acıma, merhamet ve dert ortaklığı esaslarını gözönünde tutarak yürütür. İşte Islâmî hükümetin esas hususiyet ve vasıfları bunlardır.
A. Eğer Allah isteseydi, herhalde onlar da Allah a ortak konmazlardı. Biz de seni onlara koruyucu dikmeydik. Sen de onlara gözcülük etmezdin. Ve Allah'tan başkasını çağıranlara söğmeyiniz. Çünkü onlar da bilmedikleri için düşmanlıklarındıan Allah'a söğerljer. (En'am, 107 - 1Ö8).
Mesele şudur: C, sizi davetci ve tebliğci (misyoner) kılmıştır. Sizi üıtisab ağasa, zabtiye nazırı, polis müdürü tayin etmemiştir. Sizin vazifeniz, halkı aydınlatmak, Hakkı belirtip, halka Hakkı gözetmeği öğretmek, halka doğru yolu göstermek için çalışmaktır. Şayet bir kimse, hakkı kabul ederse ne alâ, aksi takdirde kabul etmeyebilir de.. Siz, halka zorla hakkı kabul ettirmeğe vazifelen. dirilmiş bulunmuyorsunuz ki, halka hakkı zorla kabul ettiresiniz. Zira onların bu inkârları size bir mesuliyet yüklemiş olmaz. Size denmemiştir ki, nübüvvet dairesi dahilinde, bâtıl peşinde koşan hiçbir kimse kalmayacaktır. Böyle kimseleri bırakmıyacaksımz. Yine size denmemiştir ki, illa Allah yolunda çalışmayanları yok edecek-s'tvk. Onlara zorla hakkı öğreteceksiniz. Acaba bir tekvini işaretle bütün insanlar Hak yolunu tutmazlar miydi, ü'akat maksat bu değildir. Maksat şudur ki, insanlar Hak ile batıl arasını ayırt etmekte serbest olsunlar. Sonra Hakkın aydınlığım gözönüne alarak batılın karanlığına bakıp bunların hangisinin iyi olduğunu seçsinler. Bu bakımdan sizin de esas Çalışma şekliniz, bu aydınlığın size göstermiş buluduğu yolda da yürümeniz olmalıdır. Karanlıkta yolunuzu şaşırıp sapıtmamalısınız. Başkalarına da bu yolu gösterip, onları da karanlıktan kurtarmalısınız. Bu daveti kabul eden halkı da kendi basma bırakmamalı ve birlikte çalışmalısınız. İsterse bunlar ehli dünya gözünde hakir görünen kimseler olsun. Bu daveti kabul ettikleri takdirde sizin gibi olurlar ve sizin yolunuzdan yürürler. Aksi haide bu daveti ka.bul etmeyenlere de gücenmek yoktur. Onlarla yumuşaklıkla geçinme yolunu tutacaksınız. Olabilir ki, gittikleri yolun kötülüğünü anlarlar da doğru yola giderler. Fakat kendi yolları üzerin^ de gitmekte ısrarlı olurlarsa, o zaman da onları kendi hallerine bırakırsınız.[353]
B. Allanın rahmet ve keremi iledir ki, sen onlara yumuşak davranırsın. Yoksa sen kaba ve katı yürekli olsaydın, herhalde onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Şimdi onlaıfı bağışla ve kendileri için de mağfiret dile. İç. hakkuıda kendileriyle müşaverede bulun. Karar verirsen Allaha tevekkül et. Elbette ki, Allah tevekkül edenle ri sever.
(Âl-i İmran, 159).
C. Ehl-i kitab ile ancak güzellikle mubahasa ediniz. Ancak onlar arasından zulmeden zâlimler hariç.
(Ankebût, 46).
Yani mubahasa edilirken makul delillere istinat edilmelidir. Terbiyeli bir şekilde ve en uygun kelimelerle konuşma devam etmelidir. Şiddet gösterilmez ve tarize kalkışılmaz. Yumuşaklık gösterilerek karşı tarafın düşüncesini düzeltmek mümkün olur. Tebliğci ve davetçi (misyoner) in vazifesi öyle bir şekilde söz söylemektir ki, muhatabının gönül kapılarını açabilsin. Hak sözler. oradan içeri girebilmelidir. Doğru yol en canlı şekilde gösterilmelidir. Davetçi «pehlivan» değildir ki, güreşerek ve dövüşerek rakibini alt etmek yoluna gitsin. Belki o bir hekim gibi, bir doktor ve tafcib gibi, hastanın mizacını yoklayarak nabzına göre şerbet vermesi gerekir. Her zaman da şunu düşünmek icabeder: Acaba verilen ilâçlar da bir yanlışlık var mıdır, yoksa yok mudur, İlâçların yanlış olmamasına dikkat edilecektir. Çünkü yanlış ilâç hastalığı tedavi edeceğine bilakis hastalığı arttırır. Şu meseleyi de özönünde bulundurmak lâzımdır: Hastaya öyle ilâç verilmelidir,,ki, hasta fazla sıkıntı çekmeden hastalıktan bir an evvel kurtulsun, iyileşsin. Bu hidayet, ehl-i kitab ile mubahasa edilirken gözonüne alınmalıdır. Fakat illâ ehl-i kitapla böyle olacak da diğerleri ile olma^ yacak değildir. Bu usul, din temliği için Kur'an-i Kerimin koymuş olduğu umumî bir kaidedir. Kur'an-ı Kerim muhtelif yerlerde bu hususu tekrar tekrar bildirmiştir :
Kabinimi yoluna, hikmetle, güzel öğütle davet et ve kendileriyle en güzel şekilde mubah a se eyle. (NaİıI, 125).
İyilikle fenalık aynı değillerdir. Muhaliflerin hücumuna karşı) müdafaada öyle bir usul tutmalısın ki, en iyisi olsun. Sen göreceksin ki, seninle aranızda düşmanlık bulunan kimse bile bu şekilde sıkı Iht dost oîup gider.
(Ha Mim Secde, 34).
Siz fenalığı iyilikle karşılayın. Biz onların ne gibi vasıflar (ona muhalefet için) uydurduklarını biliyoruz.
(Mümdnun, 96).
Afv île işe giriş, iyiliğe emr et, cahillerden yüz çe-vîr. (kendi hallerine bırak).
Eğer şeytan vesvese düşüncesini sana iletmek isterse, o zaman Allah'a sığın. (A'raf, 199 - 200)
Yani zulm yolu tutmuş bulunanlara karşı, onların zulümlerinin çeşidine göre muhtelif tavru hareketlerde bulunulacaktır. Asıl mesele yine her zaman, her kavimle, her milletle yumuşaklık ve tatlılıkla geçinilecektir. Dünyada Hak yolu davetçisinin izzet ve şerefi, birine karşı yumuşak davranmakla ortadan kalkmaz ve mezellet olmaz.
İslâm kendi tabileri, kendi muktedalan için izzet ve .şerefin bulunmasını zarurî saymıştır. Fakat tatlı söz söylemek, acizlik ve miskinlik değildir. Ancak herhangi bir zâlim, izzet ve şerefle oynamağa kalkarsa o zaman onu kendi haline bırakırlar. Yumuşatmanın çaresini ararlar.[354]
D. işte Firavun yeryüzündie dik kafalılık etti. Ve yeryüzü halkını bölük bÖKik ayırdı. (Kasas, 4)
Yani onun hükümetinin usulü şu değildi ki, devletinin hudutları içinde yaşayan halk hukuk bakımından eşit olup, birbirleriyle aynı olsunlar.. Belki onun medeniyet ve siyasetinin iktizası şu idi ki, ülkesinin sakinleri gurup gurup, bölük bölük ayrılsınlar. Bir kısmına imtiyazlar tanınsın, üstün haklar verilsin; diğerlerine aynı hak ve imtiyazlar verilmesin!.. Bir kısmı hüküm sürsün, diğerleri ise mahkûm durumda bulunsunlar.
Şimdi şüphe yoktur ki, îslâmda da Müslüman ve zinımî arasında fark gözetilir. Hukuk ve salâhiyetler bakımından bu iki camia aynı değillerdir. Fakat burada fark meselesi başka bir şeydir. Firavnî fark meselesi, bambaşka bir şeydir. Buradaki fark, Firavnî farkın tamamen aksine, tamamen onun zıddına, soy-sop, renk, li. ' san ve sınıf imtiyazları üzerine değildir. Bir usul ve nıes^ lek (meşreb) farkı meselesidir. Islâmî hükümet nizamında zimmîlerle müslümanlar arasında kanun bakımından hiçbir fark yoktur. Kanun muvacehesinde bunlar eşittirler. Fark ancak siyasî bir farktır. Bu farkın menşei de şundan başka bir şey değildir. Bir hukuk usulü hükümetinde, hükümetin idaresini elde tutmak, bu usule inanmış olan kimselerden teşekkül etmiş bulunan cemaatin hakkıdır. Her kim bu cemaate girerse ve bu usulü kabul ederse, o da bu hükümeti yürütmeğe hak kazanmış olur. Yoksa herhangi bir kimse bu usulü kabul etmediği takdirde, o zaman bu cemaatin dışında kalır ve hükümeti yürütmeğe iştirak edemez. Şimdi bu tefrik ile Firavnî şekildeki tefrikin arasında benzerlik acaba nerededir? Orada bir zümre hâkim, diğer bir zümre de mahkûm durumdadır. Mahkûm zümre ise, siyasî ve kanunî haklardan hatta insanî haklardan bile mahrum vaziyette bulunuyor, tfiç bir şey onların haklarını tekeffül etmiyor. Bütün gelir, menfaat, hep hükümran bulunan hâkim zümrenindir, bu zümreye hastır. Hak hukuk denilen şey de yine bu hâkim zümreye aittir. Diğerlerine bir şey verilmez. Verilirse de ancak hâkim zümre tarafından merhameten verilir.
E. Ey halk, sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da onun eşini halk eden ve ikisinden de bir hayli erkekler ve kadınlar üretip her tarafa dağıtmış bulunan Rabbiniz.
den çekininiz. (Ndsâ, 1)
Yukarıdaki bahislerde, insanların eşit haklarından bahsetmiştik. Bilhassa ailevî ve hanedanî nizamın iyiliği ve sağlamlığı için zarurî olan kanunların konulmuş olduğunu işaret edelim. Bu mukaddimede bir taraftan Allah korkusu, O'nun rızasının hilafına bir harekette bulunmaktan kaçınmak, diğer taraftan da şu meseleyi gözö-nünde bulundurmak lâzımdır: İnsanların aslı birdir. Ve bunlar birbirlerinin kanlarından, etlerinden, kemiklerinde ve derilerinden ortaya çıkmışlardır.
«Sizi bir nefs-i vahideden yarattık» demek, insanların asıl hilkatlerinin bir tek fertten olduğunu bildirir.
Başka yerde Kur'an-ı Kerim bu meseleyi kendisi açıklamaktadır:
«Yeryüzünde bulunan ilk insan Adem'di. Dünyadaki insanların nesli ondan gelmiştir.» Diye bilgi verilmiştir.
«Bu nefs-i vahideden de onun eşini halkettik.» Bu hususun tafsilatı hakkında bilgimiz yoktur. Bu nefsi vahideden onun eşi nasıl yaratıldığı mevzuunda malumat sahibi değiliz ve olamayız da. Tefsir Ehlinin beyanı bu -kadardır. Bible (Kitab-i Ahdi Atik) de böyle beyan eder. İlk önce Adem Aleyhisselâm, sonra da Havva yaratılmıştır. Fakat Allah'ın Kitabı 'bu hususta bir şey söylemez ve bir şey açıklamaz. Hadis-i Şeriflerde bu mevzu hakkında bazı açıklamalar vardır. Bunlar da halkın anlayacağı vaziyette değildir. Bu bakımdan bu mesele üzerinde fazla durup Havva nasıl yaratıldı diye vaktimizi boşuna zayi etmeyelim. (!) Ancak şunu bilmeliyiz ki, insanların hepsinin aslı birdir.
D. Din hususunda isteksizlik (zorlamaca) yoktur. (Bakara, 256). [355]
Burada dinden maksat Allah Taalâya mahsus bulunan akide demektir. Yukardaki cümle Ayetelkürsîde beyan buyurulm ustur. Bütün yaşayış nizamı bu fikre isti^ nat eder. Ayet-i kerimenin mefhumunun manası şudur ki, «îslâm» öyle bir itikadî, amelî ve ahlâkî nizamdır ki, zorla kimseye bir şey kabul ettirmek istemez. Bu beşerî bir fikir değildir ki, baskı yapılarak, zor kullanılarak, birisine kabul ettirilsin. [356]
Yukardaki âyetler ve onların teşrihi îslâmî hükümetin hususî durumunu ve mizacını aydınlatır, islâm kendine has olarak yegâne hükümet sistemi ve yegâne jhükû» met rejimidir ki. kahir kuvvetle birlikte yine aynı zamanda dert ortaklığı, merhamet, şefkat, dostluk ve sevgiyi de bir arada bulundurmaktadır*
işte bu, öyle bir hükümet -sistemidir ki, insanlık içan tam bir rahmet olarak gelmiştir. Buna göre bu devletin esası ve hareket tarzı müşavere üzerine konmuştur. [357]
Rabbani işaret şöyledir :
Onların işleri aralarında, müşavere iledir. (Şûra. 38)»
İman ehlinin vasıflarından biri de Sûre-i Âl-i Im-ran'da 159 uncu âyetj kerime'de bahsedilen vasıftır. Yu^ kandaki âyet ve Sûre-i Âli îmran'm diğer âyetine göre, îslâmî yaşayış tarzının esas rüknünü müşavere usulü teşkil eder. Müşavere olmaksızın, içtimaî işleri yürütmeğe kalkmak, sadece cahiliye usulü ile iş görmek değil, aynf zamanda Hak Taalânm emretmiş olduğu usule de açık bir şekilde muhalefet etmek demektir. Bu bakımdan, Is-lâmda müşaverenin ne kadar mühim bir hususiyeti olduğu meydandadır. Bu hususa son derece ehemmiyet verilmiştir. Bu mesele üzerinde düşündüğümüz takdirde, karşımıza üç açık mesele ile karşılaştığımızı görürüz :
1. Herhangi bir meselede iki veya ikiden fazla kimsenin fikri ve düşüncesi bir tek kimsenin fikrinden ve bir tek kimsenin düşüncesinden elbette ki, daha isabetli ve daha da kuvvetlidir. Müşterek işlerde, indî hüküm vermek ve tek basma iş görmeğe kalkmak doğru değildir. Böyle bir yol tutmaya kimsenin hakkı yoktur. İnsafın iktizası da budur. Bir çok kimseyi alâkadar eden hususlarda birçok kimselerin de fikirlerini almak lâzımdır. Bu kimselerin sayıları pek çok ve bunlar bir hayli kalabalık olurlarsa, o zaman onların itimat ettikleri mümessilleri ile müzakere edilir ve onlarla müşaverede bulunulur. Fikirlerine ve reylerine baş vurulur.
2. Cemiyete ait müşterek meseleleri bir şahıs kendi keyfî ve indî mütalâasiyle yürütmeğe kalkışırsa, böyle bir icraat sahibi mutlaka şahsî garazının pençesine düşer. Başkalarının haklarım çiğnemeğe de kalkar. Yahut öyle bir hal ahrki bu kimse kendisini büyük görür de başkalarını hakir telakki eder. İslâm ahlâlfl bu iki sıfatı da kötü görür. Bir mümin böyle çirkin sıfatlarla muttasıf olamaz. Mümin kimse ne garazkâr olur, ne de başkaları-nm hakkına tecavüz etmeğe kalkar. Ne de böyle yapmakla kendisine fayda temin etmek yolunu tutar. Kibirli ve kendini beğenmiş de olamaz. Ben her şeyi biliyorum, herkesden de akıllıyım, diyemez.
3. Başkalarının işlerini ve muamelelerini yürütmek ve onların meselelerini halletmek durumunda olmak büyük bir mesuliyeti iktiza ettirir. Bir kimse Allah'tan korkar ve Allah huzurunda mesul olacağını bilirse, böyle bu a£ır \ ükü tek başına yüklenip, bu yükü tek basma taşımağa Jiaîkmaz. Bu ağır yükün altına girmeğe cesaret etmez: Hiçbir mesuliyet hissi taşımadan mevki ihtirasına kapılanlar, Allah'tan korkmayan ve kıyamet gününün hesabımdan da çekinmeyen kimselerdir. Allah'tan korkup, ahiret gününün hesabından çekinen ve bu hesabı düşünen kimseler, elbette ki, müşterek muamelelerin, müştereken yürütülmesi için çalışırlar. Btı meselelerle ilgilenenlerin hepsi, yahut da onların güvenilir mümessilleri ve vekilleri ile müşavere ederler ve onların iştiraki ile işleri yürütürler. Çünkü, ancak bu şekilde müşavere ile gerçek hal yolunu bulmak mümkün olur. Ve insaf da gözetilmiş bulunur. Eğer bu hususta bilmeyerek birisi hatalı bir yol tutmuş ise, diğerleri onun bu hatalı yolunun önüne geçer ve düzeltip doğru yola getirir. Hatalı yol tutulmuş olursa bunun da mesuliyeti bir tek şahsın üzerinde kalmaz. Mesuliyet taksim edilir.
Bu üç hususun üzerinde bir kimse düşünürse, o zaman şunu da anlayacaktır ki, îslâmm insanlara Öğrettiği ahlâkî talimin esasında müşavere iktiza eder. Bu yoldan ayrılmağa İslâm, katiyen müsaade etmez.
îslâmî yaşayışın içtimaî mevzularma ait en küçük meseleden, en büyük meseleye kadar istisnasız olarak hepsinde müşavere lâzımdır. Tîi usulden bir zerre kadar inhiraf etmek en 'büyük cürüm ve ahlaksızlıktır. İslâm da bu ahlaksızlığa asla müsaade etmez. Ev, işlerinden tutun da erkek ve kadının birbirleriyle olan davranışları ve çoluk çocuk terbiyesinde de müşavere lâzımdır. Aile ve akrabalık münasebetlerinde de aynı usule baş vurulur. Aklı başında olan aile mensuplarının fertleriyle de müşavere edilir. Bir aşiret, bir kabile veya kardeşlik ve yahut da koy halkı müşterek meselelerini bu usulle hal yoluna giderler. Fakat halk çok olunca ve bunların hepsinin müşavereye iştirak etmelerine imkân bulunmayınca, o zaman bunların itimada şayan ve güvendikleri nıüsessilleri ve vekilleri toplanıp bir meclis teşkil ederler ve bu meclis ile içtimaî işler müşavere edilir. Müşaverenin neticesinde ya itifakla yahut da çoğunlukla rey verilir. Bütün bir milletin işlerini yürütmek için elbette ki, bu milleti teşkil eden fertlerin fikirlerini almak icabeder. Onun için, bunlar da ancak itimat ettikleri kimseleri kendilerine mümessil veya vekil tayin etmelidirler, tman sahibi bulunan bir kimse cebir ve şiddet kullanarak veya başka usullere baş vurarak fikrini diğer kimselere kabul ettirmek yolunu tutmaz. Milletin üzerine musallat olup da dediğim dediktir diye baskı yapmak ve dolambaçlı yollardan nal kın rızasını mecburiyet tahtında elde etmek de aslında alda-ücılık ve hilekârlıktan başka <bir şey değildir. Müşavere hususunda, müşavere edilecek olan kimselerin de serbest olmaları lâzımdır. Serbestçe, — kimseden korkmadan, kimseden çekinmeden, taraf gözetmeden, taraftarlık etmeden ve tesir altında kalmadan — fikir .beyan edebilmelidirler. Bu şartlar tahakkuk etmedem ve işin içinde çeşitli şekiller, hileler ve hud'alar bulunursa o zaman Onların işleri aralarında müşavere iledir.» Âyet-i Kerimesinin medlulüne aykırı hareket edilmiş olur.
Onların işleri aralarında müşavere iledir.
Kaidesinin fıtratı ve çeşidi bakımından şu beş meseleyi gözönünde bulundurmak iktiza eder.
1. içtimaî muamelelerde, halkın hak ve hukukuna ait hususlarda halkın tamamen serbest bir şekilde rey vermeleri ve fikir beyan etmeleri lâzımdır. Aynı zamanda, bu muamelelerin ve bu meselelerin ne şekilde ve ne için yürütüldüğü hakkında tam manasiyle haberdar olmaları icabeder. Yine onların, kendilerini alâkadar eden meselelerde ve muamelelerde herhangi bir hatâ ve yanlışlık gördükleri takdirde yahut da herhangi bir kusur ve ihmal bulurlarsa içtihat edebilip, ıslah etmek yolunu gösterebilmek ve bu işleri yürütenleri ikaz etmek hakları olmalıdır.
Halkın ağzını ve dilini bağlayarak onlara hiçbir şe^ yi haber vermeyerek, halkın içtimaî meselelerini ve muamelelerini devam ettirmek imansızlıktan başka bir şey değildir. Böyle bir hal,
«Onların işleri aralarında müşavere iledir.» Âyet-i kerimesinin emrine ihanet teşkil eder.
2. İçtimaî işleri» ve meselelerin yürütülmesinin mesuliyeti öyle bir kimsenin üzerinde olmalıdır ki, halk kendi rızalariyle bu işleri o kimse veya' o kimselere tevdi etmelidir. Tevdi etmek işi tam rıza ve tam istekle — ko'rkmaksızın, bir şey beklemeksizin ve serbestçe — olmalıdır. İşin içinde korkutmak, tamahlandırmak, para verilerek yahut da her ne şekilde olursa olsun bir menfaat vaad edilerek bir kimse iş -başına gelir de işleri â
rc etmeğe kalkışırsa, hakikatta bu şekil rıza demek değildir. Bir milletin işlerinin yürümesi şu demek değildir İçi T birisi çıkıp mümkün olan her çareye baş vurup, kendisini iş başına geçirsin. O, ancak halkın tam bir gönül rı/,asiyle iş başına geçerse o zaman meşru ve kanunî oh11'-
3. îşin başında bulunan idareci için, halk tarafındın seçilen veya tayin edilen müşavereci kimseler de yine halkın güvendiği ve itimat ettiği kimseler olmalıdır. Şurası da muhakkaktır ki, bu işde yine de hille, dalavere, tehdit ve temahlandirma, vaad etme, para ile halkın vicdanını satın alma ve buna benzer şeylerin yeri yok_ tu^- Bu şekilde bu makama çıkacak olanların da makam-lai*i gayn meşru olur.
4. Müşavere edilecek olanlar da yine kendi dinlerini, vicdanlarını ve bilgilerini gözönünde tutarak rey vermeh' ve fikir beyan etmelidirler. Tam bir serbestlik dairesinde düşüncelerini ortaya koymalıdırlar. Orada şu işin de yeri yoktur ki, birisine taraftarlık edip, yahut da ^İrisinden korkup veya daha başka bir şekilde vicdan ve (jiji duygusu serbestisinin dışında verilmiş olan rey ve beyan edilmiş bulunan fikirler de gayrı meşru olur. Böy-\c hiyanetler ve gaddarlıklar yine «Onların işleri arala, rıiula müşavere iledir.» âyet-i kerimesinin medlulüne ay-]cıri demektir.
5. Müşavereciler yani Şûra Ehli, ya icmâ ile (ittifakla) yahut da cumhur ile (çoğunlukla) rey vermelidirler Bu da nasıl kabul edilebilir ki, bar kimse bütün bir zjjjnrenin reylerini dinledikten sonra, «Ben Bilirim» dermekte hakh olup istediğini yapabilsin. O zaman müşaverenin manası kalmaz. Hak Taalâ âyet-i kerimede şöyle buyurmamıştır: «Onların muamelelerinde kendileriyle müşavere et»
Hak Taalâ şöyle buyurmuştur :
«Onların işleri aralarında müşavere ile olur.»
Yani onlar işlerini müşavere ile yürütürler. Başka türlü yürütmeğe kalkmazlar. Bu hidayet sadece müşavere edilmesi için değildir. Belki müşavere edildikten sonra bu müşaverenin neticesi üzerinde işlerin yürütülmesi içindir. Müşavere edilerek, icma veya çoğunluğun reyine uyulacak ve işler bu şekilde yürütülecektir.
îslâmda Şûra usulünün izahından sonra şu esas mesele de gözönünde bulundurulmalıdır ki, bu Şûrâ'ya iştirak edenler, müslümanların işlerinde ve meselelerinin yürütülmesinde kendileri de tam bir muhtariyete sahip değillerdir, istediklerini yapamazlar. Onlar ancak dinin; tâyin etmiş bulunduğu hudut dahilinde Allah Taalânm şeriatının dairesinde bu işleri devam ettirebilirler. Şu esası-da gözönünde bulundurmaları icabeder ki;
«Aranızda bir ihtilâf vuku bulursa bunu da Allaha ve O'nun Resulüne havale edeceksiniz.»
Bu küllî kadde gözönüne alınarak müslümanlar serî şekilde, ancak o işlerde ^müşavere edip, ancak o işlerini yürütebilirler ki, bu işler hakkında sarih bir Nass yoktur. Ve yahut da meseleler ve işler öyle bir şekilde olur ki, sarih nassı bu işler üzerinde açıkça tatbik etmek mümkün olamaz. Yoksa Allah Taalânm sarahatle hüküm-verdiği ve Resulün de Sünnetiyle bildirdiği hususlarda, sarih hükümleri bir tarafa bırakarak müşavere edip kendi indimizden hüküm çıkarmağa da hakkımız yoktur. İstediğimiz gibi serbestçe hüküm veremeyiz.[358]
4. Allah, adalete ve ihsana ve yakınları gözetmeğe (sılayı rahm) için emir verir. Kötülük, hayasızlık (fu-huş) ve aşırı gitmekten meneder.
(Nahl, 90).
Bu muazzez âyet-i kerimede üç hususta emir verilmiştir. İnsanların içtimaî ve muaşerete ait yaşayışın doğruluğu bunlara münhasırdır. [359]
Adalet mefhumu iki müstakil hakikatten teşekkül <eder. Biri halkın birbirleri arasında hak ve hukukun münasip bir şekilde düzenlenmesi ve bu düzen üzerine kaim kılınmasıdır. İkincisi de bu hak ve hukukun herkese aynı şeklide tevziidir. Ordu dilinde, biz Arapların «adalet» dedikleri mefhuma «insaf» diyoruz. Fakat bu kelimeyi bu mefhuma kullanmak «Orduca» konuşanlar arasında yanlışlıklar doğmasına sebep oluyor. Halk bu kelimenin îuğat manasını gözönüne alarak zannediyorlar ki, hak ve hukuk iki kişinin arasında nısıf nısıf yani yarı yarıya olacaktır. Buradan adalet manasının da eşit haklar mefhumu olduğuna göre bazı hatalar sebebiyet veriyor. Meselâ bazı kimselerin muyyen haklan vardır ki, yarı yarıya değildir. Yan yarıya olmamakla beraber yine adalettir. Hakikatte adalet demek, tevazün, tenasüb yani denkleştirmek demektir. Yan yarıya veya tam maddî eşitlik demek değildir. Meselâ vatandaşlık haklarında, bazan eşitliği gözetmek adaletin hilafına olur. Bunun gibi ana, baba ve evlat meselelerinde eşitlik gözonünde bulundurulamaz. Muaşereti ve ahlâkî eşitlik baba, ana ve evlat hakkında eşit olamaz. Bunun gibi yine yüksek vazifelerde bulunanlar ve ağır mesuliyetleri ifa eden kimselerle, alelade kimseler arasında aynı seviyede eşitlik yoktur. Olması da imkânsızdır. Bunlar gözonünde bulundurularak, Hak Taalânm hükmettiği şey hukuk bakı^ mmdan eşitlik değil, tevazün, tenasüp, düzenleme ve denkleştirmedir. Hükmün esasen iktizası da budur ki, herkes bu hak ve hukuku bir denkleştirme ve bir düzenleme, tevazün ve tenasüp dairesinde, ahlâkî, medenî, muaşereti, kanunî, siyasî ve geçim noktayı nazarından kendini düzenleyerek ve denkleştirerek bu hak ve hukuku tam bir iman ile gözetsin. [360]
İhsan demek, iyilik etmek demektir. Cömertçe muamele, dert ortaklığı, iyilik reva görme, iyi geçinme, göz yumma, afv eyleme, gormemezlikten gelme, birbirlerini gözetme, birbirlerini karşılıklı koruma, birisinin mukannen hakkından bir parçacık fazla verme, kendi hakkı olan şeyi bir parçacık az alma, tam yarı yarıya bölüşülen şeylerde karşı tarafa azıcık çok verip kendisi azacık alma ve buna benzer şeyler. Bunların ehemmiyeti, içtimaî yaşayışta yarı yarıya almaktan daha çoktur, daha da büyüktür.
Eğer adalet, muaşeretin, ve içtimaî yaşayışın, esası ise, ihsan da onun güzelliği, cemâli, süsü ve kemâlidir. Eğer adalet içtimaî yaşayışın ve muaşeretin münasebetsizliklerini düzeltip, acılarını ortadan kaldırırsa, ihsan da tatlîlık verir, onu düzeltir ve güzel bir hale koyar. Eğer herhangi bir muaşeret usulü şunun üzerine kaim olsaydı ki, her zaman her fert tartıyı ve Ölçüyü tam olarak gözönüne alıp bir dirhem kadar eksiklik ve fazlalık olmamasına dikkat etsin. Ufacık tefecik haklarını tahsil etmeğe kalksın. Elbette ki, bu, imkânı olmayan'bir şey olurdu. Tatbik kabiliyeti de bulunmazdı. Böyle olunca soğuk ve manasız bir yaşayış ortada bulunurdu. Muaşerette daima çekişme devam edip dururdu. Fakat şükür ve geniş tabiatlilik, bağışlama, ihlas, iyilik severlik, ortada olmalıdır. Bunlar yaşayışın tatlılıklarıdır, t^tmaî ya-yayışın gelişmesi için lâzım şeylerdir.
3. Bu âyetj kerimeden anlaşılan üçüncü hüküm de; «Yakınlara iyilik etmek, iyilikle vermek yani sılayı rahm» dır. Bu da yakınlar ve akraba arasında bir nevi hususî şekilde ihsan demektir. Bu hükümden sadece şu anlaşılmaz ki, bir kimse kendi akrabalarına, yakınlarına ve hısımlarına Karşı iyi davransın. Onların sevinçli ve kederli günlerinde kendilerine sevinç ve dert ortağı olsun. Muayyen hudutlar dahilinde onları himaye edip korusun. Belki bunun manasından şu da anlaşılır kd, kudret ve is-didat sahibi herkes, kendi kudreti dahilinde kendi şahsî malının sadece kendine ve kendi evladına ait olmadığını bilsin. Akraba ve yakınlarının da bu mal üzerinde bir lıakkı ve hukuku bulunduğunu göz önünde tutsun. Onların da haklarını teslim etsin. Şeniat-i tlâhî, müreffeh yaşayan her aile efradına bu hususta mesuliyet yüklemiştir. Bunlar, kendi aile ve hanedanlarının efradım açlık ve çıplaklıklarını gidermeden kendi hallerine bırakılacak değillerdir. Muaşeret hususunda bundan daha kötü ne olabilir ki, bir kimse dünya nimetleri içinde müreffeh bir şekilde yaşarken, onun yakınları, akrabaları ve hısımları, hatta kardeşleri bir parça ekmeğe ve bir hırkaya muhtaç kalsınlar. Şeriat, aile ve hanedan teşekkülünü birbirinden ayrılmaz bîr bütün olarak telâkki eder. Her hanedan ilk evvelâ kendi hanedanının yoksul fert ve yoksul efradının vaziyeti âle alâkadar olacaktır. Müreffeh durumda bulunanlar sıkıntı çekenlerin vaziyetlerini düzeltmek yolunu tutacaktır. Her hanedanın müreffeh yaşayan fertlerine, haklarını vermek farzdır. Bu esası Haz-retj Resulü Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem, muhtelif emirlerinde beyan buyurmuşlardır. Bu hususu açıklayan müteaddit hadis-i şerifler vardır Tri, mesuliyet dere. ceJeri sıra ile gösterilmiştir. Bir insan üzerinde hakkı bulunan ilk Önce kendi ana ve babasıdır. Bundan sonra, karısı, çocukları, erkek ve kız kardeşleridir. Daha sonra, dereceye göre, akraba ve yakınları geldr. Bu a;levî zincir en yakın olandan devam ederek en sona kadar uzanır.
Bu hususu gözönünde bulunduran Hazreti Ömer Ra-dıyallahu Taalâ Anh, fakir ve yetim bir çocuğun amca zadelerini, bu çocuğa bakmağa mecbur tutmuş ve çocuğun bakımım onların üzerine tevdi etmişti. Başka bir yetim çocuk hakkında da şöyle hüküm vermişti: Eğer bu çocuğun en uzak bir akrabası bile feulunsa bu akraba bu çpcuğa bakacaktır. Bu çocuğa bakmak akrabaları için bîr vazifedir.
Ölçüye bakın.. Muaşereti ve içtimaî hususlarda her «Ferd-i vâhid» : (Ünite) bu şekilde kendi akraba ve yakınlarının vaziyeti ile alâkadar olursa, o zaman elbette-ki, içtimaî sefalet ortadajı kalkar. Muaşereti ve içtimaî yaşayış ne kadar ahenkli olur?.. Ahlâkî seviye de ne kadar yükselir?.. Ne kadar temiz bir durum ortaya çıkar.
Yukarıda bahsedilen bu üç iyiliğe mukabil, Hak Taalâ üç feanlıktan da korunmak için emir buyurmuştur. Bu fenalıklar önce fertten başlayarak bütün camiayı bozar ve alt üst eder. Bu fenalıklar şunlardır:
1. Fuhuş ve hayasızlık: Bu, o şeyin adıdır ki, bu. gibi işler yapılınca utanç duyulur ve yüz kızarır. {Elbette yüzlerinin perdesi yırtılmamış olanlar.) Bu fenahk haddi zatında kendisi çirkin bir iş olup aynı zamanda hayasızlığın ta kendisidir. Bu suçun bir çok çeşitleri vardır. Meselâ, kıskançlık, cimrilik, zina, çıplak gezme, Lût kavminin yaptıkları fiiller, mahrem olanlarla evlenmek gibi münasebet, hırsızlık, içki içmek, dilencilik, kötü söz söyleme, küfrübazkk ve saire.. Bu gibi davranışların hepsi kötü. işler, mezmum sıfatlardır. Ve hepsine birden (hayasızlık) denir. Bunlara benzer diğer fenalıklar da vardır. Meselâ, yalancılık, iftira, gizli sırları teşhir etmek, fenalık yolunu tutanlara yardım eylemek, fenalığa teşvik etmek, ahlâk dışı eserler yazmak, halkın behimî hislerine hitap eden tiyatroculuk ve filimcilik işleri, çıplak resim basmak, çıplak kadın teşhir etmek, kadın ve erkeğin umumî yerlerde yakışık almayan hareketlerde bulunma. !arı ve kadınların örtünmeğe.riayet etmeden tahrik edici kıyafetlerle sokağa çıkmaları... Daha buna benzer bir sürü kötü hareketler ...
2. Münker. Yasi kötü işler. Bunun dairesine de her türlü, kötülük sığar. Şeriatı İlâhiyenin men ettiği ve yasakladığı bütün kötü fiiller. Bunların sayılması bir hayli uzun sürer. Her türlü kötü ve fena şeylerdir.[361]
3. Aşırı gitmek, haddi hududu aşmak, mütecaviz clmak, haddini bilmemek, başkalarının haklarını çiğnemek, İster bu haklar Halik'dn hakkı olsun, isterse mahlukun hakkı olsun. [362]
îslâmî hükümette idarecilerin seçilme usulü diğer hükümet rejimlerinden tamamiyle ayrıdır. Bu hususta gözönünde bulundurulacak vasıflar şunlardır: Seçilecek kimse evvelâ ehliyetli, dindar, takva ehli ve halk ile iyi geçinmesini bilenlerden olması lâzımdır.
A. (Ey miislümanlar) Allah, size emanetleri ehillerine tevdi etmenizi ve insanlar arasında hüküm verirken adaletle hüküm vermenizi emreder. Allah bunlarla size ne güzel Öğütler veriyor. Elbette ki. Allah her şeyi gören ve duyandır. (Nisa, 58)
Yani ey miislümanlar, siz Benî îsrailin saplandıkları fenalıklara saplanmayınız. Benî Îsrailin gittikleri hatalı yoldan gitmeyiniz. Onların yaptıkları kötülükleri yapma-yıni2. Onlar, hatalara, yanlışlıklara ve kötülüklere kapıldıkları için, kendi milletlerinin önderliğini, kendi dinî liderlikleri ni, kendi işlerinin yöneticiliklerini ve başkanlık makamını (Posıtion of Trust) ehliyeti olmayan, dindar bulunmayan, geniş düşünce kabiliyetinden mahrum, ahlaksız, dinsiz, liyakatsiz ve kötülük peşinde koşan kimselere tevdi etmişlerdi. Neticede bu dejenere olmuş güruhun idareciliği bütün bir milleti berbat edip gitti. Ey müslumanlar, size bunlan bildiriyoruz ki, sakın aynı yola sapmak istemiyesiniz. Emanetleri ehil olan kimselere vermelisiniz. Yani emanetleri o kimselere veriniz 'M, bu yükün altından kalkabilsin.
Beni îsraililn ikinci bir zarflan da şu: İnsaf ruhu onlarda kaybolup gitmişti. İmanlarını şahsî garazları için hiç çekinmeden satarlardı. Onlar için adalet düşünülmeyecek kadar unutulup gitmişti.
İşte maalesef Beni îsrailin bu insafsızlıklarının en acı örnekleri şimdi biz müslümanların içinde de peydahlandığı görülmeğe bağladı. Bir tarafta Hazreti Muham-med Sallallahu Aleyhi ve Selleme iman *etmek iddiası ortada, diğer tarafda ise kendi aralarında, putlar uydurup, bu putlara tapınmak yolunu tutanlar da meydandadır.
Bir zamanlar, cahiller kızlarını canlı canlı toprağa gömerler, kendi üvey anaları ile nikahlanırlar ve Kabe-nin etrafında anadan doğma, çırıl çıplak dolaşırlardı. Fakat sözde Ehl-i Kitap olan güruh da bu gibi işleri yapan sapıkları da Ehl~i İman'a tercih ederdi. Hele şu sözü de söylemekten utanmazlardı: «Bu güruhun yolu Ehl-i imanın yolundan daha doğrudur.»
Bunun üzerine, onların -bu insafsızlıklarından dolayı kendilerini, Allahu Taalâ, tedib etti. Müslümanları hidayet için de; «Ey Müslümanlar, sakın siz de onlar gibi olmayınız» dedi. Birşey söyleyecek olursanız, ister dost olsun, isterse düşman olsun, insafla söyleyiniz ve insafı da elden bırakmayınız. Herhangi bir hususta hakemlik etmek ve hüküm vermeniz icap ederse, adaletle hüküm veriniz. Sakın adaleti elden çıkarmayınız. [363]
B. Müsriflerin işine de uymayınız. Bunlar yer yü-Kimde fesat çıkaranlardır, ıslah eden değillerdir.
(Şûâra 151 - 152).
Yani, israf yoluna giden ve yeryüzünün düzenini bozan ve fesat nizamını yürütmek isteyen emirler, reisler, idareciler, önderler, hükümdarlar ve buyruk sahiplerine itaat edilmeyecektir. Emirleri dinlenmeyecek ve işlerine uyulmayacaktır. Bu israfa güruh, ahlâkî ölçülerde yularını koparmış deve gibi yürürler, nereye gideceklerini bilmezler. Onların hiçbir ıslâh edici hareketine raslanmaz. Ancak bozgunluk çıkarırlar. Fitne çıkarır ortalığı karıştırırlar. Yürütmek istedikleri nizam daha başlangıçta tefessüh eder. Siz eğer felah bulmak istiyorsanız, eğer Allah'tan korkuyorsanız, bu gibi fesatçı kimselere itaat etmediğiniz gibi, bu müfsidlere işlerinizi de tevdi etmeyiniz. Onlar şahsî menfaatleri adma ıslahatçıyız diye ortaya çıkan kimselerdir.
Bu hususta Hazret-i Salih Aleyhisselâmın kendi kavmine ileri sürdüğü doktrin şöyledir: Onun vazifesi de sadece dinî tebliğ değildi. Medenî ve ahlâkî meselelerin ıslahı idi. Siyasî bir inkılaptı. Onun davetinin gayesinde bu usuller yer alıyordu. [364]
C. Kalbini kendi zikrimizden gafil kılmış bulunduğumuz kimseye itaat etme. Bu kimse kendi nevasına tâbi olup, işi azıtmıştır. (Kehf, 28).
Yani, böyle kimselerin ne sözünü dinleyiniz ne de onların emirlerine boyun eğiniz. Bu güruhun karşısında onlara evet demeyiniz. Burada itaat kelimesi itaatin tam mefhumu ve geniş manası ile gözönünde bulundurulmuştur..
Ayet-i kerimenin metninde «Kâne emrühü füruta» :
İşi azıtmıştır denmektedir. Biz bu kelimelerin tercümesini bildirdik. Fakat buradan başka bir mesele ortaya çıkar. Yani bu kimse, Hakkı arkasına atmış, ahlak hududunu aşmış, i§i de azıtmış, haddi tecavüz etmiştir.» Her ne şekilde mana verirseniz veriniz, bu, Hak Taalâyı unutmak, kendi nevayı nefsine tabi olmak, her işte ölçüyü kaçırmak, haddi hududu aşmak demektir. Böyle kimselere itaat edilmez. Buradan şu da anlaşılıyor ki, itaat edilecek kimse, kendisi de haddini bilmelidir. Hile yolu ile bu kimse kendisine itaat ettirirse, bu itaat da hileli itaat olur.[365]
îslâmî hükümet her bakımdan sağlam bir temel üzerine bir kaideye ve bir esasa istinat ederek kurulur. Askerî, içtimaî ve iktisadî işler de aynı şekilde köklü usullere daya nır. Bu büyük mesuliyetlerin hakka verilmeksizin ve müdafaa kuvvetleri hazırlamaksızm Îslâmî hükümetin hakkı verilemez.
A. Siz de onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuv-vel, at ribât (ağıl) lan hazırlayın ki, Allah'ın ve sizin düşmanlarınız ve sizin bilmediğiniz ve sadece Allahın bildiği diğer düşmanlarınız da yüsınlar. (Korksunlar).
(Enfal, 60).
Bu âyet-i kerimeden şu nokta anlaşılıyor ki, Müslümanların her zaman harp malzemesi ve müstakil bir ordu, (Standing army) hazır kuvvetler bulundurması lazımdır ki, anslzın saldıran bir düşman kuvvetine karşı, mukabele imkânı olsun. Silah toplamak, harp malzemesi hazırlamak ve bunları en mükemmel bir şekilde tedarik etmek ve düşmanlara karşı koyacak bir durumda hazır bulundurmak icap eder.
Her kim Allah'a ve O'nun Resulüne karşı harp açarsa, yeryüzünde de fesat çıkarmağa kalkarsa onun cezası ya öEdürülmek, ya asılmak yahut da eli ve ayaklan kesilecek yahut da memleketten sürüleceklerdir. İşte bu onlar için dünyada bir alçaklık ve horluk olduğu gibi, ahi-rette de kendilerine büyük azap vardır. (Maide, 33)
Ayet-i kerimenin metninde «Arz» yani yeryüzü diye bahsedilmektedir. Buradaki yeryüzünden maksad bildiğimiz «kürre-i arz» değil, alelade bar memleket ve bir ülkedir. îslâmî hükümette, emniyet ve asayişi temin etmek mesuliyetini üzerine almış bulunanlar, Allah ve Resulüne karşı harp açan kimseleri âyet-i kerimede bildirildiği gibi cezalandırırlar. Allah ve Resulüne harp açmak ise, sahih olarak kurulmuş, meşru İslâm hükümetine karşı harp açmak demektir. Allah Taalânın rızası böyle bir nizamın bulunmasıdır. Resulünü de bunun için göndermiştir ki, yeryüzünde örnek, salah ve doğru bir nizam kaim îniınsın. Bu nizam altında yeryüzünde bulunan ne var ne yoksa hepsi, yani insan, hayvan, ağaç ve her şey emniyet içinde kalsın. Bütün bunların emniyet içinde olması insan fıtratının kemal derecesine ulaşması demektir.. Ancak bu sayede insan ilerleyip yükselebilir. Ve bunlar olmaksızın ortalık fesat ve berbatlıkla sarılmış olur.
Yeryüzünde böyle bir nizam kurulduktan sonra, bu nizamı bozmak, dağıtmak için yeltenmek, en ufak Ölçüde de olsa, adam öldürmeğe, yağmacılığa, yol kesmeğe, adam soymağa ve her türlü fenalığa doğru yol açar, Ni-liayet bu işler gelişerek, örnek nizamın altından girip üstünden çıkar ve işte hakikatte bu iş Allah ve O'nun Resulüne karşı harp açmak demektir.
Hindistan Ceza Kanununda da,,her kim İngiltere hükümetinin Hindistandaki hâkimiyetine karşı gelirse ve böyle bir işe teşebbüs edersıe «Kirala : İngiltere kirala» na karşı harp açmıştır deniyor.» (Waging War Against The King) Bu gibi suçlulara çeşit çeşit cezalar veriliyordu. İsterse bu savaş açmak, ıssız bucaksız, memleketin ücra bir köşesinde, alelade bîr askere karşı gelinmek suretiyle olsun. Yine de kirala harp açılmış addedilir.
Bu âyet-i kerimede muhtelif cezalar, sıra ile tertip* Jenip beyan edilmiştir. Bunun üzerine zamanın kadısı (hâkim) yahut da imam kendi içtihadını kullanarak, cürüm derecesine bakarak, yukarıda bildirilen cezaların birisi ile mücrimi cezalandırır. Asıl mesele şuradadır ki, böyle bir kimseyi islâmî devletin ülkesinde barındırmak, İslâmî nizamı alt üst etmek yolunu tuttuğundan en fena. cürüm olur. Cezaların da en son haddi, o kimseyi memleketten uzağa sürmektir.
C. Ne Allah'a ne de ahiret gününe iman etmeyenlerle, Allah'ın ve O'nun Resulünün haranı kıldığı şeyleri haram bilmeyenler ve hak dini kabul etmeyenler ve kendilerine kitab verilmiş bulunan kimselerden de cizye vermeyenler cizyeyi elleriyle getirip verinceye kadar ve boyun bükünceye (kendilerini küçük görünceye) kadar savaşınız. (Tevbe, 29).
Burada savaşmak, o kimselerledir ki, bunlar Şeriatı kendi yaşayışlarında kanun olarak kabul etmezler. Allanın Resulü vasıtasiyle göndermiş olduğu şeriata bağlanmazlar.
Savaşın son haddi, onların iman yolunu tutmaları ve Hak dine tebaiyet etmeleri değildir. Belki savaşın son haddi, bu zümrenin dik kafalılık etmekten vaz geçmele* ridir. Kendilerinin kuvvet sahibi olmadıklarını kabul ettikleri zaman; yeryüzünde hâkim bulunmak iddiasından vaz geçtikleri takdirde; «Hâkim nizamın hak dini tabi-lerinin olduğunu» teslime yanaşırlarsa; Hak dinin tabile, rine boyun bükerlerse ve Hak dinine sâlik olanların hükmünü kabul ederlerse elbette ki, savaş sona erer.
Cizye denilen şey zimmîlerin korunması için îslânıî hükümete verilen bir bedel ve karşılıktır. Burada bir işaret daha vardır. Bu güruh, islâmî hükümetin emrine tabi olduklarını bildirmek için kendi elleriyle cizyeyi getirip vereceklerdir. Yani doğrudan doğruya itaat ettiklerini bildireceklerdir. Kendilerini küçük görecek ve büyüklük taslamayacaklardir. Bundan maksad şudur: Onlar yeryüzünde büyük değillerdir. Büyük olanlar, EhLi İmandır ki, hilafet-i ilâhiye farzını ifa ederler.
Başlangıçta bu hüküm Yahudilerle Hıristiyanlara aitti. Fakat zaman ilerleyince îslâm dairesi genişleyince Hazret- Resulü Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Me-cusîleri (îranlı Zerdüştîleri) de bu hükme dahil edip onlardan da cizye alarak zimmî kılmıştır. O'ndan sonra sahabeyi karam ittifak ile bütün Arabistan ülkesinin haricindeki gayrı müslimleri ve diğer gayn - müsîim milletleri de bu hüküm altında topladılar.
Bu cizye öyle bir şeydir ki, bu hususta büyük meseleler çıktığı halde on dokuzuncu milâdî asırda, nıüslüman-îarm siyasî durumu bozuluncaya kadar müslümanlara ödendi. Bu tarihten sonra yine de bazı yerlerde devam edegeldi. Gayrı _ müslimlerin rahatlarının temini için istekle kendileri tarafından tediye edildi. Fakat Allah'ın dini o kadar yüksektir ki, Allah'a karşı gelenlerin boyun büktüğünün işareti olarak kendi elleriyle cizyelerini getirip vermeleri şart konmuştur. Açık ve doğru mesele de buradadır ki, Allah'm dinini kabul etmek istemeyenler, kendi tuttukları yol hakkında zorlanamazlar. Ancak kendilerine şu hak da verilmez ki, Allah'ın yeryüzünde, iktidarı ele geçirip buyruk sahibi olsunlar. Dünya hâkimiyetine doğru giderek, içtimaî nizamı bozup kendilerine mahsus fâsid nizamı kursunlar. Nerede bu iş baş gösterirse, fesat çıkar, o zaman ehl-i imana da savaşmak düşer. Onlarla savaşılacak ve itaata getirileceklerdir. îtaata gelmenin işareti de işte bu cizyedir.
Şimdi söyle bir sual üzerinde duralım. «Madem M, bu cizye, o kadar kiymete haiz 'bir şey değildir, öyleyse niçin bunun üzerinde bu kadar ehemmiyetle duruluyor» diye sorulmaktadır. Bu sualin cevabı şudur: Bu u-sul, gayri müslimlerin serbest bırakıldıklarının bedelidir.
Yani Islâmî iktidarın hüküm sürdüğü bir ülkede, kendi sa pik yollarında yürüyebilmek için bu parayı öderler. Cizye ödemekle serbestliklerini satın alırlar. Hak ve hukukları da teminat altına alınmış olur. Bunun bir faydası da şudur: Zimmîlerin, her sene cizyeyi ödedikleri zaman, Allah yolunda zekât vermek şerefinden mahrum olduklarına hatırlarlar. Bu şeref yerine sapak yolda yürümektedirler. Belki, zekât vermekten mahrum olmanın kendileri için bir talihsizlik olduğunu düşünürler.
D. Ancak kendilerini ele geçirip, onları baskı altına almadan önce tevbe ederlerse (bir şey yapmayınız) Biliniz İd, Allah afv edici ve merhamet sahibidir. (Maide, 34).
Yani eğer ortalığı karıştırmaktan ve fesat çıkarmaktan vaz geçer de tevbe eder ve doğru nizamı alt üst etmek için uğraşmayı bırakırlarsa ve bundan sonra tutacakları işleriyle doğruluğa yönelecekleri ve fesattan vaz geçecekleri sabit olursa, onlar afv edilir ve eski yaptıkla nnın. cezasını da çekmezler. Yukarıda bahsettiğimiz hususta elbette ki, insanların hususî hakları bahis mevzuu değildir. Hususî haklar ortadan kalkmaz. [366] Meselâ onlar herhangi bir kimseyi öldürmüş iseler, yahut da herhangi bir malı çalmışlarsa ve yahut da bir kimsenin canına veya malına kasdetnıiş ve bir zarar vermişlerse, kanun ge-reğince, bu cürümlerin hesabı sorulur. Fakat ayaklanma, baş kaldırma, itaatsizlik, Allah'a ve Resulüne karşı gelme hususları afv edilir; bunlardan dolayı ceza görmezler. [367]
A. Ve senin Rabbin karar verdi ki:
1) Mahza kendisinden başka kimseye ibadet etme-yesiniz.
2) Ana babaya iyilikte (bulunasmız). Olur ki, onlardan biri yahut da ikisi sizin yanınızda yaşlanırlar. On lara «uf» demeyiniz. Onları azarlamayınız. Tatlı söz söyleyiniz. Merhametle, yumuşaklıkla onların karşısında- eğilin. Ya Rabbî onlara rahm eyle diye dua ediniz. Nitekim onlar da bana küçük iken baktılar. Sizin Rabbınız sizin içînizdekini daha iyi bilir. Eğer siz sâlih kimse iseniz, el-tatfte İd, o da kendine dönüp gelenleri afv eder.
3) Akrabaya da, yoksula da, yolda kalmışlara da hakkım ver.
4) Fakat israfla saçıp savurma. Elbetteki saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine kar. şi nankördü.
5) Rabbinden beklediğin rahmeti istemek için kendilerinden yüz çevirirsen, yine onlara yumuşak söz söyle.
6) Ellerini boynuna kenetleme, fakat büsbütün de açıp germe. Sonra melamete uğrar üzülür kalırsîn. Elbette ki, senin Rabbın istediğinin rızkını genişletir veya azaltır. Elbette ki, o kullarından haberdar ve görücüdür.
7) Geçim sıkıntısı korkusundan da evladının öl-dürmeyesiniz. Biz onlara da siz© de rızkınızı veririz. Elbette ki, onlarm katli çok büyük bir günahtır.
8) Zinaya da yaklaşma, işte bu bir açık hayasızlık ve kötü bir yoldur.
9) Allah'ın haram kıldığı bir nefsi de öldürmeyin. Ancak hak il© ola. Her kim zulüm görerek öldürulürsfl biz onun sahibine (kısas için) salahiyet verdik. Ancak onlar da öldürme işinde ölçüyü kayırmasınlar. Çünkü o vardım görür.
10) Yetimin malına da (olgunluk çağma gelinceye kadar) yaklaşmayınız. Ancak iyi bir şekilde.
11) Ahdinize de vefa ediniz. Şüphesiz İd ahit sorumluluktur. '
12) Ölçüyü tam olarak ölçün. Tarttığınız zaman da doğru tartın. Bu sizin için iyi ve hem de akıbeti daha da güzeldir.
13) Bilmediğin şey üzerinde de durma. Elbette'ki, kulak, göz ve kalb, bunların hepsi de mesul olur.
14) Yeryüzünde yürürken böbürlenerek yürüme. Elbette ki, sen ne yeri yarabilirsin, ne de dağların boyuna ulaşabilirsin. Bunların hepsi de fenadır ve Rabbinin indinde de kötüdür. (Hoşa gitmez şeylerdir). Bunlar senin Rabbanin sana vahyettiğî, gönderdiği hikmettir. (Benî İsrail, 23 - 39).
Burada çok büyük esasa ait usuller ortaya konulmuştur ki, İslâm bu prensipleri insanî yaşayış nizamını kaim kılmak İQİn vaz'etmiştir. Zahiren bunlar Nebi Sal-lalahu Aleyhi ve Sellem'in doktrinidir. Mekke devri bitip de Medineye geldiği zaman bildirilmiştir. Çünkü o zaman dünyaya yeni bir nizam, yeni bir yaşayış, yeni bir îslâmî muaşeret usulü, yeni bir hükümet esası koyacaktı. Fikre, ahlaka, medenî yaşayışa ve iktisadî sisteme istikamet veren yepyeni kanunî usuller vaz edilecekti.
Bu arada Sûre-i En'âm'm 19 uncu riikûuna ve onun haşiyelerine göz gezdirmek de faydalıdır.
1. Burada mesele, yalnız Allah'tan başka kimseye ibadet etmemekle bitmiyordu. İstenen doğrudan doğruya şu idi: Yalnız O'na kul olacaksın. Başka kimseye boyun bükmeyeceksiniz. Kayıtsız şartsız itaat yalnız O'nadır. Başka kimseye ibadet yoktur. O'nun hükmünü yegâne hüküm bileceksin. O'nun kanununu, kanun olduğunu kabul edeceksin. Ondan başka kimsenin hâkimiyetini de kabul etmiyeceksin. Bu usul sadece dinî bâr akide ve inanç değildir. Bunlar, bütün bir ahlak, medeniyet ve siyaset nizamının temel taşıdır ki, Nebiyi Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem amelî olarak tahakkuk ettirmiş ve kaim kılmıştır.
O zaman bunlar bu binanın nazarî tarifi ve planı idiler. Allah Taalâ Celle Şanühü Malik ül - mülk ve Hâkimi A'lâ olarak mülküne Şeriat kanununu göndermişti.
2. Bu âyet-i kerimede bildiriliyor ki, Allah Taalâ'-dan sonra hukuk bakımından en önde gelen insanın kendi ana babasıdır. Evlâd, ana babaya itaat edecek, hizmet edecek ve edeb hakkını gözetecektir. Muaşereti ve içtimaî ahlak, evladın ana ve babasına alâkasız kalmamasını icap ettiriyor. Onlara karşı iyilikte bulunsunlar ve kendilerine hürmet etsinler. Yaşlı zamanlarında hizmette kusur etmesinler. Nitekim onlar, evlâtlarını en küçük yaştan itibaren her türlü ihtiyaçlarını görerek yetiştirmişler, nice nice sıkıntılarını çekmişler ve nazlarına katlanmışlardır. Bu âyet sadece bir tavsiye, bir öğüt değildir. Belki bu esas üzerine, ana _ babanın serî hukuku buradan ortaya çıkmaktadır. Bu hukukun tafsilini ve teferruatını da Hadis-i Şeriflerden elde ediyoruz. Ve yine Îslâmî muaşeret usulü, ahlak ve terbiye kaidelerine göre, ana - babanın hak ve hukukunu gözetir. Müslümanların medenî hayatı bu âdâb ve erkânı düzenlemiştir. İslâm-, bu gibi prensipleri daimî olarak gözönünde tutmuş, îslâmî hükümetin kanunlarında ve nizamlarında, eğitim ve öğretim sisteminde ailevî ve idarî mevzularda bu hususları titizlikle ve bir disiplin altında muhafazasına çalışılmıştır. Bunları katiyen ihmâl etmemiştir.
3 - 5. Bu üç hükümden de şunlar anlaşılıyor: in-sanm kazandığı ve kendi elinde bulunan servet sadece kendisine ait değildir. Belki insan kendi ihtiyaçlarını itidal dairesinde gördükten sonra diğerlerinin de haklanın ■ödemelidir. Kendi akrabalarının, yakınlarının, konu komşusunun ve hatta başka ihtiyaç sahiplerinin yanı başında cemiyet içindeki Öbür insanlar içdn de muaşeret adabının usul ve kaideleri de bulunuyor. Aynı zamanda bütün içtimaî değişiklikler gösteriliyor. Cömertlik, dert ortaklığı, yardımlaşma ruhu teşvik edilmektedir.
Hatta o zaman halk, kendi kendiüklerdnden -hukuk kanunları bir tarafa dursun- yukarda bahsedilen usullere bağıanıyoıdu.. Bu ahlâkî hakları eda etmek için kanun onları zorlamıyordu. Fakat onlar bu şekildeki hareketleri içten gelen bir şevkle yapıyorlardı.
6. «Ellerini boynuna kenetleme» den maksat ise, istişare yolu ile cimrilik etmemektir. «Büsbütün de açık germek» de israf ve saçıp savurmaktır. 4 numara ile 6 numaradaki fıkralar, açıktan açığa şunu emrediyor ki, lîalk itidal yolunu tutmalıdır. Ne cimri olup servetin devri daimine mani olmalıdır, ne de sağıp savurup kendi geçimlerini sıkıntıya sokmalıdırlar. Bu iki tutumun da tam zıddi olarak bir ahenk ve denkleşme olmalıdır. Her şey gerine göre kullanılacak ve yerine göre harcanacaktır. Bu şekilde mükemmel ve hesaba uygun olarak yersiz sarfiyatın kötülüklerine kapılmamak lâzımdır. Gösteriş, riya ve buna benzer şeylere para sacfedilmeyeoektir. Ayyaşlık, fısk ve fücur için para harcanmayacaktır. îhsanın .hakikî ve zaruri ihtiyaçları ve faydalı işleri haricinde olan bütün bu gibi paralar, servetin sarfını yanlaş yola .götürür. Hakikatte bu iş Allanın nimetlerine karşı küf-ran olur. Bu şekilde para harcayan ve servetini sarf eden kimseler de şeytanın kardeşi olurlar.
Bahsi geçen bu îfususlar sadece, ahlâkî talim, ve ferdî hidayetler değillerdir. Gayet açık olarak şu hedef gö-zetilmiştir: Cemiyet içinde muvazeneli bir muaşeret usu!ü, ahlâkî terbiye, mükemmel bir nizam ve kanunî bağlılık meydana getirmek yolunda mal sarfını öğretmek içindir. Boş yere ve manasız işlere para harcanmasının önüne geçmek gayesi gözönünde tutulmuştur. Nitekim Medinede hükümet kurulduktan sonra, açık olarak ve bir kaç defaya mahsus olmak üzere amelî olarak belirtilmiştir. Bir taraftan israf ve boş yere para harcamak kanunen haram kılınmış, diğer taraftan da bu işin önüne geçmek maksadiyle kanunî tedbirlere baş vurulmuş, bunlara muvazi olarak da muaşeret usulünü ıslâh etmek suretiyle eski usul ortadan kaldırılaıak her cephesiyle bu içtimaî hastalığın önüne set çekilmiştir. Her nerede israf ve saçıp savurma görülürse, o zaman hükümete, elindeki mevcut kuvvetle bu kötülüğün önüne geçmek müsaadesi verilmiştir. Aynı şekilde zekât ve sadaka hükümleri de cimriliğin kuvvetini kırmış ve bu kötü. tutumun devamına imkân bırakmamıştır. Bu vesile ile paranın bir elde toplanıp atıl bir hâle gelmesine mâni olunup devlet ve halk arasmda devri daimi sağlanmıştır. Bu tedbirlerden sonra, efkârı umumiye değişmiş ve cömertlikle israfın farkı anlaşılmış ve itidal yolu takip edilmiştir. Efkârı umumiye-ye aynı zamanda mutedil irtsanları öğmüş ve bunları içj-timaî küfenin çiçek sepetinin iri gülü olarak tanıtmıştır. O zamanın zihnî ve ahlâkî terbiyesinin neticesi bu güne kadar müslüman camiada bütün canlılığı ile yaşamaktadır. Bu itibarla müslümanlar nerede olursa olsunlar, para toplayıp biriktirenler iyi gözle görmezler. Müslümanların nazarında eli açık ve cömert kimseler daha makbul ve daha da muhteremdirler.
Burada şu meseleyi de bilmek lazımdır: Allah Taa-lâ kullarımın rizkmı az çok farkla vermektedir. İnsanlar bunun ne gibi bir maslahatla olduğunu bilemezler. Bu bakımdan rızkın taksimini, fıtrî nizâmın hilafına, bir kimse sun'î yollarla bozamaz ve bu işe müdahale edemez. Fıtrî adem-i tesaviyi (eşitliği) sunî ve uydurma müsavata değiştirmek imkânı da yoktur. Fıtrat, rızık taksiminde haksızlık etmiştir diye düşünmek de haksızlık olur. Böyle bir şey tamamen yanlıştır. Doğru geçim yolu, Hak Taalâiun takdir kıldığı nzıka kani ve razı olmaktır.
Bu meyanda fıtrat kanununun şu kaidesi de vardır: Medineye hicretten sonra, rızık ve geçim meseleleri hak-lındaki fena ve manasız düşüncelerin ortadan kalkması da yapılan ıslahatta gözönünde bulundurulmuştur. Sınıfsız ve zümreleşmekten uzak bir camianın teşekkülü için çalışılmıştır. Medine-İ Münevverede insan medeniyetinin sağlam temelleri her hususta, Hak Taalânın yaratmış bulunduğu fıtrat üzerine kurulmuş ve bu hususun göz önüne alınarak yürünmesi istenmiştir. Hak Taalânın fıtrat yolu ile insanlar arasında koymuş bulunduğu farklarında hakikatte İlâhı maslahata dayandığı öğretilmiştir. Bu şekilde ahlak, tavru hareket ve içtimaî camianın diğer işleri de hep fıtrat kanunları üzerinde cereyan etmesi murad edilmiştir. Geçim hususundaki farklar, fazla gelir veya az gelir meselesi hakkında bir zulme uğrandığı zehabı tamamen bertaraf edilmiştir. Böyle düşünmek, yani geçim hususunda fıtrî fark olduğunu gözönünde bulundurmak, bjr hayli ahlâkî, medenî, ruhî yükselmelere ve bereketlere sebep olur. işte Halik-i kâinat, insanlar arasında bu şekilde fıtrî bir fark koymuş bulunması, insanların kendileri için bir iyiliktir diye düşünülecektir ve bunun maslahat iktizası böyle olduğunu kabul edeceklerdir.
7. inci fıkra, tâ eski zamanlardan beri süre gelmekte olan geçâm düşüncesinden dolayı meydana gelen endişeli durumu tamamen ortadan kaldırmıştır. Bu düşünce doğumun önüne geçmek ve doğumu kontrol meselesidir.
Fakirlik korkusu ile eski devirlerden beri, çocukları kati eder, yahut da ıskatı cenin yoluna giderlerdi. Bugün, aynı durum başka bir şekilde ortaya çıkmıştır. Doğumu kontrol ve gocuk doğumuna set çekmek hususunda tslâmî doktrin bu defa insanların önüne şu hidayeti sürmüştür: Doğacak çocuklarınızı ortadan kaldırmak için uğraşmayın. Onları büyütmek ve yetiştirmek için çalışınız. Onları Allahu Taalâ yarattığı için, elbette ki, onların yiyeceklerini ve geçimlerini de Allah düşünmüştür. Bu fıkra, insanın geçim hususunda olan endişesini tamamen ortadan kaldırıyor. Ve insanın bu yoldaki hatalı düşüncesi değişiyor. Âyeti Kerimede deniyor kd, rızık sizin elinizde değildir. Rızık vermek Allah Taalânın elindedir. Elbette ki, dünyaya gelecek olanların rızkını da kendileriyle birlikte Allah gönderecektir. Tarihin tecrübeleri de bunu isbat etmiştir ki, dünyanın neresinde insan çpğalırsa, orada yiyecek de kendiliğinden çoğalmaktadır. Bu bakımdan Allahu Taalânın yaratma nizamını bozmak maksadiyle in-sanuı müdahalesi ahmaklıktan ve kuru vesveseden başta birşey değildir.
işte bu tâlimin neticesi olarak, Kur'an-ı Kerimin nâ-sil kılındığı tarihden günümüze kadar, müslümanlar arasında evlat Öldürmek hususunda umumî bir temayül gösterilmemektedir.
8. «Zinaya yaklaşmayın.» Bu hükme muihatap bulunanlar fertlerin tek tek kendileri olduğu gibi, aynı zamanda bu emre içtimaî heyet de dahildir. Fertlere verilmiş olan bu emrin manası yalnız zina fiilini yapmayın demek değildir, belki zina fiilinin başlangıcı olan işlerden de sakınınız, o yola yönelmeyiniz, demektir. İçtimaî hu-susa gelince, içtimaî yaşayışta zinayı tahrik eden sebep ve saikaları ortadan kaldırmak o camiaya farzdır. Bu maksatla talim - terbiye vasıtasiyle bu gibi kötülüklerin önüne geçmelidirler. İçtimaî durum düzeltilip İslah edilmeli, muaşereti yaşayış ahenkli bir şekilde kurulmalı ve buna ait her türlü tedbir alınmalıdır.
Bu mesele Islâmî yaşayışın gayet geniş temellerinden biridir. Buna göre hem zina, hem de zina ithamı ce-sayı müstelzim olmuştur. Fuhuş ve buna benzer işlerin teşhir edilmemesinin de üzerinde durulmuştur. Şarap (içki) musiki, dans toplantıları ve çıplak resdmler ve (zi^ na ile yakından ilgili bulunan nesneler) in kapıları kapatılmıştır. Islâmda nikâhın kolay olması iğin her çeşit tedbir alınmıştır. Zinayı tahrik edici vasıtalar, da yine ortadan kaldırılmıştır.
9. Buradaki «katli - nefs» den maksat sadece bir kimsenin başka birisi tarafından öldürmek değildir. Burada «kendi kendini Öldürmek (intihar)» de katl-i nefis, hükmünün dairesi içine girer. Nefis yani can ve varlık Allah tarafından hürmet gösterilmesi icabeden bir şeydir. Bu esasa göre, insanın kendi nefsi de başka nefisler gibi hürmeti gerektirir. Bir insanın nasıl başka bir insanı Öldürmesi büyük günah ise, kendisini de öldürmesi büyük günahdır.
İnsanların en büyük hatalarından biri de kendisini, kendi canının mâliki telakki etmesidir. Kendisini kendi canının maliki olarak düşününce kendisine ait sandığı canını yok etmekte bir mahzur da görmez. Halbuki can denilen bu nesne onun mülkiyetinde değildir. Bu can Al-îahu Taalânın mülkiyetindedir. Biz nefsimizi telef edersek, o zaman Allah'ın mülkiyetinde olan bir şeyi, hakkımız olmayarak telef etmiş bulunduğumuzdan, O'na karşı gelmiş oluruz. Böyle yapmağa da hiçbir şekilde hakkımız yoktur.
Dünya gibi bir imtihan yerinde Allah Taalâ bizi hep imtihan eder. Son çağa kadar da imtihan devam edecektir. Bu imtihanın neticesi ister iyi olsun isterse fena olsun, bu imtihan sürüp gider. Allah'ın vermiş olduğu şeyi vakti gelmeden ortadan kaldırmak ve imtihan kurulundan kaçmak haddi zatında, esasında yanlış ve hatalıdır. Nerede kaldı ki, böyle büyük bir günah vasıtasiyle, bu imtihandan kaçınmak, Allah'ın indinde ne kadar da fenadır. Hak Taalâ sarih lafızlarla intihan haram kılmış ' tır.
Bunun ikinci manası da şudur: însan bu dünyada, ufak tefek bazı sıkıntılara mâruz kalar. Bazı üzüntülerle karşılaşır. Hatta rezillikle ve rüsvaylıkla karşı karşıya bulunabilir. Bu küçük ve ufak tefek sıkıntıları, ne kadar da ağır olsalar elbette ki, ebedî ve daha büyük sıkıntı ve üzüntülere tedbil etmek doğru değildir.
Burada yine «hak ile katletmek» ten bahsedilmiştir. Islâmda ancak beş hususta hak ile katil vardır.
1. Kasdî olarak cinayet işleyen mücrimi kısas yolu ile öldürmek.
2. Hak dini yolunda fesat çıkarıp, hak dini yolunu kapatmak ve kargaşalık çıkarmak isteyenleri savaşta öldürmek.
3. İs'iîmi hükümet nizamını alt üst etmek ve bozup dağıtmak yolunda çalışanları ceza olarak öldürmek.
4. Evli bir Kadın veya evli bir erkek zina irtikâp ettikleri zaman ceza olarak öldürmek.
5. îrtidat yoluna sapıp mürted olan kimseyi de öldürmek,
İslâmda ancak bu beş hususta canın hürmeti ortadan kalkar ve öldürmek işine cevaz verilir.
«Onun velisine (mirasçısına) biz kısas hakkı atâ kıldık.» Burada da yine îslâmî kanuna göre, cinayet hadisesinde, asıl iddia makamı olmak hakkı hükümete değü de öldürülmüş bulunan kimsenin mirasçılarına verilmiştir. Bunlar isterlerse katili af ederler, isterlerse diyet glırlar veya kısas olarak Öldürürler. Bu onların bilecekleri bir iştir.
«Katilde ölçüyü kaçırmamak» muhtelif şekillerde ohır. Bunların hepsi de men edilmiş bulunuyor. Meselâ , intikam hissi ile coşarak, katilden başka, katilin mensup bulunduğu yakınlarından da bir kaç kişiyi de Öldürmek. Yahut, mücrime işkence yaparak öldürmek. Yahut da katilin Ölüsüne antikam maksadı Üe yakışıksız şeyler yapmak; meselâ derisini yüzmek, azasını kesmek ve saire. Yahut diyet alıp, diyet aldıktan sonra yine de Öldürmek ve buna benzer şeyler.
Burada bir nokta daha vardır: «Maktulün mensup larına yardım edileceğinden» bahsediliyor. Şimdi şu me_ sde de ortadadır ks, acaba bunlara kim yardım edecektir? Fakat lalamî hükümet kaim kılındıktan sonra, kimin yardım edeceği de belli olur. Bu yardım işâ, maktul kimsenin anlaşmış bulunduğu kimseler, yahut da aşireti ve kabilesi değildir. Yardım edecek olan Islâmî Hükümet ve onun adalet nizamıdır. Elbette ki, adaletin yerine gelmesi için Islâmî hükümet yardım edecektir.
10. Şurası da vardır ki, Islâmî hükümet kurulunca, bu hükümete mahsus olan usulün iktizası, «yetimlerin hak ve hukukunun muhafazası» da gözönünde bulundurulacaktır. Bunların korunması hususunda tedbirler alınacaktır. Bu tedbirlerin teferruatı Hadis ve Fıkıh kitaplarında mevcuttur. Sonra şu husus da vardır ki, îslâmî hükümet, bütün kendi ülkelerinde, İslâm kanunlarına göre hareket etmek yolunu tutacaktır. Korunmak için kimsesi bulunmayanları da korumak, yine îslâmî hükümete aittir. Nitekim Zat-ı Râsaletpenahileri Sallallahu Aleyhi ve Sellem buyurmuşlardır :
Bakıcısı ve koruyucusu bulunmayan kimsenin bakıcılığı ve koruyuculuğu bana aittir.
İslâm kanunları bu hususa geniş yer ayırmıştır.
11. Du da sadece ferdî bir ahlak meselesidir. Muayyen bir zaman için değil, belki İslâm devleti ayakta bulunduğu müddetçe, hem iç hem de,dış siyasetin temel kaidelerinden biridir.
12. Bu hidayet de sadece fertlerin birbirleriyle olan muamelelerine, alış verişlerine inhisar etmez. Belki îslâmî hükümet kurulduktan sonra bu işûı üzerinde durmak hükümet vazifeleri meyamna girer. Çarşı pazardaki rayici ölçü ve tartıları kontrol etmek, bunların üzerinde durmak, ölçüye dikkat etmeyenleri cezalandırmak ve zorla yola getirmek hükümetin yapacağı işlerdendir. Bu genâş usul şunun için konmuştur: Ticarette, alış verişte her türlü namussuzluk, hilebazlık ortadan kalksın, hükümet de bu işi her zaman kontrol edip, hilebazlığa meydan vermesin.
13. Bu hususun da menşei şudur : Halk, kendi ferdî ve içtimaî işlerinde «kat'î bilgi : ilim» yerine, zan üzere yürümesin. îslâmî muaşeret usulünde bu noktanın manası gayet geniştir. Bu nokta ahlâk, kanun, siyaset ve memleket intizamı, ilim, eğitim ve öğretim sistemi, hülasa yaşayışuı her dalında gözönünde bulundurulacaktır. Yoksa bundan doğacak olan fenalıkların ve kötülüklerin haddi ve hesabı olamaz. Kat'î bilgi yerine sadece zan ve vehim üzerine hareket etmek insan yaşayışını alt üst eder. Ahlakî meseleler de yine zandan ve şüpheden kaçınmak lazımdır. Meselâ bir kimse yahut da bir zümreyi sadece şüphe ve zan üzerine yakalayıp itham altında bulundurmak ve tahkik etmeden kendisine ceza vermek hiç bir şekilde doğru olamaz. Kanunlar da şunu ileri sürerler ki, kimse sadece zan üzerine ceza göremez. Ve şüphe üzerme de hüküm yürütülemez. Hatta cürümlerin tahkiki meselesinde de, zan ve şüphe üzerine bir kimseyi yakalamak, döğmek veya eziyet edip suç yüklemenin katiyen doğru olmadığı hakkında umumî kaide konmuştur. Yabancılar için de, tahkik edilmeksizin ve kat'î neticeye varılmak sızın, sadece zan üzerine ve ağızda dolaşabilen söz üzerine hüküm Verilemez.
Eğitim ve öğretim nizamında ilim denen şey zan üzerine yürütülemez, ilim ve bilgi hiç bir zaman, zan, -şüphe ve mesnedi olamayan kıyas üzerine -devam edemez. Bunların hepsi bir tarafa dursun, evham - perestliğin kökünü kesmek için, iman sahiplerine şu husus öğretilmiştir : inanılacak şeyler ancak Allah ve O'nun Resulünün bildirdiği ilim ile isbat edilip inanılacaktır.
14. Bu fıkrada şu husus da bildirilmiştir. Kendini beğenmişler ve kibirliler ve kendilerini büyük sayanların yürüdükleri gibi yeryüzünde yürünmeyecektir. Bu hidâyet ferdî olmakla beraber aynı zamanda içtimaî ve millî bir meseledir. Bunların cemiyetçe haklan verilmelidir. İçtimaî yaşayışta, dert ortaklığı, .biribirine yardım, hak tanımanın ve hak vermenin ruhu tamamen carî bulunacaktır. Her akraba diğer akrabaya yardımcı olacaktır. Her kudret sahibi muhtaç insanların yardımına el uzatacaktır. Bir yolcu, bir köye veya bir şehire gelirse, o yerin halkı bu yolcuya karşı misafirperverlik gösterecektir. Muaşeret kaidelerindeki düşünce o kadar geniş ölçüde tutulmuştur ki, herkes kendinin ve kendi malının üzerin de diğer insanların hakkını hisseder. Bu yolda hizmet ederken hakkı yerine getirdiğini anlar. Yoksa birine iyilik yaptım diye o kimseye karşı minnet yüklemeğe kalkmaz. Bir kimse hizmet etmekte imkânsız durumda olursa özür diler. Hak Taalâ'dan fazl talebinde bulunur ki, Allah ona kudret versin de o da hizmet yolunda çalışsın.
Bu noktalar îslâmî doktrinin, sadece ferdî ahlak talimi değildir. Belki Medineye gelindikten sonra, muaşeret kaideleri ve hükümetin esas nizamı, bu doktrinler üzenne kurulacaktı. Burada farz ve nafile sadakalar içjin hükümler vardır. Vasiyet, veraset, vakıf usulleri kararlaştırılacaktı, letimlşrin haklarının muhafazası nazarı itibara alınacak, her yerden, her ülkeden gelen yolcuların barın malan göz Önünde bulundurulacaktı. Oradaki hükümlere göre en azından bir yolcu, on gün misafir edilecek ve bakılacaktı. Bunların ikisi de birbirlerinin yanı başlarında yer alırlar. Du hidayet gelmemiş olsaydı, o zaman saadet devrinde Medine sokaklarında hükümeti kurmuş bulunanlar, buyruk sahipleri, hükümetle çalışan kumandanlar, cebbarâne ve kibirli yaşayışla, ne yaptıklarını bilmez vaziyetle, kendilerini dev aynasında görebilirlerdi. Bu hidayetin neticesindedir ki, hattâ savaş zamanlarında bile, onların ağzından, kibir ve gurur ifade eden sözler çıkmamıştır. Onların oturup kalkmaları, konuşup görüşmeleri, gî. yim kuşamları, barındıkları evleri ve yerleri, bindikleri hayvanlar da tamamen mütevazı bir vaziyette idi. Islâmm bu ilk öncüleri fakir dervişler gibi yaşarlardı. Fatih olarak bir şehre veya bir ülkeye girdikleri zaman dahi, bobür lenmez ve halkın canına korku düşürmezlerdi.[368]
Bu hususların sonunda şu meseleye de işaret buyurmuştur: Men edilmiş bulunan şeye irtikap etmek, Hak Teâlanm indinde hoş karşılanmaz. Yahut da başka tabirle Hak Teâlanın herhangi bir hükmüne karşı gelmek ve itaatsizlik etmek olup, beyenilmeyen şeylerdir. [369]
Müminler hep birden savaşa çakmasınlar, o halde içlerinden her sınıftan bir zümre savaşa çıkmalı, bir kısmî da din üzerinde derin bilgi edinmeli, (fıkıh yürütmeli) tâ, ki, döndükleri zaman, kavmi ikaz etsinler.
Olur ki, onlar Allah'ın men ettiklerinden çekinirler.. Takva yolu tutarlar. (Tevbe, 122).
Bu âyeta kerimenin menşeini bilmek için aynı sürenin 9 neu rüknündeki âyet-i kerimeyi de gözönüne almak lâzımdır. Buyuruluyor ki:
Bedevi Araplar, Allah'ın Resulüne nazil kıldığı hükümlerin ölçüsünü bilmediklerinden, küfür ve nifakta şiddetlidirler. (Tevbe, 97).
Burada şu mesele ortaya konmuştur: İslâm ülkesinin şehirden uzak kalmış köylerinde yaşayan bedevi A-raplar, ekseriyetle küfür ve nifak hastalığına yakalanmışlardır. Bunun sebebi de pek tabiîdir ki, cehaletleridir. İlim merkezi ile temasları olmadığından ve ilim ehlinin sohbetinden mahrum bulunduklarından, Allah Taalâ'nm emrettiği dinin ölçüsünü bilmezler ve bunun için de küfür ve nifak illetine saplanıp kalmışlardır. Şimdi buradan şu anlaşılıyor ki, bedevileri ve köylüleri ;bu halde bırakmamak lâzımdır. Onları cehaletten kurtarmak gerekir. Islâmî şuuru onların zihinlerine nakşetmek lâzımdır. Bunu yapmak için de bütün bedevî ve köylü Araplar teker teker Medineye getirmek ve onlara bu şekilde ilim Öğretmek icap etmez. Makul olan hareket, onların bu -hınduğu kö"lere bilgili kimseler göndererek, ilmi bulundukları yer1 Te götürmektir. Meselâ Medineden, Mekke'den ve drğe ilim. ocaklarından bilgili kimseleri seçip, kasabalara, k< ylere gönderilmelidir. Bunlar köylülere bügi. öğretip onlara Islâmî talimi öğretebilirler. Nitekim, Zat-ı Saadetleri devrinde de böyle yapılmıştı.
Burada îslâmî hareketi kuvvetlendirmek için başka bir hakikat daha vardır. îşin başında, islâm, Araplar arasında yepyeni bir şeydi.. îslâma karşı şiddetli bir muhalefet vardı. Bu hidayeti kabul etmek istemiyorlardı. Buna rağmen, o zaman îslâmı kabul etmek isteyen Araplar îslâmın mahiyetini öğrenmek için İnceden niceye sual soruyorlardı. Her cepheden bu yeni dini tetkik ediyorlardı. Aklı selime ve temiz vicdanlara hitap eden bu îlâhî tebliğ, en kısa zamanda gönülleri teshir etmiş ve her yerden fevç fevç gelen halk bu en mükemmel dine sarıldılar. Islâmm bütün, hususiyetlerine iman ederek, onun yüklemek istediği farzları ve diğer hususları yüklendiler. O sırada bir hayli kimse de îslâmı kabul edenlerin suyuna kapılıp, titiz bir tahkike lüzum hissetmeden İslama girdiler. Yeni müslüman olan ülkelerin halkı arasında islâm hızla gelişti ve kuvvet buldu. îslâmın mensupları çoğaldı. Fakat buna rağmen bu ülkelerde tam bir îslâmî nizam kurulamamıştı. Bu ülkeler halkının çoğu îslâmî şuura malik değillerdi, islâm nizamının icap ettirdiği ahlaka da sahip bulunmuyorlardı, Nitekim, bu husus Tebük gazvesinde ortaya çıktı. Tebiik gazvesine gitmeğe bunların çoğu hazır değillerdi. O zaman Hak Ta a'â işaret buyurup îslâmî hareketin genişlemesi için nasıl hareket edileceğini bildirdi. Bunun üzerine o zaman talim ve terbiye görmüş bazı kimseler muhtelif mamure* îere gönderilip, Îslâmı Öğretmek için vazifelendirildiler.. Bunların her biri tayin edilmiş bulundukları yerlere gidip vazifelerini ifa ettiler. Halk bu şekilde îslâmı öğrendi. Nihayet bütün ülkelerde îslâm şuuru doğdu ve AİiaH Taalânm hududunun ne demek olduğu anlaşıldı.
Bu mevzuda şu meseleyi de anlamak lâzımdır ki, umumî eğitim ve öğretim hakkında âyet-i kerimede hüküm vardır. Burada «umumî halk» : (Ammetünnâs) bahsi geçmektedir. Âyeti Kerimenin işaret ettiği, bilgi öğrenmekten maksat, yalnız kitap okumak için, okuyup yazmak, öğrenmek değildir. Belki açıktan açığa mesele nin hakikati, âyetin devamında bildirilmiştir.
Halk din hakkında bilgi elde edeceklerdir. Bu husustan haberdar olup bilgi sahibi bulunacaklardır. Gayrı müslimâne yaşayışı bırakacaklardır.
işte Müslümanlığın, eğitim ve öğretimden maksadı budur. Allah Taalâ, daimî olarak bunu kararlaştırmıştır ki, her Öğretim ve eğitim nizamının asıl maksadı da bu olacaktır.
Buradan şu nokta da anlaşılmamalıdır ki, tslâm, halka sadece okuma ve yazma öğretmek istememiştir; dünyevî ilimlerle de alâkasızdır. Belki îslâmî eğitim ve öğretimin asıl hedefi, altını çizmiş bulunduğumuz yuka rıki. hususların tamamiyle tahaıkkuk etmesi için çalışmaktır.
Yoksa bir kimse kendi çağının Einstein veya Freud'ü olabilir. Fakat din anlayışından uzak kalıp da, gayrı -müslimâne yaşayış usulü takip ederse, o zaman îslâmî eğitim ve öğretim bu gibi kimseyi lanetle anar.
Âyet-i Kerimede bir cümle daha zikr edilmektedir:
«Din üzerinde derin bilgi edinmeli.»
Bu cümleden halk bir hayli yanlış mana anlamıştır. Bunun zehirli tesiri uzun bir müddet, müslümanlarm dinî işlerinde belki dinî eğitim ve öğretimde kendisini göstermiştir. Allah Taalâ o zaman
«Dinde derin bilgi edinmeli»
Diye buyurmuş olduğundan burada «din» den maksat sadece din ve fıkıh ilmi mi zan etmişlerdi. Halbuki burada «din bilgisi» demek, bu nizamda basiret sahibi olmak demektir. Yani «îslâmin dinî nizam» ında, bu nizamın ruhunda, aslında bilgi edinmek, her cephesini, her köşesini, Öğrenmek ve bilmek, aynı zamanda insan yaşayışını, bu dinî nizama tatbik etmesini becerebilmek seviyesi demektir. Fakat bunu bir tarafa bırakalım da, âye tin metnindeki «Fıkıh» kelimesinin üzerinde duralım. Hukuk ilmine ıstılah'da «Fıkıh» denir. Bu ıstılah gitgide îslâmî yaşayışta şekil alarak (ruhun mukabili) mufassal bir ilmin ismi olmuştur ki, halk İlâhî Ahkama mutabık olarak bu ilimle işlerini tanzim eder. Burada bir kelime iştiraki vardır. İster İslâmî nizamın ruhu olsun, isterse îsîâmî kanunlarla yaşayışı nizama koymak olsun bu iş «tafakkuk» yani din ilminde derin bilgi edinmektir. Fakat yine de maKsadjn tamamı bu kadar değildir. Sadece asıl maksadın bir cüz'üdür bu. Bu yanlış anlayıştan, din sâîiklerine de dinin kendisine de bir hayli zararlar da doğmuştur. Bunları tetkik edip ortaya koymak istersek, koca koca kitaplar yazmamız icap eder. Şimdi biz sadece hatırlatmak için ancak kısaca şunu ileri sürmek isteriz ki, Müslümanın dinî eğitim ve Öğretimi dinîn ruhundan hali olursa, sadece dinin zahiri şekli teşrih edilmiş olur. [370]Bunun neticesinde bu eğitim ve öğretim cansız bir heykele benzer. Dindarlığın asıl maksadı da elde edilmiş olmaz. İşte yanlış anlamanın en büyük şekli de budur. [371]
A. Elbette ki, iman edenler, hicret edenler, malla-riyle ve canlariyle Allah yolunda savaşanlar ile bunfarı fc>arınd!ıran ve yardım edenler... Bunlar birbirlerinin ktr ruyııcusu ve yardımcılarıdır. İman edip de hicret e tine-
yenlerin ise, hicret edinceye kadar koruma mesuliyeti size ait değildir. Bu müminler, din yolunda sizden yardım dilerlerse, sizinle arasında ahit bulunan bir kavme kargı, olmamak şartiyle yardım etmek »izin vazifenindir. Elbette ki, Allah sizin ne ettiğinizi görendir. (Enfâl, 72).
Bu âyet-i kerime îslâmî Anayasanın mühim bir maddesidir. Burada şu usul gözönünde bulundurulmuştur ki, «velayet» : (koruyuculuk, yardımlaşma ve bağlılık) yalnız müslümanların arasında olacaktır. Yani Darül - İslâm dahilinde bulunanlar îslâm Devletinin himayesi altındadır. Eğer bu müslümanlar, Darül - Islârnın dişinde iseler, o zaman hicret edip Darül İslama geleceklerdi:;< Bunun dışında îslâmî ülkelerin haricinde bulunan müv-lümanlara karşı yine kardeşlik vardır. Fakat onlara kargı «velayet» : (koruma) yoktur. Yine bu şekilde hicret cdipde gelmeyen müslümanlar hakkında yine «velayet : koruma» yoktur. Onların da darülküfr vatandaşlığa terp edip, hicret edip, Darül1- İslama gelmeleri lâzun&r. «Velayet» kelimesinin Arapçadan tercümesi himaye etmek, yardım etmek, korumak, desteklemek, dostluk etmek, yakınlık göstermek, himayesindekinin işi ile alâkadar olmak ve bunun gibi mefhumlardır. Bu âyet-i. kerime üzerinde toplu olarak durulacak olursa, şu mana çıkar M, bir hükümet kendi vatandaşlarına, vatandaşlarda hükümete ve diğer vatandsjşlara karşı koruyucu durumdadırlar. Bu itibarla bu âyet-i kerime, «düsturî ve siyasî velayet» : Anayasa hükmüne göre siyasî koruma işini hükümet kendi ülkesinin hudutları iğine almış bulunuyor. Bu hududun dışındaki müslümanların korunması, yahut da himayeleri bu hükümetin vazifesinin dışında bırakılıyor. Velayetin mevcut olmamasının da bir hayli kanunî sebepleri vardır ki, biz şimdi bunların hepsinden bahs etmeyi lüzumlu görmüyoruz. Misâl olarak şu noktaya işaret edelim ki, «Adem-i Velayet» e istinaden darül - küfr ile darül - islâm müslümanları birbirlerine vâris değillerdir. Birisi de diğerinin kanunî velisi (Guardian) : «koruyucusu» da değillerdir. Islânıî hükümet böyle bir müslümana darül - küfür hemşehriliğinden ayrılıncaya kadar, vazife ve memuriyet de veremez. Buna. göre Îslâmî devletin mesuliyeti, bu devletin içinde yaşayan müslümanlar içindir. Dış ülkelerde yaşayan müslümanlar bu mesuliyetin altına girmemişlerdir. İşte bu durumu aydınlatmak için Zat-ı Risaletpenahüeri şöyle buyurmuşlardır :
Ben müşrikler arasında oturan müsliraıanlarr kora-makla mükellef değilim.
Bu şekildeki Îslâmî müeyyide, uzun çekişmelere, kavga ve savalara müncer bulunan ve milletlerarası meseleleri Karıştıracak olan bir meseleyi kökünden halletmiş; oluyor. Nitekim, bu gün bazı hükümetler de, kendi hu-düLıarı dışında bulunan ekalliyetlerin mesuliyetini üstüne almakla, ardı arkası kesilmeyen muharebelere meydan vermişlerdir.
Yukarıdaki fıkra ile darül „ îslâm dışında oturan müslümanlar «Siyasî Velayet» alâkasının dışında bırakılmışlardır. Fakat bundan sonra gelen fıkra bu vaziyeti izah ederek, dış ülkelerdeki bulunan müslümanlar bu alâkanın dışında olmalarına rağmen, onlarla tamamen alâka kesilmez, denmiştir. Onlarla «dinî kardeşlik» mefhumu devam edecektir. Eğer onlara herhangi bir şekilde-zulm edilmiş ise, onlar da Îslâmî kardeşliğe istinaden, darül - İslâm hükümetinden veya darfül- İslâm ülkesi sa kinlerinden yardım isterlerse mazlum kardeşlere yardım etmek farzdır. Fakat bu husus biraz daha açıklanmalıdır ki, bu din kardeşlerine yapılacak olan yardım, körü körüne yapılmış olmasın. Böyle bir yardım, milletlerarası mesuliyetleri, ahlâkî hudut ve ölçüler gö'zö'nünde tutularak yapılacaktır. Zulmeden kavmin, darül - islâm hükümeti veya kavmi ile bir muahedesi varsa, o 2aman, bu muahedeyi bozacak şekilde bir yardım yapılamaz.
Âyet-i kerimede muahede yerine «misak» kelimesi kullanılmıştır. Arapça olan bu kelimenin kökü «vusûk» dan gelir. «Vusûk» demek, Ordu dilinde de kullanılan vusûk manasından başka bir şey değildir. Yani güvenmek, itimat etmek manasınadır. Misâk kelimesi de bir devletin diğer bir devlete karşı güvenlik içinde Bulunmasıdır. Meselâ aramızda muharebe yoktur denir. İster açık bir şekilde saldırmazlık paktı yapılsın, isterse açık olarak saldırmam azlıktan bahs edilmesin. Güvenilir bir hâl bulunursa buna «misâk» vardır, denir.
Sonra âyet-i kerimenin metninde «sizinle onların arasında bir misak» dan bahs ediliyor. Bundan da gayet açık bir şekilde anlaşılıyor ki, darül - İslâm hükümetinin herhangi bir gayrı Islâmî hükümet ile sadece yazılı veya sözlü paktı değil, bu hükümetin kavmî milleti ile diğer bir millet efradı arasında bulunan mutaarref anlaşmalar da bunun dairesi içindedirler. Islâmî şeriat katiyen şu me seleye cevaz vermez ki, Müslüman Hükümet başka h'x hükümetle veya müslüman hükümetin fertleri başka bir hükümetin fertleri ile anlaşma yapmış olsunlar ve bu inlaşmanm mesuliyetini de yüklenmiş bulunsunlar. Hu vt'a ya müslüman hükümet yahut da bu hükümetin fertleri silkinip bu mesuliyeti omuzlarından atıversinler. Elbette ki, darül - İslâm hükümetinin muahedelere bağiı bulunması sadece bu hükümetin ülkesi hudutları dahilinde bulunan müslümanlara ait olur. Diğer ülkede bulunan müslümanlara ait değildir. Bu şekilde «Hudeybiye sulhu sırasında, Nebî Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Mekke kâfirlerine bu şekilde muamele etmişti. O zamanki anlaşmanın mesuliyeti Hazret-i Ebu Busayr ve Ebû Cen-del'in ve diğer darül , İslâm dışında yaşayan müslüman-larm üzerine yüklenememişti. [372]
B. Bir kavmin hıyanetinden korkarsan (ahitlerini) açıkça onların karşısına çıkar.
(Enfal, 58)
Bu âyet-i kerimeden anlaşıldığına göre, herhangi bir şahıs yahut da bir zümre ile muahedemiz olduğu takdir-^ de, onların bu muahedeye sadık kalmadıklarından şikâyet etmek, yahut da bize karşı bir hiyanet yolunu mu tutmuşlar diye endişeye düşmek, bizim için caiz olmaz. Aramızdaki muahedenin hükmü kalmamış veya ortada ıbir muahede yokmuş gibi hareket etmek de doğru değildir. Ancak karşı tarafın muahedeyi bozmak yolunda olduklarını tavrı hareketlerinden sezdiğimizi daha Önce onlara. bildirdikten sonra, artık aramızdaki muahedenin yürürlükte olmadığını ve kendi tutumları yüzünden muahede şanlarının ortadan kalktığı ifade edilecektir.
Bu emri İlâhiye istinaden Zatı Risaletpenahileri, Is-lamın milletlerarası siyaset usulünde şu esasa ait kararı bildirmişlerdir :
Bir kavim ile arada muahede bulunursa, bu muahedenin müddeti bitmiş olmadan daha önce, muahede bozulmayacaktır. Muahede hükümlerinin devam edeceği veya fesh edileceği karşı tarafa bildirilecektir.
Zatı Saadetleri şu mühim kaideyi de gözönünde bulundurmuşlardır :
Sana hıyanet edene hiyanet etmeyeceksin.
Bu usul sadece bir öğüt olarak ve kitapları süslenıek iğin konmamış, bu usul yaşayışta amelen bağlı bulunulacak bir usuldür.
Nitekim bir ara emîr Muaviye Rum'a saldırmak maksadiyle, Rum hududuna ordunun toplanması için emir vermişti. Muahedenin bitmesine de daha bir müddet zaman vardı. Nitekim bu durumu gören ve Sahabî olan. Hazret-i Amr ibn-i Anbese Radıyallahu anh, ihticacda bulunarak, Resulü Ekremin hadisi şerifini ortaya koyda ve bu hususta ısrarla durdu. Nihayet Muaviye Hazret-*: Amr'in sözlerine boyun eğmek zorunda kaljiı ve ordunua toplanmasından vaz geçildi.
Bir taraflı muahedeyi feshederek, harp ilân etmeksizin karşı tarafa saldırmak eski câhiliye devrinin usulüdür ki, zamanımızda modern câhiliye mensupları arasında da bu usul pek rağbettedir. Nitekim bunun en yeni misallerinden birini ikinci dünya savaşında gördük. Al-manlaran Rusyaya, İngilizlerle Rusların îrana saldırışları mevzaumuzun canlı örneklerindendir. Umumiyetle bu münasebetsiz tutuma, saldırıdan önce kargı tarafı haberdar edersek, o zaman karşı tarafı uyarmış oluruz, onlarda karşı koyabilir, düşüncesi bahane edilmektedir. Fakat bu gibi bahaneler ahlâkî mesuliyeti ortadan kaldırmaz. O idarecileri de günahtan kurtaramaz.
Her hırsız, her yol kesen, her zina eden ve her katil ve her düzenbaz, yaptığı cürümlere bu gibi bahaneler uydurur. Şimdi işin tuhafı şudur ki, Milletler camiasına mensup milletler kendi aralarında bu gibi ahlaksızlıkları caiz sayarken, fert olarak bu ülkelerde yaşayan vatandaşları böyle bir ahlaksız yaparsa onları, mücrim adedi-yorlar.
Burada şu noktayı da bilmek zarureti vardır ki, îs-lâmı kanun sadece bir hususta haber vermeksizin saldırıya müsaade edilmiştir. Kam taraf, anlaşmayı bozduğunu bildirmeksizin bize karşı düşmanca hareketlere giri, şir ve saldırmağa hazırlanırsa, o zaman biz de artık yukarıdaki âyet-i kerimenin medlulünün haricine çiKtmş oluruz. Başka bir hükme girer ve düşmana haber ve^ue-den saldırabiliriz.
İslâm Fakihleri bu istisnaî hükmü, Nebî Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in şu hareketinden istidlal ediyorlar. Kureyş. Beni Huzâa vakasında açıktan açığa Hudeybiye sulhu anlaşmasını bozdular. O zaman Zat-i Saadetleri de muahedeyi hükümsüz kıldıklarına dair karşı tarafa haber vermeden, Mekke üzerine hücuma geçilmesi için emir buyurdular. Fakat biz bu istisnaî 'kaideden faydalanmak istersek, o zaman bütün ahvalde Zat-ı Saadetlerinin bütün tavrı hareketlerini gözönünde bulundurmam iz icap eder. Hadis ve Siyer kitaplarında bu meseleler etraflıca anlatılmış tu*.
1. Kureyşin muahedeyi bozduğu o kadar açık bir gerçekti ki, itiraza mahal hiç bir husus yoktu. Bunu Kureyş de itiraf ediyordu. Kendileri muahedeyi yenilemek için Ebu Süfyanı Medineye göndermişlerdi. Bu da ortada bir muahede hükmü kalmadığma dair açık bir delildir. Muahedeyi bozmuş olan karşı tarafa da acaba bi?. de bu muahedeyi bozalım diye sormaya lüzum kalmaz. Aslında muahede kendiliğinden bozulmuş bulunuyordu.
2. Onlar tarafından muahede bozulduktan soara, yine Zat-ı Saadetleri, tarafından bu 'kavim yine muahid kavim olarak düşünülmüştü. Fakat Ebu Süfyan, Medineye gelip de Zatı Rdsaletpenahilerinden, muahedeyi yenilemek talebinde bulununcaya kadar da Zatı Saadetleri muahedeyi resmen bozulmuş saymamışlardı. Fakat Ebu Süfyanın bu teklifi muahedenin bozulmuş olduğunu meydana koydu ve Zatı Saadetleri de yenilemeği kabul bu-yurmadılar.
3. Kureyş aleyhine muharebeye girişmek açık olarak belli idi. Zatı saadetleri, hiç bir zaman altatıcı işlere tevessül edecek bir zat değillerdi. Sallallahü Aleyhi ve Sel-lam, zahirde dost görünüp sulh iddiasında bulunupda gizliden gizliye harp yolunu tutan bir idareci değildi.
Bu mesele Nebî Sallallahü Aleyhi ve Selîem'in işveyi hasenesi (en güzel örnek) tir. Bu hadisede yukarıdaki a-yetin umumî hükmünü bozmanııştır
Milletlerarası ihtilaflarda bir çok konuşma, görüşme ve hatta üçüncü bir devletin aracılığına-rağmen, yinede kuvvetli tarafın haklı çıktığını görüyoruz. Bu bakımdan bizim de kuvvet kullanmamız caizdir. Fakat yukarı-ki âyetin medlulüne gelince, ahlakî bir ilândan soara, kuvvet kullanmamız icap eder. Gizli ve saklı olarak muharebeye girişmek ve barışta imiş gibi görünüp savaş yolunu tutmak ahlaksızlığım İslâmî tâlim bize öğretmemiş tir. [373]
C. Bundan böyle onları savaşta ele geçîrirsen kendilerini korkut olur ki, arkalarından gelenleri düşündürürler.
(Enfal, 57).
Bu âyet-i kerimeden anlaşılan mesele şudur: Muahede yaptığımız bir kavim, muahede kaidelerine uymaz da tesbit edilen şartları ihlâl ederek bize karşı savaş açarsa, o zaman bizim de muahede şartlarını -bir tarafa atarak, savaşa girmek hakkımız olur. Aynı şekilde aramızda muahede bulunan başka bir kavim, bizim düşmanımız olan kavimle bir anlaşma yoluna gidip de, bizim aleyhimize onlara yardım ederse, o zaman, bu kavimle de daha evvel yaptığımız muahedenin hükmü kalkmış olur. Nitekim bu kavmin fertleri de fert olarak, kendi
kavimlerinin bağlı bulunduğu muahedelerin hilâfına hareket ederlerse ve bizimle savaşan kavme yardımda bulunmak ve onlarla birlikte bizim aleyhimize çalışmak yolunu tutarlarsa, o zaman yine, bunlarla -yaptığımız muahedede yazılı bulunan can ve mal muhafazasından mesuı olamayız. [374]
D. Eğer onlar sulha temayül gösterirlerse, sen de sulha yanaş. Allah'a da tevekkül et. Elbette ki, O bilen w duyandır. Yoksa sana hile yapmak isterlerse, elbette Kî, Allah sana yeter... (Enfal, 61 - 62).
Yani, milletlerarası meselelerde korkakça bir usul takip etmiyeceksiniz. Allah'a güvenecek ve cesaretle ortaya atılacaksınız. Düşman ne zaman sulh kapısı açmak isterse, siz de bu teklife yanaşacaksınız. Fakat bu sulh teklifi iyi niyete dayanmayıp da bir hileye matuf yapılmak isteniyorsa, o zaman yine siz Allah'a güvenip, cesaretle karşı koyacaksınız. Öyle bir harekette bulunacaksınız ki, hile yoluna giden hilekâr düşman, bu hile ile sizi kandırıp yumuşatarak aldatmasın. [375]
Yukarıdaki sahifelerde, Kur'an-ı Kerimin siyasî mef^ humlan ve îslâmî hükümetin milletlerarası mevzularda-ki 'usullerinin esasları anlatıldı. Kur'an-ı Kerim yaşayışın her dalma ait açık hidayetler getirmiştir.. Müslümanlara da ferdî ve içtimaî muamelelerde ve meselelerde bu hidayetleri gözönünde bulundurmak farz olmuştur. Bu bidayetlerin aydınlığı altında muamelelerini yürütmelidirler. Böyle yapmakla ancak, onlar kendi din ve imanlarının muktazayatını tamamlamış olurlar. [376]
Nihayet Mevlânâ Mevdûdl Sahih aşağıda bahs edeceğimi» makaleyi de Ali Garh Müslim Üniversity : (Ali Garh lafâm Üniversitesi) İslâm tarih ve medeniyeti encümeninin daveti üzerine Istiriçî Hal'da, 12. Eylül. 1940 da okumuşlardır. Bu makalede o zamanın hususi ahvaline ait bulunan bahisleri çıkardık, diğer hususları muhafaza ettik. Bu husiuflar İslâmf hükümetin ayakta tutunması ve devam etmesinin durumu Ue alakalı ve bu hükümetin çalışma tarzı hakkında malûmat vermektedir. (Hazırlayıcı) [377]
İslâmî hükümetin keyfiyetini Öğrendikten sonra, bu hükümeti maksada ulaştırmanın yolu nedir, diye düşünebiliriz. İşin başında arzettiğim gibi, herhangi bir camiada bu şekilde fikrî, ahlakî, medenî sebepler ve hareketler mevcut olursa, böyle bir hükümet ortaya çıkabi-Iir. Söylediğimiz gibi, bir limon çekirdeğini toprağa di -kerseniz, bu çekirdek büyüyüp ağaç olduktan sonra bundan enbe (Hint - Pakistanda yetişen bir meyvedir) meyvesi alınamaz. îslâmî hükümet de bunun gibi bir mucize olarak ortaya çıkamaz. Bu hükümetin ortaya çıkması için, onun temeline ait hayat nazariyesi, yaşayış maksadı, ahlak ölçüsü, hareket tarzı, Islâmın mizacına uygun bulunmalıdır. Onun lideri ve önderi, memurları, işlerini İdare edenler, tam manasiyle İslâm anlamını kavramış bulunmalıdırlar. Sonra kendi çalışmalariyle cemiyet içinde bu zihniyeti ve bu ahlakın ruhunu yaşatmalıdırlar. Daha sonra bu temel üzerine eğitim ve öğretim için yeni bir sistem hazırlayıp, tslâmın karekterine göre a-dam yetiştirmelidirler. Müslüman alim, müslüman felsefeci, müsilüman tarihçi, müslüman maliyeci, müslüman iktisatçı, müslüman hukukçu, müslüman siyasetçi ve hü îâsa olarak, her mevzuda ve her hususta îslâmı gerçek manada kavramış, İslama bağlı elemanlar cemiyeti çepeçevre kuşatmalıdır. Bunlarda şu kudret de bulunmalıdır
ki, dünyanın Allah'ı bilmez ve iman mahrumu fikir önderleri karşısında, kendi düşünce ve fikirlerini müdafaa edip, üstün seviyelerini (Intellectüal Leader ship) isbat edip ortaya koymalıdırlar. Fikrî ve aklî bakımdan, aym zamanda amelî olarak da bu dünyadaki yanlış yaşayış nizamına karşı çetin bir mücadele kabiliyetleri olmalıdır.
Böyle bdr çalışma ve mücahedede, sıkıntılara, musibetlere, üzüntülere, eziyetlere ve her türlü fedakârlıklara göğüs gerebümelidirler. Sebat ve azimleri ile hulusu niyetlerini isbat kudretine haiz olmalıdırlar. İmtihan ve denemelerin karşısında mihenk taşına vurulan saf altın gibi oiup, bozuk ayarları ortaya çıkan kimselere benzememedirler. Mücadelelerinde kendi fikir ve fiillerini, kendi ideolojilerine göre ortaya koymalıdırlar. Onların her sözü, her işi, temiz, garazsız, doğru - düzgün olmalı ve Allah'tan korkup, insanlığın kurtuluşu için çalışmalıdırlar, tnsanlık için adalet ve güven yolunda gitmelidirler. Fit. ratın cemiyet içinde doğurduğu bütün hususiyetlerde bu iyilik usulü üzerinde durmalıdırlar.
Aşağılık ve düşük karakterli kimselerin baskılarına karşı koyabilecek bir mizacın sahibi olmaları bilhassa şarttır. Halkın düşüncesinde inkılabın zihniyeti yerleş-melddir. İçtimaî yaşayış için hükümetin hususî nizamını koruyabilip, cemiyeti buna göre hazırlanmasını bilmeleri icap eder. Yanlış ve sapık nizamları kaldırmak ve değiştirmek cesaretinde bulunmaları lâzım gelir. Böyle bir nizama göre, hükümet kurulduktan sonra, bu hükümeti yürüten en küçük memurundan en büyük idarecisine kadar herkesin bu nizamın memuriyet vasıflarını göstermesi lazımdır.
Muhterem dinleyiciler!
Bu inkılabın ortaya çıkması ve bu hükümetin kuvveden fule gelmesinin yolu budur. Biz ancak bu vasıflara ulaşabilmiş bir kuruluşa Islânıî hükümet diyebiliriz. Sizler, limî hüviyeti olan şahsiyetlersiniz. Elbette ki. dünyada bir şu kadar inkılabın olduğunu teferriiatiyle bilmek tesiniz. Şimdi şurası sizce açıktır ki, böyle hususiyetleri olan bir inkılap hareketinin ön saftaki lideri, fikir adamları ve bu davanın mensupları bu hükümetin keyfiyetine
göre bir anlayış seviyesine, medenî ve ahlakî bir düşünceye yükselmiş olmaları gerekir.
Fransız inkılabında da kendine has ahlakî ve fikrî sebepler vardır. Bu vasatı Voltaire, Rausseau, Montesque ve diğer fikir adamlara hazırlamışlardı. Rus inkılabını da Marks'm, Lenin'in ve Trostski'nin fikri ve amelî önderlikleri ve onlar gibi çalışan binlerce kimse meydana getirmiş ve sosyo-komünist nazariyesi üzerine devlet kun4. .muştur. Almanya'nın nasyonal sosyalizminin de kendine göre, ahlâkî, ruhî, medenî zemini vardır ki, bunun da kök ve esası Hegel'in, Fişte'nin, Nitschea'nin, Goethe'ndn ve diğer Alman mütefekkirlerinin fikirlerine istinat eder. Sonra Hitlerin liderliği ile ortaya çıkmış oldu.
Aynı şekilde Islâmî inkılâbın da bir esas nazariyesi vardır. Fakat bu nazariyenin muharriki, Kur'an-ı Kerimin nazariyeleri ve tasavvurlarıdır ki, Sdyretj Muham-rciediyenin Sallallahu Aleyhi ve Sellemin üzerine istinat eder. Neticede içtimaî yaşayışın zihnî, ahlâkî, ruhî ve medenî temelleri de bunun üzerine istinad edip, diğerlerini tamamen değiştirir. [378]
Bu makalede, zatı alilerinizin karşısında şu davayı {process) açıklamak istiyorum ki, bunun neticesinde Islâmî Hükümet bütün açıklığı ile vücud bulacaktır. [379]
Seçkin bir ilim ehlinin huzurunda bulunmam dolayı-siyle, benim için bu hakikati izah etmek hususunda fazla vakit sarf etmek zarureti yoktur. Hükümet nasıl bir keyfiyette olursa olsun, (uydurma bir usul olmamak şar-tiyle) kurulabilir. Bahis mevzuu olan hükümet, en sağlam usullere istinat ettiğinden, istendiği zaman başka bir şekle .veya istenmediği zaman başka bir şekle konacak bir şey değildir. Böyle bir kuruluşun ortaya çıkması, iç-aınaî, ahlâkî, ruhî, medenî ve tarihî sebeplere dayanması pek tabiîdir. Bunun için bazı iptidaî meselelerin hazırlıkları (Pre-requisites) ve bazı fıtrî iktizaların bir araya gelip hazırlanmaları lâzımdar ki, bunların neticelerim mantıkî vaziyette görüp, mukaddematı (Prqmises) bunun üzerine tertiplemeniz mümkün olabilsin. Nitekim, kimya ilminde, bir kimyevî terkibi, daima bu terkibin teşkil ettiği unsurlarda aramak lazımdır, işte içtimaî işler de böyledir, içtimaî işlerde de hal ve vaziyetin iktizasına gö^ re, fertlerin bir araya gelmesi bir camiayı teşkil ettiklerini gösterir. Bunun neticesinde de hükümet kurulur. Sonra hükümet vaziyetini ve yürüyeceği yolu tayin eder. Bu şekilde işin mukaddimesinin başka ve işin neticesinin başka olmasına da dmkân yoktur. Meselâ, yine kimyadan misâl verelim. Bir elmanın hususiyetleri başka ve onun terkibindeki hususiyetler başka olamaz. Aynı şekilde dikilen bir limon çekirdeğinden enbe (Hint - Pa-kistanda yetişen güzel kokulu bir meyve) fidesinin yetişmesine imkân yoktur. Yine mümkün değildir ^ki, bir millet bir zihniyet tahtında teşekkül etsin de sonra bu camia başka bir zihniyette bir hükümet ortaya çakarsın.
Fakat burada başka bir mesele vardır: Cemiyet idareci bâr kadro tarafından zorlanırsa (Cebriyet) : (De-terminism) bu zorlama ve cebrilik insan iradesini yok eder ve ortadan kaldırır. Şüphesiz olarak, böyle bir dikta ve zorlama olmaksızın, hükümetin şekil ve keyfiyetini fertler ve fertlerden meydana gelmiş bulunan cemaatler tayin ederler. Bu tercih onların istek ve iradesine bağlıdır. Aslında bu da sabit olmuş bir meseledir ki, hükümet nizamını ortaya koymaktan maksat, fıtrata uygun düşen sebepleri bir araya getirmek ve fertlerin yani milletin ihtiyaçlarını gözönünde bulundurmaktır. Bu bakımdan, böyle bir işde fertlerin karakterlerini harekete geçirmek icabeder. içtimaî ahlakı meydana getirmek ve fertleıi terbiye etrr^k zarureti hasıl olur. O zaman hükümet nizamı fıtrata uygun bir şekle girip yürür. Bütün bu sebepler ve amiller bir araya geldikten sonra ve uzun çalışmalardan sonra, hükümet nizamı kuvvet ve kudret elde edebilir. O zaman millet için de başka bir nizam al-fcnria yaşamak bir hayli zor ve müşkül olur. Nitekim, ağaç koküyle ayakta tutunur. Ve kökün varlığına dayanarak gelişir, büyür ve sonra meyve verir, gimdi biraz, düşününüz, hükümetin başında bulunanlar ferdi haysiyetleri itibariyle, içtimaî vaziyetleriyle ve aynı zamanda, ahlâk nazariyöleriyle bir yaşayış nizamına bağlanmış olurlarsa, imkân mı vardır ki, böyle bir vasatta, başka / bir yaşayış nizamı ortaya çıksın. Bunun aksini düşünmek, boş hayalden, boş düşünceden ve boş işten başka, bir şey değildir ve olamaz. [380]
Şimdi, îslâmî hükümet dediğimiz kuruluşun hususiyetlerinin ve keyfiyetinin ne olduğuna bakabiliriz.
Burada îslâmî hükümeti, diğer hükümetlerden ayıran mümtaz bir hususiyet vardır, islâm hükümeti, diğer hükümetlerin zıddına ve aksine olarak, kavim-perestlik^ milliyet-perestlik ve doğum yerine bağlı .bulunmak grbî hususlardan tamamiyle uzaktır. Böyle bir hükümet rejimi tamamiyle kendine mahsus olan sıfatlar taşır ki, buna İngilizce istilanda (îdeological State) denir. Şimdiye kadar dünya böyle bir hükümet rejiminden haberdar değildir. Bu tarz bir sistemi de bilemez. Çünkü böyle bir rejimi görmüş değildir. Eski çağlarda, halk sadece bir hanedan ve yahut da bir zümre hükümeti biliyordu. Daha sonra ırkçılık esasına dayanan bir hükümet rejimini benimsediler. Fakat usule bağlı yani belli prensiplere göre hareket eden bir hükümeti kabul etmek, ırkçılık taassubundan sıyrılmak ve yalnız kanunlarla iş gören bir hükümeti u Çimmek ve tasavvur etmek zihinlerin kabul edebileceği bir husus değildi. Çünkü böyle bir şey hıris-tâyanlık akidesinde de mevcut olmadığı gibi diğer sistemlerde de böyle bir idealden eser yoktu. Bu bakımdan o .zamanki vasatta usule bağlı bir hükümeti düşünmek hile mümkün olmuyordu. Nihayet Fransız inkılabı vuku bulunca prensiplere de dayanan bir hükümet fikri de ortaya atılmış oldu. Fakat bu düşünceler de nasyonalizm — milliyetçilik idealinin karanlığına gömülüp gitti. Sonra da sosyo-komünizm nazariyeleri kendini gösterdi. Bu nazariye üzerine bir hükümet kurulması fikri de belirdi. İş tatbikat sahasına dökülünce başka türlü bir nasyonalizm ortaya çıktı. Böylelikle bu noktaya kadar gelen bu -akım da neticesiz kaldığı gibi, başka şekillere girdi ve aslî heyetini kaybetti.
Görülüyor ki, dünya tarihinin başından günümüze iadar gelip geçen sayısız hükümet rejimleri iğinde yalnız İslâm hükümet rejimidir ki, her türlü millî, kavmî ve toprak şaibelerinin üstüne çıkarak tertemiz bir vaziyette kalabilmiş ve sadece ideolojiye dayanan bir hükümet rejimidir. Daveti bütün insanlık içindir. Böyle bir kuruluş ancak bu ideolojiyi kabul eden kimseler tarafından meydana getirilebilir ve milliyet esasım üstünde olan insanlık esasına göre bu bina yükseltilir.
Böyle bir hükümet emsalsiz ve benzeri görülmemiş bir şey olduğundan, dünya halkı bilmeden daha doğrusu koru körüne bu kurtuluş rejimine karşı koydular. Yalnız, gayrimüslimler değil, hattâ müslümanların kendileri bile bu İlâhî hidayetlerle kurulan örnek nizamın mutazam-ıiiiiı olduğu hususları (İmptlications) anlamaktan âciz î<i" er. Müslüman ülkelerinde yetişip gelişenler bile içtimaî hususlarda Avrupai düşüncelerle yetiştiklerinden,, Avrupanm siyasî ilimlerine (Social Sciences) kapılmışlardır. Bunun için onların da zihinleri böyle bir şeyi an-la;.niktan ve kavramaktan âcizdi. Ne kadar yazıktır ki, müslüman ülkelerinin çoğu son zamanlarda hürriyetleri ii elde ettikten sonra dahi kendilerine hükümet plânı olarak Millî Hükümet (Naztioan State) den başka bir plân düşünemediler. Maalesef bunların düşüncelerinde îslânıî ilim ve düşünce ve «Usulî Hükümet» rejimi bir türlü yerleşemiyor. Bütün İslâm dünyasında karışık ve Arap saçma dönmüş bir usul tatbik edilmek isteniyor. Halk ise îslâmî hükümetin sadece ismini biliyor. Fakat bu zavallılar da böyle bir kuruluşun ne şekilde olabileceğini ve ne şekil alabileceğini akıllarından bile geçiremediklerinden mecburi olarak Millî Hükümet rejimine sarılıp kalıyorlar. Milliyetçilik düşüncesi (Natio analistic ideology) nin peşine bilerek veya bilmeyerek takılıp gidiyorlar. Düşünebildikleri program da yine milliyetçi hükümet esasına dayanan bir hükümet programıdır. Halk, ümmet, cemaat,, millet, milliyet, emire itaat gibi Îslâmî ıstılahları söyleyip duruyor. Fakat esas fikir itibariyle bunların hepsini milliyetçi ve ırkçı ıstılahlara göre ifade etmektedirler. Gayrı - îslâmî kumaştan Îslâmî elbise yapıp giyinmek istiyorla.".
Usulî hükümetin keyfiyetini anlamış bulunuyorsunuz. Şimdi biraz daha dikkat edip şu meseleyi de anlamak lâzımdır ki, bu düşünce, bu hareket şekli, bu amelî program ve bu noktanın başlangıcı, 'bu iş içdn bîr mesele teşkil edemez. Nerede kaldı ki, bu zümre ile işi halledp, vaziyet sağlam bir şekle konabilsin? Doğrusu şudur ki, yukarıda saydığımız hususların îıer biri ayrı ayrı, bir keser mahiyetindedir ki, bunlar bahsettiğimiz usulî hükümetin kökünü baltalarlar.
Usulî hükümetin esası, kavimlere ve kavmiyetlere dayanmaz. Sadece insanlığa İstinat eder. Burada, her kim H usulü kabul ederse, bu usule bağlanırsa, bu hükümete iştirak eder. Kabul etmeyenler de'sekilip gider. Şimdi düşünenin bir kere, zihnini, lisanını, tavır ve hareketini ve her şeyini milliyetçilikle yoğurmuş bir kimse, nasıl olur da bu insanî usulü kabul edebilir? [381]
İslâmî hükümetin ikinci hususiyeti de böyle bir hü-ikûmette esas hâkimiyetin Allah Taalâya has olduğudur, tslâmî hükümetin esas nazariyesinde [382] mülk Allah Ta-Taala'nın halifesi olmak hasabâyie yine Allah Taala'nm gi bir şahıs, yahut hanedan, herhangi bir zümre veya kavim belki bütün insanlığın dalıi bu hâkimiyetle bir ilgisi (sovereignty) yoktur. Hüküm vermek ve kanun yapmak da mahza Allah Taala'mn hakkıdır, tnsan, Allah Taala'nm halifesi olmak hasebiyle yine Allah Taala'nm hükmettiği kanunları olduğu gibi tatbik etmek mevkiindedir. Hükümetin sahih durumu da bundan başka bir şey değildir. Bu da iki şekilde izah edilebilir, la, insan doğrudan doğruya, Allah tarafından olan Kanun ve Düstur il e hükümetin başına getirilir. O'nun hilafetine bütün insanlar hep bir arada iştirak edip imanettikleri ve tabî oldukları kanunları yürütmeğe hazırlanırlar. Bu işde bu insanlar topluluğunun her ferdi teker teker Allah Ta-alâ karşısında mesul olurlar. Çünkü Hak Taalâ aşikâr veya gizli her şeyi bilir. O'nun ilminden hiçbir şey gizli değildir. O'na karşı yalan uydurulup da söylenemez. Hilâfetin mesuliyeti bize tevdi edilmiş olduğuna göre, bu, şu demek değildir ki, biz istediğimiz gibi hüküm verelim de istediğimiz gibi bu hükümleri yürütelim. Halkı kendimize köle yapalım. Onların başlarını kendi karşımızda eğdirelim. Halktan vergi alalım da kendimiz içjin saraylar yapalım. Hakimane salahiyetleri kullanarak kendi keyfimize bakalım. Bu salahiyetleri, kibir ve bencilliğimize alet edelim. Biz şu hususların gerçekleşmesi için Allah Taala'nın kanunlarına bağlı bulunup bunları yürütmeğe çalışırız: Bu kanunların carî ve nafiz olması için hiç bir şekilde kusur etmemeğe çalışmak. Eğer bizim bu yolda bir kusurumuz veya garazımız, hevayı nefse tabi olup taassup, taraftarlık, dinsizlik ve densizlik için girerse, o zaman Hak Taala'nm adaleti karşısında ceza göreceğimize inanmak. Dünyada bu cezayı görmezsek de ahirette mutlaka göreceğimize hakkiyle kani olmak.
Bu nazariye ve bu plana göre bu bina kurulur. Bu binayı bir ağaca benzetelim ki, bu ağacın en ufak dallarının en ufağına kadar her şey dünyevî hükümetlerden (Secular States) tamamen aymdır. Bunun terkibi, bunun mizacı, bunun fıtratı böyle şeylerle karışamaz. Bu binanın devam etmesi ve bu ağacın gelişmesi için, hususî bir düşünce, hususî bir zihniyet ve hususî bir tavrı hareket lâzımdır. Bu hükümetin siyaseti, bu hükümetin ordusu, bu hükümetin adliyesi, bu hükümetin maliyesi, bu hükümetin vergi usulü, bu hükümetin inzibat işleri, bu hükıt metin harici siyaseti, sulh ve harp tutumu ve baştan sona kadar her işi dünyevî hükümetlerden tamamen ayrı olmalıdır.
Burada adalet işlerine bakan hâkim, burada daniştay baş hâkimi, adliye müşavirleri diğer hükûmetlerinkine benzemez. Hattâ polis müdürü ve en yüksek inzibat âmiri bile farklıdır. Bu hükümetin kumandanın hattı hareketi de diğerlerine benzemez. Hariciye nazırları da siyaset düzenbazlığını bilmezler. Hülâsa, bu hükümetin işle-^ rini yürütmeğe iştirak eden bütün halk efradı, ahlâkî ve zihnî terbiye bakımından bu hükümetin takip ettiği yola uymalıdırlar. Islâmî hükûrnetn vatandaşlarından tutun da, idareciler, iş adamları, hâkimler, direktörler, ordu kumandanları, sefirler, nazırlar, hülâsa içtimaî yaşayışın bütün unsurlarını teşkil eden elemanlar, bir makinanın bütün parçalan gibi tamamen birbirine intibak etmelki'r. Bir makinanın parçalan gibi birbirleriyle ilgili olan îs-lâmî hükümetin halkının kalblerinde Allah korkusu bulunmalı ve Allah Taalânın karşısında mesuliyet hissi drymalıdırlar. Bu hükümeti yürüten en ufak memurundan en büyük makamlarda bulunan idarecilere kadar aer şahsın ahreti dünyaya tercih eden kimselerden olma:-sı lâzımdır. Böyle bir nizam altında yetişip terbiye gör-meîeri lazımdır. Onların nazarında ahlakî ilerleme Ölçüsü dünyevî menfaatten çok yüksek olmalıdır. Hükümetin esas gayesi olan insanlığın yükselmesini gözönünde tutmalıdırlar. Her yaptıklan işde Hak Taalânm rızası için çalışmalıdırlar. Şahsî, kavnıî, aşiretçi ve milliyetçilik kayıtlarından kurtulup bu gibi şeylere köle olan kimselerden olmamalıdırlar. Dar görüşten ve taassuptan tamamen azade bulunmalıdır. Bu kimseleri servet ve hükümet kürsüsünde bulunmak kudurtmamalıdır. Servet ve iktidar için aç gözlü olmamalıdırlar. Şunu da bilmelidirler ki, yeryüzünde onların eline geçmiş bulunan hazineler onların olmayıp, ancak bu hazinelere bir emanetçiden başka bir şey değillerdir. Hükümet vasıtasiyle ellerine geçmiş bulunan mamurelerin koruyucusu, gözeticisi olduklarını bilip, bunları korumak için gece uykusunu feda etmekten çekinmemelidirler. Halkın canını ve malını, ırz ve namusunu, şeref ve haysiyetini hiç bir tesir altında kalmadan, korkmadan ve çekinmeden korumak lazımdır. Fatih olarak bir ülkeye girdikleri zaman, bu ülkenin halkının rualmı yağma etmek, halka zulm etmek, rezalet çıkarmak, şehvet peşinde koşmak gibi çirkin fiillerden çe kinmelidirler. Öyle hareket etmelidirler ki, fethedilmiş olan ülkenin ıalkı kendi mallarını ve canlarını, çoluk çocuklarını, îslâm askerlerine emanet edebilsinler ve korunacaklarından emin olsunlar. Milletlerarası meselelerde ve milletlerarası siyasette, doğruiuk, adalet, usul, ahlâk, muahede ve her şeyde itimat telkin etmelidirler.
îşte ancak bu vasıflara sahip bulunan kimseler İs-iâmî hükümetin kurup yaşatabilirler. Madde - perest ve (Utilitaryen) menfaat-perest : (Utilitarian Mantality) zihniyetini güden, dünyevî faydalar, şahsî veya kavmi (mi:lî) diye yeni usul koyan kimselerden olmamalıdır. Bunlar hiçbir şeyde ne Allah'ı düşünürler ne de ahireti. Bu gibi kimselerin bütün maksatları ve gayeleri ve tuttukları işlerin esas mihveri, sadece dünyevî menfaat ve zararı.düşünmektir. Böyle kimseler, nasıl olur da böyle bir hükümet kurup yürütebilirler. Bu gibi idareciler, hükümet binasının muhiti açjinde mevcut oldukça, bu binanın temellerinde köstebekler yuva yapmış demektir. [383]
Şimdi kısa tarihî bir bahisle,. Islâmî inkılap ile, içtimaî yaşayışın esaslarım değiştirmek ve yeni baştan nasil kurulacağı hususunu, huzurunuzda aydınlatmak istiyorum. Bu yolda çalışmak için hususî bir çalışma tarzı (Tecluiicjue) nedir ve bu tarzla nasıl maksada ulaşılaoi-jir ve ne dereceye kadar muvaffak olunabilir?
Hakikatte 'İslâm, öyle bir hareketin ismidir ki. öu hareketin esası yalnız ve biricik olan Allah hâkimiyeti nazariyesi üzerine insan yaşayışının temelini kurmuştur. Bu hareketin liderleri halkın dediği gibi, Allah'ın Resulleridir. Biz de bu harekete katılmak istersek, hiç olmazsa, bu liderlerin gittikleri yoldan gitmeliyiz. Onların hareket tarzlarına uymalıyız. Çünkü böyle bir işde O'nlar-dan başka yol gösterici bulunamaz. Bu bakımdan böyle bir harekete katılmamız için Enbiya Aleyhisselâmın ayak izlerini izlemeliyiz. Kadîm zamanın enbiyasının izleri hakkında bizim fazla malumatımız yoktur. Ancak Kur'ani Kerim'de bunlar hakkında bazı işaretler vardır. Bâib-le'in «Ahd-i Cedid» : (tncil) kısmında, Hazret-i Mesik Aleyhisselam'ın bazı istinatsız akvali bize ulaşmıştır. Fakat bunların hakikatlerini öğrenmek imkânı elimizde değildir. Orada Îslâmî hareket için açık bir şekilde ne yapılması icabettiği hakkında bir şey anlamak kabil değildir. Hazret-i Mesihin işaretleri, sonraki devirlere safi-yetiyle intikal etmemiştir. Bu hususta yegane mükemmel ve aydın bir yol varsa o da Hazret-i Resulullah Muham-med Mustafa Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in gösterdiği yoldur. Bunun için bu yola yönelmek sadece bir akideye istinat etmez. Belki bu yol, inişi yokuşu ve dolambaçlı tarafları malum olan bir yoldur ki, bizim de bu yoldan gitmemiz gerekir. Buna göre bu liderler arasında sadece Hazret-i Resulü Ekrem Muhammed Mustafa SallaHann Aleyhi ve Sellem'in önderliğinin teferruatı malumdur, îslâmın ilk hareketinin başlangıcından, bu İslâm hükümetinin teessüsüne kadar, Anayasa, haricî ve dahilî siyaset, memleketin nazmı ve intizamı ve yaşayışın her merhalesinin tafsiline kadar noktası noktasına malumat .almak mümkündür. Îslâmî hareketin çalışma filanı ancak bu önderin çizdiği plan üzerinde görünebilir.
Allah Resulünün Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in İslâm davetine memur olup, bu işle vazifelendirildiği zamanki dünyada ahlakî, medenî, iktisadî ve siyasî meseleleri nasıl halletmek yoluna gittiğini elbette ki, siz de çok iyi bilmektesiniz. O zaman, Roma ve tran emperyalizmi ortada idi. Zümre ve sınıf imtiyazları da hüküm sürüyordu. Caiz olmayan gayrı meşru menfaat edinmek (Eco-nomic Exploitation) dahi mevcut idi. Bunun yam başında ahlakî düşüklükler de cemiyeti pençesine almıştı. Memleketin içinde ve ^ışında Öyle meseleler vardı ki, biribi-rmden karışık bir. durumda idi. Bunlar ancak bir liderin tedbiri ile çözülebilirdi. Millet de cehalet denizinde yüzü-yorau. Ahlâkî sükût, fakirlik ve sefalet, derebeylik, dahili çekişmeler ve çeşitli kargaşalıklar halkı bir girdap g'bi içine almıştı. Bahreyn'den Yemen'e kadar bütün Arap ülkeleri, Irakın verimli toprakları da dahil olmak üzere hep İranlıların tasallutu altında îdi. Kuzeydeki mmtıkalar da Hicaz'a kadar Bizans sultası altında bulunuyordu. Hicaz'ın içindeki Yahudi kapitalizmi de iküsa-den ülkeyi hâkimiyeti altına almıştı. Bunlar tefecilikle Arapların kanlarını emiyor ve iliklerini sömürüyorlardı. Habeş hükümeti de Hicaz'a saldırmış Mekke'yi tahrip için harekete geçmişti. Bu hükümete mensup bir zümre tam bir sulta ve tam bir kudret ile Hicazla Yemen arasındaki Necran mıntıkasına yerleşmiş bulunuyorlardı, işte o zaman Hak Taalâ bir Önder ve bir rehber gönderdi. Bu Önder kendi ülkesinden itibaren bütün dünyaya şu cihanşümul davette bulundu : îlk önce bir ve tek olan Allahıı Taalâdan başkasına "kul olunmayacaktır Ancak ve yalnız Allah'ın kulluğu kabul edilecektir.
Önce bu hususa ehemmiyet vermesi, başka hususlara ehemmiyet vermemesi ve alâka göstermemesi demek değildir. Belki Zatı Risaletpenahileri bütün meseleleri her cephesinden mütalâa ederek hal etmek yolunu tutmuştur. İlk öne vahdaniyeti öğretti. Sonra insanların ahlakî ve medeni yaşayışlarındaki bozuklukları düzeltip, ortadan kailindi. Bunun da ilk şartı, insanın kendi başına buy sible) -^madiğim ortaya koymak oldu. Başka tabirle in-ruk müstakil (tndependent) ve gayrı' mes'ul (Irrespon-samn kendi kendisini ilâh kılmasına son verdi. Yahut da insanın «İlâh ül - âlemin» den gayrı, başka birine bu başka biri ister insan olsun yahut da insandan gayrisi - islerini teslim edemiyeceğini Öğretti. Bu gibi şeylerin kökü tamamen kazınmadıkca, Islâmî nazariyeye göre ve yukarıda bahsettiğimiz gibi, her ne olursa olsun, bir ferdi ıslah mümkün olmazdı. İçtimaî bozukluklar da ortadan kalkmazdı. Bunun için ıslah yolunda ilk yapılacak iş, insanı kendi başına buyruk olma zihniyetinden kurtarmak ve dünyanın sahipsiz olmadığım ona anlatmaktı. Dünyanın hakikî Sahibi ve Padişahını tanımasını ve O'nun emrine teslim olmak ihtiyacında bulunduğunu öğrenmeliydi. Ancak bu şekilde bu Padişahın koyduğu had ve hududu aşmaya yeltenmez ve kendi başına buyruk olduğu zaman uğrayacağı zarar ve ziyanı kavrayabilirdi.
Akıl ve hakikatin (Realism) iktizası da budur ki, doğru bir usul ile, O'nun karşısında boyun bükülür ve O'na, itaat edilir.
Diğer taraftan şunu da öğretti ki, mevcut olan dün-yanm Hükümdarı ve Padişahı bulunan bir tek Mâlik vardır. Ancak bu Mâlik ihtiyar ve buyruk sahibidir. Başka bir kimsenin ve başka hiçbir varlığın hüküm yürütmeğe ve buyruk sahibi olmağa hakkı yoktur. Hakikatta da O'ndan başka bir ilâh bulunmamaktadır. Bunun cindir ki, O'ndan başka bir kimseye kul olunmaz ve olunamaz. Başkasının hükmü dinlenmez. Kimsenin karşısında da baş eğilmez. Orada artık hiç bir «Majeste : (Hiz Majes-ty : Haşmetlu, Devletlu Hazretleri) filan yoktur. İzzet sahibi bir tek Majesty olan O varlık ancak bu hakka sahiptir. Orada herhangi bir Ekselans : (Hiz Hignes : Asa-letlû, Fahametlû Hazretleri) falan da yoktur. Bu lakap yalnız temiz ve güzel iş yapan kimselerindir. Orada yine herhangi bir Lord cenapları (Lordship : Asaletmeâb Hazretleri) de yoktur. Herkes asaletmeaplıktan, Lord-luktan bir hisseye mâliktir. Orada herhangi bir kanun vazı'ı da yoktur. Kanun vaz'etmek O'nun hakkidir ki, kanun koymak salahiyeti vardır. Orada ne ağa, ne patron ne velinimet, ne raca ne maharaca ne ebedi şef ne millî şef, ne herhangi bir şef, veya ne de koruyucu vardır. İktidarın anahtarı da kimsenin elinde değildir. Kimsenin kimseye üstünlüğü yoktur. Zeminden semaya kadar ne var ne yoksa hepsi de köledir ve kuldur. Rab ve Mevlâ ancak bir tek varlıktır.
Buna göre, o zaman, her türlü kulluk, her türlü itaat, her türlü bağlılığa bırakıp da bu varlığa kul olmak, bu bir varlığa itaat etmek bu bir varlığa bağlanmak o'nun hükmüne boyun bükmek icapeder. İşte bu, bütün ıslahatın ash, esası ve köküdür. Bu esâs üzerine ferdi tavru hareket ve içtimaî nizâma ait binanın yeni baştan plânı çizilir ve kurulur. Bulunduğumuz yer yüzünde Adem Aley-hisselam'dan bu güne kadar ve bu günden kıyamete kadar insanî yaşayışın meseleleri bu nizam üzerine devam edip gider.
Hazreti Muhammet Sallallahü Aleyhi ve Sellam'dan gayrı kimse bu esaşî ıslahı hazırlamak için davette bulunmamıştır. Siyasi ve içtimaî işlerde, halk üzerinde bu kadar tesirli olan kimse de yoktur ve çıkmamıştır. Halkın üzerinde tesir icra ederek, halkı böyle bir yolda çalışmaya başka bîr yola kimse sevk etmemiştir. Görüyoruz ki, o bir tek kimse olduğu halde kalkıp Lâ lâhe illallah mefhumunu ilân etti. Bu sadece peygamberane bir şekilde ileri atılmak için değildi. Hakikatde tslâmî hareketin ne şe kilde olacağını ilân etmek içindi. Bu ıslahat hususunda kirr.se O'na yardım etmiyordu. Hatta halk, bu kelimeleri bile kabul etmek istemiyordu. Lâ ilahe illâllah'ı temel o: arak kabul edenler de Zat-ı ÎÜsaletpen ah ilerinin yanı N.'tjjiru'a tahammülü çok güç sıkıntılara katlanıyor ve bu esası yerleştirmek için uğraşıyorlardı. Fakat çok geçmedi, Lâilâhe illallah, sesind duyup gelenler Zat-ı Saadetlerinin etrafına toplandılar. Bir hayli zahmet, meşakkat ve mücadelelerden sonra bu binayı da kurmaya muvaffak oldular. Bu bakımdan tslâmî hareketi yürütmek için hususî tedbire ve amelî hikmete ihtiyaç-vardı ki, bunun da-başı Tevhidi sağlamlaştırmaktı.
Tevhid akidesi sadece bir dinî mesele değildir. Arz. ettiğim gibi içtimaî yaşayış nizamı da tam olarak ancak bunun üzerine kurulabilir. İçtimaî yaşayışta, insanın kendi başına buyruk ve Allah'tan gaynsına kul olmaktan kurtulması icabediyordu.
Bugün dünyanın her tarafında minarelerden «Eşhe-dü En lâ ilahe illallah» sekleri yükseliyor. Ne bunu söyleyenler buna dikkat ediyorlar, ne de bunu işitenler bu mukaddes kelimede ne derin bir mana bulunduğu üzerinde düşünüyorlar. Fakat bu ilândan asıl maksadın ne olduğu anlaşılırsa ve bunu soyliyenin de şu manada soylo-bul etmem; sadece ve ancak bir ve tek olan Allah'tan . diğini kabul edelim: «Benini Hak Taalâ'dan başka bir hükümdarım yoktur. Ben hiçbir hükümdara boyun eğmem; hiçbir buyruk altına girmem, hiçbir kanunu kabul etmem; hiçbir adalet (Jurisdiction) a eğilmem; kimse bana hükmedemez; kimsenin nizam ve kaidesine evet demem; hiçbir imtiyaza hak ve hukuk tanımam; hiçbir hükümet, hiçbir mukaddeslik farkı ve ihtiyârât sahibi kabul etmem; sadece ve ancak bir ve tek olan Allah'tan başka birşey tanımam.» O zaman siz de göreceksiniz ki, birçok itlrâk yoksunları böyle bir anlayışı kabul etmiye-ceklerdir. Aç gözlüler bu esasa inanmak yoluna gitmeyeceklerdir.
Siz isterseniz dövüşün, isterseniz dövüşmeyin. Dünyanın kendisi sizinle savaş halindedir. Şunu da anlayacaksınız ki, zeminden semaya kadar ne var ne yoksa düşmandırlar. Her tarafta sizin için yılan, ejderhal ve yırtıcı canavar mesabesinde bulunan düşmanlarınız var-dır.
Hazret-i Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem o karanlık çağda bu sesi yükseltti. Bu sesi yükselten davetin mahiyetini çok iyi biliyordu. Duyanlar da bu sesin hangi manada ifade edildiğini arılıyorlardı. Bu gerçek kurtuluş hareketine kapılanlar dövülüyorlardı. Bu sesi kısmak için her türlü çareye baş vuruyorlardı. Çünkü muhaliflerin Brahmaniyetleri (Brahmenlik) ve Papalıkları tehlikeye giriyordu. Hükümdarların hükümdarlıkla -rı, sermaye sahiplerinin sermayeleri, tefecilerin menfaatleri, nesil - perestlerin neslî üstünlükleri (Racial Supe-riority) mil'iyetçi ve ırkçıların tutunduğu temeller, ecdat-cılann dedeleri ve ataları, put pere^tlerin putları tehlikeye giriyordu. îşte bu sebepten dolayı şöyle buyurul-m ustur.
EJ - küfrü milletin vahidetün :
Küfür bîr tek millettir.
Ve bu vecizenin mısdakı gereğince savaşa girilmiştir. Bu yolda savaşmakla bir hareket baş göstermiştir. Hu mücadelede yalnız bir kısım halkın düşünceleri- temiz ve hakikatlan kabul etmeğe hazır bulunuyordu. Bunların vicdanlarında sadakat vardı. İnandıkları şeyin hak olduğunu bildiklerinden bu yolda canlarını feda etmeğe ve ölmeğe de hazır idiler. Biz hareket için böyle bir halk topluluğuna ihtiyaç vardı. Bir bir, iki iki, dört dört bir ara ya gelip toplandılar ve işe giriştiler. Katlanmadık sıkıntı ve çekmedikleri eziyet ve çile kalmadı. Bu uğurda evlerini barklarını da bırakıp hicret ettiler. Yakınlarını, sevdiklerini dost ve ahbaplarını bıraktılar. Dayak yiyenler, hapsedilenler-, binbir eziyete katlananlar ve ölenler, oldu. Çarşı pazarda taşlananlar, tahkir edilip küfür işiten ler tahammül ettiler. Kafalarımı kırılmadı, evler mi dağılmadı... Her şey yapıldı, her çareye baş vuruldu. Fakat bü tün bunlara rağmen islâm ne sağlamlığını kaybetti n? :ie İslâmî iman sarsıldı.
-Bunun ilk faydası şu idi: Böyle bir işe iradesi zayıf ve daldan dala konan kimseler yanaşamadılar. Bu harekete katılanlar Âdem soyunun en seçkinleri idiler. Ancak bu seçilmişler bu harekete katıldılar. Esasmda da bu böyle olmalıydı. Bu işe üstün seciyeli kimseler lazım di. Herhangi bir insan bu davaya faydalı olamazdı.
Sonra bu halk topluluğu giriştikleri bu işde şahsi garaz veya ailevî bir maksat için bu çetin musibetlere katlanmıyorlardı. Yalnız Hak için, sadakat için ve Allah rızası için bütün bu sıkıntı ve cefalara göğüs geriyorlar di. Bu yüzden açlıktan öldüler ve dünyanın cefasına duçar oldular. Bütün bu ağır ve şiddetli mücadelelerin neticesinde aslî gaye ve aslî maksat olan sahih Islâmî zihniyet doğdu ve ortaya çıktı. Lâzım olan ve ulaşılması gereken merhale de bu idi. Onların kalplerinde temiz Islâmî karakter kendisini gösterdi. Onların Allah - perestlik-leri hulus ile göründü. -Musibetlere katlanarak telâmın dershanesinden hakikat dersi alarak geldiler. Herhangi
bir şahsın maksadı için bu zümre ortaya atılmamış ve bir ölüm kalım mücadelesine girişmemişlerdi. Çalışıp ça-balamalar, uğraşıp didinmeler, türlü .musibetler, zahmetler, sıkıntılar, darma dağın edilmeler, dayaklar, ölümler, hapsedilmeler, yoksulluklar, yerden yurttan hicretler gibi bütün bu merhalelerden geçip şahsî ve zatî tecrübeler sayesinde bu asli maksadın bütün teferruatına kadar kalp lerini ve ruhlarını hazırladılar. Hatta onların şahsiyetleri, bu maksadın kemâl bulmasına yardım bakımından, namaz farz oldu ki, dikkati nazarlar bir nokta üzerinde toplan-s!ü. İnanılan ve kabul edilen hâkimin (hükümdarın) hakimiyeti tekrar tekrar itiraf edilsin. Bu akide kökleşsin ve sağlam bir hâle gelsin. O hükümdarın hükümdarlığı akidesi, yerleşip sağlamlaşsın ki, dünya işleri hep O'nun hükmüne göre yürüyüp gider. O'nun ALÎM ÜLr GAYBÎ VEŞ-ŞEHADE: gizliyi ve aşikâre olması ve Mâliki yevmüd-din: hesap gününün sahibi vasfını taşıması ve Kâhinin fevka ibadih; : kullar üzerinde kudretli bulunması hakikati zihinlere ve kafalara yerleşsin. Her hal ve kârda O'ndan başka kimseye kulluk edilemiyeceği bilinsin. Kalblere nüfus etsin.
Bir taraftan bu esaslara göre yeni gelenler bu yolda terbiye ediliyor, diğer taraftan da îslânıî hareket meyvelerini vermeğe başlıyordu. Halbuki, küfür ehli bu ilk müslümanlara ezâ ediyor, liapsediyor' ve bazılarını evlerinden dahi çıkararak, onlara çeşitli şekillerde zulmediliyordu. Fakat bütün bunlara tahammül edildi. Acaba bütün bu güçlüklere neden ve niçin sabrediyorlar, göğüs geriyorlardı. Görüyoruz ki, bu kimselerin gözünde, kadın, altın, mal mülk ve hiçbir şeyin kıymeti yoktu. Onlar hiçbir şahsî menfaat da gözetmiyorlardı. Allah'ın bu kullarının sadece sadakatleri vardı. Bu insanların kalpleri niçin böyle bir cazibeye kapılmıştı? Uğrunda her ezâ ve cefaya katlandıkları bu şey ne idi ki, kendilerini hiçbir şey dıırduranaıyordu. 'Anlaşılıyor ki, bu enerji kaynağ; Lâilâhe İüâllâh'tir. İnsanî yaşayış nizamını değiştiren prensip bu yüce kelime idi. işte bu sesin yükselmesi için sadakatle, hakikatle, imanla dünyanın bütün menfaatleri feda ediliyordu. Can, mal, çoluk çocuk, herşeyden vaz geçiliyordu. O zaman gözler açılıyor, kalpler genişliyor, gözlerin önünden perdeler kalkıyor, hakikatin manzarası olduğu gibi ortaya çıkıyordu. İşte ancak bu cemaatı, şahsî güzelliğin gururu, ecdat - perestlik cehaleti, dünyevî garazlar ve dünya muhabbeti aldat amamıştı. Ve işte hu cemaat bu sese layıkiyle cevap verdiler. Ne kadar muhalefete, eziyete uğradılarsa da bütün bu karşı koymalar kırılıp atılmıştı. Hakikat severler ve bu temiz insanlar gitgide çoğalarak gayelerini başarıya ulaştırdılar.
O zaman, bu hareketin başında bulunan lider de kendi şahsî yaşayışı ile bu hareketin amelî taraflarını ortaya koydu. Her kavlü ve fiili ile İslanıin hakiki Ruhunu gösterdi. O zaman insanlar İslâm'ın ne demek olduğunu anladılar. Bu hususu uzun uzadıya anlatacak değiliz. Ancak kısaca birkaç misal vereceğim:
Zatı Risaletpen ahilerinin hanımı Hazret-i Hatice Ra-dıyallahu Taalâ anha, Hicazın en zengin kadınlarından biriydi. Zat-ı Saadetleri de onun ticaret işlerine bakard:. İslâm daveti başlayınca Zat-ı Peygamberîleri bütün bu işleri bir tarafa bıraktı. Olanca varlığını bu mukaddes işe vakfetti. Bütün Araplar kendisine düşman kesildiler. Kendilerinin ve muazzez hanımlarının nesi var nesi yokta îıirkaç bene içinde hep bu yolda harcadılar. İş o rai-deye vardı ki, bir ara Hicaz'ın «Melik ül - tüccarı» : En rengin tüccarı bulunan Zat-ı Saadetleri, davet ve tebliğ
Taife gitmek istedikleri zaman binecek bir merkep hıîe bulmakta zorluk çektiler.
Kureyş milleti de Zat-ı Saadetlerinin bu ülkeye hükümdar olmasını teklif ettiler. «Seni kendimize padişah yapalım, beğendiğin en güzel kadını sana verelim, senuı ayaklarına kapanalım, yalnız şu başladığın hareketten Vaz geç» dediler. Fakat O Zat, insanlığın kurtarılması İçin gelmişti. Bu maksat uğruna, taşlanmağa ve kötü sözler işitmeğe razı idi.
Kureyş ve Arap ileri gelenleri Alemlerin Fahrine, şöyle diyorlardı; Yâ Muhammed, (Sallallahu Aleyhi ve . Scllem) nasıl olur da biz senin meclisinde oturur ve senin sözlerini dinliyebiliriz ki, bizler senin meclisine geldiğimiz zaman meclisinizde hep köleler, kullar, beş parasız kimseler (maazallah) aşağı kimseler oturuyorlar. Nasıl olur da biz şu aşağılık zümre ile aynı yerde oturabiliriz. Nasıl olur da b'z onlarla aynı seviyeye düşeriz.
Fakat O Zat, insanlar arasında aşağılık ve yukarılımı kald'.rmak ve insanları aynı seviyeye getirmek i^in g-e)nıişti. Onların hatırı için fakirvve parası"bulunmayan kirr.seluı kıracak değildi. .
Bu hareket için, Zat-ı Saadetleri, kendi kavmr.ii, kendi iiîkeoıni, kendi kabilesini, kendi.hanedan ve ailesini ve aynı zamanda herşeyini feda etmekten çekinmen.igli. Çünkü û Zat, insanları-insan etmek, insanlara insanlık öğretiiick iğin dünyaya gelmişti. İnsanları kurtai.rr.akla v>ı/.ıfe!e::airilmişti. Böyle bir daveti insanlığa ulaştırmağa nıomanlu. Eğer Zat-ı Saadetleri kendi ailesini, kendi ha-neda.nu] düşünseydi, Hâşimî olmayan kabilelerin mensupları o zata karşı naşı! yakınlık hissi duyablir, ve. O'na nata! bağlanabilirlerdi? Eğer Zat-ı Saadetleri, Kureyş iktidarına karşı cephe almasaydı, Kureyşten olmayan diğer Araplar kendisine nasıl itimat edebilirlerdi?
Eğer Zat-ı Risaletpenahileri, Arap milletinin üstün olduğunu ileri sürseydi o zaman Habeşistanlı Bilâlî Habeşî, Suheybî Rumî ve İranlı Selmani Farisî Hazretleri Radı-yallahu Taalâ anhüm, etrafına toplanırlar mıydı? işte O'nun işi her türlü şahsî, ailevî, hanedanı, kavmî, vatanî ve memleketçiliğe dair en ufak bir mefhumdan uzaktı.
Mekkeden hicret edip Medineye geldiği zaman, düşmanlarının dahi kendisine teslim etmiş bulundukları emanetleri sahiplerine iada etmek için Hazret-i Ala Radıyal-lahu Taalâ Anh'ı memur etti. D üny a-perest bir kimse eline geçirdiği bir şeyi, böyle bir fırsat Varken, geri iade ettirir miydi? Fakat Allah - perest kimse ise kendi can düşmanlarının haklarına dahi zerre kadar tecavüz etmez. Bir taraftan bu düşmanları Zat-ı Saadetlerinin canına kast etmek isterlerken, diğer taraftan Zat-ı Risaletpena-hiîeri de bunların emanetlerini geri vermek için çalışı -yordu.
İş te bu ahlak, Arapları hayretten hayrete düşürüyordu. Ben. katiyetle diyebilirim ki, o tarihten iki sene soüra Bedir savaşında Zat-ı Saadetlerinin karşısında yer aiajj bu kimseler şöyle söylüyorlardı: Biz kiminle savaşıyoruz? Hicret gecesi kendisini öldürmek için uğraştığımız sırada o bizim emanetlerimizi geri vermeğe çalışıyordu. Bu melek hasletli zatla mı çarpışıyoruz? Evet, o zaman Arapların elleri Zat-ı Saadetlerine karşı harp ediyordu. Fakat kalpleri yaptıkları bu işi tasvip etmiyordu. Bedir'-deki kâfirlerin mağlup olmasının . sebebi de bu ahlakî yükseklik olsa gerektir.
Onüç sene süren çetin çalışmalardan sonra, Zat-ı Saadetleri, Medinede küçük bir devlet teşkil etmesine sıra geldi. O zaman bu devletin halkı terbiye görmüş ve tam bir îslâm düşüncesine sahip birkaç bin kişiden fazla değildi. Bu camianın teşkil ettiği hükümet on. sene kadar Allah Resulünün Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in rehberliği altında devam edegeldi. Bu az zamanda hükûme-leri tslanun her cephes.ni öğretti o devirde Islami ide-tin ht r cephesi, îslâmî usul ile yürütüldü ve Zat-ı Saadetleri islamm her cephesini öğretti o devirde islami ideoloji de manevî düşünceden (Abstract idea) genişleyerek, ilerlevip bir medenî nizâm haline geldi. Bu nizamca îslâmın inzibatî, talimî, adlî, muaşereti, içtimaî, iktisadî, malî müeyyideleri ortaya kondu. Savaş - barış ve milletlerarası münasebetlerine dair kaideler nizamlaştı. Yaşayışın her sahasına ait usuller vaz'edildi. Bu usuller dairesinde yaşayış devam ettirildi. Bu hususî usul ile çalışacak olanlar yetiştirilip, diğerlerini de yetiştirmek için işe giriştiler. Bu zümre, İslâm idaresini öyle örnek olarak öne sürdüler ki, sekiz sene gibi kısa bir zamanda, Medine kasabasında kurulmuş bulunan bu küçücük devlet bütün Arabistan yarım adasını idaresi altına aldı. Fevç fevç halk, İslâmm bu amelî çalışmasını görüyor ve İslama sanılıyorlardı. Halk gözü ile görüyor ve şahit oluyordu ki, gerçek insanlık denen şey İslâmiyettir. İnsanlığı felaha götürecek olan yol ancak-bu Hak yoludur. Buna en azgın İslâm düşmanları bile kanı oldular. Yalnız kanî olmakla kalmayıp, bu yeni dine öyle sarıldılar ki, varlarını yoklarını hatta canlarını bile İslâm uğruna feda ettiler. Bu kimseler önce bu harekete karşı senelerce dövüşmüş şahıslardı. Halid ibni Velid, Ebu Cehilin oğlu Akreme, Eu Süfyan gibi İslâm düşmanları, müslüman olunca Hak dinine hadim o'dular. Hazreti Hamza Radiyallahu Anh'ın katili Hind (Hazret-i Hamzanm ciğerini yemek isteyen kadın) ve Vahşi sadakatle baş eğerek, gelip İslama teslim oldular. Fakat Zat-ı Saadetleri onlara karşı kin tutmadı. Zaten o yüce peygamberin herhangi bdr garaz duymasına da imkân yoktu.
Tarih yasarları hataya düşerek, bu emsalsiz inkılabın savaşlarla meydana geldiğini ileri sürmüşlerdir. Halbuki o kadar kısa zaman süren savaşlarla, savaşçı olan, bütün bir Arp kavmi nasıl mağlup edilebilirdi? Tarafla-un zayiatı da bin veya bin yüz kişiden fazla değildir, inkılaplar tarihine bakarsanız, kendiniz de hak vereceksiniz ki, buna ancak «Kansız inkılap» : (Bloodless Revolu-tion) demek doğru-olur. Bununla beraber bu inkılap sa-dece memleketin ahvalini ve nizamını değiştirmekle kalmada. Zihniyetlerde, görüş zaviyesinde ve düşünce tarzında öyle bir başkalık meydana geldi ki, yaşayış usulünde ve bütün bir ahlakî davranışta bambaşka bir millet meydana çıktı.
Bu millet eskiden zinayı mubah gören, kadınların iffetine tecavüz eden ve aynı zamanda içkiye düşkün bir topluluktu. Fakat İslâmiyet! kabul ettikten sonra, içki ve zinanın ortadan kalkmasında alemdar oldular. Hırsızlığı âdet edinmiş ve bunu mübâh sayan bu millet, bu defa dostlarının evinde bile yemek yerken, acaba, caiz olmayan üi şey mi yaptım diye nefislerini sorguya çektiler. Bu şekil bir yemek yemenin Kur'an-i Kerimde yasak edilmiş olmadığı söylendiği halde yine de titizlikte ileri gittiler. Vaktiyle yol kesmeği, kervan soymayı adet edinmiş bulunan ve geçimini bu iş üzerine kurulmuş olan bu kavim öyle bir değişti ki, bu kavmin, bu ümmetin alelade fakir bir askeri, İran saltanatı yıkılıp giderken, îran Kisrası-nm milyonlarca altına bedel olan kıymetli tacım, yanma alarak, gecenin karanlıklarında ıssız çöllerden geçerek getirip kumandanına teslim etmişti. O tarihten Önce böyle bir hadisenin eşine yeryüzünde rastlamak acaba mümkün olabilir miydi? işte bu yüce dinin insanlara yapmış olduğu tesir, halis bir niyetten başka birşey değildir. Burada artık riyakârlık hastalığından katiyen bahs edilemez. Eskiden bu kavmin fertleri indinde, insan hayatının hiçbir kıymeti yoktu. Kendi çocuklarını kendi elleriyle diri diri toprağa gömerlerdi. Bu insanlar bilahare, öyle merhametli oldular ki, bir tavuğu bile keserken içlerinde merhamet hissi doğdu. O kadar doğru ve temiz bir ahlaka sahiptiler ki, cahiliyet devirlerinde yapmadıkları kalmayan bu kavmin fertleri, Hayber kalesi fethedildikten sonra, tahsildarlık memuriyeti ile, vergi tahsil ederlerken, kendilerine büyük bir meblağ tutan rüşvet teklif edilip de devlet vergisini azaltmalarını bildirdikleri zaman, bu rüşveti kesin olarak red etmişti. Yahudilerle aralarında olan müşterek mahsulü de yan yarıya bölerek, onlara «siz hangisini isterseniz onu alınız» demişlerdi. Yahudiler de tahsildarların bu tavrını şahid olunca, parmak-ları ağızlarında kalmıştı. Ve gayri ihtiyari şöyle bağırmışlardı: «işte artık yeryüzünde adalet kaim oldu.»
Bu hükümetin idarecileri ve valileri, hükümet konaklarında ve saraylarda değil, halkın arasında oturur, gezer ve dolaşırlardı. Sokaklarda, çarşı ve pazarda yaya yürürlerdi. Onların evlerinin kapısında, ne muhafız, ne kapıcı ne de teşrifatçı vardı. Gece bile her isteyen vatandaş, evindeki idareciye müracaatını yapardı. Bu ümmetin içinde öyle hâkimler yetişti ki, bir Yahudinin iddiası karşısında zamanının halifesini bile mahkemeye getirtti. Halife kendi oğlunu ve kölesini şahit göstermek isteyince Hâkim bunları kabul etmemek cesaretini de gösterdi. Bu ümmetin içinde, öyle* kumandanlar yetişti ki, harp sırasında bir şehri tahliye ederken, vaktiyle şehir halkından alınmış bulunan cizyeleri geri verdi. «Bu bizim hakkımız değildir» dediler. Bu ümmetin içinde öyle elçiler yetişti ki, Iran Baş kumandanının sarayında kumandanın karşısına çıkarken, îslânıî ve insanî eşitlikten vaz geçmedi. Bu usulü açıktan açığa belirtti. Açık bir lisan ile İran kumandanının karşısında, trandaki sınıf ayrılıklarını tenkit etti. Bu konuşma o kadar tesirli oldu ki Iran ordusu efra dinin kalblerinde insanlık dini hakkında bir sevgi belirdi. Bu ümmet efradı arasmda öyle ahlak sahibi kimseler çık ti ki, hırsızlık yapan kimse kendi ayağı ile gelerek elinin kesilmesin,, talep etmiş ve diğer kimse de zina ettiğini iddia ederek cezalandırılmasını istemiştir. Maksat öteki dün yada Cenabı Hakkın huzuruna çıkarken hırsızlık ve zina suçunun cezasını görmüş ve kurtulmuş olarak çıkmaktı Bu ümmetin ordusunun askerleri, para ve dünya için savaşmıyorlardı. Sadece iman yolunda çarpışıyorlardı Onlar kuıdi ceplerinden para harcayarak harp meydanlarına koşuyorlardı. Elde ettikleri ganimet mallarını da kendilerine a'ı koymayıp, bölünmesi için kumandanlarının huzuruna getiriyorlardı. Acaba, dçtimaî ahlak ve zihniyeti ki-ı.gia bu şekilde değiştirmek mümkün müdür? Tarih gözümüzün önündedir, insan ahvalinin tepeden tırnağa silah zoru ile böyle bir inkılap geçirdiğine dair sizler bir misal verebilir misiniz?
Gerçekten enteresan bir mesele gözümüzün önündedir. On Üç sene zarfında ancak on veya on iki bin müslü-manla bütün bir ülke müslüman oldu. Çok az bir insanla böyle bir neticenin alınmış olması doiayısiyle «bu muammayı nasıl halledebiliriz» diye düşünüp duranlar var. Halbuki, imsele gayet basittir. Yeni bir ideoloji Üzerine yaşayışın plânı çizilmişti. Fakat ilk önceleri halk bu hareketin mahiyetini sezememişti. Böyle bir değişikliğe niçin lüzum görü'üyordu? Neticeyi tahmin edemiyenler çeşit çeşit düşüncelere saplanıyorlardı. Şüphe ve tereddüt geçiri-yorlardı. Böyle şairane sözler söyleyen bu insan (neuzü biilah) acaba delirmiş midir diye hayret ve dehşet içinde kalmışlardı. Yoksa hayal-perest midir diye kendi kendilerine soruyorlardı. O zaman, sadece yüksek zekâlı kimseler iman ettiler. Bu zevat, hakikati görüyor ve îslâmın insanların kurtuluşu için geldiğini anlayabilen kimselerdi. Zamanı gelip de bu fikir nizamı üzerine bir hayır nizamı kurulunca, halk gözünü açtı. İşin ne olduğunu ve ne neticeler verdiğini de gördüler. O zaman iyice anladılar ki, yapılmak istenen iş, Allah'ın seçkin kulu tarafından zulmün ortadan kaldırılması için ele alınmış ve zafere ulaştırılmıştır. Artık bu gerçek kurtuluş hareketine karşı koymaları için bir sebep kalmadığını anladılar. Ve bütün güçleriyle bu yolda çalışmağa başladılar. Ancak basiret gözü kapalı bulunanlar bu hakikati görmemezlikten geldiler.
îslâmın içtimaî inkılabının takip ettiği yol, böyle bir yoldur. İşte plânı çizilen, binası kurulan inkılap böyle yapılmıştı. Halk bu işin başarıya ulaşmasını mucize sayıyordu. Evet, Peygamberin mucizelerinden biri de budur. Tarih de bize anlatıyor ki, bu hareket, tabii yoldan gelişen bir hadisedir. Burada illet olduğu gibi ilmî ve mantıkî deliller de vardır. Biz de bugün, o tarihî pîân üzerine hareket edersek, yine aynı neticeyi elde ederiz. Elbette şurası da vardır ki, böyle bir iş yapmak için, îslâmî imanın giiurıı, zekâ ve düşünce, sağîam karar verebilmek kudre^ ti, şahsî zaaflardan kurtulmak ve fedakârlıklara katlana bilmek istidadı olmalıdır. Aynı zamanda himmet ve gayret sahibi kimselere ihtiyaç vardır. İnandıkları gaye için çalışıp da başka yönlere dönmeyenler de lâzımdır.
Dünya yaşayışındaki kendi şahsî menfaatlanndan fedakârlık eden kimseler bulunmalıdır. Bu ümit uğruna, anneler, babalar, çoluk çocuklar, dostlar, mal ve mülkler feda edecekler olmalıdır. Biz bunları kaybettikse ne za-ran vardır diyebilenler bulunmalıdır. Bu maksad uğruna gabşma yolundaki maniaları bertaraf edecek kimseler meydana girmelidir.
Böyle bir ümmet ilk önce Allah sesini yükseltir, sonra da işe girişirler. Nitekim işin başında da böyle olmuştu. [384]
Sual :
Aşîığ'C'aki iki şüpheli mesele huzurunuza arzediliyor Lütuf ve keren buyurup bunlar hakkında sahih nazari yenin ne olduğunu izah buyurmanızı rica ediyoruz.
1. Tercüman ül _ Kur'anın geçen sayısında bir okuyucuya ait şöyle bir sual neşredildi :
Hazert-i Resuiullâh Sallallahu Aleyhi ve Sellçra'e bir hükümete başkanlık etmesi teklif edildiği halde acaba bu tekUfi niçin kabul buyurmadılar? Halbuki Hazrei-i Yusuf Aleyhisselâm, kendilerine teklif edilen bir iktidarı kabul edip bu iktidardan faydalanarak müminlerden ve salih kimselerden* bir cemaat hazırlamak yolunu tercih ettiler. Acaba aynı yol tutulmuş olsaydı daha iyi olmaz mıydı? Bu suale verilen cevabı okudum, fakat beni tam manasiyle ikna edemedi. [386] Bence Hazret-i Yusuf Aley-hisselâmm yolu tutulmuş olsaydı daha iyi olmaz mıydı? Zat-ı Saadetlerine, Mekke halkı padişahlık teklif ettikleri zaman niçin kabul buyurmadılar da, ayrı bir devlet kurmak yoluna gittiler? Şimdi bizim de böyle mi yapmamız icabeder? Lütfen bu hususu izah buyurunuz. Acaba benim bu fikrim ne derece doğrudur? Yoksa tamamen ha. tali mıdır?
2. Zat-ı Faziletleri, yine yazıyorlar ki, herhangi bir merhalede böyle bir vaziyet ortaya çikmış olursa, o zaman, zamanımızda mevcut bulunan Anayasa usullerini ortadan kaldırıp, bunun yerine sahih bir usul koymak için artık düşünmeğe mahal kalmaz. Boı hususta halk da, îslâmî cemaatin teşkili için bir hadde kadar, kurullara girmenin seçimlere iştirak etmenin doğru olduğunu düşünmektedirler. Bu mevzuda da içtimaî noktai nazarı izah buyurmama rica olunur.
Cevap :
Bizim için bütün Enbiya Aleyhimselâmın tuttukları yola itaat edilmesi lâzımdır. Hatta Zat^ı Saadetleri de bu hususu açık olarak beyan buyurmuşlardır. Kur'an-ı Kerimde de aynı emri görüyoruz. Kur'an-ı Kerim hiçbir peygamberin tuttuğu yolu ortadan kaldırmak istememiştir. Böyle olunca da Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in tuttuğu yol da başka bir yol değildir.
Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e padişahUk teklif edildiği zaman, bu padişahlık bir şarta karşılık, ileri sürülmüştü. Bu şart da şudur: Zat-ı Saadetleri, Ddnî tebliğ ve daveti bırakıp, onlara karışacak ve ancak bu şekilde onlara padişah olabilecekti. Eğer Hazret-i Yusuf Aleyhis. selâm'a da böyle bir teklif vaki olsaydı, o da böyle bir teklifi reddederdi.
Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm'a, kayıtsız şartsız, hudutsuz olarak tam bir ihtiyarât verilmek şartı ile iktidar teklif edilmişti. Hazret-i Yusuf, böyle bir teklifi kabul etmiş, iktidara geçince mülkün nizamını Hak dinî üzerine usûl vaz'ederek tanzim etmişti. Memleketi, bu yolda ida -re etti.
Nebiyyi Ekrem Sallaüahu Aleyhi ve Seİleme de böyle bir teklif vaki olsaydı, elbette ki, savaşsız elde edeceği bu neticeyi, savaşla eide etmeğe tercih ederdi. Fakat o zamanki Mekke ileri gelenleri tarafından teklif edilen bu hükümet, temiz ve saf İslâmî nizamı yürütmediği gibi o zamana kadar halkın ve efkârı umumiyenin de böyle bir hükümete gerçekten yardımcı olabileceklerini, biz mümkün göremiyoruz.
2. Seçim mücadelesi ve kurullara iştirak meselesi, bir gayrı islâmî Anayasanın mevcudiyeti halinde, bir gayrı dinî : lâik (Secular) Cumhuriyet (democracy) kurulup da, böyle bir cumhuriyetin yürütülmesi için olursa, o zaman bizim Tevhid akidemize ve dinî inancımıza muhalif olur. Fakat biz memleketin efkârı umumiyesini kendi dinî düşüncemiz ve akidemize uygun şekle getirebilmek ve böyle bir memleketin nizamını kendi dinî akidemiz .üzerine kurmak imkânını bulmak düşüncesi ile ve Anayasayı da îslâmî bir Anayasa ile değiştirmeği nazarı itibara alarak, bu yolda yürümemiz için bir mani yoktur dedik. Tabiî savaşarak, kanlı çarpışmalara girerek, elde edebileceğimiz neticeyi, dövügmeksizin elde etmemize mani olmak yolunda Şeriat bir hüküm koymamıştır. Fakat şu hususu da iyi anlamamız lâzımdır ki, bu çalışma metodunda şu unsurlar bulunmalıdır:
1. Memlekette, vaziyet öyle olmalıdır ki, efkârı umumiye, bu nizamdan başka bir nizamın kurulmaması-na karşı koyacak güçte olmalı ve bu nizamı yürütmeğe hazır bulunmalıdır. Yahut da bu nizamın kurulmasına
. yeterli olmalıdır.
2. Biz, kendi tebliğimizde, davetimizde ve propagandalarımızda öyle bir yoldan yürümek imkânına malik bulunmalıyız ki, memleket halkının büyük bir çoğunluğunu kendimize hemfikir yapabilelim ve gayri İslâmî ni-aam yerine îslâmî nizamı kurmak için efkârı umumiyeyi hazırlamak mümkün olsun.
3. Seçimler gayrı İslâmî Anayasa için olmamalı ve gayrı îslâmî Anayasa yapmak için bir kurulun toplan ması gözönünde bulunmamalıdır. Ancak memleketia ni-zanıuun yan* İslâmî nizamın Anayasasını hazırlamak için olmalıdır. [387]
Sual :
Bir müslüman için, şu mesele üzerinde fazla istidlale lüzum yoktur ki, — sahih îslâmî anlayışa sahip olmak şartiyle — yaşayış nizamında bir tek maksat vardır: Hükümeti ilâhiyeyi kaim kılmak.
Açık olarak bellidir ki, bu maksada ulaşmak için, öyle bir yol tutulmalıdır ki, fıtrata ve akla bu işin yapılması müsaid bulunsun. Ve bu şekilde aslî dava yürütülebilsin. Hükümeti ilâhiyeyi ilk defa kuranlar Enbiyayı Kiram Aleyhdsselâmdırlar. Bu bakımdan bu davada onların .yollarını takip etmek icabeder.
Peygamberlerin yaşayış sahifelerine göz gezdirdiğimiz zaman, iki yol takip eden peygamberler görüyoruz:
1. Davetleri sırasında muntazam bir hükümeti olanlar. Bu hükümet, camianın üzerinde otorite .sahibi idi. Ve bu hükümetlerde iktidar-ı A'la bir tek kişinin elinde
bulunuyordu. Hazret-i Yusuf ile Hazret-i Musa Aîeyhisselâm gibi.
2. Diğerlerinin zamanında ne muntazam bir hükümet ne de muntazam bir devlet vardı. Ne de camianın üzerinde otoriter bir makam bulunuyordu. Mevcut olan hükümet bir kabile reisinden farksız (Patriachol) bir hükümet idarecisi idi. Meselâ, Hazret-i .Hatemün - Nebiy-yin Sallallahu Aleyhi ve Sellem gibi.
Bu iki kısım peygamberlerin de ayrı ayrı çalışma sis temleri olduğu görülüyor. Herhalde siyasî vaziyetin zarureti bu ayrı çalışma şeklini gerektirmiştir.
Fakat zamanımızın ihatalı ve alemşümul hükümetleri, fertleri de her taraftan tesir sahasına almış olduğu. na göre bu muntazam, müessir ve mazbut iktidar, fikri ve amelî bakımdan da duruma hâkim bulununca, — ki, bu gibi iktidarlara eski tarihlerde raslamak pek kolay değildir — şöyle bir sual ortaya çıkıyor: Nasıl olur da hükümetsiz (Stateless) bir devirdeki çalışma metodları, yani Kabile reisliği hükümeti devrindeki usuller, şimdiki muntazam hükümetlere tatbik edilebilir? Nasıl olur da bu uğurda çalışanlar, modern hükümetlere karşı muvaffak olabilirler?
Hatamün - Nebiyyün Sallallahu Aleyhi w Sellem, muntazam bir hükümetin karşısında bulunmuyordu. Hazret-i Yusuf Aîeyhisselâm da bunun aksine muntazam bir hükümet karşısında idi. Nitekim Hazret-i Yusuf Aleyhis-selâm da iktidar sahibi olmak ve hükümet kudretini (So-vereign Power) eline almak istemişti :
Beni yeryüzünün hazinelerinin başına geçir. Demişti. Netice de arzu ettiği şekilde cereyan etmişti. Zamanımızın hükümetleri ise elbette ki, Hazret-i Yusuf Aîeyhisselâm devrinin hükümetlerinden daha kuvvetli, daha kudretli ve daha da alemşümuldürler. «Niçin bunları kaldırıp da yerine başka bir hükümet getirelim» diyenler çoktur. Hükümet kurmağa çalışırken veya kurulduktan sonra inkılaplar- baş göstermez mi? Kanlar dökülmez mi? Bolşevik Eusyada olmadı mı? Şurası da malumdur ki, tslâm yıkıp dağıtmak, kan dökmek ve ortalığı berbat etmek için gelmemiştir. İslânıın programı ve hattı hareketi çok incedir. İslâm mefkuresine göre, zorla ve kanla iş yapmak doğru değildir. Belki islâm m hareket tarzı daha ince ve daha da derindir. Buradan anlaşıldığına göre, kanlı İnkılap yerine dirayete dayanan bir çalışma yapılmalıdır. Böyle bir hareket tarzı kabul edilirse, o zaman müslümanların hükümete muhalif olmaları doğru olmaz, bilakis hükümeti desteklemek lâzımdır.
İktidardan maksat, kudret sahibi olarak atıp tutmak olmadığım söylemeğe bilmem lüzum var mıdır? Meselâ, Nuvvab Sahip Tercümanın bir nüshasında Hazret-i Yu_ suf Aleyhisselâmm kısası meyanmda beyan buyurdukları gibi, muntazam bir cemaat hazırlayıp bu vasıta ile işler yürütülmelidir. Hâkim kuvvet (Suvereign Power) i bu cemaat vasıtasiyle elde etmelidir.
Cevap :
Şüphesiz olarak, bu ahvalde İslâmî hükümet alemşümul olunca, fâsid hükümet nizamları da ibtidaî şekilde kalır. Buna göre çalışma ve yürütme tarzı da değişir, fakat iğin usulü bakımından ve gaye noktayı nazarından bir değişiklik olamaz. Bu işin usulü şudur ki, ilk evvelâ biz davamızı ileri süreriz ve bu davaya katılmak isteyenleri çağırırız. Bize katılıp, evet diyenler toplanıp gelirler. İntizamlı bir şekle girerler. Sonra efkârı umumiyeye baş vurarak, yahut da Öyle bir vaziyet doğar ki, elde mevcut kanunlara ve Anayasaya göre, hükümet nizamının bizim elimize geçmesi mümkün olur. O zaman biz de camianın ahlakı, medenî, siyasî, iktisadî ve diğer nizamlarının üzerinde düşünür ve bu mevzuları tanzim ederiz. Faydalı hususları tesbit edince hemen işe girişiriz. Elimize geçen bütün imkânların hepsini kullanır ve kendi galışma tarzımızdan (Methode) istifade ederiz. Bizim çalışma tarzımız böyle olacaktır. Fakat daha güvenli bir vasıta ile iktidar mevkii (Substance of povver) elimize geçerse, o zaman davamız için halkı toplamağa da lüzum kalmaz. Derhal işe başlar ve bütün şer'î yollarla İslâmî inkılâbı kaim kılarız. [389]
Sual :
Bir çok kimseler Pakistanın istikbali hakkında fikir yürüterek şu suali sormaktadırlar: Zat-ı Faziletmeablan, yahut da diğer ulemâ neden islâmî hükümet için bir Anayasa hazırlamamışlardır. Eğer Anayasa hazırlayan kurulun : (Ayin - Sâz AssambH) elinde böyle bir metin bulunursa, pek tabiîdir ki, tetkiklerde bulunur ve işler tanzim edilir.
Bu sual sadece bana değil, bu mevzu ile alâkadar olan diğer ilim ehline de çok defa sorulmaktadır. Fakat, Zat-ı Faziletlerinin bu sualine cevap vermemi ve bu cevabın da Tercüman ül - Kur'anda neşretmek istediklerini talep ettiklerinden, benim iğin bu noktayı açıklamak bir zaruret oldu. înşaallah bu husus aydınlanır da siz de ortada bulunan yanlış anlayışları bertaraf etmiş olursunuz.
Cevap ;
Zat-ı Alilerinin bu sualine karşı geniş ve etraflıca cevap vermek icabeder. Bu da şu durumda mümkün olmayıp, ciddi bir tetkike ihtiyaç göstermektedir. Ancak elimizdeki bilgilerle iktifa ederek, kısaca şunu arzedebi-lirim ki, bu şekilde Zat-ı alilerinin istekleri kuvveden fiile çıkacağı ümid edilir.
Bugünkü cemiyetimizde, muaşeret, ahlak, siyaset; iktisat ve maarif gibi içtimaî müesseseler islâmî değildir. Şimdiye kadar gayrı îslâmî çizgiler üzerinde yürünüp gidilmiştir. Şimdi sadece ortada siyasî bir hareket vardır. Böyle bir temel sayesinde kurulmuş bir nizamın içinde bulunuyoruz. Yukarda temenni ettiğiniz işlere yavaş yavaş sıra gelecektir. Bu vaktin geldiği zaman da, islâmî nizam diye buyurduğunuz mesele sadece bir İslâmî Düstur : Anayasa hazırlamak işine münhasır kalmayacak ve iktidar başında bulunanlara «gelin bunu yürütün» demekle iktifa edilmeyecektir. Maalesef herkes öyle zannediyor ki, bu iş bir hastahane tesis etmek işi gibi, bir bina ve bir kaç doktorla herşey hal yoluna gider. Yahut da bir okul kurmak gibi de değildir ki, bir tane bina bulup bir kaç masa, sandalye* ve birkaç öğretmen bulduk mu iş tamamlanmış olsun. Hayret edilecek mesele şurasıdır ki, maalesef bizim tahsil terbiye görmüş, bilgili zevatımız da bu işi de bu kadar görüyorlar. Belki de onlar Anayasa hazırlamayı alelade bir nuska yazmak gibi bir şey zannediyorlar.
tslâmî hükümetin bu ülkede kurulması iki şekilde mümkün olabilir:
1. Halihazır durumda memleket işlerinin idaresini ellerinde bulunduran zevatın isUunî meselelerde halis niyet sahibi olmalara lâzımdır. Bu kimselerin vaitlerin' tutmaları icabeder. Kendi milletleri ve kavimlerinin de bunlara inanmış olması gerekir. Bunların da hakikatle — sösde değil — böyle bir işi başarmak kabiliyetleri ou. îunmalidu1. Aksi takdirde bunlar, imanlı olmalarına rağmen, «Pakistanda iktidarda bulunuyoruz diye iş bitti dememeleri gerekir. Biz bu mevkide iken İslâmî nizamı kuracağız ve bu işi ehil olan kimselere tevdi edeceğiz zihniyetini taşımaları lâzımdır. İşte bu en makul şekildir ki, bizim de Anayasa hazırlayan kurulumuz, gayrı İslâmî nizamı, İslâmî nizamla değiştireceğini ilân edebilir. Ve. bu değişikliğin zaruri olduğunu ileri sürebilir. Bundan sonra, İslâmî İlimlerden haberdar olan kimseler bulunup Anayasa hazırlayan kurula iştirak ettirilmeli ve onların yardımı ile muntazam bir Anayasa hazırlanmalıdır. Bilâhare seçimler yapılırken de memleket işlerini yürütebilecek kimselerin seçilebilmelerin dikkat edilecek, bu zevatın İslâmî Nizâmı devam ettirecek ehliyette olmaları göz-önünde bulundurulmalıdır.
Ancak böyle bir gelişmeden sonra, sahih bir usule istinad eden ve Cumhuriyet şeklinde karar kılınarak, ih-fcîyarât ve salahiyetler ehil kimseler eline geçmiş olur ve yaşayış nizamı da İslâmî usul üzerine kurulabilir.
2. İçtimaî vaziyetin esası yavaş yavaş değişmelidir. Umumî bir hareketle ıslahat yapılarak, temiz İslâmî anlayışı yerieşLrTr*elidir. Artık o zaman faz!a zorluk görülmeden ve güçlüklere uğramadan kendi kendine İslâm» Nizam kök salmış olur.
Biz şimdiye kadar, hep birinci yolda yürüdük ve birinci şekli tecrübe ettik. Eğer bu işde muvaffak olursak, bu demek değildir ki, Pakistan devletinin ayakta tutunması için bizim milletçe çalışıp uğraşmamız faidesiz oi-mvfjtur. Belki bu çalışmaların asıl sebebi islâmî niza;n olduğundan, Pakistan devleti kurulup ortaya çıkmıştır. Bu maksada da daha rahat Ve daha kolay yoldan ulaşmış bulunuyoruz. Fakat Maazallah, Allah göstermesin,. biz bu işde muvaffak olmasaydık ve bu ülkede bir gayrı -İslâmî hükümet bulunsaydı ve gayrı - İslâmî nizam tatbik edilseydi, o zan; an bu müslümanlann bütün zahmetleri, çektikleri m^akkiitior ve katlandıkları fedakârlıklar, göz göre goie hie. eiap gitmez miydi? Şurası da vardır ki, biz, Pakistanı vurduğumuza göre, ülkemizde er geç İslâmî noktayı nazarı yerleştireceğiz. O zaman, btt işde de muvaffak olmak için ikinci yolu tutmak bizi maksada daha. kolay ulaştırır. Nitekim Pakistan kurulmadan önce de bu böyle düşünülmüştü.
Ümit ederiz ki, bu izahtan sonra halk bizim vaziyetimizi iyice anlamış olur. Biz herhangi bir işi vaktinden evvel yapamayız ve yapmayız da. Şimdi İslâmî Nizam hakkında bilgi vermemiz talep edilmektedir. Eğer bu kabul edilirse, o zaman elbette ki, Anayasanın hazırlanması hususunda da mümkün olan yardımı yapacağız. Fakat bu esası mevzuları iş başında bulunan zevat uygun görmezse, o zaman Anayasanın (Düstur) tarihini çizmek ve plânını ortaya koymakta ne fayda olabilir? [391]
Bizim ülkemizde herkes tarafından daima konuşulan şöyle bir mesele vardır :
Islâmm usu! ve ahkâmı pek güzel ve pek iyidir Fakat bunların tatbik kabiliyeti yoktur. Halkın ve ileri gelenlerin İslama karşı kalben bağlılıkları vardır. Buna rağmen lalamın sahih mefhumunu ve onun icabettirdiğı hususları da pek bilmemektedirler. îslâmî kanunlar İcra mevkiine" konduğu taktirde, rejimin düşünce ve disiplinine karşı aksi bir tesir baş göstermesi muhtemeldir. Bunun için siyasî inkılaptan önce bir içtimaî inkılaba lü-z'im görüyorlar. Bu içtimaî inkılap yerleşmeden önce îs-lâmî hükümeti kurmak acaba vakitsiz bir iş olmaz mı, diyorlar.
Bu meseleyi etraflıca izah etmek istersek, uzun bir cevap vermemiz lâzımdır. Fakat burada kısaca şunu arz edelim ki, elbette siyasî inkılaptan daha önce medenî, içtimaî, ahlakî bir inkılaba daha ihtiyaç vardır, işte Is-lâmî inkılabın fıtrî yolu da budur. Fakat şurası da doğrudur ki, İslâmda ahkâm ve kanunlar sadece zorla yürütülmez. Bu İlâhî müeyyidelere en başta inanmak gerekir. Bir iç cezbesi bulunması şarttır. Fakat şunu da kim inkâr edebilir ki, Pakistanın kaim olması ve ayakta tutunması siyasî inkılapsız olabilirdi? Buna göre, ilk önce içtimaî inkılap mı yoksa siyasî inkılap mı diye bir sual sormak tamamen manasız olacaktır. Fakat burada şu sual varit oluyor ki, halkın düşüncesine niçin şu mesele yerleşmez ki, biz şimdi kendi memleketimizde acaba îslâmî nizamı mı yürütüyoruz, yoksa kâfirane nizamı mı? İşte o zaman siyasî iktidarın da hakikî maksadı kendiliğinden belli olur. Bu da bir tarafa, ahlakî,inkılabı ortaya çıkaralım diye de hükümet mekanizmasının yürümesini durdurtamayız.
Allah'a ve O'nun Resulüne iman eden ve Allah'ın iktidar-i A'la'yı elinde bulundurduğuna kani olan bir millet, elbette ki, içtimaî hususlarda da siyasî hususlarda da bu noktayı gözönüne alacak ve kâfirane nizam üzerine kendi yaşayış nizamlarını kuramıyacaklardır. O zaman bu kavmin ve bu milletin efradına şu iş de farz olacaktır ki, bu fertlerin her biri diğer fertleri bu yolda uyarsın ve ahlakî Öğütler versin. Aynı zamanda hayet-i hâkimiyeyi de gayrı - Îslâmî yoldan gitmekte kendi haline bırakamazlar. Ben şöyle anlıyorum ki, eğer biz bu şekli gözönünde bulundurursak, o zaman hiçbir vakit «ferdî irtidat» yoluna da gitmeyiz. Fakat «içtimaî irtibat» a gelince elbette ki, bu irtidatm yolunu tutmuş oluruz.
Bu meselenin şu şekilde ikinci bir cepheli vardır : hğer siz ahlakî ve içtimaî inkılabı daha önce elde etmek istiyorsanız, evvelâ bu inkılabın vasıtalarının neler c-du-ğunu düşünmeniz lâzımdır. Eibette ki, bu vasıtalar, eğitim, öğretim, muaşeret âdabının ıslahı, zihniyetin değişmezdir ve bunun gibi şeylerdir. Bunlar için de bir hükümetin mutlaka kanunî ve siyasî vasıtaları vardır Hükümet kudreti yalnız kendi başına bir ıslah vasıtası olmakla kalmaz,-diğer ıslah vasıtalarının üzerine de tesir icra eder. Buna göre, «hükümet vasıtalarından istifade etmi-yeiün» demek manasızdır. Bizim reylerimiz ve ödediğimiz vtıgilerle hükümet icraatına devam edebilir. Şimdi biz bu cahilliği, bu ahmaklığı nasıl üzerimize alabiliriz ki, üir taraftan biz münferiden, fert olmak bakımından İslâmiyet-.1 çi olalım da içtimaî bakımdan da îslâm yolunu düzeltmeye çalışalım da diğer taraftan hükümetin ahlâkı düzeltecek olan bütün vasıtalarım bar tarafa bırakalım, istifade etmeyip, bunların fısk ü fücur yolunda kullanılmasını temin edelim.... [392]
[1] Serî ıstılahda Takrir, Zatı Saadetlerinin huzurunda yar-Ptfan işler hakkında buyurdukları .beyanat demektir. Bazı şeyleri caiz görmüşler bazısını da men etmişlerdir. Diğer manada ise «Takrir» herhangi bir şeyi beyan etmektir.
[2] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 387-393.
[3] îslâmî Düstur kî tedvin : (islâm Anayasasının hazırlanması) isimli Ebul A'lâ Mevdûdinin eserinden iktibas edildi, îslamic Pbl. Ltd. Lahor.
[4] Islâmî kanunun diğer bahisleri için bak: Müellifin lâmî kanun» eseri. îslamic Publ. Ltd. Lahor: (Hazırlayıcı)
[5] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 393-395.
[6] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 395-397.
[7] Takrirden maksad, zaman ve zemin icabı herhangi bir şekilde Zatı Saadetlerinin hüküm verip beyan buyurmalarıdır. Yahut da herhangi bir kimsenin yaptığı bir işi görüp de ona böyle yapmıyacaksın, böyle yapılmaz dememiş olmalarıdır.
[8] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 397-398.
[9] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 398-400.
[10] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları:400-402.
[11] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 403-405.
[12] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 405-406.
[13] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 406-409.
[14] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 409-411.
[15] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 411-413.
[16] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 417.
[17] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 419-420.
[18] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 420-421.
[19] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 421-422.
[20] Hûd, 107
[21] El^Enbiyâ' 23 .
[22] El-Mü'minûn 88.
[23] El-Mü'minûn 88 ,
[24] El-Haşr 23 .
[25] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 422-424.
[26] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 424-425.
[27] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 425-426.
[28] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 426-427.
[29] Sûro-i Şu'arâ Ayet : 108, 110, 126, 144, 150, 163, 179 .
[30] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 427-429.
[31] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 429.
[32] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 430.
[33] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 431-432.
[34] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 432-433.
[35] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 433-435.
[36] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 435-437.
[37] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 437-438.
[38] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 438-447.
[39] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 477.
[40] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 447-448.
[41] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 448.
[42] Bazıları şu sebepten dolayı şüpheye düşmüşlerdir: İs-lâmda mademki tamamen seçime dayanan bir usul vardır. NasiJ. olur da padişahlık devrindeki ulemâ kuvvet ve zor kullanarak kendilerini devletin başına geçiren kimselere müsaade etmişlerdir? Bu şüphenin esası iki ayrı meseleyi biribirine karıştırmaktan ileri geliyor. Meselenin biri şudur: Isl&mda Halifelik ile Emi: -lik biribirine karıştırılmaktadır. Diğer mesele de şöyledir: Birisi çıkıp da böyle hatalı bir usul ile emir olmuş ve devletin basma geçmişse böyle bir durumda ne yapılacağının bilinmemeaidir. Birine? meselenin cevabı şöyledir: îsîâm ulemasının ittifakla kabul ettikleri Halifelik, ancak umumî seçimle ve bütün Müslüman halkın rızası ile olmalıdır. İkinci meselenin doğru cevabı şöyledir: O zamanki uleman.n yumuşak davranmalarının sebebi, böyie bir Emirliğin yalnız intizamı sağlamak ve asayişi korumak bakımından faydalı olduğundandır. Bu şekilde memleketin başına musallat olmuş bulunan Emirin, din nizamını bozmaması lâzımdır. Bü şartlar tahakkuk ettiği taktirde, ulema, zorla Emirliği eline geçirmiş bulunan şahsa karşı, ayaklanmayı doğru bulmamışlardır. Bunun sebebi de bir anarşiye yol açmamak içindir. Bunun dışında ulemâ hiçbir zaman Emirliği ele geçirenlerin emirliklerini sahih saymamışlar, cebir ve tasallut ile Hilafetin doğru olabileceğine hüküm vermemişlerdir.
[43] Bu hususta bazıları şu şüpheye düşüyorlar ki; «Hilâfetin Kureyş kabilesi mensuplarında olacağına» dair hadisler
vardır. Kureyş kabilesi mensupları Halifelik için daha haklı görülmüştür. Bunun cevabını da telif ettiğim «Resâil ve Mesâ'il isimli eserde vermiş bulunuyorum.
[44] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 449-453.
[45] Burada şöyle "bir mesele üzerinde de durmak icap ediyor: Ehl-ül-rıal ve'l - akd niçin yalnız Medinede idiler? Bunların Mödinedeki vaziyetleri ne idi? İslâm ülkelerinin diğer mıntıkalarından niçin güvenilir mümessil ve saire çağrılmıyordu?
Ei! meselenin şu şekilde iki makul cevabı vardır; îslâmî hükümet, herhangi bir millî hükümet değildir. Belki islâmî hükümet şu şekilde ortaya çıktı: tik evvelâ bir nazarî tebliğ (fikir yayma) yolunu tuttu ve halkın düşüncelerini ve ahlakını değiştirip bir inkılap meydana getirdi. Sonra bu inkılâbın neticesinde bir medeniyet usulü ve yaşayış şekli ortaya çıktı. Daha sonra bir hükümet şeklini aldı. Tabiatiyle, bu gibi bir hükümette fıtraten itimadın ve güvenin merkezi, inkılabın temelini kuran o şahsı vahid idi. Sonra bu inkılabı benimsemiş bulunanlar ve inkılabın temelini kurmuş bulunan zatın sağ eli ve saf kolu olan kimseler
de bu itimad ve' güven merkezinin etrafında toplanıp ikinci itimad ve güven noktaları oldular. Böyle, bir hükümetin liderliği de fıtrî ve tabiî liderliktir. Bu liderden başkasına ve bu liderin güven duymadığı kimseye de halktan bir fert dahi itim».'t etmez. Bu suret le, o zaman tenkid etmek ve söz söylemek tamamen serbest olmasına ve herkese böyle bir hak tanınmış bulunmasına rağmen Ara bist-anın herhangi bir köşesinde yahut da diğer islâm iUkeierinde su. şekilde bir ses duyulmadı ki,,niçin yalnız Medine halkı veya Aledinedekiler «halletmek ve hükme bağlamak» meclisine aza olmak hakkına mâliktirler.
2. İkincisi de şudur: O zamanki medeniyetin vaziyetine göre, şu da mümkün değildi ki; o zamanın o kedar geniş ülkelerinde Afganistandan tutun da kuzey Xfrikaya kadar umumi seçim yapılması imkânı olsun. Sonra da buralardan hükümet merkezi-no mümessiller gelsin ve alelade veya fevkalâde (gündemli ve gündem dışı) toplantılar yapılsın ve ülkenin her yerinden de gelmiş bulunan mümessiller bu toplantılara iştirak etsinler.
[46] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 453-459.
[47] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 459-462.
[48] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 462-466.
[49] Hicret edip gelenler hakkında Kur'an-ı Kerimde, ihtiyati tedbir olarak bir deneme (Examine : imtihan) meselesinden bahsedilmiştir. 8u tedbir muhacir kadınlar hakkında beyan burulmuş olmasına rağmen buradan umumi bir usul elde edüebite-ccglnden dışarıdan gelen herhangi birisi veya muhaceret iddiasında bulunan bir kimsenin Darül - îslâma kabul edilmesinden önce bu kimsenin müslttman ve muhecir olması hususunda emniyet telkin etmesi icap ediyor. Çünkü hicret bahanesiyle başka niyetler içîn de İslâm ülkelerine gelebilir. Bir kimsenin de hakUd ima-ıan ne olduğunu Allah Taaladan başka kimsenin bilmemesine rağmen yine de zahirî durumdan önen ne gibi bir kimse olacağının tahkik. edilmesi icabeder.
[50] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 466-470.
[51] Ebu Davud, Kitab El Kaza .
[52] Ma'âlim Es-Sünen, Kitab El Kaz
[53] Kitab El - Harâc, Sahife 107
[54] Müvettâ, Bâb Şart Eş - Şahid
[55] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 470-474.
[56] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 474-476.
[57] Bakınız, Ek No: 1
[58] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 481-482.
[59] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 482-484.
[60] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 484-485.
[61] Bu hususun teşrihi birinci kısımdaki bahislerde geçti.
[62] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 486-488.
[63] Yani öyle kimseleri toplayın ki, Allaha ibadet ederler, tiu kimseler kendi başlarına buyruk olmayıp karşı gelmek yoluna da sltmezler.
[64] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 488-491.
[65] Bu husus Hadis kitaplarında aynı kelimelerle de aynı 'anızlarla da bize gelmemiş olmakla beraber, bu bir tarihçinifl 'beyanı olduğuna göre biz de bunu bu şekilde naklettik. Hadis ol-sun. olmasm istinath bir rivayettir. Bu mealde diğer rivayetler ^c vardır. Bu şekilde olunca zayıf rivayetlerin de istinat edilnıe-sıııde Ur mahzur yoktur. Zira bu gibi rivayetlerin teyidi hakkınca bir hayli sahih rivayetler de vardır.
[66] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 491-493.
[67] Bu meselenin şerhi hakkında bak. Bab II .
[68] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 494.
[69] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 494-495.
[70] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 495-501.
[71] Hadisin metninde yalnız müslümanlarm esas hukukundan bahsedilmiştir. Fakat ts!âm Şeriatı gereğince, şu da müsellem bir usuldür ki, İslâmî hükümetin himayesini kabul etmiş bulunan herhangi bir gayrı - müslim de askerî ve mülkî kanunlar muvacehesinde müslümanlarla aynı haklara malik bulunacaktır.
[72] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 501-505.
[73] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 505-507.
[74] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 511.
[75] Kenz ul - ummâl Tabaranî ve Müsned-i Ahmed'e istinaden Hadis No. 907 - 966. Daire tül - Maarif matbaası; Haydar-âabad 1955 .
[76] Mişkât, Dar-i Kutnî'ye istinaden, Bab el - 1'tisâm bil-kıta.b ves - sünne; Kenz ül - ummâl. cild 1, s. 981 - 986 .
[77] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 513-514.
[78] Mişkât, Rezin'e istinaden, bahsi geçen bâb.
[79] Buhar)î, Kitab - ül Hudûd, Bab 11 - 12 .
[80] Kitab - ül - Haraç, îmam Ebû Yûsuf, S. 116, Salefiye matbaası Mısır. İkinci baskı. Müsned, Ebu Davud Et - Tayalîsî, ı-Tadis Nr. 55 t>airet ül - maarif matbaası, Haydarabad, 1321.
[81] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 514-516.
[82] Tefsir-i ibn-i Kesir, Müslim ve ibn-i ltfâce'ye istir., .den cilt 4 sahife 217, Mustafa Muhammed matbaası Mısır 1937
[83] îbn-i Kesir, Tabaran)îye istinaden C. 4. S. 217
[84] Tefsir-i Ruh üî - Maanî, Beyhakî)'ye istinaden ve lbn-i Merdûye C. 26. S. 148. Mtiniriye matbaası Mısır
[85] Buharî, Kitab Es-sal&t. Bab 28.
[86] Ebu Davüd Kitab Ed-Diyât Bab 11. &esâî Kitab El - K>ısSme, Bab 10 - 14.
[87] Ebu Davûd. Kitab El Emare, Bab 34
Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 516-518.
[88] Sûre-i Nisa âyet, 58.
[89] Buharı, Kitab El- Ahkâm, Bab 8 . Müslim Kitab El -"Emare Bah. 5 .
[90] Buharı, Kitab El - Alıkâm Bab 8; Müslim, Kitab El îmân, Bab 61; Kitab El - Emare Bab 5
[91] Müslim Kitab El - Emare Bab 5 .
[92] Kenz üi, - Ummâi G. 6, S. 68 - 122 .
[93] (1) Kenî, al - Uııımâl Ç. 6. Sahife 78.
[94] (2) Kenz ül - Ummâl C. 6. Sahife 346 .
[95] Kenz ül - Ummâl, C. 5. Sahife 12 r. 25
[96] Kenz ül - Ummâl, C. 5, Sahife 12 – 25
Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 518-520.
[97] Kenz ül - Ummâl, C. 5, S. 2577
[98] Kenz ül - Ummâl, C. 5, S. 2354 .
[99] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 520-521.
[100] Buhar)î, Kitab El - Ahkâm, bab 4. Müslim, Kitab El-Emare bab 8. Ebu Davud, Kitab Ei - Cihad bab 95. Nesâ)î, Kitab £2 - Biy'a, bab 33. îbn-i Mâcce, Ebvab El - Cihâd, bab 4 .
[101] Kenz ül - Ummâl C. 6. Hadis No. 293, 294, 296, 299, 301
[102] Kenz ül - Ummâl, C. 5. S. 2505 .
[103] Kenz iil - Ummâl, C. 5. Hadis 2282 . Hazret-i Ebu Be-kirin bu mühim ve meşhur konuşması şu şekilde rivayet edilmiştir- «Ben, Allah'a karşı gelirsem, siz de bana karşı geiiniz.» Kenz üi - Ummâl C. 5. S. 2330 .
[104] Kenz üî - Ummâl C. 5, S. 2531
[105] Kenz ül - Ummâl, C. 5, S. 2587 .
[106] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 521-523.
[107] Buharî, Kİtab El - Ahkam, Bab 7. Müslim Kitab El Emare, Bab 3.
[108] Ebu Davûd, Kitab El Emare, Bab 2.
[109] Kenz ül -. Ümmâl, O. 6, S. 206 .
[110] Kenz ül - Ümmâl, C. 6. S. 69. Şu hususta da kimse şüphe etmemelidir: îslâmda hükümet işlerine istekli olmnrnnk lâzım iken nasıl olmuş da HazretM Yusuf kıssasında Hazret-i Yusuf, Mısır hükümdarından bir makam istemişti. Fakat şunu da bilmek lâzımdır ki, hakikatde Hazret-i Yusuf herhangi bir İslâm'ı hükümet. içır-de ve îsl&mî ülkede bulunmuyordu. Bir kâfir hükümette ve bir kâfir ülkedeydi. Sonra Yusuf Aleyhisselam, çok iyi biliyordu ki, padişahtan bu en büyük mevkii istediği zaman rerl edilmeyecektir. Eğer bu iktidarı ele geçirmek istemeseydi, kâfir kavmi cie müessir bir şekilde hidayete davet etmek fırsatını ele geçirmiş olamayacaktı. Dikkat edilirse Yusuf Aleyhisselâmın hangi niyetle teşebbüse geçtiği açık bir şekilde ortadadır. Burada hususî bir vaziyet vardır. Böyle bir durum da îslâmın umumî kaidesi olamaz. Böyle bir kaidenin de islâm mefkuresi ile kabili *e!if olamıyacağı meydandadır.
[111] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 524-525.
[112] Mişkat, Bab El - î'tisam bi'l - Kitab ve's - Sünnet .
[113] Mişkat, Bab E] - î'tisam bi'l - Kitab ve's - Sünnet .
[114] Mişkat, Bab El - î'tisam bi'l - Kitab ve's - Sünnet .
[115] Mişkat, Bab El - Î'tisam bi'l - Kitab ve's - Sünnet -
[116] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 525-527.
[117] Müslim, Kitab El - îmân Bab 20. Tirmizî Bbvab El Fiten, Bab 12. Ebu Davûd, Kitab El - Melâhim, Bab 17. îbn Mâcce, Ebvab El - Fiten, Bab 20.
[118] Müslim, Kitab El - îman, Bab 20.
[119] Ebu Davûd, Kitab El - Melâhim, Bab 17. Tirmizî, Kitab El - Fiten, Bab 12. Nesâ'î Kitab El - Bi'at, Bab 36. îbn-i Mâcce, Ebvab El - Fiten, Bab 20.
[120] Ebu Davûd, Kitab El - Melâhim, Bab 17. Tirmizİ, K tab El - Fiten, Bab 12.
[121] Nesâî Kitab El ^ Biya, Bab 34 - 35 .
[122] Kenz ül Ummâl, C. 6. S. 297 .
[123] Kenzjjl - Ummâl, C. G. S, 309 .
[124] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 527-530.
[125] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 530-531.
[126] El - Tabarî, Tarih El - Ümmem Ve'l - Mujlûk, C. 2, S. 618 El - Matbaat ül - İstikamet, Kahire, 1939.
[127] Bu işaret şu husus hakkındadır ki, Hazret-i Ömer Radıyallahu Taalâ anh, Sakıyfe-i Benî Sâide. meclisinde tesadüfen ayağa kalkarak, Hazret-i Ebu Bekir Radıyallahu Taalâ anh'ın ismini ortaya atıp bunun münasip olacağını bildirmişti. Hazret i Ebu Bekirin elini kaLdırarak, hemen biat etmişti. Ebu Bekirin Halife olup olmayacağı hakkında daha önce müşavere edilmemişt-î.i. Bu miişavere orada o esnada ve aniden olmuştu.
[128] Buhar!, Kitab - ul - Muharibin, Bab 16 Müsned-Î Ah-meö, C. \ Hadis No: 391 . Üçüncü baskı. Dârülmaarif matbaası, Mısır. 1949 Müsned-i Ahmed'in rivayetinde Hazret-i Ömer'in süzleri şöyle anlatılmıştır: «Bir kimse, 'mÜslümanlarla müşavere •etmeksizin herhangi bir emîre biat ederse, »ki, bu emîre de kimse biat etmemiştir... yoksa bu şahıs için herhangi bir biat varsa,
c da bu biata göre biat etmişse.... Başka bir rivayette Hazret-i Ömer'in beyanı şöyledir: Her kimseye müşavere olmaksızın e<nîr-lik tevcih edilirse, bu kimse için bu sebeple bu emirliği kabul etmek helâl olmaz, «tbn-i Hacer, Feth El - Bari, C.S. 125 Hayriye matbaası, Kahire. 1325 Hicrî.
[129] Et -Taberî, C, 3, S. 292 . Ibn-i Esir, C. 3, S. 34 45-Jriâretü't-tıbaat 'il - müniriye, Mısır, 1356 H.
[130] Bu bahsin geçtiği eserler : Ve İbn-i Kuteybe, El - îmâ ry.e ve's - Siyâse, C. 1, S, 23, El - Futuh matbaası, Mısır. 1331 îicrî.
[131] tbn-i Kuteybe C, 1. S, 41
[132] Et - Taberî, C, 3. S. 45 .
[133] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 531-536.
[134] Sünen-i Darimî, Bab~El - Fütya ve mâ fiyhi min'eş-sidde .
[135] Kenz ül Ümmâl, ,C. 5. S. 2281 .
[136] İmâm Kbu Yûsuf, Kitab ül Harâc, S. 25 .
[137] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 536-357.
[138] Kenz ül - Ümmâl C. 5, S. 2280 - 2285
[139] lbn-i Kesir, El - Bidaye ve'n Nihâye C. 7. S, 134. Mat-baat Es - Sâade, Mısır.
[140] Ebu Yûsuf, Kitab ül Haraç, S. 117 .
[141] îbn-i Ebi'l - Hadîd, Şerh-i Nehe ül - Belâğa. C. 1, S. 1S6 Darülküttib El - Arabiye, Mısır. 1329 H.
[142] îbn-i Kuteybe, El - imame ve's - Siyase C. 1, S. 71 .
Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 538-540.
[143] Taberî, C. 2. S, 450 îbni Hişam. Es Siyretünneoeviye C. 4. S. 311 Matbâa'i Mustafa El - Babî. Mısır 1936 . Kenz ül -Ümmâl, C. 5. Hadis Nr, 2261 - 2264, 2268
[144] imâm Ebu Yûsuf, Kitab ül - Harâc. S. 117,
[145] Kenz ül - Ümmâl, C. 5. S, 2313
[146] Et-Taberî C. 3, S. 273 .
[147] Ebû Yûsuf, Kitâb ül - Haraç, S, 115, Müsned-i Ebû Da-vfıd Et-Tayalisi, Hadis Nr. 55. îbn-il Bsîr, C. 3. S. 30, FTtr-Taberî C. 3. S. 273
[148] Ebu Yûsuf, Kitab ul - Haraç, S. 116
[149] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 540-545.
[150] Beyhakıy, Es - Sünen ül - Kübrâ, C. 1, S. 136 Darettil Tnaarlf-i Haydarabad Matbaası. îlk tabı, 1355 Hicrî.
[151] Bahsi geçen eser.
[152] Vefiyat iÜ - A'yan, C. 2, S. 168 Mektebet En - Nihzat El-Mısriyye, Kahire 1948
[153] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 545-546.
[154] Et-Taberî, C. 2, S. 508
[155] Et-Taberî, C. 2, S. 487.
[156] îbn-i Abdülbirr, El - Istî'âb, C. 2, S. 476. Dairetül ma,-urif-i Haydar-âbad tabı, birinci bab.
[157] Eü-Taberi C. 3, S. 264
[158] tbn-i Kutaybe, El - İmame ve's Siy&se, C. 1, S. 25
[159] Kenz ül - Ümmâl, C. 5, S. 2324 .
[160] Kenz ül - Ümmâl, C. 5, S. 2374, Et-Taberî, C. 2, S, 449 . İfen-i Abdül-berr, El - îsti'âb, C. 2, S. 689 .
[161] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 546-551.
[162] Tefsir-i îbn-i Kesir, Ebü Ya'lâ'ya ve tbn-il Münzer'e istinaden C. 1, S. 467 .
[163] Er - Riyâd En-Nadra fî Menâkib El - A^ere, li} -lîuhibb Et-Taberî C. 2, S. 56, Mısır tabı, Siyretü Ömer tbp>il -Kattâb, li - ibn-il Cevzî S. 127.
[164] Kenz ül - Ümmâl, C, 5. S. 2414 .
[165] El-Mebsût L,i-s-Sarahsî C. 1Q C. 125
[166] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 551-554.
[167] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 557.
[168] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 559-562.
[169] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 562.
[170] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 562-563.
[171] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 563.
[172] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 564.
[173] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 564-565.
[174] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 565.
[175] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 566-568.
[176] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 568-569.
[177] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 569-570.
[178] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 570-577.
[179] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 577-578.
[180] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 578-579.
[181] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 579-580.
[182] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 580-582.
[183] Bu hususun şerhi için bak, bu lîitap Bab. 8.
[184] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 582-585.
[185] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 585-588.
[186] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 588-589.
[187] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 590-592.
[188] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 592-594.
[189] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 594-596.
[190] Buradaki geciktirmekten iki maksat vardır. Birisi şy-:lur ki, kadı (hâkim) meseleyi geciktirir ki, bu müddet zarfında, fcfj.şka bir (kadı) belki bu meseleye benzer bir mesele ile karşılaşır da bir hal şekli bulur. Neticeyi geciktiren kadı" da bu vesile ile davayı karara bağlamış olur. îkincisi de bu kadı, meseleyi kendisi halletmez. Kendisinden daha elverişli başka bir kurul ve-y. makama havale eder. O n>akam veya kurul da davayı karara "bağlar.
[191] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 596-600.
[192] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 600-604.
[193] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 607.
[194] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 609-614.
[195] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 614-615.
[196] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 615-622.
[197] Bu meselenin geniş ve etraflı olarak ele alındığı eser için, «Mürtert kî seza îslâmî kanun meen : İslâm Kanununda mürtedin cezası» Mevlânâ Seyyid Ebul'kA.'lâ Mevdûdî . tslamic Pbl. Ltd. iLahor.» bakmalı.
Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 622-624.
[198] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 624-626.
[199] Deobend ve Brîle :
Hind Pakistanda iki meşhur tslâmî Üniversite: 1. Deobend: Zamanımızda, halen faaliyette bulunmakta ve Hsnefî fıkhı üzerine çalışan bir yüksek medresedir. Hfndîstan';n Sharanpur eyaletinde Deobend kasabasmdadır. 15 Muharrem 1283 hicrî kamerî (1867) perşembe günü kurulmuştur. Merhum Mev-îârtâ Muhammed Kasım, (vefatı 1297 Hicrî Kamerî 1881 Milâdî) -tarafından küçük bir medrese olarak kurulmuş, fakat zamanımızda El-Ezher'den sonra İslâm âleminin en büyük ilmî müessesesi ve en ileri üniversitesidir. Tahminen 3500 talebesi vardır. Bilhassa Hind - Pakistan ve Güney Asya için ulema yetiştirir. Bu sacrlann yazarı «Mütercim» bu üniversiteden yetişen bir hayli değerli ulema iib tanışmak imkânını' buldu. İlk «Sadn> rektör Mevlânâ Muhammed Yakûb idi. Sonra Mevlânâ Reşid Ahmed Kengûhî (vefatı 1323 Hicrî Kamerî : 1905), daha sonra Şeyh ül Hind lakabı ile anılan Mevlânâ Mahmûd ul - Hasan (Birinci dün-y:\ wva-;..Ua halkı Türklere müzaheret göstermek yolunda kışkırtmak suçundan İngilizler tarafından Maltaya sürüldü ve 192*
de vefat etti. (Hak Taalâ rahmet eyJeye) Onun devrinde Medrese en büyük şöhrel sahibi oldu. Daha sonra. Mevlânâ Şubbeyr Ah-ınect Osnıanî (3.949 do. vefat etti), Onun yerin? ikinci Şeyh ül -Hind lakabını almış bulunan. Mevlânâ Hüseyin Ahmed Medenî (1S50 de vefat etti) ve sonra Mevlânâ Ubeydullah Sindhî (1954 tie vefat ettî) daha sonra Mevlânâ î'zâz Ali ve ondan sonra Mevlânâ Ahme'd Ali (1962 de vefat etti). Zamanımızda Deobend «sadr» i Rektörü, Mevlânâ Kaari (hafız) Muhammed Tayyib -dir, yardımcısı ve ders emini Mevlânâ Şeyh ül - hadîs, Fahred-din Murâd - âbâdîdir. Deobend kasabanın nüfusu 30 bin kadar vg bu nüfus hep bu üniversitenin talebe," elemanları ve mensup^ larından teşekkül eder. Bu üinversite sayesinde bu kasaba koca bir şehir olmuştur.
Deobend uleması sünnet ve hadise çok sıkı bağlıdırlar.
3. Eh] -i Hadis: Hİnd Pakistan ve İslâm ülkelerinin ço-gurda yayılmış bulunan Ehl-i sünnete mensup bir fırkadırlar. Bunlar, nadis'e çok ehemmiyet verirler. Kıyas'i zayii' düşünürler, lıatta hadis'leri, hüküm istintaç eylemek hususunda hempn hemen Kur'anla synı kıymette görürler. Bunlar, dört mezhebin dördüne do bağlılığı aynı derecede hesaba katarlar, tmam Şafiî i ip îmara Ahmecl İbn-i Hanbel'in ictihadiannı, İmam-ı Azam ile İmam Ma-likden üstün sayarlar. Hind - Pakistanda, bu fikrin ileri gel^n beş âlimi Merhum Seyyid Ahmed Şehîddir. Bunların ileri gelenle-r ir iten Merhum Nuvvâb Siöüık Hasan han Alim Nuvvâb (hüküm-CKi-) dır ki, kendisine Mevlânâ Sıddık Hasan han denir. Zamauı-ı.mz€.r. ileri gelen âlim Mevlânâ Senâullah Amritseri'dir. BunİP-nn merkezi Lahor, Gucrânvale ve Layalpur (Pakistanda) d-r. îîer üç şehirde yüksek medreseleri ve ''s.rül ulumları vardır.
(Mütercim ileri gelen Ehl-i hadis'den çok kimselerle göriiş-i.vjştür.)
(i) Buraya kadar ol*an bütün yazılar, Islâmic Pbl. Ltd de'.nşredilmiş olan ve adalete tevcih edilmiş bulunan «Kadiyant mes'ele — or us le ahlâkî, temeddünî or siyasî pehlû» : Kacliyanî meselesi — Bunların ahlâkî, medenî ve siyasî cepheleri, isimli kitaptan alındı. (Hazırlayıcı)
2. Briîâ : Zamanımızda halen faaliyette bulunan, meşhur Islâmî üniversitelerdendir. Ehemmiyet bakımından Deobenddejf senr?. gelir. Talebe bakimmdan da Deobendden azdır.
Kurucusu Briîâ eyaleti hükümdarı o zamanki tâbir ve unvanları ile Alâ - hazret (Majeste) Ahmed Rızâ Han'dır. Alini Lir zat olduğundan kendisine Mevlânâ Ala - Hazret Ahmed Rizâ han denir. Hükümdar olmakla beraber ilmü fradl hakiminden sayılı âlimler meyanmda ' İsmi geçer. îslâmî ilimlerden maad& riyaziye ve felekiyat ile de uğraşırdı. Bu ilimlerde de telifatı vardır. 12 cildlik Fetaviyi Rezaviyeyi yazmıştır, Hanefî fıkhı, fetvâ-lsn hakkındadır. Şair bir zat İdi. Farsça, Arapça ve Orduca şiirler söyler, koca divanı vardır. 2 cildlik Kur'an-ı Kerim Tercüme ve Tefsiri vardır. Zatı risaletpenahilerinin naaÇ-i şeriflerinde bir kaç dilde koca eserler de yazmıştır. îki defa hacca gitti. 25 Sa-fer 1340 hicrî Kameride vefat etti.
Brilâ'da kurmuş bulunduğu Islâmî üniversite, Hinci - Paki«-îtan ve Güney Asya içiçn ulema yetiştirir.
. Brila uleması, bazı tasavvufî hususlarda: Meselâ; negir, miya'.:, kaside okumak, evliya türbesini ziyaret ve evliya mutasav-v:("ier:n ver-ıt. günlerini h atmamak, o günlerde merasim ic.ra et-jr;ek gibi hususlarda muhalefet etmez ve ehemmiyet venr'.pr. Bri-la'nm çok muazzam bir kütüphanesi vardır.
(Mütercim Profesör Ali Genceli, heriki medreseyi ziyaret etmiştir.)
[200] (Mütercimin notları)
[201] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 626-631.
[202] Tercüman El - Kur'andau -'"idi. Cilt 52 sayı 2. Mayıs 1959
[203] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 632-637.
[204] Tercüman ül -.Kur'an Cilt, 51, Sayı i. Ekim 1061. denalındı.
[205] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 637-640.
[206] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 640-646.
[207] d ve h bahislerimi ek i sual ve cevaplar 27. Ekim. 1952 cUı K&raci barosu tarafından akdedilen toplantıda bahsedilmişti Hazıılayıcı
[208] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 646-647.
[209] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 647-648.
[210] Tercüman ül - Kur'an, Şubat 1952 sayısından alındı.Hazırlayıcı
[211] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 648-657.
[212] Pakistan kurucusu ve ilk devlet başkam Seyyicl Mubammed Ali Cinnah'm kız kardeşi. Mütercim
[213] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 657-663.
[214] Tercüman ül Kur'an, Ocak 1962 .
[215] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları:663-668.
[216] Tercüman ül - Kur'an. Receb - Şevval 1363 Temmuz -Eylül 194.4 .
[217] Bu hususta Cemaatti İslâmî iki risale yayınlamıştır.
[218] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 668-676.
[219] Tercüman ül - Kur'an, Zilkade - zilhicce 1363, Kasım, \ralık 1944 sayısından alındı.
[220] Açhut : Hindular arasında yaşayan Gayrı Hindu ekal-tivet, el sürülmez kimseler.
[221] Hindu dinî esas kanunlar:. Mütercim
[222] Gayrı Hindu, Hindu mezheplerine göre temizenmeyen zümreye mensup. Mütercim
[223] Hindu mezheperine göre, bir nevi dinî «mintiar gibi bir şey» . Mütercim
[224] Bu mevzu kitap halinde neşredilmiştir. Mürtedd kî seza - Islâ.mî kamun meen.» (îslâm'î kanunda Mürtedd'in cezası) _ tslâmic Fbl. Ltd. Lahor.
[225] Yan: bu hareketin manası, İslâmiyete sarıldıktan sonra bile, &z olsa dahi cahiliye nizamına temayül göstermekti.
[226] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 677-685.
[227] Tercüman El - Kur'an, cilt 57, sayı 1. Ekim 1961 rfayı-stodan alındı.
[228] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 685-688.
[229] Tercüman El - Kur'an, Cilt 59, Sayı 3, Eylül 1962 .
[230] Malûmdur ki, şimdi Anayasayı tekrar gözden geçirmek yolu tutulmuştur. Anayasa ve kanun tefsiri hakkı Adliyeye mi yoksa teşriî organa rai verilmelidir diye düşünülüyor.
[231] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 688-692.
[232] Tercüman Ul Kur’an , Cilt 60, Sayı 3. Haziran 1963 den
[233] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 692-695.
[234] Tercüman ül - Kur-an, Cilt 61, Sayı 2. Kasım.. 19» .
[235] Bab 7, müşavere bahsinin sonu. Mütercim
[236] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 695-698.
[237] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 701.
[238] Esasen bu mevzu kendi başına incelenmeğe değer bir mevzudur. Avrupa mefkuresi ne dereceye kadar İslâmî tâlimden müteessir olmuştur? Bu hususta profesör İl yas Ahmed merhumun kitabı (The Social Contnact and the Islamic State) Ordr Pbl. House Allah Abad 1944 mütalâa edilirse faideden hali olmayacaktır.
[239] O zaman Birleşmiş Milletlerde 48 devlet üye idi. Bunlardan S i çekimser rey verdiler. Çekimser rey vertenler anasında Rusya da vardı.
[240] Medenî insanların kendi cinslerine karşı tutacakları muaşöret usulü hakkında bakınız: Hurşid Ahmed (Fanaticis'îti întolerance and îslâm)
[241] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 703-710.
[242] AUahın haram kıldığı bir kimseyi haksız yere öldürmeyiniz. Benî israil, 23 âyet-i kerimesine de bakılmalıdır.
[243] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 710-711.
[244] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 711-712.
[245] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları:712.
[246] İstekte bulunanların da yoksunların el a i onların malları üzerinde, hakları vardır. (Ez - Zariyat, 19).
Sevmemelerine rağmen, yoksullara, yetimlere ve esirlere yemek yedirirler. <Ed - Dehr, 8).
Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 712.
[247] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 713.
[248] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 713-714.
[249] Firavun nizamını Kur'an-o Kerim iptal eylemiş ve bu hususta şu gerçeği beyan etmiştik «Firavun k^ridici-ni yer yüzünde büyült gördü. Ve halkı bölük böük ayırdı ve bunlardan bir bölüğü zayıflattı. {El - Kasas, 4).
Yani îslâmda içtimaî yaşayışta «alt - Üst» denilen bir mefhum yoktur. Bunun gibi hâkim zümre ile mahkûm zümre diye c£& bir şey bulunmaj.
[250] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 714-715.
[251] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 715-716.
[252] Daha fazla malumat almak için Kur'an-ı Kerimin şu .âyetini gözÖnünde bulundurmak icabeder: Müsriflerin emirlerine itaat etmeyiniz. (^iarâ, 151)
Kendi zikrimizden kalbini gafil kıldığımız kimseye itaat etme- (Kehf, 28) Ta guttan kaçınınız. (Nahl. 36)
îşte Ad'ler bunlardı. Onlar Rablerûıin âyetlerini inkâr ettiler. O'nun Resullerine karşı da isyan yoı'unu tuttular. Herhangi bir inatç,< zorbanın emrine de itaat ettiler. (Hud, 59)
[253] Bu hususta mufassal malumat için müellifin en yeni eseri olan Hilâfet or Mulukiyet : (Halifelik ve Saltanat) a bakınız. Tercüman ül - Kur'an (1964 - 1965) de yayınlandı.
Muhterem müellif Mevlânâ Mevdûdî sahib'in, bu eseri de yine Mütercim tarafından 1967 - 68 senesi Dhakka'da dilimize çevrilmiş, Hilâl yayınları tarafından basılmaktadır. Yakında okuyu-cuîara takdim edilecektir.
(Mütercim)
[254] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 716-717.
[255] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 717-718.
[256] îmam Malik ve Muvatta'a istinaden.,
[257] Hılk arasında hakem os'ursflmz adaletle hüküm veriniz. (Nisa, 58)
[258] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 718-719.
[259] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 719-720.
[260] Daha geniş malumat almak için bak: Tefhim el - Kur" an Sûre-i Hücûrat ve Tercüman ül - Kur'an. Haziran 1966
[261] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 720.
[262] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 721.
[263] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 721-722.
[264] Siz halk arasından ortaya çıkarılan en iyi ümmetsini» l'.i, iyifiğe enir eder fenalıklardan men edersiniz.
(Al-i İmran, 13).
[265] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 722-723.
[266] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 723-724.
[267] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 724.
[268] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları:724-725.
[269] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 725-726.
[270] Eğer bir fâsik sise bir haber getirirse onu tahkik edü». Bilmeksizin bir kavme kötülük edip, sonra pişman ofrnaraiE, mümkündür. (Hücurat, 6
[271] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 726-727.
[272] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 730.
[273] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 732-735.
[274] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 735.
[275] Ebu Davud, Kitab ül - Cihad
[276] Ebu Davud, Kitab ül - Cİhad
[277] Kitab ül - Harâc, S. 35 .
[278] Bedayi Es - Sana)''
[279] Kitab - ül - Harfim S. 82
[280] Peth ül - Kadir,
[281] Feth Üİ - Kadir, C. 4, S. 359 .
[282] Beüayi, C. 7, S. 111 - 113 . FeÜı ül - Kadir, C, 4. S. 73-372, Kitab ül - Harâc. S. 73 .
[283] Kitab ül - Haraç S. S3
[284] Bedayi. C. T, S. 114 .
[285] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 735-739.
[286] Burhan, Şerh-i Mevâhib Er - Raiıman, C. 3, S. 287
[287] Burhan, Cüt 2, S. 2S2
[288] Durr-i Muhat, C. 3, S. 203 .
[289] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 740-741.
[290] Kitab üî - Harâc, S. 208 - 209 . El - Mebsût C. 9. S. 57 - 58 . înıam Malik Raiunetullahî aleyh indinde zimmîler Şarap muamelesinde olduğu gibi, zina muamelesinde de istisna edilmiş*-lerdir. imam Malijc, Hazret-i Ali Radıyallahu anh ile HazretU Ömer Radıyallahu »anh'm hükümlerine iatinaden hu neticeye varmaktadır. Zimmîlerin zina meselesi kendi milletleri arasında kendilerinin şahsi meseleleri olduğundan bu gibi cürümlere müslümanlar karışmazlar Yani 2immîler kendi şahsî fea.nunlarma göre mu-amele görürler.
[291] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 741-742.
[292] El Mebsût, C. 13, S. 37 - 38
[293] Durer ül - muhtar, C. 3, S. 273
[294] Durer ül - Muhtar, C. 7, S. 112 .
[295] Eeclayi, C. 7, S. 113 . Feth ül - Kadir S. 82 - 381 ".
[296] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 742-744.
[297] El - Mebsût, C. 5, S. 38 - 4-1 .
[298] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 744-745.
[299] Müslüman şehirleri (Emsar ül - Müslimin) şer'î ıst;- kullanılmıştır. Bu ıstılah o yerler için denilir ki, arazi mÜs-Kİmanlann mülkiyetindedir. Orada İslâmi usul icra edilir ve telâm İşaretleri görülür. Meselâ, Cuma, namazı gibi.
[300] Şerh-u's - siyer il - kebir C. 3, S. 215.
[301] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 746-747.
[302]Bedayi C. 7. S. 114. Şerhu's - siyer il i- kebîr, C. 3, S. 251
[303] Bedayi C. 7, S. 114. Şerhis - siyer il Kebîr C. 3. S. 257.
[304] Kitab ül - Harâc S. S, 82.
[305] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 747.
[306] Kitab ül - Haraç, S. 8, 82 .
[307] Feth ül -- beyan C. 4, S. 93 .
[308] Kitab ül - Haraç, S. 9
[309] Kitab - ül Haraç S. 70 .
[310] Kitab - ül - Haraç, S. 85 .
[311] Kitab - ül - Haraç. S. 72 ve Feth ül - Kadir C. 2. S. 373
[312] Kitab ül - Haraç, S. 72 - Feth ül - Kadir. C. 2, S. 373
[313] Feth ül - Buldan Bel&züri Avrupa baskısı S. 129 .
[314] Kitab ül - Haraç, S. 70 El - Mebsut C. 10 S. 81
[315] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 748-751.
[316] Kitab ül - Haraç, S. 70 . Burada vergi ödenmesinde nisabın son haddine varması şart değildir. Bu son Ölçü haddi, zaman ve zemine göre değişir.
[317] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 751.
[318] Bu meselenin etraflı izahı için bak. Mebsût C. 10. S. 73 79 . Hidâye, Kitab es - siyer . Faal rî keyfiyeti kısmet i'l -gar.aim ve bâb el - cizye. Peth ül - Kadîr, C. 4, S. 327 - 328. ve 3S9 - 370 . Dışarıdan bir hücuma maruz kalınırsa ve gayri -ır.üslim vatandaşlar da müdafaaya katılmak isterlerse, onların bu teklifi kabul edilir. Fakat böyle bir durum olunca, o zaman ciz-ya hakkı aükut eder. Burada şu açık gerçeği ortaya, koymak fa-ideden uzak değildir: Cizyenin sözü edilince gayri müslimler Ün-perip korkuyorlar. Bu mevzu bir zamanlar îslâm aleyhdarlanni» propaganda vasıtası olmuştu. îslâm düşmanları, cizyeyi olduğundsn başka türlü göstererek, müslümanlan acaiplik ve zalimlikle suçlamışlardı. Hakikatte bu usulde hiçbir zaman korkacak ye çekinecek birşey yoktur. Cizye aslında, gayrı - müslimlerin dış tehlikelere karşı korunması ve muhafaza edilmesi karşılığında alı-rîn bir çeşit ücrettir. Bu ücvret de yalnız, kudret ve Ödeme im-kânırv. mâlik bulunan kimselerden alınabilir. Eğer böyle olmasaydı o zaman buna «cizye» adı verilmez «cereme» denirdi. Sonra müslümanlar da kudretleri dahilinde zekât vermek zorundadırlar. Zekât için müslüman erkeği değil müslüman kadını da mükelleftir. Halbuki cizye kadmlardan alınmaz. Cizyenin şartları tefer-rüatiyle malumdur. Bunlar bilindikten sonra, nasıl olur da birisi kalkıp «cizye» ye «cereme» diyebilir. Hayrettir doğrusu!
[319] Kitab ül - Haraç S. 111 .
[320] Kitab ül Haraç, S. 111 .
[321] Futuh ül - bildan, A.vnıp.ı baskısı. S. 132
[322] P_rJn. ül - bulden S 156 .
[323] Belazarî. Futuh ül - buldan. 156
[324] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 751-756.
[325] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 756.
[326] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 756-759.
[327] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 759-760.
[328] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 760-762.
[329] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 763.
[330] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 765.
[331] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 765-768.
[332] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 768.
[333] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 769-770.
[334] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 770-771.
[335] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 771.
[336] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 771-772.
[337] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları:772.
[338] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 772-773.
[339] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 773-778.
[340] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları:779.
[341] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 779-781.
[342] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 782-783.
[343] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 783-784.
[344] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 785-786.
[345] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 786-787.
[346] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 791.
[347] Tefhim - til - Kur'an, C. 3, S. 234
[348] Tefhim ül - Kur'an, C. 1, S. 119 - 120
[349] Tefhim ül - Kur'an, C. 1, S. 279
[350] Tefhim ül - Kur'an, C. 1, S. 279
[351] Tefhim ül ~ Kur-an, C. 1, S. 466 - 467 .
[352] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 793-799.
[353] Tefhim ül - Kur'an, Cilt 1,, S. 570 - 571
[354] Tefhim ül - Kur'an, Cilt. 3. S. 708 - 709 .
[355] Tefhim ül - Kür'an, C. 1, S. 319 t- 320 .
[356] Tefhim ül - Kur'an, C. 1, S. 196 .
[357] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 799-806.
[358] Tefhim ül - Kur'an, Cilt, 4 . Sûre-i Şûra tefsiri. Tercüman ül - Kur'an. C. 3, Sayı 1, Sahife' 29 - 33 .
Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları:806-811.
[359] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 812.
[360] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 812-813.
[361] Tefhim ül - Kur'an C. 2. S. 564 - 567.
[362] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 813-816.
[363] Tefhim Ül - Kur'an C. 1, S. 362 - 363 .
[364] Tefhim ül - Kur'an C. 3, S. 524 .
[365] Tefhim ül - Kur'an C. 3, S. 23 ,
Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 816-819.
[366] (Tefhim ül.- Kur'an, C. 1. S. 466
[367] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 820-824.
[368] Tefhim ül - Kur'an C. 2, S. 608 - 617 .
[369] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 824-837.
[370] Tefhim ül - Kur'an C. 2. S. 250 - 252 .
[371] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 837-841.
[372] Tefhim ül - Kur'an C. 2, S.- 161 - 163 .
[373] Tefhim ül - Kur'an, C. 2, S. 153 - 155
[374] Tefhim ül - Kur'an, C. 2, S. 153 .
[375] Tefhim ül - Kur'an C. 2, S. 153 .
[376] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 841-849.
[377] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 853.
[378] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 855-857.
[379] Bu makale 12 Eylül 1940 da lalam Tarih ve Medeniyeti Encümeninin daveti üzerine Ali - Garh Üniversitesinde Istirci Hal'da okunmuştur.
[380] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 857-859.
[381] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 859-862.
[382] Bu nazariye hakkında daha geniş malumat için bu kitabın daha evvelki bablanna baKınız.
[383] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 862-865.
[384] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 865-882.
[385] Bu sual ve cevaplar Tercüman ül - Kur'anın Muharrem 1365 : Aralık 1945 de çıkmıştı. Bu mevzuyu Hint - Pakistan taksiminden önee anlamak daha kolay olurdu. (Hazırlayıcı)
[386] Bu mektup ve cevabı da «Heme-gîr riyaset meen taiı-rîk-i îslâmî ka tarîk-i kâr» : (Alemşümul hükümette Islâmî hareketin çalışma tarzı) adı altında ayrıca neşredildi).
[387] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 882-885.
[388] Tercümaül - Kur'an Ramazan - Şevval 1364. Ekim Kasım 1945 -
[389] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 885-888.
[390] Tercüman ül - Kur'artdan alındı. Zilkade 1367 : Aralık 1948 .
[391] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 888-891.
[392] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 891-893.