Mevdudi - Meseleler Ve Çözümleri
Risale Yayınları
Tercüme Yusuf KARACA
İÇİNDEKİLER
Haram Aylara Ait Hüküm Hâlâ Geçerli mi?........................ 9
Hadis ilminde Dirayet..........................;........................ 12
Hz. ibrahim (a.s.)'in Tefekkür Suresi ................................. 15
Hızır (a.s.)'in insan Olması Meselesi ................................. 19
ilahi Va'd (Söz Veriş)lerin Manası .................................... 24
Allah'ın Rızık Veren Olmasının Ne Demek Olduğu............... 26
Yedi Kat Göğün Gerçek Anlamı ve Hz. Havva (a.s.)'nın
Kaburga Kemiğinden Yaratılması .................................... 28
Psikoloji ve Bazı Farklı Konular .................................... 31
"Nur" ve "Kitabü Mübin" Tek Şey midir? ........................... 40
Bitkilerin ve Böceklerin Ölümü ve Dirilişi........................... 45
Peygamberimizin Hanımlarına "Uzun Dillilik" Suçlaması......... 50
Semud Kavminin Evleri................................................ 52
insan içindeki Yaratıcı Maddenin Oluş Yeri Neresidir?............ 57
Tefhim'ül Kur'an'da "Elhamdülillah"ın Tercümesi.................. 60
Eski Araplar Arasında Mukattaat Harflerinin Kullanılışı ......... 61
Hz. Ebu Bekir (r.a.)'in Zamanında ve Hz. Osman (r.a.)
Döneminde Kur'an-ı Kerim'in Toplanması ........................ 63
"Şeyl-i Arim" Arim Seylabının Zamanı .............................. 67
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Çocuklarının Yaşlan..................... 71
Kur'an-ı Kerim Hükümlerinin Teferruatlarında
Değiştirme Yapılabilir mi?.......................................... 73
Kur'an-ı Kerim Ayetlerinden Kadıyanilerin Yanlış Mana
Çıkarmaları .............,................................................. 77
Ekonomik Kaygılardan Ötürü Hamileliğin Önlenmesi
Doğru Olur mu ve Hz. Adem (a.s.)'in Vücudu da Bugünün
insanının Vücudu Gibi mi idi? ....................................... 82
Şehidlerin Kabir Hayatı ................................................ 85
Boğulan Firavun'un Cesedi ............................................. 87
Miraç Sırasında Hz. Peygamber (a.s.)'e Ne Gibi
Talimat Verildi ......................................................... 89
Din ile Şeriat Arasındaki İlgi ve Hac'da Kurban
Kesme Meselesi ......................................................... 92
Miraç Gece mi Olmuştu Gündüz mü?................................. 95
Taaamül Miskin (Yoksulu Doyurma) Ne Demektir? ............... 98
İlim ve Tekniğin ilerlemesinde Kur'an-ı Kçrim'in Rolü............ 99
Israiloğullannm Mısır'dan Çıkışları ................................. 104
Tefhim El-Kur'an'da "Tesvil" Kelimesinin
Değişik Manaları ...................................................... 107
Allah'ın Sıfatlarında Uyum ve Çelişki .............................. 109
Vücudu Bari Hakkında Bir Soru....................................... 113
Peygamberlerin Günahsız (Mazlum) oluşu ........................ 114
Sahabe-i Kiram Hakkında Ehli Sünnet inancı..................... 119
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Teşriî Yetkisi .............................. 122
Günahkar Müminle Sevapkâr Kafirin Farkı ........................ 128
insanı Hakka Götüren Yol ............................................. 131
Sahabe-i Kiramın Hüccet Olması .................................... 136
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Beşer Oluşuna itirazlar.................. 139
Peygamberlerin Beşeri Zaaflarından Maksad
Tabii İhtiyaçlarıdır ...................................................... 142
Kafir iyi Amelinin Mükafatlanın Alır mı? ........................... 144
Korku Namazı ...................................................... 148
Gıdaların Haram ve Helal Oluşu .................................... 150
Sigortayı Haramlıktan Kurtarma Tedbirleri ........................ 152
Tokalaşma ve Kucaklaşma........................................... 154
Faizsiz Ekonomide Devlete Borç Para Verilmesi Meselesi ...... 156
Namazda Salat ve Selâm Okunması ................................. 158
Salat ve Selamda "Seyyidinâ" ve Mevlânâ"
Denmesine İtirazlar ve Cevaplan.................................... 162
Bankaya Para Yatırmanın Caiz Şekli ................................. 186
Karganın Helal Ya da Haram Oluşu ve
Diğer Bazı Konular................................................... 187
Hanefi Müslümanların Davalanna Diğer Mezheplere Göre
Karar Verilebilir mi?................................................... 189
Fıkıhda Görüş Farklılıklanna Mezhep Denmesi
Doğru Mudur?............................................................ 191
Huruç (Devlete Başkaldırma) Konusunda Imam-ı Azamın
Görüşü..................................................................... 192
Hilafet Konusu Etrafında Sorular ve itirazlar ..................... 204
Halifelik ve Sultanlık ................................................... 234
israil Devleti Hakkında Tuhaf Bir Delil Gösterme.................. 236
Müslüman Devletler Hakkında
Cemaati Islâmî'nin Tutumu .......................................... 238
Yahudilerin Kirli Oyunlan ve Amerika .............................. 242
Tasavvufî Terimler ve Yöneticilere Yazılarla,
Mektuplarla Davet Yapılması.......................................... 244
Müslüman Olmayan Ülkelerde Islâmı
Yayma Faaliyetleri ...................................................... 247
Hristiyan Misyonerlerine Müslüman Ülkelerin Kapılan
Açık mı Tutulmalıdır?................................................ 250
Hak Batıl Çatışmasının iç Yüzü ....................................... 254
Değişik Durum ve Şartlarda Islâmî Faaliyet Tarzı .................. 258
Hz. Musa'nın Davetinin İki Bölümü ................................. 262
Rüya Hakkında tslâmın Görüşü ....................................... 264
Rüyalara Göre Amel Etmek .......................................... 268
Allahı Zikretmek ...................................................... 269
Bir Kadının Örtünmeye İtirazı ve Ona Cevap ..................... 271
Mescidlerin Minber, Mihrab ve Minarelerinin
Hikmet ve Değeri ...................................................... 274
İlmî İhanet ............................................................... 276
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Doğum ve Ölüm Tarihi .................. 279
Bazı Mekkelilerin Aralanndaki Akrabalık Bağlan ve Hz. Ömer (r.a.)'in Müslüman olduğu Sırada
Müslümanların Sayısı ................................................... 281
İlmi Bir Terimin Tercümesine itiraz Edilmesi ..................... 284
Fakirlik Ne Demektir?................................................... 286
Islâmın Eğitim Öğretim Düzeni ....................................... 287
HARAM AYLARA AİT HÜKÜM HALA GEÇERLİ Mİ?
- Kur'ân-ı Kerim'de haram aylarda savaş yapılması yasaklanmıştır. Fakat Şah Veliyyullah Dehlevi ve Mazhari tefsirinin sahibi Mevlânâ Senâullah Panipeti gibi daha sonra gelen alimlerle, önceki dönem alimlerinden Ata ve Beyzavî gibi alimler âyetin hükmünün geçerli olduğuna, devam ettiğine inanırlarken, Bedâi' üs Sanâi' kitabının sahibi, Zemahşeri, Cessâs, tbn Arabi, Mâliki ve diğer müfessirler vefakîhler bu ayetin mensuh olduğu görüşündedirler. Hatta Kitab el-Ümm de İmâmı Şafii'nin eğilimi de bu yöndedir. Halbuki Onun fıkıh prensibine (yukarıda belirtilen Beyzâ-vi'ye) göre bu ayeti mensuh kabul etmemek gerekir.
Ben sizden Tefhimul Kur'ân tefsirinin sahibi olarak bu konuda ne düşündüğünüzü öğrenmek istiyorum. Tefhim el-Kur'ân'ın bu noktada sessiz kalmış olmasından bu ayetin mensuh olmadığı gibi bir kanâate sahib olduğunuz anlaşılıyor. Buna bir açıklık getiriniz, sonradan aşağıya alınan konularda daha geniş bilgi, daha açık bir görüş belirtiniz:
1- Bu ayetin hükmünün değeri; islâm'da harb kanunlarının içinde diğer kanunların sahib olduğu değerde midir?
2- Haram aylarda savaşmanın yasak olmasının ilgi ve şümulü sadece Araplara mıdır? Yoksa dünyanın bütün İslâm devletleri bu hükmü gözönünde bulundurmak zorunda mıdır?
3- Tefsirlerin getirdiği açıklamalardan anlaşıldığına göre; Haram aylarda savaşmanın yasak oluşu, bizzat Arapların kendilerinde eskiden beri böyle adetin bulunmasından ve bu aylara say-
gı duyup gözettiklerinden dolayıdır. Eğer dünyadaki bütün İslâm devletlerinin bu hükme muhatap oldukları kabul edilirse o zaman bu hükmün sebebi, Araplara özgü adetin dışında daha başka bir şey olmalıdır. O halde o sebeb nedir? Kur'ân'ı Kerim'de bu sebebe hiç işaret edilmiş midir, edilmemiş midir?
Yoğun çalışmalarınız içinde sizi meşgul ettiğim için üzgünüm. Ama yine de bu sıkıntımı (özellikle ikinci maddedeki ile ilgili olanı) gidereceğinizi ümid ediyorum.
- Haram aylar gerçeği şudur: Hz. Peygamber (a.s)'in peygamber olarak gelişinden yüzlerce sene önceden beri Araplar arasında düzensizlikler, güvensizlikler sürüp geliyor, o topluma bunlar hakim bulunuyor, kabileler arasında hergün savaşlar, kavgalar olup gidiyordu. Yollar emniyette değildi, kendi kabilesinin sınırlan dışına çıkan bir kimse kendini emniyette hissetmezdi. Hatta herhangi bir kabilenin ani baskınından, yağmalamasından korunmuş değildi. Bu durumlar içinde iken bu savaşların önüne geçmek, yağmalamaları önlemek için ve halkın güven içinde hac ve umrelerini yapmalannı sağlamak, senede, dört ay güven ve barış içinde bu talihsiz insanlar için Allah'ın büyük bir iyiliği, lutfu idi.
İslâm geldikten sonra cahiliyet döneminin her güzel şeyleri gibi bu adet ve prensib de, hiç olmazsa bu sayede en azından senede dört ay kan dökülmesi önleniyor diye benimsenmiştir. Bu dört ayın haram aylar kılınışı sayesinde; Hac ve Umre düzenle yapılıyor, sekteye uğramıyordu. Bundan daha ötesi, cahiliyet kemendine yakalanmasına rağmen Arap milleti bu dört aya saygı göstermesinden dolayı az da olsa içlerinde Allah korkusu taşıyordu. Sonrada Hz. Peygamber (a.s) hicretinden sonra Araplarla sürekli savaş başlayınca dahi bu dört ayın haram aylar oluşuna ait hüküm sürdürüldü, bu yüzden de en azından müslümanlar dört ay emniyet içinde kaldılar, kendilerini güvende hissettiler. Ama bütün Araplar müslüman olduktan sonra bu hüküm kendi kendine mensuh oldu. Çünkü İslam'a girdikten sonra onlara daha büyük bir hüküm, yani
10
haksız yere bir müslümanın öldürülmesinin ebediyen haram olduğu hükmü geldi. Artık bundan sonra dört haram ayın içinde savaş yapılmasının haram olduğu hükmünün devam etmesinin manası; Araplar'm sadece dört ay savaşdan uzak duracakları, geri kalan aylarda savaşabilecekleri demek oldu.
Bu hükmü Arap yarımadasına özgü, onun da sadece İslam'ın başlangıç dönemlerine özgü olduğunu kabul etmenin en önemli is-batlarından biri de: Arap yarımadasının müslüman olmasından sonra müslümanlann savaşmalarının; ancak yanmada dışındaki kafirlerle caiz olabileceği ve o yapılan savaşlarda sahabe-i kiram devrinden tutun da bugüne kadar hiçbir İslam aliminin haram ayları anmamış, konu etmemiş olmalandır. Kafirlerin zaten haram aylan akıllanna bile getirmeyecekleri ortada. Ama müslümanlann kendileri de kafir bir toplulukla savaşacağı sırada sakın haram aylarda savaş yapmış olmayalım diye bir endişeye düşmedikleri, böyle bir şeyi düşünmedikleri de bilinmektedir. Bildiğim kadan ile hiçbir İslam fakihi; hiç bir zaman, haram aylarda savaş yapılmaz, dememiştir.
11
HADİS İLMÎNDE DİRAYET
- Tefsirinizde Sâd sûresinin tefsirini yaparken Hz. Süleyman (a.s)'la ilgili Ebu Hüreyre' (r.a) nin rivayet zincirini doğru kabul ettiğiniz halde, ihtiva ettiği sözleri (manayı) sağlam, akla, mantığa aykırı kabul ederek reddediyorsunuz. Size karşı olup aleyhinizde faaliyet gösterenler bunu; sizin için aklı siper yaparak sahih bir hadisi inkar ediyor, sünneti inkar edip kabul etmiyor iddialarına delil gösterebilirler. Bu anlayışınızı değiştirin, ya da elinizdeki kitaba bir deliliniz varsa yazın. Eğer ilk dönem alimlerden biri bu görüşü ileri sürmüşse onu söyleyin, kaynak gösterin de yersiz sürtüşme olmasın.
Eğer bir imam (müctehid) herhangi bir hadisin senedini doğru ve sağlam kabul ettiği halde muhtevasını (bildirdiği manayı) sadece akla aykırı bulduğu için reddetmişse kaynak gösterir.
Tekrar tekrar arzederim ki; Eğer Hz. Süleyman (a.s) bir gecede 90 kansıyle buluşmuşsa bu bir suç ve kusur mudur, bunun şer'i açıdan ne gibi hatası var. Sakın siz de batının etkisinde kalmış (magripzede) kimselerden çekiniyor olmayasınız?
- Lütfen üzerinde binhir çeşit fikirler yürüttüğünüz o izahları tekrar dikkatle bir kere daha okuyun o izah ve açıklamalarında senedin sağlam olmasına rağmen o hadisin manasının neden kabul edilemeyeceği açık açık anlatılmıştır. Orada ben; kuvvetli bir ihtimalle Hz. Peygamber (s.a.v)'in, yahudilerin hurafelerini (asılsız iddialarını) anlatırken bu sözleri söylemiş olabileceğini, dinleyenin de daha sonra sanki bunu Hz. Peygamber (s.a.v) kendi emirleri
12
gibi söylemiş olduğunu zannederek naklettiğini de açıkça belirttim.
İlk dönem (selef) alimlerinden bir tekinin bile hadisin senedini doğru kabul ettiği halde manasını kabul etmediğine dair bir örnek gösterilmesi isteğinize gelince; bunun cevabı: buna dair hem de bir kaç örnek olduğudur. Zad-el Mead'da Allame İbnü Kayyum, Hz. Aişe (r.a) ve Hz. Abdullah bin Abbas (r.a)'ın rivayet ettiği: "Kim aşık olsa sonra da iffetle yaşasa ve o şekilde ölse şehid olur." Diğer bir rivayette ise: "Kim aşık olsa, aşkını da gizleyip iffetli davransa, sabretse Allah onu bağışlar ve cennetine koyar" hadisi üzerinde görüş belirtirken diyor ki: "Bu hadisin sanedi güneş gibi açık ve belirgin olsa bile yanlıştır, vehimdir, hayaldir." Sebebini belirtirken de ihtiva ettiği mananın, konunun yanlış olmasını göstermekte ve kullanılan üslubun Hz. Peygamber (s.a.v)'in üslubuna benzemediğini söylemektedir. (Zad-el-Meâd - cild 3 sayfa 206-207)
El-İsti^bda Allâme İbnü Abdil Birr bir rivayet naklettikten sonra diyor ki: "İbnü Amrin hadisi vehimdir, hayaldir, yanlıştır. Senedi sağlam olsa bile manası doğru değildir." (cild 2, sayfa 466)
Bir kimsenin bir sözü Hz. Peygamber (s.a.v) den gerçekten duyduğu halde onu tamamen anlayamaması yahutta yer ve durumu gözönünde bulunduramadığından yanlış anlamaya düşmesi olamayacak bir şey değil. Buhâri ve Müslimde şöyle bir olay anlatılmaktadır. Hz. Abdullah bin Ömer (r.a) Hz. Peygamber (s.a.v)'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
"Ölen kişiye aile halkının ağlamasından dolayı azab edilir." Bu nakil Hz. Aişe (r.a) annemize ulaşınca şöyle buyurdu: Allah İbnü Ömer'i affetsin. O yalan söylememiş ama ya unutmuş ya da yanlış anlamış. İşin aslı şöyle idi: Yahudi bir kadının ölmesi üzerine ev halkı ağıt yakıyordu. Hz. Peygamber (s.a.v.) oradan geçerken duydu da buyurdu ki: Burada bunlar ağıt yakıyorlar, o ise kabrinde azab görüyor.
Bu bakımdan hadisin senedini göz önünde bulundururken manasına, ihtiva ettiği konusuna da dikkat etmelidir. Sadece senedin
13
sağlam ve kusursuz olması, hadisin ihtiva ettiği mananın mutlaka kabul edileceğini gerektirmez.
Hz. Süleyman (a.s)'ın bir gecede 90 karısının yanına gidip onlarla buluşması ne gibi Şer'i bir kusur ve hatayı gerektirir diyorsunuz. Ben de diyorum ki: Bunda şer'i bir hata, kusur yok, akli ve mantıki kusur ve hata var, uygulamada bunun gerçek olması imkansızdır. Ben hisab ve plan çıkararak 90 değil 60 kadın olsa dahi on saat boyunca Hz. Süleyman (a.s)her on dakikada bir karısının yanma gitse onunla cinsi münasebette bulunup diğerine gitse yine de bunun imkansız olacağını söyledim. Sizin aklınız, bir insanın on saat boyunca sürekli her on dakikada bir cinsi münasebeti tamamladıktan sonra derhal diğer bir münasebete hazır olabileceğini kabul edebiliyor mu? Hadi Hz. Süleyman (a.s)'ın buna gücü yettiğini varsayalım, bütün kadınlarının peş peşe bu buluşmaya hazır olduklarını ve hemen o gelir gelmez cinsi münasebete başlayacağını kafanız, mantığınız nasıl kabul ediyor. Böyle şeylere inanabi-liyorsanız buyurun inanın, ama şunu hiç unutmayın ki; rivayetler üzerinde bu kadar yanlış ısrar ve inad hadisleri tamamen inkar etme fitnesini körükler.
14
HZ. İBRAHÎM ( A.S.)'İN TEFEKKÜR SURESİ
- Teflıimül Kur'ân'ın birinci cildinin 552 nci sayfasında En'âm suresinin 74 ncü ayetinin 50 nolu tefsir notu şöyle: "Burada Hz. İbrahim (a.s) olayı zikredilmekte; Allah'ın lütfettiği hidayet sebebiyle dün Hz. İbrahim'in yaptığı gibi bu gün de Hz. Muhammed (a.s)'in ve Ashabının şirki reddedip uydurma ilahlardan yüz çevirerek kainatın tek yaratıcısına baş eğdikleri belirtilmek istenmiştir." Böyle bir alıntıdan açıkça anlaşılan şu ki: Söz dizisinin, vahiyle desteklenmesinden sonra davet ve halkın karşı koytnası ile ilgilidir. Peygamberlikten önceki tefekkür döneminin anlatılması amaçlanmamıştır. Nitekim (Allah lütfettiği hidayet) sözü böyle olduğunu gösteriyor. Daha sonra açıkça ayette anlatılan İbrahim (a.s)'in hak yola çağrısı peygamber olduktan sonra yapılmıştır, Tefekkür döneminde yapıldığına ait hiçbir ip ucu bulunmamaktadır. Bundan sonra 74 'ncü ayetin 52 nolu açıklamasındaki son cümle belirtiyorki: Peygamber olduktan sonra Tebliğ (hak dinin anlatılması) durumu anlatılmaktadır, yani (Hz. İbrahim'in çağrı olarak ele alıp ayağa kalktığı tevhid inancı) cümlesi. Daha sonra siz Hz. Peygamber efendimizin miracı konusunda bilgi verirken kitablarınızın çeşitli yerlerinde diyorsunuz ki: Aynı bunun gibi (Hz. Peygamber'e olduğu) diğer peygamberlere de bu kainat düzeni gösterilip, temaşa ettirildi. Buna delil olarak da Hz. İbrahim'in miraca çıktığına 75 nolu bu ayeti öne sürüyorsunuz, anlaşılıyor ki; Peygamberlerin peygamber olmasından sonra miraç olayı gerçekleşiyor, peygamber olmadan önce kainat düzenini te-
15
maşa ettirmek için Allah tarafından bir programlama olamaz diyorsunuz. İşte bundan sonra artık 76 nolu ayet geliyor. Siz bu ayeti de tefekkür dönemi ile ilgili kabul ediyorsunuz. Ben bu ayet nasıl tefekkür dönemi ile ilgili olabilir diye uzun uzun düşündüm ama bir türlü anlayamadım. Lütfen bu hayretimi yatıştırınız bir de 7 nci ayette geçen "Yakın derece inananlardan olsun diye" illet ve se-beb bildiren cümle vardır ki önünde (vâv) harfi gelmiştir. Bu harfin üzerine atıf da bulunduğu yer sebep bildiren cümlenin kendisi olması gerekir. Sizin yaptığınız tercümede söz başka yere atfedilmiş oluyor. (Kezalike = işte böyle) kelimesinde (böyle - zalike) kelimesinde işaret edilen şey nedir? Daha yukarıda onun mutlaka zikri geçmiş olmalıdır.
- Sizin En'arrt suresinin soru sorduğunuz bölümü Kur'an-ı Kerim'in en zor bölümlerinden biridir. Buradaki anlama zorluklarını gidermek için müfessirlerin ileri sürdükleri görüş şekilleri, sizin benim benimsediğim şekilden hissettiğiniz tereddütlerden daha çok tereddüde düşürücüdürler. Ben kendi ölçüme göre tereddütlerden olabildiğince ayıklamaya çalıştığım bu bölüm dahi her ne kadar tereddütlerden tamamen uzaklaştırılmış değilse de yine de çok karmaşık bir halde de değildir. Asıl sorun şu ki; acaba bu hikaye peygamberlikten önceye mi aittir, sonraya mı aittir? Eğer önceye aitse, o zaman karşımıza üç soru çıkmaktadır:
1- Gece bastırması, yıldızların doğması, sonra ayın çıkması, daha sonra da güneşin doğup yükselmesi, ilk defa o gün mü Hz. İbrahim (a.s.) önünde bunlar olmuştu. Daha önce böyle bir şey hiç mi olmamıştı?
2- Yıldızlan, ayı, güneşi arka arkaya görerek (bu benim rab-bim) demek şirk değil midir? Her ne kadar bunlann herbirinin batışından sonra ilah olduklarını reddetse de Allah saklasın şirk içinde bir süre geçmiş sayılır. .
3- Çeşitli şeyleri rab kabul edip sonra onlan reddetmesi ve en sonunda da yerleri gökleri yaratanı bir tek ilah kabul etmesine ka-
16
dar geçenler açık bir tekamüle işaret etmiyor mu? Diğer bir deyimle bundan; bir kişinin şirkin çeşitli kademelerinden geçerek tevhid (Allah'ın birliği) inancına ulaştığı Tevhid inancına ulaştıkdan sonra da onun milleti önünde şirkden aynldığım ve sıyrıldığım ilan etmesi ortaya çıkmıyor mu?
Ve eğer bu olay peygamber oluşdan sonra ise yukandaki üç soru daha da fazla ağırlıkla önümüze çıkmakta ve nihayet olayın şekli ne idi? diyecek bir soru daha ortaya gelmektedir. Olay bir gün gece başlamasından itibaren ikinci gün güneş doğmasına kadar tek başına bulunduğu bir sırada cereyan etmiş sonra da o dışarı çıkıp milletinin önünde şirkden vazgeçerek yerlerin ve göklerin yaratıcısına iman ettiğini mi açıklamıştı? Veya bu Hz. İbrahim (a.s)'le milletinin bir gün ve gece süren bir tartışması mıydı? Bu tartışma akşamdan sonra başlamış, yıldızlan gören Hz. İbrahim (a.s) milletinin karşısında bu benim ilahımdır (rabbimdir) demiş, daha sonra onun batmasıyle; ben batan, kaybolan şeyleri sevmem demiş, sonra ay doğmuş, bunun üzerine o; bu benim rabbimdir demiş, sonra onun da batmasına kadar geçen süre içinde halk oturup beklemiş, o da batınca Hz. İbrahim (a.s) "eğer benim rabbim bana doğru yolu göstermemiş olsa idi ben de yolunu sapıtanlardan olurdum" demiş, bundan sonra da güneş doğunca; bu en büyükleri olduğu için bu benim rabbimdir demiş ^onra bütün millet akşama kadar beklemiş nihayet güneş de batmış, Hz. İbrahim (a.s)'in; "Ey millet ben sizin şirk koşma inancınızdan uzağım" demesiyle tartışma son bulmuştur. Bu iki şekilden hangisini benimserseniz benimseyin ikisinin de açıklamaya bile gerek görülmeyecek kadar anlaşılması zor ta-raflan vardır. ^
Bu zorluklan göz önüne koyarak 74 ncü ayetten başlayarak 78 nci ayetin açıklamalannda yaptığım izahlan inceleyiniz. Bana göre sözün düzen ve tertibi; şirk koyma aleyhine ve tevhid inancı lehine Hz. Peygamber (s.a.v.)'in kafirlerin önüne koyduğu mesaja güç kazandırmak için Allah Teâlâ Hz. İbrahim (a.s.)'i zikretmiştir. Bu konu çizgisi üstünde 74 ncü ayet onun peygamberce hayatın dave-
17
tini anlatmayı içeriyor. Sonra 75 'nci ayetten 77ye kadar ve 78 nci ayetin baştaraflan da peygamberlikten önceki tefekkür döneminin şeklini gösteriyor. "Ey kavmim ben uzağım... dedi" den "Eğer bilirseniz iki bölümden hangisi güvene daha layıktır." peygamberliğin çağrısını anlatmaktadır. Ortada neden peygamberlikten önceki tefekkürün anlatıldığını kendi anlayışıma göre 51 nolu izahdan 53 nolu izaha kadar olan bölümde açıkladım.
Miraç konusunda bu olaya atıfta bulunmam şüphesiz ki sizin anlattığınız tereddüt ve huzursuzluğu ortaya çıkarmış, ama Kur'ân-ı Kerim bu bölümündeki anlaşılması güç olan zorluklan çözerken bu konu ile doğrudan ilgisi olmıyan konular etrafında durmazsanız daha iyi olur. Bu konularda anlatılanlar nerede anla-tılırsa anlatılsın fazla önem taşımaz. O sırada yazarın kafası asıl anlatılan özel konuya empoze olmuştur. Diğer konulara ana konu içinde önemsizce değinir. Bu değinme aslında gerçek bir araştırmaya ve incelemeye dayanmaz. Bir konuda araştıncı bir inceleme yaparken kişinin önüne çıkan köşeler önemsiz değinmeler sırasında çıkmaz. Ve yakin derece inananlardan olması için.) ayelindeki (vav) harfinden mutlaka sebebler gösterilmiş cümle olmalıdır kanaatiniz doğru değil. Kur'ân-ı Kerim'dc sebeb gösterilen cümle ile geldiği halde sebeb gösterilen cümleye atfedilmeyen pek çok örnekler vardır. Mesela; Al-i İmran suresinin 140 ve 141 nci ayetleri aynı surenin 154 ncü ayetindeki (kezalike) nin işaret ettiği şey o ayetlerde bulunmamaktadır. O arka planda bulunmaktadır ki ben ona 51 nolu açıklamada işaret ettim. Aynı şekilde Kur'ân-ı Ke-rim'de (kezalike) nin kullanılışına pek çok örnekler vardır. (Kezalike) kelimesinin geçtiği bütün ayetleri toplayarak bakacak olursanız çoğunun işaret ettiği şeylerin zikredilmediğini görecek ve daha değişik konular etrafında araştırmak zorunda kalacaksınız. Hatta bazı yerlerde öyle olmuştur ki söze (kezalike) ile başlanmıştır. Mesela Şura suresinin ilk ayeti böyledir.
18
HIZIR (A.S.)'IN İNSAN OLMASI MESELESİ
-Tefhimill Kur'ân'ın üçüncü cildini okuyorum. Hızır (a.s.) olayını ve sizin 60 nolu notunuzun tamamını iyice okudum. Hz. Hızır-la ilgili olarak sizin görüşünüzden onun bir melek olduğu veya beşer dışı bir yaratık gibi olduğu anlaşılıyor. Benim farklı fikirlerim sizin düşündüklerinize katılmama izin vermiyor. Bu bakımdan bu konuyu daha detaylı anlatmanıza gerek duyuyorum. Sizin delil olarak ileri sürdüğünüz görüşünüzün temeli her müminin beşer oluşu ve şeriatla mükellef (sorumlu) olmasıdır. Bu bakımdan Hz. Hızır (a.s)'ın insan olduğunu kabul etmeye şeriatın kendisi engeldir. Böylece eğer bu problem çözüme kavuşursa Hz. Hızır'ın insan olup olmıyacağı tartışılmasına gerek kahnıyacak. Fakat Hz. Hızır'ın Kur'ân-ı Kerim'de anlatılış biçiminden onun insan olduğu akla geliyor. Benim düşünceme göre; insanın yapacağı şeyleri melekler yapmaz. Allah'ın iradesi bir insanın fayda ve zararını göz önünde tutarak bir meleği veya kaza ve kader görevlilerini ancak insanların bir işi yapamadıkları, ona güçleri yetmediğij ama-men aciz kaldıkları zaman onu yapmakla görevlendiriyor. Sonra onların yaşamları da insanlarınkinden tamamen farklı ve çok enteresan fevkadalelik, şaşırtıcı bir ayrıcalık taşır.
Geminin tahtasını kırmak, çocuğu öldürmek, yıkılmak üzere olan duvarı düzeltmek için bir meleğin gücüne ihtiyaç yoktur. Bu basit bir insan işidir ve bizi bu işleri olağan üstü bir varlığın yaptığı neticesine de götürmez. Bu bakımdan akl-ı selim Hızır (a.s.)'ın beşer olduğunu, melek olmadığını söylüyor. Hz. Musa ve Hz. Hızır (a.s)'ın ikisi de şehir halkından yiyecek istemişti. Bunun ikisi
19
tarafından istendiği fiilin çoğul çekiminden belli oluyor. Bundan da Haşininde aç oldukları, ikisinin de yiyeceğe ihtiyaçları oldukları anlaşılıyor. Eğer gerçekten Hz. Hızır melek olsaydı, kesinlikle yiyeceğe ihtiyaç hissetmezdi. Çünkü Hz. İbrahim (a.s) yemek sofrasını yemek yemeleri için meleklerin önüne koyduğu zaman ya-ratıhşdan yemeğe ihtiyaçları olmadıkları için ellerini uzatmadılar. Bundan da kıyaslanarak anlaşılıyork i Hızır (a.s) beşerdi melek değildi.
Günahsız çocuğun öldürülmesi, sadece Hz. Musa (a.s) gibi bir Şeriat sahibinin hayrete, şcşkınlığa düşmesine sebeb olmaz, aksine normal yaratılışlı her insan için bu hayreti gerektiren bir suçdur. Ama ilahi emir geldikten sonra emri yerine getirmekten başka çare yoktu. İşte böyle Hz. İbrahim ilahi hükmü görür görmez sevgili oğlunu kurban etmeye hazırlanmış ve kendine gelen şeriata uyarak bir mazeret ileri sürmeye bile yönelmemişti. Halbuki şeriata göre günahsız, suçsuz çocuğu öldürmek günahların en büyüğüdür.
İki büyük kişinin ilahi emri uygulamada şeriatı gözönüne almadan hareket etme cesareti gösterme tarzlarından dış görünüş olarak şu sonuç çıkarılabilir. Normal olarak şeriatın emir ve hükümlerine uymak şarttır. Ama bir özel konuda bir kişiye özel ilahi bir emir ve hüküm gelirse o kişi için o konudaki şeriat hükümlerine bakmaması caizdir.
Bu denli saygı değer kişilerin hareket tarzlarını ve düşünce biçimlerini göz önünde bulundurunca, daha sonra gelen bilginlerin anlayış tarzına uymaya insanın gönlü razı olmuyor. Hızır (a.s)'ın insan oluşunu reddetmeye deyönelmiyor. Allah'ın rahmeti her şeyi çepeçevre kuşatmıştır. Ama Allah Teâlâ kendi özel bir rahmet ve merhametin "biz ona tarafımızdan bir rahmet verdik" ve "biz onu kendi katımızdan bir bilgi ile bilgilendirdik" sözleri ile bildirmiş olduğuna göre onun rahmetinin türü ve genişliği hemen hemen bazı peygamberlere "biz ona hüküm ve bilgi verdik" diye buy-rulan ifadede gizli bulunan ölçüde hissediliyor. Bildiğim kadarı
20
ile yukarıdaki her üç ayet hiçbir zaman bir melek hakkında nazil olmamıştır. Bu ayetler mutlu ve doğru insanlarla ilgili olduğuna göre bunların tefsir ve yorumunda peygamber kavramı ileri sürülmüştür. Eğer bu yorum kabul edilebilirse o zaman Hızır (a.s.) sadece bir insan değildir. O bir nebi ya da rasuldür.
Allah Teâlâ bir insan ı kendi ilmi ile şereflendirmek, güçlendirmek isteyip de meleği buna aracı kılmaya karar verince, -şüphe-sizki en doğruyu bilen Allah'tır- meleğin kendisi hizmet için vazi-felerdirilmiş vahiy ve ilham sahibinin yerini değiştirmesi ve o meleği bulmak için aramaya çıkması kendisine görev olarak verilmemiştir.
Yukarıda anlatılan anlayış ve tahminleri size iletiyorum. Bu anlayışların ve tahminlerin her biri insanı terüddüde düşürücü şeyler. Bunları gidermek için sizin bize açıklama yapma zahmetinde bulunmanızı istemekteyiz. Çünkü bunun iki önemli sebebi var! Birincisi Allah'ın size bahşettiği dini düşünce ve anlayış herkese nasib olmamıştır. İkincisi de; en çok sizin buna cevap verebileceğinizi tahmin ettikten sonra başkalarından sormayı uygun bulmadım.
- Benim Hızır (a.s) hakkında yazdıklarım sadece kıyas yolu ile tahminlere ve şahsi kanaatime dayanmaktadır. Kesin ve kati ölçüler için ne ben o bir insandı diyebilirim, ne de bir insan değildi diyebilirim. Siz benim kıyas ve kanatimi kabuLetmeye, ona uymaya mecbur değilsiniz. Onun bir beşer olduğuna aklınız yatıyorsa öyle kabul etmenizde hiçbir sakınca yok.
Bu olayın Kur'ân-ı Kcrim'de anlatıldığı şeklinden öncelikle akla gelen onun bir insan olduğudur, düşünceniz doğrudur. Fakat onun insan olup olmadığını düşündüren şey; din kanunlarına aykırı olan hareketlerin ona izafe edilmesidir. Gemi içinde insanlar bulunduğu halde gemide delik açmak, günahsız bir çocuğu, günah işleyeceği tasasıyla öldürmek gibi davranışlar bu örneklerin başlıca-landır. Bu konuda eğer Hz. Hızır (a.s.)'ın insan olduğunu Allah
21
Teâlâ açık bir ifade ile belirtmiş olsaydı bile, biz insan oğlu için Allah'ın emirlerini iki çeşit kabul ederiz. Bir çeşidi: Şeriatta bildirilen emirlerdir, ikinci çeşidi de, doğrudan bir kişi üzerine indiği söylenilen, şeriata aykırı emirlerdir. Ama açık ve kesin bir ifade Hz. Hızır (a.s)'ın insan türüne işaret eden özelliklerinin bir benzeri Kur'ân-ı Kcrim'de geçmediğinden dolayı Hızır (a.s.)'ın insan türünden olmadığını ben daha mantıklı, kıyasa daha yakın buldum.
Hz. İbrahim (a.s) olayını delil göstererek ileri sürdüğünüz görüş, eğer gerçekten Hz. İbrahim oğlunu kurban etseydi geçerli ve isabetli olurdu. Bu durumda biz inanırdık ki; Allah Tcâlâ bir insana şeriata aykırı emir vermektedir. Fakat Hz. İbrahim (a.s) olayında öncelikle açık bir ifade ile oğlunu kurban olarak kes diye emredilmemiş sadece rüyada kurban olarak kestiği gösterilmişti. Diğer önemli bir mesele de; Allah Tcâlâ'nın kurban olarak kesme işinin gerçekleşmesine müsadc etmeyişidir. O bakımdan bu olay Allah Tcâlâ'nın emirlerinin o iki çeşid bölümüne delil olamaz.
İnsanın yaptığı, yapma gücünde olduğu işleri melekler sonuçlandırmazlar, melekler insanların yapabileceklerini yapmazlar. Bu bakımdan gemiyi kırmak, çocuğu öldürmek kesinlikle insanlara ait işler olmalıdır diye fikir ileri sürmeniz de doğru değil. Doğru olan: İnsanlar için caiz olmayan hareketlerin melekler için de caiz olmadığıdır. Bir insanın şeriata göre haksız yere başkasının malına zarar vermesi veya suçsuz, günahsız bir insanı kanun dışı olarak öldürmesi büyük bir günahdır. Ama Azrail kaza ve kaderde belirtilmiş emirlere uyarak her gün binlerce insanın değişik şekillerde canlarım alırken her geçen gün yerden ve gökden gelen felaketler, afetler insanların mallarını mahvediyor. Bu ilahi düzen üzerinden perdeyi aralayarak Hz. Musa (a.s)'ya kaza ve kaderi yürüten Mevla nasıl ve ne hikmetle işini yürüttüğünü göstermiştir.
Hz. Musa ile Hızır (a.s)'m yiyecek istemelerinin Hızır (a.s)'ın insan olduğuna delil gösterilmesi de doğru değildir. Kur'ân-ı Ke-rim'de açıkça Hz. Hızır'ın Hz. Musa (a.s) ile yemek yediği bildiril-
I
memiştir.
Hızır (a.s.) için Allah Teâlâ'nm "katımızdan ona bir rahmet verdik ve tarafımızdan ona bir bilgi öğrettik" buyruğu şüphesiz Kur'ân-ı Kerim'in çeşitli yerlerinde peygamberler hakkında buyurduğu ifadelere benzemekte ve hiçbir melek için böyle ifadeler kullanıldığına dair bir örnek de bulunmamaktadır. Ama eğer Hızır (a.s) olayındaki gemiyi tahrib etme ve çocuğu öldürme olayı olmasaydı bu sözlerden dolayı Hz. Hızır (a.s.)'ın peygamber olduğunu kabul etmeye hiçbir şey engel olmazdı. Bu iki olayın varlığı ile Hızır (a.s.)'m peygamberliğini kabul ettikten sonra; Bir peygamberin Allah'ın bütün peygamberlerine verdiği şeriata aykırı düşen bir takım emirleri aldığını da kabul etmemiz gerekecektir. Sadece Hızır (a.s.)'a özel rahmet ve özel ilim verilmesinin Kur'ân-ı Kerim'dc peygamberlere ilim ve hüküm verildiğinin bildirildiği ifadelere benzemesi, bizim bu kadar büyük ve önemli bir şeyi kabul etmemize yeterli değildir. Aynı şekilde böyle önemli büyük bir şeye; meleğin Hz. Musa'nın yanına gönderilmesi yerine Hz. Musa'nın meleğin yanına gönderilmesi gibi basil bir tarzda delil gösterilemez.
Hızır (a.s.)'ın melek olduğuna karar vermek sonraki alimlerin yanlış kanaatleridir, diye kabul etmeniz de yanlış. Daha sonraki alimlerden kimleri kasdctliğinizi de bilmiyorum.
Şüphesiz biliyor olmalısınız ki ilk dönem alimleri arasında da Hızır (a.s)'ın Resul mü, Nebi mi? Melek mi yahut bir veli kul mu olduğunda pek çok ihtilaf vardır. Örnek verilmesi gerekirse: İbni Ha-ecr Fclhulbari (Buharinin Şerhi) cild 1 Kiiabül İlimde, Hz. Musa (a.s)'nın denizde yürümesi babında bu ihtilaftan kısaca bahsetmiş, biraz ileride Kiiabül Enbiya'da tekrar şöyle yazmıştır: Süheyli bir toplulukdan onun meleklerden bir melek olduğunu, insan oğullarından olmadığını söylediklerini nakletmiştir.
22
23
İLAHİ VA'D (SÖZ VERİŞ) LERİN MANASI
- Hadislerde Kur'ân-ı Kerim'in bazı ayetleri hakkında bu ayetlerin çeşitli sayılarda, değişik ve belirli zamanlarda okunması hakkında, çok büyük mükafatlar vadedilmiştir. Mesela: Ayet el Kürsiyi ele alalım. Bununla ilgili olarak Buharide, Müslimde vs. de hafif kelime farkları ile; Kim bu ayeti okursa ona muhafız ve koruyucu olarak bir melek tayin edileceği bildirilmiştir. Aynı şekilde hırsızlıktan korunma ve malını çalınmaktan korunması konuları da ünlüdür. Ama bununla birlikte bazen yine de hırsızlık olmakta ve insan zarara uğramaktadır.
Bu şekildeki hadislerde şu duayı okuyanlara hiç kimsenin zarar veremeyeceği bildirilmektedir; o dua da şöyle; (Bismillahille-zi la yedurru mea ismihi şey'ünfuardı ve lafissemai = Allah'ın mübarek adı ile başlarım. O Allah ki onun adı ile birlikte yerde gökte bulunan hiçbir şey zarar veremez.) Sormak istediğim bu vadlere rağmen niçin bu vadlerin kimi zaman netice vermeyişi. Lütfen bu tereddütümü giderin, bu problemi çözün.
Ayrıca buna benzer haller nzık v.s. hakkındaki va'dlerde de görülüyor. Takva sahibinin rızkının bol olacağı çeşitli yerlerde bildirilmiş ama nice kişiler çok takva sahibi olmalarına rağmen son derece yoksul ve sıkıntı içinde bulunmaktadırlar. Doğru yoldan, dürüstlükle nzıklarını kazanmaya çalışanların durumu ne-
24
den alabildiğince zayıftır da sahtekar ve düzenbaz adamların kazanç ve geliri boldur. Bu hali görünce kalbin huzuru bozuluyor, insanın neşesi kaçıyor ve insanların dürüstlüğe ilgisi azalıyor. Genellikle insanlar yanlış yollar kullanarak kötü hareketler yaparak başarı kazanıyorlar. O yanlış yollardan, kötü hareketlerden sakınan şeriata bağlı kişiler de başarı elde edemiyor, muvaffak olamıyorlar. Bu sorularımı cevaplandıracağınızı umarım.
- Hadislerde anlatılan Ayetel Kürsinin etkileri, ve (bismillahil-lezi la yedurru mea ismihi şey'ün....) duasının anlatılan etkisi; sadece bu sözleri ağızla söyleyip geçmekle elde edilecek sonuçlar değildir. Aksine bu kelime ve cümleleri kişinin düşünüp, tefekkür edip anlamasıyla içinde bildirilenleri kendi hareket tarzına uygulamasıyla gerçekten anlatılan etkileri ve tesirleri o kişi üzerinde görülmeye başlar. Bundan; bunları okuyanların afetlerden, belalardan ve onların normal sonuçlarından mutlaka korunmuş olacakları manasını çıkarmayın, aksine bunun doğru manası; o kişinin içinde öyle muazzam bir güç ve kuvvet meydana gelecektir ki; hiçbir şekilde dahi o kişinin nefsi yenilmiş ve yıkılmış olmayacak demektir. Normal ve tabii olaylar her insanın başına gelir, ama zayıf karakterli insanlar bunlara mağlup olurken sağlam iradeli kimseler bunlardan dolayı yenilmezler.
Takva sahibleri kimselere bol nzık verileceği bildirilen haberlerde anlatılan nzıklardan maksad helal nzıklardır, haram nzıklar değil. Takva sahjbi demek; kişinin haram yoldan nzık kazanmayı hiçbir zaman düşünmeyip bütün irade ve azmini; ben ne kazanırsam helal yoldan kazanacağım diyerek bu yolda hareket eden kimse demektir. Böyle kimselere Allah nzık kapılanın kapatmaz ve bu tür kişilerin kendileri de Allah'ın helal yoldan onlara verdiği bu az veya çok nzık üzerinde kanaat ederler, gönülleri mutmain olur. Sizin kimilerin içinde bulunduktan bolluklardan, çokluktan bahsettiğiniz gelir, nzık değil bir pisliktir ki onu yemeyi takva sahibi bir kimse düşünemez bile.
25
ALLAH'IN RIZIK; VEREN OLMASININ NE DEMEK OLDUĞU
- Sizden aşağıya kaydettiğim ayetin hakiki manasını öğrenmek
istiyorum:
"Ve mâ min dabbetin fil ardı....= Yeryüzünde yürüyen hiçbir hayvan yoktur ki rızkını vermek Allah üzerine düşmesin. Ve Allah onun yerleştiği, sığındığı yeri de bilir." Benim içimi kemiren, anlayamadığım şey: Rızkın sorumlusu Allah olduğuna göre Bengal bölgesinde 1943 ve 1944 yıllarında açlıktan ölen otuz bin kişinin sorumlusu kimdir?
- Ayetin manası şu demektir: Yeryüzünde ne kadar yaratık varsa hepsinin nzkı için gerekli olanları Allah yaratmıştır. Eğer bunları Allah yaralmasaydı, küçücük böceklerden, sineklerden tutunda insan cinsine kadar bu sayısız yaratıkların ihtiyaç ve isteğine göre nzkı kim ayarlayabilecekti. Ara sıra nzık bulamadığından dolayı ölen bazı canlılara gelince; bundan dolayı Allah'ın nzık veren olduğunun inkar edilmesi gerektiği nereden çıkıyor. Önce siz şöyle biraz düşünün; yaratıklardan milyonlarcasından kaçta kaçı, nzık yiyecek bulamadığından dolayı ölmektedir. Sonra ikinci olarak da, nasıl Allah Teâlâ yaratıkları için hayatın sayısız, hesabsız eşya ve malzemesini hazırladığını, yine o yaratıkların ölmesi için
26
sayısız sebeblcr yarattığını da düşünün. Her gün hem yüz binlerce insan ölüyor, hem de doğuyor. Ölenler belirli bir tek sebepten ölmüyor, sayısız ölüm şekilleri için- de ölüyorlar. Bu binlerce ölüm şekli ve sebeblerinden biri de nzık, yiyecek elde edilcmemesidir. Belirlenmiş ölüm saati gelince o anda nzkm mevcud olması bile bir canlıyı ölmekten kurtaramaz. Sadece nzık değil hayat ve ölüm scbeb ve araçlan da Allah'ın elindedir. İşte bu bakımından ayette "o yaratıkların kaldığı ve yerleştiği yerleri de bilir" buyurulmuş-tur.
27
YEDİ KAT GÖĞÜN GERÇEK ANLAMI VE HZ. HAVVA (AS.)'NIN KABURGA KEMİĞİNDEN YARATILMASI
- Tefhimül Kur'ân'ı incelerken iki yerde biraz tereddüde düştüm, eğer şüphelerimi giderirseniz çok iyi olur.
1- Kur'ân-ı Kerim ayetlerinin kelime manalarından anlaşıldığına göre; yedi kat gök bu yer yüzünden ayrı olan bazı özel yerlerin adıdır. O bir birinin üzerinde olan çatı gibidir, mesela: "Kat kat olan yedi gökler." "Yedi gök olarak o onları yaratıp düzenledi", "korunmuş çatı..","Dünya göğünü lambalarla (yıldızlarla) süsledik" ayetlerinden açıkça anlaşılıyor. Kur'ân-ı Kerim'den yine anlaşıldığına göre gökyüzü (uzay) nün kapıları vardır. Mesela: "Gökyüzü (uzay) açıldı da bir de ne göresin kapılar vardı". Hadislerde de Miraç hadisinde olduğu gibi açık bir şekilde yedi kat gök yedi ayrı yer-mekan olarak kabul edilmektedir. Ama siz Tefhimül Kur'ân tefsirinizin birinci cildinde Bakara Suresinin 34 nolu açıklamasında şöyle yazıyorsunuz: "Ancak kısaca şöyle anlamalı ki; ya bundan kasdedilen; yer yüzünden sonsuzluğun başlangıcına kadar ne kadar alemler varsa onların yedi sağlam katlar halinde birbirinden ayrı olduklarıdır, ya da yer yüzünün içinde bulunduğu alemin yedi kattan oluştuğudur."
Lütfen bu ifadenizi yukarıda zikredilen ayet ve hadis nasları-nın ışığı altında izah ediniz de, ileri sürdüğünüz görüş daha iyi anlaşılsın.
2- Tefhimül Kur'an'ın 1 nci cildinde, Nisa süresinin bir nolu
28
açıklamasında şöyle yazıyorsunuz: ("Allah ondan onun eşini yarattı." ayeti hakkında müfessirlerin çoğunun anlattıkları İncilin anlattıklarının aynıdır. O da: Hz. Adem (a.s.)'in kaburga kert ğinden Hz. Havva'nın yaratıldığıdır. Fakat Allah'ın kitabı Kur'ân-ı Kerim bu konuda açıklık getirmemiştir. Kaburgadan yaratılmayı destekleyen hadisler ise halkın anladığı gibi değil.) Bu konuda benim size arzedeceğim şu ki: Sizin atıfta bulunduğunuz o hadis Buhâri ve Müslimin naklettiği hadisdir.
Lütfen bu konuda yazı ile bilgi vererek, bu hadisin kabul edilmez mi olduğu, değilse hakiki manasının ne olduğunu bildirin.
- İnsanoğlunun bilgi ve tecrübesine girmeyen şeyleri izah etmek için o şeylerin hakikatini tam yansıtan kelime bulunamamaktadır. Bu tip şeyler Kur'ân-ı Kerim ve hadislerde zikredildiklerin-de; insanın algı ve bilgileri çizgisi içinde bulunan şeyler için insan dillerinde söylenmiş kelimeler kullanılmaktadır. Bu kelimeleri tamamen bilindikleri gibi anlamak ve ele almak doğru değil. Aksine bunlann yardımı ile algılanamayan, bilinmiyen şeyler hakkında sadece özet, bir kavramı anlamak gerekir. Bununla birlikte bir kimse, çatı kelimesini duyunca evinin çatısı aklına geliyorsa, kapı kelimesinden sadece evinin kapı ve pencerelerinden hafızasına yerleşen şeyleri hatırlıyorsa o kimse mazeretlidir. O bir sözü kendisinin anlama gücü ve yeteneğinden daha üstün derecede anlamak mecburiyetinde değil.
2- Hz. Havva'nın kaburga kemiğinden yaratıldığına delalet ettiği kabul edilen hadislerde, Hz. Havva'nın; Hz. Adem'in kaburga kemiğinden yaratıldığını bildiren hiçbir kelime yoktur. Ancak o hadislerden birinde; kadınlar kaburga kemiğinden yaratılmışlardır denilmektedir "Kadınlara iyi tavsiyelerde bulunun, çünkü onlar kaburga kemiğinden yaratılmışlardır." Bir başka kadın kaburga kemiğine benzetilerek "kadın kaburga kemiği gibidir" buyurul-muştur. Ve üçüncü bir hadis de de: kadınlar kaburga kemiğinden yaratılmışlardır. "Kadın türü kaburga kemiğinden yaratılmıştır"
29
buyurulmuştur. Bütün bu hadislerde asıl konu edilen şey insanın yaratılışı meselesi değildir. Aksine Hz. Peygamber (s.a.v) efendimiz bu sözleri kadının tabiatının (karakterinin) kaburga kemiği gibi eğri olduğunu, onu doğrultmak için uğraşılmaması gerektiğini, aksine ona bu karakter eğriliği göz önünde bulundurularak davra-nılması gerektiğini anlatmak için söylemiştir. Gerçeklen siz bu hadislere dayanarak Hz. Havva (a.s)'nın Hz. Adem (a.s)'in kaburgasından yaratıldığının bir İslam inancı olduğunu, bir İslam akidesi olduğunu mu düşünüyorsunuz?
J
30
PSİKOLOJİ VE BAZI FARKLI KONULAR
v
- Kitablannızı okumakla ve doğrudan görüşmek suretiyle sizden çok faydalandım, pek çok bilgi edindim. Daima sizin için dua ediyorum. Bu günlerde ben Amerikada özellikle psikoloji (ruh bilim) ve beyin arızaları tedavisi üzerinde ihtisas yapıyorum. Sizin derin islâm'ı kavrayışlarınızdan faydalanmak istiyorum. Sorularım aşağıdadır:
1- Islamda nefis nasıl tarif ediliyor, Kur'ân-ı Kerim'in şu ayetinin açıklaması ve izahı nasıl yapılacaktır: "Nefse ve onu insan biçiminde düzenleyene yemin olsun. Sonra da o nefse, isyanını ve itaatini öğretene and olsun ki; muhakkak (Allah'ın küfür ve isyandan) temizlediği nefis kurtulmuştur." (Şems, 7-8-9). Bu nefis sadece hayati bir bir faktör müdür veya ondan daha öte bir şey midir? Ayetlerin kelimelerinden öyle anlaşılıyor ki: (men = o kimseki) kelimesinin işaret ettiği şey; nefsini kendi kontrolü altında tutan ve onun üzerinde etkili olan insandan başka bir varlıktır. (Takva) ve (fücuragünahkar)'in ilham edilmesinden ne kastediliyor. Nefsi görmek ve o nefsi tezkiye etmek ne demektir. Nefsi emmare ve nefsi levvâme'nin psikolojik tarifi nasıl yapılır. Bu ayetler ve terimler üzerinde bilgi vermenizi arzu ediyorum, böylece düşünmenin yardımcı faktörleri hazırlansın ve o bir felsefi ve ruhi fikir ekolü kurulmasında faydalı işe yarar olsun.
2- Nefis (mind), beyin (brain) ve vücudun kendi aralarındaki ilişki ve ilgileri netürdendir. Beyin ve vücudun maddeden meydana geldiği nefis veya zihnin madde dışı bir şey olduğu ortada-
31
dır.
3- Siz Tefhim'ül Kur'ân'da ve daha başka yazılarınızda ilk vahiy konusunda çok fevkalade açıklamada bulunmuş ve şöyle yazmıştınız: "Bu herhangi bir içsel (sübjektif) deneme (ruhi tecrübe) değildi ki onun için önceden çalışılmış, hazırlık yapılmış olsun. Tam tersine daha önce hiçbir zaman denenmemiş olarak meleğin ve vahyin birden inmesi gerçekleşmiş ve bundan dolayı da Hz. Peygamber (s.a.v.), her insanın başına ansızın gelen olaylar sonrasında duyacağı heyecan ve sıkıntıyı hissetmişti. Düşünce, (Tefekkür), murakabe ve peygamberlik vahyi arasını birbirinden ayıran açık çizgi; peygamberin görgü ve müşahedesinin tamamen harici (objektif) gerçeklerle ilgili oluşudur." Fakat bu konuda önümüze; acaba Hz. Peygamber (s.a.v)'in Hıra dağındaki mağaradaki tefekkür ve murakabesi ne şekilde idi diye bir soru çıkıyor, itiraz eden biri; bu da bir içsel ve kalble ilgi duyguların, ilhamların ele geçirilmeye çalışılmasından ibaretti diyebilir.
4- Bana bir ruh doktoru (psikiyatrist) "Bir ruh hastası ara sıra bazı şekiller duyup gördüğünü zan eder. Peygambere gelen vahiy, bazı sesler de öyle bir şey değil mi? demişti, (haşa küfrü anlatmak küfür değildir.) Ben onu tam olarak ikna edemedim, bu bakımdan bana yol göstermenizi istiyorum.
5- Siz islâm'ın Tevhid inancı kavramını ve bu inancın tarihini şöyle anlatmaktasınız; önceleri insanlar Allah'ın birliğine inanıyorlardı ve onlara bu öğretilmişti. Şirk (çok ilah inancı) daha sonra ortaya çıkmıştır. Fakat dinler tarihinin şu andaki görüşü bunun aksinedir. Vahşi ve yabani kabilelerin müşrikçe yaşamaları bunu destekliyor. Bu kanaatler nasıl reddedilebilir, nasıl yalanlanabilir.
6- islâm, suçların işlenmesinde suçu işleyeni aklı başında ve irade sahibi biri olduğunu kabul ederek onu kanun ve ahlak açısından, hareketinden tamamen sorumlu kabul etmektedir. Ama psikiyatristler diyorlarki; Ağır ve kompleks suçları işleyenler ruh hastalan, beyin arızalılarıdırlar ve bu kimseler iradeli, bilinçli
32
suç işlemekten uzaktırlar, suç işlerken kendilerinde değillerdir, kanaat ve görüşündedirler. Bu görüş islâm açısından ne derecede Içüde benimsenebilir?
7- insanlarla birlikte cinler de yeryüzü halifeliğine ortak mıdırlar? Onların haleti ruhiyesi de insanların haleti ruhiyesi gibi midir? Falan kişiye cinler musallat olmuştur, sözü meşhurdur. Bunun ne derece gerçekliği var. Cin ve şeytan her yerde hazır mıdır ve her insana bir anda ulaşabilir mi?
8- Suçların (günahların) ahirete ait karşılıklarının mutlaka verilmesi gereğini öldükten sonra dirilmeye delil göstermişsiniz ama tevbe ile günahların af olacağı da kabul edilmiştir. Bu ikisi arasında çelişki oluyor gibi geliyor. Bunu giderecek bilgi vermemişsiniz.
9- Gıybet (arkadan çekiştirme) günahdır, ama bazan da bir takım insanların durumlarını açıklayan ahlaki kusurlarının anlatılması kaçınılmaz oluyor. Mesela; o adam acelecinin biridir veya çok öfkeli, sinirli bir adamdır, v.s. gibi, mecburiyet karşısında böyle bir konuşma yapılamaz mı?
10- İsa Mesih'in inmesi, Deccal ve Ye'cuc Me'cuc hakkında yaptığınız tefsirler ve anlattıklarınız onların atom çağının savaş şartlarına uymuyor. Bugün, bu devirde top tüfek yerine atom bombası ile dünya bir kaç dakika içinde mahvolabilir.
- Benim iş yapma gücüm her geçen gün azalıyor, meşguliyetim, çalışmalarım da çoğalıp gidiyor. Bu bakımdan vaktimi ölçülü ve yapıcı işlerle ayarlanmış şekilde harcamam gerekiyor. Bu yüzden uzun ve geniş cevap isteyen mektuplara cevap vermedebüyük zorlukla karşılaşıyorum. İşte bundan dolayı sorularınıza kısa öz cevaplar veriyorum.
1- Nefis kelimesi bazan canlı kişi, diri insan manasına kullanılmaktadır. "Her nefis ölümü tadacaktır" ayetinde olduğu gibi. Bazan da bu kelime ile şuur ve akıl kastedilmektedir. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: "Nefse ve onu insan biçiminde düzenleyene,
33
sonra da o nefse itaatini ve isyanını öğretene and olsunki." (Şems, 7-8). Bazan da nefisle ruh kastedilmektedir, mesela: "Vücudlar nefislerle (ruhlarla) birleştirilince..." ayetinde olduğu gibi. Ara sıra nefisle bütün insanın varlığı, ruhla vücudun birleşiği olan şahsiyet kastedilmektedir: "Siz kendi varlığınıza, kendi şahıslarınıza dikkat etmez misiniz" ayetinde görüldüğü gibi. Ara sıra da nefısden, insan beyninin arzu ve isteklerinin kaynaklandığı yer kastedilmiştir: "Cennette nefislerin arzu ettiği (insan beyninin istek duyduğu) herşey bulunacak" ayetinde anlatılan nefis buna örnektir. Ara sıra; insan beyninin karar verme gücünü (yetkisini) kullanarak hangi yola benimseyeceğine ve rte yapmaya yahut nasıl bir hayat yolu ta-kib etmeye karar verdiği beyninin karar verme mekanizmasının bulunduğu noktaya da nefis denir. Eğer bu noktadaki nefis kötü yolu takip etmeye karar veriyorsa bu nefse nefsi emmare denir "Şüphesiz nefis kötülüğü emredicidir" ayetinde olduğu gibi. Eğer bu nefis kötülüğün işlenmesi üzerine ızdırap ve üzüntü duyuyorsa bu nefse nefsi levvame denir. "Yine yemin ederim (and olsun) pişman olan nefse ki" ayetinde olduğu gibi. Eğer o nefis doğru yolu gitmeye karar verir de bütün gönlü ile bunu benimseyerek zorluklarına sabır ve sükûnetle katlanırsa ona nefsi mutmainne denir. "Ey (imanda sebat gösteren, Allah'ı anmakta huzura kavuşan) itaatkar nefis; dön rabbine, sen O'ndan razı, O da senden razı olarak." örneğinde görüldüğü gibi.
"Nefse ve onu (insan biçiminde) düzenleyene..." ayetinde ne-ftsden kastedilen: düşünme, anlama, karar verme, görüş bildirme, kanaat ortaya koyma, tercih ve seçim yapma gibi durumlar için gerekli yetenekleri olan ve bu yetenekleri kullanabilmek için gerekli olan aklctme, bilgi ve anlayış araçlan da birlikte kendisine ulaştırılan bilinç ve şuurlu bir beyindir. (Tesviye=düzenleme) den mak-sad da; bir şeyi en güzel şekilde yapmak, hazır ve işler hale sokmak demektir. Arabayı öyle hazır ve işler hale koymak ki onun tamamen yolda yürüyebilir halde olması gibi. "Sonra da o nefse itaatini ve isyanını öğretene and olsun ki..." ayetinde anlatılmak istenen
34
şudur: Allah Teâlâ o nefis içine öyle bir ilhamdan kaynaklanan bilgi, bilme gücü koymuştur ki; bu sayede o nefis iyiliği kötülükten, kötülüğüde iyilikten ayırd edebilir ye iyilik yolu hangisidir, kötülük yolu hangisidir tanır. "Muhakkak ki, (Allah'ın küfür ve isyandan) temizleyip de geliştirdiği nefis kurtulmuştur Allah'ın azdırdığı kimse ise hüsrana uğramıştır" ayetinde geliştirdiği ve azdırdığı buyurmasında bildirilmek istenen; insanın (ene) si veya (benim aklım) (benim zihnim) (benim kalbim) (benim canım) (benim ruhum) (benim hayatım) v.s. gibi sözlerle ifade ettiği benliğidir. İşle bu (ene=bcn, kendim) şuur sahibi beynin sahibi yapılmıştır, ona bu beyin, o beynin yetenek ve güçlerini kullansın da kendi iyi şahsiyetini veya kötü kimliğini, neyi isterse kursun diye verilmiştir. Eğer bu şuur ve bilinçli beyni doğru yolda geliştirir, doğru yolda kullanırsa kurtulacaktır. Eğer nefsi emmarenin (kötülüğe iten) köleliğini kabul ederek beynin en güzel yeteneklerini o tabii yolunda geliştirmez (ki bu beyin ona o yolda kullanılsın diye verilmiştir) ve onu zorla nefsi emmarenin isteklerini yerine getirmeye kullanır ve yollarını aramaya, tedbirlerini almayı düşünmeye ve bulmaya, tuzaklar icad etmeye zorlarsa, nefsi levvamenin (kötülüklere karşı vicdan azabı duyan nefsin) uyanlarını da zorla bastınp ona aldırmazsa işle o zaman bu kişi kaybetmiş, başaramamış olacaktır.
2- Beyin, zilinin yeri ve onun madde dışı faaliyetlerinin maddeden yapılmış aletidir ki onunla zihin faaliyetlerini yürütür. Vücud ise; zihnin beyin aracılığıyla verdiği emirleri yerine getiren makinedir. Bunu kaba bir misalle şöyle anlatalım: İnsan varlığı sanki bir şoför (sürücü) ile bir arabanın birleşmesinden meydana gelmiştir. Sürücü zihindir. Motor ve direksiyonla donanmış aletlerde tümü itibariyle beyindir. Motorun içinde iş yapan ona hareket veren güç ve kuvvet de ruhdur. Arabanın kalıbı da vücuddur.
3- Hz. Peygamber (s.a.v) efendimizin müşahedesi ile mistik alıştırmalar - tecrübeler arasındaki farkı Tercüman (1) dergimizde yayınlanan Necm suresinin tefsirini okuyarak daha iyi ve açık bir şekilde anlayabilirsiniz. Bu konuda Hıra mağarasındaki tefekkür
35
ve düşünmenin türü hakkıda ben Risale-i Diniyyat adlı eserimde açıklama yaptım ve daha sonra Tefhimin devamı olacak olan Du-ha, Elem neşrah, ve İkra surelerinin tefsirlerini yaparken daha fazla bilgi verip, açıklamalar getireceğim. Aslında Hıra mağarasında Hz. Peygamberin (s.a.v) tefekkür ettiği, derin derin düşündüğü konular şunlardı: Cahiliyet adetleri merasimleri ve dini davranışları Hz. Peygamber (s.a.v)'e tamamen tuhaf ve manasız geliyordu. Ki-tab ehli olanların önderlik ettiği din de onun düşüncesindeki derin kavramlara cevap veremiyordu. Sonra da kavminin müptela olduğu inanç, ahlak ve sosyal yapı bozukluklarını gördükçe de Rasu-lullah (s.a.v) çok sıkıntı ve üzüntü duyuyordu. Ve dini hem tatmin edici bir yorumla anlatan, hem de milletinin ve çevredeki milletlerin sosyal düzeninin müptela olduğu bozuklukları, fenalıkları da düzcltebilen bir yolu da düşünemiyor, bulamıyordu. Bu durum Elem Neşrah Leke suresinde şöyle anlatılmaktadır: "Senin belini büken yükü gönlünden kaldırdık. Ve yine aynı durum Duhâ suresinde şöyle anlalılmılır: "Senin rabbin seni yolunu şaşırmış olarak bulmuştu da seni doğru yola iletti, sana doğru yolu gösterdi." Dâll: Arapça'da, yol bilmediği, yolunu bulamadığı için şaşkın vaziyette nereye gideceğini bilmeden bekleyen kişiye denir.
4- Size söylediğiniz bazı şeyleri söyleyen zavallı psikiyatrist kendi mesleği içinde peygambere nasib olan gözlemlere, müşahedelere ve o ilim nurunun yönlendirmesine sahib olamaz. Psikoloji Allah'a yönelmeden, onun buyruklarına kulak asmadan insan nefsinin (ruhunun) muammalarını çözmek, bulmak istiyor. Bu anahtar olmadan kilidi açmaya uğraşan insana benzer. Eğer o sözleri söyleyen kişinin Kur*ân-ı Kerim'i okuyup anlaması nasib olsaydı o zaman sahası olan psikiyatri ilminde, psikolojik bakımdan hasta olan bir kimsenin ruhi gözlemler ve deruni tefekkürlerle Kur"ân gibi bir kitabı ve Hz. Muhammed'in (s.a.v.) ortaya koyduğu en üstün derecede kapsamlı, ölçülü ve onun önderliği gibi bir liderliği gözler önüne serebileceğine dair en ufak bir delil, örnek, benzer bir olay, iz işaret gösteremeyeceğini anlardı. Şüphesiz ki peygambe-
36
rin ilham ve vahiy alışı meselesi psikiyatri ilminin sınırlarının çok üstünde ve ona sığmayacak kadar büyük türdendir. Eğer insan ke-, sinlikle taassubdan, inattan arınmış ise bu meseleyi psikiyatri konusuna sokma yerine bilgi ve tecrübesinin yetersizliğini itiraf edecektir. Bir Allah olduğuna ve insanı bu yeryüzünde onun yarattığına ve insan oğlunun idaresini yine bizzat insanlardan bazı kişilerin aracılığı ile kendi üzerine aldığına ve bu amaçla peygambere bazı şeyleri, gerçekleri bizzat gösterdiğine ve özel bir yolla ona bazı bilgiler verdiğine inanmadıkça bu kilidin anahtarına asla sahip olamaz. Bunu bilmeden peygamberin gördüklerini ve aldığı ilham ve vahiyleri; haşa bu bir zihin hastalığının ruhi deneyimleri idi diye bilinçsizce yorumlamak isteyen biri varsa buyursun ortaya çıksın da kendisinin psikiyatrideki bütün ilim ve bilgisiyle öyle bir psikiyatri hastasının, görme yanılmaları ve hayallemclcrle, hayal görmelerle Kur'ân gibi mantıklı bir kitabı hazırlayabildiğim, sonra da onu ele alarak dünyaya liderlik yapmak için ayağa kalktığını ve onun sadece bir milletin hayalında değil, halta insan oğlunun büyük bir bölümünün hayalında öyle çok yönlü bir devrim ve inkilap yapmış olduğunu bize göstersin.
5- İnsan türünün başlangıcının ilim ışığında olduğunu ve insan oğlunun ilk dininin de Allah'ın bir olduğuna inanan Tcvhid dini olduğunu, Allah'a ortak koşma dini olan şirkin daha sonra ortaya çıktığını İslâm'ın din tarihi kavramı ortaya koyuyor. Mcvcud eski eserler bilimi (Arkeoloji) ve insan bilimi (Anlhropolgy) yolu ile de bu gerçek reddedilemez, çünkü İsâm'ın bahsettiği o dönem tarih öncesi dönemdi. Halbuki bu iki bilim dalı da henüz tarihin başladığı dönemden beri olan zamanlan konu edinmektedir. Her iki ilmin de insanoğlunun başlangıç zamanlarında yaşayışları ile ilgili ileri sürdükleri fikirler henüz ilmî veri olmaktan uzak varsayımlardır.
6- Sadece mevcud psikiyatri değil, hatta şu andaki hukuki ve medeni düşünce ve anlayışların eğilimi de suçlunun korunmasına doğru ilerlemektedir. Hayatları suçlu ve zalimlerin eliyle yok edilen insanlara ilgi, onlara yardımcı olma duygusu her geçen gün
37
azalıp gitmektedir. Suçlulara ceza verilince sanki o insanların kalbleri daha fazla sızlamaktadır. Bunun asıl sebebi suçluların birer hasta olduğunu, bilerek suç işleyen medeniyet düşmanları olmadıklarını sürekli yutturmaya çalışan anlayıştır. Bu felsefe ile siz psikiyatrik suçlan durdurmayı veya bugüne kadar hiç olmazsa on-lan azaltmayı başardınız mı bunu öğrenmek isterim. Hatta suçun her geçen günki artış hızına bu yaklaşımlar bir sınır getirebilecekler mi diye soruyorum. Cevabınız hayır ise o zaman kendi halimizi ve durumunuzu yeniden gözden geçirip İslam fıkhına nasıl bir ihtiyaç olduğunu hala göremeyecek misiniz?
7- Cinler hakkında Kur'ân-ı Kcrim'de ve hadislerde onlara da hilafet verildiğine dair hiçbir bilgi verilmemektedir. Ama şüphesiz cinlerin de insanlar gibi sorumlu varlıklar olduğu, küfür ve imanı, isyan ve itaati seçme serbestliği içinde bulundukları bildirilmiştir. Aynı şekilde Kur'ân-ı Kerim ve Hadislerden cinlerin, insanların bedenine ve kafasına hakim olup olamayacaklan da öğre-nilcmemcktcdir. Ama şüphesiz cinlerin şeytanlannın insanın nefsi emmaresiyle, anlaşılamayan bir yolla ilişki kurarak onu azdırmaya teşvik etmekte olduğu bildirilmektedir. Kur'ân-ı Kerim ve Hadislerde İblis'in her yerde, her an hazır olduğu da söylenme-mektedir. Aksine şu söylenmekte: Her insanla birlikte cin şeytanlarından bir şeytan bulunmakta ve daima onu doğru yoldan saptırmaya uğraşmaktadır. İblis her insanın yanında her yere gitmez. Tersine o, şcytanlann lideridir. Belki de o büyük liderlerin yanına gidiyor onlar ile beraber oluyordur.
8- Ahiretin varlığı konusunda getirdiğim delillerle tevbe kavramı üzerinde ileri sürdüğünüz fikirler arasında aslında bir çelişki yok. İnsanın işlediği suçların kendi şahsı üzerinde etkileri olur, toplumun her köşesine de yayılır. Hatta suçlu kişi öldükten sonra bile bunun tesiri uzun zaman boyunca uzar gider. Eğer Tevbe etmez de son nefesine kadar bu hareketlerine devam ederse o zaman mutlaka Allah'a hesab verecek ve cezasını orada bulacaktır. Ama o tevbe eder de kendini düzeltmeye, İslah etmeye samimi olarak ça-
38
ba harcarsa, Allah onu hesaba çekmekten ve cezalandırmaktan bağışlayacak ve önceki suçlarından dolayı kendilerine zarar verdiği kimselerin zararını herhangi bir yolla telafi edecektir. Eğer tevbe ile günahların af edilme kapısı kapalı olsaydı, bir kerecik ahlaki aşağılığa düşen bir kimsenin ümidsizliğe düşmekten başka yapacağı bir şey olmazdı. Bu ümidsizlik de onu daha fazla aşağılıklara doğru çekip getirecektir. '
9- Gıybet = Arkadan çekiştirme ile ilgili benim Tefhim kitabımın üçüncü cildinde çok geniş bilgi verilmiştir. Eğer okursanız o tevbenin caiz olan ve caiz olmayan kısımları arasındaki farkı iyice öğreneceksiniz.
10- Ye'cüc, Mccüc ve Deccalın ortaya çıkışı ile İsa (a.s) hakkında sorduğunuz soruya geniş cevap verecek durumda değilim. Gelecek günlerde dünyada neler olacak ben bilemem. Gelecek hakkında Kur'ân-ı Kerim ve Hadis-i şeriflerden anlayabildiğim ne varsa hepsini Tefhimül Kur'ân da ve Peygamberliğin Bitişi isimli eserimde anlattım. Bu hususla çok geniş malumatımız da yoktur. Ama atom silahlarının varlığı bir zaman sonra savaşların yeniden bilek gücüne dayanması ihtimalini de ortadan kaldırmaz.
1. Bu soru sorulduğu zaman Teflûm'in 5. cildi yayınlanmamıştı. Dolayısıyla şimdi Tefhim'in ilgili yerdeki açıklamasına bakılabilir.
39
'NUR' VE 'KİTABÜ MÜBİN' TEK ŞEY MİDİR?
- Teflıimül Kur'ân'ı okuyarak gönlüme huzur geliyor, aklım da tatmin oluyor. Fakat Maide suresinin 15 nci ayetinin tefsirinde büyük bir hata yapmışsınız. Bu hatadan dolayı bazılarının, sizin alimliğinize dil uzatma fırsatı eline geçmiş oluyor. Siz o ayetin tercümesini şöyle yapmışsınız:
"Kad câeküm minellâhi nurun ve kitabûn mûbin = Size Al-lah'dan nâr ve hakkı gösteren kitab geldi, (ki onun aracılığı ile Al-lahü Teâlâ kendi rızasını isteyenlere selamet yolunu bildirmektedir.)"
Bu tercümenizden açıkça anlaşıldığına göre "nâr = ışık", ayrı bir şey "hakkı gösteren kitab" tamamen ayrı bir şey kabul etmektesiniz. Bu ayetin açıklaması olan 38 nolu izahınızdan da bu açığa çıkıyor. Çünkü orada şöyle yazmışsınız: (Allah'ın kitabından ve peygamberinin hayatından ışık elde eden kimse) Bir bakıma siz "Nur=ışık" kelimesi ile peygamberimizin şahsı, "Kitabûn mu-bin=hakkı gösteren kitab" ile de Kur'ân-ı Kerim kasdedildiğini ileri sürüyorsunuz. Halbuki bunun hemen arkasından gelen ayetin ikinci kelimesi olan "bihillah" açıkça gösteriyorki; Bu ikisinden de (nur ve kitab-ı mubinden de) kasdedilen tek bir şeydir. İki ayrı şey değildir. Eğer iki ayrı şey olsaydı o zaman "bihi"nin yerine "bihim" gelirdi. Nitekim bizzat sizin tercümeniz de bunu gösteriyor, bakınız: (ki onun aracılığı ile (onların demiyorsunuz) Alla-hü Teâlâ kendi rızasını arayanlara...)
40
t kişi de bir tek şey ise o zaman o şey nedir? Peygamber mi, Kur'ân-ı Kerim mi? sorusuna gelince şunu siz de kabul edeceksiniz ki, Kur'ân-ı Kerim'in hiç bir yerinde Hz. Peygambere "nur" denmemiştir. "Kitabûn mübiin" de denmemiştir. Ama şüphesiz Kur'ân-ı Kerim değişik yerlerinde (mesela: Nisa suresinin 124 ncü ayetinde, Araf suresinin 157 nci ayetinde, Şûra suresinin 52 nci ayetinde, Tegâbûn suresinin 8 nci ayetinde) Kur'an-ı Kerim'e "nûr" denmiştir. "Kitabûn mübîn" de onun ta kendisidir.
Şimdi sorumuz şu: "nûr" ile "kitabûn mübin" arasında (v) harfi vardır. O nedir, neyi ifade ediyor? Eğer onun ifade ettiği mana (ve) değilse nedir? Şüphesiz (v) atıf harfi de olmaktadır ki, manası (ve) demektir. Fakat (v) açıklama ve izah manasına da gelir ve Kur'ân-ı Kerim'in çeşitli yerlerinde bu manada kullanılmıştır. Şüphesiz siz de biliyorsunuz ki; Kur'ân-ı Kerim kendi tefsirini kendisi yapar. Örnek olarak Hucurat suresinin birinci ayetini ele alalım:
"Elif- Lâm -Râ- Tilke âyâtülkitabi ve Kıir'ân'ın mûbin" bu ayetin tercümesi şöyledir: "Bu; kitap yani açık Kur'ân'ın ayetleridir." Şimdi biz bu ayeti: "Elif, Râm, Râ. Bu kitab ve açık Kur'ân'ın ayetleridir." diye tercüme etsek doğru olur mu?
Aynı şekilde Nemi suresinin ilk ayeti: "Tâ - Sîn, Tilke âyâtül Kur'ân'i ve kitabin mübûn=Ta-sin - Bu, Kur'ân yani açık kitabın ayetleridir." Ama bunu iki ayrı şey kabul ederek şöyle tercüme edersek: "Tâ, sin - Bu; Kur'an ve açık bir kitabın ayetleridir." bundan acaba Kur'an ayrı, kitabı mübin ayrı bir şey midir diye tereddüt doğmaktadır. Halbuki kitab ve açık kitab tek şeyin iki ayrı adıdır.
Sonuç olarak şöyle; (v) açıklama ve izah için ("yani" manasına) da kullanılmaktadır, şu ayete bakarsak "Le kad câeküm minal-lalıi nurun ve kitabûn mübin = size Allah'dan bir nur ve açık bir kitap geldi." Buradaki (ve) ninde açıklama ve izah manasında olduğu görülecektir. Sizin Tercümeniz gerçekte şöyle olmalıydı: (Size Allah'dan birışıkyani öyle hakkı gösteren bir kitab geldi ki onun
41
aracılığı ile....). Tefsir notunuz olan 38 nolu izahınız da şöyle olsaydı doğru olurdu: (Allah'ın kitabından ışık elde edenlerin düşünme ve amel etmeleri...) "Yâ ehlel kitabi kad câeküm rasülünâ... an kesirin" ayetinin ilk bölümünün kelimeleri içinde gelen Rasül kelimesine gelince: son dönem alimlerinden, Mevlânâ Eşref Ali Thanevi Beyan-el-Kur'an adındaki tefsirinde bu bölümün tercümesini "Size Allah tarafından aydınlık bir şey geldi ve (o) açık bir kitab'dır yani Kur'ân-ı Kerim...) onun aracılığı ile Allah Teâlâ..." şeklinde yapmıştı.
Onun talebesi olan Abclülmâcid Deryabadi; İngilizce Tefsirin de bu ayetin açıklamasında (mübin) kelimesini anlatırken yazdıklarından bir bölümünün tercümesi de şöyledir: "mübin kelimesinden anlaşılıyorki: Kur'ân-ı Kerim tek başına bir nurdan ibaret değildir. Aksine o; diğer eşya ve varlıkları da parlak ve aydınlık kılar."
Ümid ediyorum ki bu istek ve dileklerimizin ışığında Tefhim-el-Kur'ân'ın ilgili, o bölümlerini tekrar gözden geçirir ve düzeltmeler yaparsınız. Böylecede bir kısım insanların yanlış inançlarını besleyecek bir malzeme diğer bir kısım insanların da tenkidlerine fırsat verilmemiş olur.
- Mektubunuzu aldım. "Kad câeküm....." ayetinin benim yaptığım tercümesinin aynısını daha önce de çeşitli mütercimler yapmışlardır. Ve bu ayetin bu şekilde tefsirinde ben yanlız başıma değilim. Daha önceki bazı büyük tefsir alimleri de aynı şekilde bu ayeti tefsir etmişlerdir. Önce urdu dilindeki bazı tercümelere bir bakalım:
- Şah Veliyullah Hazretlerinin Tercümesi: "Ahmed beşuma ez canibi Huda Nuri ve Kitabi ruşen ya'ni Kuf ân = Size Allah tarafından bir nur ve bir parlak kitab yani Kur1 ân geldi".
Şâh Rafiuddin'in Tercümesi: "Size Allah tarafından ışık ve açıklamalar yapan kitab geldi."
Şâh Abdülkâdir'in Tercümesi: "Size Allah tarafından gönderi-
42
tarafından aydınlık ve açıklayan kitab gelmiştir." İşte bunlar daha sonraki büyüklerin tercümeleri. Gelelim müfessirlerin en büyüklerinin tercümelerine:
İbnü Ccrir, Nur kelimesini şöyle tefsir ediyor: "Nurdan maksad Muhammed (s.a.v) efendimizdir ki onunla Allah hakkı aydınlatmış, onunla İslamı üstün getirmiş, onunla batılı imha etmiştir."
İmam Râzi'de şöyle yazıyor: "Bu ayetin tefsirinde çeşitli görüşler vardır. Birincisi; Nurdan maksad Hz. Muhammed (s.a.v.), ki-tabdan maksad da Kur'ân-ı Kerim'dir. İkincisi Nurdan maksad İslam, kitabdan maksad da Kur'ân'dır. Üçüncüsü ise; Nurda kitab da; Kufân-ı Kerim'dir. Bu üçüncü görüş zayıfdır. Çünkü atıfta; atfedilenle, kendisi üzerine atfedilen arasında aynlık (birbirinden ayn oluş) gereklidir." Allâmc Alûsi de; Nurdan maksad Hz. Muham-med'in (a.s) şahsıdır. Tefsirini daha uygun görmüş, tercih etmiştir.
Mevlânâ Şebbir Ahmed, her ne kadar; Nurdan maksad Hz. Muhammed (a.s) dir, ifadesini "belki" kelimesi ile yazmışsa da nurdan maksad Hz. Peygamber (s.a.v)'dir'in dışında farklı bir tefsir yapmamıştır. Bu bakımdan onun da aynı tefsir edilişi tercih ettiği anlaşılmaktadır. Fakat (belki) kelimesini o; Kur'ân-ı Kerim'de Nur kelimesi ile Hz. Peygamber (s.a.v)'in kastedildiği kesin açıklıkta değil düşüncesiyle yazmıştır.
Siz bu şekilde tefsir edilmesinin geçersiz olduğunu (Yehdi bihi = onunla doğru yola iletir.) deki tekil zamirinden isbat etmek istemiş iseniz de bu doğru değildir. Kur'ân-ı Kerim'de atıf vavı ile iki ayn varlığı zikrettikten sonra tekil çekimi kullanıldığının çeşitli örnekleri vardır. Ve aradaki vavı; tefsir ve izah atfı manasına almaya hiç imkan yoktur. Örnek olarak Nur süresindeki şu ayeti ele alalım: "Ve izâ düû ilellahi ve rasûlihi liyahküme beynehüm = o münafıklar aralannda hüküm vermek için Allah'ın kitabına ve peygamberine çağınldıklan zaman." (Nur, 48) Burada (v) ve harfini tefsir ve izah manasına alabilir misiniz? Aslında böyle yerlerde; iki şeyin de hükümde aynı olduğu anlarda tekil zamirleri kullanılır.
43
Allah'ın hükmü ve paygamberinin hükmü ayn ayn iki şey değil, aksine Allah'ın ve peygamberinin verdiği emir ve hükümler tekdir, aynı şeydir. İkisi arasında ayrılık, zıdlık düşünülemez. Aynı şekilde kitabın yol göstermesi ile peygamberin yol göstermesi ayn ayrı olamaz. Bilakis ikisi de aynı doğru yolu gösterir.
Bu tefsir şeklinden bazılarının yanlış mana çıkaracakları düşüncenize gelince: bu konuda ben size şunu arzedeceğim; hakiki sapıklık, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in mübarek şahsını hidayet nuru kabul etmek değil, aksine onun beşer (insanı) olduğunu reddetmektir. O yüce peygambere sadece (nur) kelimesi ile hitab edip, o nurdur demekle bir kişi kalkıp bundan; Kur'ân'da ona nûr denmiştir, o halde o peygamber beşer değildi, manasını çıkanrsa o zaman bu kişi Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamber (s.a.v)'c ışık veren lamba manasına (siracün münir) buyurulmasına ne diyecektir. Öyle bu-yuruldu diye Hz. Peygamber (s.a.v)insan değil bir lambadır, demek mi gerekecektir?
BİTKİLERİN VE BÖCEKLERİN ÖLÜMÜ VE DİRİLİ-
- Aşağıda belirteceğim iki mesele sizin özel ilginizi çekmeye değer niteliktedir. Bunlar üzerinde düşünüp, araştırıp bilgi vererek benim tereddütlerimi gideriniz ve diğer Teflıimül Kur'ân okuyucularının bilgisini art ir ımz.
1- Nahl suresinin sayfa 550'de 65 nci ayetini şöyle tercüme etmişsiniz: "(Siz her yağmur mevsiminde görüyorsunuz) ki Allah Teâlâ gökden yağmur yağdırdı. Ve ölü olan yeryüzüne o yağmur sayesinde can verdi. Şüphesiz bunda işitenler için bir işaret vardır."
Bu ayetin tefsiri olarak 53 nolu açıklamada yaptığınız tefsiri kısaltarak aşağıya alıyorum:
"Önceki yağmur mevsiminden sonra ölen (kuruyan) bitkiler veya yaz mevsimine kadar hiçbir izi kalmamış (yani ölmüş olan) yeryüzü böcekleri, birden bire güçlü neşeli bir halde ortaya çıktılar. (Yani dirildiler.) Bunu böyle gördüğünüz halde yine de; insanlar öldükten sonra Allah'ın bütün insanları yeniden dirilteceğini peygamberin ağzından duyduğunuz zaman hayret ediyorsunuz."
Ölümden sonraki hayata böyle bir örnek verilmesi tamamen gerçek dışıdır, müşahede (gözlem) dışıdır. Bir ağaç fidanı tamamen kuruduktan sonra (öldükten sonra) yeniden canlanmıyor (ye-şermiyor) istediği kadar yağmur mevsimi gelsin, ne kadar yağmur yağarsa yağsın ancak hayattan en küçük bir iz ve işaret kalmış
44
45
bitkilerde yeşerme (canlanma) olur. ikincisi: Şüphesiz, böcekler, haşereler belli mevsimlerde ölürler, ama şüphesiz onların bazıları hayatiyetlerini belli bir ölçüde devam ettirmektedirler.Ya yumurta, larva halinde toprak altında, ağaçların içinde, deliklerde, yarıklarda, su vs. gibi yerlerde bulunmaktadırlar ve uygun ısı derecesi, yaşlık ve uygun mevsim gelir gelmez kendi kaplarından, zarlarından dışarı çıkarlar. Kara sinek, sivri sinek, kelebek, tahta kurusu ve yeryüzünün bütün haşerelerinin değişik hayat dönemleri olmaktadır. Dünyanın her bölgesinin hava suyu ve iklimine uygun olarak bu dönemler değişilçzaman süreleri içinde olgunlaşma noktasına ulaşıyor. Bundan dolayı, bitkilerin ve böceklerin öldükten sonra dünyada ikinci kez tekrar dirildiklerini örnek göstermeniz kesinlikle gerçeğe uymaz.
Bu açıklamayı, böyle bir tefsir yapmayı bu konuyu kaleme almadan önce eğer bitki bilimini (botanik) ve böcek bilimini (ento-mology) bir bilenden sorup öğrenseydiniz, bu konuda biraz bilgi alsaydınız ya da bu konu ile ilgili bir kitap okusaydınız böyle önemli bir konuda bu kadar yanlış bir hataya düşmezdiniz. Bu kadar mantıklı, muhteşem tefsirde böyle gerçek dışı, ilim dışı, gözlenip görülen bilgilere aykırı şeyleri okuyan, size itimad etmeyen, veya sizin büyüklüğünüze inanmayan ya da ne denli alim oluşunuzu bilmeyen kimseler daha sonraki konulan da, verdiğiniz bilgileri de bu ölçü içinde değerlendireceklerdir. Ben bu maruzatımı kendi sınırlı bilgim dahilinde ve bir uzmana danıştıktan sonra yazıyorum.
2- Tefhimül Kur'ân'ın Araf suresinin 87 nolu Tefsir ve açıklama bölümünde aşağıya aldığım satın üzerinde durulmaya değer: (Allah'ın emri ile asanın yılan haline gelmesi o kadar enteresan olmayan tuhaf olmayan bir olaydır. Zira Allah, yumurta içine yerleştirilmiş bir kaç maddeden de yılan meydana getiriyor ki, aynı Allah'ın yumurta içine yerleştirilmiş bir kaç cansız maddenin ejderha haline gelmesi kadar, aynı ölçüde tuhaf değildir.) Yukarıdaki cümlede tuhaf ve tuhaf olmayan konusu bir tarafa
46 , ' '
bir canlı şey meydana geliyorsa mesela; yılan, balık, kuş, kertenkele, güvercin vs. o yumurtanın içindekiler cansız değillerdir. Aksine canlıdırlar. Yani o yumurta içinde erkek ve dişiyi oluşturan maddelerin toplamı (Ovum spermi) bulunmaktadır, cansız maddeden oluşan yumurta erkeksiz dişi veren yumurtadır. Halk dilinde buna topraktık yumurta denir ki bundan hiçbir şekilde canlı doğmaz. Bu gerçekten dolayı bunu sizin delil göstermeniz, gülünç hale gelmektedir. Allah Teâlâ'nın mucize gücünü yanlış ilmi delillerle isbat etmek daha da tulıaf düşmektedir.
- Benim hatalarımı düzeltme gayretlerinize teşekkür ederim. Nahl süresindeki o ayetle ilgili açıklamalarımızda gösterdiğimiz deliller ve yapmaya çalıştığım isbatlar, her gözü görenin yağmur mevsiminde gördüğü genel manzaradan ibarettir. Ben bu herkesin gözleriyle gördüğü manzarayı izah ettim. Benim asıl sözlerim şöyledir: (Yeryüzünde tamamen bitkisiz çıplak, kupkuru uzanıp gitmekte olan, hayattan hiçbir emare ve iz görülmeyen, ne bir bitki, ne bir yeşillik, ne bir yaprak, ne bir canlı, ne de bir çeşit böcek dahi olmayan bir manzara her sene gözlerinizin önünden geçmektedir. Böyle bir durumda bir de bakıyorsunuz yağmur mevsimi gelmekte, toprağın altında sıkışmış olan sayısız çimler, kökler, ansızın canlanıvermekte, her bir tohumun içinden bir sene önce yağmur mevsiminde ortaya çıktıktan sonra ölmüş olan bitkiler tekrar ortaya çıkmaktadır. Yazın kuraklığı geldikten sonra hiç iz ve emaresi kalmadan ortadan kaybolan sayısız yeryüzü böcekleri birden tekrar önceki yağmur mevsiminde olduğu gibi canlanıp ortaya çıkıve-riyorlar.)
Biyoloji, nebatat bilimi, böcekler bilimi açısından bu konunun incelenmesine gelince, bununla ilgili tavsiyenize uygun olarak inşallah ben başka uzmanlardan da sorup danışacağım. Benim sizden ricam; bu konudaki bilgi ve mahlumatınız ve ilim sahibi dostlarınızın otların kökleri ve böcekler hakkındaki görüşü olan "tabii ölümden sonra onların yağmurlar yağmasıyle dirilmesi imkansız-
47
dır ve ancak kendilerinde herhangi bir şekilde hayat emaresi olan kökler ve böcekler yeniden ikinci bir kere canlanırlar." bu düşüncesi acaba bir dencycmi ya da bizzat gözle görmeye, müşahedeye mi dayanıyor. Veya mutlaka tabii bir ölümle ölen bir şeyin yeniden canlanması imkansızdır. Bu bakımdan yağmur sularını alarak yeniden canlanan her şey mutlaka içinde bir canlılık emaresi taşıyor olmalıdır, diye kıyas yaparak mı böyle bir görüş ileri sürüyorsunuz.
Rubul Hâli denen Arabistan çölünün o bölümünde çok kere dokuz on sene boyunca hiç yağmur yağmaz. Sıcak yaz mevsiminde-de güneşte sıcaklık 124 ile" 140 fahrenhayta kadar ulaşır, sıcaklıktan dolayı toprağa yalınayak basılmaz, ateş kor haline gelir. Buna rağmen orada yağmur yağınca çölün kumlan arasından otlar fışkırmaya başlar, böcekler de yürümeye sürünmeye başlarlar. Bu bölgeye seyahat edenler bunu bana anlattılar. 1959 senesinin sonunda Arabistan seyahatında iken Tcbük'e vardığımda tesadüfen o gün yağmur yağmıştı. Oranın valisi olan zat bana son yağmurun tam heş sene önce yağdığını o zamandan beri hiç yağmur düşmediğini söyledi. Sonra benTcbük'den ayrılırken gördüm ki; buraya gelirken bir kaç gün önce yol boyunca bomboş, kupkuru gördüğüm çöl yeşermiş, kumlar üzerinde otlar bitmişti. Arabadan inerek böcekler de canlanmış mı diye bakmak aklıma gelmedi, ama otlar gözlerimin önünde idi. Şunu sormak isterim: Yağmur alınca canlanan köklerin, tohumların, herhangi bir ölçüde canlılık taşıyarak beş on sene boyunca toprak altında durabilecekleri bir tahmin, bir varsayım mıdır? Yoksa gerçekten yağmurdan ötürü canlanan tohumların o türden bir canlı oluş özelliği taşıyan tohumlar olduğu bir deney, tecrübe ve bizzat gözleme mi dayanıyor? Bir de gerçekten köklerin, tohumlann tabii ölümü ile, bir ölçüde canlı olma arasında kesin bir ayrım çizgisi ilimle belirlenmiş midir?
Aynı soru böcekler hakkında da sorularak denir ki: Çölün kumlan içinde uzun yağışsız senelerden ve şiddetli sıcaklardan sonra yağmur yağınca canlanan böcekler hakkında, bunlar bu uzun kup-
48
kuru seneler içinde bir cins canlılık taşıyorlardı da sadece uyuma halinde idiler, diye kesin bilimsel bir isbat var mıdır? Yoksa bu canlılık bir tahminden ibaret midir? Eğer bu konulara bir açıklık getirirseniz ben de Tefhimül Kur'an'ın bu bölümünün bütün açıklamalarını yeniden gözden geçirip düzeltmeler yaparım. Bu konu üzerinde kesin bilgi edinilmelidir. Ben bazı bitkilerin ve hayvanların öldükten sonra dirilmeye örnek olsunlar diye bu dünyada Allah'ın onlara yeniden hayata dönüş özelliği verdiğini düşünüyorum. Bu bakımdan Kur'ân-ı Kerim'de yer yer yağmurun etkisi ile ölü toprağın canlandığı anlatılmış ve bu öldükten sonra dirilmeye delil gösterilmiştir. Asa'nın ejderha haline gelmesi mucizesi üzerinde yazdıklarım hakkındaki kendi görüşümü yeniden açıklıyorum. Erkek ve dişi hayat doğuran maddeyi içinde taşıyan bir yumurta da içine Allah'ın hayat koyduğu bir maddi cisim ve şekilden ibarettir. Yoksa kendisinden, kendi cisim ve şekli meydana gelen madde, kendiliğinden içinde bir hayat ve canlılık taşımıyor. Nasıl olursa olsun fark ancak şu noktadadır. Büyük yılanlann genel yaratılışları, işin başında içinde erkek ve dişi hayat maddelerinin birleştiği sonra kademe kademe gelişerek yılan şeklini aldığı yumurtalardan olmaktadır. Ama mucize yolu ile ejderha haline gelen asanın maddi yapısına Allah doğrudan doğruya ejderha tipi bir canlılık verdi ve onu ejderha şekline soktu. Benim görüşüm şu ki: Asanın doğrudan doğruya ejderha (büyük yılan) haline getirilmesi genel alışkanlık ve görgünün dışında bir olay olduğu için mucizedir, ama aynı şekilde erkek ve dişi meni tohumlanndan meydana getirilip yaratılan yılanlar da mucizedir. Bjzim kafamızda bunlann birer mucize olarak kavranmamasmın sebebi bizim bunlan sürekli gördüğümüz, alışık olduğumuz şeyler olmasından başka bir şey değildir.
49
PEYGAMBERİMİZİN HANIMLARINA 'UZUN DİLLİLİK' SUÇLAMASI
- Tahrim suresinin: "in Tpub'a ilellahife kad sagaî kulûbuku-ma ve in Tezâlıerâaleyhi...." ayetini izah ederken TefhimûlKur'ân tefsirinizde Buharı ve Müslimin naklettiği Hz. Ömer (r.a)'inde rivayet ettiği hadisde Hz. Ömer (r.a)'in (La Tûrâcıî) diye söylediği yazılıdır ve bunun manasını siz, uzun dillilikyapma, dilini uzatma manasına alarak "Hz. Peygamber (a.s)e karşı dili uzatma" (Ter-cüman-el-kur'ân Cild 72, sayı 4 , Sayfa 223) şeklinde yazmışsınız. Her ne kadar mana ve rivayet doğru ise de benim sizden isteğim bu kelimeleri değiştirmeye çalışmanızdır; çünkü fesad ehli size karşı yaptıkları pek çok suçlamaya bir de bu suçlamayı ekleyerek ortaya, durmadan M evlâna Mevdudi Hz. Peygamber (s.a.v.)'in hanımlarına (uzun dilli) diyerek onlara karşı edepsizlik, saygısızlık yaptı diye propaganda yapıyorlar. Benim kanaatim şu ki; Teflıi-mül Kur'ân'da yazdığınız (dilini uzatma, uzun dillilik yapma) kelimeleri yerine (geri dönerek cevap verme) veya yüzüne karşı cevap verme) diye yazarsanız mananın doğruluğuna bir zarar vermez ve fesad ehlinin eline de propaganda malzemesi geçmez.
- Hz. Ömer (r.a)'in rivayet ettiği hadisdcn anlaşılıyor ki; Hz. Peygamber (s.a.v.)'in hanımları ona dönerek karşılık vermeye başlamışlardı. Artık siz kendinizde bilirsiniz ki: Eğer küçük biri dönerde büyüğüne veya kendinden daha büyük seviyede birine cevap verirse ya da yüzüne karşı konuşmaya, cevap vermeye başlarsa bunun adı dilini uzatmadır, uzun dillilik yapmadır. Mesela, ba-
50
ba bir meseleden dolayı oğlunu azarlar veya öfke ve hiddet gösterir, oğlu da döner babasına cevap verirse siz buna dil uzatma değil-de ne dersiniz? Kaldıki Hz. Peygamber'e (a.s) karşı biri bunu yaparsa daha ne denir.
Biri Hz. Peygamber (s.a.v)'den daha fazla Rasulullahın temiz eşlerine saygı göstermeyi düşünüyorsa artık bunu tedavi edecek ilaç bende yok. Mübarek peygamber hanımlarının tulumlarının hoşa gitmez hale gelmesinden dolayı önce Hz. Ömer (r.a) kendi kızı Hz. Hafsa'ya hiddcllenmişti, sonra da ezvacı mutahheratın her birinin yanına ayn ayn giderek onları Allah'ın gazabından sakındırdı. Daha sonrası Hz. Peygamber (s.a.v) de kızarak 29 gün boyunca onlarla alakayı kesme, onlarla görüşmeme karan alıp yalnız kalmaya başladı. O derecede ki Sahebc-i kiram arasında sakın Hz. Peygamber (s.a.v) hanımlarını boşamış olmasın, endişesi yayılmıştı ve sonuçta bizzat Allah Tcâlâ Kur'ân-ı Kcrim'de onlan bu hareketlerinden dolayı uyarmıştı. Artık bu iş sadece dönüp cevap verme veya yüzüne karşı konuşmadan ibaret basit bir mesele ise o zaman itiraz edenler, basit bir mesele için ayet nazil eden Allah hakkında ne düşünecekler. Basit bir mesele olduğunu iddia ettikleri bu işten dolayı eşlerine bu kadar kızan Peygamberi haşa öfkeli, sabırsız insan diye mi kabul edecekler? Hz. Ömer (r.a) de; küçük bir meselede kızını azarlayan, sonra da bütün peygamber hanımlarına uğrayarak onları Allah'ın gazabından korkutan biri olduğu için ne diyecekler, onun hakkında ne düşünecekler. Bütün bunlar ayet ve hadislerle sabit olmuş bir olaydır, bunu ben sadece naklettiğim için mi günahkar oluyorum. Bana karşı gelenlere gelince onlar her şeye rağmen benim her sözüme itiraz etmeye kendilerini görevli hissederler. Bu yüzden onların hiçbir hareketine önem vermemeye karar verdim. Diledikleri zamana kadar amel defterlerini karartmaya devam etsinler.
51
SEMUD KAVMİNİN EVLERİ
1- Dr. Nicholson meşhur eseri Arabların Edebiyet Tarihi adındaki kitabının birinci bölümünde Semud efsanesi başlıklı kısmında diyor ki: "Kur'ân-ı Kerim'de anlatıldığına göre Semud kavmi dağları kayaları oyarak evler yapmışlardı. Hicr (Medâini Salih) denen kayalarda görülen bu mağaraları Hz. Muhammed (s.a.v)'in doğru bir şekilde bilmediği ortada. Burası Medine'den kuzeye doğru bir haftalık yolculuğu gerektiren mesafede bulunmakta ve üzerlerinden Nebti dilinde kitabeler kazınmış haldedirler. Bu yazılar gösteriyorki; buraları evler değil birer mezardı."
Bu konuda beni aydınlatarak sıkıntımı gidereceğinizi umuyor, incelemelerinizle uyaracağınızı bekliyorum.
- Semud kavminin evlerinin bulunduğu yerden Hz. Muhammed (a.s)'in peygamber olmadan evvel bir çok kere geçtiğini ve peygamber oluşundan sonra da Tebük seferi sırasında ordusu ile birlikle oraya uğradığını Nicholson zavallısı bilmemektedir. O dönemin Arapları, Semud kavminin bölgesinin burası olduğunu ve Şemud nallanın dağlan oyarak içine evler yaptıklannı çok iyi biliyordu. Bu bakımdan Kur'ân-ı Kerim'in o ifadelerini o dönemin
52
Arapları hiç yadırgamamıştı.
Ben de Hıcr bölgesinde Semûd evlerini gördüm. Nebti bölgesine de gittim ve oradaki eski tarihi evleri de gördüm. İkisinin yapılış tarzı arasında yerle gök arası kadar fark var. Sadece Semudlulann evleri üzerinde bugün Nebtî kitabeler (yazıtlar) bulunması bunların gerçekte Nebtilere ait evler olduğunu isbat etmez.. Olabilir ki daha sonra bu bölge Neplilcrin işgaline girince bu kitabelerini oraya yazmışlardır.
- 2- Lütfettiğiniz bilgilere sonsuz teşekkür ederim. Değindiğim konularda epey düşündüm onları tekrar gözden geçirdim de önceki maruzatımda meramını eksik anlattığını gördüm, asıl sormak isteğim şey bu evlerin Semudlulara mı, Neptilere mi ait olduğu değildi. Nicholson'da Hz. Peygamber(s.a.v.)'in buraları gördüğünü ve Arapların da onların Semudlulara ait olduğunu bildiklerini inkar etmiyor. Hatta Nicholson bunların Semudlulara ait olduğunu kabul ediyor. Asıl mesele şu: Kur'ân-ı Kerim'de bu oyuklara evler (büyüt) deniyor. Her ne kadar genellikle bu (büyüt) kelimesi ile küçük odalar, hücreler (ne maksadla yapılmış olurlarsa olsunlar) kasdedildiği kabul edilebilirse de en yakın etkilenme ve algılama ile bundan evler kasdedildiği kabul edilir. Nicholson diyor ki; bu oyuklar (ev) değil (mezar) dır. Bu arada ben bazı tarihi kitapları karıştırırken anladım ki; Nicolson bu iddiasını bir İngiliz seyyahı olan, 1875 yılında bir hac kafilesi ile yolculuk yaparken Hıcr bölgesinde kalıp o evlerin planını çizen, sonra da o oyulmuş evler üzerindeki kitabeleri tercüme ederek bu bilgileri meşhur sami diller bilgini Fransız Jossef Renan'a gönderen Doughty'den almakta, ona atıfta bulunarak vermektedir. Doughty'nin bu bilgileri Renan'a göndermesinden sonra ne oldu bunu öğrenemedim. Ama kesinlikle anladımki, o kişiden naklederek Nicolson şunu söylüyor: Bu kitabelerden Kur'ân-ı Kerim'in evler dediği yerlerin evler olmadığı, aksine mezarlar olduğu sonucu ortaya çıkmıştır.
Şüphesiz Allah'ın kitabında ne bildirilmişse doğrudur ve buna
53
karşı, ona ters düşen kim bir şey derse desin mutlaka bir çeşit yanlış anlama sonucu o karara varmış, öyle bir sonuç elde etmiştir. Nitekim ilmi bir çizgi üzerinde tarihi eserleri şahit ve delil göstererek bir kimse özel bir konuya parmak basarsa aynı hakiki ilmi çizgi üzerinde bunu doğrulamak veya reddetmek gerekir. Ne tuhaftır ki uzun zamandan beri Nicholson'un bu kitabı elden ele dolaşmaktadır ve müslümanlardan büyük çapta bir topluluk bizzat gözleriyle bu kitabeleri görebilir ve onları nakledip tercümede edebileceklerine rağmen bir kimse çıkıp ta ilmi bir düzeyde bu tuzağa, bu oyuna cevap vermiyor.
Teflümül Kur'ân'da Semûd ve onun evleri hakkında yazdığınız bilgiler ve yaptığınız işaretlerden bazısını (bütün cildlerini henüz okuyamadığım için bazısını diyorum) bugünlerde gözden geçirdim. Edindiğim bilgilerden anladım ki; verdiğiniz bilgilerden daha fazla bu konu üzerine ışık tutabilirsiniz. Bir keresinde de fotoğraflarla bu görevi ifa etmiştiniz. Onların üzerine kazılmış kitabelerin başka bir fotoğrafını ele geçirebilir miyiz, geçiremez miyiz diye sormak isterim. Bu kitabelerin sayısı ne kadar? Hangi dilde yazılmıştır? Hangi yazı ile yazılmıştır? Biz bunu herhangi bir şekilde okuyabilir miyiz? Gerçekden bunların mezar olduğu tesbit edilmiş midir? Eğer tesbit edilmişse o zaman Kur'ân-ı Kerim'le bu nasıl tefsir edilir? Kur'ân-ı Kerim'in buyruğundan bunların yerleşme yerleri olduğu anlaşılmıyor mu?
Öyle ise neden biri çıkıp ta daha sonra bunlar üzerine bunların mezar olduğunu gösteren yazıları kazımıştır?
Neptilerin daha sonra bu yazıları kazımış olmalarının mümkün olduğunu tahmin etmeniz son derece düşündürücüdür. Ama bunun da isbata gerek olduğunu kabul etmelisiniz. Ben istiyorum ki: Kur'ânî Sadıkatin (Kur'ân-ı Kerim'e özgü gerçekçiliğin) inkar edilemez isbatı yapılmalı ve doğu bilimcilerin (müsteşriklerin) hataları tam ilmi bir seviye ile ortaya konmalıdır.
- Ben Kur"an yurdu üzerinde (Kur'ân-ı Kerim'in nazil olduğu
54
meşini tamamen okumuştum. Ve onun Kur'ân-ı Kerim ile Hz. Peygamberimiz (s.a.v) efendimiz hakkında Semûd evlerini ele alarak şüpheler uyandırmaya, yanlış bilgiler ileri sürmeye çalıştığını göz önüne koyarak, Hıcr ve Medâini Salih'deki Semûd evlerini görmeye giüniş, sonra da Nebtilerin bölgesine giderek Nebtilerin yaptıkları evleri de görmüştüm. Her ikisinin de fotoğraflarını çektim, Tcfhimül Kur'ân'm üçüncü cildinde Nebtilerin ve Scmüdlularin inşaat ve ev tarzlarını herkes görsün de aralarındaki farkı anlasın diye bunları yayınlamıştım. Scmüdlular ve Ncptilerden her biri kendi devirlerinde dağları, kayaları oyarak evler yapmışlardı. Ncbtiler, Semûdlulardan asırlar sonra ortaya çıkmışlardır. Bu bakımdan onların döneminde Semûdlulara göre dağlan oyarak ev yapma sanalı çok gelişmişti. Semûd bölgesinde bulunan evlerden bazısı öyle yapılmış ki; insan bunları görünce, onların toplantı salonu, meclis salonu olarak yapılmış olabileceğini zannediyor. Ve bir kısmı üç dört oda olarak yapılmış, herhalde bunlar oturmak için yapılmışlar. Bir kısmı da sadece küçük veya büyük bir tek hücre oda var. Ben orada mezar olarak yapıldığını gösteren hiçbir ize rastlamadım. Asırlar sonra Neptiler burayı ele geçirince onların buraları mezarları olarak kullanmış olmaları mümkündür. Ama şu anda orada mezar olduğunu gösteren hiçbir şey bulunmamaktadır.
Kitabeler ve yazı çeşidi konusunda şu iyi bilinmeli ki: Eski Sami dillerin kelimeleri ve yazılan birbirinden alınma ve birbirinin benzeri olarak sürüp gelmiştir. Semûd, Lihyan ve Ncpti dilleri ve yazı şekillerinde küçük farklar tarihin akışı içinde sürekli sürüp gelmiştir. Arap tarihini inceleyen ve araştıranlann hangi yazının hakikaten Semûdlulara, hangi yazının gerçekden Lihyanlılara ve hangi yazının kesinlikle Neptilere ait olduklanna karar vermeleri imkansız denecek kadar zorlaşmıştır. Olabilir ki daha sonra Se-mûdlulann meskenleri üzerine Nebtiler kendileri yazmışlar veya onlardan önce Lihyanlılar yazmışlardır. Ya da başlangıçta Semüdlulann kendileri bazı kitabeler yazmış da olabilir. Kati bir ifade ile
55
bunların kimler tarafından yazıldığını söyleyemeyiz. Bu konuda en geniş bilgiyi Dr. Cevad Ali İslam'dan önceki Arap Tarihi isimli eserinin 2. cildinin 313. ve sonraki sayfalarına kadar olan bölümlerinde vermiştir. Bu konuda siz, Tefhimiil Kur'ân'ın 3 ncü cildinin Şuara suresinin 99 nolu fotoğraflı izahından da faydalanırsanız, gerçeği daha net bir şekilde görürsünüz.
İNSAN İÇİNDEKİ YARATICI MADDENİN OLUŞ YERİ NERESİDİR?
- Ben bir doktorum, Tercüman-el-Kur'ân'ın Eylül ayı sayısında El-Tarık sûresinin 5. ayetten 7. ayete kadar yaptığınız tercüme ve açıklamalarını ben anlayamadım. Tercümeniz şöyle:
"Sonra insan kendisinin neden yaratıldığına bir baksın, bel kemiğinden ve göğüs kemikleri arasından çıkan akıcı bir sudan yaratılmıştır." Bunun tefsir ve izahlarını dikkatle tekrar tekrar okudum, ama anlayamadım. Bizzat müşahede sonuçları ele geçen bilgilere göre bu madde erbezinde oluşmakta ve incecik kanallar aracılığı ile büyük kanallara oradan da belde uzanan omurga kemiklerine paralel uzanan bir kanaldan geçerek yakındaki bir guddenin içine girmektedir. Gudde demek erkek mesanesine yakın olan kesecikler demektir. Sonra orada, nemlenerek (sulanarak) dışarı çıkmaktadır.
Göğüs kemikleri ile omurga kemikleri arasından çıkması işini ben anlamadım. Ama şüphesiz bunun gözetimi ve idaresi omurga ile kaburga (göğüs) kemikleri arasına bir ağ gibi örülmüş olan sinir sistemiyle yapılmaktadır, bu biliniyor. Bu da belki bir ölçüde idare ediliyor. Tamamen değil. Bu sinirlerin de idaresi beyindeki belli bir merkezle yapılmakta onu bu merkez sulandırmaktadır. Fakat sorun onun yerinden dışarı çıkışındadır ki o çıkış bir kanal-
56
57
dan geçişle olmaktadır. Benim sizden isteğim bunun yani bu ayetlerin geniş bir açıklamasını yapmanızdır.
Siz fenni bilgilere sahib olduğunuz için ve bu bilgilere değer verdiğiniz için sizi bu zahmete sokuyorum.
- Doktor olduğunuza göre; her ne kadar vücudun her organının, her bölümünün ayn ayn görevleri, fonksiyonlan bulunduğu halde yine de tek başına, kendi kendine faaliyet göstermeyip diğer organlarla işbirliği yaparak kendi işlevlerini yürütebildiklerini çok iyi bilirsiniz. Meni maddesinin oluştuğu yer şüphesiz ki erbezidir. Oradan da çıkışı ve vücudda yollar katedip merhaleler geçirmesi ve sonunda dışan çıkması da özel bir yolla olmaktadır. Ama mide, karaciğer, akciğer, kalb, beyin ve böbrek kendi görevlerini yapmasalardı bu meni maddesinin meydana gelmesi ve bir düzen içinde dışan çıkması kendi başına mümkün olabilir miydi? Yine aynı şekilde misal olarak bakınız: İdrar böbrekte meydana gelmekte ve bir kanalla idrar borusundan (mesaneden) geçerek dışan çıkmaktadır. Ama neyin tesiri ve rolü ile bu böyle olmakta. Kan yapan ve o kanı bütün bedene yayarak, dolaştırarak böbreğe ulaştıran organ görevini yapmasa tek başına böbrek kendi kendine, tamamına idrar denilen bu maddeleri kandan ayırarak mesaneye gönderebilir-miydi? Bu bakımdan Kur'ân-ı Kerim'de; bu madde omurga kemikleri ile göğüs kemikleri içinden çıkıyor denmemiş aksine bunlann arasında olan vücudun bölümünden bu madde çıkıyor buyurul-muştur. Böyle buyurulması; meni maddesinin oluşmasının ve dışan çıkışının vücudun özel bölümleri tarafından yaptınldığını reddetmek demek değildir. Bilakis bu ifadeden anlaşılıyor ki; bu teşekkül ve hareketin seyri kendi başına müstakil olarak meydana gelmekte ve Allah'ın göps kemikleri de omurga kemikleri arasında koyduğu bir sinir sistem işini bütün bir organlar topluluğunun ortak çalışması sonucu yürütmektedir. Bu bakımdan ben bütün vücudun buna katılmadığına açıklık getirdim. Çünkü eğer eller, ayaklar kesilse yine de bu sistem işini yürütecektir. Şüphesiz ki
işini yürütemez. Tıbbî açıdan eğer benim bu açıklamamda bir yanlışlık varsa lütfen bana bildirin.
Tefhimül Kur"ân'ın 6.ncı cildinin 583 ve 584 sayfalan da gözden geçirilsin.
58
59
TEFHİMÜL KUR'AN'DA 'ELHAMDÜLİLLAH'IN TERCÜMESİ
Teflıimül Kur'ân'da Elhamdülillah'in Tercümesini "Övgü Allah içindir" diye yapmışsınız. Halbuki önceki ve sonraki (halef ve selef) tercüme edicileri bunu "bütün iyilik ve güzellikler Allah içindir" diye tercüme etmişlerdir. Teflıimül Kur'ân'ın bu tercümesi biraz eksik veya mükemmel değil gibi geliyor.
- Urduca'da "Allah için övgüdür" ve "Övgü Allah içindir" arasında fark vardır. Allah için övgüdür demek şu demek olur, başkalarına övgü yapıldığı gibi Allah'a da övgü yapılır. Yani bu, övgü, hamd Allah'a da, başkalarına da yapılabilir demektir. Fakat "övgü Allah içindir" denildiğinde şu denmiş olur, övgü ve hamd; içinde taşıdığı bütün manaları ile Allah'a özgüdür, başkaları bu övgüye hak kazanamaz. Elhamdülillah sözünü açıklarken yaptığım tercümede, aynen bu anlattığım manayı açıklamaya çalıştım. Bu tarz bir anlatımı benimseyip tercih etmekle; diğer tercüme edicilerin 'bütün güzellikler Allah içindir" veya "tüm iyilikler Allah içindir" yahut da "her övgü Allah içindir" diye yaptıkları tercümelerin hepsini bunun içine almış olduk. Çünkü bizim tercih ettiğimiz tercüme, ifade ediş bakımından diğer tercüme tarzlarının ifade manalarım da içine almaktadır.
ESKİ ARAPLAR ARASINDA MUKATTAAT HARFLERİNİN KULLANILIŞI
- Tefhimül Kur'ân'da mukattaat harfleri hakkında "bu üslup cahiliyet dönemi şairleri arasında meşhur ve yaygındı da daha sonra terkedildi" diyorsunuz. Bu konuda bir kaç maruzatımız var:
1- Buna; cahiliyet dönemi şairlerinde veya hatiplerinin konuşmalarında örnek gösterebilir misiniz?
2- Buna delil olarak sahabe-i kiramın sözlerinde bir örnek bulunabilir mi?
3- Mukattaat harflerini kullanma tarzı daha sonra terk edilmişse, o zaman bu "Arabiyyün mübin = Her şeyi açıklayan Arabca bir kitap olarak..." ilahi buyruğuna ters düşmez mi?
- Mukattaat harfleri hakkında eğer geniş bir araştırma ve inceleme fırsatı bulamadıysanız o zaman Lisan-el Arab'ın birinci cildindeki (mukaltaa harflerinin açıklaması bölümü) ne bakınız. Orada her şeyden önce müfessirlerin bu harfleri bir birinden farklı yorumladıklarını göreceksiniz. Sonra ünlü dil bilgini el-Zeccâc'ın şöyle söylediğini okuyacaksınız; Arab halkı söyledikleri (telaffuz ettikleri) bir harfle o harfin bulunduğu kelimeyi kastederlerdi, bu sözüne örnek olarak şu mısrayı örnek göstermiştir:
Kültü Leha Kıfi, fekâlet Ki = O (kadın)na dur, dedim, oda (ki = (ekıfü) duruyorum dedi.
Yani (kı)dan (ekıfü) kasdedilmiştir. Aynı şekilde o şu şiiri de
60
61
örnek olarak nakletmiştir:
Nâdeytühüm in ecmaû elâ tâ Kâlû cemîan küllühüm elâ fâ Yani (Elâtâ) ile (elâ terkibûne) kasdedilmiş, (elâ fâ) ile de (elâ ferkebû) kasdedilmiştir.
Bu örneklerden de anlaşılıyor ki: bu şekilde sözlerin ifade edilmesi geçerli idi, bu bakımdan da onlar bu harflerle ne denmek istediğini anlarlardı. Bundan dolayıdır ki Kur"ân-ı Kerim'in indiği sırada hiçbir Arap bu harflerin Kur'ân-ı Kerim'de bulunmasına itiraz etmemişti. Fakat daha sonra bu kullanılma devam etmediği için Kur'ân-ı Kerim'dcki mukattaat harflerinin ne demek olduğunu yani her harfin hangi kelimenin yerini tuttuğunu belirlemek zorlaşmıştır. Bu bakımdan onların ne manaya geldiğini belirlemekte ihtilaf edilmiş ve bir tek mana ve maksad üzerinde birlik, ittifak olamamıştır.
Hala mana ve maksadlannın tam ve kesin olarak belirlenemediği bu harflerin Kur'ân-ı Kerim'de bu kadar bol miktarda kullanılmasının bu kitabın yani Kur'ân-ı Kerim'in (Arapça açık açık anlatan kitap) oluşunu engellemez mi sorusuna gelince; bunun cevabı
şudur:
Bunların manasının bilinmeyişi, Kur'ân-ı Kerim'de insan oğluna verilen hidayete 'O kitabın yol gösterici oluşuna" bir zarar vermez, bir eksiklik getirmez. Eğer bu Kur'ân-ı Kerim'in bu hidayet verici özelliğine en küçük bir eksiklik getirse en basit bir zarar verseydi, Allah'ü Tcâlâ bizzat onların ne demek olduğunu açıklardı veya Hz. Peygamber (a.s) efendimiz bu görevi yerine getirirdi.
HZ. EBU BEKİR (R.A)'İN ZAMANINDA VE
HZ. OSMAN (R.A) DÖNEMİNDE KUR'AN-I
KERİM'İN TOPLANMASI
-Tercüman-el-Kur'ân'ın Eylül sayısının Resail ve Mesail köşesini okuyunca içimde bazı konularda şüpheler doğdu ümid ede-rimki bu şüphelerimi gidererek beni rahatlatırsınız. "Düzeltme" kelimesine açık bir örnek verdiğiniz sırada şöyle yazıyorsunuz: "Kur'ân-ı Kerim değişik şeyler üzerine yazılmıştı. Rasulullah onu sureleri sıraya koyarak yazdırmak suretiyle bir araya getirip, toplattırıp yazdırmamıştı. Yemame savaşında pek çok hafız şehid oldu".
Bu sözlerden şu sorular ortaya çıkıyor:
- Hafızlar bu sureleri bir sıra ve tertip ile mi, yoksa bunu gözetmeden mi ezberliyorlardı?
- Sıraya konması Hz. Ebu Bekir (r.a) zamanında mı yapılmıştı.
- Eğer sıraya konuş Hz. Peygamber (s.a.v)'in gösterdiği sıra ve tertip idi ise düzeltme nasıl oldu?
- Kur'ân-ı Kerim'i koruma görevini Allah kendi üzerine alınıştır. Bu ne demek?
Bir diğer yazınızda da şöyle yazıyorsunuz: "Kur'ân-ı Kerim yedi harf "Arap kabilelerinin kullandığı yedi lehçe" üzerine nazil olmuştur. Daha sonra okuma farkları, "ihtilafları"ndan dolayı Hz. Osman döneminde sadece Kureyş Lehçesi ile olan ve hala bugün elde olan Kur'ân-ı Kerim nüs/ıası korunup diğerleri yakılmış-
62
63
tır." Bu ifadeden de şu soru ortaya çıkıyor. Allahu Teâlâ diğer lehçelerle yazılan Kur'an-ı nüshalarını korumayıp onların yok olmasını mı sağladı? Halbuki Kur'an Kerim'i korumayı kendi üzerine almıştı.
-Eğer aşağıdaki yazımı dikkatle okursanız, Resail ve Mesail köşesini okuduktan sonra kafanızda beliren şüpheler giderilecektir.
Rasûlüllah efendimiz İ3U,dünyadan ayrılacağı sırada Kur'ân-ı Kerim'i bıraktığı şekil şuyduf Kur'ân-ı Kerim'in tam ve sıra ile düzenlenmiş şekli onu baştan sonra eksiksiz bizzat Hz. Peygam-ber'den alıp ezberlenmiş olan hafızların zihninde idi. Yazı halinde kelime kelime Kur'ân-ı Kerim'i Hz. Peygamber şüphesiz ve kesinlikle yazdırmıştı. Ama onlar dağınık parçalar üzerinde bulunuyordu ve sıralanmış bir tertibe konmuş kitap halinde değildi. Bazı sa-habiler istedikleri kimi sureleri yazmışlardı. Buna rağmen hiçbirinin yanında tam bir kitap haline gelmiş şekli yoktu. Pek çok kimse Kur'ân-ı Kerim'in çeşitli bölümlerini de ezberlemişti. Ama Hz. Peygamber (s.a.v)'in öğrettiği tertip ve sıra ile bütün Kur'ân-ı Kerim'i eksiksiz ezbere bilenler pek çok değildi. İşte bu yüzdendir ki Hz. Ebu Bekir (r.a.) zamanında bu hafızların bir kısmı harblerde şehid olunca Hz. Ömer (r.a) eğer Kur'ân-ı Kerim'i ezbere bilenler böyle şehid olup giderlerse ve ümmetin elinde böyle parça parça yazılmış Kur'ân-ı Kerim kalırsa, tam ve sıra ile olan asıl şekli sadece o hafızların zihninde bulunduğu için, Kur'ân-ı Kerim'in büyük bir bölümü kaybolur diyerek tehlikeyi hissetti.
Bu endişe üzerine Hz. Ömer (r.a) Hz. Ebu Bekr (r.a)'e Kur'ân-ı Kerim'i bir araya toplayıp tam bir kitap haline getirmeyi teklif edince Hz. Ebu Bekir ilk anda; Rasûlüllah efendimizin yapmadığı bir şeyi ben nasıl yapar, buna nasıl cüret ederim diye yanaşmadı. Ancak sonra bunun önemini kabul edip Hz. Ömer (r.a)'le birlikte bu işi yapması için Zeyd bin Sabit (r.a)'e söylediklerinde aynı te-reddütü Zeyd bin Sabit (r.a) de gösterdi. Bu iki büyük zatın tered-
64
berlemelerine güvenmek ve bunlan bir kitap şeklinde yazdınp bir araya toplamaya özen göstermemek Hz. Peygamber (s.a.v)'in sünneti (davranışı) olmasaydı. Şimdi biz bu sünneti değiştirmeye nasıl yetkili olabiliri? Fakat daha sonra onlan ikna edip bu işi yapmayı kabul ettiren şey Hz. Ömer (r.a)'in şu sözleri oldu: "Din ve milletin iyiliği bu işin tamamlanmasında, bu görevin yerine getirilmesin-dedir." Eğer bu temel prensibe dayanarak sünnetten aynlarak bir işi yerine getirme imkanı Şeriatta bulunmasaydı Sıddıki Ekber ve Faruk-ı Azam (Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer) bu işi nasıl caiz görürlerdi. Ve bütün ümmet bunun doğru bir davranış olduğunda nasıl görüşbirliğine vanrlardı.
Ben bu çalışmayı (haşa) Hz. Ebu Bekir (r.a) ve bu işi yürüten ar-kadaşlan, Kur'ân-ı Kerim'in kelimelerinde veya tertip ve sıralanışında düzeltme yapmışlardı manasına gelen bir şekilde asla ifade etmedim.
Diğer sorunuzun cevabı ise şöyle: Kur'ân-ı Kerim aslında Ku-reyş lehçesi ile inmişti ve önceleri de bu lehçe ile okunması ve okutulması emredilmişti. Allahü Teâlâ'nın korumayı vad ettiği de buydu. Fakat Hicretten sonra Hz. Peygamber (s.a.v)'in isteği üzerine Kurcyş lehçesinden başka Araplann altı büyük ve en çok konuşulan lehçeleri ile de Kur'ân-ı Kerim'i rahatça okuma imkanına sahib oldular. Kur'ân-ı Kerim'in yaygınlaşmasında kolaylık sağlaması amacıyla geçici olarak tanınan bir gözetimdi bu. Bunun sürekli olması istenmemiş ve Kur'ân-ı Kerim'in yedi lehçe ile dünyanın her tarafına ulaşması amaçlanmamıştı. Ama şüphesiz şu bir gerçektir ki; o sıralarda Allah'ü Teâlâ'nın bahşettiği bu gözetim, Hz. Peygamber (s.a.v)'in mübarek devrinin sonuna kadar sürmüştü. Bunu nesheden (ortadan kaldıran) bir emir ne Allah tarafından gönderilmişti, ne de peygamberimizin mübarek ağzından çıkmıştı. Bu durumu Hz. Osman (r.a) Kur'ân-ı Kerim'in yedi lehçe ile farklı okunmasının halkı, özellikle Arap olmayan yeni müslüman olmuş kimseleri fitneye düşüreceğini görür görmez ortadan kaldırdı. Bu bakımdan müminlerin emiri Hz. Osman (r.a) ümmeti fitneden, Al-
65
lah'ın kitabını da ihtilafdan koruma uğruna; sadece Kureyş lehçesi ile yazılarak Kur*ân-ı Kerim'in İslâm dünyasının her tarafına gönderilmesine ve diğer lehçelere göre yazılanların da yakılmasına karar verdi. Ta ki hiçbir zaman bir İslâm düşmanı Kur"ân-ı Ke-rim'de şüphe ve tereddüt doğurmak için onları alet olarak kullanmasın. İndirilen yedi lehçeden altısını neshedip ortadan kaldırmanın büyük cesaret işi olduğu açık birşey, Eğer şeriatta bunun yapılmasına imkan olmasaydı o zaman ne Hz. Osman (r.a) böyle bir işi yapmaya cesaret edebilirdi, ne de bütün bir ümmet bunu kabul edip benimseyebilirdi. ı-
66
'SEYL-Î ARÎM' ARtM SEYLABININ ZAMANI
-1- Tefhimül Kur'ân'da siz Arim Seylabının zamanını 450 m. yılı olarak belirlemişsiniz. Bu bilginin nereden alındığı ve kaynağının neresi olduğu ise bildirilmemiştir.
2- "Kur'ân-ı Kerim indiği topraklar = Ardul Kur'ân" kitabının yayınlanmasından önce de 450'li tarih rivayetine bazı kitaplarda rastlanmaktadır. Bu bakımdanbiz "Ardul Kur'ân" kitabının yayımından sonra bu 450 tarihi ortaya çıktı diyemeyiz. Nicholson'un Arab Edebiyat Tarihi isimli kitabında da Arim Seylabının zamanı 447 ve 450'dir diye belirtilmiştir...
"• Kur'ân-ı Kerim'in çeşitli tefsirlerini (Tefhimül Kur'ân'da dahil) dikkatle okumakla anlaşılıyorki: Kur'ân-ı Kerim'de anlatılan SeyliArim (Arim Seylabı) Sebe'in ikinci tabakası ile ilgilidir. Kavmi Tiibba' denilen ikinci tabakadan olan Himyer Sebe'lileri ile ilgili değildir. Aynı şekilde Sebelilerin dağılması, başka yerlere göç etmeleri de Hz. İsa (a.s)'dan sonra değil önce olmuştur.
4- Arim Seylabı sonucu baraj yıkılmış, Sebe'lilerin bağ ve bahçeleri harab olmuş, bununla birlikte arkasından ticaret yollarını başka milletler ele geçirmiş, kabilelerinin düzeni alt üst olmuştur.
5- Eğer Seyli Arim'in oluş tarihi 450 kabul edilirse, Sebeli'lerin dağılması ve göçü de ondan sonra olmuş kabul edilmesi gerekir. Fakat Arablar (özellikle Medine-i Münevvere)'ın değişik tarihlerine baktığımızda anlıyoruz ki Sebe'in çeşitli kabileleri 450 m. yılından epey önce bütün Arabistan'a yayılmıştı. Onların kabileleri
rinden Medine'ye gelip yerleşen Ezd veya Esed üzerine Yehudi reisi Fey ton (yahud Fetyon)'un çok büyük zulümler yaptığı meşhur tarihi bir olaydır. Sonra Gassan kabilesi reisi Ebu Cübeyle bu zulümlerin öcünü almıştı. Bu olaylardan sonra ünlü Tübba'Ebü Bekir Es'ad veya Hassan bin Kelikerbi Yesribe (Medine'ye) gelmişti. (Ebü Bekir Esa'dın hükümranlık dönemi 400 m. yılından 425 m. yılına kadar devam etmiştir. Hassan'ın hükümranlığı da 425. m. yılından 455 m. yılına kadar sürmüştü). Arap tarihçiler Tübba'lı-ların ahvalini yanlış doğru uzun uzun yazmaktalar, ama hiç biri Seyli Arim olayının Tübbalılar zamanında meydana geldiğini yazmamaktadır. Eğer SeyiiArim olayının zamanı 450 m. yılı kabul edilirse arkasından, Sebe' kabilelerinin düzeninin bozulup her tarafa gidişlerini 450 m. yılından sonra kabul etmek gerekecek. Halbuki; S ebelilerin ticaret yolu üzerine çok önceden başkalarının hükümran olduğunu ve bunun onların dağılmasına sebeb olduğunu tarihden öğreniyoruz. Bu dağılmış kabilelerden bazılarının sonradan yükselişleri tamamen ayrı bir konudur. Arim Sey-labının kabilelerin dağılması ile doğrudan ilgisi olmadığı da doğrudur. Fakat Sebe' suresinde zikri geçen Arim Seylabı'nın, ifadenin gidiş ve akışından yükseliş dönemi miladdan önce 115 yılında biten Sebe'in ikinci tabakası ile ilgili olduğu açıktır. Mearib Barajı şüphesiz bundan sonra da iş görmeye devam etmiş (bunu kim tamir ettirdi, tarih bu konuda susmaktadır) Fakat 'cenneteyn = iki cennet' denilen bağ ve bahçeler tekrar gözler önüne çıkamamıştır. Mearib Barajı Sebe-i Himyer döneminde ve ondan sonra da iş görmeye devam etmiştir. 543 m. yılında bu bir daha yıkılmış, Eb-rehe onu tamir ettirmişti. En son ne zaman yıkıldığına dair değişik rivayetler vardır.
6- Bütün tarihçilerce, Sebelilerin birinci tabakasının ve ikinci tabakasının yerleşim merkezi olan şehir Mearib (Sebe') idi. Ve Arim Seylabı bu şehrin yanında inşa edilen o barajla ilgilidir. Sebe-i Hımyer'in yurdu Mearib değildi. Bu bakımdan Kur'ân-ı Ke-rim'in anlattığı (Arim Seylâbı)'nın kesinlikle Hımyerliler Sebei ile
68
ilgisi yoktur. Hımy erlilerin devletlerinin sınırını Mearib'e kadar genişlettikleri doğrudur. Ama Mearibe Hımyerlilerin yurdu denemez. Kur'ân-ı Kerim'de buyuruyor ki: Biz Sebe'in meskenindeki barajı yıkarak Seylab gönderdik. (Meskenden kasdedilen mana başşehir demek, veya Sebe'in gücünün, kuvvetinin toplandığı merkez şehir demektir)
-Bölgede ele geçen kitabelerin yardımı ile yazılan Yemen tarihinde verilen pek çok bilgiler gözden geçirildi. Ele geçen en eski kitabenin tarihi, milattan önceki 660 tarihine denk düşmektedir. Bu kitabede o larihde Mearib Barajı'nın inşasının devam ettiği anlatılmıştır. Sonra Şurahbil bin Yu'fir adındaki kralla ilgili bir kitabe daha ele geçmiş, bu kitabede; felan tarihde (bu tarih miladi 449 yılına denk düşüyor) Mearib Barajı yıkılmıştır. Fakat o yeniden tamir edilmiştir. Sonra tekrar felan tarihde (bu tarihde 450 veya 451 m. yılına denk düşmektedir) baraj fena halde yıkıldı, bundan da büyük bir felaket doğdu, büyük bir vatandaş kalabalığı uzak bölgelere göç etliler dağılıp gittiler. Sonra kral Himyer ve Hadramut kabilelerinden yardım alarak bunu tamir ettirdi) denmektedir. Bu kitabenin tarihi de 465 miladi yılına denk düşmektedir.
Bu kitabe; Mcârib Barajı'nın yıkılmasını, geniş ölçüde tahrib olmasının ve pek çok halkın yerini yurdunu terkedip uzak bölgelere göç ederek dağılmasını isbat eden ilk tarihi belgedir.
Arab tarihçilerinin anlattıklarına göre: Mearib Barajı'nın yıkılması sonucu orta ve Kuzey Arabistan'a yayılan kabileler: Ccfne oğulları (Gassân, Evs, Hazrec) Lahm, Tenüh, Tay ve Kinde v.s. dir.
Hamza Isfahanı Tarihi Sina Mülük-el-Ard ve el-Enbiya da yazdığına göre: Gassanlılann reisi Ccfne bin Amr Müzeykıya, Bizans Kralı Nestures devrinde Şam bölgesi Araplannın başkam seçilmiştir. Bu Bizans kralının asıl adı Anastasius'du ve onun saltanatı 491-518 yıllan arasıydı. Bu da gösteriyor ki: Gassanlılann yurtlarından çıkışı beşinci miladi yüz yılın ortalarına rastlamaktadır.
69
Aynı şekilde Yemen'den ayrılarak başka yerlere göç eden bir başka kabilenin devleti, Hire'de Sasanlıların idaresi altında kurulmuştu. Onların dönemi de işte bu beşinci yüz yılda idi.
Bu konuda Arapça kaleme alınmış, Iraklı Tarihçi Dr. Cevad Ali'nin lslâmdan Önceki Arab Tarihi kitabı son derece sağlam, belgesel bir kaynaktır.
70
HZ. PEYGAMBER (S.A.V)'İN ÇOCUKLARININ YAŞLARI
-Tefhimül Kur'ân 'in altıncı cildindeki Kevser Suresi tefsirinin giriş bölümü 490'ncı sayfada İbni Sad ve İbni Asakir'e atıf da bulunarak Hz. Abdullah bin Abbas (r.a)'ın şöyle bir rivayetini naklet-mişsiniz: Hz. Peygamber (s.a.v)'in en büyük oğlu Hz. Kasım'dı. Onun küçüğü Hz. Zeyneb'di, onun da küçüğü Hz. Abdullah'dı. Sonra sıra ile üç kızı Ömmü Külsüm, Fatıma, Rukiyye idiler. Onlardan ilk önce Hz. Kasım öldü. Sonra Hz. Abdullah öldü. Bunun üzerine As bin Vail "Onun soyu tükendi, artık oebter (soyu kesik) dır" dedi. Bu rivayetten Hz. Rukiyye'nin hepsinin küçüğü olduğu anlaşılıyor, ama Hz. Fatıma'nın en küçükleri olduğu meşhurdur. Hatta bu rivayete uygun olarak Hz. Abdullah Peygamberimizin çocukları arasında üçüncü sıradadır. Fakat Rahmeten lilalemin kitabının yazarı; Hz. Abdullah'ın peygamberlikten sonra doğduğunu yazıyor. Bu bakımdan İbni Abbas hazretlerinden nakledilen Hz. Peygamber'in çocuklarının yaş ve doğum sırası diğer nakillere ters düşüyor. Lütfen bunu kaynaklarından açıklayınız.
Hz. Kasım Peygamberimizin peygamber oluşundan önce doğdu ve yine önce vefat etti. Onun adı anılınca (r.a) denmesinde şeriatın hükmü nedir?
- Hz. Peygamberin çocuklarının doğum tarihlerinin sırası hakkında pek çok farklı görüşler vardır. Benim araştırmalarıma göre
71
evladlan içinde Hz. Zeyneb (r.a) en büyükleri idi. Çünkü o ta cahi-liyet döneminde Ebul As ile evlenmişti ve rivayetlerde bildirildiğine göre peygamberlikten on sene önce doğmuştu. Hz. Rukıyye bana göre en küçükleri idi. O Hz. Osmanla (r.a) evlenmişti. Hemde onunla birlikte hicret ederek Habeşistan'a bile gitmişti. Bu bakımdan onun yaşı kesinlikle 5 nci hicri yılında en az 13-14 yaşlan arasında olmalıdır. Hz. Fatıma (r.a.) ile ilgili rivayetler de göstcriyor-ki; Hz. Peygamber (s.a.v.) 41 yaşında iken o doğmuştu.
Rasulullah'ın peygamberlikten önce doğan ve küçük yaşda ölen çocuklarına 'radıyallahıl anh1 demekte bir sakınca yoktur.
I
72
KUR'AN-I KERİM HÜKÜMLERİNİN
TEFERRUATLARINDA DEĞİŞTİRME
YAPILABİLİR Mİ?
-Ben genç bir öğrenciyim. 1970 yılından beri Cemaat-i İslâmî ile beraberim, size de itimat ve saygı duyuyorum. Fakat size saygı duyulsun, başkasına da nefret duyulsun benim gözümün önünde Hz. Peygamber (s.a.v)'in şu Hadisi şerifi ölçülüdür.
"Sevgi ve nefret ölçüsünü Kur'ân-ı Kerim ve kesin sünnete göre ayarlayın." Kitablarınızı okudum. Allah'a sonsuz hamdolsun ki; o bana İslam'ı anlamayı, şuurlu olarak İslam'a uygun hayat sürmeyi ve dini ayakta tutma gibi mübarek bir hizmette çalışmayı nasib etti. Bu söze başlangıç teşkil eden cümlelerden sonra şimdi beni biraz sıkıntıya sokan konuya geliyorum. Bu beni, aniden rahatsız etmeye başladı. Bu sizin Sünnetin Temel Değeri isimli kitabınızda yazdığınız bir konudur. Bende o kitabın Mart 1970 baskısı var. Kitabda Dr. Abdül Vedüd Bey'in şu sorusu yer alıyor: (Hz. Peygamber'in dinin emir ve hükümlerini yerine getirmek "tatbik etmek" için uygun gördüğü biçimleri, herhangi dönem ve zamanın maslahat ve menfaatleri icabı değiştirmek mümkün müdür? Bu çeşit değiştirme Kur'ân-ı Kerim'in teferruatla ilgili hükümlerinde de yapılabilir mi?) Buna cevap olarak siz şöyle yazıyorsunuz: ifadelerin ve kelimelerin müsaade ettiği ölçülerde bunlarda değiştirme olabilir. Ve siz Kur'ân-ı Kerim'i de bunun içine alıyorsunuz. Kitabınızın 146. sayfasında yazdığınız soruyu ve cevabınızı tekrar bir kere okuyun. Benim anlayışıma göre bu anlayışınız Kur'ân-ı
73
Kerim'in sened kitab olma vasfını zedeliyor. Halbuki o korunmuş (her çeşit kusurdan ve dışardan gelecek tahribattan mahfuz)dur. Onun bir tek kelimesi, zerresi bile değiştirilemez. Bu karar sünnet üzerinde de aynı şekilde söylenir. Siz diyorsunuzki: Hüküm ve emre uygun şekilde değiştirme yapılır. O zaman bu kanaatinize karşı şu sorular ortaya çıkıyor:
1- Bu yazınız (Kur'ân-ı Kerim hükümlerinin teferruatlarından
ne kasdediyorsunuz?)
2- Eğer bu sözden kasdınız mübarek Kur'ân-ı Kerim ayetleri ise, o halde kendisine vahiy gelmeyen birinin bu ayette bir değiştirme bir düzeltme yetkisi olabilir mi?
3- Hz. Peygamber (s.a.v)'in bu dünyadan göçmesinden sonra Kur'ân-ı Kerim'de bir düzeltme, bir değiştirme yapılabilir mi?
4- Hatta Hz. Peygamber (s.a.v)'in kendisi, kendi isteği ile Kur'ân-ı Kerim hükümlerinin teferruatlarında bir değişiklik yapabilir mi?
5- Bu ifadeniz peygamberliğin bittiğine karşı delil yapılamaz-
mı?
6- Yazdığınız yazı hakkında Kur'ân-ı Kerim'den, Rasulullah'ın sünnetinden veya dört ehli sünnet imamlarının mezheblerinden delil gösterebilir misiniz?
7- Eğer fikrinizi isbat edecek böyle bir delil elinizde yoksa bu kanaatinizden geri dönmeye hazır mısınız?
8- Cemaat-i îslâmî çalışmalarında birferd olarak çalışmaya devam etmek için eserlerinizi okumak ve fikirlerinize ortak olmak şart mı? Yazdıklarımı doğru ve hak bildiğim için yazdım. Kitap araştırmalarım ve okumalarım sadece sizin kitaplarınızdan ibaret değil. Ama İslamî şuuru elde etmemde yüzde yüz sizin eserlerinizin etkisi var. Allah size mükafatlar lütfetsin.
- Zikrettiğiniz eserimdeki bir yerde duyulan tereddütden beni haberdar ettiğiniz için size teşekkürler. Aslında ben soruyu sorana cevap verirken onun sorusu içinde geçen (düzeltme, değiştirme)
74
kelimesini kullandım. Kendi başına bu kelime şüphesiz tereddüt ve şüphe doğurucudur, ama benim onu içinde kullandığım söz dizisini dikkatle okursanız hiçbir tereddüte düşmeyeceğinizi göreceksiniz. Benim yazımın aslı şudur:
"Kur'ân-ı Kerim hükümlerinin teferruatları olsun, ya da Rasu-lullahın kesinleşmiş sünnetinin teferruatı olsun, ikisinde de değiştirme ancak hüküm bildiren kelimelerin değiştirmeye imkan vermesi halinde olabilir veya başka bir nas hüküm değişikliğe izin veriyorsa olabilir. Bunun dışında hiçbir müslüman kendi kendim her hangi bir durumda dahi Allah ve Rasulünün emir ve hükümlerinde değişiklik yapmaya yetenekli ve yetkili göremez."
Bu yazıdaki (değiştirme) den maksad istenildiği şekilde (key-fema yeşâ) değiştirme değil, bilakis hükümden anlaşılan bir manayı bırakarak, eğer hükümde başka mana çıkarmaya imkan varsa veya özel bir durum için özel cins hükümlerde, benimsemede veya terketmede serbestlik gösteren naslar varsa o zaman bu iki hükümden birini bırakıp uygun bulunan diğerini almaktır. Ben bu iki şeye açıklık getirmek için birkaç misal veriyorum. Bakınız Kur*ân-ı Kerim'de şöyle Duyuruluyor: "Boşanmış kadınlar üç iddet süresi boyunca beklerler." Bu ayette geçen "Kuru" kelimesinin bir tür manasını fıkıh bilginlerinden bir grub, diğer tür manasını da diğer bir grub benimsemiştir. Burada bizim bir hükmü bırakıp diğer bir hükmü benimsememizin geçerli ve doğru olması, bu kelimede ikisine de imkan sağlayan mana genişliği olmasındandır.
Aynı şekilde teyemmümün hükümlerini anlatırken Kur'ân-ı Kerim'de "Yahut kadınlara dokunduğunuz zaman.." ifadesi kullanılmıştır. Bu ifadenin iki manasından birini fıkıh bilginlerinin bir grubu, diğerini de diğer grubu benimsemiştir. Bunun da geçerli ve doğru olmasının sebebi ifadeden çıkan iki mananın birini bırakıp diğerini tercih etmeye imkan sağlıyor olmasıdır.
Şimdi ikinci meselenin örneklerine dikkat ediniz: Muhammed suresinde Allah Teâlâ'nın şöyle bir hükmü var: "Sonra da ya lütfedip salıverirsiniz, ya da fidye alırsınız." Bu ayette savaş esirlerine
75
nasıl davranılacağına iki şekil gösterilmiştir. Biri; ihsan. Diğeri de Fidye. Fakat Hazreti Peygamber (s.a.v)'in bizzat uygulamasından anlaşılmaktadır ki; ihsan, fidye olmadan serbest bırakmakla da olabilmektedir, köle veya cariye yapılarak onlara iyi davranmak suretiyle de olmaktadır. Eğer peygamberimizden böyle bir örnek gösterilemeseydi, (ihsan)'m dış görünüşü ile manası sadece; savaş esirlerini, fidye almadan ihsan olarak serbest bırakılmalarıdır diye
kabul edilecekti.
Kurayza savaşının ortaya çıkması üzerine Hz. Peygamber (s.a.v) Medine'den giden müeahidlere "ikindi namazını Kurayza oğullarının bölgesine ulaşmadan kılmayın" emrini vermişti. Fakat yolda bir grup namazını kıldı, bir grup kılmadı. Namazını kılmayan grup Kur'ân-ı Kerim'in namazı vaktinde kılma kesin emrini ve Hz. peygamber (s.a.v)'in bu emri destekleyen çeşitli emirlerini bırakarak Hz. peygamber (s.a.v)'in özel bir durum için buyurduğu kesin emrine göre hareket etliler. Diğer grub da Hz. Peygamber (s.a.v)'in sözlerinden "ikindiden önce Kurayza'nm bölgesine ulaşın" manasını çıkardılar. Mademki biz vaktinde oraya yetişeme-yeceğiz vakit te geçmektedir öyleyse namazı vaktinde kılalım dediler, namazı vaktinde kılma hükmüne göre amel ettiler. Bu iki grubun hareketleri ve anlayış farklarından dolayı ayrı uygulamaları Hz. Peygamber (s.a.v)'e ulaştırılınca yüce peygamber ikisinin de davranış ve anlayışlarına yanlıştır demedi. Çünkü her iki anlayış için nass vardır. Bu açıklamadan sonra sizin sorduğunuz sekiz sorudan ilk yedisine cevap vermeye gerek kalmadığına inanıyorum. Sekizinci sorunuza gelince bunun kısaca cevabı şudur: Ce-maat-i İslâmiye girmek ve orada çalışmaya devam etmek için benim yazılanmdaki her sözümle uyuşmak zorunluluğu asla yoktur. Cemaat-i İslâmî kurulduğu gün ben bunu söylemiştim.
KUR'AN-I KERİM AYETLERİNDEN KADIYANİLERİN YANLIŞ MANA ÇIKARMALARI
- Pek çok eserinizi okudum, ama Kadıyanilerin sapık inanışlarına delil gösterdikleri ayet üzerinde görüş bildiren bir yazınızı görmedim. Araf suresinin 35. ayetinde "Ey Ademoğulları sizden peygamber size geldiğinde ..." buyurulmaktadır. Hz. Peygamber efendimize inen Kur'ân-ı Kerim'de Ademoğullarına hitap edilerek; "Sizden Peygamberler gelecek" buyurulmaktadır. Bundan da açıkça anlaşılıyor ki; Hz. Peygamber efendimizden sonra peygamberlerin gelmesine yol açıktır. Kadıyaniler böyle diyor. Bu ayeti böyle yorumluyorlar. Aynı şekilde Müminun suresinin 51. ayetinden ve "Eğer İbrahim yaşasaydı peygamber olurdu" hadisinden de kendilerine göre mana çıkararak peygamberliğin son bulmadığını söylüyorlardı. Bunlara cevap olarak ne söylenebilir?
- Araf Suresinin 35. ayetini kendinden önceki ve sonraki ayetlerden ayırarak, onların içindeki mana bütünlüğünü bozarak ileri sürülen mana; aynı ayetin önceki ve sonraki ayetlerle birlikte konu akışı içindeki manasından tamamen ayrıdır. Sonra Kur'ân-ı Kerim'de aynı konuda olan diğer birtakım ayetler vardır ki, onlardan anlaşıldığı gibi Kadıyanilerin yaptıkları bu tefsir ve izah gerçeğe aykındır. Buna ek olarak, Kadıyaniler'den on üç asır önceden beri hiçbir kimse, yukarıda zikredilen ayette peygamberimizden sonra
76
77
peygamberliğin devam edeceğinin anlatılmak istendiğini söylememiş, böyle bir anlam çıkarmamıştır. Ben bu üç problemi teker teker açıklıyorum ki bir daha Kadıyanilerin bu ayeti delil göstererek aldatmalarına hiçbir şekilde imkan ve fırsat kalmasın.
1- Araf süresindeki bu ayet aslında Hz. Havva (a.s) ve Hz. Adem (a.s) hakkında inmiş ve kendinden sonraki pek çok ayetlere kadar dizi halinde aynı konuyu işlemiştir. Ve daha sonra gelen birçok ayetlerde Hz. Adem ve Havva olayından çıkan sonuç değerlendirilmiştir. Bu konu akışını göz önünde bulundurarak 35. ayeti okursanız açıkça göreceksinizki (Ey Ademoğullan) diye hitap j ederken bu ayetin ilgisinin Kur'ân-ı Kerim'in indiği zamandaki -j kimseler değil, insanların yaratılmaya başladığı dönemdeki insan- \ larla ilgili olduğu görülecektir. Diğer bir ifade ile bu ayetin anlat- | mak istediği; yaratılışın başladığı dönemde Ademoğullanna; sizin s kurtuluşunuz; Allah tarafından gönderilen peygamberlerin aracılığı ile gönderilmiş hidayet yolunu takib etmenize bağlıdır, diye \ uyanda bulunulmuştur.
2- Bu konuyu işleyen ayetler Kur'ân-ı Kerim'de üç yerde gel- \ miş, üçünde de Hz. Adem (a.s) ve Hz. Havva (a.s) konusunda gel- 1 mistir. Birinci ayet Bakara suresi ayet no 38, ikinci ayet; Araf sure- ''* si, ayet no 35, üçüncü ayet Tahâ suresi, ayet no 123'dür. Bu üç ayetin konulan aynıdır.
3- Kur'ân-ı Kerim'i tefsir eden bütün müfessirler diğer ayetler \ gibi bu ayeti de Hz. Adem ve Hz. Havva olayı ile ilgi görmüşler ve onlar hakkında indiğine kesin karar vermişlerdir. Nitekim Allame i İbn-i Cerir Taberi ki en büyük tefsircilerdendir, kendi tefsirinde bu ayet hakkında Ebü Seyyid el-Sülemi'nin şu sözünü naklederek yazmaktadır ki: "Allah Teâlâ bu ayette Hz. Adem ve onun soyundan gelen zürriyetine bir arada ve bir anda hitab etmiştir." Râzi'de 1 Tefsiri Kebirinde bu ayeti tefsir ederken şöyle diyor; (Eğer hitap ] Hz. Peygambere olsaydı - Halbuki peygamberlerin sonuncudur - o i zaman bu ayetin manasından anlaşılan Allah Teâlâ'nm bu ayette j ümmetler hakkında kendi sünnetini anlattığı olmalıdır." Büyük ¦
tefsir alimi Alusi Rühul Meâni adlı tefsirinde diyor ki: "Bu ayette her milletin karşılaştığı olay anlatılmaktadır. Burada Ademoğulla-nndan Hz. peygamber (s.a.v)'in ümmetinin kasdedilmesi düşünülemez, burada kelime (Rusül = Peygamberler) çoğul olarak kullanıldığından dolayı zaten ayetin açık ifade tarzından ve dildeki özelliği açısından da peygamberimizin ümmeti olarak anlaşılmasına elvermez." Büyük alim Alusi'nin sözünün son bölümünde belirtilmek istenen şu: Eğer burada hitap Muhammed (a.s) ümmetine olsaydı tekrar o ümmete "Eğer sizden birgün peygamber gelirse" denemezdi. Çünkü bu ümmet içinden birden fazla peygamberin gelmesi diye bir mesele yok. "Ey peygamberler temiz nzıklardan yiyin ve iyi ameller yapın, şüphesiz sizin yaptıklanmzı ben bilirim." (Müminun, 51) ayeti de kendinden önceki ve sonraki ayetlerden ayırd edilmeden incelenirse bundan da Kadıyanilerin çıkardığı mana çıkmaz.
Bu ayetin indiği konu daha önceki ayetlerden itibaren anlatılıp gelmektedir. O konuda Hz. Nuh (a.s.)'dan alarak Hz. İsa (a.s)'ya kadar değişik zamanlardaki peygamberler ve onlann milletleri anlatılarak, her yerde ve her devirde peygamberlerin hepsinin aynı öğretiyi ve mesajı verdikleri bildirilmiştir. Onlann hepsinin yolu bir ola gelmiş ve tek bir şekilde hepsine Allah'ın lütuf ve keremi süre gelmiştir. Bunun aksine sapık ve batıl yolda olan milletler de daima Allah'ın yolunu terk ederek yanlış işlere yapışmışlardır. Bu anlatım dizisi içinde, bu ayet "Ey Muhammed (a.s)'den sonra gelen peygamberler, temiz nzık yiyin ve iyi amel yapın" manasına gelmezdi. Aksine bu ayette anlatılmak istenen; Nuh (a.s)'dan beri bu ana kadar gelen Peygamberlere Allah'ın "temiz nzık yiyin ve güzel amel yapın" emrini verdiğinin bildirilmesidir.
Bu ayetten de hiçbir tefsir alimi; Hz. Muhammed (a.s)'den sonra Peygamberlerin geliş kapısının açık olduğu manasım çıkarmamıştır. Eğer biri bu konuda daha çok bilgi edinmek istiyorsa pek çok değişik tefsirlerden bu konuyu inceleyebilir.
"Eğer İbrahim yaşasaydı peygamber olurdu" hadisinden Ka-
78
79
divanilerin kendi kafalarına göre mana çıkarmaları ve bu ayeti delil göstererek peygamberliğin son bulmadığına delil göstermeleri dört bakımdan yanlıştır.
Birincisi: Bizzat peygamberimizin bir buyruğu olarak naklettikleri rivayet senedi içinde bu hadis zayıf bir hadisdir. Hadis alimlerinden hiçbiri bunu sağlam kabul etmemiştir.
İkincisi: Nevevi ve îbn-ü Abdil Berr gibi büyük hadisciler bu hadisdeki konuyu önem verilemez kabul etmektedirler. İmam Nevevi kendi kitabı Tehzibül esmai vellugat'ında şöyle yazıyor: "Bazı kimselerden rivayet edilen; "Eğer ibrahim yaşasaydı peygamber olurdu" sözüne gelince bu batıldır, geçersizdir. Gayba ait meseleler üzerinde söz söylemeye yersiz cesaret göstermedir ve düşünüp taşınmadan büyük bir lafı ağıza almadır."
Allame İbnü Abdil Berr şöyle yazıyor: "Bunun ne demek olduğunu ben anlamadım. Nuh (a.s)'un peygamber olmayan çocukları vardı. Halbuki eğer her peygamberin çocuğu peygamber olsaydı. Bugün onların hepsi peygamber olmuş olurdu. Çünkü hepsi de Nuh (a.s)'un çocuklarıdır."
Üçüncüsü de: Pek çok rivayetlerde bunun Hz. peygamber (s.a.v) in değil de bazı sahabenin sözü olarak nakledildiğidir. Ve o sahabiler bu sözlerle Hz. peygamber'den sonra artık bir peygamberin gelmeyeceğini işte bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.v)'in oğlunun vefat ettirildiğini belirtmişlerdir. Örnek olarak Buhari'nin şu rivayetine bir göz atalım;
"Halid oğlu İsmail diyor ki: Ben Ebu Evfa oğlu Abdullah'dan; (Sen Allah'ın elçisinin oğlunu gördün mü? diye sordum da; o çocukluğunda öldü. Eğer Allah Hz. Muhammed (s.a.v)'den sonra peygamber gelmesini takdir etseydi Hz. Peygamberin oğlu yaşardı, fakat ondan sonra peygamber asla gelmeyecektir, (Buhari - Ki-tabül edeb, Babû men sümmiye bi esmail enbiya)
Buna çok benzer bir ifadeyi Hz. Enes (r.a)'de rivayet etmiştin "Eğer o (peygamberin oğlu) yaşasaydı peygamber olurdu. Fakat (yaşamaya) devam etmedi. Çünkü peygamberimiz (Hz. Muham-
med) (a.s) Peygamberlerin sonuncusudur." (Tefsiru Ruhulmeani, cüd 22 sahife 3)
Dördüncüsü ise; Varsayalım ki; sahabe-i kiramın bu açıklamaları olmasaydı, muhaddislerin bu rivayeti Hz. Peygamber (s.a.v)'in bir emri olarak nakledilmesi bakımından zayıf ve önem verilemez kabul etmemeleri de olmasaydı, yine de bu söz kabul edilemezdi. Çünkü hadis ilminin herkes tarafından kabul edilmiş olan kaidesine göre; eğer bir rivayetten, diğer sahih pek çok hadise aykın ve ters bir mana çıkıyorsa bu hadis kabul edilemez. Şimdi bir tarafta senedi sağlam rivayeiLgüçlü hadisler olsun ve bu hadislerin hepsinde açık açık, net bir ifade ile Hz. peygamber'den sonra peygamberlik kapısının kapandığı bildirilmiş olsun, diğer tarafda, bu tek rivayet bulunsun ki, bunda, peygamberlik kapısının açık olduğu manasını çıkarma ihtimali var. Şimdi bu zayıf bir rivayet karşısında diğer sağlam bütün rivayetler nasıl yok sayılır.
80
81
EKONOMİK KAYGILARDAN ÖTÜRÜ
HAMİLELİĞİN ÖNLENMESİ DOĞRU OLUR MU
VE HZ. ADEM (A.S)'fN VÜCUDU DA BUGÜNÜN
İNSANININ VÜCUDU GİBİ Mİ İDİ?
-Maruzatım şu ki; bir dostumun iki itirazı oldu, ona tatminkar tarzda cevap veremedim. Lütfen bana yol gösterin. İtirazları şöyle:
1- Üstad; Kur'ân-ı Kerim'in "Açlık korkusundan dolayı çocuklarınızı öldürmeyiniz. Biz sizi de, onları da doyururuz. Şüphesiz ki onların öldürülmesi büyük yanılgı (günah) dır." (Beni İsrail, 31' ayetini tefsir ederken insafla hareket etmemişti ve bu ayeti izah ederken siyasi amaçlarına ulaşmayı düşünerek hareket etmiştir. Çünkü ayette öldürmekden men ediş vardır. Öldürmek ise ancak canlı olan üzerinde yapılır. Canlılığın başlangıcı ise, anne karnı\ na düşen nutfedeki spermin annedeki yumurtayla birleşmesiyli olur, ve böylece canlı bir varlık ortaya çıkmış olur. Zürriyetin ço< Çalmasının önlenmesi; genellikle yukarıda belirtilen çekirdekle^ rin birleşmesinden önce olmaktadır. Öyle olunca da varlığı ortal da olmayan veya henüz canı bulunmayan bir şeyi öldürmek ne ma\ naya gelir. 1
2- Danvin'in evrim nazariyesine karşı gelenler; sadece insanların Hz. Adem'den türediği kavramı ve inancından dolayı bu nazariyeye karşı çıkmaktadırlar. Bu inancç farzedelim ki doğru, fakat Hz. Adem'in vücud yapısının hiç değişmeyip bu günün insani'
82
nın vücud yapısının aynı olduğuna dair elimizde sağlam bir kaynak var mı, bunu isbat edebilecek bir kaynak ve delil nerededir? Olabilirki; Allah'ın Hz. Adem'i yarattığı şekil, Danvin'in nazariyesine uygun bir şekil ve biçimdedir. (Yani o dönemin insanı; Uni-cellular = Hücre bileşiği olabilir.) Allah'ın emri ile önce bu bileşik hücre olarak yaratıldığı halde sonra kademe kademe gelişerek insan şeklini almış olabilir diyebiliriz.
-Bir dostunuzun itirazlarını bize göndermişsiniz, biz de size bunların cevabını veriyoruz.
1- Dostunuz Beni İsrail Süresinin 31. ayetini dikkatle okumamış, aksine kafasında önceden donmuş düşüncelerine dayanarak ayetten sadece çocuklann öldürülmesinin yasaklandığını çıkarmıştır. Halbuki bu ayette evladlann öldürülmesinin büyük hata ve günah olduğu bildirilmekle birlikte öldürmeye itici sebebin yoksulluk korkusunun da yanlış bir şey olduğu kabul edilmiş, arkasından "biz onlara da nzkını vereceğiz, size de" buyurarak, yoksulluk korkusundan dolayı çocuklann öldürülmesinin aslında Allah'a güvenmemek demek olduğuna işaret edilmiştir. Yoksa bu ilimad olsaydı size yoksulluk korkusu gelmezdi. Her ne kadar dostunuz okuyup anlama zahmetine katılmamışsa da ben bunun izahını tefsirimde yaptım. O izahımda hamileliği önlemek çocuğu öldürmektir denilmemiş, aksine yoksulluk korkusu önceleri çocuklann öldürülmesine, çocuklann düşürülmesine sebeb oluyordu, şimdi ise doğumu önlemeye sebeb olmaktadır, denilmiştir. Bu bakımdan iktisadi kaynaklann ve geçim vasılalannın daralması korkusundan dolayı nüfus planlaması yapılıp nüfusun artmasının önüne geçilmesi de bu ayete göre yanlıştır.
2- Sizin dostunuz Kur'ân-ı Kerim'den çok Danvin'e inanıyor dersem dostunuz beni bağışlasın. Bu inanışından dolayıdır ki o; Hz. Adem (a.s.)'in yaratılışı hakkındaki Kur'ân-ı Kerim'in bütün buyruklannı bir tarafa atarak Danvin'in teorisine uygun olarak Hz. Adem (a.s.)'in hücreler bileşiği bir varlık olduğunu (lüflen doğru
83
kabul etmekden sakınarak sadece) mümkün görmektedir ve bana da; Hz. Adem (a.s.)'in vücudunun bugünkü insanın vücudunun ay- ' m olduğunu gösterecek elinizde ne gibi sağlam bir kaynak vardır diye sormaktadır. Benim cevabım sudun Eğer o zata göre Kur*ân-ı Kerim bilginin sağlam bir kaynağı değilse onunla tartışmanın hiçbir faydası yoktur. Çünkü işi sadece akla ve mantığa vurursak; Hz. Adem'in vücud yapısının bugünün insanın vücud yapısının aynı olmasının mümkün oluşu Hz. Adem'in vücudunun bileşik hücre molekülünden meydana geldiği nasıl mümkünse öyle mümkündür. Mademki bu noktada eşittirler, birinin diğerine tercih edilmesi, daha fazla kuvvetli görülmesi için hiçbir güvenilir ilmi bir delil yoktur, o halde boşuboşuna neden tartışma ile vakit yitirilsin? Fakat eğer o Kur"ân-ı Kerim'i sağlam bir ilim kaynağı kabul ediyorsa birazcık zahmet ederek Bakara Süresinin 30. ayetinden 39. ayetine kadar, Araf Süresi'nin 11. ayetinden 25. ayetine kadar Hicir suresinin 26. ayetinden 42. ayetine kadar, Beni İsrail Suresinin 61. ayetinden 65 ayetine kadar bölümleri okusun ve Danvin nazariyesini yeniden bir kez daha düşünsün. Kur'ân-ı Kerim'in bu ayetlerinde Hz. Adem hakkında anlatılanların kendi düşündüğüne uyar tarafı var mı? Bununla birlikte ben sizin dostunuza bir şey daha söylemeyi gerekli görüyorum. Eğer Kur'ân-ı Kerim'i ilmin sağlam bir kay-' nağı kabul etmiyorsa ve de kendini toplum önünde müslüman olarak takdim ediyorsa, kendi vicdanına ahlakına, toplumuna karşı bundan daha büyük insafsızlık olmuş olmaz. Canı gönülden İslam'a inanmadığı halde bunu açık açık göstermeye ve söylemeye yanaşmayıp ta kendini müslümanlardan göstererek sürekli aldatmaya çalışmak doğru sözlü bir insanın işi değildir.
84
ŞEHİDLERÎN KABİR HAYATI
- /- Bakara Suresinin 154. ayetini Tefhimül Kur'ân'ın birinci cildinin 126. sayfasındaki 155 nolu haşiyesinde açıklarken, Allah yolunda şehid olanlara ölü denmemesinin sebebini, ölü denirse ci-had ruhu ölür diye göstermişsiniz. Gerçi aynı haşiyede biraz ileride; onlara ölü demek olayın gerçek yönüne de aykırıdır demişsiniz. Ama bütün yazıyı okuyunca insanda meydana gelen kanaat; cihad ruhu sönmesin diye şehidlere ölü demeyin buyurulduğu düşüncesinde olduğunuzdur.
2- Yasin Suresinin 26. ayetinin yine Tefhimin dördüncü cildinin 23. haşiyesinde bu ayet tefsir edilirken, mümin yiğidin şehid oluşundan sonraki ahvalini beyan ederken diyorsunuz ki: "Kabir hayatının varlığının kesin olduğunu bildiren ayetlerden biri de bu ayettir." Ve yine denilmiştir ki; "Berzah aleminde (kabir hayatında) ruh cisim dışında canlılığını sürdürür, konuşur, konuşmayı işitir. Neşeyi, kederi algılar. Üünya ehli ile de onun gönül bağları devam eder." Pek çok kimse, burada bir şehidin durumu anlatılmaktadır, Kur'ân-ı Kerim'de bakara Süresi'nin 154. ayetinin tefsirinin bu haşiyesinde bir şehidin durum ve ahvali neden normal ölümle ölmüş genel insanlara benzetilmeye çalışılmıştır, diyerek izahınıza itiraz etmektedirler.
- Bakara Süresi'nin 154 nolu ayetinin dikkat çektiğiniz notunda
85
"ölü demeyiniz" ifadesinin sebebini belirtirken anlatmak istediğim: Salih ve şehid kulların öldükten sonraki hayatları hakkında; onlara ölmemiştir denmesi bizim dualarımızı işittiklerinden dolayıdır diye inanan halkın düşüncesini düzeltmek, yanlış anlayışını islah etmekti. Halk öyle zannediyor ki; sanki şehidlere ölmemiştir denmesi bizim dualarımızı ve kendilerine hitaplarımızı duymalarını gerektiriyor. Halbuki Allah Teâlânın onlara ölü denmesinden alıkoyması ve hayatta (canlı) olduklarını isbat etmesi, kafirlerin ve münafıkların sözlerini reddetmek içindir. Onlar demişlerdi ki: "Eğer yanınızda olsalardı ölmezlerdi de, öldürülmezlerdi de." Ve "Eğer sözümüzü dinleselerdi öldürülmezlerdi" böyle sözler söyleyerek iman ehlinde korkaklık, cesaretsizlik meydana getirmeye çalışıyorlardı. Yoksa bizzat Kur'ân-ı Kerim'de şehid olmakla bedeni hayalın kesinlikle öldüğü bildirilmiştir: "Öldüğünüzde, ya-hud öldürüldüğünüzde şüphesiz Allah'ın huzuruna getirileceksiniz" Ama gerçekte bu ebedi bir hayattır. "Bilakis onlar diridirler, Rablerinin huzurunda nzıklandınlırlar." Bu manada onlara ölü denmesini olayın gerçek yönüne tersdir diye belirttim, çünkü onların kabir hayalında ve uhrevi hayatında diri oldukları gerçektir.
Yasin Suresinin 23 nolu haşiyesini eğer siz Bakara Suresinin 55 nolu haşiyesi ve Ali İmran Suresinin 158 nci ayeti birlikte okursanız görecek ve anlayacaksınız ki; şehidlerin hayatı (diri oluşları) aslında kabir hayatı (kabirde diri oluşlan)dır. Yoksa ruhun vücud-dan aynlması yönünden diğer insanlar nasıl ölüyorlarsa aynı şekilde şehidler de ölüyor. Bu yüzden onların bıraktıkları miras dağıtılıyor, dul bıraktıkları kadınların evlenmesi caiz oluyor. Fakat onlara ölü denmesinin menedilmesinin sebebini ise yukarıda anlat-J tim.
BOĞULAN FÎRAVUN'UN CESEDÎ
- Lütfen "Bizde bugün seni cansız bedeninde denizden yüksek bir yere atacağız ki arkandan gelenlere bir ibret olasın" (Yunus, 92) ayeti üzerindeki bir iki tereddütümü gideriniz. Allame Tantavi Cevheri, M Nursi bu ayet üzerinde inceleme yaparken şöyle yazıyor:
Kızıldenizde boğulan Firavun'un cesedi 1900 senesinde bulunmuştu. Araştırma yapan zat çeşitli delilleri ve ilgili işaret ve izleri göstererek bu cesedin o Firavun'a ait olduğunu dünyaya ilan etmişti. Fakat Allame Tantavi o delillerin ve izlerin neler olduğunu yazmıyor. Siz de tefsirinizde ancak bir tek delili yani Firavun'un vücudunu kaplamış olan deniz tuzunu yazıyorsunuz. Eğer başka deliller biliyorsanız veya bu delil ve izleri belirten bir kitab olduğunu biliyorsanız lütfen bize bildirin.
Sizin söylediğiniz Firavun'un vücudunun deniz tuzu ile kaplı olması acaba onun mumyalanması olmasın! Eğer mumya ise bu deniz tuzu nasıl kaldı? Bu cesedbir ehramda mı bulunmuştu? Yoksa normal bir mezardan mı çıkmıştı? Bu yer Kahire'nin ne tarafında ve ne kadar uzağındadır?
- Boğulan Firavun hakkında ben daha çok Louis Golpingi'in seyahatnamesi olan (İn the steps of moses the Lavvgiver) adlı kitap-dan bilgi aldım. O bu araştırma ile ilgili seyahatnamesinde şöyle
86
87
diyor: Firavun Ramses II, aslında Hz. Musa'nın kendi döneminde doğduğu Firavun'du. Ve onun îsrailoğullan'na yaptığı zulümleri meşhurdur. Bu bakımdan ona (zalim Firavun) denmiştir. Hz. Musa'nın kendi döneminde peygamber olarak gönderildiği ve Kızıl Deniz'de boğulan Firavun ise Ramses H'nin oğlu (Meneptah) Firavundu. (Ansiklopedia Britanica da bu isim Mesneptah olarak geçmektedir). Golding'in kitabı ve Britanica'nın Egypt başlıklı maddedeki yazıda, şöyle denilmektedir: (Thebes) deki mezarlar mabedinde 1896 senesinde Flenders Petric'in ele geçirdiği bir sütun üze-J rinde onun kendi döneminde başarılan işler sıra ile yazılmıştır. İs-' railoğullannın Mısır'da bulunuşlarının ilk tarihi belgesi bu sütı ' larda görülmüştür. Britanica'nın Mummy maddeli yazısında anla-i tıldığına göre: 1906 yılında İngiliz Otopsi uzmanı Sir Grafton El hot Smith mumyalan açarak onların nasıl ve ne ile mumyalandığı^ m incelemişti ve 44 tane mumyayı bu araştırmaya tabi tutmuştu Golding diyor ki: 1907 senesinde Smith, Meneptah'ın cesediı bulduğunda üzerindeki sargılar açılınca daha önce hiçbir mumya da görülmeyen bir tuz tabakasının olduğu hayretle herkes tarafı; dan görüldü. Golding bundan başka sözüne devam ederek şöyl< diyor: Bu Firavun acı göller (Bitter Lakes) de boğulmuştu ki buı göller o zaman Kızıl Denizle birleşik olarak bulunuyordu. Daha ileride de şöyle diyor: Sina yarımadasının batı kıyısında yerli halkın Firavun dağı dediği bir dağ vardır. Bu dağın eteğindeki bir mağarada son derece sıcak bir su kaynağı vardır ki halk buna Fira-vun'un hamamı der, ağızdan ağıza anlatılan rivayetlere göre Fira-vun'un cesedi burada bulunmuştur.
Ben bu bilgilerden şu kaanate ulaştım; Tuzlu göllerde boğulduktan sonra Firavun'un cesedinin şişerek denizin üzerinde yüzmesi ve Firavun hamamına gelmesi uzun zaman almış olmalı ve bu süre içinde deri pek çok tuzu emmiş olmalıdır. Bu tuz onun cesedi ; mumyalanırken dışarı çıkarılamazdı. Üç bin sene içinde bu tuz git! gide vücudundan çıkarak bir tabaka olarak dondu. Sargılar açılmadan bu tuzun vücud üzerinde donup kalmış olduğu görülmüştür.
88
MÎRAC SIRASINDA HZ. PEYGAMBER (A.S)E NE GİBİ TALİMAT VERİLDİ
- İsrâ ve Miraç olayı ile ilgili çıkan yazınızı okuyunca kafam bazı sorulara takıldı, bunları sıra ile aşağıya alıyorum. Ümid ederim ki beni gereken bilgilerle uyaracaksınız.
Bu olayın iki amacı olduğunu açıklıyorsunuz: Amaçlardan birinin, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e kainatın gizliliklerini göstermek, esrarım müşahede ettirmek için Kur'ân-ı Kerim'in (onun rabbinin büyük ayetleri = kudretinin alametleri) diye belirttiği varlıkları göstermekti. Diğer amaç da; Allah Teâlâ Hz. Peygamber (s.a.v.)'i huzuruna celbederek islâm toplum düzeninin kurulmasında bir takım temel hidayet meselelerini vermeyi istemesiydi.
- Şüphesiz ki Kur'ân-ı Kerim'den miracın bu iki maksadı da bilinmektedir. Ama dikkat edilmesi gereken bir yön de şudur, eğer birinci amaç Hz. Peygamber büyük ayet ve işaretlerin gösterilme-side idi ise o zaman Sidretül Mümteha'ya kadar olan mesafede bu amaca ulaşılmıştı. Hz. Peygamber diğer meleklerle birlikte Hz. Cebrail'i ikinci bir kere kendi asıl şekli ile görmüştü. Peygamberlerle tanışmıştı. Ceza ve mükafatın değişik şekilleri gösterilmişti. Beytül Ma'mur, Cennetül Meva ve Cehennem gibi yerlerin müşahedesi yaptırılmış, Rasulullah'a gösterilmişti. İşte bu yüzden bu amaç için artık görünen alemin sınırlarını aşarak gayb alemine
89
adım atmaya pek öyle bir ihtiyaç yoktu. İkinci amaçla ilgili olanların yerine gelmesi için huzuru ilahiye ulaşma şart değildi. Bütün Kur'ân-ı Kerim'in Arabistan topraklan üzerinde Hz. Peygamber'e inmesi mümkün olduğuna göre bu ilahi huzurda Hz. peygamber (s.a.v.)'e verilen şeylerin vahiy ile nazil olmasına mani olan neydi? ;
Aslında bu iki amaca ek olarak peygamberimizin miracının j üçüncü bir amacı da Kur'ân-ı Kerim ve hadislerle sabittir. O da Allah Teâlâ'nın Hz. Peygamberi yakınlık makamının en yüksek noktasına ulaştırarak o özel duygulan, varlık aleminin sözlerle anlatılamayan sırlarını ve rumuzlarını göstermeyi istemesidir. "Ve kulu (Muhammed)'na vahyettiği şeyleri vahyetti." ifadesi bu maksada işaret etmektedir Vahyedilen şeylerin sözlerle anlatılmaması üze- { rinde düşünülecek bir husustur. Bu özel vahye (gayri metluv = Sö- ¦] ze geçirilemeyen vahiy) demekte ve Cebrail'in ulaşmasına izin ve- * rilnıeyen bilgileri de içine aldığını söylemekte haklı olabiliriz. Bu durumda celiy vahiy ile özel vahyin öğretisinde ne bir tezad olur, ne de celiy vahiy üzerine hafıy vahyin tercih edilmesi diye bir sorun ortaya çıkar.
Miraç olayında Allah'ı görme işi ile ilgili noktaya gelince; insanların bu konuda lüzumsuz tartışmalara saplandığını düşünüyorum. Ahirette mümin kullann Mevlayı görecekleri kesin olduğuna göre Hz. Peygamber'in Cemalullahi görmesine hayret edilmesi ne demektir. Hz. Aişe (r.a)'nin "O Allah'ı gözler göremez" ayetinden, bu göz ile cemalüllahın görülemeyeceğini söylemesi bu dünya ale- ı mi ile ilgilidir, gayb alemi diğer adı ile ahiret alemi ile değil. Siz de ] bizzat Tefhimül Kur'ân tefsirinizde bu konuya açıklık getirerek di- ' yorsunuz ki; Allah Teâlâ'yı müşahade etmenin göz denen bir aletle olması şart değil, Allah dilerse kalb yahud kalbden daha başka bir şeyle de müşahede şekli yaratmaya gücü yeter.
Allah Teâlâ'nın Peygamberini Sidretül Mümteha'dan daha da ileriye çağırarak en son yakınlığa ulaşmayı lütfettiği doğrudur. Fakat orada Hz. Peygamber'e ümmetinden gizleyeceği bir takım sır-
90
lann verildiği ise yanlıştır. Ona verilen gayıb alemi ile ilgili bilgileri gizleyerek onlan kendisi ile sınırlayan bahillik (cimrilik) yapan biri değildir, Bu mesele Cinn suresinin son iki ayetinde anlatılmıştır ki manalan şöyledir: Allah kendi sevgili peygamberine, kendi gayb alemine ait verdiği bilgi peygamberliği ile getirdiği gerçekleri rahat tebliğ etmek içindir. Bu aynı zamanda Maide suresinin 67. ayetinde anlatılarak şöyle buyurulmuştur. Ey Peygamber sana ne nazil olmuşsa onlan insanlara anlat (Tebliğ et). Sahih bir hadis-i şerifde anlatıldığına göre; Hz. Ali (r.a.)'den: Sana Hz. Peygamber gizli hiçbir bilgi verdi mi diye sorulduğunda Hz. Ali (r.a.) minberde herkese karşı bunu red ederek kılıcının kını içine koyduğu bir kaç sert ahkamı çıkararak Hz. Peygamber'den duyup yazdığım yazılar ancak bu kadardır, diyerek bu yazılan okudu.
Sözlere geçirilen (sözlü) vahiy dışında eğer o miracda Hz. Peygambere sözlü olmayan vahiyle birtakım talimatlar verildiyse o mutlaka İslâm düzeninin uygulanması ve hak dini ayakta tutmakla ilgili hikmetler olabilirdi ki bunu açıklama fırsatı hicretten hemen sonra Hz. Peygamber (s.a.v.)'in eline geçecekti. Bu hikmet; Hz. Peygamber (s.a.v.)'in on sene boyunca Medine-i Münevvere'de elde ettiği başanlannda da görülmektedir ve bu hikmet kendini, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sahabesini eğitip yetiştirirken verdiği emirlerde, hükümlerde, yasaklarda, öğütlerde, tavsiyelerde de kendini gösterir. Ümmetden gizlenerek özel kişi veya kimi şahıslara söylenen sırlann, rumuzlann, zevklerin, cezbelerin olduğu hadislerde ve sünnette hiç rastlanmamaktadır.
Cemali ilahiyi bu göz ile görmeye gelince: Hz. Peygamber (s.a.v.)'in muteber hadislerine göre bunu peygamberimiz reddetmiştir.
91
DİN İLE ŞERİAT ARASINDAKİ İLGİ VE HACDA KURBAN KESME MESELESİ
- Tefhimül Kur'ân'ın dördüncü cildinde Şûra Sûresinin 20. ayetinin açıklamasında şöyle yazıyorsunuz:
"Kimi kimseler şöyle bir görüş^içindeler: Bu dinden maksad seri emirler ve kanunlar değildir, aksine sedece Allah'ın birliğine, ahirete, kitabına, peygamberlerine inanmak ve ibadet emrini yerine getirmek veya en fazla bütün peygamberlerin şeriatında bulunan büyük ahlaki temelleri uygulamaktır. Fakat bu görüş sadece basit bir bakışla dinin bir olduğu, yani bütün peygamberlerin getirdiği hak dinin Tevhid inancını işlediği halde, şeriatların ayrı ayrı oluşuna bakarak varılan yüzeysel görüştür. Bu öyle tehlikeli bir görüştür ki eğer bu düzeltilmezse daha ileride, Saint Paul'ün ileri sürdüğü şeriatsız din görüşünü ortaya koyup Hz. İsa (a.s.)'nın ümmetini mahvolması sebebi olan din ve şeriat ayrımına varılacaktır."
Bundan sonra sizKur'ân-ı Kerim ayetleri ile isbat ederek dinden maksadın sadece imanla ilgili maddelerin olmadığını, seri hükümlerin de buna dahil olduğunu ve ümmeti Muhammed'e verilen şeriatın bu devir için din olduğunu, onu ayakta tutmanın dini ayakta tutmak olduğunu belirtiyorsunuz. Bu konuda benim sizden ricam Risale-i Diniyyat kitabınızdaki altıncı bölümde açıkladığınız din ve şeriat arasındaki fark kısmını tekrar gözden geçirip dü-zetmeniz.
2- Cemaatiniz mensublarından biri bir toplantıda şöyle dedi: Muhterem üstad; tefsirinde, eğer bir kimse Hac esnasında hacdan önce Umre yaparsa kurban kesmesi gerekir diye yazıyor. Tefhimül Kur'ân'ın 1. cildinin Bakara suresinin 196. ayetinin tercüme^
ya-
i o bölümü buraya alıyorum: "O halde sizden kim hac zamanı gelinceye dek Umreden faydalanırsa gücü nisbetinde bir kurban kessin..." Bunun manası Umreden hemen sonra kurban kesilmesi değil, ancak temettü ve kıran haccında kurban kesmek vacib olur diye anlatmaya çalıştıysam ve sizin 212 nolu notunuzun son tarafında yazdığınız hac zamanı gelinceye kadar Umreden faydalanma konusuna getirdiğiniz açıklamalarınıza dikkatlerini çektiysem de onları ikna edemedim. Açıklamalarınızın yeterli ölçüde olmadığını söylediler. Eğer uygun görürseniz bu yanlış anlamaları gidermek için o konuya biraz daha açıklık getirme lutfunda bulununuz.
- Şura suresinin 20 nolu açıklamasında eğer tamamen iyice okunursa Risale-i Diniyyat da din ve şeriat farkı üzerine verilen bilgi yeterli olduğuna inanıyorum. Böylece yazıyı tekrar gözden geçirip bir düzeltmeye gidilmesine gerek görülmeyecektir. Özellikle 490 ncı sayfadaki şu bölümü okuyun: "Hangi peygamberin ümmetine olursa olsun Allah'ın o ümmete verdiği şeriat onlar için bir dindi ve o peygamberlerin döneminde o şeriatın hakim olması istenmişti. Şimdi ise efendimiz Hz. Muhammed (a.s)'in peygamberlik dönemi olduğuna göre ümmeti Muhammed'e verilen şeriat bu devir için dindir ve onu hakim kılmak kesinlikle dini hakim kılmaktır."
Risale-i Diniyyat'ta anlatılan şu; bütün hak dinlerde imanla ilgili konu daima ortak ve aynı olagelmiş, şeriat bölümü ise değişik zamanlarda değişik peygamberler aracılığı ile durumların şartların gereğine göre değişik olagelmiştir. Risale-i Diniyyat kitabı ise daha çok dini bilgileri kıt plan, yeni öğrenmeye başlayanlar göz önüne alınarak yazıldığı için Şura suresinde verilen geniş bilgi orada verilemezdi.
Bakara suresinin 196. ayetinde üç hüküm ayrı ayn olarak bildirilmiştir. 1- însan hac veya umre yapmak için ihram giymiş olur da sonra da herhangi bir engelden dolayı kabeye varamazsa o kişinin
93
hedy kurbanı kesmesi gerekir. Ve hedy kurbanını kesinceye kadar da ihramdan çıkmaması gerekir. 2- Eğer bir insan hastalıkdan dolayı hacamat yaptırmak (kan aldırmak) zorunda kalsa hacamat yaptırır ve fidyesini öder. 3- Eğer bir engel bir mecburiyet ortaya çıkmaz da kişi Kabe'ye ulaşırsa o zaman Temettü veya Kıran haccı yapması hem de kurban kesmesi gereklidir. Ama şüphesiz ki ifrâd haccı yapması halinde kurbana gerek yoktur.
MİRAÇ GECE Mİ OLMUŞTU GÜNDÜZ MÜ?
- Geçenlerde hapishaneye ziyaret için gitmek nasib oldu. Değişik kafa ve görüşden insanların amaç ve sevgi birliği içinde bulunduklarını gördüm. Kur'ân-ı Kerim dersi ve cemaatle namaz kılma gibi güzel düzenlemelere gidilmiş, fakat ne yazık ki; orada bile dini teferruatla ilgili meselelere müptela insanlar var. Benim sorumluluğumda olan bölümde üç ayrı grub olan Deobendli, Be-relvili, Ehli Hadisci kişiler görev almışlardı. Alimlerle buluşarak bir tek cemaat üzerinde birleşilsin diye bazı dostlarımla istişare ettim. Nitekim ilk önce Deobendli alimin yanına gittim. O benim İslam cemaati üyesi olduğumu biliyordu. Daha tanışma ve konuya girme konuşmaları yapıyorduk ki hemen sizi konu edinerek üstad Mevdudi, diye karşı çıkmaya başladı ve dedi ki: Tercüman dergisinin son sayısında geçen gün miraç olayının güpegündüz olduğunu yazdı. Halbuki Kur'ân-ı Kerim'in anlattığına göre bu olay gecenin bir bölümünde meydana gelmiş ve hadis ile de sabittir ki miraç yatsı ile sabah namazı arasında olmuştu. Ben bu konuda bilgim olmadığını söyledim. Nitekim namaz bir araya toplayıcıdır misali sözlerle konuşma bitti ve konuşma daha ileriye gitmedi.
Hapishaneden döndükten sonra Tercüman'ın son sayısına baktım Ocak 1977 sayısının 10 ncu sayfasında şu yazınızı gördüm:
".....Hz. Peygamber Efendimizin bu müşahedesi (gözleri ile
bizzat bakarak görmesi) karanlıkta, veya murakabe halinde yahut
94
95
rüyada, yahut da yarı uyanık vaziyette değil de aksine sabahın parlak ışıldan doğmuş açık bir fezada ve gündüzün bütün aydınlığı içinde gözleri ile bir insanın dünyadaki bir manzarayı seyredip gördüğü gibi idi."
Anlaşıldıki hoca efendinin itirazı bu yazı kesitine idi. Bu noktaya açıklama getirirseniz daha iyi olur zannederim.
- Miraç konusunda ben bu sözleri ne söyledim, ne yazdım ne de kafamdan onun dediği manada bir düşünce geçirerek Miraç olayının gündüz meydana geldiğini ilen sürdüm. Tefhimül Kur"ân'ın 2. cildinin Beni İsrail Sûresinin ilk ayetinin tercümesi ve onun üzerinde yapılan benim geniş tefsir ve açıklamalarıma bakınız. O yazıdan bana göre miraç gece mi olmuştu, gündüz mü anlayacaksınız.
Necm Sûresinin 4. ayetinden, 12. ayetine kadar olan bölümde Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Cebrail (a.s) ile ilk buluşmaları anlatılmıştır ki bunun miraçla hiç alakası yoktur. îşte ben o konu ile ilgili olarak; bu görme ve görüşme gündüz aydınlığında ve tam bir uyanıklık hali içinde olduğunu yazmıştım. Tefhimül Kur'ân'ın 5. cildinde (188-189 ve 193-200 sayfalan arasında) bunun bütün açıklama ve izahları mevcuttur.
Ocak ayı 1977 sayılı Tercüman-el-Kur'ân 10. sayfasındaki yazıya gelince; onun başlığı "Yer yüzünde Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Cebrail (a.s) ile ilk görüşmesi" dir ki; bu başlığın kendisi, o görüşmenin göklerde olan görüşme olmadığım gösteriyor. Bu konuyu tümüyle okuduğunuz zaman anlayacaksınız ki; miraç konusunda bu bahsin açıklaması sadece, bu tip normal üstü müşahede ve görüşmeler üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şüpheye düşmemesinin sebebinin ne olduğudur. Bundan biraz daha ileri de sayfa 13'de Sidretül münteha da Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Cebrail (a.s.) ile ikinci görüşmesi anlatılmaktadır. Onu da okuyarak anlatılanların neyi açıkladığını görünüz.
Aslında o tip insanların, bir kimsenin yazısında bir fıkrayı ala-
96
rak yazının tümünden ayırıp değişik manaya çekerek o kişiyi suçlamaları adetleridir. Bu kişi diğer yazılarında o konuda ne demektedir, başka neler yazmıştır hiç araştırmazlar. Eğer böyle bir inceleme ve araştırma yapsalar kendileri de görecekler ki yaptıklan suçlama bir yalan ve iftiradır.. Varsayalım ki vaktimiz yoktu da araştırma yapamadık diye özür dilerlerse o zaman onlardan, başkalarına suçlamalarda bulunup bunu etrafa yaymayı, bu işi mutlaka yapmalısınız diye size kim emretti diye sorunuz.
, 97
İLİM VE TEKNİĞİN İLERLEMESİNDE KUR'AN-I KERİM'İN ROLÜ
TAAMÜL MİSKİN (YOKSULU DOYURMA) NE DEMEKTİR
- El-Hâkka ve Maun sürelerinde geçen "veleyehuddu ala taâ-mil miskin" ayetinin tercümesi iki surede de ayrı ayrıdır. Bir yerdeki tercümede yoksula yemek yedirmek diye geçerken diğer yerde yoksula yemek vermek diye geçmektedir. Bu farkın sebebi nedir?
- Taam kelimesi Arapçada "yemek" manasına da gelmektedir.! Yenecek şeyi itam manasına da kullanılmaktadır. *
Önceki mana açısından Taâmülmiskîn demek "yoksulun yemeği" demektir. Ve bundan da kendiliğinden yoksula verilen yemek yemeğidir manası çıkar. Gücü olanların yemeğinde onun yemeği bir hakdır, ve onun verilmesi gereklidir. Bu da Kur'ân-ı Ke-rim'de bir başka üslupla anlatılarak şöyle buyurulmuştur: "Onlanr mallan içinde dilenen kişinin ve yoksulun da bir hakkı vardır."
İkinci mana açısından ise ne demek istendiği açıktır. (Vela Ye huddu alâ Taâmilmiskîn)'in manası buna göre de şeyle olur: YokH sula yemek yedirmeye o kimseyi teşvik etmez. '
98
- Müslüman olarak iman ediyorum ki: Kur'ân-ı Kerim bize hayatın her konusunda yol göstermektedir. O halde ilim ve teknikte ve yepyeni ilmi sırları bilip bulmakta da elimize öyle bir takım izler ve işaret geçmektedir ki bunların yardımı ile müslümanlar bu sahada ilerleyerek insanlığın kurtuluş ve saadetine ve kendi savunmalarına da yardımcı olabilirler. Boş vakitlerimde uğraşarak Kur'ân-ı Kerim'den bazı böyle sırları bulmaya çalıştım. Henüz en alt kademede bir atom enerjisi mühendisi ve ilim adamı olduğumdan dolayı bütün bunları kendi bakış açımdan ve kendi nazariyemden anlamaya çalıştım. Bu balamdan bunun en doğru manasını anlamak ve ne demek olduğunu açıkça bilmek için lütfen bu ayetlerin manasını bana anlatınız ki ben kendi araştırmalarımı tekniğin bu bölümünde doğru kullanarak müslümanlar için yeni bir şey icad edebileyim.
1- HM Sûresi; ayet 94 - 95
2- El-Hicr Suresi, ayet 83-84
3- El-Müminun suresi, ayet 41
4- Yasin suresi, ayet 38-39
5- Sâd suresi, ayet 14-15
6- El-Hakka Suresi, ayet 12,3,4,5,13,14,15
7- El-Karia Suresi, ayet 1,2,3,4,5
Bunlardan başka daha birçok ayetler var ki onları daha sonra
99
bildireceğim. Bu ayetler yardımı ile biz atom şualarım, atomun durumunu, yeryüzünün hareketini ve ses v.s.nin birbirinin arasındaki etkileşmeyi, birbirine yaptığı etkiyi araştırabiliriz.
- İlmi araştırmalarınız hakkında benimle görüşmeye geldiğinizde ben biraz rahatsız olmamdan dolayı uzun boylu konuşmayacağımı bildirerek özür dilemiştim. Ondan sonra yazıhaneme bıraktığınız mektuba yine bu yüzden uzun süre okuyup cevap verememiştim. Bugün sizin bahsettiğiniz ayetler hakkındaki sorularınıza özet cevap veriyorum.
1- Hud suresinin 94-95 nolu ayetleri Hz. Şuayb (a.s) ve onun ümmeti hakkında inmiştir. Hz. Şuayb (a.s.)'ın ümmetine azabın iniş şekli; bir (sayha) onlan kavramış ve onlar mahvolmuştur diye belirtilmiştir. Sayha: Arapçada şiddetli çığlık, bağırma veya gök gürültüsüne denir. Ben bu kelimeyi yer ve olayı göz önünde bulundurarak "şiddetli patlama sesi, gümbürtü" diye tercüme ettim. Bundan şu anlaşılıyor ki; normal üstü müthiş bir ses insanları ve şehirleri mahvetmeye yetiyor. Bunun tecrübesi de uzun zamandan beri bu dünyada olmaktadır. Bu "sayha" kelimesi kıyamet anlatılırken Yasin suresinin 49. ayetinde de geçmektedir ve bu kelime Kur*ân-ı Kerim'de "Sûr" kelimesi ile de anlatılmaktadır. Mesela Zümer sûresinin 68. ayetinde gün "o gün sur*a üflenecek de yeryüzünde ve gök yüzünde ne varsa ölerek düşecek" buyurulmuştur. Kur'ân-ı Kerim'in çeşitli yerlerinde bu konuda geçen ayetlerden anlaşıldığına göre bu iki ses çeşiti arasında fark şudur: Bir şiddeüi ses ve gürültü vardır ki o belli ölçüde bir bölgede şiddetle duyulduğunda o bölgenin insanlarını mahveder. Diğer bir çeşit şiddetli ses daha vardır ki; o sadece bütün yer yüzünden duyulmakla kalmayacak hatta göklere yükselip bütün yaratıkları yok edecektir. Her şeye rağmen bununla sesin şiddeti tahmin edilmekte ve o sesin sadece kulakları patlatmakla kalmayacağı her şeyi mahvedeceği anlaşılmaktadır. Bu fark sadece hava vasıtasıyle meydana gelen ve eşyaya etki yapan sesin şiddetine bağlı değildir. Kıyamet günü üfle-
100
necek olan sui'un sesinin hava aracılığı ile değil de daha başka bir madde ile şiddetinin artması gürültüsünün yükselmesi mümkündür. Çünkü onun etkisi sadece yer yüzünde olmayacak aksine yer yüzünü aşarak gökleri kuşatacaktır. Hava ise yeryüzünü kuşatan sınırlı bir dairede bulunur, daha ilerideki uzay boşluğunda yoktur.
2- El-Hıcr süresindeki 83 ve 84 nolu ayetler Semûd kavmi (es-habı - Semûd) ile ilgilidir. Bu ayetlerden öncede 73 nolu ayette Lut kavmine de gelen o azab için "sayha" kelimesi kullanılmıştır. Bunu yukarıda açıkladım. 73 nolu ayette Lut kavmi hakkında Sayhanın yaptığı etkiler anlatılırken, şehirlerinin alt üst olduğu bildirilmiştir. Bu, sesin insanları helak etmekle kalmayıp o milletlerin şehirlerini dahi alt üst eden gücünü gösteriyor. 83 ve 84 nolu ayetlerin ilgili olduğu konuya gelince; Ben bizzat Semûd kavminin yerlerini gördüm. Orada bölgenin bütün dağlan eteğinden tepesine kadar darmadağınık olmuştur. O dağlan bile parçalayan onlan ya-nk yank hale koyan bu sesin şiddeti bunlarla tahmin edilebiliyor.
3- Müminun suresinin 41. ayeti de Semûd kavmi hakkındadır. Bu ayette "sayha"nın meydana getireceği tahribat o ölçüde anlatılmıştır ki; "Biz onu dağınık bir sel çöpü haline getiriverdik" buyruğu ile o sesin gücü, şiddeti ve dehşeti anlatılmış ve o sesin sadece insanı mahvetmekle kalmayıp vücudunu da parça parça ettiği belirtilmiştir.
4- Yasin Sûresinin 28 ve 29. ayetleri Kur"ân-ı Kerim'de adı belirtilmeyen bir kavim hakkındadır. Onlar da "sayha" ile helak olmuş ve sayhanın onlar üzerindeki etkisi şöyle anlatılmıştır "bir de ne göresin ki onlar birden sönüp kalmışlardır." Diğer bir ifade ile, onlann hayat fonksiyonlan yok olmuştur. Olabilir ki; "Hamidûn" kelimesi ile anlatılmak istenen; onlann vücudlannın harareti son bulup bu yüzden onlar ölmüş olmalıdır.
5- Sad suresinin 14 ve 15 nolu ayetlerinde Mekkeliler tehdid edilerek; eğer iman etmezler inanmazlar veya Allah'ın elçisini ya-
101
tonlamaya ısrarla devam ederlerse onlara da diğer milletlere geldiği gibi bir "sayha" gelecekki ondan başka bir sayha olmayacaktır, diye korkutulmuşlardır. Yani şu denmek istenmiştir, bir tek sayha onların mahvolup yok olmasına yetecek başka bir sayhaya gerek kalmayacaktır. (Maleha min fevak)'in diğer bir anlamı da; bu sayha ile onların mahvolması devenin sağılması sırasında bir sağış ile ikinci bir defa sağmak için memeyi çekiş arasındaki zaman kadar vakit geçmeyecek demek de olabilir. Bu şekilde anlatılması; Araplara bu sayhanın sesinin şiddetinin onları birden mahvedeceğini, yere düşerek bir müddet çırpınmaya vakit kalmayacağını hemen yok edeceğim bildirmek içindir.
6- El-Hakka suresinin 1. ayetinden 5. ayetine kadar ve 13. ayetinden 15. ayetine kadar olan ayetlerden ilk üç ayette kıyamet için "el-Hakka" kelimesi kullanılmıştır ki bunun manası; onun gelişi tamamen hak ve gerçektir ve kesinlikle bir gün gelip çatacaktır, demektir. Bunu ben kendi tercümemde (olması kesin, meydana gelecek olan) kelimeleri ile ifade ettim. 4. ayette ise bu kıyamet için (Karia) kelimesi kullanılmıştır. "Karaa" Arabca'da çarpma, vurma, iki şeyi bir birine vurup çarparak ses çıkarma, tıkırdatma manalarına gelir. Bunun geniş izahı 13 ve 14. ayetlerde bildirilmiş: ve "Bir kere sufa üflenecek ve yerle dağlar kaldırarak bir çarpılış ve vuruşla parça parça edilecek" buyurulmuştur. Sonrada 16. ayette bu durumun hali açıklanarak "Surun üflenmesinden dolayı gökler yarılacak ve bağlan çözülüp çökecek" denmiştir. Diğer bir deyimle; yıldızlar, gezegenler kendi yörüngelerinden çıkarak sere serpe olacak, darmadağınık hale gelecekler. Ve aralarında konulan uzay mesafesi altüst olacaktır. îşte bu' (kâria)'nın açık bir izahıdır, Kur*ân-ı Kerim'de bu durum yer yer anlatılarak, bunların hepsinin Sur"un üflenmesiyle birlikte sur'un hemen arkasından meydana geleceği bildirilmiştir. Bu ifadelerde, anlaşılıyor ki: Sufdan yükselecek olan şey sadece sesten ibaret değil. Aksine öyle güçlü müthiş bir şey olacak ki yeryüzünü ve dağlan, taşları parça parça yapacak ve kainat düzenini alt üst edip her şeyi bir birine katacaktır. Be-
102
şinci ayette Semûd kavminin mahvolmasının sebebinin "Tağıye" olduğu bildirilmiştir ki bundan kasdedilen şiddetli, müthiş bir olay demektir. Bu tür olaya A'raf suresinde "racfe" denmiş, bundan da çok şiddetli yer sarsıntısı, zelzele kasdedilmiştir. Buna da Hûd suresinde Sayha denmiştir ki bunun izahını yukarıda yaptım. Secde suresinde buna "saikatul azab" yani azab yıldırım gürültüsü denmiştir. Bundan anlaşılan şu ki: Semûd kavmi üzerine inen sadece şiddetli sesden ibaret azab değildi, aksine onunla birlikte yer sarsıntısı da gelmişti. Daha sonra 6. ayette Ad kavminin helak oluşu anlatılmış, burada havanın gücü bildirilmiştir ki bu bütün Ad kavmini mahvederek onlan kesilmiş hurma ağaçlan gibi yere devirmiştir.
7- Karia suresi hakkında Karia kelimesinin açıklanması yukarıda geçti. Burada kıyamet için çarpan şey kelimesi kullanılmış ve çarpış ve vuruşun o kadar şiddetli olacağı belirtilmiştir ki onun şiddeti ile insanlann parça parça olacağı dağlann atılmış pamuk gibi olacağı anlatılmıştır. Burada Allah'ın bir takım öyle güç ve kudreti anlatılmıştır ki bunun ses ve hava ile ilgisi yoktur.
103
ÎSRAÎLOĞULLARININ MISIR'DAN ÇIKIŞLARI
- Bakara suresinin 243. ayetini "(Ey Rasülüm!) binlerce kişi iken ölüm korkusu ile yurdlanndan çıkanları görmedin mi ki. Allah onlara "ölün" dedi öldüler, sonra onlara hayat verdi..." tefsir ederken 26 nolu açıklamanızda diyorsunuz ki; bu ayette lsraîlo-ğullannın o çıkışına işaret vardır ki; onlar bu çıkıştan sonra Filistin'de cihad etmeyi kabul etmemişlerdi. Allah Teâlâ'da onları Sînâ çölünde gözaltında tuttu, oradan dışarı çıkarmadı. Onlar ölüp de yeni nesilleri büyüyüp yetişince Hz. Yuşa (a.s.)'nın başkanlığında Filistini fethettiler. Bu olay doğru ama konu edilen ayetin bu olayla ilgisi olamaz. Çünkü bu ayette ölüm korkusu çıkışın sebebi kabul edilmiştir. Mısır'dan Isrâîloğullarının çıkışının sebebi ise; ölüm korkusu değil, bilakis Allah'ın Hz. Musa (a.s.)'ya bir emri idi: "Biz Musa'ya kullarımızı alıp çıkarmasını vahyetmiş-tik." ayetinde bu belirtilmiştir.
İkincide konu edilen ayette çıkış kötülenmeye değer görülmüştür. Halbuki Mısır'dan çıkış kötülenmeye layık bir şey değildi. Bu ancak bir hicretti. Üçüncüsü ise: "Allah Teâlâ onlara ölün dedi sonra onları diriltti" ayetindeki ifadeden akla gelen mana üzerlerine ölüm uykusu kaplayan insanların yeniden diriltilmeleridir. Ben tefsirleri araştırdım sizin, çıkardığınız manayı hiç birinde göremedim. Belkide İsrâiloğullannın bir grubuna işaret emektedir ve veba korkusundan dolayı kaçıp çıktıüarınh yolda onlara ölüm ulaştığını, sonra diriltildiklerini yazmaktadırlar, diyorlar, Lutfe-
104
dip bu problemleri çözünüz.
- Bakara süresindeki "Yurdlanndan çıktılar" ile "ölüm korkusu" ayet parçalarının arasındaki "Onlar binlerce kişi oldukları halde" ifadesi üzerinde dikkatle düşününüz. Eğer yurdlanndan, evlerinden çıkışlanran sebebi veba veya başka bulaşıcı bir hastalıktan dolayı ölüm korkusu olsaydı o zaman ayette "onlar binlerce kişi ol-duklan halde" denmesinin bir manası olmazdı. Çünkü böyle bir ölümün korkusu on, yirmi kişi için de olabilirdi. Yüzlerce, binlerce adamlar için de olabilirdi ve bu üzerinde ibret aldırmak için o kişilerin öldürülmelerinin anlatılması öyle pek önem taşıyan bir şey değildir. "Onlar binlerce kişi olduğu halde" ifadesi bu cümle içinde açık bir şekilde; onlann binlerce sayıda olmalarına rağmen ölüm korkusundan dolayı kaçıp çıküklannı gösteriyor. "Binlerce" kelimesi onbinden fazlası için kullanılır. Bu bakımdan pek çok sayıda bulunmalanna rağmen onlann evlerinden kaçıp çıkmalan, canla-nnın çok tatlı olup ölümden korktuklanndan ve koricaklıklanndan ötürü olduğu için bu çıkış kötülenmeye layık bir çıkıştır.
Bundan sonra "Allah onlara ölün dedi, sonra onlan diriltti" ayetine bir bakalım. Bu ayet kesinlikle, helak edilen insanların yeniden diriltildikleri manasını vermez. Bir kavim, bir topluluk hakkında bir ifade kullanıldığında bunun anlamı; o insanlardan ölüm korkusu taşıyanlara korktuktan o ölüm tatdınlmah ve o kavimden canlı bırakılan diğer kimseler ölümden korkmadan savaşmalıdır, demek olmalıdır. Daha ilerideki "Allah yolunda savaşın...." ayeti o ifadenin bu manaya geldiğine müslümanlara olayın iç yüzünü duyurarak Allah yolunda savaşma gayreti verilmesi suretiyle açıklık getirmiş oluyor. Bu söz dizisi içinde Taun veya başka bir yaygın hastalıkdan ölme korkusunun sonuçda ne yeri vardır.
İsrailoğlullannın Mısır'dan çıkışının asıl sebebi ölüm korkusu değildi, göç etmelerine Allah'dan emir verilmesi idi, görüşünüze gelince; onlara, savaşarak canlarını, mallarım koruma emri verilmesi yerine göç emri neden verilmiştir? Bunun sebebi açıkça şuy-
105
du: Onlar Firavundan ve Firavun'un adamlarından o kadar korkmuşlardı ki en kötü zulümlere katlanıyorlar, öf bile demiyorlardı. Aksine Hz. Musa (a.s.)'ya tarizde bulunarak senin ortaya çıkman yüzünden başımıza daha çok musibetler geldi diye şikayet ediyorlardı.
106
TEFHİM EL-KUR'AN'DA 'TESVÎL' KELİMESİNİN DEĞİŞİK MANALARI
- Tefhîmül Kur'ân'ın iki yerini gözönünde bulunduruyorsunuz.
1- Yusuf Suresinin 18 ve 83. ayetlerinde geçen aynı ayet parçaları olan: "Kale bel sevvelet lekûm enfüsüküm emren,fe sabrûn cemîl" ilahi buyruğudur. Siz bunu iki ayette tercüme etmişsiniz:
- "Babaları bunu duyunca dedi ki: Belki sizin nefsiniz büyük bir işi size kolay laldı. Öyleyse sabredeceğim ve çok iyi edeceğim." 83. ayetteki aynı ifadeyi tercümenizde şöyle:
Baba bu olayı dinleyince dedi ki: "Aslında nefsiniz sizin için büyük bir işi kolay yaptı. Öyleyse sabredeceğim ve çok iyi yapacağım.
2- Taha suresinde aynı kelime olan "Tesvtt" 96. ayette geçmektedir: "Ve Kezalike sevvelet li nefsi..."
Bunun tercümesini de şöyle yapmışsınız:
- "Benim nefsim bana işte öyle anlattı, (o şekilde güzel gösterdi)." Bu ayette de aynı kelime "sevvelet" vardır fakat tercüme farklıdır. Halbuki iki yerde de bu fiilin faili (öznesi) enfiis veya bunun tekili olan nefisdir. Tesvîl, teşkil manasına da gelmez.
Bunları açıklığa kavuşturmanızı bekliyorum.
- Yusuf suresinini 18 ve 83 nolu ayetlerinde geçen "sevvelet" kelimesine yaptığım tercümeyi ve verdiğim manayı Allâme Ze-
107
mahşeri Keşşaf isimli tefsirinde aynen vermiştir. Şöyle yazmaktadır:
"Sevvelet kelimesinin manası sehhelet kelimesinin manası gibidir. Yani kolaylaştırdı demektir. Onun kökü (sevele)dir. Yani yumuşak olmak bükülmek, eğilmek demektir. Nefisleriniz size bu büyük iş ki siz Yusuf hakkında bunu işlediniz, gözlerinize onu basit bir iş gibi gösterdi."
Bunun aksine, Taha suresinin 96. ayetindeki "sevvelet" kelimesine, Yusuf süresindeki ayette verilen mananın burada da aynen verilmesi yer ve durum açısından uygun düşmüyor. Çünkü burada Samîrî kendisinin suçsuz olduğunu ileri sürüyor. Bu bakımdan Tâhâ süresindeki "Tesvîl" kelimesini Tahsin = güzel ve iyi yapma manasına aldım. Lügatta da bu mananın çıkması kelimenin ifadesinin dışında değil:
(Tesvîl; bir şeyin güzel yapılması ve onu yapması ve söylemesi için insana süslü gösterilmesidir.)
Bir bakıma Samiri şöyle demektedir: "Benim nefsim bunları benim önüme iyi bir şey gibi koydu."
İmâm Ragıb el-Isfahânî, Müfredat el-Kur'ân isimli eserinde Tesvîl kelimesinin manasını Tezyîn ve Tahsin diye açıklamakta ve şöyle demektedir: Tesvîlden kasdedilen mana: (insan nefsinin kendi hırsım süslemesi ve kötülüğü ona güzel göstermesidir.) Ka-musda: (Sevvelet lehû nefsûhû keza: Nefsi ona böylece süsledi.) Esvel kelimesi ise: Düşerek en altta kalan kimse demektir. Şarkiyatçı (Lane) de Meddül kamus isimli lügatmda "sevvele" kelimesinin karşılığını şöyle almış: Made it appear easy to him = bu işi ona kolay yaptı.
ALLAH'IN SIFATLARINDA UYUM VE ÇELİŞKİ
- Size, "Allah merhamet, kerem, şefkat duygularının kaynağı olmasına rağmen masum ve günahsız kimselere niçin musibet ve sıkıntılar veriyor" şeklinde yöneltilen soruya cevap verirken İlahî düzende ortaya çıkan serlere aklî yoldan izah getirmeye çalışmış ve bunu yaparken de aşağıdaki fikirlere dayanmışsınız.
1- Allah'ın nazarında bütün kainatın topluca fayda temeline dayanması vardır ki, siz buna hayr-ı küll = toplu ve tüm iyilik diyorsunuz.
2- Hayr-ı Küll'ün elde edilmesi bir sistem ve düzen aracılığı ile mümkün olabilir ve mademki Allah hikmet sahibi ve her şeyi bilendir, öyleyse Allah bu amaç için, anlatım ve iş yapım gücü açısından en iyi ve en mükemmel olan öyle bir sistem ve düzeni belirlemiş ve bize göndermiş olmalıdır.
3- Kendisinde bu serlerin meydana gelmeyeceği külli hayrın elde edilebileceği mevcud ilahi düzenden daha iyi ve daha mükemmel bir düzen eğer olsaydı şüphesiz ki Allah kesinlikle o düzeni tercih eder de bize onu gönderirdi.
Allah'ın sıfatlarını anlatırken de şöyle yazıyorsunuz: "Mademki Allah bizim arzu ve isteklerimizi bilmesine rağmen onları yerine getirmeyi reddetmiş ve arzularımız yerine gelmemiştir o halde biz anlamalıyız ve kabul etmeliyiz ki o arzu ve isteklerimize göre değil de onun takdir ettiği şekilde yapmak kaçınılmazdır. Ve herşeyi bilen, haberi olanın bilgisinde ondan (takdir ettiği şekil-
108
109
den) daha iyi bir başka şekil olamaz. Yoksa daha iyi olan o şekli bize gönderir ve tercih ederdi. Çünkü o Allah hakim (hikmet sahibi) dir. Ve hakim olan Allah hakkında daha iyi bir tarz ve şekil vardı onu bırakıp en kötü şekli tercih etti, diye düşünülemez."
Yazınızdan aldığımız bu parçada geçen bir cümle şöyle: (Her şeyi bilen haberdar olanın bilgisinde ondan daha iyi bir şekil olamaz. Yoksa daha iyi olan o şekli tercih ederdi.) var. Bu cümle sadece örnek sunmakla kalmıyor, hatta Allah Teâlâ'nın her şeyi bilen haberdar olan, hikmet sahibi olan ve bilgi sahibi olan sıfatlarının okuyucu kafasında tuhaf ve acaib bir kavramını oluşturuyor. Allahu Teâlâ'yı herşeyi bilen ve herşeyden haberdar olan kabul ettikten sonra onun bilgisini ve haberdar oluşunu özel bir biçim ve ölçü ile sınırlamak bizatihi onun herşeyi bilme ve haberdar olma sıfatını ortadan kaldırmış olur. Eğer gerçekten Allah'ın; serler ye kötülüklerin bulunmadığı külli hayrın elde edilebildiği bir düzen ve sistemi uygulamaya gücü yettiği sabit olsaydı o zaman bunun arkasından Allah hikmet sahibi ve herşeyi bilen değildir diye bir sonuç ve hüküm çıkarılabilir. Çünkü böyle mutlak hayrı içeren bir düzeni uygulayabilecekken bunu uygulaması, her şeyi bilme ve hikmet sahibi olma diye bir şeyin bulunmadığına, olmadığına delalet eder. Ve eğer Allah'ın hikmet ve bilgi sahibi oluşunda bir şüphe olması küfür kabul edilirse ve Allah'ın hikmet ve bilgi sahibi olduğu bütün şek ve şüphelerden uzak ve beri ise o zaman şöyle bir sonuç ortaya çıkacak; Allah'ın böyle bir düzeni (ki içinde o serler, kötülükler olmadan külli hayrı elde etmek mümkün olan düzeni) uygulamaya ne önceden gücü yeterdi, ne şimdi yeter, ne de gelecekte yetecektir.
Umarım ki benim bu tereddütlerimi gidermeye çalışırsınız da en azından benim, Allah acaba hikmet ve bilgi sahibidir veya ka-dir-i mutlak (herşeye gücü yeten en büyük güç) mıdır, yahud da bir anda o hem hikmet ve bilgi sahibi hem de mutlak gücü yetendir noktasında daha rahat karar verme ve sağlam bir kanaat sahibi olmama yardım edecek doyurucu bilgi verirsiniz.
110
- Mektubunuz aylar önce ben hapishanede iken geldi ama enteresan ve anlamsız sansür uygulanmasından dolayı ben bütün yazış-malan yapamadım. Bu bakımdan diğer binlerce mektupla birlikte sizin mektubunuza da cevap veremedim, şimdi kısa da olsa bu ce- , vabı veriyorum:
Bir takım tereddüt ve şüphelerimizden bahsediyorsunuz, aslında bunun sebebi; sizin, Allah'ın kudreti, bilgisi ve hikmetinin gereklerinde uyum yerine çelişki (uyuşmazlık) bulma peşine düşmenizden kaynaklanıyor. Bu hareketiniz sizi o sıfatlardan birini reddetme, kabul edememe durumuna getirip, çaresizlikle karşı karşıya getiriyor. Siz şu gerçeği hiçbir zaman inkar edemezsiniz ki bu yeryüzünde serler kötülükler vardır. Şeytan vardır, küfür, şirk, imansızlık ve diğer inanç sapıklıklan vardır. Öldürme, cinayet, hırsızlık, soygunculuk, zina, Lut kavmi işi (homoseksüellik) ve buna benzer sayısız ahlakî sapıklıklar vardır. İyiliğin karşısında kötülüğün ve şerrin güçleri her tarafta açıkça ve aleni faaliyet halindedir. Bu yüzden binbir çeşit haksızlık ve zulümler ortaya çıkıyor, şimdi sormak isterim; Allah kötülüklerin baş gösteremeyeceği ve kötülük ve serler olmadan devamlı haynn ve iyiliğin gelişip hakim olduğu bir dünya yaratmaya gücü yeter mi idi, yetmez mi idi? Eğer buna gücü yetiyor idi de bunu öyle yaratmadı ise; o zaman hâşâ bunu sizin; Allah'ın hikmet, adalet ve hayırdan uzak olduğunun alameti olarak kabul etmekten başka çareniz kalmayacaktır. Eğer böyle bir alem yaratmaya (haşa) gücü yetmez idi ise, o zamanda sizin anlayışınıza göre bu acizlik kabul edilecektir. Mantık ve aklın; Allah'ın sıfatlan arasında uyum yerine, uyumsuzluk (çelişki) aramaya doğru insanı çekip götüren bir tarzda kullanılması, kesinlikle işte bu sonucu doğurur. Ben bunun aksine uyumlan açıklamaya çalıştım ve Allah'ın yarattığı dünyada serlerin (kötülüklerin) bulunmasından korkulmamasım aksine Allah'ın hikmetine güvenilmesini anlatmaya çalıştım, mademki o bu dünyayı bu sistem ve bu ölçü üzerinde yaratmıştır o takdirde bu alem mutlaka hikmet gereği öyle yaratılmıştır ve bunun dışında şer ve kötülük-
111
den uzak bir sistem yaratma hikmete aykırı olacaktı. Benim bu problemi izah edişimden eğer tatmin olmadıysanız o zaman iki şekilden birini seçia Ya daha iyi bir izah şekliyle bana da doğrusunu gösterin veya sizce Allah'ın kudretten mi veya hikmetten mi uzak olup olmadığı konusunda karar verin.
112
VÜCUDU BARÎ HAKKINDA BÎR SORU
- Aşağıdaki soru yakın bir arkadaşımın durmadan kafasını kurcalamaktadır. Hayli uğraşmama rağmen ikna edici cevap veremedim. Umarım cevap vererek bizi minnettar lalarsınız "Her var olan için akıl ve mantık açısından bir var eden, yaratan olması gerektiğine göre Allah nasıl var oldu?"
- Nasıl akıl ve mantık bir var olan için bir var edicinin (her yaratık içindir yaratanın) var olması gerektiğini düşünüyorsa, aynı şekilde o akıl ve mantık bütün kainatı yaratan bir varlığın olmasını da şart görüyor. Yoksa her yaratanı da yaratan olması gerekecek ve bu çizgi bir yere ulaşıp son bulmayacaktır. Şüphesiz ki Allah işte ancak; herşeyi yaratan ve fakat kendisi hiçbir yaratıcı tararından yaratılmayan yani kısaca sadece kendisi yaratıcı olup, yaratılmayana denir. Eğer o yaratılmış olsaydı o Allah olamaz, onu yaratan Allah olurdu.
113
1
PEYGAMBERLERİN GÜNAHSIZ (MASUM) OLUŞU
- Tefhimin ikinci cildinde Davud (a.s) kıssasını anlatırken peygamberlerin günahsız oluşları üzerinde yazdıklarınızdan dolayı bir grup alim sizi peygamberlerin günahsız oluşunu reddettiğinizi kabul ediyorlar. Müftü Mevlana Muhammed Yusuf Bey yeni neşrettiği kitabında bu konu üzerinde uzun uzun durarak onların bütün itirazlarını reddetmektedir. Ama, bu kitabın yayınlanmasından sonra bir dini okulun hadis üstadı, bunun üzerinde görüş ve tenkidlerini yaparken yine o suçlamayı yapmaya gayret etti, o:\ şöyle yazıyor:
"Bu yazılarda öyle anlayış ve ihtimaller var ki; bunlara göre Mevlana Mevdudi sağlam bir müslüman ve gerçek bir peygamber aşıkı nazarında küstahlık yapmış, ve dini ciddiyetten ve dindarlıktan uzak biri olarak bilinecektir."
Bundan sonra şöyle bir ifade daha kullanılıyor: "Mevlana Mevdudinin bu yazısından mutlaka şu anlaşılmalıdır, günahdan peygamberlerin korunmuş olmalarından maksad; küfürden, yalandan ve diğer büyük ve basit küçük günahlardan korunmuş olmaları, ayak sürçmesi kelimesinden de herşey (genel) olanlar alınmalı ve anlaşılmalıdır. Ayak sürçmesi isterse küfür bakımından olsun, isterse yalan, isterse diğer bütün büyük ve basit küçük günahlardan olsun."
Sonra da şu sonuca varmakta, şu kanati sergilemektedir: "İlahî koruma ortadan kalkınca artık, koruma sırasında orta-
114
ya çıkması mümkün olmayan işler yapılacak ve ortaya çıkacaktır. O zaman bu anlayışa göre şu durum ortaya çıkacak: Mevlana Mevdudiye göre Adem (a.s)'den başlayarak Hz. Peygamber efendimiz de dahil olmak üzere, bir gün Allah isteyerek kendi muhafazasını kaldırıp bir iki büyük günah işlemelerine serbestlik verecektir. Bir kimse de her ne zaman büyük günah işlemiş olursa, ister bir tek büyük günah olsun, ister iki, isterse iki yüz olsun madem ki büyük günahtır onu işleyen kimsede masumluk (günahsızlık) kalmayacak ve günah işlediği o anda peygamberlik sıfatı ortadan kalkacaktır, çünkü peygamberlikte büyük günahlardan arınmış olma (masumluk) sıfatı şarttır." Bu yorumlara ve ihtimallere eğer bizzat siz cevap verirseniz ümid ederiz ki itirazcıların delil ve is-batları iptal edilmiş, iddiaları geçersiz olmuş olacaktır.
- Benim yazımdan bir kaç cümley^ alarak itirazcılar; benim peygamberlerin masum (günahsız) olduğunu inkar ettiğime karar vermişler. Benim o yazım, peygamberlerin günahsızlığı konusunda genel manada temel prensibleri açıklamak için kaleme alınmamış ancak Sâd suresinin Davut (a.s) hakkında inen ayetler üzerinde bilgi verirken yeri gelmişken ilgili bir konu olarak kısaca temas edilmişti. Orada mecburen kısaca bu konuya temas edişim aslında çok önemli bir soruya cevap teşkil ediyordu. O sorunun ortaya çıkışı, Kur'ân-ı Kerim'de çeşitli yerlerde peygamberlerden bir kısmının, Allah'ın kendilerini yönlendirmesi gereken bir takım hareketler işlediklerinin bildirilmesi idi. Mesela:
-Hz. Adem (a.s) hakkında: "Ve isyan etti Adem rabbine de, bu yüzden o ileri gitmiş oldu."
-Hz. Nuh (a.s) hakkında: "Senin cahillerden olmanı menede-rim."
-Davûd (a.s) hakkında: "Hevâ ve hevesine uyma, uyarsan seni Allah, yolundan saptırır."
-Hz. Yunus hakkında: "Hani o, (kavmine vadettiği azab gelmeyince aralarından çıkıp) yüklü gemiye yönelmişti." ve "ve Yunus
115
peygamber gibi olma."
-Ve bizzat Peygamberimiz hakkında da bir kaç yerde onu yönlendirici ayetler gelmiştir ve uyanlar yapılmıştır.
Bütün bu yerlerdeki Kur'ân-ı Kerim emirlerinden ve ifade tarzından anlaşılıyor ki; peygamberlerden Allah'ın hoşuna gitmeye bazı hareketler sudur etmiş böyle bir takım işleri yapmışlardır. Ve bunun üzerine de onların hareketlerinin beğenilmediğini göstermek üzere peygamberler uyarılmış ve hareketleri düzeltilmiştir. Şimdi; peygamberlerin masum oluşu ile bunlar nasıl bağdaşır diye bir soru ortaya çıkıyor. Felan peygamberin şu işi yapacağını Allah bilmiyordu da onlar bunu yapınca Allah bunu öğrendi, bunun üzerine peygamberini uyardı mı diyeceğiz? Hâşâ eğer böyle inanılırsa peygamberliğe karşı çıkmaktan da çıkarak iş, Allah'ın ilim sıfatına dayanır ve eğer bu iş yapılmadan önce Allah onu biliyordu denilirse, o zaman da; Allah bunu yapılmadan önce neden engellemedi diye bir soru ortaya çıkar.Aynca hikmet ve maslahat neydi de bu işin işlenmesine müsaade edildi ve daha sonra işin yanlışlığı gösterilerek o iş yapılmaktan men edildi Ve bu kadarla da kalınmadı da bu yasaklama kıyamete kadar mümin kafir herkes tarafından okunacak olan kitabda (Kur'ân'da) anlatıldı? Bu gibi durumlarda ortaya çıkacağını tahmin ettiğim ve sorulmuş gibi saydığım sorunun cevabını şu cümlelerle vermiştim:
Masum oluş (günahsız oluş) aslında peygamberlerin ayrılmaz sıfatı değildir. Ancak Allah'ü Teâlâ onların peygamberliğin sorumluluklarını tam olarak yerine getirebilmeleri için maslahat ve hikmet gereği yanlışlıklardan ve ayak sürçmelerinden onları korumuştu. Yoksa eğer Allah'ın koruması olmasaydı diğer insanlar nasıl gaflet, hata ve yanlışlıklar yapıyorsa peygamberler de öyle hatalar yapabilirdi. Çok hoş ilahi bir hikmettir ki, Allah'ü Teâlâ kas-den bir an için her peygamberden korumasını kaldırmış ve bir iki hafif kusur (ayak sürçmesi) işlemelerini sağlamıştır. Böylece hal-N kın peygamberleri ilah kabul etmemelerini, bunların beşer olduğunu, ilah olmadıklarını bilmelerini istemiştir.
116
Şimdi bakınız, bütün konunun geliş ve akışı gösteriyor ki; burada peygamberlerin masumluğu meselesi işlenmiyor. Burada konu edilen; sadece Kur'ân-ı Kerim'de anlatılan küçük hatalar (ayak sürçmeleri) dir. Bu konuda dahi söz sadece, masumluğa rağmen bu sürçmelerin oluşu nasıl ortaya çıktığı ve neden onlar meydana gelmeden önlenmediği, meydana geldikten sonra onlar üzerinde sessizce bir uyan yapılmayıp da neden Kur'ân-ı Kerim'de bunlann anlatılmasının gerekli görüldüğü yönünde idi.
Fakat itirazcılar ilk haksızlığı; bunu peygamberlerin masumluğu konusunda genel bir inceleme kabul etmeleri ile yaptılar, Halbuki bu konuya yan bir konu olarak başka bir konuyu işlerken ortaya çıkan özel bir konu olarak kısaca temas edilmişti. Bir başka haksızlığı da bir sürçmenin olabileceğini ileri sürmemizi büyüterek maksadımızı isyanlara, büyük günahlara hatta küfre kadar vardırmalarıdır. Halbuki benim sözlerimde konu edilen sadece Kur'ân-ı Kerim'de zikredilen sürçmeleri, bundan da ileri giderek onlar, masumluğun üstünlüğünü, külli, tam ve tüm üstünlük zannederek, ismet sıfatının kalkmasıyla küfür, yalan ve her çeşit büyük küçük günahların yapılabileceği ihtimalini ortaya çıkarmaları ile çok daha büyük bir haksızlık yaptılar. Halbuki normal okumuş yazmış bir insan bile benim yazımda özel bir durumda özel bir sürçmenin olabilmesi için sınırlı bir zaman için korumanın kaldırılmasının anlatılmış olduğunu, masumluğun tamamen kaldırılmadığını, böyle bir şey anlatmadığımızı anlar. Hayat ve ömürleri manük ve felsefe okutmakla geçen kimselerin masumluğun külli kaldmlması ile kısmi kaldmlması arasındaki farkı anlayamadıklarını öğrenmek beni çok sarsmıştır. Bu bakımdan ben onların bunu bilerek yaptıklarını, benim peygamberlerin masum olduklarını inkar ettiğim kabul edilsin de bana güven kaybolsun, diye yaptıklarına inanmakta haklıyım. Şimdi benim bu açıklamama rağmen, bu kişilerin seneler boyu tekrarladıkları gibi bu suçlamayı tekrarlamaları uzak bir ihtimal değil. Ama mesele ilmi bir ihtilaf, bilimsel bir anlaşmazlık değil bilakis kendisi ile Allah korkusunun bir araya gelemeyeceği
117
kin ve düşmanlıktır. Nice suçlamalarına cevap vererek bütün dayanaklarım yıktığım haksız hücumlarım isbat ettiğim insanların aynı suçlamaları sanki hiç cevap verilmemiş gibi tekrarladıklarını pek çok kere ve defalarca tecrübe ettim.
İsterseniz siz hadis üstadından; Kur'ân-ı Kerim'in benim bu kısa izahım yapdığım ayetleri üzerinde inceleme yapılırken belirttiğim soruların ortaya çıkıp çıkmayacağını, eğer, o sorular ortaya çıkarsa onlara kendilerinin ne cevap verebileceklerini soma Benim cevabım bir ilim adamı nazannda yanlış ise, ona düşen kendisine göre doğru olan cevabı bildionesidir.
118'
SAHABE-İ KİRAM HAKKİNDA EHLİ SÜNNETÎNANCI
Hilafet ve Saltanat isimli eserinizi dikkatle okudum. Bazı düşünceleriniz Ehli sünnet vel cemaatin icmaya dayanan inançlarına tamamen zıt görünüyor. Sahabe-i Kiram'dan herhangi birinin ayıp ve çirkin davranışını anlatmak Ehli sünnetin tutum ve anlayışına karşıdır. Böyle yapanlar Ehli sünnet velcemaatın dışındadır. Bu inanca ters düşen yazınızı aşağıya alıyorum:
- "Bir büyük zat şahsi menfaat için diğer büyük bir zattan istekte bulunarak bunun caiz olduğu tohumunu ekti." (Hilafet ve saltanat sayfa 15)
- "Artık halifeliğin Hz. Peygamber (s.a.v.)'in peygamberlik metodu üzerinde devam etmesinin son bir şekli kalmıştı. O da Hz. Muaviyenin kendinden sonra bu makama geçecek bir kişinin belirlenmesi işini, Müslümanların aralarında anlaşarak seçmelerine bırakmaktı. Veya sürtüşmeyi ortadan kaldırmak için bizzat kendi hayatında eğer yerine geçecek kişiyi (veliahdı) ayarlamayı gerekli görüyor idi ise o zaman Müslümanların ilim takva ve hayır sahihlerini bir araya toplayarak onların serbestçe hareket etmelerini de sağlayarak ümmet için en iyi ve en hayırlı halifeliğe namzet kişinin kim olabileceğini belirlemeliydi, Ama Hz. Muaviye (r.a.) kendi oğlu Yezidin veliahdlığı için tehdid ve menfaat yolları ile biat alarak bu imkanı da ortadan kaldırmıştır.) (Hilafet ve Saltanat sayfa 148). Lütfen bize; Sahabe-i Kiram hakkında Ehli sün-
119
net velcamatin kanaat ve inancını doğru mu buluyorsunuz, yanlış¦ j mı görüyorsunuz bildiriniz.
Sizin sorunlarınıza benim cevap vermemden önce lütfen siz bana şunları söyleyiniz.
1, Acaba sizin inancınız, sahabelerden hiç birinin hata yapama-f yacağı şeklinde midir?
2- Veya, sahabenin hata yapması mümkün ama hiç bir sahabe-| den hiçbir zaman bir hata zuhur etmemiştir, inancında mısınız?
3- Yahut da, sahabelerin yanlışlık yapmaları hem mümkündür,! hem de hata yapmışlardır. Ama ne bunu anlatmak caizdir, ne de sa-| habelerin hatasına hata denebilir, inancında mısınız?
Bunlardan hangisine inanıyor, hangisini benimsiyorsanız açık-laymızda ben de sizin Ehli sünnet velcemaatten olup olmadığınızı arılayabileyim. Eğer siz birinci maddeye göre inanıyorsanız o Ehli sünnetden olan hiçbir mezhebin inancı değil, yok eğer ikinci maddedeki inanca göre inanıyorsanız bunun yanlış olduğu, Kur"ân-ı Kerim'in, sahih hadisi şeriflerin ve ehli sünnet büyüklerinin naklettiği pek çok rivayetlerin belirttiği inkarı mümkün olmayan olaylarla sabittir. Ve eğer üçüncü maddede anlatılan şekilde inanıyor-, sanız o da kesinlikle sağlam bir temele dayanmıyor. Çünkü Kur*ân-ı Kerim'in çeşitli yerlerinde bizzat Allah'ü Teâlâ Sahabe-i Kiram'ın bazı hatalarını bildirmiş, Hadis alimleri de bunun geniş olaylarını nakletmişler, müfessirlerden de tefsirlerinde anlatmamış olan belki bir tefsir alimi adını bile veremezsiniz. Sizin durmadan söylediğiniz Ehli sünnet velcemaatin bu konudaki inancına gelince bu sadece; sahabeye kötü söz söylenmemesi ve onlara sövüp sayılmamasıdır. Allah'a şükür ben böyle bir yanlışı hiçbir yazımda işlemedim. Ama tarihi olaylan bir ilmi araştırmada, ilmi bir bahiste anlatmak Ehli sünnet alimlerince hiçbir zaman caiz olmayan hareket kabul edilmemiş, hiçbir zaman uygunsuz görülmemiştir. Ehli sünnet alimleri de hiçbir zaman bunu açıklamaktan kaçınmamışlar, hiçbir Ehli sünnet alimi hiçbir zaman bir.sahabe yan-
120
lış bir hareket yaparsa onu doğru kabul et veya ona yanlış deme dememiştir. Siz benim anlattığım olayların Ehli sünnetin büyüklerinin kitaplarından alındığını görebilirsiniz, onların bu olaylan kitaplarında nakletmeleri iki durumun dışında kalmaz. Eğer onlar bunu doğru bilerek naklettilerse size göre hepsi de Ehli sünnetten çıkmalıdır. Yok eğer yanlış veya şüpheli olduğunu bilerek bunlan yazıp gelecek nesillere ulaşürmışlarsa o zaman "kişinin her duyduğunu anlatması yalancı olmasına yeter" sözüne bu kimseler uygun düşüyor demelisiniz ki her halde ikisi de yanlıştır.
121
HZ. PEYGAMBER (S.A.V.)'İN TEŞRÎ YETKÎSt
- Sünnet'in (ana konudaki) yeri isimli eserinizi okudum, inceledikten sonra hemen hemen bütün şüphe ve tereddütlerim silindi. Ancak bir iki noktada şüphelerim var, bunları da silmek için size baş vuruyorum. Bana yol göstereceğinizi umuyorum. 79. sayfada şöyle yazıyorsunuz. "Allah'ü Teâlâ açık şekilde Hz. Peygamber (s.a.v.)'e Şeriat koymada (teşrî) yetkiler vermiştir. Allah tarafından verilen yetkiler sadece Kur'ân-ı Kerim'de anlatılan emirler, yasaklar, haramlar, helaller değildir, aksine Hz. Peygamber (s.a.v.)'in helal veya haram kıldığı ve Rasulullah'ın hüküm ve emrettiği şeyler, yahut yapılmasını menettiği şeyler de Allah'ın peygambere verdiği yetkiler içine girer. Bu yüzden onlar da Allah'ın kanunlarının bir bölümüdür." Fakat sizin Şeriat (Kanun) koyma işine verdiğiniz örnekler (88 nci sayfadan 90 'a kadar) Şeriat koymaya örnek değil açıklık koymaya örnektir. Benim gözüme çarpan en son örneklerinizi aşağıya naklediyor ve onlar hakkında beni aydınlatmanızı rica ediyorum.
a) 89. sayfada bazı yenecek şeylerin haram oluşu hakkında Maide suresi ile yetinmişsiniz. Fakat En'âm suresinin 145 nolu ayetine göre sadece mundar ölmüş hayvanın eti, domuz eti ve Al-lah'dan başkası adına kesilen hayvanın eti haramdır. Yani Allah'ü Teâlâ buyurmuş oluyor ki; vahiy yolu ile bildirilen bunların dışında yenecek hiçbir şey haram kılınmamıştır. Öyleyse Hazreti Peygamber (s.a.v.)'e diğer şeyleri haram kılma yetkisi nereden geliyor?
122
b) Şeriat bazı durumlarda zina suçunun cezasına recm kararı vermektedir. Fakat Kur'ân-ı Kerim hükümleri ve şeriat hükümleri arasında görünüş bakımından biraz çelişki (tezad) var gibi geliyor, ama gerçekde bu tezad yoktur. Doğruyu ve gerçeği açıklayıp bizi rahatlatacağınızdan dolayı, minnettar kalacağım'.
- Hz. Peygamberin teşrî (şeriat koyma) yetkisinden maksadım; Allah'ın, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e kendi istek ve arzusuna göre bir şey helal veya haram kılma yetkisi verdiği, değildi. Ancak iddiam şuydu; her hükmün Kur'ân-ı Kerim'de bildirilmesi gerekli dep. Hz. Peygamberin ağzından çıkan hükümler de Allah'ın izin ve işareti ile söylendiğinden Müslüman peygamberden duyduğu emir ve yasaklan yapmakla sorumludur. Müslümanların işi; Hz. Peygamber (s.a.v.)'den duydukları hükümleri, Kur'ân-ı Kerim'in hangi ayetinden bu hükmü çıkardınız, diye peygamberden sormak ya da verdiğiniz emirler, koyduğunuz hükümler Kur'ân-ı Kerim'de bil-dirilmediği için biz ona uymakla yükümlü değiliz demek te değil. Nihayet Hz. Peygamber (s.a.v.)'in uygulamalı olarak namazı kılarak, kıldırarak öğretmesi ve sözlü hükümlerle halka onun teferruatları hakkında verdiği bilgiler ve hükümler Kur'ân-ı Kerim'in neresinde bulunmakta, neresinde yazılmaktadır. Ama Kur'ân-ı Kerim'de bildirilmeyen fakat Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sözlü olarak bildirdiği hükümlere ümmetin uyması gerekliydi. Çünkü onlara sadece Kur'ân-ı Kerim'e değil, Peygambere de tabi olma mecburiyeti verilmiştir.
Şeriat koyma ve açıklama arasında bildirdiğiniz fark üzerinde dikkatle düşünürseniz, aslında bu ikisi arasında bir farkın olmadığını anlayacaksınız. Allah'ü Teâlâ'nın özet olarak bildirilmiş hükümlerinin açıklamasını Hz. Peygamber davranışları veya Buyrukları ile yaptığına göre Peygamberin bu açıklamaları da asıl hüküm gibi kesin kanun değeri taşır, halbuki bunlar Kur'ân-ı Kerim'de bildirilmemiştir.
En'âm sûresinin 145 nolu ayetini önceki ve sonraki ayetler ara-
123
sında konu akışı bütünlüğü ile incelerseniz görürsünüz ki; bu ayette asıl anlatılmak istenen; cahiliyet döneminde Arapların haram kabul ettiklerinin haram olmadığı, haram olanların bu ayette anlatılanların olduğudur. Bu ayette anlatılmak istenen; bu dört şeyin dışındaki hiçbir şeyin yenmemesinin haram olmadığı değildir. Bu ayetin ne buyurmak istediğini Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, yırtıcı hayvanların ve av kuşu gibi yırtıcı kuşların haram olduğunu bildiren hadisleri açıklamaktadır. Öyle ise Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Kur"ân-ı Kerim'in bildirdiği haram şeylere ait bu hükmü, gizli vahiy üzerine Hz. Peygamber (s.aiy.) tarafından Kur"ân-ı Kerim'in hükmüne ek olarak verilmiştir.
Zinanın cezası hakkında ben kendi tefsirimin Nur suresi bölümünde geniş bilgi verdim, onu okuyunuz. Orada ben; Nur suresinde zina eden erkekle zina eden kadına verilen cezanın aslında evli olmayan suçlulara verilen ceza olduğunu açıkladım. Bunun delilleri bizzat Kur'ân-ı Kerim'in başka yerlerinde vardır ve bunlara ben Nûr suresinin tefsirinde de işaret ettim, Nisa suresinin 25 ayetinin tefsirinde de işaret ettim. Bunun için siz Tefhimin birinci cildinin 342 ve 343 ncü sayfalarını incelerseniz meseleyi çok açık olarak göçecek ve rahatça anlayacaksınız. Bu konuyu baştan sona dikkatle okunduğunuzda anlayacaksınız ki, evli kişilerin zina etmesi üzerine recm cezası verilmesi Kur'ân-ı Kerim'in hiçbir hükmüne aykırı değil, aksine Hz. Peygamber'e vahy-i hafiy (gizli vahiy) ile verilen Kur"ân-ı Kerim'de bildirilen hükmü tamamlıyan ek bir hükümdür.
2- Önceki mektubuma verdiğiniz cevapta; En'âm suresinin mezkur ayetinin asıl manasının; cahiliyet devrindeki Arapların haram kabul ettikleri şeylerin haram olmadığı, haram olan şeylerin bu ayette bildirilenler olduğunu söylüyorsunuz. Fakat Kur'ân-ı Kerim sadece bu kadar bildirmekle kalmamakta, hatta Hz. Peygamber (s.a.v.)'e nazil olan vahiyle ilgili olan şeylerin dışındaki diğer şeylerin bu ayette haram kılınmadığını da pekiştirmektedir. Kur'ân-ı Kerim'in bu konudaki ifadesi gayet açık ve hiç bir anla-
124
şılmaz kapalı, müphem tarafı yok. O halde siz neden "Bu ayette; bu dört şeyin dışında hiçbir şeyin yenilmesinin yiyenlere haram /alınmadığı kasdedilmemiştir." diyorsunuz. Lütfen bunu açıklayınız.
- Tefhimül Kur'ân-ı gerçi daha önce de okumuştum, fakat sizin tavsiyenize uyarak Nisa ve Nûr surelerindeki haşiye notlarınızı ve tefsir eden yazılarınızı ikinci kere okudum. Ama saygısızlık kabul etmezseniz arzedeyim ki pek tatmin olmadım. Genellikle karşılaştırma ve kıyaslama benzer şeyler arasında olmaktadır. Yani evli bir köle kadına eğer hür bir kadına verilen cezanın bir bölümü veriliyorsa, hür kadın da evli olmalıdır. Yoksa Kur'ân-ı Kerim bunu; burada evli köle kadının evli hür kadınla karşılaştırılması yapılmamakta, bilakis evlenmemiş hür kadınla karşılaştırılması yapılmaktadır diye açıklamalı, buna açıklık getirmeliydi. Kur'ân-ı Kerim veya Hz. Peygamber buna açıklık getirmiştir diyebilir misiniz? Nâr süresindeki notunuzda yazıyorsunuz ki; "Hz. Ali (r.a.) bir kadını kırbaçlatmış ve cuma günü onu recmettirmişti ve arkasından şöyle demişti: Allah'ın kitabına uyarak kırbaçlattık, peygamberinin sünnetine uyarak da recmetiirdik". Yani Hz. Ali (r.a)'ye göre; Nûr süresindeki ayette bildirilen ceza evli olmayan hür kadınlarla sınırlı değildi, demek istiyorsunuz. Belki de bundan dolayı imâm Ahmed, Dâvûd Zahirî ve Ishâk bin Raheveyh de önce yüz kırbaç vurma, sonra da recmetme cezası verilmesini caiz görmüşlerdir.
Eğer bu anlayış doğru ise o zaman zinaya yüz kırbaç ceza uygulanmasının evli hür kadınlara da uygulanacağı hakkında pek çok delil vardır. Öyle ise onlara neden recm cezası uygulanmaktadır?
- En'âm suresine ek olarak dört şeyin haram olduğu Maide, Nahl ve Bakara surelerinde de bildirilmiştir. Fakat bu üç yerde de bunlardan başka diğer şeylerin haram olduğunu akla getiren öyle hiçbir kelime yoktur. Sadece En'âm suresinde; haram edilen şeylere ait vahiy yolu ile Hz. Peygamber'e nazil olan hükümde bu dört Jıa-
125
ram eşyadan başka hiçbir şey bildirilmemiştir, işte bu yüzden ben size, bu ayeti kendinden önceki ve sonraki ayetlerin anlattığı konu akışını içinde incelemenizi söylemiştim. Konu akışı gösteriyor ki; bu ayette bildirilmek istenen: Cahiliyet döneminde Arapların haram kabul ettikleri şeylerin haram olmadığı ve haram olan, onların değil de ayetle bildirilenlerin olduğudur.
Nisa suresinin dikkatinizi çektiğim ayetinin ifadesine ve kelimelerine tekrar bir kere dikkatle bakınız. Orada; (hür bir müslü-man kadınla) evlenmeye gücü yetmeyen kimsenin köle mümin kadınlardan biri ile evlenmesi buyurulmuş, bundan sonra yine aynı ayette bu köle kadınlardan evlenerek iffeti korunmuş kadın haline gelenler bundan sonra ahlaksızlık (zina) yaparlarsa, o zaman onlara hür kadınlara verilen cezanın yansının verilmesi gerektiği bildirilmiştir. Bu ayette iki yerde (hür kadınlar) tabiri kullanılmıştır ve bu tabirin iki yerde de aynı manaya kullanılabileceği ortadadır. Arak siz hala, ayetin ilk bölümündeki (hür kadınlar) dan maksad evli kadınlar olduğunu düşünebilir misiniz? Yani bundan maksad, evli mümin kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyenlerin mümin köle kadınlarla evlenmeleri emredildiği olabilir mi? Eğer böyle bir mana çıkarılamaz, böyle denmek istediği ileri sürülemezse o zaman burada ki (hür kadınlar) tabirinden maksadın hür ailelerin evlenmemiş kadınları olacağı açıktır. Böyle kadınlar karşılığında mümin köle kadınlar anlatıldığına göre bunun manası ancak; hür bir ailenin evlenmemiş kızının (hür kadın) oluşu manasında, evlenmemiş köle bir kadın, kız aynı manada (hür kadın) olamaz demek olabilir. Sonra da, evli hale geldikten sonra bir köle kadın iffeti korunmuş evli kadın olunca yine de zina suçu işlerse onun cezası aynı suç karşısında hür kadına verilen cezanın yansı verilir Duyurulduğuna göre, ayetin ikinci bölümünde geçen hür kadınlann cezasından maksad da, evlenmemiş (bekar) hür aile kızının işlediği zina suçu için verilen ceza olabilir. Siz burada bu kelimeyi evlenmiş hür kadın manasına alamazsınız. Çünkü bir ayette bir kelimeyi ayn manaya almak hiçbir şekilde doğru olamaz. Geride kalan Hz. Ali
126
(r.a)'nin söz ve hareketinden delil göstermenize gelince; bilmeniz gerekir ki; Bu konuda Hz. Ali (r.a) ortaya sürdüğü görüşünde, sa-habe-i kiram (r.a.) arasında tek başına bulunuyordu, bu görüşüne başka ortak olan biri yoktu. Bizzat Allah'ın rasülü Hz. Peygamber (a.s) zina eden hür kadını hiçbir zaman recmettirmeden kırbaçlatmadı. Aynı şekilde diğer üç halife döneminde de hiçbir zaman recmettirmeden kırbaçlanma olayı genel olarak ulamada görülmemiş, başka hiçbir sahabinin bunu destekleyen bir sözü de işitilme-miştir. Hz. Ali'nin bu içtihadını kabul etmemiştir.
|İPWnf
127
GÜNAHKAR MÜMİNLE SEVAPKAR KAFİRİN FARKI
t*.
- Bugünlerde öğrenci olan çok zeki bir Hıristiyan kız bana İngi- j lizce öğrenmeye geliyor. Aşağı yukarı her gün benimle dini konu- { kurda görüş alışverişinde bulunuyor. Ben de bunu fırsat bilip orun İslam'ın öğrettiklerini, dinimizinprensiblerini tanıtmaya çalışı-] yorum. Allah'a şükür onun İslam hakkındaki pek çok yanlış düşüncelerini düzelttim, ama bir gün bana öyle bir soru sordu ki ce-, vabını bulamadım, sizin eserlerinize başvurdum, fakat şu ana ka-i dar hiçbir yeterli bilgiyi, derde deva bir işareti onlarda da bula-l madım. v I
Hıristiyan öğrenci bana dedi ki: "Birgün ben lise son sınıftd okurken islam dini dersinde, bir hadis-i şerifde bir müslüman ne kadar günahkar olursa olsun cehennemde bir miktar yanıp güna] hinin cezasını çektikten sonra mutlaka cennete gideceğini fakai kafirin daima cehennemde kalacağının buyurulduğunu okumuşl tum." Sonra sözüne devam ederek şöyle dedi: "Buna rağmen bii Hıristiyan ne kadar iyilik yapmış olursa olsun müslümanlarty inancına göre kesinlikle cehenneme gidecek. Bunun sebebi ni dir?"
- Siz herşeyden önce öğrencinize; günahkar mümin ile sevap kar kafirin farkının neye dayandığını, bu farkı meydana getiren tel •mej meseleyi anlatın. Mümin kul her şeyden önce Allah'ın emirle-] rine uymayı kabul ederek ona sadık kullar arasına katılıyor. Sonrai
128
bir takım ahlaki zayıflıklarından dolayı bir suçu veya bazı suçlan işliyor. Bunun aksine kafir aslında bir isyankardır ve kendi sözüne göre o sevapkar bile olsa bunun manası ancak isyan suçu üzerine ek başka bir suç işlememiş olması demektir. Bir kişi asi olmayıp da sadece suçlu olursa ona sadece suçu ölçüsünde ceza verileceği meydandadır. İsyan cezası ona verilemez. Çünkü suç işlemekle bir kimse vefakar bir vatandaş özelliğini kaybetmez. Ama isyan bizatihi en büyük suçtur. Bir kimse başka bir suç işlemeyip de bu isyana başka bir suç daha eklememiş olsa bile o kimseye itaatkar vatandaş değeri verilemez. Her ne pahasına olursa olsun o isyanının cezasını mutlaka görecektir. İsterse o isyan suçundan başka bir suç işlememiş olsun. Ama o isyan suçu işlemekle birlikte başka bir takım suçlar daha işlerse isyanın cezasının yanında diğer suçlarının cezasını da çekecektir.
Bu temel meseleyi anlamasından sonra ona; Allah'ın vefakar ve itaatkar kullan arasına ancak; Allah'ü Teâlâ'nın bir tek olduğu inancına şirk inancı kanştırmadan, Allah'ın Peygamberlerinden hiçbirini ayırt etmeden ve Allah'ın kitaplarından hiç birini inkar etmeden inanan, ahirette de sorguya çekileceğini kabul eden kişilerin girdiğini, bunlardan bir tekine dahi inanmayanın isyankar olduğunu, onun itaatkar bir vatandaş kabul edilemeyeceğini anlatın. Şimdi misal olarak peygamberlere ve kitaplara imanı ele alınız. Hz. İsa (a.s) ya ve onun getirdiği İncile Yehudiler inanmadıklanna göre her ne kadar daha önceki kitaplara ve peygamberlere inansa-lar bile asi ve bagî (başkaldıran) kimseler olmuşlardır. Aynı şekilde Hz. Muhammed (a.s)'in gelişinden öncesine kadar Hz. İsa'ya tabi olanlar itaatkar vatandaşlar durumunda idilerse de Hz. Peygamber efendimize ve onun getirdiği Kur'ân-ı Kerim'e inanmadıklan için onlar da Yıhudiler gibi asilerden oldular. İncil ve daha önceki peygamberlere inanmalanna rağmen onlar Allah'ın itaatkar halkı (kullan) arasında sayılamazlar.
Bunu da anladıktan sonra ona; Allah'ü Teâlâ'nın cenneti isyan edenler için yaratmadığını, aksine itaat eden sadık kullan için ya-
129
rattığını anlatın. Bu itaatkar kullardan eğer bir kimse eğer affedilemez bir suç işlerse, veya buna benzer pek çok suç işlerse ona suçuna göre ceza verilecektir. Ve cezasını tamamladıktan sonra cennete sokulacaktır. Ama isyan suçu işleyen hiçbir şekilde cennete giremeyecektir. Onun yeri kesinlikle cehennemdir. O başka bir suç işlememiş olsa da isyan suçunun kendisi o kadar büyük bir suçtur-ki, bu suçun yaranda hiçbir iyilik o kimseyi cennete eriştiremez.
İNSANI HAKKA GÖTÜREN YOL
Bir adam hak ve gerçeği bulma arayışı içinde ise, canı gönülden onu bulma gayreti gösterdiği halde uzun uğraşılarına rağmen onu bulamıyorsa bu biçare adamın ümidleri sönüp cesareti kırılmayacak mıdır? Bunu şöyle bir misalle anlatalım: Bir adam zifiri bir karanlıkta yolculuk etmekte ve nasıl olsa bir yerde aydınlığa ve bir ışığa ulaşacağım ümidi taşımaktadır. Ama uzun yollar katet-mesine rağmen hiçbir ışığa rastlamamaktadır. Sonunda bu zavallı adam yorularak oturup yolculuğuna devam edemez hale gelecek ve karanlıkdan başka ele geçecek birşey yok, asla bir ışık bulamayacağım kararına vararak artık bu yolculuğu bırakıp ümidsiz oturup kalacaktır.
Muhterem efendim, siz benim hayali bir misal verdiğimi söyle-memelisiniz. Ben insanlık hayatından fiili bir örnek verdim. Bilinçli olarak ve resmi olarak müslüman olan iki kişi var. İşin başında ikisi de iki sur içine kapatılmışlardır. Bu iki surdan her biri hayattaki felaketlerin sıkıntıların, başarısızlıkların surudur. Adamlardan biri birinci surdan dışarı çıkar ve önünde bir sur daha var ondan da çıkınca hürriyetine kavuşacağına inanırsa bu adamın ümid ve cesareti artar, dayanma gücü olur ve ikinci surdan da çıkınca hürriyetine kavuşmuş olur. Bu tecrübe onu rahatlatır ve musibete uğrayanın feryadını duyup ona yardım eden bir kişilik kazandırır. Ama ikinci adam bir surdan kurtulur diğer surla çevrilir, ondan kurtulur üçüncü bir surla çevrelenir, o derecede
130
131
ki, peş peşe ardı arkası gelmeyen surlar onu kuşatmıştır. Bu sürekli kuşatma onu ümidsizliğe sokup, musibet ye felaket sırasında işe yarayan bir kurtarıcı insan bulmaktan da tamamen ümidini keser. Çünkü biçare adam sürekli "Allah'ın zafer ve yardımı ne zaman" bağırmadıkça, "dikkat et Allah'ın zafer ve yardımı yakındır" diye cevap veren bir kimsenin sesini duymuyor. En nihayet bu adam, hiçbir arzusuna nail olamadığı, hiçbir emeline erişemediği için, başına gelen felaketlerden birinden dahi kurtulamadığı için ümidsizliğe düşer. Eğer bir arzusuna dahi ulaşsa idi veya felaketlerden birinden kurtulsaydı, yukarda duaları işiten istekleri kabul edip arzuları tamamlayan yüce bir varlık var diye tamamen ümid-lerini kaybetmez, kesin şekilde me'yûs olmazdı.
- Sorunuzun baş tarafında yazdığımız yazının cevabı şudur: Hak ve gerçeği aramak hakkı bulmak için ilk şarttır. Fakat bununla birlikte hakkı arama işinin samimi (içden gelen) bir duygu ile yapılması taassupdan uzak bulunması, akıllı ve bilgilice olması yani hakkı arama işinde kişinin daima hak ve batılı bir birinden ayırd edecek özellikte bulunması ve batıl görülenleri bırakıp hak olanları kabul etmekte devam etmesi de gereklidir. Bu durumda kişinin eline zifiri karanlıktan başka hiçbir şeyin geçmemesi imkanı yoktur demekle beraberdir.
Sorunun diğer bölümünde verdiğiniz misal ve örnekden de anlaşılıyor ki; siz hak arayışını yalnız hakkı aramak için yapmıyor, felaketler, sıkıntılar, başarısızlıklar surlarından çıkıp kurtulmak için yapıyorsunuz ve sizin "Allah'ın yardım ve lutfu ne zaman = meta nasrullahi" feryadınıza birinin "ela inne nasrullahi karib = dikkat et Allah'ın yardımı çok yakındır." diye sadece cevap vermesi de yeterli değil, cevap veren varlığın sizi sıkmtılannız, felaketleriniz ve başarısızlıklarınızdan da kurtarmalıdır.
Bana göre hakkı aramak için sizi ümidsizliğe götüren böyle bir başlangıç noktasını benimsemek tamamen yanlıştır. Hakkı aramanın benimsemeniz gereken en doğru yolu şudur:
132
Her şeyden önce, 1- Acaba kainatın bu düzeni bir yaratıcıya ihtiyaç duymamakta mıdır?, 2- Veya bu kainat pek çok güçlü, yetkili ilahların yaratması ile meydana gelmiştir de, onların hepsi bu kainatın düzenini yürütmekte midirler?, 3- Yahud bu kainatın bir tek yaratıcısı, sahibi, idare edicisi, kesin karar vericisi mi vardır? diye iyice düşünmeli ve inceleme, araştırma yaparak bir gerçeğe ulaşmalısınız.
Ancak bundan sonra bu kainatı anlamaya çalışıp 1- Acaba bu bir işkence yeri midir?, 2- Yahud yiyip için eğlenme yeri midir, 3-Veya bir imtihan yeri olup orada zevkin ve acının huzurun ve huzursuzluğun, kederin ve neşenin, başanmn ve başarısızlığın, kânn ve zararın, her şeyin bir sınama, için mi olduğunu öğrenin.
Sonra siz bu dünyada insanın durum ve yerini anlamaya çalışarak, 1- Acaba bu insan bu dünyada tamamen hür, başına buyruk bir varlık mıdır ve yüce bir hakim güç onun kaderine etki yapmamakta mıdır? Ve o insan yüce bir varlığın önünde yaptıklannın hesabını vermeyecek midir? 2- Yahud yerde gökde pek çok ilah onun kaderini elinde mi tutmaktadır? 3- Veya bir tek Allah onun ve bütün dünyanın yaratıcısıdır da o istediğini yapmakta serbesttir ve bizim koyduğumuz şartlara bağımlı değil midir? O bize karşı sorumlu değil de biz ona karşı mı sorumluyuz? Ve bu dünyada bizi iyi ve kötü, acı, tatlı binbir çeşit hallere sokarak karşılığı bu dünyada değil de ahirette verilecek olan bir imtihan mı yapmaktadır? diye mantığınıza vurup bunlan kavramaya çalışınız.
Araştırmalannız bu üç sorudan her birine eğer birinci ve ikinci sorulara göre cevap veriyorsa o zaman benim size ümidsizlikten çıkıp ümid yolunu göstermeye gücüm yetmez. Ama araştırmalannız ve gerçeği bulma çabalannız her soruya üçüncü sorudakinin cevabını veriyorsa işte o zaman bu cevap sizgönül rahatlığına, iç huzuruna ulaştıracaktır.
Madem ki ortağı benzeri olmayan bir tek Allah tüm kainatın bu düzenini yürütmektedir. O halde kainattaki sayısız varlıklardan hiçbiri Allah'ın bütün ilahlık vasıflarını bırakıp sadece kendi yaran
133
için olmasını isteyemez, böyle bir istek sakattır.
Ve mademki dünya bir imtihan dünyasıdır, o halde orada karşılaşılan her neşe ve keder, her felaket ve saadet, her basan ve başarısızlık aslında insanın denenmesi, imtihan edilmesi içindir. Bu gerçek kimin kafasına iyice yerleşirse, mantığı bunu iyice kavrarsa o kimse hiçbir iyi durumda gurura kapılıp şımarmaz, hiçbir kötü durumda da gönlü kırılıp ümidsizliğe düşmez. Aksine her durumda onun gayret ve çabası, Allah'ın bu imtihanında başarılı olması için didinmek olacaktır. Dünyanın gözler önünde olan düzeninin bu gerçeğini bilip öğrendikten sorfra insan böyle yanlış istekleri, yersiz arzulan gönlünde besleyip bu hayatta tam bir rahat, zevk ve safa ve katışıksız rahatlık ve huzur, sürekli basan elde etmesini ve hiçbir zaman felaket, sıkıntı keder, üzüntü ve başarısızlıkla karşılaşmamasını istemez. Bunları içinden geçirmez. Çünkü bilir ki bu dünya sadece şevkin veya sadece acınm yahud sadece huzurun ya da sadece ızdırabın, veya sadece başarının veyahud sadece başarısızlığın bulunduğu ne zevk safa yeri, ne de elem ve ızdırap yeridir, her şey bu dünyada zıdlan ile bulunur.
Aynı şeklide araştırma ve incelemeniz sonucunda üçüncü soruya da: Allah'ın tek yaratıcı, hüküm ve karar verici oluşuna ve bizim yaratıklar olup onun emrinde olduğumuza, onun istediğini yapmakta kesin serbestliğe sahib olduğuna, bizim de onun kullan olmak onu kendi şartlarımıza bağlı ve mecbur bulamayacağımıza, onun bizim karşımızda değil, bizim onun karşısında hesab vereceğimize cevap veriyorsa yani akıl ve mantığınız buna göre inanıyorsa, o zaman aklınız hiçbir zaman Allah'dan böyle bir şeyler beklemeyecek, nasıl yaşamak istiyorsak bizi öyle yapmasını, ondan ne istersek bize onu vermesini ve bizim uygun gördüğümüzü onunda mecburen o şekilde yapmasını, eğer başımıza bir musibet ve felaket gelirse, arzumuz üzerine onları derhal bizden uzaklaştırmasını ve buna benzer yanlış arzulan yerine getirmesine Allah'ı mecbur görmez.
Sözün kısası, sağlam bilginin meyvesi, iyi ya da kötü dummlar-
134
da aynı kalan, değişmeyen kalbi ve zihni doyumdur, tatmindir. Bilgi ve marifetin yokluğunun sonucu ise; mutlaka, huzursuzluk, ızdırap üzüntü, ümidsizliktir. İsterse insan geçici olarak kendi başa-nlanna kanarak mest olsa da durum aynıdır. Eğer ümidsizlikten kurtulmak istiyorsanız her şeyden önce hakikati tanımayı, elde etmeyi düşünün. Yoksa hiçbir şey sizi zifiri karanlıktan çıkaramayacaktır.
135
|J
SAHABE-t KİRAMIN HÜCCET OLMASI
- ilmi yazılarınız ve eserlerinizden dolayı, mevcut problemler ilaveten bir de şeref sahibi sahabe-i kiramın hak ölçüsü olup o/i madıkları diye yeni bir konu daha ortaya çıktığını size duyuru-** rum. Bu anlaşmazlıkların gerçek yüzünü ve aslını ben anlayama-l dığım için çok huzursuzluk duyuyorum. Tarafların kitap ve yazılarını okuyup da ortaya çıkan fikir ve görüşlere bakınca anlaşmazlı-. ğın sebeb ve sonucunun ne olduğu hiçbir yerde göze çarpmıyor..' Çünkü siz sahabe-i kirama merhum ve mağfur (Allah'ın rahmetine \ ve bağışlamasına ermiş kişiler) diyorsunuz, karşınızda olan diğeri kimseler de onların günahsız kimseler olduğunu kabul etmemek-teler. Sahabe-i Kiram'in ancak görüş birliği ve toplu hareket tarzları size göre doğru ve hak oluşda bir delil (hüccet) dir. Sahabinin herbirinin hareketi onlarca da kesinlikle mutlaka uygulanabilir ve hak olma ölçüsü değildir. Sonra her sahabinin toplum hayatında hayır ve iyilik tarafının fazla olduğuna iki taraf da inanmaktadır. Sahabe-i Kiram hakkında tarihi incelemeler yaparak doğru ya da yanlış yazdığınız olayların bu konuya temel yapılmasına gelince; benim kısa düşünceme göre bu basit ve ferdi olayların aslında olup olmadığı belli bir ölçüde sahabenin hak ölçüsü olup olmadığı konusuyla dorudan ilgili değildir. Bu bakımdan bu dikenli bahisten elimi çekerek yalnızca istiyorum ki, siz de bu olaylarla ilgilenmeyi bırakarak ilmi yapıda kafayı toplayıp reddettiğiniz hak ölçüsünün ne demek olduğunu açıklayınız. Ben incelemelerimin
136
| özetini önünüze seriyorum. Eğer bunları benimserseniz ne âlâ,
> yoksa bunları ilmi bir tenkide tabi tutunuz.
Kitap ve sünnette bildirilen bazı şeyler için herhangi fazladan ölçüye hiç ihtiyaç yoktur, aksine bunların kendisi, kendinden başkaları için ölçü oldukları ortadadır. Mesela sahabenin küçük hataları üzerinde sözün uzatılması faydasızdır. Evet ileride gelecek olan meseleler ki onlar hakkında Kur'ân-ı Kerim ve hadisde olumlu olumsuz hiçbir açıklık yoktur, böyle teferruata ait meselelerde Sahabe-i kiram hazretlerinin söz ve hareketlerini hüccet ve delil kabul etmelidir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.)'e arkadaş olup onun sohbetlerinde bulunmanın, onun konuşmalarını dinlemenin etkisiyle, onların kalbleri ve kafaları bize göre, doğruya ve sağlamlığa daha yakındır. Sahabenin sahabi olma şerefine, üstünlüğüne ek olarak peygamberlikle yakın ve sağlam ilişkisi olmasından dolayı din ve dünya işlerinde, problemlerini, çözmekte bir çeşit üstünlük taşımalarına (sened) hak ölçüsü olmaları deyimi kullanılmaktadır. Sahabi olmayanların kendi sözlerinin, hareketlerinin sağlam olduğuna Kur'ân-ı Kerim'den Hadisi şerifden bir delil göstermeleri veya en azından bir sahabinin olsun kendisini desteklediğini gösterir bir olayı ortaya sürmeleri gerekir. Sahabinin söz ve hareketine zıd nass ortaya getirilemediği, sağlam bir aksi isbat yapılamadığı sürece o sahabiden verilen misal en geçerli bir senettir. Daha fazla delil göstermeye gerek yok. Peygamberliğe en yakın olmaları, içli, dışlı olmaları yüzünden bu güven ve itimad onların hakkıdır. Sözün özü şu ki; peygamberliğe yakın olmalarından dolayı onlara nasib olan bu üstünlük sebebi ile onların masum olmadıklarını kabul etmekle birlikfe, onları Kur'ân-ı Kerim ve Hadisin açıklayıcıları olarak kabul etmemiz gerektiğine inanıyorum ve bizim aklımıza gelen yorum ve kavrayışı doğrulamak, tasdik ettirip, onaylatmak için sahabenin kapısına yüz sürüp onlardan yardım dilemeliyiz. Olabildiğince dini konuları yorumlamada onla-rat ers düşmemeye çalışmalıyız. Eğer bu konuda farklı bir açıklama ile değişik bir görüşe inanıyorsanız lütfen delillerini göstere-
137
rek cevap veriniz. ',
- Sorunuzun kısaca cevabını veriyorum: Hak ölçüsü (hüccet -sened) sadece Allah'ın buyruğu ve peygamberinin sünnetidir. Sa-habe-i Kiram hak ölçüsü (bir şeyin tam doğru olduğuna kesin delil) değil. Ancak o ölçü üzerine tam uygun düşen kimselerdir. Buna şöyle bir misal verelim; mihenk altın değildir, ama altının altın olduğu mihenge vurulunca belli olur.
Sizin de bildiğiniz gibi, ben Sahabe-i kiramın topluca kabul ettiği, üzerinde icma ettiği bir şeyi hüccet (değişmez delil) kabul ederim. Hatta onların çoğunluğunun kabul ettiği şeyi bile diğer bütün görüşlere tercih ederim. Ama şüphesiz sahabenin her bir ferdi konusunda mutlaka iki şekilden biri karşımıza çıkabilir. Biri; onun sözünde diğer sahabilerden farklı bir durum olursa bu durumda hepsinin sözü bir anda kabul edilmeyip reddedilebilir, hatta şer1! delillerden dolayı bir söz diğerine tercih edilebilir. Ve hepsinin sözleri reddedilerek yeni bir görüş ve söz benimsenebilir. İkinci şekilde; bir sahabiden veya bazı sahabeden bir söz bildirilmiş olsun ve ona aykırı düşen bir başka söz de olmasın, bu durumda sağlam olan şey; bu sözün kabul edilmesi ve bu sözü reddedip başka bir sözün benimsenmemesidir. Ancak şu var ki; çok üstün seviyedeki tabilerin ve herkes tarafından kabul edilmiş müctehid imam-;j lann delillere dayanarak karar verdikleri ve bu kararlarında doğru-ı ya en yakın olduklarının hissedildiği durumlar bunun dışındadır.
138
HZ. PEYGAMBER (S.A.V)'İN BEŞER OLUŞUNA İTİRAZLAR
- Nisan ayı sayısında Tercüman-el-Kur'ân dergisinde İslam neyi savunuyor başlığıyla yayınlanan yazınıza bir kaç noktada şu itirazlar yapılıyor:
1- "Peygamber insan üstün değildir" bu ne demektir? Bu sözle, Allah'ın peygamberine verdiği yetkiler mi kasdedilmiştir? Veya insan olmakla madde ötesi olmak mı kasdedilmiştir? İtirazcılar genel insanlardan üstün olma kasdedilmiştir, peygamber ise bu konuda elbette üstündür, demektedirler.
2- Yapılan ikinci itiraz da; bu yazının yazarı Hz. Peygamberi (a.s.) beşeri zaaflardan insanî eksikliklerden uzak kabul etmemektedir, halbuki o yüce peygamber her bakımdan masum (günahsız, kusursuz) dur. İnsanî kusurlar ve beşeri zaaflardan maksadınız beşeri ihtiyaçlar mıdır? Veya daha başka bazı şeyler midir?
3- "Bazı peygamberlerin çağrısı, başarısız kaldı." Bu ifade tarzı peygamberlerin sonuna layık değil. İtirazcıların en çok itirazlar ettiği nokta sözün söyleniş tarzıdır. Niyyet ne kadar iyi olursa olsun, ifadenin şekli küstahcadır, demektedirler.
- Bu sorulara cevap vermeden önce; bu makaleyi aslında Müslüman olmayanlara Islamı anlatmak için yazdığımı bildirmeyi gerekli, görüyorum. Bu yazımda onların yanlış inançlarının adı aral-
,139
madan, islam'ın sağlam inancı önlerine konularak onların yanlış inançları reddedilmiştir. İslam'ın bu sağlam inancını görerek bizzat dinlerine ne gibi yanlış inançların girdiğini anlamaları amaçlanmıştır. Şimdi teker teker itirazlara gelelim:
1- "Peygamber insan üstü değildir" Bu cümleden bir mana çı-kaimadan önce, itirazcının; benim bu sözü hangi söz dizisi içinde yazdığımı görmesi lazım. Yukarıdan itibaren sözün gelişi şöyle: "Peygamber bir insandır ve ilahlıkda onun hiç bir payı yoktur." Bu cümle gösteriyor ki, "o insan üstü değildir." sözünden kasdedilen, onun insanlıkdan öte, diğer dinlerdgkilerin liderlerini yaptıkları gibi ilah sıfatlan ile nitelendirilemeyeceğidir.
2- Bu söz sırasında hemen arkadan söylenen "peygamber beşeri zaafların üstünde değildir" cümlesidir. Bu cümlede beşeri zaaflar sözüyle kasdedilen şeyler, acıkma, susama, hastalanma, üzülme, kederlenme gibi insanlann hepsinin başına gelebilen şeylerdir. O yazıda bu söz; Hıristiyanlann ilah veya Allah'ın oğlu olduğuna inandıklan kimsenin de başına beşeri zaaflar geldiğini buna rağmen, bunları göre göre hala o beşeri Allahlığa ortak kıldıklarını anlatmak için yazılmıştı. Bu yolda bir delili de doğrudan doğruya Kur'ân-ı Kerim'in şu ayetinden almıştık: "Meryem oğlu İsa Mesih ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Onun annesi dosdoğru bir kadındı. İkisi de yemek yerdi" (25-5) Bu ayette bir kadının kamından doğmayı ve ana oğul yemek yemeyi Hz. İsa'nın insanoğlu olduğuna insan üstü bir varlık olmadığına Hıristiyanlann anladığı gibi ilahlıkla hiçbir ilgisi olmadığına delil gösterilmiştir.
3- Üçüncü itiraz da, söz dizisi gözönüne konulmayarak sadece bir kelimenin kullanılması üzerine yapılmıştı. Söz dizisi şöyle: Peygamberin işi; iman edenleri ferdi ve topluca eğiterek sağlam îslâmî bir kültür ve medeniyet için fiilen hazırlamak ve onlan düzenli hale koyarak öyle bir toplum kurmaktır ki o toplum dünyada Allah'ın dinini fiilen ayakta tutmak için çabalaman, Allah'ın kelimesi (Tevhid dini) üstün gelip, diğer kelimelerin (batıl inançların)
yere serilmesi için didinmelidirler. Sonra o yazımda şu cümleler yazılmıştı: "Her Peygamberin ve çağnsım hedefine ulaştırmakta başarılı olmuş olması da şart değil. Pek çok öyle peygamberler gelmiştir ki; kendi hatalanndan dolayı değil de katı, bağnaz insanlann eziyetlerinden ve durumlann elverişli olmamasından dolayı peygamberliğin gereği olan görevi yerine getirmekte başarılı olamamışlardır". Bu yazıdaki (başansız) kelimesinin kullanılmasına küstahlık demek ne biçim terbiye ve edebdir, nasıl bir saygıdır. Bu aşırılıklar eğer peygamberin şanından dolayı ise o zaman; Hz. Peygamber (s.a.v.) Uhud savaşında yaralanmıştı. Veya bir zamanlar Rasulullah hasta olmuştu diyen herkesin küstah kabul edilmesi uzak bir ihtimal değil. Eğer bir olayın olduğunu, meydana geldiğini inkar etmemek icab ediyorsa, dilde herkes tarafından kullanılan, bilinen kelimelerle olay anlatılacaktır. Bunu küstahlık kabul eden zevat görüşlerinde serbesttir. Fakat başkalarına neden bu görüşü zorla kabul ettirmek istiyorlar.
140
141
PEYGAMBERLERİN BEŞERÎ ZAAFLARINDAN MAKSAD TABİİ İHTİYAÇLARIDIR
- Bir din bilgini ısrarla sizin Londra'daki İslam konferansı adlı makalenizde Uz. Peygamber (s.a.v) hakkında yazdığınız "beşeri zaafların üstünde değildir" cümlesinde gerçekte kusur ve hatalar anlaşılmaktadır tezini savunmaktadır. Bu cümleden siz tam olarak ne kasdettiğinizi açıklar mısınız?
- Her ne kadar Tercüman-el-Kur'ân-ın Haziran sayısında maksadımı açıkladıysam da yine suçlamaya ısrarla devam edilmektedir. Bunun manası şu demektir, sözü söyleyen ne demek istediğini açık açık izah etse de yine suçlayanlar, senin sözünün asıl amacı senin açıkladığın gibi değil, bilakis bizim söylediğimiz gibidir demeye devam edeceklerdir.
Bu takva sahibi, Allah'dan korkan kulların hiçbir zaman benimsemediği acayip bir tutumdur.
Gerçek şu ki; eğer tarafımdan bir açıklama yapılmasaydı bile, bu yazı sadece iyi niyyet ile okunsaydı, o zaman bu söz dizisinde beşeri zaaflardan maksad kusurlar ve hatalar olabilir diye bir yanlış anlamaya hiçbir ihtimal ve imkan kalmazdı. Bu yazıda tamamen konu edilen, diğer dinden olanların kendi peygamberleri hakkında aşırılığa giderek, onlan ilah veya Allah'ın oğlu, yahut Allah'ın şekil değiştirmiş temsilleri kabul etmeleri ve Kur'ân-ı Ke-rim'in Müslümanları bütün bu sapıklıklardan kurtardığı, ilahlık ile
142
peygamberlik arasına her insanın peygamber nedir ve ne değildir, diye bilebileceği bir duvar çektiğidir. Ve nihayet böyle bir konu anlatışı içerisinde; peygamber hata ve kusurların üstünde değildir, demeye nereden münasebet doğmuş oluyor. Bu sözün o konu içinde ne yeri vardır.
Buna ek olarak bir şey daha diyelim. Eğer bir insan duyduğunu, okuduğunu anlama yeteneğine sahibse, beşeri zaaflardan asla kusurlar ve hatalar manasını çıkarmaz. însan için hata (ayıp) kelimesi ancak şu durumlarda kullanılır. İnsanın, çirkin sözlü olması, yalancı olması, ahlaksız, hain, hilekar olması gibi durumlarda, kusur ise; ya o kişinin bedenen bir yerinde eksiklik olması mesela çirkin olması, veya organlarından birinin olmaması yahutta kafa ve ahlak açısından eksik olması mesela geri zekalı, ahmak, yahut nefsinin isteklerine karşı yenik düşen kişi olması hallerinde kullanılır.
Bu ikisinin aksine olan beşeri zaaflar şunlardır: İnsan güvenle yaşaması için ekmeğe, suya muhtaçdır, dinlenmeye uyumaya muhtaçdır, evlenmeye muhtaçdır. Hastalığında ilaca muhtaçdır. Sıcak, soğukdan, kardan, yağmurdan kurtulmak için sığınağa, barınağa muhtaçdır. Elbiseye muhtaçdır. İşte bu manada Allah Teâlâ Nisa suresinin 28 nci ayetinde "İnsan zayıf olarak yaratıldı" buyu-rulmuştur.
143
KAFİR İYİ AMELİNİN MÜKAFATINI ALIR MI?
- Bu aciz kulun samimi bir dostu var. Dini düşünce ve duyguya sahib biri. Onun şöyle bir inancı var; "Kim olursa olsun rabbinin rızası için iyi bir amel yapmışsa mesela mazlum birini korumuşsa, fakire yardım etmişse, yolcuya hizmet etmişse, bir hastayı tedavi etmiş, iyileştirmişse, mutlaka bunların karşılığı olan mükafatı, rabbinden alacaktır. Ahirette mükafat verilmesi Müslümanlara özgü değildir. Allah rabülâlemin = Alemlerin rabbidir. Sadece müslümanların rabbi değil. Onun zannına göre, her dinin inananı mesela hıristiyan, hindu, budist v.s. eğer çok iyi niyetle iyilik ve hayır işlerse yani gösteriş için yapmamışsa ahirette onun karşılığını bulacaktır." Ben onunla aynı görüşte değilim ve ancak Kur'ân-ı Kerim'in bazı ayetlerini mesela Nahl suresinin 97. ayetini Tâhâ suresinin 112. ayetini ve Enbiyâ süresinin 94. ayetini örnek göstererek, iyi amellerin kabul edilmesi için de iman etmenin şart olduğunu söyledimse de ikna edemedim. Ona bütün alimlerin bu konuda aynı görüşte olduklarını söylediğimde, alimler genellikle aşın görüşlü kimselerdir, diye cevap verdi. Arkasından da sizin hakkınızda; üstad Mevdudi ölçülü düşünen bir alimdir, aşın görüşlü kimse değildir, bu konuda kararı ondan sorunuz, dedi. Bu bakımdan bu yazıyı size gönderdim. Soruya açıklık getirmem için bir şey daha yazmama izin vermenizi istiyorum. O da; günahkar bir müslüman eğer iyi bir amel yaparsa o kabul ediliyor da aynı iyi ameli, hatta ondan daha çok iyi bir ameli müslüman olmayan biri
144
işlerse neden reddediliyor? Allah böyle taraf tutamaz, bu onun kullarını koruyup kollama şanına aykırı düşmez mi?
- Dostunuz eğer bu sorunun cevabını Kur'ân-ı Kerim'den istiyorsa, bu konuya Kur'ân-ı Kerim çok açık cevap veriyor. Kafirin amelleri ister iyi ister kötü olsun, o sadece küfründen dolayı cehennem azabını hak etmiştir. Nahil, Tâhâ, Enbiya surelerinden naklettiğiniz ayetler onu tatmin etmediyse o ayetlerden daha açık bir ifade ile anlatan ayetler Kur'ân-ı Kerim'de vardır. Bu ayetler bütün açıklığı ile; Allah'a, peygamberlerine, ayetlerine ve ahiret gününe veya bunlardan birine inanmayan kimsenin kafir olduğunu ve kafirler içinde cehennem azabı olduğunu bildirmektedir. Örnek olarak Nisa sûresinin 150 ile 151. ayetlerine dikkat ediniz. Allah bu ayetlerde buyuruyor ki:
"Allah'ı ve peygamberlerini inkar edenler Allah ve peygamberlerinin arasını ayırdetmek istiyorlar. Ve biz bir kısmına inanırız, bir kısmına inanmayız diyorlar. Ve küfürle iman arasında bir yol edinmeyi istiyorlar. Onlar tam kafirlerdir. Ve biz kafirlere perişan eden bir azab hazırladık." Bu buyruğa göre Allah'a ve peygamberlerine inanmamak veya Allah'a inanıp peygamberlerine inanmamak yahud peygamberlerinden birine inanıp birine inanmamak, bunların her biri birer inkar ve küfürdür. Küfrün cezası da rezil ve zelil eden azabdır.
Sonra En'âm suresinin 130 nolu ayetine bakınız. Ondan önceki ayetlerde şeytanlar için ve onların peşinden gidenler için sürekli azab verileceği karan duyurulduktan sonraki bu 130 nolü ayette de buyuruluyor ki:
"Size benim ayetlerimi anlatan ve karşılaşacağınız şu gününüzden dolayı sizi korkutan sizden peygamberler gelmedi mi? Onlan biz kendi aleyhimizde şahidiz' dediler. Dünya hayatı kendilerini aldattı ve kendilerinin kafir olduklarına şahidlik ettiler."
Bu ayette peygamberlerin sözlerine inanmayanların, onların getirdikleri Allah'ın ayetlerine inanmayanların ve ahirete iman et-
145
1
ı cehennenPF|
meyenlerin kafir olduğu bildirilmiş ve onların ebediyen < azabına hak kazandıkları belirtilmiş, amellerin nasıldı, nasıl değil-di, hiç gözönünde bulundurulmamıştır.
Bu, Zümer suresinin 71 ve 72. ayetlerinde de anlatılmış ve şöyle buyurulmuştur: Kafirler cehenneme doğru grub grub sevkedi-lirken cehennem kapılan onlara açılacak ve oradaki görevliler (melekler) onlardan şöyle soracaklar:
"Size rabbinizin ayetlerini okuyan ve şu güne erişeceğinizden dolayı sizi korkutan sizden peygamberler size gelmedi mi? Evet gfldi diyecekler, ama kafirlerg azab edilmesi hükmü hak oldu. Onlara içerde ebediyen kalmak üzere cehennemin kapılarından girin, denilecek."
Dünyada peygamberlere ve onların getirdikleri ayetlere ve ahi-ret gününe inanmayı reddedenler bu ayettede kafir olarak belirtilmiştir. Küflir ve imansızlıktan başka onların daha başka bir takım günahları var mıydı yok muydu, bunlardan dolayı onların cehenneme hak kazanıp kazanmadıktan gibi şeyler hiç anlatılmamıştır.
Bundan sonrada Mülk suresinin 8 . ayetinden 11. ayetlerine kadar olan buyruklara bakınız. Bu ayetlerde sadece peygamberleri ve onlara nazil olan kitaplan inkar etmeyi cehennem azabına se-beb kılınmıştır:
"O cehenneme bir grup halinde her konuluşda cehennemin görevli melekleri o gelenlere size hiçbir uyancı gelmedi mi diye soracaklar. Onlar da diyecekler ki; Evet bize uyancı geldi de biz yalanladık. Ve, Allah hiçbir şey indirmemiştir. Siz ancak açık bir sapıklıktasınız, dedik." Bu ayetleri gördükten sonra Kur'ân-ı Kerim'e iman eden bir kimse; bizatihi küfür ve inkann cehennemlik olmaya tek başına bir sebeb olduğuna, küfür ve inkann yanında hayırlı bir iş, iyi bir amel yapmanın onu cehennemlik olmaktan kurtaramayacağına inanmayı reddedebilir mi? Şüphesiz eğer bir fark varsa o sadece şu bakımdandır, o azab yerinin pek çok giriş yeri, farklı kapılan vardır. İyi işler yapan, hayır işleyen kafir bir başka kapıdan
146
girecek, kötü işler yapan kafirler imansızlığının dışında kötü ameller işlediği için o kötü amellerine uygun daha büyük bir azab kapısından girecektir. Diğer bir deyimle birinin azabı hafif olacak öte-kininki daha sert ve şiddetli olacak, ama cehenneme gitmekten hiçbir kafir kurtulamayacaktır. Çünkü küfür ve inkar Allah'a başkaldırmadır. Cenneti de Allah başkaldıran için yaratmadı.
Mümin kula gelince, o da iki çeşittir. Biri, iman etmekle birlikte genel durumu açısından salih (iyi) bir insandır. Bir miktar kusur ve hataları olsa da Tevbe etmesiyle bağışlanabilir. Dünyanın musibetleri, başına gelen hastalıklar, sıkıntılar, çileler, üzüntüler o gü-nahlannın karşılığı (keffareti) kabul edebilir. Şefaat da onu bağışlatabilir. Allah kendi lütuf ve keremiyle onu bağışlayabilir.
Diğer, ikinci tip mümine gelince, çok büyük günahlar işlese de o Allah'a başkaldıran değil, suçlu olan biridir. Onu affettirecek hiçbir şeyi olmasa bile, ona isyan ve başkaldırma cezası değil işlediği suçun veya suçlann cezası verilecektir. Dünyadaki kanunlarda bile, devlete başkaldıran isyancı ile suç işlemiş biri aynı seviyede, aynı durumda değildir, ikisine de aynı ceza verilmiyor. O halde hakimler hakimi en yüce adalet sahibi Allah'ın başkaldıran durumundaki kafide suç işlemiş suçlu bir insan durumundaki müminin ikisini de aynı seviyede tutması, aynı işleme tabi tutması nasıl beklenebilir.
147
KORKU NAMAZI
- Kendi İslam vatanını savunmak için sınırda savaşa hazır vaziyette bekleyen askerler hakkında farz namazının hükmü nedir? Böyle bir durumda farz namazlar nasıl kılınabilir?
- Eğer fiilen savaş yapılmıyorsa askeri birlik savaş alanında bir siperde sadece savunma için hazır vaziyette bekliyorsa, böyle bir durumda cemaatle korku namazı olarak şöyle kılınmalı; önce askerin yansı bir yere toplanarak farz namazı seferi namazı gibi kılmalı sonra da geri kalan yandakiler yer değiştirerek aynı şekilde namazlannı kılmalıdırlar.
Eğer düşmanın ani saldırma tehlikesi varsa ve hiçbir askerin yerinden aynlması imkansızsa cemaatle namaz kılmak zorunlu değil, bilakis her asker bulunduğu yerde, içinde bulunduğu durumda, oturarak, ayakta veya yatar vaziyette işaretle sadece farz namazı kasır olarak (seferi namaz gibi) kılmalıdır. O durumda kıbleye yönelmiş olmak da şart değil. Kıbleye dönerek namaz kılmak mümkün değilse sadece yüzü kıbleye çevirerek niyyet edip namaza durmak sonra savaş zorunluluğundan dolayı ne tarafa dönülürse dönülsün namaza devam edilip kılınabilir. Rüku ve secdeler yapılamıyorsa o zaman sadece işaretle namaz kılınmalıdır. Namaz sırasında eğer düşman saldınrsa o durumda düşmana hemen ateş edilebilir, eğer yerinden aynlmak, hareket etmek, arkadaşlarıyla konuşmak zorunda olursa namazım bozar, daha sonra uygun bir
148
zamanda kaza eder.
Eğer fiilen savaş çok şiddetli ve sürekli ise, namaz kılmak için en ufak bir fırsat ve imkan yoksa, namaz kazaya bırakılabilir. Bu gibi durumlarda ne kadar namaz kazaya bırakılırsa savaş biter bitmez onları kaza etmek gerekir.
149
GIDALARIN HARAM VE HELAL OLUŞU
"Bir süredir tngilterede yaşıyorum. Buranın halkıyla ne zaman dini bir konuşma yapsam buranın insanları çok kere domuz eti hakkında mutlaka söz açıyorlar ve İslam'da neden bu haram kılınmıştır, diye soruyorlar. Ben buna doğru dürüst bir cevap veremiyorum. Bana bu konuda yol göstermenizi istirham ederim. Kur'ân-ı Kerim'e göre bu domuz eti neden haram kılınmıştır. Hikmeti nedir bize açıklamanızı bekliyorum.
Domuz eti Kur'ân-ı Kerim'de haram kılındığı gibi aynı şekilde İncil'de de yasaklanmıştır.
Nitekim Yehudiler bugün bile bu etten uzak dururlar. Yeni ahidde de bizzat Hz. İsa (a.s.) tarafından bu hükmün kaldırıldığına dair bir söz nakledilmemiştir. İşte o Saint Paulidi ki Hıristiyanlığı batılı milletlere yaymak için şeriatın bağlarını koparıp, hüküm ve emirlerini bir tarafa atmış, Allah'ın haram kıldığı ne varsa onu helal yapmıştır. Yoksa Allah'ın bütün peygamberlerine gönderdiği şeriatlarında domuz eti haram kılınmıştır.
İnsanın kendi deney ve tecrübeleriyle zararlarını ve kötülüklerini bilebileceği şeyler hakkında Allah'ın bir şey buyurmasına gerek yoktur. Bunları anlamak, öğrenmek için insanın kendi bilgi kaynaklan yeterlidir. Bu bakımdan Allah'ın şeriatında zehirin haram olduğu anlatılmamıştır. Fakat insanların bilgi kaynaklarının zararlarını öğrenemeyeceği şeyler hakkında Allah, bunlardan ka-
150
çının diye emir ve hüküm vermiştir. Bizim için en akıllıca hareket, Allah'a güvenip onlardan sakınalım ki, onların zararlarından kurtulmuş olalım.
Gerçek şu ki Haram gıdaların yıkı cı etkisi sadece insan vücudunun maddi yapısı üzerinde olmakla kalmamakta, onun manevi yapısına, ahlakına da etki etmektedir. Maddi yapımız üzerine yaptığı etkileri tecrübe ve ilmi deneylerimizle öğrenebiliyoruz ama ahlak üzerinde, manevi yapımızda ne gibi etkiler yaptığım bugüne kadar hiçbir beşeri ilim tesbit edemedi. Allah'ın şeriatında domuz, mundar hayvan, leş, kan ve yırtıcı hayvanlann yenmesi insanların ahlakında kötü etki yaptığı için haram kılınmıştır.
151
SİGORTAYI HARAMLIKTAN KURTARMA TEDBİRLERİ
- Sigorta işine temelden değişiklikler getirilmesinin gerekli olduğu görüşünüz çok doğru, ama biliyorsunuz ki bunun için çok uzun ve yasal çalışmalar yapılmasına ihtiyaç var. Ben şu ana kadar kendi sigorta şirketimde, hayat sigortası muamelesinden hep kaçındım, yanaşmadım. Fakat biraz bu mesele üzerinde düşündükten sonra, hayat sigortasının sakıncalarının aşağıdaki önlemlerle kaldırılabileceği sonucuna vardım.
1. Sigorta parasını devlete teslim ederken, bu paranın faizli işlere yatırılması yerine her hangi bir resmi devlet müessesesine veya faizsiz çalışan bir yerden hisse satınalmakda kullanılması istenmelidir. Uğraşılırsa ümid ederim ki yetkililer bunu kabul eder de bu şekilde faize karışmaktan kurtulunmuş olur.
2. Şirketin istediği kişinin sigortasını iptal etme veya önceden kabul etmeme yetkisi var. Biz prensiplerimize şunu da koyabiliriz, isteyen herkes paralarını mirasçıları arasında şeriata uygun olarak dağıtmayı isteyebilir. Allah ve rasülünün şeriatına bağlılık şöyle yapılarak ta yerine getirilebilir: Biz de bizim istediğimiz şeriat sistemine göre hareket edenler sigorta yaptırsın diye, şeriata uygun paylaşmaya razı olmayan kimselerin sigortası kabul edilmemelidir.
3. Kumar işine karışmaktan kurtulmak için, sigorta yaptıranlardan ölmeleri halinde sadece gerçekte ödedikleri taksit paralarının toplamının mirasçılarına verileceğini istediklerini bildiren belge alınmalıdır.
152
Her ne kadar bu iş kollarında şer yönü, sakıncalı taraflar çoksa da, hayır yönü de geliştirilebilir.
Bir süre önce hata ve tehlikelerini hissettiğimden dolayı şirketimi satmaya karar vermiştim, fakat daha sonra başkalarına örnek teşkil edecek bir yol bulunmasının ve İslam çizgileri içinde kalarak sigorta işlerinin yapılmasının gereğini hissettim. Zahmet edip lütfen bana doğrusunu gösterin.
- Sizin bana yazdığınız, sigorta işinin düzeltilmesiyle ilgili bulduğunuz sistemle ümid ediyorum ki, onun haram oluşuna sebeb olan bazı yönleri ortadan kalkacaktır. Bana göre onu caiz şekle sokabilmek için en azından yapılması gerekli olan şeyler şunlardır.
1. Sigorta şirketinin sigorta paralarına kendi resmi ya da yan resmi devlet sanayi yahut ticari işinde pay ortaklığı sistemine göre yatırmaya ve şirketin verdiği paranın daha önceden belirlenmiş ölçüde değil de kazandığına göre hissesine düşeni şirkete vermeye devleti razı etmelidir.
2. Şirket diğer sermayesini ve bütün mal varlığını öyle kar getiren yerlere yatırmalı ki o yerler faiz yerine kâr ve kazanç payı versin ve faizle çalışan hiç bir yerle para ve mal alış verişi olmasın.
3. Hayat sigortası ancak şu iki şartı kabul eden kimseler için yapılmalı 1. kendileri ölünce sadece taksitlerinden biriken ödedikleri paranın mirasçılarına verileceğini 2. Bu biriken paranın mirasçılarına şeriata uygun olarak bölüştürüleceği kabul edilmelidir.
4. Sigorta yaptıranlardan yatırdıkları paranın kârını isteyenler olursa bunların paralan kendilerinden izin alınarak 2 nolu maddede belirttiğim şekilde ki ticari işlere pay sistemine göre yatınlmalı-dır.
Bu dört düzenlemeyi uygulayabilirseniz, bununla sadece şirketimizin işini düzeltmiş, temizlemiş olmayacaksınız, hatta memlekette sigorta işinin düzelmesini, haram yönlerden kurtanlmasmı isteyen herkese yol göstermiş, örnek olmuş olacaksınız.
153
TOKALAŞMA VE KUCAKLAŞMA
j.
- Bazıları bayram namazından sonra akraba ve tanıdıklarını ziyarete gittiklerinde ya tokalaşmakta veya kucaklaşmaktadırlar. Öğrenmek istediğim şu ki Bayram günleri kucaklaşmak doğru mudur. Hadis-i şeriflerde veya sahâbinin uygulamalarında bunun caiz olduğunu gösteren örnek var mıdır?
- îş musafaha (tokalaşma) dan ibaret olunca sadece neşeli zamanlar da, sevinçli günlerde değil, hatta her an her zaman, her buluşmada tokalaşılması caiz, değil sünnettir, (müstehap ve mes-nundur.) Ebu Dâvud da Berâ bin Azib (R.A.) in yaptığı rivayete göre: Hz. Peygamber (a.s) "iki müslüman bir araya gelip musafaha yaparlar da Allaha hamd ederler ve ondan mağfiret (bağışlama) dilerlerse Allah onlan bağışlar" buyurmuştur. Tirmizi'den nakledilen bu konudaki rasülüllahın mübarek buyruğu da şöyledir: "İki müslüman birbiri ile buluşunca musafaha ederlerse onlar birbirinden ayrılmadan Allah onlan mağfiret buyurur." Yani onlann birbiri ile musafaha etmesi, müslümanın müslümana sevgi ve muhabbeti ve karşılıklı ikramını gösterdiği için bu onlann mağfiretini gerektiriyor. Ebü Dâvüd'da bildirildiğine göre: "Hz. Ebüzerr (r.a) dan, Hz. Peygamber efendimizle buluştuğunuz zamanlarda sizinle musafaha yapar mıydı diye sorulunca, şöyle cevap verdi: Hiçbir zaman olmamıştır ki, ben Hz. Peygamberle bakışmış olayım da benimle musafaha yapmış olmasın." Bu bakımdan musafaha ko-
nusunda fıkıh âlimleri arasında ihtilaf (farklı görüş) yoktur. Yani hepsi caiz görmüştür.
Ama kucaklaşma meselesinde fıkıh alimleri arasında ihtilaf vardır. Bazı fıkıh alimleri (ki bunlar içinde imâm Yusuf da vardır.) bunu kerahatsiz caiz görmekte, bazıları da sadece yolculuktan (seferden) dönene ve benzeri bazı durumlarda caiz görmekte diğer genel durumlarda mekruh kabul etmektedirler. Imam-ı Azama göre kesinlikle mekruhdur. Bu farklı görüşlerin sebebi, muânaka (kucaklaşma) konusundaki hadislerin birbirinden farklı oluşudur. Tir-mizi'de Hz. Enes (r.a.) şöyle buyurmuştur. "Bir kişi Hz. Peygamberden (a.s,): Yâ rasülellâh bizden biri her hangi bir kardeşi ile karşılaşınca onun önünde (saygı için) eğilebilir mi? diye sordu. Hz. peygamber hayır dedi. O adam tekrar, onunla öpüşebilir mi? diye sordu. Peygamberimiz hayır dedi o adam, öyle ise musafaha (tokalaşma) yapabilir mi? diye sorunca, Rasülüllah evet dedi." Tirmizi-de bir başka rivayet daha var ki o rivayet de Hz. Aişe (r.a) şöyle buyuruyor. "Zeyd bin Hâlid bin Harise Medine'ye gelince doğruca bizim eve gelerek kapıyı vurdu. Rasülüllah hemen kalkıp dışarı çıktı ve onunla kucaklaşarak (muanaka yaparak) yüzünden öptü.
Ebü Davüd' da Hz. Ebü Zerr şöyle rivayet ediyor: "Bir keresinde Hz. Peygamber efendimiz beni çağırmışdı da ben evde bulunmuyordum. Daha sonra Rasülüllahın beni istediğini duyunca hemen huzuruna gittim. Rasülüllah beni kucakladı."
Bu rivayetleri bir araya getirip topluca göz önüne koyunca anlaşılıyor ki, Rasülüllah genellikle sadece tokalaşmakla yetiniyordu. Kucaklaşma öyle çokça yaptığı bir şey değildi. Ama şüphesiz ara sıra özel durumlarda kucaklaştığı gösteriyor ki bu hareket caiz olmayan bir davranış değildir.
154
155
FAİZSİZ EKONOMİDE DEVLETE BORÇ PARA VERİLMEJSİ MESELESİ
- Bu günlerde faizsiz bankacılık sistemi üzerinde Ur kitap yazıyorum. Bu konunun içinde devlete borç para verme meselesi diye bir bölüm yazmam gerekti. Bu günlerde değişik sebeblerden ötürü geniş ölçüde devletin borç paraya ihtiyacı var. Bunu göz önünde tutarak sadece ahlaki bir temenniyle kalınmayıp servet sahiplerinin borç para vermelerinin teşvik edilmesine ihtiyaç olduğunu hissediyorum.
Kanaatim şu ki, faizsiz ekonomide devlete borç para veren kimselere borç olarak verdikleri ana para üzerinden bazı vergilerinde hafifletme, bazı vergilerinden muafiyet tanınmalıdır. Meselâ, devlete borç olarak verilen paranın geliri üzerinden o kişiyi onurlandırmak için gelir vergisini (kazanç vergisini) azaltmak lâzımdır. Bu davranış devletin borç para temin etmesine yardımcı olacaktır. Bizim ileri sürdüğümüz teklif bir İslâm devletinin öşür, zekat v.s. gibi seri vergiler dışında koyduğu gelir vergileri ile ilgili idi. Şimdi tamamen ayrı bir konu olarak şunu sorup öğrenmek isti-yorum. Eğer yukarıda arzedilen görüşü uygulama imkanı görüyorsanız, o zaman devlete borç veren kişinin bu parasından devle-l te verdiği borç süresi boyunca zekat alınmaması imkanı olup ol-\ madiğim da bildirin.
Elimde bulunan bu iki projemize uygun ve aykırı delilleri size göndererek kıymetli vaktinizi harcama yerine ancak şu kadarım
156
yazmayı yeterli görüyorum. Birinci görüş hakkında hiç bir seri prensibi çiğnemediğimden dolayı içim rahat. Konu sadece uygulamadaki iyi neticeler ışığında karar beklemektedir. Fakat ikinci görüş de kesin kanaat sahibi değilim. Bu iki meselede de sizin ayrı ayrı açıklamalarınızı yol göstermenizi bekliyorum.
- Devlete faizsiz borç para veren insanların vergilerinde gözetim yapılması bana göre caizdir. Bir şartla ki, bu gözetimde borç miktarı açısından bir ilâve (fazlalaştırma) olmasın, çünkü bu onu faize benzer kılacaktır. Zekâtın muaf tutulmasına gelince, bunun caiz olacağını gösteren hiçbir sebeb ve delil gözüme görünmüyor. Eğer gönül nzası ile askeri veya daha başka hizmet karşılığında namaz sorumluluğu o kişinin üzerinden kalkabilirse o zaman faizsiz borç karşılığında da zekat kalkabilir. Ama eğer öyle olamıyorsa o zaman iki dini farzda da durum farklı olamaz. Hz. Peygamber efendimizin mübarek döneminde pek çok kere savaş ve diğer zorunluluklardan dolayı halktan mali yardım istenmişti. Ama hiç bir zaman her hangi bir yardım karşılığında ne bir farz düşürülmüştür, ne de bir farzda hafifletme yapılmıştır. Buna ilâveten kâr ve kazanç getiren yerlere yatırmak maksadıyla devletin aldığı borçlardan elde edilen kârları bu işler için para vermiş kişile*re hisselerine göre uyumlu olarak dağıtabilir. Bu şekil çok kere halkın bir takım men-faatlann hırsı ile faizle başka devletlere borç para vermelerinden daha çok karlı ve teşvik edici olacaktır. Herhangi bir yatırım planı için eğer devlet halktan yardım alırsa o zaman bu aldığı yardım parasını o işte kullandığı sürece, o yatırımdan gelen gelirin bir bölümünü o borç para verenlere dağıtabilir. Ve eğer pek çok yatırıma kullanılmak üzere borç para alınması gerekiyorsa o zaman bu para borç para yerine kârına ortak olma sistemine göre alınmalı ve bu paranın kullanıldığı işlerin tümünden elde edilen kârların hisselere göre uyumlu olan karların o borcu veren bütün insanlara verilmelidir.
157
NAMAZDA SALAT VE SELAM OKUNMASI
- Hitabeler isimli eserinizde namazı izah ederken yazdığımız' salat ve selâm içinde (seyyidinâ ve mevlânâ) kelimeleri, sünnet olan, hadislerde de nakledip gelen sakıtta bulunmamaktadır. Bir alim buna karşı gelerek sünnet olan sakıtta bulunmayan bu kelimelerin namazda okunması mekruhdur, diyor. Bunu caiz olduğunu gösteren bir sened, delil var mıdır?
- Bu ilâve kelimelere mekruh diyen o büyük zat her halde meselinin iç yüzünü, konunun durumunu çok iyi bilmemektedir. Bunu anlamak için teşehhüd meselesini iyice incelemek gerekir.
Teşehhüd hakkında (iki rekatta bir Teşehhüd için oturma hakkında) en sağlam rivayet Hz. Abdullah bin Mesüd (r.a.) dan yapılan rivayettir. Bu hadisi yirmiden fazla senedle raviler nakletmişler ve bütün rivayetler (Ettehiyyâtü) den (Abdühü ve raslühü) ye kadar bölümünü aynı şekilde rivayet etmişlerdir. Bu yirmi rivayetten hiç biri diğerinin söylediği kelimelerden farklı bir sözle rivayet etmemiştir. Buna rağmen, namazda sadece işte bu teşehhüd okunmalıdır, diye bir karar verilmemiştir. İmam Şafii, İbni Abbasın teşehhüdünü, İmam Malik ise Hz. Ömerin teşehhüdünü daha üstün kabul etmişti. Halbuki bu kelimeler kendi aralarında da farklıdır. İbni Mesudun rivayetinden de ayrı ve farklıdır. Bununla birlikte Teşehhüdün pek çok bir birinden farklı ibareleri (duâ ibareleri) Hz. Câbir bin Abdullah, Hz. Abdullah bin Ömer, Hz. Ali, Hz. Ebu
158
Müsâ el Eş'ari, Hz. Aişe, Hz. Semüre bin Cündüp, Hz. Abdullah bin Zübeyr, Hz. Ebu Humeya, Hz. Ebu Bekir, Hz. Hüseyin bin Ali, Hz. Talhâ bin Ubeydillah, Hz. Enes bin Malik, Hz. Ebu Hureyre, Hz. Ebu Said Hudri ve diğer sahabiler tarafından hadisler arasında rivayet edilmiştir. Bu rivayet şekillerinden hangisini bir insan okusa namazı sahih olur. İbnü Abdil Birr ve İbni Teymiyye diyorlar ki, Bu, mubah olan bir işte ihtilafdır. Yani bu değişik teşehhüd dualarından hangisi olursa olsun mubah dışı değildir. İbni Hacer diyor ki, alimlerden büyük bir grub, hadislerle sabit olan Teşehhüd rivayetlerinden hangisi okunursa okunsun caiz kabul ediyorlar.
Mesele sadece hadislerle sabit olmuş olan bir teşehhüd şeklinin caiz olacağı noktasında kalmıyor, daha da ileri giderek bir büyük sahabi teşehhüdün bu ibaresini Hz. Peygamber (s.a.v.)'den bizzat naklediyor ve sonra da ben buna iki yerde ilâve yaptım diyor. İşte bu büyük sahabi Abdullah bin Ömerdir. Ebu Dâvud ve Dâre Kutni de onun şöyle dediği yazılıdır. (Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetüllâhi) den sonra ben (ve berekâtühü) yu, ve (Eşhedü en lâ ilahe illallah) dan sonra da (vahdehülâ şerikeleh) i ilâve ettim. Bu söze rağmen birinin çıkıp ta Hz. Abdullah bin Ömerin bu hareketine itiraz ettiğini bilmiyorum.
Teşehhüdden sonraki konuya gelince, bununla ilgili en önce şu bilinmeli ki, onun okunması hiç bir zaman şart değildir. Ebu Dâvud, Müsnedi Ahmed, Tirmizi, ve Dâre Kutnide, Hz. Abdullah bin Mes'udun şöyle bir rivayeti vardır. Hz. Peygamber (a.s.) (Abdühü ve rasülühü) ya kadar teşehhüdü öğrettikten sonra buyurduki; "Bunu söylediğin zaman şüphesiz namazını kılmış olursun. Kalkmayı istersen ayağa kalkarsın, oturmak istersen oturmaya devam edersin."
Bu rivayet yani Hz. Peygamberin bu emri açıkça gösteriyor ki, Abdühü ve rasülüh diye Teşehhüdü bitirince namaz tamamlanmış olur. Bundan sonra insan hiç bir şey okumasa bile namazında hiç bir eksiklik olmaz, namazına bir zarar gelmez. Ve salatü selam ile dua teşehhüde dahil değildir. Bu fazlalığı okumak kesinlikle müs-
159
tehabdır. Fakat bu fazlalık için şeriat sahibi peygamber (a.s.) hiç bir özel ibare (ifâde) belirlememiştir ki, bu ibareden okunması karar altına alınmış kelimeler olsun ve buna da bir şey eklemek ve ya ondan bir şey çıkarmak söz konusu olsun. Hz. Abdullah bin Mesud (r.a) un Buhari, Müslim ve Müsnedi Ahmet de nakledilen rivayetinde teşehhüd ibaresini anlattıkdan sonra Hz. peygamberin şöyle buyurduğunu nakletmektedir. "Sonra kişi istediği duayı okusun"
îmam Ahmedin Müsnedinde ve Nesâide Hz. Peygamberin bir hadisinde şöyle buyurulmuştur. "Sonra sizden biri en sevdiği duayı kendine seçsin, ve işte onunla rabbine dua etsin." Buna pek çok benzeyen kelimelerle buyurulmuş bir başka hadis, Buhâri ve Ebu Davudda rivayet edilmiştir. Bu hadislerden de açıkça anlaşılıyor-ki, Hz. Peygamber efendimizin sevdiği şey, Teşehhüdden sonra kişinin duâ yapmasıdır. Bu duâ içinde salat ve selam da vardır. (Çünkü o da bir duadır.) Fakat bu duanın kelime ve sözlerini dua edenin kendisi bulup çıkarabilir.
Şimdi salat ve selâm meselesini ele alalım, itiraz sahibinin dediği şu, Hz. Peygamber (s.a.v.)'den nakledilen kelime ve ifadelerden bir şeyi eksiltmek ve ona ilâve yapmak mekruhdur. Ama gerçekten fikıh alimleri arasında bu konuda fikir ve görüş birliğine varılmış mıdır?
İmam Ebu Bekir bin Mesud Keşâni, Hanefi fıkhının en muteber kitapları arasında sayılan Bedaiussanâi isimli eserinde bu konu üzerinde anlatırken şöyle diyor. Salat ve selâm okurken kişinin (verham muhammeden - muhammede rahmet et) demesi büyük alimlere göre mekruh değildir. Bazıları da buna mekruhdur diyor, ... Fakat doğru olan bunun mekruh olmadığıdır.
Küçük Şafii denilen şâfii fıkıh âlimlerinden Şemseddin el Remil salat ve selamda (seyyidinâ) kelimesini eklemek hakkında kitabı Nihâyetül Muhtaç ilâ şerhil Minhac da şöyle yazıyor "En iyisi salat okurken (seyyidinâ) ifâdesinin söylenmesidir... Çünkü bu bize söylenmesi emredilen bir kelimenin burada okunmasıdır ve bu salatta adeta olan gerçek bir şeyin eklenmesinin bildirilmesidir.
0u sebeble onun söylenmesi söylenmemesinden daha iyidir."
Sadece salatta değil teşehhüd sırasında dahi şafiiler seyyidinâ kelimesini ilâve etmeyi caiz görmekle kalmazlar, onunla amel edip jıer zaman bunu okurlardı. Nitekim (Dört mezhebe göre fıkhi meseleler) kitabında Şafii mezhebinde Teşehhüd anlatılırken (ve eş-jıedü enne seyyidenâ Muhammeden Rasülullah, yazarak konuyu tam anlatmaktadır. Halbuki İmam Şafii'nin tercih ettiği îbn Ab-bas'ın teşehhüdünde seyyidinâ kelimesi yoktur.
Meşhur Allâme İbni Abidin, Hanefi fıkhında en sağlam kitaplardan kabul edilen Reddül Muhtar isimli eserinde, Hz. Peygamber efendimiz için rahmet ve dua edilmesi hakkında şöyle yazıyor. Bazı alimler "Allahümmerham Muhammeden-Ey Allahım, Muhammede rahmet et," demeyi caiz görmemişlerdir. Bazıları da bunu caiz görmüşlerdir. İmam Serahsi bu ikinci görüşü (caiz) tercih etmiştir. Sonradan seyyidinâ kelimesinin kullanılması konusunu anlatırken de şöyle yazmaktadır: Bu bizim mezhebimize (yani hanefi mezhebine) aykırıdır diyerek karşı çıkılmaktadır. Ve buna da, İmam A'zam'ın teşehhüd de eksiklik ve fazlalık yapılmasını mekruh kabul ettiğini delil göstermektedirler. Fakat bu itirazın dayanağı zayıftır. Çünkü salat ve selâm getirilmesi Teşehhüde ilâve edilmiş bir fazlalıktır. Onun içine sokulmuş, ona bedel olarak okunmuş birşey değil. Eğer biri teşehhüdde, (Eşhedü enne seyyidenâ Muhammeden abdühü ve rasülühü) diye okusa bu mutlaka mekruh olur. Fakat teşehhüdden sonra okunan salat ve selama bu kelime eklenebilir.
Bu incelemeden açık bir şekilde anlaşılıyor ki, namazda okunan salat ve selamın, hadislerde rivayet edilen şekliyle okunması şart değildir. Eğer salat ve selamda (Allahümmerham Muhammeden) ve (Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin) demek mekruh olmazsa o halde (seyyidinâ) ile birlikte (Mevlânâ) denmende de mekruh olacak hiçbir mantıki sebeb olamıyacağı ortada-
ır.
160
161
SALAT VE SELAMDA 'SEYYİDİNÂ VE
MEVLÂNÂ' DENMESİNE İTİRAZLAR VE
CEVAPLARI
- Tercüman-el-Kurân'ın mart ayı sayısında soru soran birine verdiğimiz cevapta yazdığınız, namaz kılarken salat ve selam okunması konusundaki görüşlerinize aşağıdaki itirazlar yapılmaktadır.
1. Siz, Ebu Dâvud ve Dâre Kutniye atıfta bulunarak Hz. Abdullah bin Ömer'in anlattığı Hz. Peygamber (s.a.v.)'in öğrettiği teşehhüdü naklediyorsunuz.
Teşehhüdde (ve rahmetullahi)'den sonra (ve berakâtühü)yü, ve (eşhedü en lâ ilahe illallâh)dan sonra (vahdehü lâ şerikeleh)i eklediğini söylüyorsunuz. Bununla da, hadisle bildirilen ifâdeye ilâve yapmanın caiz olduğunu isbat ediyorsunuz. Fakat bu sizin iddianızın kabul görmesi için yeterli değildir. Çünkü teşehhüdde okunan o ifâde (ibare) merfü hadisde dahi bildirilmiştir.
2. Teşehüdle ilgili olarak, Hz. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) un şu rivayetini naklederek: Hz. Peygamberin (a.s.) ona, (abdühü ve re-sülühü) ye kadar öğrettikten sonra sen bunu okuduktan sonra (yada tamamladıktan sonra) namazını tamamlamış olursun. Bundan sonra kalkmak istersen kalkarsın, oturmak istersen oturmaya davam edersin, buyurduğunu yazıyorsunuz. Ve bu rivayetten, (Ab-dühü ve rasülühü) ile namazın tamamlanmış olduğunu çıkarıyor ve şöyle diyorsunuz. "Bundan sonra kişi hiçbir şey okumasa bile
162
namazında bir eksiklik olmaz, salat selam veduâ teşehhüde dahil değildir, hatta ona eklenmiş bir fazlalıktır." Fakat sizin bu delil gösteriş tarzınız doğru değil. Çünkü hadis hafızlarının hepsi söz-birliği ile (Abdühü ve rasülühü)den sonra ki sözlerin Abdullah b. Mesud'un kendi sözü olduğunu, ravilerden birinin onu Hz. Peygamberin buyruğu zannederek hadisin metnine yanlışlıkla karıştırmış olduğunu söylemekteler.
3. Varsayalım ki, elimize delil olarak aldığımız bu rivayet doğrudur. Yine de Hz. Peygamberin namazın farz olduğu ilk sıralarda teşehhüdü öğrettiği gerçek bir olaydır. Fakat Kur'ân-ı Kerim'de, Hz. Peygambere salat, selam gönderilmesi hükmü Hendek Savaşı ve Beni Kurayza Savaşı sırasında 5. hicri yılda nazil olmuştur. Çünkü bu hüküm Ahzab süresinde bulunmaktadır. O sure o savaşlar sırasında nazil olmuştu. Bu bakımdan kesinlikle daha sonraki, öncekinin hükmünü kaldırmıştır.
4. Namaz ibâdet (tapınma) amellerindendir. Ve bu ameller hakkında kabul edilmiş birprensib vardır, o da, şeriat sahibi bir şeyi nasıl öğretmişse onun o şekilde tatbit edilmesi (uygulanması) gereklidir. Onun içinde başkaları tarafından bir değişiklik yapılamaz. Usul alimleri, ibâdetlerde asıl olanın hükme ve şeriat sahibinin bildirdiği şekle uyulmasıdır onu aşmak biaatır, görüşünde aynı anlayış içindedirler.
Fakat siz hadisle bildirilen salat ve selam ibaresi ile yetinmemektesiniz, hatta ona sadece ilaveye de değil, değiştirmeye(l) ve artırıp eksiltmeye kadar caiz görüyorsunuz. Halbuki namazın bütün salat ve selamı Allah'ın kabul buyurduğu bir düzenlemedir. Ona bir şey ilave etmek ya da eksiltmek caiz değildir.
5. Salat ve selama (Seyyidina ve Mevlânâ)'yı eklemek çeşitli yönlerden de dolayı caiz değil. Birincisi; hadislerde bildirilen salat ve selam şekilleri içinde bu kelimeler yok, hatta Hafız İbni Ha-cere göre sahabi ve tabiilerden hiç kimse de bu kelimeleri salat ve selam içinde okumamıştır.
İkincisi de; hadislerle sabittir ki, seyyid kelimesinin peygam-
163
ber efendimiz için bu dünyada kullanılması meşru değildir. Hz. Peygamber bunu kendisi için kullanılmaktan menetmiştir." Ene seyidü veledi Adem: Ben Adem oğlunun efendisiyim" Peygamberimizin bu buyruğuna gelince bu kıyamete ait bir olaydır. Bu şeref orada Allah Teâla tarafından Hz. Peygambere bu dünyada kulluktaki tutum ve tarzından dolayı mükafat olarak verilecektir. Nitekim Kadı lyâd Şifa isimli eserinde şu rivayeti nakletmiştir. tsra-fıl (a.s.) Hz. Peygambere (a.s.) "Allah teala senin bu tavazunun karşılığında kıyamet günü insan oğlunun (seyyidi) başkanı olma şerefini sana verecek" dedi. Hatta hadisi şerifte şöyle de bildirilmiştir: Cebrail'in de bulunduğu bir sırada bir melek gelerek Hz. Peygambere Allah tarafından şöyle sordu, "Seni ben sultan bir peygamber mi yapayım, ya da kul ve peygamber mi yapayım" Cebrail işaretle peygamberimize "Sen Rabbine tevazu ile karşılık ver" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber kendisi için Seyyid kelimesinin kullanılmasını istememiş, dualarında son derece acı ve tavazuu benimsemiştir.
Üçüncüsü ise: Rasulüllah; Kurayza oğulları savaşı sırasında Hz. Sa'd binMuâz için halka hitaben "Kumu ilâ Seyyidiküm-efen-dimize ayağa kalkın" buyurunca Hz. Ömer'in ağzından gayri ihtiyarî "Esseyyidü Hüvellahu-Seyyid ancak Allah'dır" cümlesi çıktı. Bununla birlikte Hz. Sa'd Muaz (r.a.)la ilgili olayın hicri 5. yıla ait olduğu unutulmamalıdır. Hz. Peygamberin kendisi için Seyyid kelimesinin kullanılmasını arzu etmediğini belirterek, "Seyyid ancak Allah'dır" buyurması ise, hicri 9'ncu yılda Amir oğullarının heyeti huzuruna geldiği sırada olmuştu.
Dördüncüsü de: Salat ve selam aslında bir duadır. Duada, kendisi hakkında dua edilen için Seyyid kelimesinin kullanılması duanın özüne aykırıdır. İstek Temenni ve dualarda, acizlik ve tevazu gerekir. Kulluk için aciz bir kul huzuruna gelmiştir denilir. Bizim efendimiz liderimiz geliyor denmez"
- Öne sürdüğünüz itirazlar şüphesiz ki ilgi çekicidir, ve benim
164
bu itirazlara cevaplarım şöyledir
Teşehhüdde İbnü Ömerin (r.a.) Tutumu
Benim Hz. Abdullah bin Ömerin rivayetinden çıkardığım sonuca itiraz etmeden önce eğer iki dakika olsun düşünüp taşınsaydı-nız "Ben hadis sizin iddianızı karşılayamaz çünkü Teşehhüde okunan o ifade (İbare) merfü hadisde dahi bildirilmiştir" demezdiniz. Lütfen Abdullah bin Ömer (r.a.)'in sözlerini bir kere daha dikkatle okuyun, onun buyurduğu şöyledir: "esselamü aleyke eyyühenne-biyyü ve rahmetullah) dan sonra (ve berakatühü) yü ben kendim ekledim" Bu sözden açıkça anlaşılıyor ki bu eklemeyi yaptığı sırada sizin onda da bu ibare bildirilmiştir, dediğiniz merfü hadisi bilmiyordu. Bu hadisi hiç duymamış da olabilir, veya kendisi ekleme yaptıktan sonra o hadisi duymuş da olabilir. Bu hadisin sahih olduğunu da inceleyiniz. Dare Kutni bunu naklettikten sonra "bu senet sağlamdır." diye yazıyor. Hafız İbni Hacer de Ebu Davudim bu rivayetinin sahih olduğuna karar vermiştir.
Bu açıkça sizin iddianıza aykırı düşüyor. Çünkü bununla namlı şanlı büyük bir sahabinin namazda okunan hadislerle rivayet edilmiş sözlere kendi tarafından bazı kelimeleri ilave ettiği ve bunu herkesin önünde açıkladığı ama ne sahabe döneminde ne de tabiin döneminde bir tenkid edilmediği sabit olmuştu. Daha sonraki dönemlerde de (en azından bildiğim kadanyla) hiç bir fıkıh ve hadis alimi bunu peygamberin sahabisinin dalalet bidati kabul etmemiştir.
Teşehhüd ile ilgili îbni Mes'udun rivayeti
Teşehhüd hakkında Hz. Abdullah bin Mesud (r.a) dan naklettiğim rivayetle ilgili olarak "(Abdühü ve rasulühü) den sonraki sözleri hadis hafızlan ittifakla daha sonra ilave edildiğini kabul etmişlerdir. Bu da gösteriyor ki aslında bu Hz. Abdullah İbni Mes'ud(r.a.)'un kendi sözü olup ravi yanlışlıkla Hz. Peygamber (a. s.) ait göstermiştir," diyorsunuz. Bu görüşün hangi hadis hafiz-
165
lanna ait olduğunu biliyorsun, ama onların üstünlüklerini ve del ğerlerini son derece takdir edip onlara çok saygılı olmama rağmen| onların kör taklidcisi de değilim ki onların bu sözlerini araştırmadan ekleme olduklarında ittifak ettiklerini duyarak ben de hemen ekleme olduğuna karar vereyim de hangi temel prensipe göre onlar böyle karara varmışlar ve bu karar bizatihi akla yatkın mıdır değil midir diye hiç düşünmiyeyim. Asıl mesele şu ki; dört farklı biçimde bu hadis Hz. Abdullah bin Mesud (r.a.)'dan nakledilmiştir.
Birinci nakil şekline göre>ı(Abdühü ve rasulühü) den sonra (izakulte haza-bunu söylediğin zaman) cümlesi tamamen bitişiktir, arada hiç bir alamet ve işaret yok ki ona göre bu ifade Hz. Peygamber (s.a.v.)'e ait değil burası Hz. Abdullah bin Mesuda aittir, diye bir tereddüt doğsun. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sözü filan yerde bitiyor ve felan yerde îbni Mes'udun sözü başlıyor diye bir iddiada bulunmaya imkan yoktur.
Bu hadisin nakledildiği ikinci şekle göre: Hadis (Abdühü ve ra-sülühü) da son buluyor. Daha sonraki ibare bu hadisde hiç yoktur. Bu nakledilmeyip hiç olmaması yukarıdaki rivayette ek ibare olarak anlatılmanın ilave olduğuna asla delil olamaz.
Bu hadisin üçüncü rivayet şekli şudur: (Abdühü ve rasulühü) den sonra (Kale) yahud (Sümme kale Feiza fealtı haza...) ifadeleri var. Bu (Kale) veya (sümme kale) den kesinlikle sözü söyleyenin kim olduğ belli olmamaktadır. Bunun manası; Hz. peygamber (s.a.v.) dedi demekte olabilir ki iki ihtimalden birini tercih etmek için bu rivayetin bizatihi kendisinde her hangi bir imkan görünmemektedir.
Dördüncü rivayet şeklinde ise: (Abdühü ve rasulühü) den sonra (kale Abdullahi) veya (kale İbnü Mes'udin) ifadeleri var. Ve sonra (Fe iza fealtehaza...) dan sonuna kadar devam eden ibare nakledilmiştir. Sadece bu son bölümün rivayetlerini birinci bölümde Hz. Peygamber (s.a.v.)'in buyruğuna bitişik bulunan ibarenin dışarıdan ilave olduğuna delil kabul eden hadis hafızlarının azamet ve büyüklüklerini tamamen itiraf ve kabul ederken ben de diyorumki;
166
Hadis rivayetlerinde böyle konular ortaya kovmak hadis usulü ilminin değer ve şanına zarar verir, Nihayet Abdullah b. Mesud'un kendisi Hz. Peygamberden (s.a.v.)'den duyduğu şeye fetva vermiştir, demek zor bir şey midir? Birinci şekilde rivayet edilen hadisde o Hz. peygamber (s.a.v.)'in sözünü nakletmiş diğer hadislerde ise peygamberin emirlerine tamamen uyarak fetvasını açıklamıştır. Eğer onun fetvası kendi rivayet ettiği hadise aykın olsaydı o zaman mutlaka hadis şüpheli olurdu. Fakat o hadise tam uygun bir fetva vermektedir.
îbni Mes'ud Ahzâb suresini biliyor muydu?
Üçüncü itirazımzda söyledikleriniz arasında bulunan şu söze biraz daha açıklık getiriniz. Diyorsunuz ki: Hz. Abdullah bin Mes'ud Hz. Alkame ve diğer talebelere teşehhüt hakkında bu hadisi anlatırken bu Ahzab suresi nazil olmuş mu idi, olmamış mıydı? Eğer nazil olmuş idi ise (her halde bunu inkar edemezsiniz) o zaman îbni Mes'ud (r.a) bundan haberdar mıydı değil miydi? Bunları açıklarsanız itirazınızın cevabı size kendiliğinden çıkacaktır.
Salat selam duasının hadisle bildirilen ifadelerine bağlılık neden şart değil?
Tapınma amelleri (yani tabbudî ameller) hakkındaki düşüncelerinizde anlattığınız şekilde görüş birliğine varılmış şeriat prensib ve kaidelerine ben de sıkı sıkı bağlıyım. Yirmi sene önce de bunu anlatmıştım. (2) Fakat sizin Teşehhüdden sonra salat selam ve dua için hadislerle bildirilen ibare ve sözler nasılsa öyle okumak gerekli sözünüz doğru dep. Çünkü Buhari, Müslim, Nesai, Ebu Davud ve Müsnedi Ahmed de nakledilen Hz. Abdullah bin Mes'ud (r.a.)'un rivayeti gösteriyor ki (Abdühü ve rasulühü) ye kadar Teşehhüdü okuduktan sonra kişinin Allaha yakanş için istediği duayı yapması sabittir.
167
İbadetlerde değiştirme ve azaltma ekleme imkanı:
Buna ek olarak hadislerde çeşitli öyle örnekler var ki bunlardan anlaşıldığı gibi bu kaide-i kulliyyenin müstesna olması ihtimali vardır. Bu hadislerde sadece fazlalık (yani ilave yapma) değil hatta değiştirme ve eksiltme örnekleri de vardır. Bunları ben kısaca burada naklediyorum.
Değiştirmeye açık bir örnek:
(Değiştirme) ye en açık örnek Hz. Ebu Bekr (r.a)'in zamanında Kur"an-ı Kerimin bir araya getirilmesidir. Sahih hadislerle sabit-tirki Hz. Peygamber efendimiz kendi mübarek döneminde Kur'an-ı kerimi yazdırmıştı. Ama o dağınık parçalara, tahtalar üzerine, hurma dallarına, kürek kemikleri üzerine ve buna benzer diğer şeyler üzerine yazılmıştı da bunlar bir arada muhafaza ediliyordu. Rasulullah bunları sûre sırasıyla bir araya toplamamıştı. Kendisinden sonra ortaya çıkan irtidat fitnesi sırasında özellikle Yemame savaşında pek çok Kur'an hafızı şehid olmuştu. Buhari, Tirmizi, Müsnedi Ahmed, Ebi Davud Tayalisi ve diğer hadis kitaplarında şöyle denilmektedir.
"Böyle bir durum ortaya çıkınca Hz. Ömer, iş böyle gider de hafızlar hep şehid olup tükenirse Kur'an-ı Kerimin pek çok bölümü kaybolur, diye endişe etmeye başladı. Bu tehlikeyi Hz. Ebü Bekr (r.a.)'e anlatarak Kur'an-ı Kerimi bir araya toplamak için emir vermesini teklif etti. Hz. Ebu Bekir de, Hz. Peygamberin yapmadığı bir işi yapmaya ben nasıl cesaret ederim, diye cevap verdi. Ama Hz. Ömer (r.a.) "vallahi bu hayırlı bir işdir" dedi ise de Hz. Ebu Bekir (r.a.) bir türlü buna yanaşmıyordu. Hz. Ömer (r.a.) teklifinde ısrar etti. Sonunda Allah Teâlâ bu konuda Hz. Ebü Bekir (r.a.)'in de böyle düşünmesini murat etti. Hz. Ömer (r.a.)'in görüşünü kabul etti. Sonra Hz. Ömer (r.a.)'in de bulunduğu bir sırada Zeyd bin Sabit (r.a.)'i çağırtarak Kur'an-ı Kerimi toplamasını emretti Hz. Zeyd (r.a.) de önceleri Hz. Ebü Bekir (r.a.)'in Hz. Ömer (r.a.)'e söylediği sözü söyledi ve Hz. Peygamber (s.a.v.)'in yapmadığı bir işi siz yap-
168
maya kalkışmaktasınız dedi. İkisi birden ona "Vallahi bu hayırlı bitiştir" dediler. İkisi de Zeyde ısrar etmeye devam ettiler. Sonunda Allah Hz. Zeyd (r.a.)'in kalbine de bu konuda gönül ferahlığı verdi. Böylece, Kur'an-ı Kerimi toplamak gibi çok büyük işe başlanılmış oldu. Sonunda bütün sahabe-i kiram zamanın halifesi tarafından bu işin yürütüldüğünü öğrendiler. Şimdi bir düşünün, bu iş bir dünyâ proplemini çözme işi değil bilakis ibâdetle ilgili bir iş idi. Hz. Ebu Bekir (r.a.) ve Hz. Zeyd bin Sabit (r.a.) bu yüzden Hz. Ömer (r.a.)'in bu teklifini duyar duymaz cevap olarak, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in yapmadığı bir şey nasıl yapılacak? demişti. Ama Hz. Ömer (r.a.)'in teklifini ileri sürerken dayandığı delil ve o delilden dolayı Hz. Ebü Bekir (r.a.) ve Hz. Zeyd bin Sabit (r.a.)'in Allanın içlerine ilham ederek gönüllerinin mutmain olmasına sebeb olan şey, bunun hayırlı bir iş olmasına inanmalarıydı. O günden bu güne kadar bu davranışa karşı kimse çıkmamıştır, bilakis bu Hz. Ebu Bekrin en önemli dini hizmetlerinden sayılmaktadır.
Eksiltmeye açık bir örnek:
Şimdi eksiltmenin açık bir örneğine göz atınız. Buhari, Müslim, Nesâi, Tirmizi, Ebü Dâvud ve diğer hadis kitaplarında en sağlam senedlerle, Kur'an-ı Kerimin yedi harf (Lehçe) üzerine nazil olduğu nakledilmiştir.
Ulema bunu şöyle açıklamışlar. Kur'an-ı Kerim ilk sıralarda sadece Kureyş dilinde (Lehçesine göre) nazil olmaya devam etmiş, ama daha sonra İslâm Arabistanm çeşitli yörelerinde yayılmaya başlayınca Hz. Peygamber (s.a.v.)'in istek ve niyazı sonucu Arapların en sağlam ve düzgün altı lehçesi ile bunun okunmasına izin verildi. Bu lehçelerde kelimelerin söylenişinde, sonlarının seslen-dirilişi (irâblandınlması) veya karşılıklı konuşmalarda farklar vardı, her ne kadar manalarında her hangi bir fark ortaya çıkmasa da. Fakat bu izin öyle her bölgenin insanının kendi lehçelerinle bizzat kendilerinin değiştirmesi şeklinde açık bir izin değildi, ancak Cebrail (a.s.) Allah (c.c.)'ın emriyle peygambere hangi kelimeyi
169
JİP'1'
Kureyş lehçesinin dışındaki lehçelerde nasıl okuyacağını öğretiyordu ve ona uygun olarak Hz. Peygamber (s.a.v.) de insanlara Kur"an-ı Kerimi talim ettiriyordu. Bu bakımdan yedi harf (lehçe) üzerine Kur'an-ı Kerimin bütün okunuşları Allah'dan indirilmiş ve bildirilmiştir. Bu Allah (c.c.)'ın düzenlediği, sıraya koyduğu şekli idi. Buharide Hz. Abdullah bin Abbas (r.a.)'dan nakledilen bir rivayette Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir.
"Cebrail önceleri Kur'an-ı Kerimi sadece bir harf (lehçe) üzerinde bana okumuş ve öğretmiştLSonra ben sürekli ona baş vurarak daha fazla lehçelerde okumaya izin istedim. Nihayet yedi harf üzere okumaya izin verildi." Müslimin rivayetinde, İmam Zühriye atıfda bulunarak, "Bu izin ancak helal ve haramın arasında fark meydana gelmiyen işlere kadardı" sözü eklenmiştir. Müslim, Nes-âi, Ebü Dâvüd, Tirmizi ve Taberi bu iznin hicretten sonra olduğunu anlatan rivayet nakletmişlerdir. Bu rivayette anlatılıyorki, Medi-nenin Edâü Beni Gıfâr denen yerinde Cebrail (a.s.) Hz. Peygamber efendimizin yarana geldi ve Allah senin ümmetine Kur"ânı bir harf (lehçe) üzerine okutmanı emrediyor dedi. Hz. Peygamber (s.a.v.)'de, bu emirde kolaylık ve yumuşaklık diliyorum, benim ümmetimin buna gücü yetmez (yani arabcanın özel bir lehçesini konuşmaya alışık olan insanlar ve çocukları ihtiyarlan, gençleri, için başka bir lehçe ile Kur'an'ı okumak zor olur.) buyurdu. Sonra Cebrail iki, ondan sonra üç lehçe ile okuma müsadesini içeren hükmü getirdi. Hz. Peygamber daha fazlasını taleb etmeye devam etti. Sonunda Cebrail gelerek dedi ki, Allah Teâlâ yedi lehçe ile Kur"an-ı Kerimi okutmanı hükmediyor. Bu lehçelerden halk hangisi ile okursa kabul olacaktır.
Müslim, Nesâi ve Taberi de Hz. Ubeyy bin Ka'bın anlattığı bir rivayet daha nakledilmiştir, bu rivayette anlatıldığı gibi, birgün Übeyy bin Kabın da bulunduğu bir sırada arka arkaya iki adam mescidi nebiye girdi ve Kur'an-ı Kerimi Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Hz. Ubeyy bin Ka'b (r.a.)'a öğrettiği tarzdan çok farklı bir tarzda
okumaya başladılar. İkisinin okuyuşunda da çeşitli tilavet farklılıkları ortaya çıktı. Hz. Ubeyy (r.a.) ikisini de alarak Hz. peygamberin huzuruna götürdü ve bu iki kişinin ayn tarzda okuyuşunu anlattı. Rasülüllah ikisinin okuyuşunu dinledi de ikisinin de doğru okuduğunu söyleyip onayladı.
Hz. Ubeyy (r.a.) diyorki: "Bunu duyduğum an içimde öyle bir endişe duydumki, cahiliyet döneminde bile böyle bir şey duymamıştım" Taberinin rivayetinde bunun anlatılışı şu kelimelerle verilmiştir. "Ben içimde öyle bir vesvese hissettim ki o yüzden yüzüm kıpkırmızı oldu. Bu durumu gören Hz. peygamber (s.a.v.) sineme elini vurdu. Bundan dolayı ben buram buram terledim. Sonra Rasülüllah (s.a.v.) bana, Kur'an-ı Kerim yedi harf (yedi lehçe) üzerine inmiştir buyurdu." Bu konuda başka bir rivayet Hz. Ömerden gelmiştir. Buhâri, Müslüm, Tirmizi, Nesâinin naklettiği bu hadis-de şöyle buyurulmuştur. (Ben birgün Hişâm bin Hakim bin Hizamı (3) Furkân suresini okurken dinledim. Onun okuyuşunu Hz. Peygamberin bana öğrettiği okuyuştan farklı ve değişik buldum. Bir rivayete göre de Hz. Ömer. (r.a)in şöyle söylediği nakledilmiştir. "Bu okuyuşu sana kim öğretti diye sordum da bana Hz. peygamber öğretti dedi." Bir başka rivayete göre de Hz. Ömer (r.a) şöyle dedi: "Ben onun elinden tutup peygamberimizin huzuruna götürdüm." Bir diğer rivayette de, "gönlüm istiyordu ki hemen o anda ona mani olayım ama ben onun namazını bitirmesine kadar sabrettim. Sonra yakasından yapışıp peygamberimizin huzuruna götürdüm." Daha başka bir rivayette şu ifâde de var. "Hemen üzerine atilmak üzereydim, ama selâm verinceye kadar sabrettim. Sonra yakasından tutarak Hz. Peygamber (s.a.v.)'in huzuruna götürdüm." Rivayetin bundan sonraki bölümü diğer bütün rivayetlerde aynıdır. Hiç bir farklılık yoktur ve şöyledir. (Rasülüllah önce Hz. Hişâm (r.a.)'ın okuyuşunu dinledi ve iyi, bu süre bu şekilde nazil oldu dedi. Sonra Rasülüllah, Hz. Ömer (r.a.)'in okuyuşunu dinledi. İyi, işte bu şekilde nazil oldu buyurdu. Sonra da bu sözlerine açıklama getirerek, "Kur"an-ı Kerim yedi harf üzerine nazil olmuştur. O bakımdan bu
170
171
rivayetler içinde hangisi nasıl kolay olursa öyle okuyun buyurdu."
Bu rivayetler iki şeyin gerçekliğini ortaya koyuyor. Yedi harf üzerine okunması Allanın belirlediği bir şeydir. Her bir harf (lehçe) üzerine nazil olmuştu, halk kendiliğinden Kur'an-ı Kerimi kendi lehçesine çevirmemişti. Hz. Peygamber (s.a.v.) bizzat halka her lehçeye göre Kur'an-ı Kerim okumayı öğretti. İkincisi ise: Kur'an-ı Kerimin bu farklı okunuşu üzerine, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in yanında bile çekişmelerin başladığını gösteriyor. Ama Hz. Peygamber (s.a.v.) bu farklı okuyuşları doğru gösterdi.
Şimdi biraz Hz. Osman (r.a) dönemine gelelim. Onun Kur'an-ı Kerimi toplama konusunda zikredilmiş en sağlam hadis, Buharide İbrahim bin Saidin Zühriden, onun da Enes bin Malikden rivayet ettiği hadisdir. Bu hadisde şu olay anlatilıyon Hz. Huzeyfe bin El-yeman (r.a) Ermenistan ve Azerbeycan seferinden geri döndükten sonra Halifenin huzuruna girdi. O halkın Kur'an-ı Kerimi okuyuş-lanndaki bir birinden farklılığı görünce çok huzursuz olmuş, geri gelir gelmez de Halifeye durumu bildirerek şöyle demişti: Ey emir el-müminin, Yahudiler ve Hristiyanlar gibi Allanın kitabında ihtilafa düşmeden bu ümmeti kurtarın. Bunun üzerine Hz. Osman (r.a) müminlerin annesi Hz. Hafsa (r.a) ya haberci göndererek, yanında bulunan Kur'an-ı Kerimi göndermesini (4), ondan bakarak başka nüshalar yazılarak çoğaltılacağını ondan sonra geri gönderileceğini bildirdi. Nitekim o da gönderdi.
Sonra Hz. Osman (r.a.) Hz. Zeyd ibni Sabit (r.a.), Hz. Abdullah bin Zübeyir (r.a.)'e, Hz. Said ibni el Asa, ve Hz. Abdurrahman bin el Hârin el Hişâma (r.a.) emir vererek bu Kur'an-ı Kerime göre istinsah yapmalarını istedi. Arkasından da, bu konuda sahalarında uzman olan bu üç Kureyşli ile Zeyd ibni Sabit arasında yazıda bir anlaşmazlık olursa Kureyş lehçesine göre yazılmasını, çünkü Kur'an-ı Kerimin Kureyş lehçesine göre indiğini bildirdi. Sonra da hazırlanan bu Kur'an-ı Kerimlerin her bir nüshası (5) çeşitli bölgelerin merkezlerine gönderildi. Aynca Kur"anm aslına uymıyan ki-
172
mi sayfalan ve nüshaları yakılarak yok edilmesi emredildi.
Bu olayda açıkça görebiliyorsunuz ki, Kureyş lehçesinden başka altı lehçenin hepsi de Allah tarafından kabul buyurulmuş, onun tarafından indirilmiş, Peygamberimiz tarafından da öğretilmiş bulunmasına rağmen, ümmetin Kur'an-ı Kerim kelimeleri üzerinde ihtilafa düşme fitnesi ve tehlikesi olmasın diye, müslümanlan böyle bir felaketten korumak düşüncesiyle kaldırılmıştır. Hz. Osman (r.a.)'ın bu davranış ve hareketini bütün ümmet benimsemiş ve kabul etmiş ve bu Hz. Osman (r.a.)'ın en büyük iyiliklerinden biri sayılmıştır. Bu hareket ibâdet işlerinde sadece artırmak değil, azaltma yapıldığına da en açık bir misaldir. Bunu hiç bir ilim sahibi de bid'at saymamıştır. Hafız ibni Hacer, ibni Ebi Dâvuda atfederek Süveyd bin Gâffenin "Hz.Osman (r.a.)'ın bu işi sahabe ile görüşüp istişare sonunda onların muvafakiyatı ile yaptı" dediğini naklet-miştir. Bu sözden dolayı daha çok mesele güç kazanıyor. Çünkü sahabe şeriata aykm fikir alış verişi yapmaya asla kendini yetkili görmezdi. Bu bakımdan madem ki Allah tarafından kabul edilen yedi lehçeden altısının kaldırılıp birinin bırakılmasını, bu konuda Allanın ve Resulünün bir hükmü bulunmamasına rağmen uygun görmüşlerdir, o zaman bunun manası, îslamın ve Müslümanların menfaati için bu sadece şer'an caiz değil, dinde fitne çıkmasının önüne geçmek için şart görülmüştür. Her ne kadar bu dinde bir yenilik olarak ilk bakışta görünüyorsa da.
Artırma (îlâve yapma) ya örnek:
Bundan sonra ibâdet ve Allah tarafından kabul edilmiş meselelerde artırma ve namazdaki hadislerle bildirilen salat ve selam dualarında ilâve yapma hakkında hadislerde bulduğumuz misâllere şimdi bir bakalım.
sı:
Hüküm gelmeden önce Medine de cuma namazı kılınma-
Abd ibni Hamid, tbnül Münzir, ve Abdürrezzakın ibni Şirinden
173
naklettikleri rivayetten anlaşılıyor ki Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Medineye teşrif edişlerinden (Hicretten) önce, hatta cumanın farz oluşunu bildiren hükmün Allah tarafından indirilmesinden evvel Medinede Ensar aralarında istişare ederek Yahudiler ve Hıristiyanlar nasıl haftada belirli bir günü toplu bir ibadet için ayırıyorlarsa biz de özel gün ayıralım diye görüş birliğine vardılar. Sonra cuma gününü de bu gün için belirlediler. Bu karara uygun olarak ilk cuma namazım Hz. Mus'ab bin Umayye kıldırdı. Bu olayın böyle olduğunu, Ebu Dâvud, İbni Mâce, İbni Hıbban, Hâkim, Beyhakî ve Dâre kutninin rivayet ettikleri, Hz. Kâ"b ibni mâlik (r.a.) den oğlu Abdurrahmanın naklettiği hadis pekiştiriyor. İlk cuma, kırk kişinin katıldığı ye Es'ad bin Zürârenin kıldırdığı cuma namazıdır. DâriKutnideki Hz. îbni Abbasın rivayetine göre, cuma namazına âit hüküm Mekke'de hicretten önce inmişti. Bu bakımdan Hz. Peygamber (a.s.) Hz. Mus'ab bin Umeyye'ye (r.a.) sen Medinede cuma namazım kıldır diye yazmıştı. Taberânide Hz. Ebu Mes'üd Ensâri-nin rivâyetide şöyledir: Bu hükme uygun olarak ilk cuma namazını Hz. Nur'ab bin Umey (r.a.) oniki kişiye kıldırdı (6). Arkasında namaz kılıyorduk. Peygamberimiz rüküdan başım kaldırarak (semi-allâhii limen hamideh) buyurunca, arka taraftan bir kişi (Rabbena ve lekel hamdü Hamden kesiran tayyiben, mübâreken fihi) dedi. Namazdan sonra rasülüllah hemen bu sözü kim demişti diye sorunca "Yârasûlallah ben" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s.): "Ben, bunu yazmak için otuzdan fazla meleğin bir birinin önüne geçmeye çalıştığını gördüm" buyurdu. Burada bir sahabi Hz. Peygamber (s.a.v.)'in öğrettiği ibare ve sözlere kendiliğinden ilâve yaptı ve bu ilâve sözleri de Hz. Peygamber (s.a.v.) bildirmemişti. Ve o kimse bu ilâveyi Rasüllüllâhın varlığında ve onun arkasında namaz kılarken yapmıştı. Sizin bakış açınıza göre bunun üzerine Rasülüllah çok hiddetlenmen', şeri'ata aykın olarak sözleri nakledilerek gelen bir ifâdeye sen kendi başına bir ilâvede bulundun, sen benim önümde dinin içine yeni bir tarz uydurarak soktun, senin ilâve ettiğin söz eğer şeriatta arzu edilseydi, bir ihtiyaç olsay-
174
I
di ben onu bildirirdim. Sen kim oluyorsun da onu namaz dualan arasına sokuyorsun diye azarlamalıydı. Fakat Hz. Peygameber (s.a.v.) bütün cemaatin önünde, senin sözlerin o kadar değerli idi-ki, melekler onları yazmak için koşuşuyorlardı ve onlardan her biri bu sözleri yazma saadeti kendisine nasib olsun istiyordu diye buyurarak onu müjdelemişti.
Teşehhüdün nakledilmiş sözleri arasına Abdullah bin Ömer(r.a.)'in yaptığı eklemeleri, ben daha önce anlatmıştım. Ve bunu reddetmek için yaptığınız tevillerin, yorumlann tamamen manasız olduğunu da anlattım.
Ezan tşinde Yapılan tlave:
Müsnedi Ahmed ve Nesâi'de şöyle bir rivayet vardır. Cuma günü Rasülüllah minbere her çıktığında Hz. Bilal (r.a.)1 de Ezan okurdu. Minberden inince de Tekbir ve Kamet getirirdi. (Bir bakıma bu Hz. Peygamber döneminde belirlenmiş iki ezandı.) Buhâri, Nesîâ Ebu Dâvüd, Tirmizi, ve İbni mâce'de Hz. Sâib bin Yezidin (r.a.) şöyle rivayet ettiği nakledilmiştir Hz. Peygamber (s.a.v.) ve Hz. Ebü Bekir (r.a.), Hz. Ömer (r.a.) dönemlerinde cumanın ilk ezanı imam minbere çıkıp oturunca okunurdu. Sonra ne zaman ki Hz. Osman (r.a.)'ın dönemi geldi, Müminlerin sayısı çoğaldı. Bunun üzerine o üçüncü ezan (yani imam minbere çıkmadan önce okunan ezan)ın okunmasını emretti. Bu ezan Zevrâda (Medine pazannın ortasında yüksek bir yerin adıdır ki ezan okuyan biri oraya çıkar, uzak mesafelere kadar duyulsun diye ezan okurdu.) okundu. Bu hareket, ibâdet işleri sınırlannda naklen ve sünnet olarak gelmiş olan bir amel üzerinde açık bir ekleme ve ilâve yapma işiydi. Ve bunu meşru Halife dünyanın henüz Sahabe ve Tabilerle dolduğu bir zamanda yapmıştı. Ardından İslam dünyasının bütün eyâlet ve şehirlerinde bu benimseniyor ve hemen uygulanıyordu. Bu konudan sadece bir kişi İbni ömer (r.a.) İbni ebi Şeybe'nin rivayetine göre bu işe bidat demişti, diyor. Fakat Hafız ibni Hacer diyoriti; "onun bu sözünde, o hareketi münker kabul ederek bidat demiş ol-
175
ma ihtimali de vardır. Ve onun, buna sadece, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in zamanında da bulunmadığından dolayı bidat dediği de bir ihtimaldir. Çünkü peygamberimizin zamanında olmayıp sonradan ortaya çıkan her şeye bid'at denir. Fakat bunların bir kısmı güzeldir bazıları da bunun aksine kötüdür." îbni Hacerin bu görüşünü destekleyen bizzat daha önce bir yerde Hz. Abdullah bin Ömer'in (r.a.) bir (güzel bid'at) işlemesidir. Buna ek olarak bir başka hareketi o bid'at kabul etmesinden sonra onu övdüğünü daha sonra gelen konuda anlatacağız.
Îbni Ömerin Kuşluk Namazına Güzel Bidat Demesi:
Kuşluk namazı (Duhâ namazı) kılmak bizzat Hz. Peygamber (s.a.v.)'in uygulayışı ile sabittir. Bu bakımdan bunun sünnet oluşunda hiç ihtilaf yoktur. Ama buna devam etmek veya onu mescid-lerde kılmak Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında yapılmıyordu da daha sonra ki Sahabe döneminde bu şekli ile kılınmaya başlanıldı. Hz. Abdullah bin Ömer (r.a.)'in bu konuda görüşü sorulduğunda "Bid'attır ve güzel bir bidattir" diye cevap verdi. Bir başka rivayette nakledilen sözü şöyle "Bu yeni ortaya çıkan bir hareket tarzıdır. Ve halkın ortaya çıkardığı güzel hareket tarzlanndandır." Üçüncü bir rivayette de onun şöyle söylediği anlatılmıştır. "Bundan daha bana sevimli gelen bir şeyi, halk ortaya çıkarmamıştır." Bu rivayetler en sağlam senedlerle nakledilmiştir. Fethül Bâri'nin Salâ-tüdduha bölümüne bakınız.
Hz. Ömerin Teravih Namazına Güzel Bid'at Demesi:
Teravih namazı da Hz. Peygamberin uygulaması ile sabittir. Bu bakımdan sünnet olduğunda hiç ihtilaf yoktur. Ama onun mescid-de bir imamın arkasında cemaatle kılınması gibi yaygın âdet haline gelmesi, Hz. Ömer (r.a.)'in kendi halifeliği döneminde ortaya koyduğu uygulama şekli idi. Ve buna Hz. Ömer (r.a.) "Ni'mel bid'atü hâzihi-Bu ne güzel bir bid'attır" buyurmuştu. Bu da, ibadetle ilgili meseleler hakkında şeriat sahibinin koyduğu tarza bir ekle-
176
me, bir ilâve idi. Fakat Hz. Ömer (r.a.) gibi sünnete şiddetle bağlı bir sahâbi ve halife bunun bid'at olduğunu bilmesine rağmen iyi bir tarz kabul ederek uygulatmış ve sahabe ve Tabiin, müctehid imamlar ve fıkıh ve hadis âlimleri, hepsi tereddüt etmeden bunu kabul edip, uygulamışlardır. Bu araştırmalar ve ortaya çıkan deliUenlen açıkça anlaşılıyor ki, ibâdetle ilgili 'ameli' işlerde değiştirme ve artırma, azaltmanın kesinlikle yasak olması ve bu külli kaide de hiç bir istisnaya yer olmaması, sahih hadislerle desteklenmeyen bir katılıktır. Bunun arkasından bizim, salat ve selamda naklen gelen ifâdelere (seyyidina ve mevlânâ) dilememiz gerçekten menedil-miş, caiz olmayan bir iş midir diye bakmamız lazım. Fakat ben bu konunun ta başında şunu açıklamak istiyorum. Ben salat ve selamın nakledilerek bildirilmiş sözleri arasında olmasa da bizatihi sadece Hz. Peygamber için ve diğer kimseler için meşru olan sözleri eklemeyi caiz kabul ediyorum.
Salat ve Selâmın Nakledilmiş Sözlerine îbni Mes'üdun İlâvesi:
Hadislerde bildirilen ne kadar salat ve selam rivayeti varsa hiç birinde seyyidina kelimesi yoktur, sözünüz doğrudur. Fakat eğer bu, Hafız ibni Hacerin sahabiden böyle bir salat ve selam bildirilmemiştir, sözüne göre ise bu iddianız doğru değildir. Îbni Mâce-nin, salat Ala-el-nebiy bölümünde Hz. Abdullah bin Mes'üdun (r.a.) şöyle söylediği nakledilmiştir: "Hz. Peygamber (a.s.)'e salat ve selam okuduğunuz zaman ona salatı güzel okuyun. Çünki siz bilmiyorsunuz, belki de bu okuyuşunuz Hz. Peygamber (s.a.v.)'e bildiriliyoidur." Bunun üzerine halk (öyleyse onu bize öğret) dediler. O da dedi ki, şöyle söylemeye devam edin Allahümmec'al salâ-teke ve rahmeteke ve berekaüke alâ seyyidil mürselin ve îmâmil müttekin ve Hâtemennebiyyîn muhammedin abdike ve rasülike İmâmil hayri ve kâidil hayri ve rasülirrahmeti. Allahümmeb'ashü mekâmen mahmuden yağbituhü bihil evvelün ve âhirün.) Bundan sonra Hz. İbnü mes'üd (r.a.) Hz. Peygamberin öğrettiği nakille bil-
177
dirilen salat ve selam sözlerini okudu.
Hz. Abdullah (r.a.)'ın bu sözünün daha iyi anlaşılması için şöyle bir misâl verelim: Eğer üstün mevkide bir insan, birinin yanına gitse de onun hizmetçisine gelişini haber vermesini söylese, kendi ağzı ile kendisi için (Abdurrahman bey'efendi teşrif ettiler diye haber ver) demez. Bilakis (Abdurrahman geldi de) der. Artık bu hizmetçinin anlayışına göre, gider de ev sahibine haber vermek için gelen misafirin şan ve unvanına uygun kelimeler bulur söyler veya tam olarak hiç eksiltmeden ilâve yapmadan o kişinin ağzından çıkan sözü tekrarlar.
Bu rivayetin ravilerinin hepsi en güvenilir kimselerdir. İbni Mes'üddan bunu, Hz. Esved bin Yazid (r.a.) rivayet etmiştir. Kendisi çok değerli muteber bir tabiidir. Bunu ondan rivayet eden de Ebü Fahite Seid bin üâkadır. İbni Hacer Takrib isimli eseride onun sika (en güvenilir kimseler) den olduğunu söylemiştir. Kısaca bu sened zincirinde ne kadar râvi varsa hepsi usul ve hadis kitaplarında en güvenilir kişiler olarak bildirilmiştir.
Gerçekten Peygamberimiz Seyyid kelimesine karşı mı çıkmıştı:
Hz. Peygamber efendimizin kendisi için seyyid kelimesinin kullanılmasını yasakladığı sözünüz kesinlikle doğru değildir. Bu yanlış, hadisleri anlamamanın ve onların niçin, nerede, neye göre buyurulduğunu bilmeden onlardan yanlış bir kanaat elde etmenin açık bir örneğidir. Bu konunun aslı ve gerçeği şudur, Rasülüllah efendimiz birinin yüzüne karşı kendisini övmekten hoşlanmazlardı. Buhari ve Ebü Davudda Hz. Ebu Bekr (r.a.)' nin şöyle rivayet ettiği nakledilmiştir. "Adamın biri peygamberimizin huzurunda bir adamı övdü. Rasülüllahda üç kere (başka bir rivayette tekrar tekrar) sen arkadaşını öldürdün buyurdu. Sonra da, sizden biri, mutlaka arkadaşını övmek zorunda kalırsa ve gerçekten onun hakkında söylemek istediklerini tam olarak biliyorsa o zaman (ben onu iyi biliyorum) desin, aynı zamanda onu aslında en iyi bilen Al-
lahtır, ben ise Allaha karşı mutlaka onu arınmış biri olarak göstermek zorunda değilim) desin" buyurdu.
Bunu göz önünde bulundurun, sonra da kendisinden seyyid kelimesini peygamberimizin kendisine kullanılmasını yasakladığı manası çıkarılan o rivayete dikkatle bakın. Müsnedi Ahmed de Hz. jınes bin Mâlikin şu rivayeti nakledilmiştir. Hz Peygamber efendimizin huzuruna bir adam geldi ve (Ey muhammed, ey bizim efendimiz ve efendimizin oğlu, bizim en hayırlımız ve bizim en hayırlımızın oğlu, dedi. Bunun üzerine Rasülüllah. "Ey insanlar, Takva üzere olunuz. Şeytan sizi yanlış yola itmesin. Ben Abdullah oğlu Muhammedim. Allahın kuluyum, ve peygamberiyim. Sizin beni Allahın bana lütfettiği mevkiden yukarıya çıkarmanızı istemiyorum" buyurdu.
Bununla birlikte bir de Seyyid kelimesini kullanmaktan menetme tarihini Hicri 9 ncu yıl olarak belirttiğiniz rivayete göz atınız. Müsnedi Ahmed'de üç yerde ve Ebu Davud'un Kitâbül Edeb bölümünde bir yerde anlatıldığı üzere, Amir oğullarından bir heyet Hz. Peygamber (s.a.v.)'in huzuruna geldi. Heyet içinde Mutarrif bin Abdillah bin El Suheyyirtn babası da vardı. Mutarrif babasına atıf-da bulunarak şöyle rivayet etmektedir. Biz Resülüllahın huzuruna vararak selam verdik ve siz bizim sahibimiz efendimiz (seyyidina) siniz. Siz bize en çok lütuf ve ibrâr da bulunan ve en güzel yiyecekler yedirensiniz dedik. Onların bu tür konuşma tarzlarına bakarak Hz. Peygamber (s.a.v.) (ente seyyidüna- sen bizim efendimizsin) sözüne cevap vererek (esseyyidü Allahü Tebâreke ve teâla-seyyid ancak Allahüteâladır) buyurdu. Ve onlar bu çeşit sözlerini sürdük-düklerini görünce de şöyle buyurdu. Kendi sözlerinizi (meselelerinizi) konuşun ve şeytan sizi kendi isteğinde kullanmasın.
Bu sözü delil kabul ederek, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in kendisine seyyid denmesini yasakladığını söylemek, hadis bilgisine, hadis anlayışına hiç de iyi bir örnek değil. Rasülüllahın emri (seyyid Allahüteâladır) cümlesidir. Eğer bu emirden, Allahdan başkasına seyyid kelimesi kullanılamaz manası çıkarılırsa, o zaman içinde
178
179
seyyid kelimesi geçen bütün hadisleri yanlış kabul etmek gerek» çektir. Aynı zamanda Allanın has isimleri içine seyyid ismini de eklemek gerekecektir. Halbuki Allanın güzel isimleri (Esmâ'ı Hüsnası) arasında hiç kimse bu ismi saymamıştır. Ama eğer bunun manasını sadece, bu kelime herkes için kullanılabilir fakat şüphesiz Hz. Peygamber (s.a.v.) için kullanılması yasaktır diye anlarsanız o zaman baştan başa ve dayanaksız mana çıkarma olur. Çünkü elinizde delil tuttuğunuz bu ifadelerden öyle bir mana hiçbir zaman çıkmaz. Bununla birlikte böyle mana çıkarılması, Hz. Peygamber (s.a.v.) bu kelimeyi mürayilik yapmanın dışında kullanılınca yasaklamadığından dolayı da yanlıştır. Nitekim Müsnedi Ahmed de Nadle bin Tarifin şöyle bir rivayeti vardır. Nadlemin kabilesinden Abdullah adında bir adamın karısı uyuşamayıp kaçü ve aynı kabilenin bir başka kişisi Mütarrif bin Behsal'ın evine gidip oturdu. Abdullah giderek adamdan karısını istedi, adam da reddetti. Sonunda o yardım dilemek için Hz. Peygamber (s.a.v.)'e geldi ve bir kaç beyit halinde şikâyetini arzetti. Onlardan ilk beyit şu:
Ey insanların seyyidi (efendisi) ve ey Arablann lideri, önderi sana şikayet ediyorum uzun dilli kadınlardan bir kadını.
Bu yardım isteyenlerden birinin feryadı olduğu herhangi başka bir maksadı olmadığı için Rasülüllah bu kelimelere itiraz etmedi (7). Daha sonra Mutarrife bu kişinin karısını kendisine teslim etmesini bildirdi.
Senedsiz ve ilgisi olmayan rivayetlerin delil gösterilmesi:
Kâdi Iyâd Şifâ isimli eserinde naklettiği rivayet için hiç bir yere ne atıfta bulunmuş ne de o rivayetin senedini açıklamıştır. Ne enteresan bir şey ki: maksadınızı ifâde eden senedsiz rivayeti kabul edip, maksadınıza uymayan rivayetleri bütün muttasıl senedleriy-le altı en sağlam hadis kitablannda kaydedilmiş olsa bile bir tek râviye hiç inceleme yapmadan suçlama yaparak reddediyorsunuz. Sizin naklettiğiniz Cebrâilin işareti ile peygamberimizin cevap verdiğini anlatan hadise gelince, o, bu konu ile uzaktan yakından
180
ilgili değil.
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in buyruğu üzerine Hz. Ömer (r.a.)'in itirazı:
Siz şu meşhur olayı zikretmişsiniz: Kurayza oğullan meselesinde bir hâkem olarak karar vermesi için Hz. Sa'd ibni Muaz çağrıldığında Hz. Peygamber (s.a.v.) oradakilere ve yâ Ensâra, "efendinize ayağa kalkın" diye emir buyurdu. Fakat Buhari, Müslim, Ebü Davüd, Müsnedi Ahmed ve Meğâzi ve siret kitaplarındaki bu olayın diğer bütün rivayetlerini bir kenara bırakıp gözünüz sadece Müsnedi Ahmedin o tek bir rivayetine takılmış kalmış. Ve o rivayette de şu anlatılıyor. Hz. Peygamber (a.s.) efendiniz için ayağa kalkın) buyurunca Hz. Ömer (r.a) kalabalık arasından (efendimiz yüce Allahdır) demiştir. Diğer rivayetlerin bunu hiç zikretmediğini bir tarafa bırakalım, siz Hz. Ömer (r.a.) gibi birinin Hz. Peygamber (s.a.v.)'e karşı küstahlık yapabileceğini nasıl düşünebilirsiniz. Tirmizi de Hz. Aişe (r.a)'den nakledildiğine göre o şöyle demiştir. "Ebü Bekir (r.a.), efendimiz en hayırlımız ve Hz. Peygamber (s.a.v.) efendimize en sevgili olanımızdır." Buharide Hz. Câbir bin Abdillah (r.a.)'dan nakledilen bir başka emrinde "Ebu Bekir efen-dimizdir ve efendimizi yani Bilali Habeşiyi azâd ettirmiştir" buyurmuştur. Şimdi bu ifâdeler de göz önünde tutulunca sizin naklettiğiniz o sözü Hz. Ömer (r.a.)'in söylemesi düşünülemez.
Duada Seyyidinâ demek Duanın Özüne Ters midir?
Dua sırasında Hz. Peygamber (s.a.v.) için seyyidinâ kelimesini söylemek duanın ruhuna aykırıdır, istek ve dualarda kulluk ve çaresizlik, tevâzü göstermek gerekli ve kendisi hakkında duâ edilen kimse için: zavallı bir kulun huzurunda bulunmakta, yardım di-i lemektedir denilmeli, beyimiz, büyüğümüz gelmiştir denilmeme-lidir diyorsunuz. İnsan eğer bizzat kendisi için duâ ediyorsa şüphesiz sizin bu sözünüz doğrudur. Ama eğer insan Hz. Peygamber (s.a.v.) hakkında dua ederken (haşa): ey Allah biçâre zavallı Mu-
181
hammede rahmet eyle diyebilir mi? Sonra bu sözünüz, Müsnedi Ahmedde, Müsnedi Ebû Avânede ibni Hibban sahihi de ve Hafız Mervezinin Ebü Bekir müsnedinde sağlam senedlerle kıyamet günü yapılacak şefâatla ilgili olarak şöyle bir rivayet varken nasıl doğru olabilir? O rivayet şöyledir: "Huzeyfe bin Yeman, Hz. Ebu Bekir (r.a.)'den, o da Hz. Peygamberden şöyle buyurduğunu nak-letmiştir, kıyamet günü AllahTeâla Hz. Peygamber (s.a.v.)e öyle bir dua yolu açacak ki daha önce hiç bir insanoğluna açılmamıştır. Ve Rasülüllah o gün şöyle buyuracak: "Yâ rabbi beni insan oğlunun efendisi kıldın, asla övünmüyorum. Ve kıyamet günü kendisinin çıkması için yeryüzünün yazıldığı ilk insanı kıldın yine asla övünmüyorum." Balanız burada bizzat Allah, Peygamberine duayı nasıl yapması gerektiğini öğretiyor. Ve insan oğlunun efendisi sözleri kullanılıyor. Bu duanın özüne, ruhuna aykırı mıdır?
Seyyid kelimesinin Meşruiyeti:
Bütün itirazlarınıza cevap verdikten sonra artık arzediyorum ki seyyid kelimesi meşru ve kullanılması caiz bir kelimedir. Ve bu kelime pek çok hadisde Hz. Peygamber için de, diğer insanlar için de kullanılmıştır. Buhari, Müslim, Müsnedi Ahmed, Müsnedi Ebâ Dâvüd, Tayalisi, Tirmizi, Ebu Davüd, Dârimi ve diğer hadis kitaplarında Hz. İbni Abbas (r.a.), Hz. Ebü Hüreyre (r.a.), Hz. Ebü Said Hudri (r.a.) ve Hz. Enes ibni Malik (r.a.) gibi kimselerin rivayetle- jj riyle peygamberimizin şöyle buyurduğu nakledilmiştir. (Ben ki-j yamet günü Adem oğullarının efendisiyim. Hiç övünmüyorum."' veya "Ben insanların kıyamet günü efendisiyim. Hiç övünmüyorum. Bu rivayetlerin bir kısmında (kıyamet günü) bölümü yoktur. Ancak (Adem oğlunun efendisiyim) bölümü vardır.
Müslim, Ebü Dâvud, İbni Mâce ve Müsnedi Ahmed'de şu rivayet yer almaktadır: Lian (lanetleşme) konusunda Allanın hükmü inmeden önce, koca, karısını başka bir erkekle çirkin vaziyette görünce ne yapması meselesi ortaya çıktı. Sa'd ibni Ubâde bu duruma müthiş öfke ve reaksiyon gösterdi de Rasulullah Ensâra hitaben
1
(efendinizin size ne söylediğine kulak verin) buyurdu. Aynı şekilde Buhari Müslim, Nesâi vs. de Hz. Aişe (r.a.) tarafından nakledilen ifk hadisesi meselesinde Sa'd ibni Ubâde (r.a.) hakkında Hz. Aişe annemiz (Hazrec (kabilesin)in efendisi) tabirim kullanmıştır. Hz. Sa'd ibni Muaz (r.a.) için seyyid- efendi kelimesinin kullanılması yukarda da geçmişti.
Müsnedi Ahmed ve İbni Mace de Hz. Abdullah ibni Mes'üd (r.a.), Ubeyy ibni ka"b (r.a.) için seyyidül kurrâ- Kuran okuyucularının efendisi tabirini kullanmıştır.
Müslim Ebü Dâvüd ve Müsnedi Ahmed ve diğerlerinde nakledilen bir hadisde Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur, "köle erkek ve kadınlar, sahiplerine, Rabbim-besleyicim büyütücü hakimim demesin, ancak, efendim (seyyidim) desin."
Buhari, Müslim, Tirmizi, Müsnedi Ahmed v.s. de Hz. Peygam-ber(s.a.v.)'in Hz. Fatıma (r.a.) annemiz için şöyle buyurduğu nakledilmiştir. "Bu ümmetin kadınlarının hanımefendisi, müminlerin veya mümin kadınlann hanım efendisi ve cennet ehli kadınlann hanım efendisidir." Bu hadisde de hep efendi (seyyide) kelimesi bol bol kullanılmıştır.
Buhari, Tirmizi, Ebü Davüd ve diğerlerinde Hz. Hasan (r.a.) hakkında Hz. Peygamberin şu buyruğu nakledilmiştir. "Bu benim oğlum seyyiddir. Umulurki Allah bunun vasıtasıyle müslüm anların iki grubunun arasını düzeltir." Bu Buharinin naklettiği ifâdedir. Diğer rivayetlerde sözler biraz farklıdır. Ama Hz. Hasan (r.a.) için "cennet ehli gençlerin iki efendisi" ifâdesi, Tirmizi, İbni mâce, Nesâi, Müsnedi ibni Hanbelde nakledilmiş ve Hz. Ebü Bekr ve Hz. Ömer (r.a) için "cennet ehli olan olgun kişilerin iki efendisi" buyruğu da yine değişik senedlerle, Müsnedi Ahmedde, Tirmizi ve İbni Macede nakledilmiştir. Bütün bu hadisler, seyyid kelimesinin Hz. Peygamber (s.a.v.) için ve başka insanlar için kullanılmasının uygunsuz olmadığını gösteriyor. Aynca namazda olsun, namaz dışında olsun Hz. Peygambere salat ve selam getirirken bu kelimenin kullanılması nasıl caiz değil denebilir.
182
183
Mevlâ Kelimesinin Meşruluğu:
Aynı durum mevlâ kelimesi içinde vardır. İbni Mâcede şöyle bir rivayet nakledilmiştir. Bir hac sırasında Hz. Sa'd bin Ebi Vak-kas (r.a) Hz. Muâviye (r.a.) ile görüşmek için yanma gitti. Orada Hz. Ali (r.a) kötülenerek anılıyordu. Buna öfkelenen Hz. Sa'd (r.a.) dedi ki: Bu sözleri, benim Hz. Peygamberin kendisi için (Ben kimin mevlası, "büyüğü"isem Ali de mevlasıdır, buyurduğunu duyduğunu duyduğum kimse için söylüyorum, (müdafaa ediyorum.)
Müsnedi Ahmed ve Nesâide Hz. Abdullah ibni Abbas (r.a.) Hz. Büreyde (r.a) nin şöyle söylediğini naklediyor: Ben ve Hz. Ali (r.a.) Yemen problemini çözmek için-gittiğimizde orada bana sert davrandığını gördüm. Geri döndüğümüzde Hz. Peygamber (s.a.v.)'e şikâyet edince. "Ey Büreyde, Ben mü'minlere kendi can-lanndan daha üstün değil miyim?" Ben de tabii ki öyle ya Rasûlul-lah, dedim. Bunun üzerine Rasûlullah: Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır, buyurdu. Hafiz ibni kesir diyor ki. Bu rivayetin senedi sağlam ve kuvvetlidir. Ravilerinin hepsi de sika (en güvenilir) kimselerdir.
Nesâide Hz. Zeyd bin Erkamın şu rivayeti nakledilmiştir. Veda haccından dönerken Gadir-i Hum denen yerde Hz. Peygamber bir konuşma yaparken, Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır buyurdu. îbn Kesir şöyle diyor. Bizim en büyük üstadımız İmam Zehebî bu rivayete sahihtir, dedi.
Bütün bunlardan Mevla kelimesinin Hz. Peygamber (s.a.v.)'e ve diğerlerine kullanılmasının cevaz dışı ve uygunsuz olmadığı anlaşılmaktadır. Öyle ise namazda veya namaz dışında Hz. Peygamber (s.a.v.)'e salat ve selâm gönderirken (seyyidinâ ve mevlânâ) kelimeleri kullanılırsa bunun günahı nerededir. Ve hangi delille bunun yasak ve caiz değil veya mekruh olduğuna karar verilebilir.
184
DİPNOTLAR
(1) Ben değiştirme tabirini hiç bir yerde kullanmadım. Sadece eksiltme ve ilave-ekleme tabirlerini kullanmışımdır.
(2) Tefhîm'in 3. cildinin Kanun Koyuculuğu, Şura ve Icmâ konulu yazısına bakınız. Yayın tarihi Mayıs 1955'tir.
(3) Bu zatın Mekke fethi sırasında imân ettiği göz önünde bulundurulmalıdır. Bu bakımdan Hz. Ömerin anlattığı olay şüphesiz ki fetihden sonraki bir dönemde meydana çıkmıştır.
(4) Hz. Ebu Bekir'in yazdırdığı Kur'an-ı Kerim Hz. Hafsa'nın yanında bulunuyordu. Bu rivayetten onun sahifeler şeklinde bulunduğu anlaşılıyor, ama diğer rivayetlerde bir tek sayfa idi, deniyor, ilim sahiplerince çok iyi bilindiği gibi Hz. Ebu Bekir Kur'an'ı bir kitap halinde toplamıştır. İmam Zerkeşî Burhan'ında, İmam Suyutî el-ltkan'ında bunu doğrulamışlardır.
(5) Kur'an-ı Kerimin bu gönderilene nüshalarının ne kadar adet olduğunda ihtilaf vardır. En meşhur olan beş tane olduğu ve bir tanesinin Medinede kaldığı, di-_,ci ıennın başka yerlere gönderildiğidir. Ama Sicistanî'nin rivayetine göre yedi adetin, biri Medine'de bırakılmış, diğerleri de: Mekke, Şam, Yemen, Bahreyn, Basra ve Küfeye gönderilmiştir.
(6) Hüküm gelmeden önce kırk kişinin katıldığı namaza hüküm geldikten sonra on iki kişinin katılmasına sebeb nedir? diye bir soru sorulursa, bunun cevâbı şudur: Hüküm Mekke'den Medineye gönderilmişti. Olabilir ki haberci cuma günü oraya ulaştığından haber herkese ulaştırılamamıştır.
(7) Bu adam Beni Mazini kollarından bir kol olan Hıraz oğullarındandı. Onun Hz. Peygamber (s.a.v.)'e (Arablann lideri) diyerek hitap etmesi gösteriyor ki, bu kabilenin Müslüman oluşu da Mekke'nin fethinden ve Huneyn savaşından sonraki bir olay olabilir. Çünkü ancak o olaylardan sonra Hz. Peygamber (s.a.v.) bütün Arabistanı fethetmiş ve Arapların lideri olmuştur.
185
BANKAYA PARA YATIRMANIN CAÎZ ŞEKLÎ
- Bankaya para yatırılması hakkında benim şöyle bir sorum var: Eğer ben bankada bir tasarruf hesabı açtınrsam banka bana faiz verecektir. Ama eğer bir cari hesap açtirırsam banka bana faiz vermeyecek, fakat banka bu parayı faizli işlerde kullanacaktır. Bir bakıma banka benim paramdanfaiz alacaktır, öyle ise ben cari hesap açtıracağıma tasarruf hesabı açtırarak paramı yatırsam da biriken faizleri alıp şahsıma harcamasam ve bir hayır yerinde veya ihtiyaç sahiplerine versem nasıl olur? Bu faizi neden bankaya bırakayım. Parayı yardım olarak verdiğim o ihtiyaç sahibi; neden bununla ihtiyacını gidermesin? Bu konuda bana yol gösteriniz.
- Para eğer cari hesaba yannlırsa bu paraya faiz uygulanmıyor. Bankanın bu parayı kendi faaliyeti içinde kullanması da program ve prensiplerine aykırıdır. Eğer bu parayı kendi faizli işlerinde kullanırsa günahı ve vebali bizim üzerimize değil, çünkü biz oraya paramızı bir mecburiyet karşısında koyuyoruz, faizli işlerde kullanması için değil. Bu hesaba değilde, paranızı öyle size faiz verilen bir hesaba yatınrsanız ve buradan gelen faizi ihtiyaç sahihlerine dağıtmayı amaçlayarak hareket ederseniz, o zaman da öyle olacak ki; bir kişi çıkacak insanların bu yolla aldığı paralan fakirlere dağıtmakta kullanacağını söyleyerek insanların malını ele geçirecektir.
186
KARGANIN HELAL YA DA HARAM OLUŞU VE DİĞER BAZI KONULAR
/- Karga eti helal midir? Hangi hayvanların ve kuşların etleri helal veya haramdır. Bazı kimseler Dürrü muhtara atıfda bulunarak karganın etinin helal olduğunu söylemektedir. Bu nereye kadar doğrudur?
2- Bu günlerde yağan şiddetli yağmurlar ve gelen sellerden dolayı bazı kişiler evlerin çatısına çıkarak Allah'dan korktukları için ezan okumaktalar. Böyle davranışlar ne derece caizdir? Bu hareket müstehab mıdır? günah mıdır? ya da şeriata aykırı mıdır?
3- Takke veya başı örtecek bir bez bulunduğu halde, başı açık namaz kılmanın hükmü nedir? Başı açık namaz kılmanın caiz olduğunu gösteren bir hadis var mıdır?
1- Kur"an-ı Kerim ve Sahih Hadis-i şeriflerde haram oldukları hakkında açık hüküm bulunanlar üzerinde ümmet ittifak etmiş, görüş birliğine varmışlardır. Fakat haklarında tam açık bir hüküm bulunmayan, ancak temel prensiplerin ve kaidelerin anlatıldığı yerlerde alimler haram ve helal da ittifak etmişlerdir. Karganın eti
hakkında Dü'riil Muhtarda şöyle yazılmaktadır; (.....Alaca olup leş
yiyen karga ve ....helal olamaz, çünkü o murdar pis hayvanlardan sayılır. Bu sözü; Tenvir kitabının yazan yazmıştır. Aynca temizlik mefhumuna hassasiyet gösteren insanlann pis kabul ettiği şeyler
187
pis ve murdardır.)
Reddül Muhtarda bu açıklanılarak şöyle yazılmaktadır: "Siyah beyazlı olan (alaca) kargaya gelince; bu üç çeşittir. Bir çeşidi var ki yerde leş yemez. Onun eti mekruh değildir. Bir çeşidi de ancak leş yerki bu mekruhdur (murdardır.) İşte onu kitabın yazan alaca karga diye adlandırmıştır. Bir tür daha var ki ara sıra çeşidi taneler yer, arasıra da leş yer, bunun hükmünü kitap yazmamaktadır. Bu tür karganın yenmesi Ebu Hanife'ye göre mekruh değildir, Ebu Yusuf a göre ise mekruhdur." (Reddül muhtar cild 5 sayfa 266) İşte bu kitabın yukarıda anılan konularına bakarsanız hangi kuşların helal olduğunu anlarsınız.
2- Sel felaketi veya fazla yağmur sırasında ezan okumak müslü-manlar arasında yaygınlaştı. Bildiğim kadarı ile bunun hiç bir delili yok. Ancak belki de halk bunu Allahdan yardım istemek için bir yakarış şekli olarak benimsemiş olabilir. Eğer halk bunu dinde yeri var (meşru1) zannederek yaparsa yanlıştır. Ama sadece Allaha fer-yad ve nida etme, rahmetini merhametini kendine yöneltme niyetiyle yaparsa mübahdır, hiçbir manisi yoktur.
3- Namazda başa herhangi bir şey örtme ile ilgili bir hüküm, veya baş açık namaz kılınamaz diye bir emir bildiğim kadariyle yoktur. Ama şüphesiz Hz. Peygamber (s.a.v.) efendimiz ve Sahabe-i kiramm sank sararak veya başlarına herhangi birşey örterek namaz kıldıkları bilinmektedir. (Huz Zineteküm inde külli mescidin= Her camiye gidişinizde en güzel giysilerinizi) giyin emrinin gereğinin de şu olduğu anlaşılıyor, namaz güzel elbiseler giyilerek kılınmalıdır, sank veya benzeri bunun içindedir. Ama bir adam başı açık namaz kılarsa onun namazı da geçerlidir.
1
HANEFİ MÜSLÜMANLARIN DAVALARINA
DÎĞER MEZHEBLERE GÖRE KARAR
VERİLEBİLİR Mî?
- Eğer Hanefi ile Safi görüşü arasında ihtilaf olursa, Hanefile-rin işlerinde sadece Hanefi görüşün kabul edilmesi şart mıdır? Ve özellikle mahkeme; Şafii görüşü bu konuda daha doğru bulmuşsa.
- Bu sorunun iki ayn yönü vardır. Biri usûl yönünden, diğeri de ameli yönden.
Usûl yönünden olanı; Eğer hakim bir konuyu inceleyip de; özel bir meselede Hanefi mezhebine göre, Şafii yahut Maliki veya Han-beli mezheplerinden birinin delillerini Kitap ve Sünnete göre daha sağlam bulursa o zaman bu durumda tercih serbestliği yoktur. Fakat uygulama yönünden bunun bir kaç zor yönü vardır.
1- Birincisi; bizim memleketimizde, diğer mezheplerin sağlam ve yaygın kitaplan yok ki onların delilleri ve hüküm kaynaklan tam olarak öğrenilebilsin. Ve diğer bir mezhebe uygun karar verirken dikkat edilerek o mezhebe ait bütün teferruat gözönünde bu-lundurulabilsin.
2- İkinci zorluk da; Bir mezhebin fıkıh kitaplarının atıfta bulun-duklan rivayetlerin doğru olup olmadıklarına karar vermek için asıl kaynaklara baş vurabilsin diye; hadisler ve onların şerhleri ile, bütün kaynak eserlerine bir devlet kütüphanesinde ne de özel kü-
188
189
tüphanelerde bulunmaktadır.
3- Üçüncü zorluk; Fıkıh ve Hadis kaynak kitaplarının tamamı-1 nın arapça olmasıdır. Bizim memleketimizin idarecileri, Arapçayı bir dil olarak çok iyi derecede bilseler bile, bu dili fıkıhda, hadisde usul-ü fikıhdaki özel deyimleri ve kullanışı ile bilmemektedirler. Bu konuların inceliklerini anlamak için sadece Arapçayı bir dil olarak bilmek yeterli değil. Ne yazık ki burada Hukuk fakültelerinde İslâm hukukunun hakkıyle öğretilmesi bir düzene sokulmamıştır.
4- Son olarak bir diğer zorluk da şu; eğer bir yüksek adalet mekanizması inceleme ve araşnrnurgörevini yerine getirerek Hanefî mezhebi yerine başka bir mezhebin kararına uygun bir karar verirse o zaman bu; bundan sonra mahkemeler için bir örnek olacak ve ictihad yetkisi olmadığı halde diğer fikıh mezheplerine göre karar verme yolu açılmış olacaktır. Ülkemizin nüfusunun çoğu Hanefi mezhebindendir. Buranın alimleri de bu mezhebe göre ilim sahibidirler. Hatta bu mezhebe çok sıkı bir şekilde bağlıdırlar. Bu bakımdan yetersiz bilgiden dolayı alt derecedeki mahkemelerde, Hanefi fikhına ters kararlar alınmaya başlanınca sürtüşme ve çekişme ortaya çıkacaktır.
Bütün bunları gözönüne alarak ben bu konuda çok tedbir ve ihtiyatlı davranmanın gerekli olduğunu tavsiye etmeyi uygun buluyorum.
190
FIKIH DA GÖRÜŞ FARKLILIKLARINA MEZHEB DENMESİ DOĞRU MUDUR?
- Tercüman el-Kuran'ın Ocak sayısında bir soruya cevap verirken; Hanefilere veya Safilere Hanefi mezhebi veya Şafii mezhebinde olanlar deyimlerini kullandınız. Bizim hepimizin mezhebi dini bir değil mi? Ki siz safi mezhebi (dini), Hanef mezhebi (din'i) diye yazıyorsunuz.
- Arapçadaki mezhep kelimesi bizim urdu dilinde kullandığımız mezhep (din) manasında değildir. Urducada mezhep din manasına kullanılır. Fakat Arapça'da bu kelime; bir düşünce ve görüş ekolü demektir. Hanefi, Şafii, Maliki, Hanbeli v.s. fırka ve zümre değil, ancak İslâm dini içinde kabul görmüş mezheplerdir. Onlar için bir deyim olarak kullanılan mezhep kelimesidir, hiç bir dönemde ilim sahipleri onlara fırka, zümre dememiştir, öyle kabul etmemiştir.
191
HURUÇ (DEVLETE BAŞKALDIRMA) KONUSUNDA ÎMAM-I AZAMIN GÖRÜŞÜ
- Tercüman-el-Kur'an'ın 1963 Kasım sayısında Huruç konusundaki eski mektubumun ve ona verilen cevabın yayınlanmasına çok minnettarım. Ama ne yazık ki bu cevaba benim Hilafet meselesini okurken; tmam-ı Azam'ın görüşü hakkında içimde duyduğum farklı yaklaşım kaybolmadı. Bu balamdan isteklerimi biraz daha açık yazarak size takdim etmeyi istedim. Ümid ederim ki Tercüman dergisinin okuyucuları da faydalansın diye bu mektubu ve cevabını da yayınlarsınız.
- "Hilafet meselesi" isimli eserinizde tmam-ı Azamın görüşünü anlatırken, Zalim vefasık kişinin imameti (devlet başkanlığı) hakkındaki onun üç büyük prensibini belirtmişsiniz. Biri; tmam-ı Azam; ne Haricîler ve Mutezile gibi;fasık ve zalim liderin idaresi altında hiçbir sosyal çalışma uygun biçimde sonuca varamaz ve islâm toplum düzeni ve devletin bütün sistemi alt üst olur düşüncesinden hareket ederek o devlet başkanı (imam) nın başkanlığını geçersiz kabul etmiş, ne de Mürcie gibi; Müslümanlar o adama güvensin, onu değiştirmeye çalışmasınlar diyerek onun bütün çalışmalarını haklı ve hakka uygun kabul etmiştir. Bilakis tmam-ı Azam bu iki aşın görüşün ortasında, imamet (başkanlık) hakkında öyle ılımlı ölçülü bir görüş ortaya koymuş ki, Bu prensibe göre Onun idaresinde yapılan bütün içtimaî işler geçerlidir, fakat başkanlığının kendisi geçersizdir, ve hakka uygun değildir. İkinci prensibi de şudur: Zalim devlet idaresine karşı her Müslümanın
iyiliği emretme kötülüklerden de men etme hakkı vardır. Hatta bu hakkı yerine getirmek her müslüman üzerine farzdır. Üçüncü prensib de şudur: tmam-ı Azama göre böyle zalim bir idareye karşı isyan edip başkaldırmak caizdir de. Bir şartla ki bu başkaldırma; bozgunculuk ve düzensizlik (anaşi) ortamı meydana getirmemeli aksine fasık bir başkan yerine Salih İmam gelmesi amacı taşımalıdır. Bu biçim ve ölçüde (huruç) başkaldırma; sadece caiz değil hatta vacib (şart) dır.
Bu konuda benim dilek ve isteklerim şu; "tmam-ı Azam Ebu Hanifeye göre zalim vefasık kimsenin devlet başkanlığı geçersizdir" ve "tmam-ı Azama göre (zalim vefasık) devlet başkanına başkaldırmak caizdir" denmesi tmamı Azam Ebu Hanifenin mezhebinin bu konudaki görüşünü doğru tanıtmak olmaz. Bana göre bu konuda Hanefi mezhebinin görüşü şöyle: Eğer zalim vefasık başkan bir darbe ile veya çeşitli yollardan güç ve zor kullanarak başa geçmiş olsa bile -ki buna deyim olarak müteğallip: Zorla idareyi ele geçiren denir- ve kendi emirlerini zorla uygulama gücüne de sahipse, bu kişi zalim vefasık dahi olsa ve ona meşru yollarla biat yapılmamış da olsa, t mam Ebu Hanife böyle birisinin -ona karşı çıkmak, ona başkaldırmak caiz değildir diye idaresini geçerli kabul etmektedir. Onun devlet başkanlığı altında yürütülen diğer sosyal işleri caiz ve geçerli kabul ettiği gibi, böyle bir idareye karşı başkaldınp isyan etmeyi de caiz olmayan ve haram bir davranış olarak kabul etmektedir. Hanefi mezhebinin aşağıda naklettiğim görüşü benim bu görüşümü desteklemektedir.
"lmam= (devlet başkanı); ileri gelen kişilerin biat yapmasıyla başkan olur. Aynı şeklide kendinden önceki meşru başkanın yerine seçilmesiyle de olur. Yine (maksad şerhi) nde anlatıldığı gibi; zor kullanıp başa geçmekle, başkanlığı gasbetmekle de olur. Başkanlık tesbiti: ya halifenin o kişiyi yerine seçmesiyle olur, ya da ilim adamlarından, fikir ve görüş sahiplerinden ve düzenleme yetkisi olan kişilerden bir topluluğun biat etmesiyle olur... Her ne kadar başkanlığa getirilen kişide bilgi, yetki ve adalet kabiliyeti yeterli
192
193
olmasa da. O kişinin o makamdan uzaklaştırılması, bir fitne kopa-racaksa bir saray yapayım derken bir şehir yıkan adam gibi olmamak için, o kişinin başkanlığının geçerli oluşuna hükmederiz. Bir devlet başkanı adaletli de olsa, zalim de olsa eğer şeriata karşı gelmiyorsa ona itaat edilmesi gereklidir. Üçüncüsü de; zorbalıkla devleti ele geçiren başkan hakkındadır, onda başkanlığın şartlan bulunmasa da" (Reddül muhtar cild 3 sayfa 428).
Her şeye rağmen başkanda adalet sıfatının bulunması şarttır. Fakat başkanlığın geçerli olması için değil de, daha iyi ve sağlam olması için şarttır: -"Hanefi mezhebine göre başkanlığın sağlamlığı ve geçerli oluşu için adalet şart değil. Kerahatla birlikte fasık bir kişinin başkanlığa (imamete) geçirilmesi de geçerlidir", (cild 1, sayfa 512) Buprensibden dolayı Hanefi mezhebi; zorbanın başkanlığına geçerli demiştir. (Zorunlu hallerde, zorba (gasıb) kişinin saltanatı geçerlidir.) Böyle fasık kimse hakkında Ebu Hani-fe'nin görüşü şöyle belirtilmiştir. "Ona dua edilmesi vacibdir ve ona karşı gelmek gerekmez. Ebu Hanife'den de böyle görüş bildirilmiştir". Bütün bu ifadeleri Ibni Hümam; Mesira isimli eserinde yazmıştır. Bu anlatılanlardan da açıkça anlaşılıyor ki: Ebu Hani-feye göre, nasıl zalim ve fasık birinin idaresi altında dinin diğer sosyal işleri caiz ölçüler içinde yürütülebiliyorsa, aynı şekilde o idareye karşı Ebu Hanifeye göre; başkaldırmak da, onu yerinden indirmek de ikisi de caizdir. Ama yerinden indirme veya karşı çıkma; bir fitne ortaya çıkarmıyacaksa caizdir. Zamanımızda başkaldırma kendisiyle birlikte bir çok fitneyi de ortaya çıkardığından, bazı Hanefi alimleri: zalim ve fasık da olsalar devlet yetkililerine baş kaldırmak müslümanların icmaı ile haramdır, bile demişlerdir. Bu bakımdan böyle idarelere sadece dil ile söyleme farizasını yerine getirmek yeterli olacaktır. Başkaldıran (isyan eden) müslümanlar hakkında anlayabildiğim kadarı ile tmam-ı Azamın görüşü şöyle: "İsyanın caiz olmadığı durumlarda imama (İslam devlet başkanına) isyan edilirse, isyan suçunu işleyenler öldürülür. Ama şüphesiz ki bu işe katılmayanları öldürmek caiz değil, is-
194
terse bunlar çocuklar, kadınlar, ihtiyarlar ve körler olsun, isterse savaşa katılmayan yetişkin erkekler olsun aynıdır, bunlar katledi-lemezler." Buna delil olarak aşağıdaki ibarelere dikkat buyurunuz: İmam Serahsi, Mebsut cild 10, sayfa 124 de şöyle yazıyor; "Eğer müslümanlar bir kişi üzerinde birleşmişlerse ve onunla emniyette, huzur içinde iseler, yol güvenliği (asayiş) varsa, buna rağmen müslümanlardan bir grup o başkana karşı çıkarsa, savaşa gücü yeten herkesin, müslümanların başkanı ile birlikte onlara karşı savaşması şarttır." Bunlarla savaşmanın vücubuna (şart olduğuna) İmam Serahsi üç delil göstermektedir: 1- Birinci delil "eğer ikiden biri diğerine başkaldırma, o başkaldıranla Allah'ın emrine uyuncaya kadar savaşın" ayetidir. 2- İkincisi de: Serahsi, savaşmanın şart olduğuna şunu da delil göstermiştir: Çünkü, karşı çıkanlar müslümanlara eziyet vermeyi amaçlamışlardır. Onların baş kaldırması isyandır, en büyük kötülüktür. Onlara karşı çıkıp savaşmaksa münkerden nehiy (kötülükten menetme)dir. Bu ise Müslümanlara farzdır. 3- Üçüncü delil ise; çünkü bunlar fitneyi körüklemektedirler. Hz. Peygamber (s.a.v.), "Fitne uyumaktadır, onu uyandırana Allah lanet etsin" buyurmaktadır. Şeriat sahibinin dili ile; mel'un olduğu bildirilen kişi ile de savaşılır.
Bütün bu ifadelerden anlaşılıyor ki; İsyankarlarla savaşmak vacibtir. Savaşmak şer'i bakış açısından ancak kanlarının akıtılması günah olmayan kişilerle yapılabilir. Şu hadisi şerifde buna işaret vardır: "Ben insanlarla; Allah'dan başka ilah yoktur. Mu-hammed onun elçisidir, deyinceye kadar savaşmakla emr olundum. Bunu dedikleri an kanlarını (canlarını) ve mallarını benden kurtarmış olurlar." Öyle ise, isyankarlarla savaşmak vacip (şart) olduğuna göre, onların can güvenliği yok demektir. Bu da onların öldürülmesinin caiz olduğunu göstermektedir, işte bu sebepten dolayı Hanefi fıkhının alimleri kitaplarında asîlerin açıkça öldürülmesinin caiz olduğunu yazmaktadırlar.
Bedi'el-Sani' kitabının yazarı bunlar hakkında şöyle yazmaktadır: Onlardan öldürülmesinin caiz olduğu ve caiz olmadığı kim-
195
seterin belirtilmesine gelince: savaşda öldürülmesi caiz olmayan; çocukların, yaşlıların, kadınların, körlerin, isyancılar arasında da öldürülmesi caiz değildir. Çünkü onların öldürülmesinin caiz oluşu, bunların öldürülmesinin önüne geçmek içindir. Öldürülme işi fiilen savaşanlara aittir. Onlar ise savaşan kimseler değiller ve öldürmüyorlar. Yok eğer savaşırlarsa o zaman onlar o savaş sırasında da öldürülürler, savaş bittikten sonra da öldürülürler (cild-7 sayfa 141)
Fıkıh alimlerinin bu açıklamalarını göz önüne koyduğumuzda, Ebu Hanife mezhebinin isyancılar ve karşı çıkanlar hakkında ki görüşü; net bir biçim de şu şekilde anlaşılıyor: isyan eden müs-lümanlara eğer devlet güçleri üstün gelir de yenerse, isyana katılan bütün yetişkin erkekleri öldürerek isyan suçunu işlemiş olanların mallarını gasb etmekte yetkilidir. İsyan eden Müslümanların önceden bu şartı kabul edip etmediklerine bakılmaz. Ayrıca savaş ve öldürme isyancılar silahı bırakmadıkları sürece devam edebilir, isyana katılanlar silahı bıraktıkları zaman ise savaş da, öldürme de biter.
Elbette ki onların mallan ganimet malı olarak bölüştürüle-mez. Ancak savaş son bulunca veya onlar silahı bırakınca onlara malları geri verilir. (Mebsut cild 10-sayfa 126). Eğer fıkıh alimlerinin bu açıklamaları; İmam Ebu Hanifenin mezhebinin görüşünü doğru bir şekilde yansıtıyorsa (ki biz buna kesinlikle inanıyoruz) o zaman Musul'da müslümanların isyan çıkardığını ve eğer biz ileride sana karşı baş kaldırırsak kanımız ve mallarımız sana helaldir diye yaptıkları andlaşmada söz verdiklerini akıl nasıl kabul eder. İşte bu bakımdan, savaşdan sonra isyan edenlerin canına malına el atmanın caiz olup olmadığı alimlere sorulmuş ve bununla ilgili olarak Mansur'un fetva istemesi üzerine Ebu Hanife; onların can ve mallarının kendisine helal olmadığını bildirmiştir.
Sonra şu söz biraz tuhaf düşmekte: Siz Serahsinin açıklamalarını sadece, tarihçilerin anlattıklarına uymuyor diye güvenilemez
196
diyorsunuz. Halbuki isyan gibi önemli bir meselede ve Imam-ı Azam gibi büyük bir fıkıh imamının mezhebini anlamak konusunda, o mezhebe bağlı olan fıkıh alimlerinin sözlerine daha çok güvenilmelidir. Bir mezhep imamının fıkıh ictihad ve görüşlerini nakletmeye nisbetle, tarihi olayları sıraya koyup düzenleme işinde daha çok hata ve yanlışlar olmaktadır. Sonra da bu olayı Serah-si Mebsutta nasıl nakletmişse aynı şekilde Şeyh İbni Hümam; Fet-hul Kadir isimli eserinin 5 nci cildinin 341 nci sayfasında da nak-letmiştir. Bu iki lmam= (müctehid)ın karşılığında İbni Esir veya el Kerderinin sözlerinin tercih edilmesi gerçekten bizim anlayışımızın dışındadır.
- İmam Ebu Hanife'nin Huruc= (isyan babındaki görüşü hakkında yazdıkları ile ilgili olarak ek bilgi vermeden önce, istiyorum ki, bir takım ayn konular üzerinde düşünesiniz.
Birincisi: Ebu Bekir Cessas, Elmuvaffak el-Mekkî ve tbn El-Bezzaz el Kerderi de Hanefî nkıhcılan arasında sayılmakta mıdır, değil midir? Ebü Bekir Cessas'ın önde gelen Hanefilerden olduğu sizce bilinmeyen bir şey değil. Ebu Sehl el Zeccacm ve Ebu Hasan El Kerhf nin talebesidir, kendi döneminde ise (305-370 H.) Hane-fîlerin imamı kabul edilirdi. Ahkamül Kuran isimli eseri Hanefî fıkıh kitapları içinde önemli kabul edilir. El Muvaffak el Mekki (484-568 H) de Hanefi fikıhcüanndandır. El Kafü'nin söylediği gibi; "O fikıhda ve edebiyatta tam bir bilgiye, geniş bir kültüre sahipti" El Kerderîde: Hanefi nkıhcılanndan sayılır. Ve onun eserleri olan Fetava-yı Bezzâziye, Adab-el-Fukaha ve Muhtasar fi Beyanı Tarift-el-Ahkam meşhur eserlerdir. İlim erbabınca iyi tanınan kitaplardandır. Benim bu üç kitaba havale yaparak naklettiğim maddelerin durum ve değeri üzerine de düşününüz.
ikincisi de şu: Zeyd bin Hüseyin ve Nefsi Zekiyye'nin Huruc= (isyan) olaylarında, İmamı Azamın yukarıda bildirdiğimiz üç yazar alim ve diğer tarihçilerin anlattığı ve naklettikleri hareket tarzını siz doğru ve mu'teber tarihî olaylar arasında sayıyor musunuz?
197
Eğer bu olaylar yanlışsa o zaman siz hangi delile dayanarak reddediyorsunuz. Eğer bu doğru ise o zaman îmam-ı Azamın görüş ve ictihadlannı anlamada onlardan yardım alınabilir mi? alınamaz mı? Her şeye rağmen îmam-ı Azam gibi büyük şahsiyet hakkında fıkhi anlayış ve görüşü başka, ameli uygulaması başka idi anlamındaki bir anlayış, ona yakıştınlamaz. Bu bakımdan iki ihtimalden birini kabul etmek gerekecek, Ya anlatılan bu olaylar yanlıştır. Ya da İmamı Azamın anlayış ve görüşünün aktarılması, onun ameline (uygulamasına) uygun düşer şekilde yapılmalıdır.
Musul halkı hakkında Şemsül Eimme Serahsinin yazdıkları üzerinde ben ancak şu kadanm söyleyeyim. Bu konuda başka bir açıklama da El Kerder tarafından yapılmıştır. (Kerderi tek başına bir tarihçi olmakla kalmaz, aynı zamanda bir fikıhcıdır da.) El Kerder şöyle yazıyor: Mansur fakihlere şu soruyu yöneltmişti. "Hz. Peygamberimizin; müminler: verdikleri sözlerine ve ileri sürdükleri şartlarına sadıktırlar, ondan dönemezler, buyurduğu doğru değil midir? Musul halkı ise bana isyan etmeyeceklerine söz vermişlerdi. Halbuki valime isyan ettiler. Bu sebepden kanlarının dökülmesi benim için caiz oldu." Ebu Hanife'de buna cevap olarak dedi ki: "Onlar sahibi ve maliki olmadıktan canlanın vermeyi sana şart koştular. O şartlara nefislerin (yani insan varlığının hayatı, var oluşu) nun feda edilmesi şartlara giremez. Bir kişi birine, beni öldür dese, o adam da onu öldürse öldürenin kan bedeli vermesi gerekir. Sana ait olmayan bir şey, onlar üzerine şart kılınmıştır. Çünkü müslümanın kanı ancak üç sebebten birisi sebebiyle akıtılması caiz olur. Eğer sen onlan öldürürsen helal (caiz) olmayan bir şekilde öldürmüş olursun. Allanın hükmü ise uygulanmaya daha layıktır." (Menakıb el-lmamil Azam cild 2 sayfa 16-17) Bu yazıda soru soranla fetvayı verenin ikisi de, konunun müslümanlaiia ilgili olduğuna açıklık getirmişlerdir.
- 2- Lütfettiğiniz cevabi yazınızı aldım. Dikkatimizi çektiğiniz meseleleri kısaca arz ediyorum. Şüphesiz: Ebu Bekir Cessas, El
198
Muvaffak el-Mekkî ve İbnül Bezzaz-el-Kerder, fıkıh alimlerinden sayılmaktadır. Aynı şekilde bahsettiğiniz kitaplar, Ahkamül Kur'an ve diğer kitaplar da tanınan kitaplardır. Fakat bütün bunlarla birlikte değer ve derecesi açısından o kişilerin yeri imam Serahsinin yerinden daha alt derecededir. Bunun gibi Serahsinin kitabı el Mebsût'un değer ve derecesi; Hanefi alimleri nazarında Ahkam el-Kuran ve diğerlerinin değer ve derecesinden çok yüksek ve hayli üstündür. Bu bakımdan fıkıh konusunda İmam-ı Azamın görüş ve mezhebini tam belirlemede Serahsinin Mebsut'unun kanat ve kararları daha değerli ve güvenilebilir özelliktedir. Ahkamül Kuran v.s. bu özellikte değil. Allame Ibni Abidin büyük araştırmacı Ibni Kemal'den Fıkıhcıların tabakalarının geniş açıklamasını yaparken, imam Serahsiyi üçüncü tabakada saymıştır. Bu tabaka da meselelerin içtihadını yapanlar tabakasıdır. Ebu Bekir Cessas ise dördüncü tabakada saymıştır. Bu tabaka da sadece tak-lidcilerin (kendinden önce geçenlerin içtihadına uyanların) tabakasıdır.
- Bu açıklamaları göz önünde tutarak bakıldığında görülecek-tirki; huruç meselesinde Imam-ı Azamın görüşü Mebsütda anlatıldığı gibidir. Ahkamül Kuran ve diğer tarih kitaplarında anlatıldığı gibi değil. Hz. Zeyd bin Ali bin El Hüseyin ve Nefsi Zekiyye'nin huruc= başkaldırma olaylarındaki Imam-ı Azamın davranış biçimine (hareket tarzına) gelince; bu konuda şunu demek isterim ki; Tarihi açıdan ben bunu yüzde yüz doğru ve haklı buluyorum. Bütün tarihçiler imam Ebu Hanifenin bu ikisinin hurucunu (baş kaldırmasını) desteklediğinde görüş birliği içindeler. Fakat bu konunun fıkıhla ilgili yönü, tarihle ilgi yönünden tamamen farklıdır. Bütün muteber Hanefi fıkıh kitablarında hatta kütübü Zahir-el-ri-vaye de Huruç hakkında Imam-ı Azamın görüşünün, adaletli devlet başkanı (imam) bir tarafa dursun, hatta zalim ve zorba bir başkana karşı bile başkaldırmanın caiz olmadığı, hatta haram olduğu şeklinde bildirilmiştir. Bundan dolayı bu iki zıd açıklamalar arasında; bizim ya tatbikle iş yapmamız gerekecektir, ya da tercihle.
199
Mesele tercihden ibaret olduğu sürece bizim fıkıh bilginlerinin kabul görmüş prensib ve kaidelerini göz önünde tutarak mezhebin görüşünü belirlemede, mezhebin görüşlerini nakledenlerin sözünün daha çok güvenilebilir olmasından dolayı, Hanefî mezhebi fi-kıhcılarının anlattıklarını, tarihçilerin anlattıklarına tercih edeceğiz. Tarihçiler içinden Ebu Bekir Razi, El Muvaffak el Mekki ve İbnül Bezz gibifikıhcı olanlar rütbe ve derece bakımından, mezhebin görüşünü asıl nakledenlerin seviyesinde olmadıkları için tarihi rivayet açısından ve rivayet kaidesi açısından kuvvetli olsa-da onların naklide diğerlerinin karşısında değer verilebilir kabul edilmiyecektir.
Ve eğer biz tatbik yolunu benimsersek, benim kafama göre huruç olayının sefer 122 H. tarihinde ortaya çıktığına, Nefsi Zekiy-ye'nin huruç olayının 145 H. Yılında çıktığına ve İmam Ebu Hanife (RAleyh) nin Ibni Kesirin söylediğine göre (el Bidaye cild 10 sayfa 107) 150 H. tarihinde vefat ettiğine göre Nefsi Zekiyyenin hurucundan sonra tmam-ı Azam en az beş sene daha yaşamıştır. Bu bakımdan olabilir ki; Ebu Hanife hazretleri ömrünün sonuna doğru eski görüşünde değişiklik yapmıştır da, huruç konusunda yeni bir görüş ve ictihad olarak (Huruç ve isyan caiz değil, haramdır.) kararına varmıştır. Ve ilk içtihadından dönmüştür. O andan itibaren tmam-ı Azam da, diğer hadis erbabı gibi "Huruç caiz değil bilakis haramdır. Islah için huruç yerine iyiliği emir, kötülükten men etmeyi ele alarak bu metoddan istifade edilmelidir" görüşüne sahib olmuştur. Belkide bu bakımdan Mulla Aliyyül Kari de "onlar huruç etmeye gelince; işte bu müslümanların icma ile, onlar zalim ve fasık kimseler bile olsa haram kılınmıştır."
Yukarıdaki bu incelemeden hurucu İmam-ı Azamın caiz görmediği vefikıh bilginlerinin de belirtmeleriyle; müslüman isyancıların öldürülmesine hükmettiği açıklık kazanmaktadır. Nitekim önceki mektupta atıf da bulunulan fatihler de bunu bildirmişlerdir. Musul halkı meselesinde de bence imam Serahsi ve Şeyh İbni Hümam'ın; "Çünkü bu olay müşriklerin himaye altına alınmaları
ile ilgilidir, müslüman isyancılarla ilgili değil" sözü daha doğrudur. Müslüman isyancılar hakkında tmam-ı Azam'ın içtihadı; onlar öldürülmelidir şeklindedir, Onların katledilmesi caiz değildir şeklinde değil. Her ne kadar El Kerderin ifadesine göre bu olay müslüman isyancılarla ilgili gibi görünüyorsa da.
- Yazınızı aldım. Ümid ediyorum ki bu cevapla artık benim ne demek istediğim ve bakış açım tarafınızdan iyice anlaşılmış olacaktır.
Benim yazımın konusu, bu özel konuda İmam Ebu Hanifenin görüşünün ne olduğudur. Siz ise Hanefi mezhebindeki görüşleri delil olarak ileri sürüyorsunuz. Sizin gibi ilim sahibi ve derin fıkıh bilgisi olan büyük biri; Ebu Hanifenin içtihadı ile Hanefi mezhebindeki bütün diğer görüşlerin tek bir şey olmadığını bilir. Ebu Hanife içtihadı; sadece İmam-ı Azamın söz ve davranışlarına denilebilir. Hanefi mezhebine gelince; bunda İmamı Azamla birlikte İmam-ı Azamın aynı görüşte olan arkadaşları ve daha sonra gelen o mezhepdeki müçtehidler de vardır. Ve İmam-ı Azamın görüşleri olmayan pek çok şey de bu mezhebin içine girmiştir. Hatta bu şeylerin onun arkadaşları tarafından söylendiği de sabit değil. Hatta öyle bir takım meseleler ileri sürüyorlar ki; onlar içinde İmam-ı Azamın görüş ve sözlerine aykırı olanlar bile vardır.
Ebu Bekir Cessas, El Muvaffak el Mekkî ve İbnül Bezzaz (R. Aleyhim) isterlerse birinci dereceden fakih olmasınlar, ama kendi mezheblerinin en büyük imamına gerçekden onun olan içtihadına ters düşen söz ve hareketleri incelemeden yakıştırmayacak kadar fıkıhdan habersiz de değillerdir. Özellikle Cessas (R. Aleyh) İmam-ı Azama çok yakın bir dönemde yaşamıştır. İmam Azamın vefatı ile onun doğumu arasında sadece 155 senelik bir ara vardır. Ve Bağdatta o, öyle bir takım Hanefi alimleriyle ilişki kurmuştu ki onlar arasında Ebu Hanife ekolünün görüşlerini belirten rivayetler tamamen korunmuş olarak bulunuyordu. Eğer İmam-ı Azama herhangi yanlış bir söz ve ictihad yakıştınlsaydı, o zaman onu Hatı-
200
201
bulleyl gibi Ahkamül Kur"an gibi önemli bir fıkıh kitabında nakleden en son biri olurdu. Eğer lmam-ı Azamın o görüşünden döndüğü gerçek olsaydı, o zaman bundan ne habersiz kalnüı ne de bunu o gizlerdi.
Şu bakımdan da Imam-ı Azamın o görüşünden döndüğünün tahmin edilmesi doğru değil; Eğer dönmüş olsaydı, Halife Mansur onun hayatını tehdit etmez, aksine bu dönüşden sonra aralan düzelmiş olurdu. Buna ek olarak işaret veya kinaye yoluyla da olsa İmamı Azamın Nefsi Zekiyyenin hurucuna katılmayı yanlış kabul ettiğim nakletmemiştir.
Bana göre konu edilen meselede İmamı Azamın görüş ve kana-tinin kendisinden nakledilen sözler ve hareketlerle belirlenmiş şekilde olduğunda şüphe yoktur. Ve bu görüşlerin mezhep haline gelmesinin sebebi; Ebu Hanife döneminde Hadis erbabının bir grubuna ait olan görüş (ki onu İmam Evzai'ye atfederek yazımda da nekletmiştim.) ikinci yüzyılın sonuna doğru bütün Ehli sünnet velcemat grublan arasında benimsendi. Ve bu görüşü Kelamcılar-dan Eş'ariler (mutezile karşısında) benimsediler. Aslında bu görüşün tutunması kesin nasslara dayanmamaktadır. Aksine Huruç olayları sırasında sürekli olarak denenen tecrübelerin bunda etkisi vardır. Bu bakımdan büyük fakihlerin anlattıkları ne varsa hepsi dinî maslahat gereği kabul edildi. Fakat zalim sultanlara başkaldırma işinin birinci hicri asnn imamlarının ve büyüklerinin, daha sonradan gelenleri tarafından ikame edilmiş görüşü olduğunu gösteren hiç bir delil göremedim.
1957 nin sonlarında Lahorda yapılan milletler arası araştırma toplantısında bir İngiliz şarkiyatçısının İslâm devlet düzeni bir kere bozulursa artık onun yeniden düzenleme şekli Islâmda yoktur diye yaptığı itirazı üzerinde düşünülmeye değer. O bu itirazı sırasında Eş'ariler ve Ehli sünnet fıkıhcılanmn sözlerini delil olarak ortaya koyarken demişti ki; bozulma görülmeye başladığı sırada, fıkıhcılann açıklamalarına uygun olarak ancak ferdi ama hiçbir toplu ve sosyal bir çalışma, gayretin olduğunu gösteremezsiniz.
202
Buna cevap alarak Ebu Hanifenin görüş ve düşüncelerini ileri sür-mekden başka bir imkanımız yoktu. Eğer bu da yanhşsa o zaman bu itaraza verilecek cevabı bize siz söyleyin. İsyan edenlerle savaşma işinde şu bilinen bir şey ki; eğer onlar silahlı olarak ayaklan-mışlarsa o zaman onların içinden savaşanlar öldürülebilir. Ve isyancıların savaşı sırasında o taraf halkının malı da yağmalanabilir. Fakat onların isyan ettiği bölgenin bütün insanlarının kanı ve malının heder edilmesi ve onların katliam yapılması da doğru mudur? Eğer fıkhın hükmü bu ise, o halde Yezidin askerlerinin Harre olayı sırasında Medine halkına yaptıklarının hepsi geçerli ve caiz olması gerekir. O zaman bu olaya karşı sahabe tenkidleri nasıl yerinde ve doğru kabul edilebilir?
203
HİLAFET KONUSU ETRAFINDA SORULAR VE İTİRAZLAR
Geçen bir kaç aydan beri Tercüman-el-Kuran'da devam eden inceleme yazılarının 'Hilafeti Reşide ve özellikleri'nin son bölümü ile 'Hilafetten Saltanata' yapılan pek çok itirazlar ve sorulan içeren mektuplar geldi. Bunlann her birini teker teker yazarak burada cevap vermek çok zaman ve yer alacağından, bunlann hepsini birleştirerek topdan bu sayfalarda cevap veriyorum. Verilen cevapların her başlığı yapılan itirazın türünü kendiliğinden açıklayacaktır.
Bu makalelerin nasıl ve niçin yazıldığı:
Her şeyden önce şu bilinmelidir ki: kendisi hakkında bu soruların sorulduğu, itirazların yapıldığı yazılar aslında benim bir kitabımın iki bölümüdür. Bir süreden beri Tercüman dergisinde bu kitabın bölümleri parça parça yayınlanmaktadır, yayınlanmaya devam da edecektir. Birinci bölümün adı: Kur'an-ı Kerimin Siyasi Talimatıdır. İkinci bölümün adı ise: îslamın İdarî Prensibleridir. Üçüncüsü de (Hilafeti Raşide ve Özellikleridir. Ve dördüncüsü: Hilafetten Saltanata kadardır ki orada ben Hilafeti Raşide'nin yerine saltanatın nasıl ve ne sebeblerden dolayı geldiğini anlattım. Ondan sonra ise, şimdi Tercüman dergisinde beşinci bölümün yayınlanmasına başlandı. Bu bölümde hilafet sistemi yerine saltanat sis-
204
teminin gelmesi ile ne gibi fark ortaya çıktığı, bundan ne sonuçlar doğduğu, bu fark ortaya çılanca müslümanlann dinlerini korumak için ne gibi bir yol tuttuklan anlatılmıştır. İleride altına bölüm gelecektir. O bölümde ise müslümanlar arasında fırkacılığın nasıl başladığı, hangi sebeblerden ortaya çıktığı, nelerden dolayı tefri-kacılığın gelişmesinin mümkün olduğu ve fitne döneminde ümmetin yerleşim merkezlerinin hareket tarzlannın ne olduğu anlaü-lacaktır.'Daha sonra yedinci ve altıncı bölümlerde İmam-ı Azamın ve İmam Ebu Yusuf un başardıklan işler belirtilecek, yani bu tam bir kitap olup çeşitli bölümleri gözleriniz önüne serilecektir. Bu yazılar tamamen yayınlanıp bittikten sonra kitabın tamamı gözden geçirilerek bir kanaat ve görüş bildirilmesi daha iyi olurdu.
Bu konuya neden ihtiyaç vardır?
Bu makalelerde ortaya sürülen tarihi gerçekler, İslam tarihinin en güvenilir, en sağlam kitaplarından alınmıştır. Nitekim daha ileride ben, kaynaklar bahsinde bunlan açıklayacağım. Ben ne kadar olaylar naklettiysem onların hepsinin nerelerden alındığını da gösterdim. Hiç bir olayı kaynaksız belirtmedim. İlim sahipleri bizzat kitabın aslını bu yazılarla karşılaştırarak incelerlerse bunlann orada olup olmadıklannı, benim orada bir artırma, eksiltme yapmadığımı göreceklerdir.
Bu tarih kitabı bir yerde gizli saklı değildi ki, ben onu birden ortaya çıkarmış olayım. Bu asırlardır dünyanın her taralında bulunuyor, modern basın ve yayın sistemleri ile basılıp yüzbinlerce milyonlarca insana ulaştınlmış durumdadır. Kafir, müslüman, dost, düşman herkes onu okuyor. Hem de bu sadece Arapça bilenlerle sınırlı da değil. Bütün batı dillerinde şarkiyatçılar bizim kendi dilimizde de tercüme, telif yapanlar büyük ölçüde bu kitabı yayınlamışlardır. Artık biz onu ne gizleyebiliriz, ne de halka: siz İslâm tarihinin bu bölümünü okumayın diyebiliriz. Eğer biz sağlam bir nakille mantıklı, delilli ve ölçülü tarzda bu tarihi anlatmazsak ve bundan sağlam sonuçlar çıkararak metodlu bir şekilde dünyanın gözü
205
önüne koymazsak, o zaman batılı şarkiyatçılar ve ölçülü kafa ve ruh yapısına sahip olmayan Müslüman yazarlar onu son derece yanlış tarzda sunmaya devam edeceklerdir. Bunlar yeni yetişen müslümanlann beynine İslam tarihini baştan başa yanlış kavramlar ile yerleştireceklerdir. Bu gün Pakistan'da liseler, kolejler ve üniversitelerde islam tarihi okutulduğunu, buradaki öğrencilerin bu tarihi öğrendiklerini herhalde bilmiyor değilsiniz. Henüz daha bu sene Pencap Üniversitesinin siyaset bölümünde mastır yapan öğrencilere imtihanda: Kur'an-ı Kerim devletle ilgili olarak ne gibi prensibler getirmiştir? Peygamberlik döneminde bu prensibler nasıl uygulamaya konmuştur? Halifelik nedir? ve bu idare biçimi nasıl ve neden değişmiştir? gibi sorular sorulmuştur. Şimdi siz bu sorulara öğrencilerin batılı müsteşriklerin verdiği cevabını mı vermesini istersiniz? Veya Mulla Aliyyül Kari'nin, İmam Şafi'nin söz ve görüşlerini naklederek cevap vermelerini mi istersiniz? Yani biz neden cesaretle kendi tarihimizin olaylarını önümüze koymayalım? Ve neden çekinmeden bunları inceleyip; Hilafetin aslında ne olduğunu, onu başkalarından ayıran özelliklerinin neler olduğunu, onda ve saltanat sisteminde ne gibi temel bir fark olduğunu, hilafetten saltanata geçişin bizde nasıl ve neden olduğunu, Halifeliğin yerine saltanat gelmesiyle sosyal hayatımızda gerçekde ne gibi fark meydana geldiğini, bu farkın zararlarından kurtulmak için veya azaltmak için ümmetin ileri gelenlerinin neler yaptığını sağlam bir şekilde belirlemiş olmayalım. Biz bunlara açık net ve irtibatlı delilli, mantıklı bir cevap veremezsek kafamızdaki şüphe ve tereddütler silinmiyecektir.
Benim bu kadar kafa yoruşumun sebebini işte siz bundan anlayabilirsiniz. Senelerdir bu ihtiyacı hissediyordum, Ama bu arada bir başkası çıkar da bu pek iç açıcı olmayan, fakat çok gerekli olan görevi yapar ben de kurtulurum diye bekledim durdum. Sonunda hiç bir kimsenin bu göreve yanaşmadığını görünce, aksine işi aşağı yukan çekerek halifeliğin gerçek kavramını yok ettiklerini, yazdıkları yazılarda okuyunca mecburen bu hizmeti yapmayı müslü-
206
hissettim.
Hakka çağıran bir kimse ne yapmalı:
Bazı dostlarım bana, sen ihtilaflı konulara girme, hakka çağıran (hakk davetçisi) ol, sadece hakka çağırma işi yap da herkes senin sözünü dinlesin diye yazı yazıyorlar. Ben onların bu öğütlerine bütün kalbimle teşekkür ederim. Fakat benim şu ana kadar anlayamadığım birşey var; hak davetçisi, kendisine karşı koymasınlar, ten-kid etmesinler tenkid konusunda söz söylemesinler diyerek, Hadiste, Fıkıhda, Akaid ve Kelam meselelerinde, tarihe ait konularda söz söylemezse, hangi konuda insanlara söz söyleyecek, davetinin çeşitli yönlerini nasıl açıklayacaktır.
'Sahabenin hepsi adil kimselerdir' sözünün hakiki manası:
Diğer bir tarafdan da, bu gibi konularla Sahabe-i kiramın şahsiyetleri, zedeleniyor, yara alıyor. Ve müslümanlann onlara duyması gerekli olan güvende değişme meydana geliyor diye endişe gösteriliyor. Bu konuda da bir kaç noktayı açıklamayı gerekli görüyorum.
Sahabe-i kiram hakkında benim kanaatim, bütün muhaddis ve fakihlerin onlar hakkındaki 'onlann hepsi de en adaletli kişilerdir' kanaatlerinin aynısıdır. Bu dinin bize kadar ulaşmasına onlann aracılık ettiği gözler önündedir. Eğer onlann adaletli ve doğru ol-duklannda en ufak bir şüphe olsa dinde tereddüt doğar. Ama ben 'Sahabenin hepsi de en doğru kişilerdir', sözünden bütün sahabenin, hatasız olduğunu, onlardan her birinin her çeşit beşer eksikliklerden annmış olduğunu, hiç birinin en ufak bir hata işlemediğini anlamıyorum. Bilakis ben o cümleden, Hz. Peygamber (sa.)'den rivayet etmekte veya ona bir sözü atıfda bulundurmakda hiç bir sa-habinin doğrulukdan asla şaşmadığını anlıyorum. Eğer birinci manayı anlarsak; sadece tarih değil sağlam ve delilli dayanaklı hadisler bile onu destelemiyecektir. İkinci manayı anlarsak o zaman bu-
207
nun böyle olduğu kesin olarak sabittir, öyle olmuştur. Aksini hiç bir kimse güvenilir bir kaynakla isbat edemez. Onların adaletli ve dürüst oluşları o dereceye varmıştır ki; Sahabe kendi aralarında yaptıkları savaşlarda bile, şiddetli çarpışmalarda, kan dökmelerine rağmen hiç bir taraf diğerinin aleyhine bir söz söylememiş, uydurma bir hadis ileri sürmemiş ve kendi menfaatine ters düşen bir hadisi de yalanlamaya kalkışmamışlardır. Bu bakımdan Sahabe konusunda, eğer sahabeden birinin haklı, diğerinin yanlış ve hatalı oluşu kabul edilirse din ve dini inanç tehlikeye düşer diye düşünülmemelidir. Biz istisnasız bütün sahabeyi Hz. Peygamber (a.s.) den rivayet etme konusunda kesin güvenilir buluyor ve her birinin rivayetini başımız gözümüz üstünde kabul ediyoruz.
Yanlış bir hareket sebebiyle insanın değerinde herhangi bir fark meydana gelmez:
Ben sahabe dahil peygamber olmayan bütün insanları; günahsız değillerdir diye kabul ediyorum. Bana göre günahsızlık (masum oluş) sadece peygamberlere özgüdür. Düşüncem şu ki: Peygamberler dışındaki insanlardan bir tek kişi dahi, kendinden hata sudur etmez veya o fiilen hiç hata işlemez, manasında büyük bir kişi olamaz. Bilakis şu manada büyük bir kişi olabilir: Bilgi ve amel bakımından onun hayatında hayır tarafı ne kadar üstün gelmişse o kişi o derece büyüktür. Sonra bir insanda hayır tarafı ne kadar üs-tünse ben o kişiyi o kadar üstün kabul ediyorum. Onun bir hareketinde veya bazı davranışlarında hata olması bence onun büyüklüğünde fark meydana getirmez.
Bu konuda benimle bazı kişiler arasında temel bir görüş ve anlayış farkı vardır. Bundan dolayı insanlar çok kere benim durumum ve tutumumu anlamada yanılgıya düşüyorlar. İnsanlar zannediyorlar ki; büyük olan, mübarek salih olan kişi hata yapmaz, hata yapan da büyük, mübarek olamaz. Bu anlayışa göre onlar, büyük bilinen bir kişinin bir iş ve hareketine yanlış, hatalı denmesini istemiyorlar. Hatta onların bir hareketine yanlış diyen kişinin o kimse-
208
leri ulu, mübarek kişiler olarak kabul etmediğini de zannediyorlar. Benim görüşüm bunun aksinedir. Bence Peygamber olmayan büyük bir insanın, bir hareketi yanlış olabilir, buna rağmen de o kişi, büyük mübarek bir kişi olmakda devam edebilir. Ben büyük bir zatın yanlış bir işine, sadece güvenilir kaynaklardan gelen kesin bilgilerle sabit olduğu ve mantıklı bir teville başka bir şeye ve iyiye yorumu yapılamadığı takdirde yanlış diyorum. Yani, bir iş yanlış olmuşsa o iş yanlıştır diyorum. Sonra da tenkidini yaparken, o yan-' lış işin çizgisinin dışına tenkidi taşırmıyorum. Benim nazanmda o mübarek kişinin mübarekliğine o yaptığı yanlışlık yüzünden bir zarar meydana gelmemektedir. Ne de ona saygıda bir azalma olmaktadır. Hiç bir zaman kendisini büyük, saygın bildiğim kimsenin apaçık olan yanlışlıklarını, hatalarını inkar etmeyi, sarıp sarmalayıp gizlemeyi veya mantık dışı tevillerle o hareketin doğru olduğunu isbat etmeye çalışmayı gerekli bulmadım. Yanlışa doğru demenin değişmez ve kesin sonucu, ölçülerimizin değişmesi sonucunu doğuracak ve çeşitli büyük zatların ayn ayrı kendi hallerine göre yaptıkları hatalar birikerek içimizde yığılacak ve sanp sarmalamakla veya alenen göze çarpan şeylere perde çekmekle; bana göre iş düzelmeyip aksine bozulacaktır. Bu şekilde bir tutum takı-nılmasından dolayı insanlar şüpheye düşecek, en üstün değer ve derecelere ulaştığını bildiğimiz insanların bu değerini biz uydurmuşuz, diyeceklerdir.
Sahabe arasında derece farkı:
Sahabe-i kiramla ilgili okuduğum hadis ve siyer kitaplarından şu sonuca ulaştım ki; onlar sahabe oluş şerefinde eşit idiler, ama ilim ve fazilette, iki cihanın efendisi Hz. Peygamber (s.a.v.)'den feyz almakda ve onun öğrettiklerinden, sohbetlerinden faydalanmada aralarında derece farkı vardı. Onlar şüphesiz içinde peygamberlik mumunun yandığı bir insanlık topluluğu idiler. Bu toplumun bütün insanları ne bu mumdan eşit ölçüde ışık alabilmişlerdi, % de hepsine bunun için eşit fırsat düşmüştü. Buna ek olarak bir de
209
her birinin karekteri ayrıydı. Huyu ayrıydı. İyilikleri, zaafları ayuı şekilde değildi. Onların hepsi kendi yeteneklerine uygun olarak Rasûlullahın sohbetinden ve öğrettiklerinden az çok faydalanmıştılar. Buna rağmen onların içinde öyle kimseler de vardı ki nefis tezkiyesinin en iyi eğitimine rağmen onların içinde her hangi bir yönde bir zayıflık kalabiliyordu. Bu inkan mümkün olmayan bir gerçektir ve onun inkar edilmesi sahabe-i kirama saygının ve edebin bir gereği de değildir.
Büyüklerin işlerini doğru tenkid etme tarzı:
Bütün din büyükleri hakkında genellikle ve Sahabe-i kiram hakkında özellikle benim hareket tarzım, mantıklı bir teville veya güvenilir muteber bir rivayet yardımı ile onların bir söz veya hareketini yorumlamak mümkün olursa onun benimsenmesi ve yanlış demeden başka bir çare kalmayırcaya kadar hata ve yanlış denmeye cesaret edilmemesidir. Fakat öbür tarafdan bence mantıklı yorumlama sınırını aşarak ve hatayı yok saymaya veya doğru göstermeye çalışmak sadece insaf ve ilmi araştırmaya aykırı olmakla kalmaz, ben bunu zararlı bile kabul ediyorum, çünkü bu şekilde zayıf bir savunma kimseyi tatmin edemez. Ve sonunda da sahabe ve diğer büyük zatların temel üstünlük ve güzellikleri hakkında söylediklerimizden de şüphe edilmeye başlanır. Bu bakımdan bir yerde birşey gün ışığı altında apaçık görüldüğü gibi herkes tarafından görülüyorsa orada laf üretme yerine bence, doğrudan doğruya falan büyük zatin sözü veya davranışı yanlıştı, denmelidir. Yanlışlar en büyük insanlar tarafından bile yapılabilir. Bundan dolayı da o kimsenin büyüklüğüne bir zarar gelmez. Çünkü onun değeri ve üstünlüğü üstün basanlarından, asil davranışlardan kaynaklanır, bir ilmi hatasından dolayı değil.
Kaynaklar konusu:
Bazı kimseler "Raşid Halife ve Özellikleri"nin son bölümü ve "Hilafetten Saltanata" adlı yazılarımda kaynak olarak faydalandı-
ğım kitaplar üzerinde tereddütlerini açıklıyorlar. Yararlandığım bu eserler aslında iki çeşittir. Biri; kendilerinden ara sıra, çok geri planda bir olayı örnek aldığım kitaplardır, yani İbni Ebi'l-Hadid, İbni Kuteybe ve El- Mes'üdi gibileri. Diğerleri de bütün araştırma-lanmın esaslarını onların rivayetlerine dayandırdığım en önemli kaynaklarım olan eserler yani, Muhammed b. Sa'd, İbni Abdü'l-Berr, İbni Esir, İbni Cerîr Taberi ve İbni Kesir'dir.
tbni Ebi'l-Hadîd
Birinci çeşit kaynaklardan olan ibni Ebi'1-Hadid'in Şii olduğu biliniyor. Fakat ben sadece Hz. Ali (r.a.) efendimizin devlet hazinesinden kardeşi Akil b. Ebi Talib'e; hakkından fazlasını vermeyi reddettiğini nakletmiştim. Bu olay hakikaten doğrudur. Zira diğer tarihçiler de bildirmektedirler ki Hz. Ali (r.a.) bundan dolayı kardeşini terk ederek muhalif gruba katılmıştı.
Bu bakımdan, doğruluğu ittifakla kabul edilmiş bir olayın İbni Ebi'l-Hadid'den naklen anlatılmasında bir sakınca olmamalıdır.
İbni Kuteybe
İbni Kuteybe'nin Şii veya Şiiliğe yakın olduğu düşüncesi tamamen yanlış olduğu gibi o bilgileri konusunda güvenilmeyen (sika olmayan) biri de değildi. O, Ebû Hatim Sicistani ve Ishak b. Rehâ-veyh gibi imamların (müctehidlerin) talebesi ve Dînever kadısı idi. İbni Kesîr O'nun hakkında" O şerefli ve güvenilir bir insandı" diye yazmaktadır. Hafız b. Hacer "son derece doğru bir insandı" diyor. Hatip Bağdadî "son derece dindar ve güvenilir bir insandı" derken, Müsleme b. Kasım "son derece doğru bir insandı, ehli sünneten idi. O'nun Ishak b. Rehveyh'in ardından gittiği, ona bağlı olduğu söylenir" demekte, îbni Hazm de "Bilgisinde, dini yaşayışında en dürüst ve güvenilir bir insandı" demektedir. İbni Hacer onun mezhebi üzerine ışık tutarak şöyle yazıyor. "Selefe mensup olan alimler İbni Kuteybe'nin en güvenilir kimselerden ve ehli sünnetten olduğunu söylemişlerdir. Fakat, Hakim, mezheb açısından onun aksine
210
211
idi.......Benim düşüncem şu ki selefin mezhepden maksadı görüşün kuvvet kazanmasıdır. Çünkü îbni Kuteybe'de ehli beytten sapma görülmektedir. Hakim ise bunun aksinedir." (1)
Görülüyor ki, Îbni Kuteybe'ye Şiilik bir yana mutaassıptık suçlaması yapılmıştır. Onun "el-eimme ve's siyase" isimli kitabına gelince, hiç kimse kesin bir ifade ile bu kitabın ona ait olmadığını söylememiş, ancak şüphe belirtmişlerdir. Çünkü, bu konuda bir takım rivayetler vardır ki bunların İbni Kuteybe'nin ilmi ve diğer kitaplarıyla hiç bir ilgisi yoktur. Ben bizzat bu kitabı okudum. Buradaki bir kaç rivayetin sonradan ^ave edilmiş olabileceğini zannediyorum. Ama ona rağmen kitabı tamamen reddetmek aşırılık, haksızlık olur. O kitapta pek çok konular ile ilgili sözler, anlatımlar var ve onların kabul edilemez oluşuna ait hiç bir işaret bulunmamaktadır. Buna ek olarak şunu da söyleyeyim ki, ben o kitaptan diğer kitapların desteklemedikleri hiç bir rivayeti almadım. Nitekim benim verdiğim kaynaklar ve atıflardan bu görülmektedir.
El-Mesudî
Mesudîye gelince, şüphesiz o Mütçzile Mezhebindendi, ancak O'nun aşın bir Şii olduğunu söylemek doğru değil, O'nun Mürev-vicü'z-Zeheb" de Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) hakkında yazdıklarını bir okuyun. Şiilikte aşın olan bir insan o yüce iki halife hakkında böyle sözler söyleyemez. Her ne kadar onda Şiilik unsurları varsa da, ben ondan diğer kitapların desteklemediği bir sözü almadım.
Şimdi benim bu konuda bütün anlattıklarımı atfettiğim diğer kaynaklara gelelim.
Îbni Sa'd:
Bunlardan en önde geleni Muhammed b. Sa'd'dır. Onun rivayetlerini diğerlerine tercih ettim ve onun rivayetine ters düşen bir şeyi diğer kitaplardan almamaya da bütün gücümle çalıştım. Sebebi, o'nun hulef-i Raşidin dönemine en yakın bir zamanda yaşamış
212
kaynaklan derleyici yazar oluşudur. 168 H. yılında doğdu 230 H. de öldü. Son derece geniş malümaü olan biridir. Hz. Peygamberin hayaü ve savaşlan hakkında en güvenilir biri olduğunda bütün hadis ve tefsir alimleri görüş birliğindedir. Bugüne kadar da hiç bir alim O'nun hakkında şiilik şüphesi göstermemiştir. Hatip Bağdadi diyor ki: "Îbni Sa'd bize göre adaletli kişilerdendir. O'nun sözü doğruluğuna işaret ediyor. Çünkü O rivayetlerinin çoğunda araştırma ve inceleme ile hareket eder, yüzeysel hareket etmez." Hafız b. Hacer de şöyle söylüyor "O güvenilir biridir ve tedbirli hadis ha-nzlanndandır." îbni Hallekanda: En doğru biri, güvenilir bir kimseydi. Hafız Sehavî, ibni Tağn Birdî de aynı görüşleri bildirmişlerdir.
îbni Cerir Taberi:
İkinci kaynağım da İbni Cerir Taberidir ki; bir tefsirci, hadisçi, fıkıhçı ve tarihçi olarak çok değerli biri olduğu herkes tarafından kabul edilmiştir. İlim ve takvayı birbirinden ayırmaz, her ikisinde de büyük mertebe sahibiydi. Hatta, kendisine kadılık (hakimlik) makamı teklif edildiği halde reddetmiştir. Adalet komisyonu başkanlığı teklif edilmiş onu da kabul etmemiştir. İmam İbni Huzey-me onun hakkında şöyle diyor "Ben bu devirde ondan daha büyük bir alim görmedim" İbni Kesir de, "İlim ve amel bakımından Allah'ın kitabı Kur'an-ı Kerime ve Peygamberi Hz. Muhammed (a.s.)'in sünnetine bağlılık bakımından en üstün imamlardan (içti-had yapma yetkisinde olan alimlerden) biri idi" diyor. İbni Hacer ise, "Kendisine güvenilip itimad edilen İslâm imamlanndandı" derken, Hatibi Bağdadi de şöyle diyor: "O ilim sahiplerinin imamlanndandı. O'nun sözü ile karar verilir, O'nun görüşüne baş vurulur. Çünkü o buna layıktır. İlimde o kadar geniş bir alanda yetkili idi ki döneminde hiç kimse o seviyeye ulaşmamıştır." İbni Esîr: "Ebû Cafer yani Taberî tarih bilgisinde ve tarihden verdiği bilgilerde en güvenilir biri idi" diyor. Hadis bilgisinde o bizzat muhaddis kabul edilir. Fıkıhda kendi başına içtihadı olan biridir, Mezhebi ise
213
ehli sünnet mezhebleri arasında sayılırdı. Tarih bilgisi konusunda ona güvenemeyen kim vardır? Özellikle fitnelerin cirit attığı bir dönemin tarihi hakkında en çok onun görüşlerine ve verdiği bilgilere güvenilmiştir. İbni Esir kendi eseri "Tarihü'l-Kamü"in girişinde şöyle yazıyor "Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Ashabının birbiri ile olan soy bağlarını bilmede tbni Cerir Taberi'yi diğer bütün tarihçilere göre daha güvenilir buluyorum. Çünkü o gerçekten çok iyi araştırmacı, en geniş bilgi deposudur." tbni Kesir bile o dönemin tarihi konusunda ona baş vurur, ve "ben Şii kaynaklı nakiller ve rivayetlerden kurtulmaya çalınırken en çok îbni Cerir Taberi'ye baş vururum, ona güvenirim, çünkü o bu yüce değere sahip biridir" der. Bazı fikhi meselelerinde ve Gadr-i Hum hadislerinde Şiilerin anlayışına uyduğu için bir takım kimseler onu Şii kabul etmektedirler. Ve hatta büyük bir zat o'nun için: "îmamiyye mezhebinin ileri gelen alimlerinden (İmamlarından) biri idi"der.
Halbuki başka Ehli Sünnet imamlarında da bir fıkıh meselesinde veya bir hadis inceleme konusundaki yaklaşımlarında Şiilerin görüşlerine benzer noktalar bulmak mümkündür. İmam Ibni Tey-miyye bildiğiniz gibi Şia ya karşı en sert alimlerden biridir. Fakat o Ibni Cerir Taberi'nin tefsiri hakkında diyor ki: "Mevcut muteber tefsirler arasında onun tefsiri en sağlam ve en düzgün olanıdır, tçinde bid'at (uydurma) yoktur." (2) Aslında ilk önceleri Hanbeli-ler onu Rafızilik (şiilik)'le itham ettiler. O'na İmam Ahmed İbni Hanbel'i sadece bir hadisti kabul edip onun üstünde bir değer vermediği, mezhep sahibi fakih bir imam kabul etmediği için kızdıklarından dolayı bu suçlamayı yapmışlardı. Bu bakımdan Hanbeli-ler daha hayatta iken o'na düşman olmuştu. İnsanları, O'nu ziyaret etmekten men ediyorlardı. Hatta o öldükten sonra o'nun Müslüman mezarlığına gömülmesini dahi engellediler ve onun için o kendi evine gömüldü. (3) Ibni Huzeyme bu haksızlık için; "Hanbe-liler ona zulmettiler" demektedir. Bundan başka onun kötülenme-sine bir sebeb de şu olmuştu. Onun yaşadığı asırda yaşamış, adı Muhammed b. Cerir Taberi diye bilinen bir kişi daha vardı ve bu
214
adam Şii idi. Fakat bir insan gözünü şöyle bir açıp da bizzat Taberi Tefsirini ve Taberi Tarihini okusa bu iki kitabın o Şii Muhammed b. Cerir Taberi'ye (4) ait olmadığını hemen anlar.
Ibni Abdül-Ber:
Üçüncü kişi de Ebu Ömer Ibni Abdül Beıfdir. O'nun hakkında Hafız Zehebî "Tezkeretül-huffaz" isimli eserinde Şeyhul İslâm diyor. Ebu'l-velid el-Baci de, "Endülüs'te Ebu Ömer gibi bir hadisçi yoktu" diyor. Ibni Hazm ise: "Bildiğim kadarı ile hadis usulü ilminde onun seviyesinde bir kimse yoktu. Nerede kaldı ki ondan daha bilgili biri olsun demekte." Yine bir yerde Ibni Hazm şöyle diyor:" O'nun eserleri benzersizdir. Onlardan; Kitabü'l-istiab fi'ssah-be isimlisinin bir benzerini kimse yazmamıştır. Sahabenin hayatı hakkında onun bu eserine kim güvenmemektedir veya o Şiiliğe meyyal idi diye kim bir şüphe izhar etmiştir.
Ibni Esîr
Dördüncüsü de Ibni Esîr'dir. O'nun eserleri "Tarihu'l-kamil" ve "Üsdü'1-Gabe" İslâm tarihinin en güvenilir kaynaklarından sayılmaktadırlar. Daha sonra gelen alimlerden bu kitapları kaynak olarak kullanmamış hiç bir kimse yoktur. O'nunla aynı asırda yaşamış olan İbni Hallekan şöyle der.
"Hadis ezberlemekte, onu bilmek ve tanımakta, onunla ilgili olardan bilmekte İmamdı. Eski ve yeni tarihi de son derece iyi bilirdi. Arapların soy kütüklerini, geçmiş günlerini, olaylannı, önceki haberlerini bilmekte mütehassıs biriydi." (5) O'nun hakkında Şiiliğe küçük bir eğilimi olduğuna dair hiç kimse şüphe bile etmemiştir.
Kendi tarihinin giriş bölümünde kendisi açıkça diyor ki: "Saha-be-i Kiramın bir biri ile soy ilişkisini belirlerken ben çekine çekine adım atüm, çok tedbirli hareket ettim."
İbni Kesir:
215
Beşincisi Hafız tbni Kesîr'dir ki, İlmî değeri, müfessir, muhad-dis ve tarihçi olarak bütün ilim alemi tarafından kabul edilmiştir. O'nun "el-Bidaye ve'n-Nihaye" isimli tarih eseri İslâm tarihinin en muteber kaynaklarından biri sayılır. Keşfü'z-Zünun yazarının deyimiyle, O'nun üstünlüğü doğru ile yanlışı en iyi ayırd edici olmasıdır. Hafız Zehebî O"nu şöyle anlatıyor "O fetvacı bir imam, olgun bir muhaddis, çok yönlü bir fakih, bütün görüşleri nakleden bir müfessir idi." Daha çok ben onun tarihine iki sebepten dolayı iti-mad ettim. Biri: O'nun Şiiliğe meyyal her hangi bir yakınlığı bir tarafa, ona şiddetle karşı oluşudur. Kendi gücü ölçüsünde sahabeden hiç birine her hangi bir söz söylettirmez. Fitne dönemindeki olayları, anlatırken sadece Hz. Muaviye' (r.a.)'yi değil, Yezid'i bile aklamaya çalışmakta kusur etmemiş, ama buna rağmen tarihi anlatırken, tarih olaylarını kaleme alırken, olayları gizlemeye çalışmayacak kadar da dindar ve doğru bir yol izlemiştir. İkincisi O'nun Kadı Ebû Bekir İbni Arabî ve İbni Teymiyye'nin ikisinden de sonra gelmesidir. Kadi Ebû Bekr'in "El-Avasım mine'l-Kavasım ve İbni Teymiyye'nin "Minhacü's-sünne" eserlerini bilmiyor değil idi. Hatta o İbni Teymiyye'nin sadece öğrencisi değil, onun aşığıdır da, onun uğruna bir takım sıkıntılara dahi katlanmıştır. Bu bakımdan ben onun Şii rivayetlerden en küçük miktarda bile etkilenmediğinden yahut o rivayetleri ele alırken bir gaflet göstermediğinden ve de Kadi Ebû Bekr'in ve İbni Teymiyye'nin bildiği, anlattığı konulan bildiğinden en ufak bir şüphem yok. Öyleyse bu tarihlere niçin güvenmeyelim! Şimdi dikkat buyurun. İşte benim yazımda kaynak olarak baş vurduğum eserler bunlardır. Eğer bunlar o dönemin tarihi konusunda güvenilir eserler değillerse o zaman Peygamberlik döneminden alarak sekizinci hicri asra kadar bir tek İslam tarihinin dünyada bulunmadığı gerçeği karşısında durum ne olacaktır. Çünkü Peygamberlik döneminden sonra bir kaç asırdır bütün İslam tarihi Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.)'in devirleri de dahil bu kaynaklardan bize ulaşmıştır.
Eğer bunlara itimad edilemezse o zaman onların anlattığı Hule-
216
fa-i Raşidin tarihi, İslâm müctehidlerinin hayatı ve onların büyük hizmetleri, basanları, hepsi yalan ve uydurma hadiselere dayanmış demektir ki biz bunları hiç kimseye sağlam bir belge ile suna-mayız. Bütün insanlar (bizzat Müslümanların bugünkü nesilleri bile) bizim büyüklerimizin üstünlüklerinin hepsinin doğru olduğunu, bu kitapların anlattıkları kusurların hepsinin yanlış olduğunu da asla kabul etmiyeceklerdir. Eğer siz; Şiilerin hile ve kasıtları o kadar güçlü idi ki onların oyunlarından ehli sünnetin bu kişileri dahi kurtulamadı ve bu Şii rivayetler onların yazdıkları kitaplara da girerek o dönemin bütün manzarasını bulandırmıştır diye düşünüyorsanız, o zaman bunların tasallutundan, Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.)'in hayatı ve onların döneminin tarihi nasıl kurtuldu diye hayret ediyorum.
Kaynaklar hakkındaki bu girişten sonra şunu da açıklamak istiyorum: Kadi Ebû Bekir İbni Arabi'nin el-Avasım Minel-Kavasım isimli eseri ve İmam İbni Teymiyye'nin "Minhacü's-sünne" eseri ile Şah Abdül Aziz'in "Tuhfe-i isna aşeriyye" si ile niye yetinelim. Ben bu büyük insanlara çok saygı ve hürmet duyuyorum. Bu kişiliklere güvenilemiyeceği, doğruluklarına, sağlam araştırma yaptıklarına itimad edilemiyeceği aklımın kenarından bile geçmedi. Yalnızca bu konuda onlarla yetinmeyip doğrudan doğruya asıl kaynaklar üzerinde inceleme yaparak serbest ve hür bir kanaate varmak istedim. Bunun sebebi, bu üç zatın aslında kendi kitaplarını Şiilerin ağır suçlamalarını ve onların ifrat ve tefritlerini reddetme babında yazmış olmalandır. Bu yüzden o kitapların mahiyeti görünüşte savunmacılık olmuştur. Savunmacılık, ister karşı tarafı suçlayıcı türden olsun isterse savunduğu tarafı temize çıkana türden olsun karakterinde, bu işi yapan insanı, davasını güçlendirecek olan şeylere baş vurdurur ve davasını zayıflatacak şeyleri doğru da olsa göz ardı ettirir. Özellikle Kadi Ebu Bekir bu konuda çizgiyi aşmış, çok fazla ileriye gitmiştir. Tarih araştırmalan yapmış bir insanın bu tür bir bahis açısından istifade edebileceği düşünülemez.
Artık bu yazılar zinciri içinde konu edilen asıl meselelere yöne-
217
ı ! 'I
liyorum.
Akraba meselesinde Hz. Osman (r.a.)'ın davranışlarına bir bakış
Hz. Osman (r.a.) efendimizin kendi yakınları konusunda uyguladığı tutum ve hareket tarzı ile ilgili olarak O'nun kötü niyet taşımadığında en ufak bir şüphe ve tereddüdüm olmamıştır. Müslüman oluşundan şehid oluncaya kadar yaşadığı bütün hayatı; O'nun Hz. Peygamber'in en içten ve en sevgili sahebesinden olduğuna tanıklık eder. Hak din uğruna yapüğl fedakrlıklannı O'nun tertemiz ahlakını, takva ve iffetini görerek hangi akıl sahibi insan, bu yaşayış ve davranışın sahibi birinin kötü niyyetle, bu günki politikada bile olmaması gereken bir yakınlığı gösterebileceğini tahmin edebilir. Aslında o'nun böyle bir hareketi benimsemesinin temel sebebi, bizzat kendi açıklaması ile, sıla-i rahim, başka ifadeyle yakınları ile ilgisini sürdürmeden başka bir şey değildir. O'nun anlayışına göre Kur"an-ı Kerim ve sünnette emredilen "sıla-i rahim" (akrabalarla ilgi ve ilişkiyi kesmeme)nin gereği; ancak kişinin yapabilme gücünde olduğu her çeşit iyilikleri, yardımları akrabalarına yapmaktan kaçınmamaktır. Bu, niyyet bozukluğu değil, görüş yanlışlığıdır, veya diğer bir ifade ile, ictihad yanlışlığıdır. Niyyet bozukluğu, ancak o işin yanlış olduğu bilindiği halde yine de sadece kendi menfaati veya akrabalarının menfaati için yapılan hareketlerde görülür. Fakat buna ictihad yanlışlığı demekten başka bir çaremiz yoktur. Çünkü Islâmın Sıla-i Rahim emri O'nun şahsı ile ilgili idi, Halifelik makamı ile ilgili değil. O'un hayatı boyunca akrabaları ile cömertçe, fedakarca münasebetler kurması şüphesiz Sıla-i Rahmin en güzel örneğidir. O bütün mallarını, tüm servetini akrabaları arasında bölüştürmüş, kendi çocuklarını da onlarla eşit tutmuştur. O bu davranışlarıyla ne kadar övülse azdır. Ama sıla-ı rahime ait bir hüküm ve emir halifelik makamı ile ilgili değildir ki o'nun bir halife olarak da akrabalarına iyilik yapması o emrin bir gereği olsun. Yani halifelik yetkileri ile akrabalarına menfaat sağ-
218
laması sıla-ı rahim hükmü içine girmez ve o'nun bu sıfatla yapağı iyilikleri bu emirle yorumlamak mümkün değildir.
Sıla-i rahimin şer'i hükümlerinin yorumunu yaparken bu hükümlerle, Hz. Osman (r.a.)'ın bir halife olarak kendi akrabalarına karşı davranışları karşılaştırıldığında, bu davranışların hiç birine caiz değildir denemez. Halifenin, akrabası olan birini veya kendi ailesinden birini bir makama getiremez, diye şeriatta herhangi bir hüküm olmadığı ortadadır. Ne de ganimet yahut devlet hazinesinden halka yardım yapılırken akrabalara yapılamaz diye serî bir hüküm vardır ki bu emre karşı gelinmiş olsun. Bu konuda benim anlattığım: Hz. Ömer (r.a.)'in tavsiyesi de bir şeriat maddesi değildir ki Hz. Osman (r.a.)'a şart olsun ve karşı gelmesi haram olsun. Bu bakımdan o bu konuda sının aşarak caiz olmayan bir işi yaptı diye asla suçlanamaz. Ama tedbir olarak en iyi tutum ve en sağlam davranışın Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.)'in kendi akrabaları konusunda benimsedikleri ve Hz. Ömer (r.a.)'in kendinden sonra yerine gelebilecek herkese tavsiye ve vasiyet ettiği tutum olduğu da inkar edilebilir mi? Hz. Osman (r.a.)'ın bundan ayrılarak, kendine ayn bir hareket tarzı seçmesinin, farklı bir politika izlemesinin tedbir olarak uygunsuz olduğunu, fiilen de çok zararlı neticeler doğurduğunu kabul etmek zorundayız. Şüphesiz o başlangıçta kendisine gelecek zararlan tahmin etmemişti. Ama yine de yanlışlık yapıldığını kabul etmemiz gerekecek. Hiç bir şekilde devlet başkanının kendi ailesinden bir kişiyi hükümetin genel sekreteri yapması ve Arabistan dışında ne kadar eyalet varsa hepsinin başına kendi yakınlarından ailesinden insanları genel vali tayin etmesini doğru gösteremez. (O dönemdeki idari düzenlemeye göre Afrika'nın fethedilmiş bütün bölgelerinin idaresi Mısır valisinin idaresine, Suriye'nin idaresi Şam valisinin emrine, Irak, Azerbaycan, Ermenistan, Horasan, İran bölgelerinin hepsinin Küfe ve Basra valisinin idaresine verildiği göz önünde bulundurulmalıdır. Hz. Osman (r.a.) efendimiz döneminde öyle bir zaman gelmiştir ki bu eyaletlerin bütün valileri onun akrabalarından tayin edilmiştir. Bu inkar
219
edilemiyen gerçekleri, tarihi bir hadise olarak muvafık muhalif herkes kabul etmiştir.
Hz. Osman (r.a.)'m bu tedbir ve tutumunu doğru göstermek için pek çok büyük zat, Hz. Osman'ın mevki verdiği kişilerin çoğunun Hz. Ömer (r.a.) döneminde de devlet görevinde bulunduklarını delil göstermişlerdir. Ama bu, yeterli bir delil değildir. Birincisi Hz. Ömer (r.a.) kendi akrabalarına devlette büyük görev vermemişti, aksine akrabaları dışındaki kişilere görev vermiştir. Onlar arasında Hz. Osman (r.a.)'ın akrabaları da vardı. Bu ise hiç kimsenin kalbini sıkmaz, haset damarlarını kabartmazdı. insanların içine haset, ancak devlet başkanının kendi yakınlarını büyük mevkilere getirmeye başladığı zaman girer. İkincisi: O dönem içinde büyük mevkilere getirilen bu kişiler sıradan devlet kademelerinde görev alan kimselerdir.
Abdullah b. Sa'd b. Ebi Şerh Hz. Ömer (r.a.) döneminde Mısır'da sadece bir komutandı. Hazreti Muaviye (r.a.) sadece Suriye bölgesinin genel valisiydi. Velid b. Ukbe (r.a.) sadece Arap yarımadasının Araplannın yerleşmiş bulunduğu bölgesinde idareci yapılmıştı.
Sad b. As (r.a.) ve Abdullah b. Amir (r.a.) de küçük mevkilerde bulunuyorlardı. Arap yarımadasının dışındaki, îslam idaresine geçmiş bütün bölgelerin idaresinin bir tek aileden gelen genel valilerin emri altına verilmesi ve bu bir tek ailenin de halifenin kendi ailesi olması gibi bir durum Hz. Ömer (r.a.) döneminde asla görülmemiştir.
Hz. Osman'ın son dönemlerinde bu derece yüksek mevkilere gelen ve büyük değer, yetki elde eden bu kişilerin tuleka=bağış-lanmış kişiler olup (6) Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sohbetlerinden, eğitiminden en az yararlanan kimseler oldukları da inkar edilemez. Gerçi Hz. Peygamber, ondan sonra da Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer (r.a.) dönemlerinde bu kişilerle ilginin kesilmesi, idare ile onların arasına mesafe konması gibi bir tutuma gidilmemişti. Hz. Peygamber efendimiz ve daha sonra da Hz. Ebu Bekir (r.a.) ve Hz.
Ömer (r.a.) dönemlerinde bu kişilerin yetiştirilip eğitilerek İslam toplumuna kazandırılmalarına çalışılmış ve kendilerine yeteneklerine göre mevkiler verilmiştir. Bunlann, kıdemli ve yetenekli Müslümanların önüne geçirilmeleri, İslâm toplum düzeni ve devlet yönetiminde en üst mevkilere tercihen getirilmeleri; ne Hz. Peygamber (s.a.v.) ne de Hz. Ebu Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer devirlerinde vuku bulmuştu. Daha sonraki olaylardan dolayı bütün idari sistem ve devlet, Emevilerin eline geçince görüldü ki bu kişiler isterse din dışı siyasetin uzmanı, isterse idare askeri yeteneklere sahip olsunlar, İslâm ümmetinin gerçek önderliğine layık değildiler. Bu hakikat tarihte o kadar açık ve belirgin ki hiç bir tarihçi araştırmacı aksine bir görüşe sahip olmamış, bu gerçeğin üzerine perde çekmeye çalışmamıştır.
Hz. Muaviye (r.a.)yi 17 sene boyunca bir eyaletin başında genel vali olarak tutmak seri' bakımdan caiz olmayan bir şey değildi. Ama tedbir açısından kesinlikle uygun da değildi. Bunu söylerken hiç bir hatası olmadığı halde o görevden alınmalıydı demiyorum. Bu görev süresince bir eyalette değil de bir kaç eyalette valilik yapması daha uygundu. Zira bu durumda, onun eline kılıcı alıp merkezi hükümete baş kaldıracak kadar güçlenmesi imkansız olurdu.
Devlet Hazinesinden Akrabalara Yardım Meselesi:
Hz. Osman (r.a.)'m devlet hazinesinden akrabalarına yardım etmesi konusuna da serî açıdan itiraz etmeye imkan yoktur. O, Allanın ve müslümanlann malına ihaneti tabii ki düşünmemiştir. Ama bu konuda O'nun hareket tarzı, tedbir açısından olumsuz sonuç vermiş ve başkalarının şikayetinden kurtulamamıştır.
Muhammed b. Sa'd "Tabakat" isimli eserinde İmam Zühri'nin şu sözünü naklediyor:
"Hz. Osman (r.a.), idaresinin son alü senesinde akrabalarını ve aile fertlerini devlet idaresinde vazifelendirdi. Mervan'a Mısır'ın gelirinin beşte birini verdi, akrabalarına mali yardımlar sağladı. Bunu Allah'ın emri olan sılai rahimin gereği olarak yorumladı. O
220
221
devlet hazinesinden bazen borç olarak, bazen de nakden para aldı. Hz. Ebu Bekir (r.a.) ile Hz. Ömer (r.a.)'in hazineyle ilgili yetkilerini kullanmadıklarını söyledi. Ben ise, bundan yararlandım ve akrabalarıma dağıttım, ama yaptığımı insanlar beğenmediler, dedi"
Bu sözler, Hz. Osman'a en yakın bir dönemde yaşamış olan İmam Zühriye aittir. Muhammed îbni Sa'd (r.a.)'in dönemi de İmam Zühri'nin yaşadığı döneme çok yakındır. îbni Sa'd sadece iki aracı ile onun bu sözünü nakletmiştir. Eğer bu sözü îbni Sa'd İmam Zühri'ye, İmam Zühri de Hz. Osman (r.a.)'a yanlış atfetselerdi mu-haddisler mutlaka karşı çıkarlardı. Bu bakımdan anlatılardan doğru kabul etmek gerekecektir. Bunu îbni Cerîr TaberFnin şu sözü de desteklemektedir: "Afrika'da Abdullah b. Ebu Şerh oranın patriği ile belli bir miktar üzerinde sulh anlaşması yapmıştı. Sonra Hz. Osman (r.a.) O'na bu parayı Mervan b. Hakem'in babasının ailesine bağışlamasını emretti." (7) Bizzat Hz. Osman, kendisi, Hz. Ali, Hz. Sa'd b. Vakkas (r.a.) Hz. Zübeyr (r.a.), Hz. Talha (r.a.) ve Hz. Muaviye (r.a.)'nin hazır bulunduğu bir toplantıda O'nun mali yardımlarına yapılan itirazlar görüşülüyorken kendi tutum ve hareket, tarzını şöyle açıklamıştı: (8)
"Benden önceki halifeler kendileri ile akrabaları hakkında katı
davrandılar.
Halbuki Allah'ın Rasülü (a.s.) efendimiz akrabalanna mal vermeye devam etmişti. Ben geçimi dar, geliri az olan bir sülaledenim. Bu bakımdan ben devlete yaptığım hizmetin karşılığını almak zorundayım. Rızkımı bununla temin ettiğim için böyle davranmayı kendime bir hak kabul ediyorum. Eğer bunu siz yanlış kabul ediyorsanız buyurun bu paraların geri verilmesine karar verin, sizin kararınızı kabul edeceğim. "Sonra orada bulunanların hepsi Hz. Osman (r.a.)'ın bu sözlerini doğru buldular ama dediler ki: Abdullah b. Halid b. Üseyde ve Mervana para verdiniz. Bunun üzerine Hz. Osman'da bu paralardan Mervan'a ve Îbni Üseyd'e bir miktar para verildiğini bildirdi. Sonra bu kişilerin o miktar parayı dev-
lete geri vermeleri kararlaştırıldı ve herkes toplantıdan memnun ayrıldı.
Bu rivayetten anlaşılan şudur: Hz. Osman (r.a.)'ın akrabalanna para verme tarzı asla şeriata aykın değildir. O ne kadar almışsa bir devlet başkanı olarak hizmeti karşılığında almış, akrabalanna verdiklerini de kendi hakkından veya sorumlusu kendisi olmak üzere hazineden borç almak suretiyle sağlamıştır. Bir de, yetkisini kullanarak uygun gördüğü şekilde ganimet mallanndan dağıtmıştır. Eğer Hz. Ebu Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) gibi o başka insanlara da kendi akrabalanna yapüğı iyiliği yapsaydı hiç bir kimse buna itiraz etmezdi. Ama halifenin bizzat kendi akrabalanna bu cömertliği göstermesi suçlamaya fırsat verdi. Hz. Ebu Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) işte bundan dolayı kendilerini şüphe ve ithamdan kurtarmak için kendilerini mali konulardan uzak tutmuşlar, başka insanlara yaptıkları iyiliklerden kendilerini de akrabalarını da mahrum bırakmışlardır. Hz. Osman (r.a.) bu tedbiri göz önünde bulun-duramamış ve istismara zemin hazırlamış, neticede de itirazlara hedef olmuştur.
Kargaşanın sebebleri:
Hz. Osman (r.a.)'a karşı, hiç bir sebeb yokken, Sebe'ciler (9), hilesi yüzünden ayaklanma başladı. Bu konuda sadece Iraklılan sorumlu saymak haksızlık olacaktır. Eğer insanların arasında huzursuzluk çıkaracak olan gerçek sebebler olmasaydı hiç bir fitneci fesatçı grubun fesat çıkarması, hele hele Hz. Peygamber (s.a.v.)'in terbiyesinden geçmiş sahabeyi bu fesadın içine sokması mümkün olamazdı. Bu kişilerin bozgunculuklannda başanlı olmalannın sebebi; halkla birlikte sahabenin ileri gelenlerinin de Hz. Osman (r.a.)'ın akrabalanna karşı takındığı tutuma öfke duymalanydı. Bu genel hoşnutsuzluk ortamından fitneciler faydalandılar ve ele geçirdikleri zayıf kişilikli insanları kötü emellerine alet ettiler. Bu şekilde fesatçılar halkın zaafından yararlanmasını bildiler. Bu durum tarihle sabittir. Îbni Sa'd şöyle diyor "Halk Hz. Osman (r.a.)'a,
ü!
222
223
Mervan'ı kendisine yakın kılmasından ve onun sözüne göre hareket etmesinden dolayı kızıyordu. Halk biliyordu ki; Hz. Osman (r.a.)'ın söylediği bildirilen pek çok şeyi Hz. Osman (r.a.)'ın kendisi karar verip söylememiş, bilakis ona sorup danışmadan Mervan kendi kendine söylemiş ve yapmıştır. îşte bu yüzden halk Mer-van'ın bu derece yakın kılınmasına, ona bu değer ve mertebenin verilmesine karşı çıkıyordu." (Tabakat-ı İbn. Sa'd, c. 5, s. 36)
îbni Kesir de şöyle anlatıyor, Hz. Osman (r.a.)'a şikayetlerini bildirmek için Kufe'den gelen heyetin en çok şiddetle karşı geldiği şey şuydu; Küfe halkı bir grub insatoı, Hz. Osman'ın bir çok sahabeyi görevden alarak yerlerine Emevi oğullarından akrabalarım getirmesini görüşmeleri için göndermişti. Bu kimseler Hz. Osman (r.a.)'a ağır konuştular ve bu kişileri görevden alarak başkalarını tayin etmesini istediler. (el-Bidâye, c. 7, s. 167)
Daha sonra İbra Kesir sözüne şöyle devam ediyor: "Hz. Osman (r.a.)'a karşı halkı kışkırtmak için muhaliflerin elinde bulunan koz şuydu; Hz. Osman (r.a.) ileri gelen sahabeleri görevden alıp yerlerine akrabalarını yerleştirmiş, onlan genel vali yapmıştı. Buna pek çok halk kızıyordu ve bu meseleyi bazıları içlerine sindiremiyor-du. (el-Bidâye, c. 7, s. 168)
Taberi ve Îbni Kesir o fitne döneminde Hz. Ali (r.a.) ve Hz. Osman (r.a.) arasında cereyan eden pek çok konuşmayı geniş geniş anlatmışlardır. Onlar şöyle yazıyorlar, "Medine'de her taraftan Hz. Osman (r.a.)'a tenkidler gelmeye başlayınca ve Zeyd îbni Sabit (r.a.), Ebu Üseyd Said (r.a.), Ka'b îbni Malik (r.a.), Hassan îbni Sabit (r.a.) gibi bir kaç sahabeden başka Hz. Osman (r.a.)'m, akrabalarını himaye etmesine itiraz etmiyen kimse kalmamıştı. Halk Hz. Ali (r.a.)'ye gidip Hz. Osman (r.a.)'la konuşmasını bu konuyu kendisine anlatmasını istedi. Nitekim Hz. Ali (r.a.) kalktı, Hz. Osman (r.a.)'ın huzuruna gitti ve Müslümanların karşı çıktıkları bu tutum ve prensibini değiştirmesini tavsiye etti. Hz. Osman (r.a.) buna karşılık benim kendilerine yüksek görev verdiğim kişileri Hz. Ömer (r.a.) de büyük görevlerde kullanmıştı. Öyleyse halk bu-
224
na neden itiraz ediyor? deyince, Hz. Ali (r.a.) cevap olarak şöyle dedi: "Hz. Ömer (r.a.) birini bir yere hakim ve idareci yaptığında onun hakkında bir şikayet alırsa onu şiddetle cezalandırırdı, ama siz öyle yapmıyorsunuz. Siz akrabalarınıza olabildiğince yumuşak davranıyor, onlara yüz veriyorsunuz." Hz. Osman (r.a.) buna karşılık "Onlar sizin de akrabalarınız" deyince Hz. Ali (r.a.) buyurdu ki: "Şüphesiz onlar benim de akrabalarım, fakat, bazı bu işlere onlardan daha üstün insanlar var." Hz. Osman (r.a.) sözüne devamla: Hz. Ömer (r.a.) Muaviye (r.a.)yi vali yapmamış mıydı? diye cevap verince: Hz. Ali (r.a.), Hz. Muaviye (r.a), Hz. Ömer (r.a)'den kölesi Yerfe'den daha çok çekinir ve korkardı. Şimdi ise durum o hale geldi ki, Muaviye (r.a.) size sormadan, danışmadan her şeyi yapıyor, sonra da bu Hz. Osman (r.a.)'ın emridir diye bildiriyor, siz ise buna itiraz etmiyorsunuz dedi." (10)
Bir başka sefer Hz. Osman (r.a.) Hz. Ali (r.a.)'nin evine geldi, akrabalığını ileri sürerek ona dedi ki; "Bu fitneyi söndürmekte bana yardım etmelisiniz." Hz. Ali (r.a.) de "Bütün bu olanlar Mervan b. Hakem (r.a.), Said b. el-As (r.a.), Abdullah b. Amir (r.a) ve Mu-aviye'nin yüzündendir. Bu kişilerin sözüne inanıyor, benim sözüme inanmıyorsunuz" deyince Hz. Osman (r.a.) Peki" şimdi senin sözüne inanıyorum" dedi. Bunun üzerine Hz. Ali Ensar ve Muhacirinden bir grub kimseyi çağırarak Mısır'dan gelen bozguncuların yanına gitti, onlan geri Mısır'a dönmeye razı etti. (11) O fitne sırasında bir başka sefer de Hz. Ali (r.a.) şiddetle şikayette bulunarak "Ben hadiseleri yatıştırmaya çalışıyorum, Mervan ise onlan,mahvediyor, siz minbere çıkıp halkı teskin ediyorsunuz, siz gider gitmez Mervan kapının önüne dikilerek millete sövüyor, ateş yeniden alevleniyor" dedi.
İbni Cerir Taberi bu konuda Hz. Talha (r.a.), Hz. Zübeyir (f.a.) ve Hz. Aişe (r.a) Hz. Osman (r.a.)'a kızgın olduklanra nakletmektedir. (12) Ama bunlardan hiç biri halifenin aleyhinde bir ayaklanma olsun veya bir bozgunculuk çıkarılsın, hatta iş halifeyi öldürmeye kadar varsın, asla istemiyordu. Taberi, Hz. Talha (r.a.) ve Hz.
225
Zübeyr (r.a.)'in şu sözlerini nakletmektedir: "Biz sadece Emirü'l-müminin Hz. Osman (r.a.)'ın bu tutumunu terk etmesini istemiştik, O'nun öldürülmesini aklımızdan bile geçirmemiştik. Ama beyinsiz ahmak kişiler tedbirli ve mantıklı kişilere üstün geldiler ve onu öldürdüler."
Hz. Ali (r.a.)'nin Halifeliği:
Hz. Osman (r.a.)'ın şehid edilmesinin ardından Hz. Ali (r.a.)'nin ne şartlarda halife seçildiğini bilmeyen yoktur. Dışardan gelmiş iki binden fazla bozguncu hilafet merkezine (Medineye) musallat olmuştu. Dönemin halifesini öldürmeye varıncaya kadar işi azıtmışlardı. Hilafet merkezinde zaten onları destekliyen birçok kişi vardı. Yeni halifenin seçilmesinde bu kimseler hadiselere kesin olarak katıldılar. Hatta bir takım rivayetlere göre, Hz. Ali (r.a.) halife seçilince bu kişiler bazılarını zorla biat ettirmişlerdi. Ama şimdi şu sorulara bir bakalım: Bu seçim yanlış mıydı? Halifeliğe Hz. Ali (r.a.)'den daha iyi, daha uygun bir kimse, sadece Medine'de değil, bütün İslâm aleminde var mıydı? O günlerde uygulanan ve herkes tarafından kabul edilmiş olan prensiplere göre Hz. Ali (r.a.)'nin halife seçilmesi caiz değil miydi? İslam prensiblerin-de, yeni halife seçimine önceki halifenin aleyhine bozgunculuk yapanlar da katılırsa bu seçim kanunsuzdur diye bir madde bulunuyor muydu? Bir halife şehid olunca onun yerine hemen bir başka halife seçilmeyip İslâm dünyasının bir süre halifesiz kalması doğru olur muydu? Hz. Ali (r.a.)'nin bilerek, Hz. Osman (r.a.)'ın katillerini yakalamada ve onlan mahkeme ettirmede hata yaptığını veya elinde hiç bir imkanı olmadığından bunu yapamadığını farzede-lim. Yine de İslâm kanun ve prensipleri açısından onun halife seçilmesini geçersiz sayıp ona karşı isyana kalkmak için bu yeterli bir sebep miydi? Daha sonra ortaya çıkan olaylar hakkında doğru ve sağlam kanaate sahip olmak için bu sorulara kesin cevaplar verilmelidir. Eğer bir kimse bu sorulara olumlu cevap vermek istiyorsa o zaman mutlaka delillerini göstermelidir. Fakat birinci hicri
226
asırdan bu güne kadar bütün ehli sünnet alimleri itifakla Hz. Ali (r.a.)yi dördüncü halife olarak kabul ede gelmişlerdir. Bizim kendi memleketimizde de her cuma hutbede Ehli sünnet mezhebi mensupları onun halifeliğim ilan ederler. Aşağı yukarı bu durum Hz. Ali (r.a.) zamanında da böyle idi. Suriye eyaletim bir tarafa bırakırsanız onun dışındaki bütün Arap yarımadası ve ondan başka bütün fethedilmiş İslam toprakları onun halifeliğini kabul ediyordu. Memleketin idare ve düzeni fiilen onun halifeliği üzerine oturuyordu. Ümmetin en büyük çoğunluğu da onun emniyeti altındaydı. Zaten Müslümanların büyük çoğunluğu onun başkanlığını, liderliğini onaylamıştı. Şimdi kalkıp da onun halifeliği şüpheli idi ve ona karşı isyan edip savaşmak sert açıdan caizdi diye bir iddiada bulunmak mümkün müdür? Bir tarafta Yezid'in halifeliğinin doğru ve geçerli olduğunu Hz. Hüseyin (r.a.)'in halifeliğini de baştan yanlış ve geçersiz olduğunu ısrarla ileri süren, ama diğer taraftan Hz. Muaviye (r.a.) hakkında bir takım mazeretler arayanlara özellikle şaşıp kalıyorum. Halbuki Yezid'in halifeliğinin geçerli olduğunu isbat uğruna ileri sürülen delillere nazaran, Hz. Ali (r.a.)'nin halifeliğinin geçerli olduğunun delilleri çok daha açıktır. Hz. Osman (r.a.)'ın kanının intikamını almak için Hz. Ali (r.a.)'ye karşı kılıca sarılanların yaptıklarının doğru olduğuna şer* bir delil gösterilemez. Allah'ın şeriatı pürüzsüzdür ve kusursuzdur. Birinin makam ve mevkini göz önünde bulundurarak yanlışı doğru göstermeye çalışmamıza şeriatta imkan yoktur.
Hz. Osman'ın katilleri konusu:
Benim şerl hükümler üzerindeki araştırmalarıma göre Hz. Osman (r.a.)'m karanın karşılığının alınması için bir tek yol vardı. O da o günün halifesi Hz. Ali (r.a.)'nin halifeliğini tasdik edip, kendisinden Hz. Osman (r.a.)'ın katillerinin yakalanarak mahkemeye verilmesini ve bu büyük suçta kimin ne gibi payı varsa şahidlerle tesbit edilip kanuna göre cezalandırılmalarını istemekti. Diğer taraftan o günün durum ve şartlarına göre fiilen bu kanuna uygun ha-
227
Ü!
reket edilebilmesi için Hz. Ali (r.a) ye herkesin yardımcı olmasının ve ancak bu şekilde konunun çözüme kavuşabileceğinin şart olduğunu gördüm. Nitekim tarihçe sabit olduğu gibi, isyan edip Medine'ye gelenlerin sayısı ikibine yakındı. Bizzat Medine'de bunların taraftan, koruyucusu bir miktar insan da bulunuyordu. Mısır, Basra ve Kufe'de de bunların arkasında olan bir zümre vardı. Eğer hak ehli olanlar birlik içinde Hz. Ali (r.a.)'nin etrafında top-ansalardı da ona yardım etselerdi o zaman bu topluluğu dağıtırlar, sonra da onların yakasına yapışıp hesaba çekebilirlerdi. Fakat iş böyle olmadı Bir tarafta etkili, güçlü sahabiler bu fitneye karışmamak için bir kenara çekildiler, diğer taraftan da Basra ve Şam'da güçlü bir askeri birlik Hz. Ali (r.a.) ile savaşmak için toplandı. Bu durumda Hz. Ali (r.a.)'nin artık o adamların yakasına yapışma fırsatını bulamadığı gibi bu güçlü orduya karşı koyabilmek için kimden yardım görebilirse mecburen ondan yardım alması gibi bir durumla karşı karşıya kaldı. Bu durumda Hz. Osman (r.a.)'ın katilleri ile savaşmak işi büsbütün kargaşaya götürecekti. Benim bu görüşüme karşı çıkan biri varsa lütfen bana söylesin, Hz. Ali (r.a.) Hz. Osman (r.a.)'ı şehid eden güçlü katiller çetesini ne zaman dağıtmalıydı? Halifeliği ele alır almaz mı? Yahut Cemel savaşı sırasında mı? veya Sıfnn savaşı sırasında mı? Sıfnn Savaşından sonra bir tarafta Hz. Muaviye (r.a.) memleketin bölgelerini teker teker koparmaya çalışıyorken diğer taraftan Hariciler kendisine karşı çıkıp sa-vaşmakiçin hazırlanırken mi? Kısacası Hz. Ali (r.a.)'nin bu adamları yakalayıp cezalandırmasına fırsat verilmedi, böyle bir fırsatı o sonuna kadar yakalayamadı.
îctihad Hatası Nedir Ne Değildir:
Yukarıda anlattıklarımdan açıkça anlaşılıyor ki, Hz. Osman'ın katillerinin cezalandırılmaları için o gün konusunda halife olan Hz. Ali'ye karşı kılıca sanlanlann bu hareketi de sert açıdan doğru değildi. Tedbir açısından da yanlıştı. Onların bu hatayı kendilerinin haklı olduklarına ve hak tarafında bulunduklarına inandıkları
228
için yaptıklarını kabul etmekte hiç tereddüt etmiyorum. Ama bunu sadece yapılmış bir "hata" olarak kabul ediyorum, "içtihad hatası" olarak kabul etmekte tereddütüm var. Bence içtihad terimi ancak, şeriatta bir görüş olduğunu kabul etme imkanı bulunanlar için kullanılır, îçtihad hatası tabirini de biz ancak şöyle veya böyle sert bir delillendirme yoluyla doğruluğu zayıf veya yanlış olduğu kararına varılmış, bu bilgiler ışığında görüşler için kullanabiliriz. Hz. Ali'ye karşı kılıç kaldırmanın caiz olabileceğine hiç bir ilim ve irfan sahibinin karar vermesi mümkün değildir. Cemel Savaşına bakarsak, güvenilir rivayetlere göre Hz. Talha (r.a.) ve Hz. Zübeyir (r.a.)'in ikisi de savaştan hemen önce hatalarını kabul edip meydandan geri çekilmişlerdi. Hz. Aişe (r.a.) de daha sonra hatasını kabul etmişti. Hz. Muaviye (r.a.)'ye gelince, O sonuna kadar kendisini haklı gördü. Ama O'nun bu hareketinin caiz olduğuna mantıklı bir sebeb gösterilebilir mi? Yeni halifenin bir genel valiyi görevden alması mı makul sebepdi? Yoksa yeni halifenin, eski halifenin katillerini yakalatıp mahkemeye vermemesi mi? Yahut, eski halifenin katillerinin yeni halife üzerinde hakimiyet kurmalan mı? Yahutta, bir eyaletin genel valisinin görüşüne göre, yeni halifenin halifeliğinin kanuna uygun şekilde tesbit edilmediği mi? Kaldı ki merkezde ve diğer bütün eyaletlerde onun halifeliği kabul edilmişti. Bunlardan bir tanesi bile zamanın halifesine karşı kılıç kaldırmayı caiz kılan bir sebep kabul etmeye şeriatta en küçük bir imkan ve ihtimal yoktur. Bu konuda "Suçsuz olarak öldürülenin geride kalan velisine biz bir yetki verdik (îsra-33) ayetini delil göstermek kesinlikle yanlış olur, çünkü bu ayetten maksat asla, zamanın halifesi katilleri yakalayıp cezlandırmamışsa öldürülenin yakınlarının halife ile savaşmaya haklan vardır, demek değildir.
Bu sorun Hz. Amr İbni As (r.a.) konusunda da ortaya çıkıyor. Sıffın savaşında mızrakların ucuna Kur'an-ı Kerim'in asılmasının teklif edilmesine ve sonra Devmetü'l-Cendel'de hakem tayin etme işinin bütün muteber rivayetlerde anlatıldığı şekline bakarak, "Bu, hatadan başka bir şey değildi" demekten başka çaremiz yoktur.
229
Buna "içtihad yanlışlığı" dememiz için hiç delil ve mazeret gözükmüyor. İbni Sa'd, İmam Zührfnin şu rivayetini nakletmektedir. Sıffın Savaşında çarpışma en şiddetli noktaya ulaştığında savaşanların cesareti ve çarpışma gücü tükenmeye başlayınca Hz. Amr İbni As (r.a.), Hz. Muaviye (r.a.)'ye dedi ki: "Eğer benim sözümü dinlersen insanlara söyle de Kur"an-ı Kerim'i açsınlar, sonra desinler ki: Ey Iraklılar biz sizi Kur"an'a çağırıyoruz. Fatiha süresinden Nas süresine kadar onda ne varsa ona göre karar verilsin. Eğer seri böyle yaparsan Iraklılar kendi aralannda ihtilafa düşecekler. Şamlılar da ise bir dağılma olmayacaktır. Nitekim Hz. Muaviye (r.a.) onun bu sözünü tuttu. (13)
Bunu İbni Cerir, İbni Kesir ve İbni Esir çok daha geniş bir biçimde anlatmaktadırlar. Hepsinin ortak görüş içinde anlamklan şudur: Hz. Amr ibni As (r.a.) Kur"an-ı Kerimi hakem kılmayı teklif ederken bunun faydasını, hikmetini şu şekilde açıklamıştı: "Ya bunun sonucu Hz. Ali (r.a.)'nin ordusunda bozulma, dağılma olacaktır ya da onlann hepsi buna inanırsa elimize bir süre savaşı geciktirip toparlanma fırsatı geçecektir" bildiğim kadan ile Kur'an-ı Kerim kaldırmanın bunun dışında bir maksad taşıdığını hiçbir tarihçi ileri sürmemiştir. Bu ortak ifadeden açıkça anlaşılan şudur: Böyle bir tekliften maksat Kur'an-ı Kerim'in prensiplerine göre karar vermek değildi, aksine bu bir savaş oyunu olarak ileri sürülmüştü. Şimdi buna gerçekten "İçtihad" denebilir mi? Sonra Devmetü'l-Cendel denen yerde hakem tayin meselesinde ortaya çıkanlarla ilgili olarak Tabakat-ı İbni Sad'ın, Taberi tarihinin, Elbidaye Ven-nihyenin ve İbni Kesir'in görüş birliği ile naklettiklerine göre; Hz. Amr İbni As (r.a.) ve Hz. Ebu Musa el-E'şar-i (r.a.) arasında gizli cereyan eden konuşmalarda vardıkları anlaşma sonuçlarını Hz. Ebu Musa-el Eşar-i (r.a.) kendi tarafına açıklamış, Hz. Amr İbni As (r.a.) ise kendi kararını yakınlarına onun açıklamasının tersine anlatmıştır (14) Bu durumu okuyup bilen hangi insaf sahibi bu bir içtihaddı diyebilir.
Yezid'in Veliahd seçilmesi olayı:
230
Benim en çok hayret ettiğim şeylerden biri de Yezid'in veliahd yapılmasını caiz ve doğru göstermeye çalışırken ortaya sürülen mazeretlerdir. Bize itiraz edenler, bu hareketin kötü sonuçlar doğurduğunu kabul ediyorlar, fakat diyorlar ki: Eğer Hz. Muaviye (r.a.) oğlu Yezid'i sağlığında yerine geçmek üzere veliahd tayin edip de halktan biat almasaydı kendinden sonra müslümanlar arasında kardeş kavgası çıkardı, iç savaş olurdu. Ve Bizans imparatoru hucüma geçerdi ki bu da İslâm devletinin sonu olurdu. Bu bakımdan bu çok kötü sonuçlar karşısında Yezid'in veliahd seçilmesi ile ortaya çıkacak olan kötü sonuçlar çok hafif kalırdı. Şimdi ben de soruyorum: Eğer gerçekten Hz. Muviye (r.a.)'nin niyeti Yezid'in veilahd tayin edilmesi ile ümmet arasında kardeş kavgası çıkmaması olsaydı ve bundan dolayı daha hayatta iken kendi veliahdına biat almak olsaydı, böyle güzel ve mübarek bir düşünceyi uygulamak için, Sahabe-i Kiramı ve tabinin ileri gelenlerini bir araya toplayarak, onlara daha ben sağken benim yerime uygun bir veliahd tayin ediniz demesi gerekmez miydi? Ve onlann kabul ettiği bir kimse için herkesten biat alması daha uygun olmaz mıydı? Böyle bir hareket tarzına engel olan ortada ne gibi bir durum vardı? Eğer Hz. Muaviye (r.a.) böyle hareket etseydi yine de kardeş kavgası çıkabileceğini, Bizans imparatorunun yine de hücum edip ve İslâm devletine son verebileceğini düşünebiliyor musunuz?
Hz. AH (r.a.)'nin Yersiz Olarak Savunulduğu Suçlaması:
Beni tenkid edenler, benim Hz. Ali (r.a.)'yi yersiz olarak aşın derecede savunduğumu da ileri sürdüler. Ama ben Sahabe-i Kiram ve özellikle Hulef-i Raşidin konusundaki kendime özgü anlayış ve tutumumu daha önce belirtmiştim. Onlann bir sözü ve hareketi zahiren insana yanlış ve hatalı gibi geliyor olabilir. O zaman onlann bir başka uygun sözün olup olmadığı araştınlmalı, o dönemin şartlan dikkate alınarak onlann hareket tarzlan içinde daha uygun bir yönün bulunması için gayret gösterilmelidir. Neticede söz veya tavır hakkında delilsiz bir savunuculuk yapmaya ihtiyaç bırakmayan
231
mantıklı bir açıklamanın yapılması gerekir. Söylediklerim buydu. Efendimiz konusunda bu eserimin birinci cildindeki Hz. Ali (r.a.)'nin Halifelik beklentisi içinde olup olmadığını ele alan yazımda ve şu yazıda tuttuğum yol aslında o prensip ve tutuma dayanmaktadır. Bu da itham edildiğim gibi yersiz ve delilsiz savunuculuk yapmak değildir. Bütün güvenilir kaynaklan incelediğim zaman gördüm ki Hz. Ali (r.a.), kendinden önceki üç halifeye bütün samimi duygulan ile yardımcı olmuş ve aralannda sevgi ilişkileri sürüp gitmiştir. Hz. Ebu Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.)'in vefat-lanndan sonra bütün içini açarak onlan övmüştür. Bu rivayetlerin gerçekliği karşısında, O'nun diğer halifelere, halife seçildiklerinde öfkelendiği ve küstüğü rivayetlerini çok zayıf buluyorum. Onların halife seçilmesi sırasında, daha başlangıcda gönülden buna razı olduğunu belirten rivayet vardır, her ikisi de senedlere dayanmaktadır. O halde neden biz onun genel hareket tarzına uyan rivayeti tercih etmeyelim de, zoraki ona zıd olan diğer rivayeti kabul edelim. Aynı şekilde Hz. Osman (r.a.)'ın şehid olmasından alarak bizzat Hz. Ali (r.a.)'nin kendisinin şehid olmasına kadar, ortaya çıkan her durumda onun tutumunu inceden inceye gözden geçirdiğimde, onun kendi sözlerini veya o dönemin olaylannı, durumlannı incelediğimde, onda gördüğüm şu olmuştur: O'nun bütün davranış ve hareket tarzının kesinlikle makul bir sebebi, sağlam bir dayanağı vardır. Sadece bir tek Malik el-Ester ve Muhammed b. Ebu Bekrin genel vali tayin edilmesi vardır ki; bunun, yerinde ve haklı olduğunu gösteren bir mantıklı sebeb bulamadığımı belirtirim. Onun için bu hareketin savunmasını yapmakta kendimi ma'zur gösteriyorum.
DİPNOTLAR
(1) el-Bidâye ve'n Nihâye, cild 11, s. 48-57. Lisanü'l Mîzân, cild 3, s. 357-359.
(2) Fetâvâ-yı İbn Teymiyye, cild 2, s. 192
(3) el-Bidâye ve'n Nihâye, cild 11, s. 146.
(4) Sünnî îbn Cerîr ile Şiî İbn Cerîr arasındaki fark için Hafız Ibn Hacer'in Lisânul Mîzân'ın 5. cildinin 100-103 sahifelerine bakınız.
(5) Vefeyâtul Âyân, cild 3, s. 33-34
(6) Tulekâ bağışlanarak serbest bırakılmış kişiler demektir. Hz. Peygamber'in önceki hatalarını affedip serbest bıraktığı kimselere bu ad verilir.
(7)Taberî,cild3,s.314
(8) Taberî, cild 3, s. 382; Ibnü'l Esîr c. 3, s. 79
(9) Abdullah İbni Sebe' admda münafık bir Yahudinin halkdan bazı Müslümanları kandırarak Hz. Osman'a karşı ayaklanmada öncülük ettiği ve İslâm dünyasının ilk dönemindeki huzursuzluğun müsebbibinin bu şahıs olduğu bilinir.
(10) Taberî, cild 3, s. 377; İbnü'l Esîr, cild 3, s. 76; el-Bidâye, cüd 7, s. 168-169
(11) Taberî, cild 3, s. 396; ibnü'l Esîr, cild 3, s. 81-82.
(12) Taberî, cild 3, s. 477-486
(13) Tabakat-ı Ibn Sa'd, c. 4, s.255.
(14) Taberî, cild 4, s. 34; el-Bidâye cild 7, s. 277; ibni Esîr, cild 3, s. 160
I
il
. i; I i'İ
232
233
HALİFELİK VE SULTANLIK
- Sizin "Halifelik ve Sultanlık" isimli eserinizi ve Abbasi Bey'in buna cevap teşkil eden "Tabsıra-i Mahmûdî" isimli eserlerinin ikisini de tarafsız bir gözle okudum. Ve Abbasî Beyin Islâmın siyaset düzeni hakkında açık bir görüşe sahip olmadığı sonucuna ulaştım. Nitekim onun ortaya sürdüğü Islâmın siyasi görüşü, düşünce basitliğinin bir şaheseridir. Aleyhinizdeki propagandanın ilim çevresinde etkili olmaması için bazı konulara açıklık getirmeniz gerektiğini düşünüyorum. Açıklık getirilmesi gereken konular şunlardır: Abbasî Bey'in dediğine göre: Halife belirlemek için İs-lamda hiç bir seçim tarzı yoktur. Hz. Ebu Bekr (r.a.)'in halife seçilmesi için Side oğulları çardağında genel bir toplantı olmamıştı, orada ancak iki üç kişi vardı ki bunlar da belli kesimleri temsil etmiyordu. Bu bakımdan ortada genel görüş veya herkesin desteği diye bir şey yoktu.
Hz. Ömer (r.a.) konusunda ise; onu Hz. Eb Bekir (r.a.) aday göstermişti. Herkes de onun adaylığını kabul etmişti. Kamu oyunun açıklanması burada bile hiç bir şekilde konu edilmedi. Yine Abbasi Bey diyor ki: Eğer kamuoyu, genel seçim sistemi içinde bir unsur olarak kabul edilse dahi bu biat sadece Medine'de yapılmıştı. Ülkenin her tarafında genel bir oylama ve müslümanların arzusu meselesi de burada konu dışı kalmaktadır. Buna ek olarak Abbasî Bey yine itiraz ederek diyor ki: Eğer Hz. Muviyer (r.a.)'nin idaresi krallık idi ise neden sahabiler topluluğu onu destekledi ve biat ederek onun yönetiminde devlet idaresinde mevkilere gelme-
¦m ¦W
yi kabul ettiler.
Dahası Abbasi bey; Hadislerin fenn-i rical prensibi içinde incelendiği gibi tarihi de incelemek, süzgeçten geçirmek gerekir diyor.
- Abbasî Bey'in sizin naklettiğiniz üç sözünün cevabı "Halifelik ve sultanlık" isimli eserimde vardır.
1) Seçim tarzı hakkında; 35'ten 36'ya kadar, 70 ve 73 ten 75'e kadar, 83'ten 87'ye kadar, 157'den 160'a kadar, 249'dan 250'ye kadar olan sayfalara bakınız.
2- Eğer Hz. Muaviye (r.a.)'nin yönetimi krallık idi ise neden sahabe ona biat etti, onun yönetiminde görev aldı sorusunun cevabı için de; 158 nci ve 201'den 202'e kadar, 251'den 254 ncü sayfaya kadar olan bölümlere bakınız.
3- Son sorunun bir cevabı benim kitabımın 3l6'dan 318'e kadar olan sayfalannda bulunmaktadır. İkinci bir cevabı da şudur: Abbasî Bey'in kendisinin tarih olayları anlatırken güvenip itimad ettiği maddeler de onun anlattığı ölçüye tam uymamaktadır. Üçüncü cevap da şudur: Eğer bu şartla tarih yazılırsa daha sonraki asırlar bir tarafa, birinci asnn bile onda dokuzu kaybolur. Genel Dünya tarihine gelince, zaten onun hepsinin, hiç bir ciddi dayanağı yoktur. Çünkü o tarihte olaylan anlatan kişilerin doğruluğunu inceleyen ve olaylann doğru olduğunu belirleyen bir anlatım bağı diye bir şey zaten yoktur.
234
235
ÎSRAÎL DEVLETÎ HAKKINDA TUHAF BÎR DELÎL GÖSTERME
- Beni israil süresinin 1Q4 ncü ayeti ile ilgili olarak "Sıdki Cedd" isimli Lucknovv'da yayınlanan dergisinde M evlana Abdül-Mecid "Doğru Sözler Başlıklı köşesinde şöyle bir açıklamada bulunmaktadır. Bu ayetle "va'dül ahiretV'den kasdedilen yevmü'l-ahireti" değil, bilakis kıyamet yaklaştığı sırada gelmesi bildirilip vadedilen bir zamandır, "ci'na biküm lefif'dan kasdedilen; İsrail oğullarının bir yere toplanmasıdır dedikten sonra şöyle buyuruyor. "Söylenmek istenen açıktır. Yani Firavun olayından sonra ts-rail oğullarına şöyle denmişti. Artık siz hürsünüz. Dünyanın neresinde isterseniz orada yerleşin, orada yaşayın, ama şüphesiz kıyamet yaklaştığında öyle bir zaman gelecek ki o zaman biz sizi çeşitli bölgelerden, değişik ülkelerden, çeşitli diller konuştuğunuz halde, değişik kılık kıyafetler giymiş olarak hepinizi bir yere toplayacağız. Öyleyse o yer, onların eski vatanı Filistin topraklarından başka neresi olabilir? Bu gün Filistinde Yahudilerin yer yüzünün her tarafından gelerek toplanması bu önceden haber verişin gerçekleşmesi değil midir? Yani Allah'ın önceden haber vermesinin şimdi ortaya çıkışı değil midir." Mevlana Abdü'l-Mecid'in böyle bir sonuca varmasının Filistin cihadını söndürmesinden korkarım, çünkü buna inandıktan sonra artık Filistin'de bir İsrail devletinin kurulması Allah'ın iradesine uygun kabul edilecektir.
- Adı geçen yukarıdaki açıklamayı gördüğümde hayrete düştüm. Halbuki ayetin ifadesi sadece şudur: "Ondan sonra, yani fira-
vunun suda boğulmasından sonra, biz İsrail oğullarına dedik ki; Yer yüzünde yerleşin, yaşayın, Daha sonra ahiret va'dinin zamanı gelince o zaman biz sizi bir araya toplayacağız."
Bu sözler içinde "Kıyamet yaklaştığında vadedilen zaman" ve İsrail oğullarının eski vatanında Yahudilerin çeşitli gruplarını değişik ülkelerden getirterek bir araya toplaması diye bir mana nereden çıkarılmaktadır? "Va'dü'l-ahireti"nin doğru ve açık manası ahiret va'didir. Kıyamet yaklaştığı zamana ait her hangi özel bir vadedilen vakit değildir. Hepsini bir araya toplayarak birleştirmekten kasdedilen de kıyamet günü bir araya toplamaktır. Bu ayetteki ifade içinde bu dünyada İsrail oğullannm bir araya toplanacağına dair işaret bile yoktur. Bu anlayışın hayret ettiğimiz bir başka yönü de, "bir araya toplama" kavramını ayetin kelimeleri arasına eski vatanı"ndan başka bir yerin olmıyacağının da kararlaştırılmış ol-masınadır. Bu anlayış doğrudan doğruya Yahudilerin iki bin seneden beri Filistin'le hiç bir ilişkileri olmadan yaşamalarına rağmen onların asıl vatanı olduğuna dair iddialarına destek sağlamaktadır. Böylece bu iddia ile iki bin seneden beri gerçekten bu ülkenin sa-hibleri olan insanlar bir tarafa atılarak yahudileri oraya toplayanın İngiltere, Rusya, Amerika'nın baskıcı tutumlarının değil de, bizzat Allah'ın, Yahudilerin buraya yerleşmeye daha çok haklan olduğundan dolayı onlan oraya topladığını kabul etmek olur. Bu şekilde de İsrail devletinin kuruluşu dünyanın zalim ülkelerinin değil de Allah'ın vadinin bir sonucu olduğu ortaya çıkar. Halbuki ayetin kelimeleri içinde böyle bir mana çıkarmaya imkan yoktur.
II
:
236
237
MÜSLÜMAN DEVLETLER HAKKINDA
CEMAAT-Î İS%ÂMÎ'NİN
TUTUMU
- ingiltere'den birisi bana şunu yazmıştı: "Çeşitli müslüman devletlerle, özellikle Suudi devleti ile Islâmî faaliyetlerde bulunan kimselerin yardımlaşmasından dolayı pek çok zararlar ortaya çıkmaktadır. Biz Avrupa İslâm konseyi tarafından gerçekleştirilen Milletler Arası Ekonomi Konferansında bunu gördük; Bu tutumdan dolayı müslüman devletler konusunda İslamın durumu çeşitli yanlış anlamalara karıştırılmıştır. Avrupa İslâm Konseyi bu konferansında islamın pek çok temel talimatını asıl anlamından saptırmıştır. Sizin dava ve hareketiniz içinde önde gelen bazı kişilerin bu konferansa katılması, insanlar arasında sizin bu insanları desteklediğiniz kanaatini yaygınlaştırmış ve bu hareket müslüman devletlerin, özellikle Suudi devletinin idare tarzının, hareket ve politikasının geçerli ve doğru olduğunun belgesi haline gelmiştir. Biz bütün gücümüzle sizden, dava ve hareketiniz içinde görev alan kişileri müslüman devletlere hizmet veren, onların kendi özel politikalarını güçlendiren milli ve milletler arası teşkilatlardan ve onların düzenlediği toplantılardan uzak tutmak için bütün etkinizi kullanmanızı ısrarla istemekteyiz." Bu mektupla birlikte pek çok imzanın bulunduğu bir liste de gönderilmiştir.
- Destekleyici pek çok imzanın da bulunduğu mektubunuzu al-
238
dım. Müslüman devletler hakkında benim ve Cemaat-i Islâmfnin görüş ve tutumunu kısaca anlatayım:
1- Onlar halkı Müslüman olan devletlerdir. İslâm devletleri değillerdir. Yani onlar bir bakıma Müslüman ülkelerin devletleri oldukları için, idarecileri de müslüman olduğundan dolayı biz onlara Müslüman devletler (memleketler) diyoruz. Ama onlar İslâm prensiblerine dayanmadığından ve İslâm hükümlerine ya tamamen ya da kısmen bağlı olmadıklarından bize göre onlar İslâm devleti değildirler. Bu konuyu biz eserlerimizde, yazılarımızda o kadar çokça ve o kadar açıklıkla anlattık ki, bunlan görüp okuyan bir kimse artık bu konuda bizim tavır ve tutumumuzu hala yanlış anlamakta devam edemez.
2- Biz kendi ülkemiz Pakistan'da doğrudan doğruya ve diğer İslâm memleketlerinde oradaki Islâmî hareketlerin yardımıyla, tüm dünyada da eserlerimizle, yazılarımızla ve İslâm daveti işinde çalışanlann aracılığı ile İslâm devleti kurmak için uğraşıyoruz. Hiç bir zaman İslama başka bir ideolojinin bulaştırılıp, karıştırılmasını hiç bir değer ve ücret karşılığında kabul edemeyiz.
3- Fakat biz İslama çağnda ve dini ayakta tutmada gayret gösterirken şu gerçeği de gözden uzak tutamayız. O da kendi ülkemizde olsun veya her hangi bir Müslüman ülkede olsun, yahut dünyanın her hangi bir yerinde olsun biz başıboş bu boşlukta iş görmüyoruz. Her yerde şöyle böyle de olsa mutlaka bir yönetim idareyi elinde bulundurmaktadır. Şöyle böyle bir hayat düzeni (isterse kafirce, isterse İslâm ve İslâm dışı karışımı olsun) fiilen ayakta durmaktadır: Müslüman ülkelerin halkları da genel kesimi ile İslâmı bilmekten ve onu yaşamaktan büyük ölçüde uzaktır.
4- Bu gerçek apaçık ortada iken İslama çağrının ve dini ayakta tutma çalışmalarının nasıl yapılabileceği sorusu ortaya çıkmaktadır. Bu çeşitli türden devlet idarelerini ve İslamı bilmeyen yüz milyonlarca müslüman halk yığınını yok mu sayacağız? Ya da bunların hepsine birden savaş mı açmalıyız? Yahut da onlarla tüm ilişkileri keserek o devletlerden ve müslüman halklardan elimizi eteği-
239
¦
mizi çekerek kendi başlarına mı bırakacağız? Onları etkileyecek her çeşit çalışma ve fırsatlardan uzak mı duracağız?
5- Siz ve sizin gibi düşünen kimselerin bunlardan hangisini beğendiğinizi, bu tutumların hangisini tercih ettiğinizi bilmiyorum. Ama kendim ve cematim hakkında size şunu söyliyeyim; Biz her ülkenin durum ve şartlarım görüp iyice anladıktan sonra sadece Kur"an-ı Kerim ve Sünnetin esaslanndan alınmış olan çeşitli me-todlarla orada İslama davet ederek faaliyet gösteriyoruz. Ama bu öğretileri her bölgenin şartlarına göre ayarlıyoruz. Kendi ülkemizde biz bir taraftan halkın özel ve ¦genel kesimleri arasında İslâm duygu ve bilgisini geniş ölçüde yaydık, diğer taraftan da dini ayakta tutma çalışmalannda bizimle birlikte hareket etmeye hazır olan ülke insanlarını teşkilatlandırdık, Üçüncü olarak da devlet düzeninin Islâmî düzenine dönüştürülmesi için sürekli çalıştık. Diğer müslüman ülkelerde doğrudan doğruya böyle bir çalışmaya giremezdik. Bu bakımdan yayınlarımızı onlara ulaştırma yolunu tercih ettik. Onlar arasında İslâm faaliyetler içinde çalışmak isteyenler veya daha önceden bu işi yürütenlerle gücümüz ölçüsünde yar-dımlaştık. İslâmi çalışmalarımıza engel olmasınlar diye onların devletlerine karşı doğrudan düşmanca bir tutuma girmemeye özen gösterdik.
6- Siz özellikle Suudi Arabistan devletini dile getirmişsiniz ki bizim o devletle tutumuz diğer devletlerden farklıdır. Bunun se-beblerini size çekinmeden açıkça söyleyeyim. Siz ve sizin gibi düşünenler bu görüşe ister karşı çıksınlar, isterse benimsesinler. Bize göre Suudi Arabistanın durumu bütün dünyadan farklıdır ve yer yüzünün her köşesinden daha da önemlidir. Çünkü orada Kabe ve Ravza-i Mutahhara (harameyn) vardır. Biz tüm dünyanın günah ve isyanda boğulmasına katlanabiliriz de Mekkede ve Medine'de günah ve isyanın yayılmasına katlanamayız.
İşte bizim tutumumuzun temel etkeni bu olduğu için Suudi Arabistan'da İslama yardımcı olan, onu koruyan, ona sahib çıkan zümreleri mümkün olan bütün yollarla destekliyoruz. Kötülükleri
240
oraya sokmaya çalışanların şerrinden o memleketi ve insanlarını kurtarmaya çalışıyoruz. Suud devleti ve onun idarecileri ile de biz sadece bu amaçla birlik içindeyiz. Yaptıkları her iyi ve hayırlı işte onlara yardımcı olunmasını, daha güzel ve hayırlı işlere teşvik edilmesini ve onların devletlerinin dünyanın her köşesinde İslama hizmet vermesini, kısaca Müslümanların iyiliğine daha çok maddi ve manevi harcamalarda bulunmasını sağlamaya çalıştık. Bizim, onların yanlış hareketlerini desteklediğimize ait bir tek örnek gösteremezsiniz. Ya da onları yersiz olarak övdüğümüze, yahut onların haün için krallık hakkındaki temel tutumumuzda en küçük bir değişiklik yaptığımıza dair bir tek örnek bile ortaya koyamazsınız.
7- Siz özellikle Avrupa İslam Konseyinin düzenlediği Milletler Arası Ekonomi Konferansını dile getirmişsiniz. Bu konferansta îslâmın temel esaslanndan sapıldığım veya onlarda saptırmalar yapıldığını anlatmışsınız. Ama orada nelerden sapıldığım ve nelerin saptmldığını bildirmemişsiniz, eğer bana hangi İslâm talimatının sapünldığına dair bilgi verirseniz memnun olacağım.
8- Cemaat-i Islâmî mensublannın öyle toplantılara katılmalarının amacı, oralarda asıl ve temel Islamî görüşün halka sunulması ve eğer yanlış bir görüş ileri sürülürse onu düzeltmeye çalışmalan-dır. Böyle bir konferansa bizim cemaatimizden birinin katılmasının o devletin politikasını onayladığımız manasına geldiğini ilk defa duyuyor ve öğreniyorum.
241
YAHUDİLERİN KÎRLÎ OYUNLARI VE AMEKÎRA
1- İsrail başbakanı Begin Amerika gezisinden hemen sonra kanunsuz olarak Ürdün nehrinin Batı yakasındaki üç Yahudi yerleşim merkezine kanuni statü verdi. Buna ek olarak Begin hükümeti batı yakasında üç yeni yerleşim merkezi daha kurmaktadır. Bu konuda sizin tepkiniz nedir?
2- Mescidi Aksanın duvarlarının altında israil hükümeti başlattığı kazıya devam etmektedir. Bundan mescid büyük zarar görmektedir. Bu konuda Dünya islâm Birliğinin açıklamasını görmüş olacaksınız. Bu konu da siz de görüşünüzü lütfen açıklayı-
nız.
- Bu konuda benim tepkim şudur: Amerika eğer ahlak, insaf adalet ölçüleri içinde hareket etmeyi bir tarafa bırakarak, manasız ve yersiz olarak Yahudileri korumaya, onlara yardıma ve desteğe koşmasaydı İsrail arka arkaya birbirinden daha azgın saldırganlığı işlemeye bu kadar cüretli, bu kadar korkusuz olamazdı. Bu bakımdan ben asıl duygusuz suçlunun Amerika olduğuna inanıyorum. Çünkü o Amerika suç işlemeyi meslek edinmiş, "Terörist" bir devleti sürekli desteklerken en küçük bir utanma duygusu bile hissetmiyor. Amerika Yahudilerden o kadar yılmış ki, İsrail Başbakanının gelişi sırasında onların dini liderleri ve etkili liderleri Amerikan devlet başkanına hücuma geçebiliyor. Begin'in gönlünü hoş etmesi için ona baskı yapıyorlar ve gizli kapaklı değil de kinaye ve
242
işaret yolu ile Amerika Devlet Başkanı olan kimsenin Yahudilerin oyuna muhtaç olduğunu hatırlatıyorlar. Bakın Begin ne diyor "Ürdün nehrinin 1967 savaşında ele geçirilen batı yakası Filistinin zaptedilmiş bir bölgesi değil, bilakis Tevrata göre bundan dört bin sene önce bize miras bırakılmış bir bölgedir. Bizim yaptığımız buraların özerkliğinin sağlanmasıdır. Onun için buraları biz asla ter-ketmiyeceğiz." Bu açık açık söylenen hayasızca sözleri Amerikalı yöneticiler ve halkın tümü duyuyor da biri dönüp de, Tevratın bundan dört bin yıl önce söylediği söz bu gün nasıl oluyor da bir milletin iddiasının temelini oluşturuyor diye sormuyor. Eğer böyle delillerle bir milletin vatanını diğer milletlerin ele geçirmesi doğru bulunursa kim bilir ne kadar milletlerin vatanları elinden alınır demiyor.
2- Yahudinin Mescidi Aksada ve El-Halil'deki İbrahim Mescidinde yaptıkları yakıp yıkma hareketlerini, beyanatlarla, karar almalarla, Birleşmiş Milletlerin kararlan ile önlemek imkansızdır. Yahudiler bunların hepsini zora, güce baş vurarak yapmakta, bu gücü de onlara Amerika vermektedir. Biz Amerika'ya Yahudilerden daha fazla baskı ve etki yapamadığımız sürece bu eşkıyalığın önüne geçilemeyecektir.
243
!
tasavvuf! terimler
/ve
YÖNETİCİLERE YAZILARLA, MEKTUPLARLA DAVET YAPILMASI
- Tasavvufta bir kaç terim meşhur ve yaygındır; Kutup, Gavs, Abdal, Kayyüm; Kur'an-ı Kerim ve Hadis-i şeriflerde bunların zikri geçmemektedir. Bunlar hakkında siz kendi kişisel kanaat ve görüşlerinizle bizi lütfen uyarınız. Ayrıca tasavvufun dört silsilesi hakkında da kendi üstün görüşünüzden bizi faydalandırınız.
Meşhur bir rivayete göre, Hz. Ali (r.a.) Hasan Basri hazretlerine bir hırka vermiş ve bütün bu tarikatlar Hz. Ali'den başlamıştır. Önümde şu anda Molla Aliyyül Karinin "Mevzuatı Kebir"i var. Hırka rivayeti hakkında Aliyyül Karinin ifadesi şöyle: "Süfilerin hırka giymesi hadisi ve Hz.AU (r.a.)'nin Hasan Basri hazretlerine hırka giydirmesi hikayesi için, İbni Dihye ve tbni Salah bunların hepsi asılsızdır demektedirler." tbni Hacer Askalanî de diyor ki; Bu rivayetlerin anlattığı yollardan hiç biri gerçek değildir. Hiç bir sahih veya hasen, hatta zayıf bir rivayette bile Hz. Peygamber (s.a.v.)in, tarikatçıların bilinen yaygın inançlarına göre sahabeden birine hırka giydirdiği yahut her hangi bir sahabiye böyle bir emir verdiğine ait bir bilgi yoktur. Bu konuda yapılan rivayetlerin hepsi de asılsızdır. Daha sonra İbni Hacer şöyle diyor: "Hz. Ali (r.a.)'nin Hasan Basri hazretlerine hırka giydirdiği de yalandır. Hadis alimlerine göre, Hasan Basri hazretlerinin Hz. Ali (r.a.)'yi
244
görüp onun konuşmalarını dinlediği bile ispat edilememiştir. Nerede kaldı ki hırka giydirmiş olsun."
Tarikatlar arasında nefis tezkiyesi, talim ve terbiye tarzı yaygındır. Hadis kitaplarında bu konuda da herhangi bir ifade geçmemektedir. Bu konuda da görünüşünüzü açıklayınız.
Ben zati alinizin dikkatini çekerek çalışmalarınızı çok iyi bir yöne çevirmeyi istiyorum. Görüşüm şudur; Müceddid-i Elfı Sani Hz. Şeyh Ahmed Serhendi nasıl kendi döneminde devlet yöneticilerine, ileri gelenlerce, yetkililere, vezirlere ve komutanlara öğütlerle dolu mektuplar yazarak hakkı tebliğ etmiş ve doğru yolu gösterme görevini yerine getirmişse siz de aynı yolu benimseyemez misiniz?
- Dile getirdiğiniz tasavvuf terimlerinden sadece "abdal" terimi Hz. Ali'nin bir sözünde geçmektedir. Gavs, kutup ve kayyum'a ge-. ünce bunların hiç biri Hz. Peygamber (s.a.v.) efendimizin buyruğunda da Sahabe-i Kiramın Vv- tabinin sözlerinde de geçmemektedir.
Hz. Ali (r.a.)'nin sözünde geçen "Abdal" kelimesinin mutasavvıfların genel olarak anladığı mana ile bir ilgisi de yoktur.
Tasavvufun dört silsilesi hakkında ne sormak istediğinizi ve ne dediğinizi ben pek anlayamadım. Bu halkaların başlangıcı şüphesiz ümmetin en iyi, en salih kişileriyle olmuştur. Ve onların amacı da insanlan ıslah etmek, kalbi kötü duygulardan temizlemekti. Bunun tertemiz bir amaç olduğunda hiç bir şüpheye yer yoktur. Fakat nasıl ki müslümanlann hayatının diğer bölümleri gitgide gerilemeye yüz tutmuş, yanlış ve hataların yaşayış tarzlarının içine karışmıştır, aynı şekilde çoğu kere bu tasavvuf zinciri de o başlangıç-daki asi temizliğini, saflığını koruyamamıştır. Fakat Allanın lütfü ile Kur'an ve Sünnet dünyada bozulmadan, kanşmadan korunmuş olarak durmaktadır. Onların önderliği ve yol göstericiliği sayesinde hayatımızın diğer bölümlerinde doğru ile yanlış arasını ayınp birbirinin farkını görebiliyoruz. Tasavvuf kollarının düşüncelerin-
( ¦ -245
n
I."1
.nü1
de ve hareketlerindeki eğri ve doğrulan da bu ölçü ile tanımamız mümkündür.
Mutasavvıflar arasında meşhur olan, Hz. Ali (r.a.)'nin Hasanı Basri hazretlerine hırka giydirmesi hadisesinin hadis ilmine göre hiçbir gerçek yönü yoktur. Naklettiğiniz. Molla Aliyyül Kari'nin ifadeleri tamamen doğrudur.
Tasavvuftular arasında yaygın olan tezkiye, talim ve terbiye metodlannın kişiyi yetiştirme yöntemlerinin çoğu onların kendi içtihad ve buluşlarına dayanmaktadır. Hz. Peygamber dönemi (asrı saadet), Sahabe-i Kiram ve tabin döneminde bu kelimelerin kullanıldığına çok az rastlıyoruz.
Müceddid-i Elfi sani İmam-ı Rabbani hazretlerinin devlet otoritelerine mektuplar yazarak ıslahat yaptığı gibi bizim de aynı şekilde hareket etmemizi tavsiye ediyorsunuz. Eğer o yetkili kişiler arasında bana güvenip bel bağlayan, benimle samimi ilişkiler kurabilecek olan bir kimseyi bulsaydım mutlaka o tavsiyenize göre hareket ederdim. Benim o yetkililere yazmam halinde onlar da ma-iyetindekilere tesir edecekler, onların ıslah edilmesine gayret göstereceklerdi. Ne var ki buna müsait bir ortamı henüz bulmuş değilim. İmam Rabbani'nin Mektuplarıyle nasihat edip yol gösterdiği kimseler için bu iki şart da mevcuttu.
MÜSLÜMAN OLMAYAN ÜLKELERDE İSLÂM'I YAYMA FAALİYETLERİ
- Bir süreden beri Amerika'ya gelip yerleştim. Buranın insanları ile din ve içtima konularda görüş alış verişinde bulunma firsa-tı bulabiliyorum. Allah'ın verdiği akıl, mantık ve sizin eserlerinizle diğer Islâmi eserleri okuyarak elde ettiğim bilgiler ve Islâmi şuurla bu insanlara Islâmı anlatmaya çalışıyorum. Ama bana öyle görünüyorki, bu insanlar maddi imkanlarından dolayı huzur içindeler ve daha çok huzur elde etmeye de arzuludurlar. Bu insanların sorunları ve zevk aldıkları şeyler bizimkilerden farklı görünüyor. Sapıklıklarının türü ve biçimi de bizim memleketin sapıklıklarından ayrı, daha beterdir. Bizim İslâm toplum düzenindeki insanlara hak yolu gösterirken kullandığımız üslûp ve ileri sürdüğümüz mantıki deliller burada neredeyse işe yaramıyor.
İstiyorum ki, siz buranın ortamını ve düşünce tarzını göz önüne alarak İslâm tebliğ etmedeki tutacağımız yolu gösterin. Burada insanlara, düşünce ve davranışlarındaki sapıklıklarını, yanlışlıklarını ikaz etmek için nasıl bir hareket tarzını takip etmem gerektiğini bildirin. Buradaki insanların çoğunun İslama kazandırılmaları zor gibi görünüyor. İş böyle olunca, şimdi tebliğe nasıl başlamam gerektiğini öğrenmek istiyorum.
- Sizin Amerika'da karşılaştığınız sorun aslında yeni bir sorun değil, aksine, pozitivist (maddeci) toplum, dünyanın neresinde
246
247
varsa orada hakkı tebliğde aynı sıkıntılarla karşılaşılmaktadır. "Tefhimü'l-Kur'an" tefsirinin Mekke'de nazil olan sure ve ayetlerinin açıklamalarını okurken dikkat ederseniz, o günkü Kureyş'in düşünüş tarzının aynı olduğunu göreceksiniz. Aynı düşünce benimsendiğine göre o davet tarzını iyice inceleyip anlamaya çalışırsanız o takdirde her toplumda nasıl davet yapılabileceğini öğreneceksiniz. Böyle bir tarzda tebliğ ve davet için, içinde faaliyet gösterdiğiniz toplumun temel bozuklukları hakkında geniş bilginiz olması gereklidir. Bu bozukluklardan doğan kötü sonuçlar hakkında çok geniş belgeli bilgifer elde etmeniz sizin için çok kolaydır. Her geçen gün artan suçlar, suçların teknik ve programlı biçimlerde işlemesi, bu suçların gerisinde yüksek tahsil yapmış kimselerin yönlendirmesinin bulunması, yirmi yaşından aşağı erkek ve kız çocuklarının arasında bir taraftan anormal seks faaliyetlerinin ve suç işleme oranının artması, boşanmaların fazlalığı ve aile düzeninin alt üst oluşu, bir taraftan sonsuz servet ve refah, diğer taraftan aşın derece yoksulluğun olması, sadece kendi toplumunun insanlarına değil, kendi akrabalarına, hatta yaşlı ana babalanna varıncaya kadar insanlara karşı ilgisizliğin artması; bununla birlikte milletler arası ortamda Vietnam'da yapılan zulüm ve cinayetler, Filistin'de zorla kurulan İsrail zulüm düzeni... îşte bütün bunlar kullanılacak öyle mühim malzemelerdir ki, bunları dile getirip onların dikkatleri bu konulara çekilebilir, Amerikan toplumundaki insaf ehli insanların dikkat ve düşüncelerini kendi maddeci (materyalist) medeniyetlerinin temel kusur ve hatalarına çevirebilirsiniz. Bu çeşit malzemelerden faydalanarak tenkid yaparken Kur'an-ı Kerim'de benimsenen üslubu kullanınız. Hatalarını İslah etmeye çalışırken faaliyetlerinizi Kur'an-ı Kerim tarzına ve ispatlama metoduna uydurunuz.
Amerikalıların diğer sapıklığı Hristiyanlıktır. Bu konuda onları tenkid edebilmeniz için gereken bütün ilmi bilgileri, Tefhimü'l-Kur'an tefsirinde bulabilirsiniz. Bütün ciltlerin fihristlerine dikkatle bakmanız bu konuda yeterli. Siz hristiyanlığı yanlışlarıyla
248
tenkid edebilmeniz, bu din hakkında konuşabilmeniz için gerekli şekilde hristiyanlığı öğrenmelisiniz. Buna ek olarak, insan oğlunun doğruyu bulması için ilk andan itibaren gönderilip bütün Peygamberler tarafından getirilen asıl ve tek dinin İslâm olduğunu, daha sonra insanların, diğer bir çok dinde olduğu gibi Hristiyanlık ve Yahudiliği de nasıl bozduklarını onlara anlatınız. Bu konuda da gerekli bilgiyi Tefhimü'l-Kur'an tefsirinde bulabilirsiniz. Bu yolla siz insanlara şunu anlatabilirsiniz. Biz aslında sizin dininizi değiştirmeyi değil, sizi bizzat Hz. İsa'nın, Hz. Musa ve Hz. İbrahim (a.s.)'in gerçek dinine davet ediyoruz. Onlara İslâmın sadece Hz. Muhammed (s.a.v.)'in dini olmadığım, bilakis bütün peygamberlerin ve bütün semavî kitapların, getirip anlattığı din olduğunu, bir müslümanm bunlardan hiç birini inkar etmeyip hepsine inanmak zorunda olduğunu anlatınız. Şunu da göz önünde tutunuz: O tip toplumlarda geniş ölçüde bir hidayet, bir din değiştirme olmamaktadır. Pek çok davetçi olsa bile önceleri ancak bir iki kişi hakkı kabul ediyor. Siz konuştuğunuz insanlar içinde hakkı kabul edebilecek ve hak ile batılı, doğru ile yanlışı görmede hasssiyet gösteren kişileri araştınnız. Böyle kimseyi bulduğunuzda da size yardımcı oluncaya kadar, sonra da onun diğer insanların hidayeti için çalışmaya başlamasına kadar bütün gayretinizi onun üzerine toplayınız. Fakat öyle kişilerin îslâmı kabul etmesine; heyecanlarında, değerlendirmelerinde düşünce ve yaşayış tarzlannda temelden bir değişim göremediğimiz sürece güvenmeyiniz. îslâmm bir yönünü görüpVanlayan, beğenen batılılar müslüman oluyorlar, ama onlar az çok yine de müslüman olmazdan önceki hayatlarını yaşamaya devam ediyorlar. Bu şekilde müslüman olanlar gerçekte hiç bir işe yaramayan kimseler olup, müslüman olmaları bizatihi bir fitnedir.
249
HIRİSTİYAN MİSYONERLERİNE
MÜSLÜMAN ÜLKELERİN KAPILARI
AÇIK MI TUTULMALIDIR?
- Amerikadan bir arkadaşım bir mektup yazarak oradaki Arap ve müslüman talebelerin şu iki soruya cevap beklediklerini bildirmektedir. Sorular şunlardır:
1- İslâm ülkeleri diğer dinlerin misyonerlerine özellikle hristi-yan misyonerlerine yasaklama koymalı mıdır? Bu konuda Islanan görüşü, nedir?
2- Eğer yasaklama konması dini açıdan gerekli ise Hristiyan-lar da kendi ülkelerinde müslüman davetçilere engelleme getireceklerdir. Bu durumda Islâmın daveti insanlık dünyasına nasıl iletilecek, bütün insanlığa nasıl ulaştırılacaktır?
- Bu soruyu ileri sürerken arkadaşınız belki de, biz eğer batı ülkelerini ve islâm davetçilerine açık tutmak istiyorsak bizim de batılı misyonerlere kapılarımızı açık tutmamız gerekir. Yoksa onların misyonerlerine kapımızı kapatırsak bizim onlara dinimizi yaymak için, kapılarınızı bize açık tutun dememiz insafa, adalete sığmaz, mantığa ters düşer diye düşünmüş olabilir. Ama benim anlayış ve düşüncem bunun aksinedir. Hristiyan misyonerliği yüzlerce seneden beri dünyanın çeşitli ülkelerinde tebliğlerini sürdürmektedir. Bütün batı dünyasından maddi kaynak alan bu insanların deneme tahtası yaptıkları ülkelerde çıkardıkları rezaletleri gören
250
mantıklı bir insan insaf ve adalet adına bizden misyonerlere kapılarımızı açmamızı isteyemez. Aksine insaf ve adalet gereği, bizim gecikmeden bütün yabancı misyonerleri ülkemizden kapı dışarı ederek gelecekte de hiç birini içeri almamamızdır. Buna karşılık eğer batı ülkeleri intikam olarak İslâm davetcilerini, İslam mesajını ülkelerine sokmazlarsa buna hiç değer vermemeliyiz. Ama onların bu intikam alma davranışı bizatihi kesin ve kati olarak mantıksız ve insaf dışı bir davranış olacaktır. Çünkü dünyanın hiç bir yerinde Müslümanlar dini tebliğ etme adı altında doğru olmayan hiç bir yola başvurmamışlardır. Hıristiyan misyonerlerin alnında onlara özgü bir leke olan bu suçu müslüman davetciler hiç bir devirde işlememişlerdir. Hiçbir batı ülkesinin bizim herhangi bir da-vetçimiz veya davet heyetimizden, laf olsun diye bile bir şikayeti olmamıştır ki bizim içimizde bu bir yara olsun.
Benim bu sözlerimden şüphe eden olursa Asya ve Afrika'daki Hıristiyan misyonerlerinin yaptıkları işleri bir araştırıp görsün ve çeşitli ülkelerde onların kullandıkları metodlan, binbir hile ve düzenbazlıklara nasıl baş vurduklarını incelesin de durumu bir anlasın. Tarih şahiddir ki bu misyoner teşkilatı dünyanın pek çok, ülkelerinde, batı sömürgeciliğinin öncülüğünü* yapmıştır. Afrikanın liderlerinden biri kendi kıtasında bu teşkilatın yaptıklarını şu sözlerle özetlemiştir:
"Batılıların buraya ilk gelişlerinde ellerinde kitap (incil), bizim elimizde de toprak (servet) vardı. Bir süre sonra görüldü ki kitap bizim elimizde, toprak (servetimiz) da onların elinde geçmiştir."
Bu insanlar bir batılı milleti bir Asya veya Afrika ülkesinin başına musallat etmeyi başardıktan sonra yönetimin ve servetin yardımı ile, iki yoldan zorla kendi dinlerini o ezdikleri milletlere kabul ettirmeye çalışmışlar ve para gücü ile o milletlerin vicdanını satın almışlardır. Bazı ülkelerde sömürgeci yönetimler, eğitimi tamamen bu misyonerlerin ellerine vermiş ve yöre insanlarının eğitimini ve istikbalini Hıristiyanlığı kabul etme şartına bağlamışlardır. Bazı ülkeler de kanun yolu ile her yeri kendi kontrollerine alıp, ora-
251
ya başka bir dinin davetcisini sokmak şöyle dursun, o dine bağlı olanların dahi oralara girmesini yasaklamışlardır. Güney Sudan bunun en kötü ve en açık örneğidir. İngiliz yönetimi orayı tamamen Hıristiyan misyonerlerinin emrine vermiş ve Kuzey Sudan'dan bir Müslümarun özel izin almadan oraya girmesini kesinlikle yasaklamıştı. İsterse o, Isîamı tebliğ için değil kişisel bir işini yürütmek için oraya gelmek istemiş olsun yine de giremezdi. Sudan'ın istiklalini kazanmasından sonra milli devlet (Sudan devleti) iş başına gelip de Güney Sudandaki misyonerlerin bu imtiyazına son verince bunlar orada isyan çıkarttılar. Senelerdir komşu Et-yopya devletinin ve diğer Hıristiyan ülkelerin yardımı ile Sudan'da sürekli fitne üstüne fitne çıkarmaktaiar. Bundan daha alçakça karışıklıkları Güney Vietnam'da çıkardılar* Orada Hıristiyan azınlığın Budist çoğunluğu yönetmesi, için olmadık hilelere başvurdular, düzenbazlıklar yaptılar.
Bizim kendi ülkemizde İngiliz sömürge yönetimi idareyi ele alır almaz ilk yapılan şey bu misyonerlerin müsîümanlann dinine son derece vahşice saldırmaları oldu. Daha sonra İngiliz idaresi bunun siyasi ve idari tehlikelerini hissedince politikasını değiştirerek misyonerlerin okullarına, kolejlerine hastanelerine değişik cinsten faaliyet organlarına geniş çapta yardımlar yapmaya başladı. Bedava ya da düşük fiatlar karşılığında araziler, arsalar verdi. Yüksek değerde mal bağışlar yapıldı. Dış ülkelerden de onlara para yağdırıldı durdu. Bu imkanlarla misyonerler bir taraftan hırs ve aç gözlülükle yoksul kimselerin din ve imanını satın aldılar. Diğer taraftan ele geçirdikleri müslümanlan eğer Hıristiyan yapamadı-larsa müslüman olarak da kalmaması (dinsizleşmesi) için ellerinden geleni yapmaktan geri durmadılar.
Ortadoğuda Türklere Turancılık ırkçılığını, Araplara da Arap ırkçılığım öğreterek onların kafasına milliyetçilik fikrini sokup onları birbiri ile savaştıran ve neticede Osmanlı imparatorluğunu paramparça ettiren yine işte bu sahtekarlar, fitneciler ve düzenbazlardı. Îslâmın ilk bayraktan olan Araplar içine öyle bir dalalet ve
252
sapıklık tohumu ektiler ki, artık onlarda bile kültürel hareketler İslama değil, Arap ırkçılığı (milliyetçiliği) temeline dayanmaya başladı.
Şimdi, bu hareketler gerçekten "dini yayma" gibi temiz bir ifade ile adlandırılabilir mi? Bu suçu işleyenler, din adına işlerini yürütmeleri için serbestlik verilmeye layık mıdırlar? Bunların eski tarihlerini, yaptıkları işleri, çevirdikleri dolaplan görüp bilen insaf sahibi mantıklı bir insanın nasıl olup da dünyanın her tarafında onların "dini yayma" haklan korunmalıdır diyebilmesi mümkün olabilir? Bu bilgiler ışığında, eğer biz kendi ülkemize bu misyonerlerin girişini engellersek batılı ülkeler de kendi ülkelerine bizim da-vetçilerimizi sokmamakta haklı olacaklar görüşünün ileri süriile-bilmesini anlamıyorum.
Bu arada şunu da bilmek gerekir ki, dini yaymak için kurulmuş teşkilata "misyon", davetciliği meslek edinenlere de "misyoner" denir. Böyle bir teşkilat daha önce müslümanlarda kesinlikle yoktu, bu gün de ender olarak tek tük bir iki yerde belki bulunabilir. Îslâmın yayılması, daima kendi özel işi için dünyanın değişik yerlerine seyahat eden, genel alanda bütün Müslümanlar tarafından gerçekleşmiştir. Müslümanlar nerede olursa olsun insanlarla karşılaş-tıklannda, o insanlar bu Müsîümanlann ibadetlerini görmüşler, davranış ve tüm hareketlerine bakmışlar sonunda, Müslümanlığı tercih etmişlerdir. Bu türden yayılmayı dünyanın hiç bir gücü önleyemez. Bu bakımdan eğer ban ülkeleri İslâm davetçilerini ve Îslâmın mesajını kendi ülkelerine sokmasalar bile bundan bize hiç bir zarar gelemez. Bir Müslümarun, bir yere girişi serbestse Îslâmın oraya girişi de serbest demektir.
253
HAK BATIL ÇATIŞMASININ ÎÇ YÜZÜ
- Bir süredir içimde cevabını bulamadığım bir soru var, sürekli bu beni sıkıntı içinde tutuyor. Lütfen bana bir çıkış yolu gösteriniz, içinden çıkamadığım problemim şu: Asrı saadeti Hz. Peygamber (s.a.v.)'in devrini ve Hulef-i Raşidîn dönemini bir tarafa bırakırsak bu güne kadar din ve imanın gereğini tam olarak yerine getirmeye çalışan müslümanlar neden daima başarısızlığa uğramaktadırlar. Bu başarısızlığın sebebinin daha çok kendi din kardeşi olduğunu görüp durdukça ve bugün de durumun aynı olduğunu seyrettikçe bu başarısızlığın sebepleri daha da önem kazanıyor. Şunu sormak istiyorum:
Dünya hayatını iyi bir düzene sokmak için gelmiş olan bu dinin dünya hayatında uygulanmak üzere ayarlanmış olan bütün kanun ve prensiblerini sosyal hayata hakim kılmak için nice Allahın kulları hayatlarını feda etmiş, niceleri de hayatını bu yola vakfetmiş olduğu halde neden hakim olamamıştır. Dünya nüfusunun çoğunluğu neden "İslâm dini" nin nimet ve yüceliklerinden uzak kalmıştır. Allanın kullarının pek büyük bir çoğunluğu neden bir avuçluk zalimlerin, diktatörlerin zulmüne, işkencesine katlanıp gelmişlerdir. Neden malî eşitsizliğe, ekonomik adaletsizliğe, yoksulluğa, binbir çeşit korkunç çile ve işkencelere uğramaktadırlar. Bu fedakar Müslümanlar; sulhu, barışı, güveni ayakta tutmayı amaçlayan hak dinin mensubları; güçsüzlerin, çaresizlerin, kimsesizlerin, yoksulların ezilmişlerin sığınağı, barınağı olmada neden ba-
254
şansız kalıyorlar.
- Eğer siz bir kere, bu dünyada Allanın insana seçim yapma için irade gücü verdiğini ve bu gücü kullanmada o insanın denendiğini iyice kavrar da, etraflıca anlarsanız içine düştüğünüz bu problem kolaylıkla çözülmüş olur. Bu gerçeği eğer siz tam olarak anlarsanız, bir milletin ya da bir dönemin insanlarının içinde yanlış batıl bir dava yayılıyor, kabul görüyor veya bani bir düzen hakim alabiliyorsa, o zaman bunun o batıl düzenin ve propagandanın başarısı değil de, toplumlarının içinde batıl düzenin ve propagandanın gelişip dal budak saldığı insanların başarısızlığı olduğunu anlamakta gecikmeyeceksiniz. Yine aynı şekilde; hakka çağn yapanların ve o uğurda çalışanların kendi güçleri ölçüsünde, doğru ve sağlam bir tarzla sürekli çalışmalarına rağmen eğer ilahi nizam, hakça düzen başa geçemiyorsa o zaman bu, o hakça düzenin ve o uğurda çalışanların başarısızlığı değil, aksine toplumlarında doğruluğun, dürüstlüğün, iyiliğin yerleşmediği, kötülüğün ise süratle yayılabildi-ği insanların başarısızlığı, verimsizliğidir. Dünya'da hak ile batılın çatışması ve sürekli savaşı bizatihi bir imtihandır. Bu imtihanın sonucu da bu dünyada değil ahirette açıklanacaktır. Eğer dünya insanlarının büyük çoğunluğu veya bir millet, ya da bütün bir dünya insanlığı hakka inanmaz da batılı kabul ederse, bunun manası, hak başarısız olmuş demek değildir. Tersine aslında bunun manası, insanların büyük çoğunluğu Rablerinin imtihanında başarısız olmuş demektir. Bunun sonucunu da ahirette göreceklerdir. Öte yanda, hak ve gerçeği kabul edip bundan sapmayan, batıl karşısında hakkı yükseltmek için canını malını feda edenler bu imtahanda başarılı olmuşlardır. Bu insanlar basanlarının en güzel sonuçlarını ahirette göreceklerdir. Allah Teâlâ insan oğlunu yer yüzüne indirirken açık açık şu sözünü bildirmişti:
"Benim tarafımdan size kesin olarak bir hidayet (hak söz) geldiğinde kim o hidayetime (hak sözüme) uyarsa, artık onlara bir korku ve endişe yoktur, onlar artık üzülmezler de. İnkar edip de
. 255
ayetlerimizi (buyruklarımızı) yalanlayanlara gelince, onlar cehennemliklerdir. Onlar orada ebediyen kalacaklardır."
Bu gerçeği bilirseniz o zaman hak ehli olanların, batılı yok edip, . yerine hakkı yerleştirmekle sorumlu olmadıklarını, aksine onların sorumlu oldukları şeyin, güçleri ölçüsünde batılı yok edip hakkı ayakta ve üstün kılmak için en doğru en uygun bir şekilde çaba göstermeleri gerektiğini de anlamış olacaksınız. Bu çalışmalarında onlar bilerek bir hata yapmamışlarsa muvaffak olmuşlar demektir. İsterse dünyada/batıl onların çalışmaları ile yok olmasını onların bu gayret ve çabalan Allahmazannda basan ve başansız-lıklannın asıl ölçüsüdür.
Çok insanın kafasında şöyle bir çıkmaz daha vardır: Mademki bu din Allah tarafından gönderilmiştir, onun uğrunda gayret gösteren ve o yolda çalışanlar Allah için çaba sarfediyorlar ve o din aleyhinde çalışanlar aslında Allah'a isyan etmektedirler, o halde neden asiler üstün geliyor, neden onlar muvaffak oluyor da hakka bağlı olan, hak yolda olanlara zulmediyorlar? Yukanda anlatılanlar üzerinde dikkatle düşünürseniz bu sorunun cevabını bulabilirsiniz. Gerçekte bu; imtihan için insanlara verilen irade ve hürriyetin ayrılmaz sonucudur. Eğer Allahü telanın arzu ve isteği yer yüzünde sadece kendisine itaat edilmesi, emrine uyulması ve hiç bir şekilde hiç bir kimsenin onun nzasma aykın iş yapmaması olsaydı o zaman bütün insanlan da hayvanlan, ağaçlan, denizleri, dağlan kendi emirlerine amade kıldığı gibi amade kılar, onlan da itaatkar olararak yaratırdı. Ama o durumda da ne imtihan diye bir şey olur, ne de imtahanın neticesi olan cennet ve cehennem. Böyle bir yolu bırakıp da, Allahü zülcelal insan oğlunun her bir ferdini imtihan etme yolunu dilediğine göre, bu durumda o hareketleri yapıp yapmamakta imtihanın gerektirdiği ölçüde insanda dileme ve seçme serbestliği lütfetmesi gerekli idi. Aynca onlara bu şerbetliği Allah vermiştir. O halde artık Allah'ın müdahale ederek zorla isyankar-lan başansız, hakka bağlı olardan başanlı kılması düşünülemez. Bu serbestliğin çevresinde kopan hak ve batıl kavgasında; hakka
256
imtihanlannı vermektedirler. Hakka bağlı olanlar Allahü Teâlâ tarafından kesinlikle cesaretlendirilmekte, isyankarlar da yıldınl-maktadır. Ama imtihanın hedefini yok eden bir müdahale elbette adalete aykm olurdu. Hakka tapan, gerçek dine bağlı olanlann imtihanı; onlann hakkı üstün getirme, başanlı kılmak yolunda ne derece fedakarlık gösterdiklerindedir. Genel olarak insanlann imtihanı da, onlann hakka bağlı olanlarla ya da batıla önderlik yapanlarla birlikte olmalanndadır. Batılın öncülüğünü yapanlanq imti-, hanı ise, onlann hak yoldan saparak batılda gösterdikleri inadda, hakka karşı yaptıklan saldınlannda hangi noktaya kadar gelebil-diklerindedir. Bu öyle apaçık bir mücadele ve savaşdır ki eğer hak ve gerçek için çalışanlar yere düşüyorsa, bunun anlamı hakkın başansız olması ve Allah'ın sessizce kendi dininin yenilgisini seyretmesi demek değildir. Bilakis bunun anlamı; hak için çalışanlann Allah'ın imtihanında daha çok fazla not almalan, onlara zulmedenlerin de sonlannı daha da kötü hale getirmeye, ahireüerini daha da berbat etmeye devam etmeleri demektir. Bu savaş ve mücadele sırasında sadece seyirci durumunda kalanlann veya hakkın yanında olmayanlann yahut batılın üstün geldiğini görerek onun yanında yer alanlann hepsi de kendilerini büyük tehlikeye atmaktadırlar. Müslüman sayılan kişilerin de bu imtihanın dışında kalmalan halinde kendilerine sadece müslüman denilmesi bu imtihanda onlann başanlı olması için yeterli değildir. Müslüman milletler ve toplumlar içinde de batılın gelişmesi ve İslâmın yerine rezil bir düzenin gelmesi her şeyin kötüye gittiği anlamına gelmez. Allah'ın bu açık imtihan yerinde, kafir, mümin, münafık, itatkar herkes kendi imtihanını verip gelmiş, bu gün de bu imtihanı vermeye devam etmektedirler. Bunda kesin karar verilecek şey; sözle iddia etmek değil, bizzat işleyerek yapmaktır. Bunun sonucu da nüfus sayım listesine bakarak değil, her kişinin, her grubun ve her milletin hayat defterinde yaptıklanna bakarak görülür.
257
DEĞÎŞİK DURUM YE ŞARTLARDA tSLÂMt FAALİYET TARZI
-Bizim Islâmi çevremizde şu konu tartışılmaktadır. Bir ülkede müslüman olmayanlar müslümanlar üzerine hakim ise orada is-lami faaliyetlerde bulunanların müslümanlann milli ve şahsi meseleleri ile ne derece ilgilenmeleri, faaliyetlere katılmaları gerekir. Bu faaliyetlere katılmayı savunan kimseler, Firavun karşısına çıkan Hz. Musa (a.s.)'nın israil oğullarını Mısır'dan çıkararak kurtarma çalışmalarını buna delil göstermektedirler. Buna karşılık diğer bir iddiayı savunanlar da, böyle işlere karışmakla islâm hareketinin temel yapısı yara alır ve onun evrensel çağrısı kendi davasını kaybedecektir diyorlar. Birinci grupdakilerin delillerinin önem ve merkez noktası şudur: Nasıl İsrail oğullarını Allah Peygamber (s.a.v.)in gönderilmesinden önce dünya milletleri içinde seçkin ve daha üstün kıldıysa, aynı şekilde herhangi bir ülkede Müslüman olarak bir topluluk yaşıyorsa o da seçkin, üstün ve şereflidir. Bu bakımdan böyle bir topluluğun canını malını, namus ve şerefini korumak ve onların var olma haklarını eğitim ve öğretim müesseselerinin devamını sağlamak dini ayakta tutmak için birinci derecede kaçınılmazdır. Diğer taraftan, Peygamberlik evrensel mahiyet kazanıp tüm dünya milletleri için bir tek peygamber gönderilmeye başlanınca, bir millet içinden bir kişi seçilip Peygamberlikle şereflendirildiği gibi, dünya milletlerinden de bir
millet seçilip peygamberlik işini yürütmekle görevlendirilmişti. Nitekim Firavun'u iman etmeye çağırmak, Hz. Musa (a.s.)'nın, İsrail oğullarının serbest bırakılması ile ilgili görevinin bir parçası idi.
Sizden ricam; bir gayri müslim devlet idaresinin yönetiminde olan ülkede dinin nasıl hakim kılınabileceğini açıklamanız ve Hz. Musa'nın davetinin İsrail oğulları ve Firavun kavmi ile ilgisinin sizce gerçek biçiminin ne olduğunu ve israil oğullarının milli sorunlarına onun neden özel ilgi gösterdiğini bildirmenizdir.
- Bu günlerde sizin oralarda sürekli konuşulan bu konuyu ben dikkatle inceledim. Bu meselede görüşüm kısaca şöyle: Bir ülkede veya belli bir zaman diliminde dini hayata hakim kılmak için ortaya çıkan kimse veya kimseler kendilerini zaman ve mekan bağlarından kurtarıp onlann üstünde bir hakikatin öncülüğünü yapsalar yahut, her devir ve bölgenin insanlarına aynı değerde olan bir temel öğretiyi (hak yolu) sunsalar, yine de içinde faaliyet gösterdikleri ülke ve toplumun özelliklerinden, durum ve şartlarından tamamen uzakta duramazlar. Bu kişi sadece dini anlatan bir davetçi değil de fiilen dini hayata hakim kılmak için çalışıyorsa yer ve zamanın şartlarına kendi daveti açısından bakması ve değerlendirmesi gereklidir. Davet için o şartlara en uygun olan tarzı benimsemesi lazımdır. O hangi toplumda faaliyet göstermeye başlamışsa, o toplumun İslâm dışı bir toplum olup olmadığına, yahut eskiden beri o toplumda îslâma iman etmiş insanların bulunup bulunmadığına, veya ezici çoğunluğun Müslüman olup olmadığına dikkat etmeli, kesinlikle bunları gözardı etmemelidir. Bu üç durumda davet tarzı aynı olamaz; sonra bu değişik türden toplumlarda da davet tarzı aynı olmaz. Bir yerde, mesela Amerika veya Japonya gibi durumlar olur, başka bir yerde Rusya veya Çin gibi. Bir yerde Hindistandaki şartlar geçerlidir, diğer bir yerde Seylan. Bir yerde Pakistan tipi diğer bir yerde Mısır ve Suriye başka bir yerde Türkiye gibi şart ve durumlarla karşılaşılabilir. Her ne kadar İslâmın esasına yapılan
258
259
çağrı bunların Hepsi için aynı olsa da, bu uğurda çalışanlar akıl ve fikir sahibi iseler her yerde aynı neticeyi kullanamazlar! Hastalığın ve hastanın durumunu göz önünde bulundurup reçetede ona göre değişiklik yaparlar.
Peygamberler nasıl değişik durum ve şartlarda faaliyet göster-mişlerse bizim de aynı metodlarla devam etmemiz, davranış ve faaliyet tarzımızda şartlann farklılığını göz önüne alarak nasıl farklı davranılması gerektiğinin hikmetini öğrenmemiz mümkündür. Ama bizim faaliyet gösterdiğimiz yerin şartlarının tamamen bir peygamberin dönemindeki şartlarıyla aynı olması gerekmez. Gönderdiğiniz soruda Hz. Musa (a.s.) örneği konu edildiğinden dolayı ben o konuda şunu bilgilerinize sunacağım; Mısır'da bir tarafta yüzde onla yirmi arasında müslüman (hak dine bağlı) bir nüfus vardı. Diğer tarafta İslama ve müslümanlara tarihi sebeblerden ötürü aşın bir kin ve nefret duyan çoğunlukta olan gayri müslimler vardı. Bu şartlar içinde Hz. Musa (a.s.)'nın davet tarzı, tamamen İslâm dışı, hiçbir Müslüman bulunmayan toplumlar içinde faaliyet gösteren peygamberlerin davet tarzlarından farklıydı. Hz. Musa (a.s.), her ne kadar Firavun ve kavmi karşısında îslâmın (hak dinin) temeli ile ilgili davetini anlatmışsa da, Mısırda o sırada bulunan Müslüman grubu da göz ardı etmiyor, onlara karşı ilgisizce durmuyordu. O kendini bu gruptan biliyordu, çünkü ondan ayn olmak ve kendini ayn görmek tabii bir durum olamazdı. O Mısırlıları Islama davet etmekle birlikte her ne kadar inanç ve iman sapıklığına düşmüşjâki euğramış olsalar bile daha önceden İslama (hak dine) inanmış olarak gelenlerde de dinî şuur ve uyanış meydana getirmeye çalışıyordu. Buna ek olarak O, Müslümanları küfrün hakimiyet ve zulmünden kurtarmak ve onların istiklallerini kazanmalarını sağlamak için, uğraşıyordu. Bu konuda İsrail oğullarını Mısırdan çıkarıp götürmeyi gerekli kılan şey, bence, sadece o günlerde Mısır'ın bir Müslüman ülke olmaya müsait olmayışı idi. Yoksa Firavun'un ve onun üst kademe yöneticilerinin İslâmı kabul etmeleri mümkün olsaydı İsrail oğullarını ve onlarla birlikte bütün
260
götürmeye hiç bir sebeb yoktu.
Bu örnekten şöyle bir ders ortaya çıkıyor: Nerede müslüman olmayanların çoğunluğu ve üstünlüğü varsa ve orada önceden beri müslüman olarak gelen bir grup da bulunuyorsa, İslâmın davetini yapan kimseler bu müslüman grubu göz ardı edip onlardan uzak kalarak faaliyet gösteremez. Davetçilerin faaliyet tarzları her çeşit milliyetçilikten uzak olsa da onlar, İslâmın önceden beri elde ettiği haklan ve var olan etkilerini korumak, yeni haklar elde edelim diye çabalarken önemlileri de kaybetmemek zorundalar. Bu metoddân hareket ederek ben Pakistan - Hindistan diye ayn iki devlet kurulmadan önce de; müslüman olsun olmasın bir taraftan herkese İslâmın temeli ile ilgili daveti yaparken, diğer taraftan Hindistan müs-lümanlannın müslüman olmayan çoğunluk içinde erimesinin ve onlardan zülüm ve işkencelerine hedef yapılmasının önüne geçilmesini kendime prensib edindim.
261
HZ. MUSA'NIN DAVETİNİN ÎKÎ BÖLÜMÜ
-Bundan önceki yazımdaki biriıolu soruma verdiğiniz kısa cevaptan anlaşılıyor ki, Hz. Musa (a.s.)'nın misyon^ile ilgili olan soruma açıklamalarda bulunmamış ve siz cevabınızda daha önce "Tefhimül-Kur'an"da ifade buyurduğunuz anlayışı tekrar etmişsiniz. Görüşünüzü kabul etmemizi zorlaştıran hususları şöylece özetliyebiliriz: HzMusa Firavunun ve Firavun'un adamlarının imana gelmesinden ümid kestikten sonra İsrail oğullarını alıp göç etmemişti. Aksine Peygamberliğin ilk yıllarında Firavun'u imana davet etmekle birlikte Ondan İsrail oğullarını serbest bırakmasını da istemişti. Bunun sebeb ve hikmeti ne idi? Bu problemin benim aklıma gelen bir tek çözümü var. O da, İsrail oğullarının serbest bırakılması ile Firavun'un iman etmesinin eşdeğerde olmadığıdır. Bundan maksad; Firavun iman etmezse İsrail oğullarının Mısırdan çıkıp gitmeleri değildir. Aksine Firavun iman etmiş olsa bile yine de bu yerine getirilecek olan bir görevdi. Kur'an -ı Kerimin olayı anlatış tarzı bu görüşü destekliyor gibi geliyor bana. İlk fırsatta bu görüşüme cevap verme isteğime eğilip ikinci kez dikkatle inceleyerek vardığınız sonucu bana bildireceğinizi umuyorum.
*
- Hz. Musa (a.s.)'nın Firavun karşısında onu dine davetle beraber İsrail oğullarının serbest bırakılmasını da istemesi aslında sizin söylediğiniz problemi ortaya çıkarmıştır. Fakat Kur"an-ı Kerim'de anlatılan bu olayın geniş izahı üzerinde dikkatimizi toplarsak bu problem ortadan kalkacaktır.
262
İsrail oğullarının serbest bırakılmasının peygamberliğin daha ilk günlerinde istenmesinin sebebi; müslüman (hak dine inanmış) bir milletin, sadece Mısır'da değil, o dönemde bütün Orta Doğuda hatta belki de bütün medeni dünyada Peygamberliğe ye tek Allah'a inanan yegane millet olması ve bir süreden beri kafirlerin en ağır zulümlerine maruz kalmasıydı. Durum o noktaya gelmişti ki; bu milletin tamamen yok olması veya en kısa gelecekte kafirler içinde eriyip gitmesi kesin gözüküyordu. Bu durumda, önce bir süre için Firavun ve adamları hak dine davet edilsin sonra da onların iman etmelerinden ümid kesilirse o zaman ülkesinde bulunan iman ehli kişilerin Mısır'dan çıkmasına izin vermesi kendisinden istensin diye bekliyecek zaman yoktu. Eğer öyle yapılsaydı, yani milleti koruma işinden ilk zamanlarda uzak durup sadece dine davet görevi yerine getirilseydi, yirmibeş-otuz sene içinde bu Müslüman (hak dini kabul etmiş) millet yok olur giderdi. Bunun da manası, yeni sermaye elde etmek uğruna daha önceden beri elde olan sermayeyi yok etmek demek olurdu.
Hz. Musa milli bir önder olmadığından ve görevinin dine davet olmasından dolayı, o sadece İsrail oğullarının serbest bırakılmasını istemedi. Aksine onunla birlikte dine davet de yaptı; sonuna kadar da bunu sürdürdü. Eğer bu davet başarılı olsaydı ve Mısır'ın yönetici kadrosu Islâmı kabul etseydi, müslüman bir milletin ister istemez İslâm yurdundan göç ederek yeniden, başka kafirlerle mücadele edecekleri bir küfür ülkesine gitmesine gerek kalmazdı. Ama bildiğiniz gibi eğer böyle yapılmasaydı, o zaman İsrail oğullarının dağınık halkının ülkeyi terkedip gitmek için acilen hazırlanması imkansızdı. Yirmibeş-otuz seneden beri onlar bunun için hazırlandıklarından dolayı içlerinde göç azim ve karan gelişti. Yoksa onların moralini, uzun süredir devam eden kölelikleri, yapılan zulüm ve işkenceler öyle feci şekilde yıkmıştı ki aniden, hazırlıksız olarak Mısır'dan çıkmaları istenseydi hiç kimse yerinden oynamaz, bir adım atmazdı.
263
RÜYA HAKKINDA İSLÂMIN GÖRÜŞÜ
-Rüyanın mahiyetinin ne olduğu ve bu meselede îslâmın görüşünün ne olduğunun bildirilmesini istiyoruz. Freud'a göre; şuur altı istekler şuura çıkmak isterler, toplum düzeni ve benliğin baskısından dolayı şuur altına yerleşirler. Gece uyurken şuur da uyur, şuur altı ise gizlice bu istekleri şuura getirir. Fakat şuur altı bu isteklerin şeklini, biçimini değiştirir. (Freud'a göre bütün rüyalar cinsi (seksüel) bir nitelik taşır). Nitekim uyandıktan sonra rüyada görülen şeylere Freud; "menifest content: Şuurun muhteva listesi" tabirini kullanmaktadır. Bu rüyaların içinde kendi şeklinden daha başka manaları olan semboller bulunur. Rüyanın aslında ne manaya geldiği bu sembollerin yorumlanması ile anlaşılabilir demektedir. Ve bu sembollerin tam olarak ne demek olduğu, şuur altındaki isteklerde gizlidir. Bu şuurlu isteklere Freud "Ldtent content .şuurun gizli muhtevası" tabirini kullanmaktadır. Psikologlara göre rüyaların yorumu aslında şuurun muhteva lis-tesidir, yani rüyalarda görünenler ve onun sembolleri ile, gizli düşüncenin öğrenilmesidir. Psikologlar bunun için "Serbest çağrışım" terimini kullanmaktadırlar, rüya sembollerine de seksüel şekil vermektedirler.
Şimdi İslama göre şunları sorup öğrenmek istiyorum:
1- Rüya nasıl meydana gelmekte, nasıl oluşmaktadır?
2- Rüyanın alametlerinin ne demek olduğu nasıl anlaşılır? Yani bunların ne demek olduğu hangi metod.ve bilgi ile öğrenilebi-
264
lir? Peygamberler ve Sahabe-i kiram bu rüya sembollerine nasıl anlam verirlerdi?
3- Rüyalarda sembollere verdiğimiz anlamların, îslâmın rüyaya bakışına ve yorumlarına uygun olup olmadığının ölçüsü nedir?
Buna ek olarak şöyle bir kaç soru daha var:
a- Allame tbni Şîrîn ve Sahabe-i Kiramın rüya tabirlerine Kur'an-ı Kerimin rüya görüşü denilebilir mi? Yahut buna, müslü-man düşünürlerin rüya görüşü ve tabiri mi denecektir?
b- Rüyaların doğruluğu üzerinde zaman faktörünün de etkisi var mıdır? Nitekim sabah görülen rüyalar daha çok gerçek olan rüyalardır deniliyor.
c- Buhartde nakledilen "Rüya Peygamberliğin kırk bölümünden biridir" hadisi ne demek istemektedir? Bunun açık manası nedir?
-Bu devrin psikologlarının iki çeşit hastalığı vardır. Birincisi, insana ve insanın çevresindeki kainata etki yapan, bir üstün yüce aleme inanmamaktadırlar. İkincisi ise; insanı, sadece şuurlu bir hayvan kabul etmekte ve onun içinde biyolojik canlıklıktan öte her hangi bir ruhun ve ruhaniyetin varlığına inanmamaktalar. Bu bakımdan onlar rüyayı, Freud ve benzerlerinde görülen anlayışa uygun şekilde açıklamışlardır. Rüyanın meydana gelişine etki yapan etkenleri Freud ve benzerlerinin anladığı gibi anlatmışlardır.
İslâm, daha üstün, yüce bir aleme inandığı ve insanların içinde ruh da bulunduğunu kabul ettiği için o çeşit anlayışları kesinlikle reddeder, ve rüyayı iki ana bölüme ayınr. Bir, "rüyay-ı sadıka", diğeri de "adgasu ahlam" dır.
Rüyay-ı sadıka; kendi adından da anlaşıldığı gibi doğru rüyalara, görüldüğü gibi çıkan rüyalara denir. Yani şuurun etkisinden kurtularak, şuurun hiç bir müdahalesi olmadan kainat ötesi alemle insan ruhunun ilişki kurması sonucunda görülen rüyalardır. Bu durumda çok kere insan bir gerçeği veya olacak bir olayı tamamen
265
asıl şekli ile görmektedir. Bazan de insana bir konuda çok net ve kesin bilgi verilmekte ve insan sanki onu gün ışığında, uyanık halinde duymuş, görmüş gibi hissetmektedir. Ve bazen de bunlar insana, ne demek olduğu anlaşılamayan sembolik şekiller halinde görünmektedir. Basiret sahibi olanlar bu sembollerin ne demek olduğunu doğru bir şekilde tabir etmekteler. Eğer rüyalara o anda bir mana verilemez de tabir edilmesi imkansız olursa bile daha sonra her hangi bir zamanda onun tabiri fiilen ortaya çıkınca, "gördüğümüz filan rüyanın manasını biz o zaman anlayamamışız, işte o bu demekmiş" deriz. Hz. Yusuf un göidüp, tabirini de bizzat Kur"an-ı Kerimin yaptığı rüya böyledir. Bunun usulü, Hz. Peygamberin, Sahabe-i Kiram ve Tabinin bazı rüyalara yaptıkları tabirlerden öğrenilebilir. Fakat rüya tabirindeki kabiliyet ve ehliyet daha çok bir Allah vergisidir. Bunun bir kaidesi yok ki rüya tabiri bir ilim dalı gibi kesin kaidelere bağlansın da her sembolik şekil veya söz için özel bir anlam belirlenebilsin.
Adgas-ü ahlam'a gelince: Bu tür rüyalar çeşitli sebep ve etkenlerden dolayı değişik türden olmaktadırlar. Mesela, bu tür rüyaların bir bölümünde, şeytan yolunu şaşırmış, dalalette kalmış veya inancı zayıf bir insana gelerek bir batılın hak olduğunu yahut bir hakkın batıl olduğunu telkin etmektedir. Ve ona öyle bir takım şeyler göstermekte, bir takım sözler söylemektedir ki bunlar onu saptırmakta, yoldan çıkarmaktadır. Bu rüyaların bir bölümünde de, insanın vehimleri, düşünceleri, korkusu, nefreti, hırsı veya istekleri rüyasında gözünün önünde canlanmaktadır. Bir başka bölümde ise; insan hastalığının etkisi ile bazı şeyler görmektedir. Bu değişik türden rüyalar eğer bir araya toplanırsa görülecektir ki, bunların meydana gelişine etki yapan şeyleri Freud'un nazariyesi ile ne yorumlama imkanı vardır, ne de onlardan bir sonuç alınabilir. Bu durumun ne demek olduğunu belirlemek için diğer psikoloji otoritelerinin metodlan da yeterli değildir. Bu adamların hatası şudur: Önce bunlar bîr teori (nazariye) ortaya atıyorlar, sonra da kendi koyduklan nazariyeye göre rüyalara özel bir kaide ve sistem için-
rüyalan bir araya toplayarak onlan görenlerin hayatlarını iyice inceleyip adgas'ü anlam (karmaşık saçma rüyalar) in ne türleri olduğu ve değişik durumlarda değişik kişilere hangi sebep ve etkenlerden dolayı bu çeşit rüyaların görüldüğü ortaya konmalıdır.
Sorularınızın çoğuna yukarıda cevap verildi. Geride kalan soruların cevabı da şudur: îslâmm rüyaya bakışı ancak Kur"an-ı Kerim ve sahih hadislerden öğrenilebilir. Müslüman bilim adamları ve düşünürlerin anlatıp ortaya koyduklan görüşleri kendilerine ait şahsi görüşler olarak anlamalısınız.
Dış görünüş açısından (zahire göre) rüyanın zamanı ile doğruluğu hakkında her hangi bir özel ilginin olduğunu söylemenin mantıklı hiç bir açıklaması yoktur.
Doğru rüyaları (rüyay-ı sadıkayı) Peygamberliğin bölümlerinden bir bölüm saymanın iki manası vardır: Biri, Peygamberlerin rüyasının vahiy çeşitlerinden olma özelliği taşımasıdır, bunlar adgas'ü anlam (karmaşık saçma rüyalar) türünden depdir. Diğeri de, doğru rüya; insan ruhu ile kainat ötesi yüce alemin arasında bir bağ kurulması sonucu görüldüğü için, bu tür rüya ile en güzel ve net bir biçimde peygamberin kalbi ile kainat Ötesi yüce alem arasında ilham ve vahiy şeklinde kurulan bağ arasında hafif bir benzerlik vardır.
ı, j. Sı
266
267
RÜYALARA GÖRE AMEL ETMEK
-Ben geçen cuma namazından sonra uyudum, rüyamda yaşlı, bembeyaz sakallı iki zat gördüm. Onlara yaklaşınca gördüm ki biri...............hoca efendi, diğeri, ondan daha yaşlı olan.............hoca efendi. İkinci hoca beni alıp tenha bir yere götürdü ve "Sen İslâm Cemaati başkanı Mevlana Mevdudi'yi savunmayı ve onun peşinden gitmeyi bırak, bu iyi bir şey değil" dedi. Bu arada uyandım ve o günden beri içimde tuhaf bir şüphe doğdu. Halbuki ben Cemaat-i Islamî'yi sadece Allah için savunuyorum. Eğer bu konuda bir şeyler yazarsanız lütfetmiş olursunuz.
- Benim bu konuda size tavsiyede bulunmam çok zor. Bu rüyaya göre hareket edip etmemeye siz karar vereceksiniz. Ama ben hiç bir zaman, uyanık halde iken gözlerimizi açıp, akıl ve bilgi ışığında karar vermemiz, bir kanaate ulaşmamız gereken konularda, rüyalara göre hareket etmemizi saçma ve şeytanın vesvese ve aldatmasının tesiri olabilecek rüyalarla almayı doğru bulmadım ve hiç bir zaman da buna inanmıyorum. Gördüğünüz rüya çok basit türden bir rüyadır. Kadıyanilerden pek çoğu, gördükleri bu tür yanıltıcı ve altadıcı rüyalara uyduklarından hak yoldan saptılar. Zira Kadıyaniliğin temel felsefesi bu itikada dayanmaktadır.
268
ALLAHI ZİKRETMEK
-Allahı zikretmenin sünnete uygun veya sünnet dışı olduğu konusunda bazı tereddütlerim var. Hz. Abdullah İbni Mes'ud (r.a.)dan nakledilen bir habere göre, o bir gün öğrencilerinin zikr için belirlenmiş bir yere toplandıklarını görmüş, öfkelenerek "Siz Allah'ın Rasülünün ashabından daha fazla mı hidayete ermiş kişilersiniz?" demiştir. Başka rivayette ise Hz. İbni Mesud (r.a.) şöyle buyurmuştur: "Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında ben böyle zikir görmedim, öyle ise sizler neden bu yeni şeyi ortaya çıkarıyorsunuz?"
Diğer taraftan öyle bir takım hadisler var ki onlara bakınca toplu zikir yapmanın faziletli olduğu anlaşılıyor. Mesela, Hz. Enes (r.a.) şöyle rivayet ediyor: "Hz. Peygamber (s.a.v.) zikir halkalarını cennet bahçelerine benzetmiştir." Hz. Ebu Sa'd (r.a.)da şöyle rivayet etmektedir: "Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: "Hiçbir topluluk yoktur ki Allahı zikr için oturduklarında Hz. Allah'ın melekleri onları çevrelemiş ve rahmeti de onları kuşatmış olmasın." Aynı şekilde Buhari ve Müslim'in hadis kitaplarında da şu hadisi şerif nakledilmiştir: "Melekler Hz. Allah'ı zikreden meclisleri ararlar ve onların arasına otururlar."
Bu hadislerin ışığında, zikr halkaları oluşturmanın "bid'at" oluşunu anlıyamıyorum. Hz. Peygamber (s.a.v.)in buyrukları karşısında Hz. İbni Mes'ud (r.a.)'un sözünü neye göre anlamanız gerektiğini açıklayınız.
269
- Zikir kelimesi pek çok şey için kullanılmaktadır, pek çok manalara gelmektedir.
Sizin izah ettiğiniz birinci manasından başka ikinci bir manası da gönülden Allah'ı zikretmek veya Allah'ı düşünmek tefekkür etmektir. Diğer bir manası da, otururken kalkarken, yerde, ayakta, değişik durumlarda Allah'ı zikretmek demektir. Mesela yer yer elhamdülillah, maşallah, inşallah sübhanellah v.s. demek, söz aralarında her nasıl olursa olsun Allah'ın adını anmak, gece gündüz çeşitli durumlarda Allah'a dua etmek, konuşmalarında Allah'ın nimetlerini, hikmetlerim onun sıfatlarını, hüküm ve emirlerini anmaktır. Üçüncü manası ise, Kur'an-ı Kerim ve Allah'ın emirlerini açıklamaktır. İster ders verme, isterse birlikte inceleme araştırma yapma, yahut ta va'z ve hitabetle anlatma şeklinde olsua Dördüncü manası da, teşbih, tehlil, tekbir getirmek demektir. Hz. Peygamberin zikir halkalarım, zikir meclislerini övdüğü hadislerindeki buyruklarında anlatılanlar üçüncüde anlatılan manadaki zikir halkalarıdır. Hz. Abdullah İbni Mesud (r.a.)'un kızdığı şey ise dördüncüde anlatılan türdekilerdir. Çünkü Hz.Peygamber efendimiz zamanında halka yaparak teşbih ve tehlil getirip yüksek sesle zikir yapmak diye bir adet yoktu. Ne Hz. Peygamber böyle bir şey tavsiye etti, ne de Sahabe-i Kiram böyle bir şey ortaya çıkardı. İlk iki maddedeki zikre gelince bunların ikisinde de halkalar yaparak zikir yapılmadığı, asla o manaya gelmediği ortadadır. Ancak o, tek başına, yalnız yapılan zikr olabilir.
Y
270
BÎR KADININ ÖRTÜNMEYE İTİRAZI VE ONA CEVAP
- Ben sizin, "Risale-i Diniyyât" adlı kitabınızın ingilizce tercümesini okudum. 182. sayfasına kadar sizinle aynı fikirdeyim. O sahifede ise sizin şu ifadenize ratladım. "Eğer kadınlar evden dışarı çıkmak zorunda kalırlarsa, üzerlerine elbise giyip vücutlarını iyice örterek çıksınlar, el ve yüzlerini açmalarına zaruri bir ihtiyaçları yoksa onları da örtsünler." Bundan sonra diğer bir sayfada şöyle bir ifadeniz gözüme çarptı: "Hiç bir kadın el ve yüzleri hariç vücudunun hiç bir yerini kocasından başkasının yanında açmamalıdır, isterse yanındaki yakın bir akrabası olsun."
Öncelikle ben bu ifadeler arasında bir çelişki gördüm. Her iki ifadeniz de bana göre Kur'n-ı Kerim'in Nur süresinin 24 ncü ayetine ve Hz. Peygamber efendimizin şu hadislerine aykırıdır. O hadiste Hz. Peygamber Hz. Esma'ya şöyle buyurmuştu: "Kız çocuğu buluğa erince el ve yüzü hariç vücudunun başka bir yeri görünme-melidir."
Kitabınızın sonunda şöyle yazıyorsunuz: Şeriatın hükümleri her hangi özel bir milletten özel bir dönemin ve zamanın insanları için değildirler. Bütün insanlar ve zamanlar göz önüne alınarak belirlenmiştir." Ama Kur'an-ı Kerim'e baktığımız zaman açıkça anlıyoruz ki örtü ancak adete dayalı bir şeydir ve onun Iskan talimatı ile hiç bir ilgisi yoktur. Siz islâm prensiblerini yanlış yorumlayarak pek çok kimseyi Is lamdan uzaklaştıracak malzemeler or-
271
taya koyduğunuzu biliyor musunuz? Biz, dinimiz îslâmın bu devrin gençlerinin kabul etmekten kaçınacakları şekilde takdim edilmemesini istiyoruz. İslâmın kendisinin koyduğu prensib ve kaidelerden taşarak, hiçbir kimsenin kendine bir takım prensip ve kaideler koymaya hakkı yoktur.
(Not: Bu, müslüman bir kadının Amerika'dan gönderdiği bir mektupdur.)
-Sizin bu mektubunuzdaki açık konuşmanızı takdir ettim. Ama kitabımı tam olarak okumadığmızFİdüşünüyorum. Benim o kitabımın 182 ve 183 ncü sayfalannda yazdıklarımda hiç bir çelişkr-yok-tur.
Kadınlar için şeriatın emir ve hükümleri üç bölümden oluşur:
1- Kadın yüz ve elleri hariç vücudunun diğer bölümlerini, kocasının dışındaki kimseler karşısında açmamalıdır. Çünkü o setir (örtü) dür, setri de sadece kocasının karşısında açabilir.
2- Kadının yanlarında yüz ve ellerini açabileceği, süsleri ve ta-kılanyla karşılarına çıkabileceği akrabaları 24 nolu surenin 31 nci ayetinde bildirilmiştir.
3- Bu akrabaların dışındaki bütün yabancı erkekler yanında," kadın kendi süsünü de, yukarıdaki ayette anlatıldığı gibi yüzünü de kapatmalıdır Nitekim bu da 33 ncü surenin 53 den 55 nci ayetine kadar olan yerde ve 59 ncu ayetinde anlatılmıştır. İngilizce tercüme yapanlar bu ayetleri tercüme yaparken genellikle hataya düşüyorlar. Eğer Arapça biliyorsanız bizzat bu ayetleri Arapça aslından okuyup incelemelisiniz. Onu okumakla Kur'an-ı Kerim'in, kadına koca, akraba ve yabancı erkekler için ayrı ayn sınır belirlediğini, hüküm koyduğunu, yabancı erkeklere karşı tamamen örtünmeleri için emir verdiğini açıkça göreceksiniz.
Örtünme sadece; insanların adet ve geleneklerine dayalı bir alışkanlıktır, düşünceniz doğru değildir. Kur'an-ı Kerim'in gelmesinden önce Arap halkı örtünme ve tesettürü kesinlikle tanımıyor-
272
du. Bu prensibi onlara ilk önce Kur'an-ı Kerim koydu. Daha sonra müslümanlar arasında örtünme yayıldı. Dünyada başka bir millet buna ne bağlı idi ne de şu ana kadar bağlı kalmıştır. Müslümanlar arasında yerleşen bu tesettür prensibi şekli ve manasıyla size göre kimin adeti ve geleneğidir?
Kimsenin kendi kendine bir takım prensip ve kaide koymaya hakkı yoktur düşünceniz doğrudur. Ama Kur'an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerde bildirilen prensip ve kaideleri, modemizm hastalığına yakalanan bir müslüman değiştirme veya bozma hayaline kapılmamalıdır. Urduca bilip bilmediğinizi bilmiyorum. Eğer Urduca yazılmış kitapları okuyabiliyorsanız,"Hicâb" isimli eserimi ve Nur süresinin, Ahzab süresinin tefsirlerini okuyunuz. O zaman örtünmeye ait emir ve hükümlerin Kur'an-ı Kerimin hangi ayetlerinden ve Hz. Peygamber (s.a.v.)'in hangi hadislerinden çıktığını öğrenirsiniz. Bu prensip ve kaideleri acaba daha sonraki insanlar mı eklemişler, yoksa Allah ve Resulü mü belirlemiş, o zaman siz de anlıyacaksınız.
273
MESCİDLERİN MİNBER, MİHRAB VE MİNARELERİNltfflÎKMET VE DEĞERİ
-Bir arkadaş bir yazısında öyle bir mescid planı çiziyor ki o mescidde ne minber ne mihrab ne de minare var. Islâmi mimar sanatı tarihine göre o mihrab ve minbenin Hz. Peygamber (s.a.v.) ve Hulefa-i Raşidin döneminden sonra yapıldığını ileri sürüyor. Bu bakımdan da, "Onlar İslâm mimari sanatının bir parçası değildir, İslâm tarzı olan, Mescid-i Nebevi'nin yapıldığı biçim ve şekildir, ona uygun olarak mescidler inşa edilmelidir" diyor.
Bu görüş İslama göre doğru mudur?
- Şeriatta mescidlerin yapılışı için hiç bir özel bir mimari tarzı belirtilmemiştir. Bu bakımdan her hangi bir mimarî tarzda mescid inşa etmek ne farz (şart) dır ne de yasaktır. Yazı sahibi arkadaşınızın, bütün mescidler Hz. Peygamberin Mescid-i Nebevryi yaptığı tarzda yapılmalıdır/diyerek Mescid-i Nebeviyi delil göstermesi , doğru değil. Çeşitli İslâm ülkelerinde mescitlerin inşası daima değişik tarz ve üsluplarda yapılagelmektedirler. Bu mescitlerin inşasında göz önünde tutulan kaide, mescitlerin şeklinin diğer yapılardan farklı olup o ülke veya bölgede ibadet yeri olarak tanınması, oradaki her ferdin uzaktan görünce onun mescit olduğunu bilmesi, ve namaz vakti gelince mescit arama zahmetine katlanmaması amacı da rol oynar.
Bu kaideye uygun olarak dünyanın değişik ülkelerinde mescit-
274
lerin o ülkeye özgü bir inşa tarzı bulunmakta ve o tarzla da diğer memleketlerin mescidlerinden farklılık göstermektedir. Bizim memleketimizde de mescitlerin genellikle tek tip inşa tarzı vardır. Onu değiştirerek tamamen başka tuhaf bir inşaat tarzı yerleştirmek ve bunun için de Mescid-i Nebev'nin tarzını delil göstermek yanlış bir zorlamadır.
Minbere gelince; büyük bir kalabalığın hutbe okurken hatibi rahat görebilmesi için Hz. Peygamber (s.a.v.)in Mescid-i Nebevide ağaçtan bir minber yaptığı bilinen bir gerçektir.
Mihrab ise; üç fayda göz önüne alınarak mescitlere konmuştur: Birincisi, önde sadece imam bulunduğundan bir kişi için bir saf tutarındaki yer boş kalmasın diye küçük bir yer imama ön tarafda ek olarak yapılmaktadır. İkincisi de, mihrabdan dolayı imamın sesi arkadaki saflar tarafından rahatça duyulmaktadır. Üçüncü faydası ise; mihrab da mescidin kendisine özgü alametlerindendir. Bir binaya dışarıdan da baksanız onun önünde mihrabın çıkıntısını gördüğünüz zaman derhal bu binanın bir mescit olduğunu anlarsınız. İşte bu fayda ve hikmetlerinden dolayı mescitlerde minare ve diğerlerinin de yapılması gereklidir.
275
ÎLMÎ İHANET
- Mahmud Abbasî'nin yazdığı "Tahkik-ı mezid" adlı kitabından bir kaç yeri iktibas ederek naklediyorum. Lütfen oradaki yazılanların ne derece doğru olduğu üzerinde bu konuya ışık tutunuz. Problem ortaya çıkaran durum şudur: Bütün siyerciler dedesinin ölümünden sonra Uz. Peygamber (s.a.v.)i amcası Ebu Talib'in himaye ettiğini bildirmelerine rağmen Mahmud Abbas başka şeyler anlatıyor. Kitabının 125 nci sayfasında diyorki: Abdulmuttalip vefat ederken dokuz oğlu sağdı, en büyükleri de Zübeyr idi. Kur eyş kabilesinin geleneklerine uygun olarak babasının yerine geçti. Ayrıca Abdulmuttalip onu kendine vekil yapmıştı. (Zübeyr ağırbaşlı şair bir kimse idi ve Abdulmuttalip onu yerine tavsiye etmişti. Tabakat-ı Ibni Sa'd, c.l, s. 74 diye de kaynak göstermektedir) 125 nci sayfada ise, "Zübeyr, Ebu Talib ve Hz. Peygamber (s.a.v.)in babası Abdullah aynı anneden olma kardeştiler" demektedir. 125 ve 126 nci sayfalarda da, "H. 245 yılında vefat eden eski tarihçilerden Ebu Cafer Muhammed b. Habib "Kitabül el- Meccer" isimli eserinde, "İdareciler Kureyştendir, ondan sonra da Haşim oğullarından" başlıklı yazısında kendi dönemlerinde Kureyşin idareci ve başkan olmuş bütün ailelerinin listesini vermiş, Haşim oğulları içinde Abdulmuttalip'ten sonra Zübeyr b. Abdulmuttalip ondan sonra da küçük kardeşi Ebu Talibin.... adını yazmıştır" demekte ve şu görüşlerini sıralamaktadır:
Sayfa 126'da "Abdülmuttalib'in, güzel niteliklere ve temiz ka-
276
rekter ve özelliklere sahib oğlu Zübeyr ile övünmesi yerindeydi, ölürken onu yerine vekil tayin etti"
Sayfa 126-127'de Hılfü'l-fudul, Kureyş kabilesinin kolları ve kabileler arasında yapılmış bir yemin ve andlaşmadır................onların teşviki ile Abdullah b. Ceda'nın evinde toplanarak bu andlaşmayı yapmışlardı" (Şerh-i Ibni Ebi'l-Hadîd).
"O sırada Hz. Peygamber amcası Zübeyrle birlikte orada bulunuyordu.....o zaman mübarek yaşı değişik rivayetlere göre 18
ile 20 arasında gösterilmiştir"
Sayfa 128'de de: "Dedesinin ölümünden sonra Hz. Peygamber (s.a.v.) işte bu amcası Zübeyr b. Abdülmuttalib'in himayesinde kaldı. Zübeyr ve karısı Atike b. Ebu Veheb b. Amr b. Aid b. lmran b. Mahzum O'nu kendi çocuklarından daha çok sevgi ve şefkatle büyüttüler."
Sayfa 132'de ise "Zübeyr b. Abdülmuttalibin vefatından sonra Hz. Muhammed (a.s.) artık başka bir amcasının veya akrabasının himayesinde kalmayacak kadar büyümüş, buna ihtiyacı kalmamıştı."
- Mahmud Abbas'ın adeti en meşhur ve en sağlam rivayetleri reddederek zayıf kaynaklardan tuhaf bir takım rivayetler ileri sürmektir. Bu şekilde olaylan çarpıtarak maksada ters düşen hadiseler canlandırmış, bazen de rivayetleri bozup, dağıtarak kendi maksadına uygun şekle sokmuştur. Zübeyr b. Abdulmuttalip hakkında O Ibni Sa'dm rivayetini nakletmiştir. Aynı îbni Sa'd'm "Tabakat" isimli eserinin 119 ncu sayfasında "Hz. Peygamberin himayesini Abdulmuttalibden sonra Ebu Talip üzerine aldı ve kendi çocuklarından daha çok onu severdi" diye nakletmektedir. Bundan bir sayfa önce yani 118 nci sayfada ise şöyle yazmaktadır: Abdulmuttalip vefat ederken Ebu Talib'e Hz. Peygamberi korumasını vasiyet etmişti ve bu sözü bütün hadisçiler, tarihçiler ve siyerciler ittifakla aynı şekilde yazmışlardır. Fakat Mahmud Abbas'ın bilimsel ihaneti o noktaya ulaşmıştır ki, rivayetleri değiştirmekte, ters yüz et-
277
mektedir. Mesela o'nun İbni Sa'd'den naklettiği Abdulmuttalibin vasiyeti olayı aslında şöyledir, Abdulmuttalip, Huza oğullan ile yaptığı "hilfu'l-fudul" andlaşması konusunda oğlu Zübeyr"e bu anlaşmaya sadık kalmasını tavsiye etmişti. Sonra da Zübeyr Ebu Talibe, Ebü Talib de Abbas b. Ebu Talib'e aynı tavsiyede bulunmuştur.
Mahmud Abbas'ın kendine delil olarak atıfta bulunduğu Ebu Cafer Muhammed b. Habib, Abdulmuttalipten sonra kabile idaresinin başına Zübeyrtn geçirildiğini anlatmıştır. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in himayesi ona havale edilmişti diye bir şey yazmamıştır. Bu iki örnekten artık Abbas'ın ıîe derece doğru ve güvenilecek bir kişi olduğunu ölçebilirsiniz.
278
HZ. PEYGAMBER (S.A.V.)'ÎN DOĞUM VE ÖLÜM TARİHÎ
-Hz. Peygamber (s.a.v.) efendimizin doğum ve ölüm tarihi konusunda Ehli sünnetin kanati, rebiülevvelin 12'si olmasına karşılık Şiilerin görüşünün doğumunun Rebülevvelin 17'si, vefatının da safer'in 28'inde olarak belirtilmesi kalbimde büyük üzüntüye sebeb olmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in vefatında Ehl-i bey t de, Sahabe-i kiram da oradaydılar. O halde görüş ayrılığı neden oldu? Ne zaman oldu? Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Eshabı ve Ehli beytinin, kendi dönemlerinde bu konuda tutumları neydi? bu konuda açıklamalarınızı sabırsızlıkla bekliyorum.
-Ehli sünnet mensublan tarafından yapılan rivayetlerin hepsi ittifakla Hz. peygamber (s.a.v.)'in doğumunun ve vefatının Rebiü-levvel ayının pazartesi gününde olduğunu bildirmektedir. Şüphesiz, tarihinde ihtilaf vardır. Mübarek doğum hakkında biri 2, diğeri 8, başka biri 12 ve daha başka biri de 17 tarihini göstermiştir. Fakat Ehli sünnetin tamamına göre Rebiülevvelin 12'si en doğru olandır. Aynı şekilde vefat tarihi hakkında kimi Rebiülevvelin l'i, kimi 2'si demiş, başka biri de 10'unu göstermiştir. Fakat Ehli sünnetin genelinde en meşhur tarih yine rebiülevvelin 12'sidir. Ehli sünnetin yaptıkları rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.v.)'in vefatı ve doğumu hakkında sahabe-i kiramın ve ehli beytin; ne belli bir davranışı vardı, ne de bir merasim yaparlardı.
279
Şülerce meşhur ve makbul olan, "Usül-i Kafi" isimli kitabda Rasulüllahın doğum ve ölüm tarihinin ikisi de 12 rebiülevvel olarak bildirilmiştir. Fakat Şii alimler doğumun 17 rebiülevvel vefatın da 28 safer olduğunda ittifak etmektedirler. Bildiğim kadarı ile Ehli beyt imamları da Hz. Peygamber (s.a.v.)'in doğum veya vefatında herhangi bir merasim yapmazlardı.
Tarihlerde ne zaman neden dolayı ihtilaf edildiğini kestirmek çok zordur.
280
BAZI MEKKELÎLERİN ARALARINDAKİ AKRABALIK BAĞLARI
ve
HZ. ÖMER (RA.)'ÎN MÜSLÜMAN OLDUĞU SIRADA MÜSLÜMANLARIN SAYISI
-1- Tercüman-ü'l Kur'an'ın Temmuz 1976 sayısının 12. sayfasında "Habeşistan muhacirlerinin 47 nolu fihrist"inde Ayyaş b. Raba'nın adından sonra parantez içinde O'nun Ebu Cehil'in kardeşi olduğu açıklanmıştır. 15 ne i sayfada "Mekkede bu Hicretin tepkisi" yan başlığı altındaki yazıda ise Hz. Ayyaş'ın Ebu Cehil'in amcazadesi olduğu yazılmıştır. 17 nci sayfada da Hz. Ayyaş b. Raba'nın ana baba bir gerçek kardeşinin Abdullah b. Rabi'a olduğu 22. sayfada ise Hz. Ayyaş'ın Ebu Cehille anadan kardeş oldukları yazılmıştır. Hz. Ayyaş'ın Eb Cehil'in amcazadesi ve anadan kardeş olduğu doğru mudur?
- 2- 26 Ağustos sayılı Tercüman-ül-Kur'an'ın 19. sayfasında Hz. Ömer (r.a.)'in şöyle söylediği nakledilmiştir: "Hz. Peygamberle birlikte 39 kişi vardı, ben de katılarak 40 kişi olduk." Siz bu sözü "Her halde Hz. Ömer o vakit müslüman olan ancak 39 kişiyi tanıdığı için bu rakamı söylemişti, çünkü pek çok müslüman o anda imanını gizliyordu" diye açıklıyorsunuz. Bu arada dikkat edilecek bir konuda, ilk üç senelik zaman zarfında 33 kişinin müslüman olduğudur. Ondan sonra alenen İslama çağrı başlayıp insanlar büyük bir coşku ile müslüman olmaya başladıklarında kafirlerin karşı çıkmaları şiddetlendi. Peygamberliğin 5. ve 6. yıllarından
281
sonra Sahabe-i Kiramdan 103 kişinin Habeşistan tarafına iki merhalede hicret etmesi gerekti. Bunlardan birkaçı bir müddet sonra geri dönüp geldiler. Bu hicretten sonra Mekke'de matem havası esti. Muhacirler arasında Hz. Ömer (r.a.)'in kabilesi Beni Adiy'den olanlar da yardı. Hz. Ömer (r.a.)de bu hicretten etkilenmişti. Nitekim İslâm kabul ettiğini açıklamamış olanlar hakkında Hz. Ömer (r.a.)'in bilgisi olmamış olabilir. Fakat Hz. Ömer (r.a.) gibi her şeyden haberdar olan birinin Habeşistanda o kadar Müslüman olduğunu bilmemesi nasıl olabilir. Acaba Hz. Ömer (r.a.)'in bu sözü, Erkam'ın evine vardığında orada 39 kişi vardı da, kendisinin de Müslüman olması ile orada 40 kişi oldukları demek midir? Bu kimseler iki saf halinde Ka'beye doğru yöneldiler, bir safta Hz. Hamza (r.a.), diğer safda da Hz. Ömer (r.a.) bulunuyordu. Ayrıca o sırada Mekke'de on tane kadın müslüman bulunuyordu, diğer kadın ve erkek sahabiler de muhcir olarak Habeşistan'a hicret etmişlerdi.
-Birinci sorunuzun cevabı şöyle: Hz. Ayyaş b. Ebi Rabia Ebu Cehil'in hem amcasının oğlu hem de aynı anneden kardeşi idi. Bu ailenin akrabalarını iyice biliniz, çünkü İslâm in ilk dönemi ile bu ailenin çok yakın ilişkisi vardır. Mahzum oğullarının reisi Mugire b. Abdillah b. Ömer b. Mahzum'un bir kaç oğlu vardı; onlardan bizim tarihimizle özel ilgisi olan bir kaçı şunlardır.
1- Velid b. Mugire (Hz. Halid bin Velid'in babası.)
2- Hişam b. Mugire (Bunun kızı Hanteme Hz. Ömer (r.a.)'in an-nesidir.)
3- Hişam b. Mugire (Ebu Cehil ve Haris'in babasıdır.)
4- Ebu Ümeyye b. Mugire (Hz. Ümmü Seleme'nin babasıdır.)
5- Eöu Rabia b. Mugire: Bu zat kardeşi Hişamın ölünce onun karısı Esma b. Muharribe (Ebu Cehil'in ve Haris'in anası)'yi almış ve ondan. Hz. Ayyaş b. Ebi Rabia doğmuştur. Böylece Hz. Ayyaş (r.a.), Ebu Cehil'in hem anadan bir kardeşi, hem de ancasının oğlu
282
idi.
Bu aileden Mugîre'nin bir kardeşi Esed b. Abdullah b. Ömer Mahzum'un oğlu Abdi Menaf Hz. Erkam'ın babasıydı. İşte bu Er-kam (r.a.)'ın evi İslâm tarihinde "Darü'l Erkam" olarak meşhurdur.
Mugire'nin bir kardeşi Hilal b. Abdullah b. Ömer b. Mahzum'un oğlu Abdul-Esed, Ebu Seleme (Hz. Ümmü Seleme'nin önceki kocası) nin babasıydı.
İkinci sorunuzun cevabı ise şöyledir, Habeşistan'a hicret ettikten sonra Mekke'de kalan Müslümanlar hakkında benim görüşüm şöyledir. Bir kere onlann hepsi Erkam'ın evine sığınmış ve toplanmış değillerdi. Bilakis onlann bir bölümü imanım gizliyordu. Bir bölümü de Hz. Peygamber (s.a.v.)le birlikte Erkam'ın evinde bulunuyorlardı. Hz. Ömer (r.a.) işte orada bulunanlar hakkında, onlar 39 kişi idi, benim katılmamla 40 olduk demişti.
283
ÎLMÎ BÎR TERÎMÎN TERCÜMESİNE İTİRAZ EDİLMESİ
- Dikkatinizi bir tercüme yanlışlığına çekmek istiyorum. Ter-. cümanü'l-Kur'an'ın Ocak 1977 sayısında "Resail ve Mesâü" başlıklı köşe yazısında "Unicellular molecule= Tek hücreli molekül-zerre" kelimelerini kullanmışsınız ki doğru değil. Biyoloji ilmine göre, bütün canlı cisimlerin hücrelerden meydana geldiği herkesçe bilinen bir husustur. Her canlı hücre içinde ise bir kaç çeşit mil- , yonlarca molekül bulunmaktadır ki bunların işi güç ve enerji mey- • dana getirmektir. Bu moleküller kimyevi bileşiklerdir. Bir tek hücrede milyonlarca molekül bulunduğuna göre sizin "unicellular molecule" bu şekilde diye açıklamanız kesinlikle yanlıştır. Ayrıca hiç bir ilim, teknik yazı ve eserlerde böyle bir bilgi göremezsiniz. Eğer siz, virüs gibi bazı son derece eski ve bir tek hücreden ibaret canlı olduğunu kasdederek yazdıysanız, o zaman doğru tercüme "Unicellular organisma= Tek hücreli canlı" şeklinde doğru olarak tercüme edilmelidir. Pek çok virüsün yapısında sadece tek, uzun bir molekül bulunmaktadır ki biz buna tek moleküllü hücreler diyebiliriz. Bu tercüme yanlışlığı "Tefhimü'l-Kur'an"ın ikinci cildinin "irtika: gelişim" bahsinde de vardır. Orada siz tek hücreli kurtçuk tabirini kullanarak ingilizcesine böyle bir yorum getirmişsiniz.
-Benim bir hatamı haber vererek dikkatimi çektiğiniz için çok
284
teşekkür ederim. Biyoloji ilmine göre bitkisel veya hayvansal olsun canlı varlıkların pek çok hücreden meydana geldiği ve her hücrenin, sayısız moleküllerin bir araya gelmesinden oluştuğu doğrudur. Fakat yine o biyoloji ilmine göre, Allah'ın yarattıkları içinde pek çok canlı cisim daha bulunmaktadır ki, onların varlığı en üst derecedeki çekirdeklere veya canlıların hücrelerine benzeyen bir bileşik halinde bulunmaktadır. Bu çeşit cisimlere genellikle "tek hücreliler" denilmektedir. İster tek, ister pek çok olsun hücre bütün canlıların vücut yapısının en küçük bileşiğidir. Bu bakımdan bazı değerlendirmelere göre canlı maddenin molekülü kabul edilmektedir. Bunun böyle olduğunu siz "Ansiklopedia Britanica' nın 1967 baskısının 9. cildinin 655. sayfasında görebilirsiniz.
Bizzat siz de yazıyorsunuz ki, pek çok virüsün yapısında sadece bir tek uzun molekül bulunmakta ve biz ona tek moleküllü hücreler demekteyiz. Bununla da sizin söylediğiniz "Her canlı hücrede bir kaç çeşitten milyonlarca molekül bulunmaktadır." Külli kaidesi ortadan kalkmaktadır. Sormak isterim ki "tek moleküllü hücre ile "tek hücreli molekül" arasında kelimelerin yer değiştirmesinden başka ne fark vardır. Her iki tabirde de tek moleküle dayalı canlı bir hücrenin varlığı kabul edilmektir. İster siz buna" tek hücreli molekül" deyin, isterse "tek moleküllü hücre"deyin.
"Tefhim"in ikinci cildinde benim kurtçuk diye yazdığım şeyden kasdedilen, sizin "canlı" diye açıkladığınız tek moleküllü canlı hücrelerdir.
285
FAKİRLİK NE DEMEKTİR
- Merhum Allame İkbal şiirlerinde "fakr" kelimesini çokça kullanmıştır i Ben onun bu konudaki şiirlerini bir araya toplamak istiyorum. Size göre bu fakr kelimesinden ne kasdedilmiştir?
- "Fakr" kelimesinin lügat manası" ihtiyaç duyma" demektir. Fakat derin bilgi sahibi marifet erbabı kimselere göre bundan kas-dedilen; yoksulluk, perişanlık ve açlık kıtlık değil; bilakis Allah'tan başka hiç kimseye minnet etmemek, hiç kimseye ihtiyaç duymamaktır. Kendi ihtiyaçlarını Allah'tan başkasına arzeden ve zenginlik hırsıyla başkalarının önünde boyun büküp el açan kimse lügat manasında fakir olabilir, ama hakikatlere aşina olan arif kişi nazarında dilencidir, fakir değil.
Gerçek fakir, her hal ve durumda Allaha güvenen, yaratılmışlar karşısında şahsiyetli, onurlu, yaratıcı karşısında güçsüz bir kul olan kimsedir. Az olsun çok olsun yaratıcısı ne vermişse onunla yetinip şükreder, insanların malına, mevkiine hiç bir şekilde tamah etmez. O Allahın fakiridir, kulların fakiri değil.
286
İSLÂMIN EĞİTİM ÖĞRETİM DÜZENİ
1- Islâmî eğitim ve öğretim düzeninden ne kasdedilmekte-dir?
2- Size göre Pakistan'ın devamı ve güçlenmesi için İslâm eğitim ve öğretiminin gereği ve önemi nedir?
3- tslâmın eğitim ve öğretim düzeninin geliştirilmesi çalışmalarına hangi güçler zorluk ve engel çıkarıyor?
4- Sizin düşüncenize göre geçen 27 sene içinde Pakistan İsl-âmın eğitim ve öğretim düzenine ne ölçüde yaklaştı?
5- Size göre İs lamın eğitim ve öğretim düzenini fiilen uygulamaya sokmak için ne gibi adımlar atılmalıdır İlim ve medeniyyete bu görüşün ne gibi etkileri olacaktır?
6- "Nurhan Eğitim Politikası"nm yürürlüğe konmasına ne engel oldu?
1- îslâmın eğitim ve öğretim düzeninden kasdedilen, içinde ki bütün eğitim birimlerinin îslâm prensibleri ve görüşlerinin ışığında düzene konduğu bir eğitim düzenidir. Bu düzende öğrenenler, öğretenler olarak her iki zümrenin din ve ahlaki eğitimi ön planda tutulmuş ve Arapça ile Kur'an-ı Kerim ve sünnetin gerekli ve temel talimatı eğitim düzeninin ayrılmaz parçası kabul edilmiştir.
2- Pakistan'ın devamı ve güçlenmesi için İslâm eğitim ve öğretim düzeninin gereği ve önemi şu gerçeği çok iyi kavramakla ölçülebilir. Ülke ve milletin önderliği daima eğitim görmüş tahsilli kişilerin ellerinde olmuştur; yani milletin başına daima onlar geç-
287
miş, okumamış veya yarım tahsilli kişiler bunların önderliğinde arkadan gelmiştir. Tahsilli kimselerin, eğitim görmüş tabakanın yoldan çıkarılıp memleketin başına bela edilmesinde ne büyük rolü olduğunu anlatmaya gerek yok.
3- İslâm eğitim ve öğretim düzenine doğru adım atma yolunda en büyük engel bu düzeni hem bilmeyen hem de bundan korkan hükümetten başkası değildir.
4- Geçen 27 sene içinde Pakistan'da İslam'ın eğitim düzenine doğru bir adım ileri atılmış iki adım da geri atılmıştır.
5- İslâm'ın eğitim düzenini fiili olarak uygulamak için iki çeşit adım atmak gereklidir. Biri, Eğitim yuvalarının içinden, diğeri de kamu oyunun baskısı ile dışardan yönlendirilip doğru yola kanali-ze edilmesidir. İki yönde, iki kesimde de güvenli, düzenli ve sürekli çaba sarfedilmesi şarttır. Bununla birlikte şu gerçeği de gözden uzak tutmamalı ki hayat, bölünemeyen, parçalanamayan bir bütün halindedir. Bu bakımdan siyasi, iktisadi ve içtimai sahalarda İslâmî bir inkilap, bir imanı ve İslâm devrimi ortaya çıkmadıkça eğitim ve öğretim sahasında bir değişiklik kolay ve sürekli olmayacaktır.
6- "Nurhan Eğitim Politikası"nın uygulamaya konmasında nelerin etkili olduğunun tam olarak bilememekteyiz.
288
M
.evdudi müslümanların içinde bulundukları problemleri ve bu problemlerin çözümlerini gerçekçi bir şekilde tespit eden asrımızın en büyük mütefekkirlerindendir.
Onun meseleler karşısındaki ileri görüşlü sağLkh ve tavizsiz tutumu İslam ümmetinin günümüzde yaşanan uyanışının başlıca etkenlerindendir.
Elinizdeki bu eser Mevdudi'nin itikad, ibadet siyaset ve iktisat konularında kendisine yöneltilen sorulara verdiği cevaplardan oluşmaktadır. Kitap bu açıdan Mevdudi'nin fikri yönünü ve şahsiyetini en belirgin şekliyle ortaya koyup İslam ümmetinin çeşitli problemlerinin çözümüne ışık tutmaktadır.