![]() ![]() ![]() |
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 3 - s.1173 |
Namaz, kalblerde azamet-i İlâhiyeyi tesbit ve idame ve akılları ona tevcih ettirmekle adalet-i İlâhiyenin kanununa itaat ve nizam-ı Rabbânîye imtisal ettirmek için yegâne İlâhî bir vesiledir. Zaten insan, medenî olduğu cihetle, şahsî ve içtimaî hayatını kurtarmak için, o kanun-u İlâhîye muhtaçtır. O vesileye müraat etmeyen veya tembellikle namazı terk eden veyahut kıymetini bilmeyen, ne kadar cahil, ne derece hâsir, ne kadar zararlı olduğunu bilâhare anlar, ama iş işten geçer.
1Bu
kelâmın mâkabliyle nazmını îcab ettiren münasebet ise:
Namaz yani dinin direği ve kıvamı olduğu gibi, zekât da İslâmın kantarası,
yani köprüsüdür. Demek, birisi dini, diğeri asayişi muhafaza eden İlâhî iki
esastırlar. Bunun için birbiriyle bağlanmışlardır.
Zekât ile sadakanın lâyık oldukları mevkilerini bulmak için birkaç şart vardır:
1. Sadakayı vermekte israf olmaması.
2. Başkasından alıp başkasına vermek suretiyle halkın malından olmayıp kendi malından olması.
3. Minnetle in'âmın bozulmaması.
4. Fakir olmak korkusuyla sadakanın terk edilmemesi.
5. Sadakanın yalnız mala ve paraya münhasır olmadığı bilinmesiyle, ilim, fikir, kuvvet, amel gibi şeylerde de muhtaç olanlara sadakanın verilmesi.
6. Sadakayı alan adam, o sadakayı sefahette değil, hâcât-ı zaruriyesinde sarf etmesi lâzımdır.
Kur'ân-ı Kerim bu şartları, bu nükteleri insanlara sadaka olarak ihsan ve ihsas
etmek için veya
veyahut
gibi îcazlı bir ifadeyi terk
edip,
gibi itnablı bir cümleyi ihtiyar etmiştir.
1. Teb'îzi ifade eden israfın reddine;
2. nın takdimi, sadakanın kendi malından olduğuna;
3. minnetin olmamasına (çünkü veren Allah'tır, kul ise bir vasıtadır);
4. Rızkın ya olan isnadı, fakirlikten korkulmamasına;
5. Rızkın âmm ve mutlak olarak zikredilmesi, sadakanın ilim ve fikir gibi şeylere de şâmil olmasına;
6. maddesi, alanın sefahete değil, hâcât-ı zaruriyesine sarf etmesine
işaretlerdir.
Bütün muavenet ve yardım nevilerini hâvi olan zekât hakkında, sahih olarak
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan
2
hadis-i şerifi mervidir. Yani, Müslümanların birbirine yardımları, ancak zekât
köprüsü üzerinden geçmekle yapılır. Zira yardım vasıtası zekâttır.
İnsanların heyet-i içtimaiyesinde intizam ve asayişi temin eden köprü, zekâttır.
Âlem-i beşerde hayat-ı içtimaiyenin hayatı, muavenetten doğar. İnsanların
terakkiyatına engel olan isyanlardan, ihtilâllerden, ihtilâflardan meydana gelen
felâketlerin tiryakı, ilâcı, muavenettir.
Evet, zekâtın vücubu ile ribanın hurmetinde büyük bir hikmet, yüksek bir maslahat, geniş bir rahmet vardır.
Evet, eğer tarihî bir nazarla sahife-i âleme bakacak olursan ve o sayfayı lekelendiren beşerin mesâvisine, hatâlarına dikkat edersen, heyet-i içtimaiyede görünen ihtilâller, fesatlar ve bütün ahlâk-ı rezilenin iki kelimeden doğduğunu görürsün.
Birisi: "Ben tok olayım da, başkası açlığından ölürse ölsün, bana ne!"
İkincisi: "Sen zahmetler içinde boğul ki, ben nimetler ve lezzetler içinde rahat edeyim."
Âlem-i insaniyeti zelzelelere maruz bırakmakla yıkılmaya yaklaştıran birinci kelimeyi sildiren ancak zekâttır.
Nev-i beşeri umumî felâketlere sürükleyen ve bolşevikliğe sevk edip terakkiyatı, asayişi mahveden ikinci kelimeyi kökünden kesip atan, hurmet-i ribadır.
Arkadaş! Heyet-i içtimaiyenin hayatını koruyan intizamın en büyük şartı, insanların tabakaları arasında boşluk kalmamasıdır. Havas kısmı avamdan, zengin kısmı fukaradan hatt-ı muvasalayı kesecek derecede uzaklaşmamaları lâzımdır. Bu tabakalar arasında muvasalayı temin eden zekât ve muavenettir. Halbuki vücub-u zekât ile hurmet-i ribaya müraat etmediklerinden, tabakalar arası gittikçe gerginleşir, hatt-ı muvasala kesilir, sıla-i rahim kalmaz. Bu yüzdendir ki, aşağı tabakadan yukarı tabakaya ihtiram, itaat, muhabbet yerine ihtilâl sadâları, haset bağırtıları, kin ve nefret vâveylâları yükselir. Kezalik, yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, tahakkümler, şimşek gibi tahkirler yağıyor.
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 3,4 - s.1174
Maalesef, tabaka-i havastaki meziyetler, tevazu ve terahhuma sebep iken, tekebbür ve gurura bâis oluyor. Tabaka-i fukaradaki acz ve fakirlik, ihsan ve merhameti mucip iken, esaret ve sefaleti intaç ediyor. Eğer bu söylediklerime bir şahit istersen âlem-i medeniyete bak, istediğin kadar şahitler mevcuttur.
Hülâsa, tabakalar arasında musalâhanın temini ve münasebetin tesisi, ancak ve ancak erkân-ı İslâmiyeden olan zekât ve zekâtın yavruları olan sadaka ve teberruatın heyet-i içtimaiyece yüksek bir düstur ittihaz edilmesiyle olur.
Kur'ân-ı Kerim, bu âyet gibi çok âyetlerde terkiplerin, kelâmların muhtemel bulundukları ihtimallerden, vecihlerden bir ihtimalini veya bir vechini bir emare ile tayin etmemekle, nazm-ı kelâmı, mürsel ve mutlak bırakmıştır. Bu da i'câzı intaç eden îcâza menşe olarak lâtif bir sırdır. Şöyle ki:
Belâgat, muktezâ-yı hale mutabakattan ibarettir. Kur'ân'ın muhatapları, muhtelif asırlarda mütefavit tabakalardır. Bu tabakalara mürâaten, muhavere ve mükâlemeyi o asırlara teşmil etmek üzere, çok yerlerde tâmim için hazf yapıyor, çok yerlerde nazm-ı kelâmı mutlak bırakıyor ki, ehl-i belâgat ve ulûm-u Arabiyece güzel görünen vecihler, ihtimaller çoğalsın ki, her asırda her tabaka, fehimlerine göre hissesini alsın.
Bu âyeti mâkabliyle nazm ve rapteden münasebet: Kur'ân-ı Kerim, evvelki âyetle tâmim yaptıktan sonra, bu âyetle tahsis yapmıştır. Evet, bu âyet, ehl-i kitaptan iman edenleri tahsisle şereflerini ilân; ve imana gelmeyenleri imana teşvik ediyor. Abdullah ibni Selâm ele alınarak diğerlerinin Abdullah ibni Selâm gibi olmaları için yapılan teşvik gibi.
Ve keza, Kur'ân-ı Kerimin bütün ümmetlere ve risalet-i Muhammediyenin bütün
milletlere şâmil olduklarını tasrih etmek üzere, her iki ile
nin her iki kısmına tansis edilmiştir.
Ve keza, sadefinde bulunan imanın rükünlerini beyan etmek için, icmalden sonra
tafsile geçmiştir. Çünkü bu âyet; kitaplara, kıyamete sarahaten; rusül ve
melâikeye zımnen delâlet eder.
Kur'ân-ı Azimüşşan burada 4
gibi îcazlı ifadeleri terk edip,
ile itnabı ihtiyar etmiştir.
Şu itnab, bu makamı yüksek nükte ve letâifle tezyin etmek için ihtiyar edilmiştir.
1. Esmâ-i mevsûle ve müphemeden bulunan burada hükmün medârı ve
maksadın esası, iman sıfatı olduğuna ve mevsûfu ile sâir sıfatları iman
sıfatına tâbi ve altında görünmez bir durumda olduklarına işarettir.
2. Yalnız bir zamanda sübutu ifade eden kelimesine bedel, fiil sigasıyla
tabiri, nüzul ve zuhur tekerrür ettikçe imanın teceddüt ettiğine işarettir.
3. İphamı ifade eden iman-ı icmâlînin kâfi geldiğine ve imanın, hadis gibi
bâtınî ve Kur'ân gibi zâhirî vahiylere şâmil olduğuna işarettir.
4. maddesi itibarıyla, Kur'ân'a iman, Kur'ân'ın Allah'tan nüzulüne iman
demek olduğunu gösteriyor. Kezalik, Allah'a iman, Allah'ın vücuduna iman; âhirete
iman, âhiretin gelmesine iman demektir.
5. maziye delâlet eden heyeti itibarıyla, henüz nâzil olmayanın nüzulü,
nâzil olanın nüzulü kadar muhakkak olduğuna işarettir. Maahaza,
deki
istikbâl,
nin mâziliğinden neş'et eden noksanı telâfi eder. Yani henüz nâzil
olmayan kısım
nin şumulü dahilinde değilse de,
nin
şumulü altındadır. Bu tenzil meselesi, Kur'ân'ın çok yerlerinde vuku bulmuştur.
Bazan mâzi, istikbale misafir gider; bazan de muzari; mâzinin memleketine gelir. Bunda,
çok lâtif bir belâgat vardır. Şöyle ki:
Bir adam, kendisine göre henüz geçmemiş birşeyi mâziye delâlet eden bir sîga ile işittiği zaman, zihni heyecana gelir, ayılır. Anlar ki, muhatap yalnız o değildir. Belki, arkasında muhtelif mesafelerde pek çok ayrı ayrı taifeler, saflar bulunmakla, kendisine tevcih edilen hitapları, nidaları,
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 4 - s.1175
İlâhî hitabeleri, arkasında bulunan bütün o taifeler işitir gibi zihnine gelir.
ye bedel
nin zikri, Resul-i Ekremin (a.s.m.) teklif edilen risalet vazifesini cüz-ü
ihtiyarîsiyle haml ve kabul etmiş olduğuna ve bu hizmet Cibril tarafından
görüldüğünden, Resul-i Ekremin (a.s.m.) daha yüksek olduğuna işarettir. Çünkü
da
ihtiyar olmadığı gibi, vasıta-i nüzulün daha yüksek olduğuna delâlet eder.
deki
zamirin ism-i zâhire tercih sebebi, Kur'ân ve Kur'ân'a ait hususat hususunda Hazret-i
Muhammed (a.s.m.) yalnız muhatap olup, kelâm, Allah'ın kelâmı olduğuna işarettir.
Bu kelâmın îcaz derecesi, şu zikredilen letâiften anlaşıldı.
Bu gibi sıfatlarda bir teşvik vardır. Ve o teşvikten sâmileri imtisâle
sevk eden emirler ve nehiyler doğuyor. Bu cümlenin mâkabliyle nazmına dair "dört
letaif" vardır.
1. Bu cümlenin mâkabline atfı, medlûlün delile olan bir atfıdır. Şöyle ki:
"Ey insanlar! Kur'ân'a iman ettiğiniz gibi, kütüb-ü sâbıkaya da iman ediniz. Çünkü Kur'ân, onların sıdkına delil ve şahittir."
2. Yahut o atıf, delilin medlûle olan atfıdır. Şöyle ki:
"Ey ehl-i kitap! Geçmiş olan enbiya ve kitaplara iman ettiğiniz gibi, Hazret-i Muhammed (a.s.m.) ile Kur'ân'a da iman ediniz. Zira onlar, Hazret-i Muhammed'in (a.s.m.) gelmesini tebşir ettikleri gibi, onların ve kitaplarının sıdkına olan deliller, hakikatiyle, ruhuyla Kur'ân'da ve Hazret-i Muhammed'de (a.s.m.) bulunmuştur. Öyleyse, Kur'ân Allah'ın kelâmı ve Hazret-i Muhammed (a.s.m.) de resulü olduğunu tarik-i evlâ ile kabul ediniz ve etmelisiniz."
3. Zaman-ı Saadette Kur'ân'dan neş'et eden İslâmiyet, sanki bir şeceredir. Kökü Zaman-ı Saadette sabit olmakla, damarları o zamanın âb-ı hayat menbalarından kuvvet ve hayat alarak her tarafa intişar ettikleri gibi, dal ve budakları da istikbal semâsına kadar uzanarak âlem-i beşere maddî ve mânevî semereleri yetiştiriyor.
Evet, İslâmiyet, mâzi ile istikbali kanatları altına almış, gölgelendirerek, istirahat-i umumiyeyi temin ediyor.
4. Kur'ân-ı Kerim, o cümlede ehl-i kitabı imana teşvik etmekle, onlara bir ünsiyet, bir sühulet gösteriyor. Şöyle ki:
"Ey ehl-i kitap! İslâmiyeti kabul etmekte size bir meşakkat yoktur; size ağır gelmesin. Zira, size bütün bütün dininizi terk etmenizi emretmiyor. Ancak, itikadatınızı ikmal ve yanınızda bulunan esasat-ı diniye üzerine bina ediniz diye teklifte bulunuyor. Zira Kur'ân, bütün kütüb-ü sâlifenin güzelliklerini ve eski şeriatlerinin kavaid-i esasiyelerini cem etmiş olduğundan usulde muaddil ve mükemmildir. Yani, tâdil ve tekmil edicidir. Yalnız, zaman ve mekânın tagayyür etmesi tesiriyle tahavvül ve tebeddüle maruz olan füruat kısmında müessistir. Bunda aklî ve mantıkî olmayan bir cihet yoktur. Evet, mevasim-i erbaada giyecek, yiyecek ve sair ilâçların tebeddülüne lüzum ve ihtiyaç hasıl olduğu gibi, bir şahsın yaşayış devrelerinde, talim ve terbiye keyfiyeti tebeddül eder. Kezalik, hikmet ve maslahatın iktizası üzerine, ömr-ü beşerin mertebelerine göre ahkâm-ı fer'iyede tebeddül vardır. Çünkü, fer'î hükümlerden biri, bir zamanda maslahat iken, diğer bir zamana göre mazarrat olur. Veya bir ilâç, bir şahsa devâ iken, şahs-ı âhere dâ' olur. Bu sırdandır ki, Kur'ân, fer'î hükümlerden bir kısmını neshetmiştir. Yani vakitleri bitti, nöbet başka hükümlere geldi, diye hükmetmiştir."
: Kur'ân'da hiçbir kelime bulunmuyor ki, mevkiiyle münasebettar olmasın
veyahut mevkiinin başka bir kelimeye münasebeti daha çok olsun. Evet, Kur'ân'ın
herhangi bir yerinde bulunan bir kelime, o mevkiin başında bir tâc-ı zerrin gibi
görünür. Ve aralarındaki münasebetlerden dolayı, aralarında geçimsizlik yeri
yoktur. Ezcümle,
kelimesine bak. Bu âyetin her tarafından uçup bu kelimenin
başına konan letâifi gör. Zira bu âyet, nübüvvet hakkındadır. Nübüvvet
meselesinde beş maksat vardır. Bu maksatlar, beş nükte ve letâifden in'ikâs
etmiştir. Bu beş letâif,
nin sadefindedir. Maksatlar ise:
1. Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, resuldür.
2. Ekmelü'r-Rusüldür.
3. Hâtemü'l-Enbiyadır.
4. Risaleti, âmmedir.
5. Şeriati, sâir şeriatlerin mehâsinini cem ile onların nâsihidir.
Birinci maksadın den veçh-i in'ikâsı: Meslekleri ve yolları bir olan bir
cemaat,
kelimesinden îmaen fehmolunur. Binaenaleyh, Hazret-i Muhammed'in (a.s.m.)
deki
zamire merci olması, o cemaatten mâdud olmasını iktiza eder. Ve onların meslekleri
olan nübüvvetlerine ve