![]() ![]() ![]() |
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 6 - s.1182 |
Bu cümlenin mâkabliyle cihet-i nazmı:
Arkadaş! Cenab-ı Hakkın sıfât-ı ezeliye âleminde biri celâlî, diğeri cemalî, iki türlü tecellîsi vardır.
Celâl ile cemâlin sıfât-ı ef'al âleminde tecellîsinden lütuf ve kahır, hüsün ve heybet tezahür eder.
Ef'al âlemine tecellî edince, tahliye ile tahliye
,
tezyin ile tenzih doğar.
Âsâr ve a'mâl âleminden âlem-i âhirete intıba' edince, lütuf Cennet ve nur olarak, kahır da Cehennem ve nar olarak tecellî eder.
Sonra âlem-i zikre in'ikâs edince, biri hamd, diğeri tesbih olmak üzere iki kısma ayrılır.
Sonra âlem-i kelâmda tecellî edince, kelâmın emir ve nehye taksimine sebep olur. Sonra âlem-i irşada intikal edince, irşadı tergib ve terhib, tebşir ve inzara taksim eder.
Sonra vicdana tecellî edince, reca ve havf husule gelir.
Sonra irşadın iktizasındandır ki, havf ile reca arasındaki müvazene devamla muhafaza edilsin ki, reca ile doğru yollara sülûk edilsin, havf ile de, eğri yollara gidilmesin; ne Allah'ın rahmetinden me'yus, ne de azabından emin olunsun.
İşte böylece teselsül eden şu hikmetten dolayı, Kur'ân-ı Kerim, aleddevam, terğibden sonra terhib; ve ebrarı medhettikten sonra füccârı zemmetmiştir.
S - Bu cümle ile
2
cümlesi arasında ne gibi bir fark vardır ki, orada atıf var, burada yoktur?
C - Atfın hüsnü, münasebetin hüsnüne bakar. Hüsn-ü münasebet, her iki cümleden takip edilen arz ve maksadın bir olmasına mütevakkıftır. Halbuki oradaki maksat, burada yoktur. Burada birinci cümledeki maksat, Kur'ân'ın medhine incirar eden mü'minlerin medhidir. İkinci cümleden maksat, yalnız tahvif ve terhib için kâfirlerin zemmidir. Bu ise Kur'ân'ın medhiyle alâkadar değildir.
Sonra bu cümlenin ihtiva ettiği eczanın nazmında tezahür eden letaif cihetine bakalım.
ile
mevkilere göre ifade ettikleri nüktelerden maada, belâgatçe kıymetli
sayılan iki nükteyi daha tazammun etmişlerdir ki, Kur'ân, pek çok yerlerinde
ile
yi
mükerreren zikretmiştir.
Tahkiki ifade eden deki nükte şöyle tasvir edilebilir ki:
herhangi bir cümlede bulunursa, o cümlenin damını deler, hakikate nüfuz eder. Ve o
dâvâyı veya hükmü aşağıya indirir. Hakikate yapıştırmakla, o hükmün hayalî
veya zannî veya mevzu veya hurafe hükümlerden olmadığını ve ancak hakaik-i
sâbiteden olduğunu ispat eder.
Bu cümlede nin hususî nüktesi: Bu âyetin muhatabı olan Hazret-i
Muhammmed'e (a.s.m.) şek ve inkâr bulunmadığı halde şek ve inkârı ref etmek
şe'ninde olan
ile karşılanması, onların iman etmesi için Peygamberin
(a.s.m.) şiddet-i hırsına işarettir.
kelimesi ise, göze görünmezden evvel akla görünen garip ve yeni
hakikatlere bir vasıta-i işarettir. Bunun içindir ki, hakikatleri tebdil ve tecdid eden
ve inkılâpları tasvir için kullanılan işaret ve vasıtalardan en çok kullanılan
ve
emsalidir.
Kur'ân'ın tecellîsiyle çok neviler silindi, hakikatler yıkıldı. Onlara bedel, yeni yeni neviler, hakikatler teşekkül etti. Evet, zaman-ı cahiliyete bak: O zamanda bütün neviler millî rabıtalar üzerine teşekkül ettiği gibi, içtimaî hakikatler de taassub-u kavmî üzerine bina edilmişti. Kur'ân'ın tecellîsiyle o rabıtalar kesildi, o hakikatler tahrip edildi. Onlara bedel, dinî rabıtalar üzerine yeni neviler ve hakikatler ihdas edildi.
Evet, Şems-i Kur'ân'ın tulûu ile, bazı kalbler, onun ziyasıyla tenevvür etti. Ve
mü'minlerin nev'ini temyiz ve tayin eden bir hakikat-i nuraniye meydana geldi. Kezalik, o
keskin ziya karşısında, mezbeleye benzeyen bazı pis kalbler de yanıp kömür oldular.
Ve o kâfirlerin nev'ini ilân eden zehirli bir hakikat-i küfriye husule geldi. İşte bu
hakikat-i küfriyeye işaret için zikredilmiştir.
Maahâzâ, her iki arasında tam bir münasebet vardır. Çünkü, herbirisi
birbirine zıt olan bir hakikate işarettir.
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 6 - s.1183
Ve keza, harf-i tarif olan in ifade ettiği beş mânâyı
de
ifade ediyor. O mânâların en meşhuru, ahiddir. Yani, gerek
den,
gerek
den, mâhut ve malûm birşey kasdedilir. Binaenaleyh, Ebu Cehil, Ebu Leheb,
Ümeyye ibni Halef ve saire gibi mâhut ve meşhur büyük kâfirlere
ile
işaret edilmiş olduğu ihtimali pek kavîdir. Bu ihtimale binaen, şu âyet, gaybdan
ihbar eden âyetlerden biri olur. Çünkü onlar küfür üzerine ölmüşlerdir. Ve aynı
zamanda, i'câz-ı mânevînin dört nev'inden bir nev'i, şu gaybî ihbarlardan tezahür
eder.
S - Kur'ân, zaruriyat-ı diniyedendir. Zaruriyatta ihtilâf olamaz. Halbuki müfessirlerce verilen ayrı ayrı mânâların bir kısmı birbirine muhaliftir.
C - Azizim! Kur'ân'ın herbir kelâmı, üç kaziyeyi müştemildir.
Birincisi: Bu, Allah'ın kelâmıdır.
İkincisi: Allah'ca murad olan mânâ, haktır.
Üçüncüsü: Mânâ-yı murad, budur.
Eğer Kur'ân'ın o kelâmı, başka bir mânâya ihtimali olmayan muhkemattan olursa veya Kur'ân'ın başka bir yerinde beyan edilmişse, birinci ve ikinci kaziyeleri aynen kabul etmek lâzımdır ve inkârları da küfürdür. Şayet Kur'ân'ın o kelâmı, başka bir mânâya ihtimali olan bir nass veya zâhir olursa, üçüncü kaziyeyi kabul etmek lâzım olmadığı gibi, inkârı da küfür değildir. İşte, müfessirlerin ihtilâfları, ancak ve ancak şu kısma aittir.
İhtar: Mütevatir hadisler de, bu hususta, âyetler gibidir. Yalnız birinci
kaziye, teemmül yeridir. Çünkü ile işaret edilen hadisin
hakikaten hadis olup olmadığında tereddüt yeri vardır.
S - Küfür, cehildir. Halbuki kâfirler, Hazret-i Muhammed'i (a.s.m.) evlâtları kadar tanıyorlardı.
C - Küfür iki kısımdır. Bir kısmı, bilmediği için inkâr eder; ikincisi, bildiği halde inkâr eder. Bu da, birkaç şubedir. Birincisi, bilir, lâkin kabul etmez. İkincisi, yakîni var, lâkin itikadı yoktur. Üçüncüsü, tasdiki var, lâkin vicdanî iz'ânı yoktur.
S - Şeytanın kalbinde marifet var mıdır?
C - Yoktur. Çünkü, san'at-ı fıtriyesi iktizasınca, kalbi daima idlâl ile telkin için, fikri, daima küfrü tasavvur etmekle meşgul olduğundan, kalbinde veya fikrinde boş bir yer marifet için kalmıyor.
S - Küfür, kalbe ait bir sıfattır. Kalbde o sıfat bulunmadığı takdirde, zünnar bağlanmasından veya ona kıyas edilen şapkanın giyilmesinden niçin küfür hasıl olsun?
C - Gizli olan umura, şeriat, emarelere göre hükmeder. Hattâ illet olmayan esbab-ı zahirîyi, illet yerine kabul eder. Binaenaleyh itmam-ı rükûa mâni olan bir kısım zünnarların bağlanması ve secdenin ikmâline mâni olan bazı şapkaların giyilmesi, ubudiyetten istiğna ve küfre teşebbüh etmeye emarelerdir. Gizli olan o sıfat-ı küfriyenin yok olduğuna kat'iyetle hükmedilemediğinden, bu gibi emarelere göre hükmedilir.
S - İnzar yapılmadıkça teklif nasıl yapılır?
C - İnzar yapılmadığı takdirde teklif de yapılmazsa, adem-i tecziyelerine bir hüccet olur. Zira, "Biz ne yapalım? Ne tebliğat yapıldı ve ne tekliften haberimiz var" diye mücazattan kurtuluşlarına bir medar olur.
S - Cenab-ı Hakkın onların küfür ve temerrüdlerinden yaptığı ihbar, onların imana gelmelerini imtinâ derecesine çıkarıyor. Mümteni ve muhal birşey teklif edilir mi?
C - Cenab-ı Hakkın ihbarı, ilmi ve iradesi, sebepten kat-ı nazarla yalnız küfürlerine taallûk etmez. Ancak ihtiyarlarıyla küfürlerine birlikte taallûk eder. Bu ise ihtiyarlarını nefyetmez ki, teklif-i bilmuhal olsun. Bu bahsin tafsilâtı gelecektir.
S - İman etmeyeceklerini ifade eden ve emsali âyetlere,
onları iman etmeye dâvet etmekten, adem-i imana iman çıkıyor. Bu ise, muhal-i
aklîdir.
C - Onlara teklif edilen iman, icmalîdir, tafsilî değildir. "Herbir âyete, herbir hükme ayrı ayrı, birer birer iman ediniz" diye teklif yapılmıyor ki bu mahzur lâzım gelsin.
Sonra, küfürlerini sîga-i mâzi ile zikretmek, Hakkın izhar ve ispatından evvel
onların, küfrü kucaklayıp kabul etmelerine işarettir. Bunun içindir ki, onlara
karşı inzarın adem-i inzar gibi faydasız kaldığına,
kelimesiyle işaret yapılmıştır.
Sonra, fevkaniyeti ifade eden deki
onların yüzleri yere yapışmış gibi, başlarını kaldırıp âmirlerinin sözünü
dinleyemediklerine işarettir.
Ve keza mânâya bir zarar ve bir halel iras etmeyen ve terkine tercih edilen in
zikri, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma nazaran, inzarın, adem-i inzar gibi
olmadığına işarettir. Zira inzarda ecir ve sevap vardır.
cümlesindeki hemze ile
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 6 - s.1184
müsavatı ifade ettiğinden
kelimesine tekittir. Yahut
kelimesinden müsavatın bir
mânâsı, hemze ile
den ikinci mânâsı irade edilir. Çünkü, müsavatın
medarı ya adem-i faydadır veya mûcibin adem-i vücududur.
S - İstifham şekliyle müsavatı ifade etmekte ne mânâ vardır?
C - Yapmış olduğu fiilinde bir faydası olmayan muhatabın fiilinin faydasız olduğuna lâtif ve mukniâne bir vecihle ikaz edilmesi ancak istifham ile olur ki, muhatap, fiilini düşündükten sonra, kötü neticesini nazara alarak kalbi mutmain olsun.
S - kelimesi inzar ve adem-i inzardan mecaz ise, aralarındaki alâka nedir?
C - İstifhamın müsavatı tazammun etmesidir. Zira istifham eden adamın bilgisine göre vücut ile adem mütesavidir. Maahaza bu gibi istifhamlara verilen cevaplar, alelekser şu müsavat-ı zımniye ile verilir.
S - Mâzi sigasıyla inzardan yapılan tabir neye işarettir?
C - İkinci ve üçüncü inzarlara lüzum kalmadığına işarettir. Yani "Yaptığın inzar fayda vermedi, bundan sonra da faydasız kalır."
S - İnzar etmemekte faydanın bulunmaması zâhirdir. kaydında ne fayda vardır?
C - Sükût etmek, bazan muhatabın insafa gelip matlup işe muvafakatine sebep olur.
S - Kur'ân-ı Kerim, başka makamlarda terhibden sonra tergib de yaptığı halde, burada tergibi terketmiştir. Esbabı nedir?
C - Küfür makamına, ancak terhib ve tahvif münasiptir. Hem de küfür gibi mazarratları def etmek, Cenneti kazanmak gibi menfaatlerin celbinden daha evlâ ve daha tesirlidir. Maahâzâ, buradaki terhib, tergibi de andırıyor. Çünkü, inzar ve adem-i inzarı gören hayal, zıddiyet münasebetiyle, derhal tebşir ve adem-i tebşire intikal eder.
Azizim! Herbir hükmün başka şeylere hizmet eden çok mânâları olduğu ve herbir hükümden takip edilen gizli maksatlar bulunduğu ve bu kelâmın da Hazret-i Muhammed'e (a.s.m.) işaret eden mânâları olduğu gibi, küfrü takbih etmek maksadıyla büyük bir ölçüde tenkiratta bulunmuştur.
Ezcümle, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın görmekte olduğu zahmetlerin tahfifine ve göstermekte olduğu hırs ve şiddetin tehvinine medar olmak için, mânâ-yı harfî kabilinden bazan imalarda bulunmuş ve eski resullerin hallerini nazara alarak, onlara iktida ile tesellî yollarını göstermişse de, bu bir kanun-u fıtrîdir, tahammül ve inkıyad lâzımdır diye lisan-ı hal ile ilân etmiştir.
Bu âyet cümlesine kadar bütün eczasıyla küfrü takbih ve tenfir ile nehyeder. Ve
ehl-i küfrü, tehdit ve tahvifle küfürden terhib eder. Ve keza, bütün kelimatıyla,
küfrün büyük bir musibet olmakla beraber, lezzeti yok, elemi var; nimeti yok, nikmeti
var diye ilân eder. Ve keza, bütün cümleleriyle küfrün herşeyden zararlı olduğunu
tasrih eder.
Evet, onlar iman etmediklerinden ve cevher-i ruhu ifsad ve bütün elemleri içine alan
küfür musibetine maruz kaldıklarından
3
ya bedel
tabiriyle işaret edilmiştir. Ve keza 4
kelimesine bedel
tabiriyle, onların büyük musibete maruz kaldıkları gibi, pırlanta gibi cevher-i
imanîyi de kaybettiklerine işarettir.
Ve keza, cümlesiyle, kalb ile vicdan, nur-u iman sayesinde hakaik-i İlâhiyenin
tecellîsine mazhar olmakla menba-ı kemâlât, hayattar ve ziyadar oldukları halde;
küfrün ihtiyar edilmesiyle zulmetli, ıssız haşarat-ı muzırra yuvasına inkılâp
ettikleri için mühürlenmiş, kilitlenmiş ki, o korkunç yuvadaki akreplerden veya
yılanlardan içtinap edilmesine işaret edilmiştir.
Ve keza kelimesiyle, küfür sebebiyle kulağa ait pek büyük bir nimeti
kaybettiklerine işaret edilmiştir. Hattâ kulaktaki zar, nur-u iman ile
ışıklandığı zaman, kâinattan gelen mânevî nidaları işitir. Lisan-ı hal ile
yapılan zikirleri, tesbihatları fehmeder. Hattâ o nur-u iman sayesinde rüzgârların
terennümatını, bulutların nâralarını, denizlerin dalgalarının nağamatını ve
hâkezâ yağmur, kuş ve saire gibi her neviden Rabbânî kelâmları ve ulvî tesbihatı
işitir. Sanki kâinat, İlâhî bir musikî dairesidir. Türlü türlü avazlarla,
çeşit çeşit terennümatla kalblere hüzünleri ve Rabbânî aşkları intiba
ettirmekle kalbleri, ruhları, nuranî âlemlere götürür, pek garip misalî levhaları
göstermekle o ruhları ve kalbleri lezzetlere, zevklere garkeder.