![]() ![]() ![]() |
Sikke-i Tasdik-i Gaybî - s.2082 |
Evet, Hz. Ali'nin (r.a.) bu zahir keramat-ı gaybiyesi Hz. Peygamberin (a.s.m.) irşadıyla olduğu için başka şekilde bir mucize-i Peygamberiye olduğu münasebetiyle aynı keramet-i Gavsiye ve işarat-ı harika-i Aleviye gibi beşinci asırla, on dördüncü asrın fitnelerine işaret eden ve gizli kalıp mânâsı anlaşılmayan bir mucize-i gaybiye-i Nebeviyeyi beyan etmeye münasebet geliyor.
Şöyle ki: Hadis-i sahihte vardır ki Resul-i Ekrem (a.s.m.) ferman etmiş:
evkemakâl...
Şu hadis-i şerife her nasılsa kıyamete işaret suretinde mânâ verilmiş, mucize-i Nebeviye gizlenmiş, anlaşılmamış. Hem Şeyh-i Geylani hem Hz. Ali'nin (r.a.) irşad-ı Nebevi ile beşinci ve altıncı ve on dördüncü asırların fitnelerinden kerametkârane bahisleri gösteriyor ki, bu hadis-i şerif onların zamanına bakmak için bir teleskoplarıdır ki bu iki asra bakıyorlar.
Evet hadiste tabiri 1
âyetinin delaletiyle bin seneden ibarettir. Hilafet-i İslamiye ve hükümet-i Arabiye
hadis mûcibince tam istikâmetle gitmediği için tam nısf-ı yevm olan beş yüz küsur
senedeHAŞİYE 1
Hülagû hücumuyla hâtime verildi. Üç-dört asır zaman-ı fetretten sonra
2
âyetinin sırrına mazhar olan Osmanlı âdil padişahları hadis-i şerifteki
istikâmeti yerine getirmeye çalıştıklarından hadisin hükmüyle ümmet için bin
sene hilafet-i İslâmiyeyi ve şer-i şerif üzerinde giden hükümetin idamesine vasıta
oldular.
Hadisin ikinci ciheti ki de tahakkuk ediyor. Ve İstanbul'un fethinden takriben yirmi
sene evvel yine hilafet-i İslâmiyeye zemin ihzar ve tam umum âlem-i İslâmın merkez-i
hükümeti olacak bir vaziyet almaya ve müjde ve sena-i Nebevîye mazhar olan Fatih'in
vasıtasıyla İstanbul'un fethi tarihinden fetret zamanını tayyedip, Abbasiler nereden
bırakmışlarsa oradan başlayarak âlem-i İslâmın bil-istihkak başına geçtiler.
Yine hadis-i şerifin hükmüyle, eğer istikâmetle gitse bin seneden ibaret bir gün,
yoksa yarım gün devam edecek. İşte aynen Abbasiler gibi tam yarım gün, yani beş
yüz sene devam etti.
Bu Mucize-i Nebeviye pek parlak bir surette tezahür ediyor. İşte hilafet-i Arabiye tam istikâmete mazhar olmadığından yalnız yarım günü aldı. Osmanlı Devleti dahi tek başıyla ahirlerinde ecnebilerin ve münafıkların müdahaleleri yüzünden tam istikameti muhafaza edemediği için o da yarım gün olan beş yüz seneyi aldı. Bu iki kardeş olan iki unsurun ittihadlarından tam istikâmete mazhariyet sırrı vardır ki, bin sene olan bir günü tamam aldılar.
Sual: Rüya-yı sadıka vasıtasıyla veya hakiki keşif cihetiyle, Hz. Ali (r.a.) ve Gavs-ı Âzam (r.a.) gibi zevat-ı kudsiye cüz'i işlere dair âmi adamlarla da temas edebilirler ve bazı şeyleri haber veriyorlar. Nedendir ki bunların bir işaret-i gaybiyelerini gayet ehemmiyetle bin keşif ve binler rüya-yı sadıka kadar tutuyorsunuz, ehemmiyet veriyorsunuz?
Elcevap: Sekiz yüz ve bin üç yüz sene mesafede veraset-i Nübüvvet makamında âlem-i İslâmın istikbali nokta-i nazarında külli bir nazar o uzun mesafede görünen hadisatın elbette çok ehemmiyeti olacak. Dağ gibi bir büyüklüğü olacak ki o uzun mesafede ve o küllî nazarda âlem-i İslâmın menfaati nokta-i nazarında uzakta görünsün ve ona dikkat edilsin ve vücuda gelmeden evvel ondan haber verilsin. Rüya-yı sadıka ve keşif ise cüz'i ve hususidir. Vücuda geldikten sonra yakından bakmaktır. Elbette böyle keşif cihetinde ruhani temessül itibariyle yakından bakıldığı vakit zerreler dahi görünebilir. Adi adamlar da onların ruhani misalleri ile görüşebilirler. Ve gayet ehemmiyetsiz şeyler de medar-ı nazar olabilir.
Evet, bir aynada misalî güneşle münasebettar olmak ve sohbet etmek nerede, hakiki semadaki güneşle münasebettar olmak nerede? Aynadaki güneşi herkes eline alabilir. İltifatına mazhar olabilir. Konuşabilse belki konuşturabilir. Fakat semadaki güneşin iltifatını celbeden ve kendisi ile konuşturan kimse kamere çıkmalı, makamı kamerde olmalı veya kamer gibi bir vazife görmeli yoksa o Sultan-ı Semavinin haşmetli nazarı altında hiç görünmeyecek derecede gizlenecektir.
Risale-i Nur Şakirtleri namına
Kürt Bekir, Asım, Keçeci Mustafa, Mustafa, Ali, Süleyman Rüştü, Abdullah, Hüsrev, Refet, Süleyman, Sabri, Hulusi, Babacan Mehmet Ali, Mesud, Hüseyin, Galib, Hafız Ali, Küçük Lütfi, Zekai, Abdülbaki, Şamlı Hafız Tevfik, Yakub Cemal, vesaire...
Sikke-i Tasdik-i Gaybî - s.2083
Gavs-ı Âzamın Hizbü'l-Kur'ân'a dair
keramet-i gaybiyesidir HAŞİYE 2
Şu risale içindeki imzalarla gösterildiği gibi, hizmet-i Kur'âniyedeki arkadaşlarıma iştirakim var. Bir kısmı, benim imzam iledir. Bir kısmı onların tasvip ve istihracıyla ve tasdikleriyle olduğundan, bana ait hizmetten fazla hisseyi, onların hatırı için sükût ile kabul ettim. Yoksa, bu risalenin başında söylediğim gibi, bunda öyle bir hisse-i şerefe hakkım yoktur. On sene mukaddem, o kaside-i gaybiyeyi gördükçe bana mânevi bir ihtar gibi "Dikkat et!" diye kalbime geliyordu. O hatırayı iki cihetle dinlemiyordum:
Birincisi: Benim gibi, ehemmiyetli ömrü şan ve şeref perdesi altında hubb-u cah zehiriyle zehirlenip öldüğü için yeniden bu suretle nefs-i emmareye diğer bir şeref kapısı açmak istememekti.
İkinci cihet: Bu muannid zamanda, bedihî dâvâları ve zâhirî hüccetleri kabul etmeyenlere karşı, böyle işârât-ı gaybiye nev'inden hodfuruşâne bir tarzda izhar etmek hoşuma gitmemekti.
En nihayet, esaretimin sekizinci senesinde, en işkenceli ve en sıkıntılı bir zamanda, gayet kuvvetli bir teselli ve teşvike muhtaç olduğumuzdan bana ihtar edildi ki: Bunu, tahdis-i nimet ve bir şükr-ü mânevî nev'inden izhar et. Hem korkma, kanaat verecek derecede kuvvetlidir. Bu izharda en mühim maksadım, esrar-ı Kur'âniyeye ait olan risalelerin makbuliyetine Gavs-ı Âzamın imza basması nev'inden olduğudur. İkinci maksadım, o kudsî Üstadımın kerametini izhar etmekle, keramat-ı evliyayı inkâr eden mülhidleri iskât edip, hizmet-i Kur'âniyeye fütur verecek çok esbaba mâruz ve çok avâika hedef olan arkadaşlarımın kuvve-i mâneviyesini takviye ve şevklerini tezyid ve füturlarını izale etmek idi.
Benim için bir nevi hodfuruşluk nev'inden olduğu için ehemmiyetli zarardır. Fakat o zararımı, o kudsî Üstadım ve arkadaşlarım hatırı için kabul ettim. Şu "Keramet-i Gavsiye Risalesi" tedricen istihraç edildiği için, birkaç parça ve tetimmelere inkısam etti. Gittikçe, birbirini tenvir ve teyid ettikçe vuzuh peyda ediyor. İşaretin bazısında zaaf varsa da, sair arkadaşlarının ittifakından aldığı kuvvet o zaafı izale eder.
Şayan-ı hayret bir tefe'ül ve mühim bir ihbar-ı gaybî
Sabri, Süleyman, Bekir, Galip ve Tevfik'in fıkrasıdır. Hem Hüsrev, Hâfız Ali ve Refet ve Âsım'ın ve Kuleönünden Mustafa'ların fıkrasıdır.
Lâtif ve müjdeli bir tefe'ül: Üstad, Galip ve Süleyman, Ümmî Sinan Divanında mesleğimize ve Sözlere dair tefe'ül edildi, şu beyitler çıktı. Baktık, "Sözler" lâfzı, bütün divanında yalnız bu kafiyelerde görünüyor. Demek Sözler "hak söz," hem "nur söz" oluyor.
Derim ki yardımcım Allah,
Şefaatçım Resulullah.
Ki burhanım kitabullah,
Budur bendeki hak söz.
Senin kapında kul çoktur,
Hesabı, haddi hiç yoktur.
Ve lâkin bir dahi yoktur.
Sinan-ı Ümmî gibi nur söz.
Mühim bir ihbar-ı gaybî
Şeyh-i Geylânî'nin kendinden sekiz yüz sene sonra gayb-âşinâ gözüyle haber verdiği bir hâdise-i Kur'âniyedir.
Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın hizmetindeki kudsiyete, kerametkârane sekiz yüz küsur sene evvel "Gavs-ı Âzam" ünvanıyla bihakkın iştihar eden Kutb-u Âzam Şeyh-i Geylânî,
fıkrasıyla başlayan kasidesinin âhirinde, Mecmuatü'l-Ahzâb'ın birinci cildinin beş yüz altmış ikinci sayfasında, beş satırla, şu zamanda hizmet-i Kur'âniyedeki heyete ve başında bulunan Üstadımıza beş vecihle bakıyor ve gösteriyor. İşte o beş satır şudur:
Beşinci satırdan sonra gelen hâtime-i kaside:
İşte evvelki beş satırda, beş vecihle ve beş tevafukla şimdi hizmet-i Kur'âniyenin başında bulunanı gösteriyor.
Sikke-i Tasdik-i Gaybî - s.2084
Birinci vecih: Âhirdeki satırda ismini sarahetle haber vermekle
beraber, maişet hususunda izzet ve saadetle geçineceğini haber veriyor. Evet, hocamız,
küçüklüğünden beri fakr-i haliyle istiğnâ-yı tam ile beraber maişet hususunda en
mes'ud bir zattır.
İkinci vecih: Aynı satırın başında fıkrasıyla o müridine diyor ki:
"Vaktin Abdülkadirîsi ol." Bu
kelimatı, hesab-ı ebcedî ile üç
yüz yirmi beş eder. Üstadımızın lâkabı "Nursî" olduğu cihetle,
Nursî'nin makam-ı ebcedîsi üç yüz yirmi altı ediyor. Bir tek fark var. O tek elif'tir.
Bin mânâsında elf'e remzeder. Demek bin üç yüz yirmi beşte Şeyh-i
Geylânî'ye mensup bir zat, Şeyh-i Geylânî tarzında hakikat-ı Kur'âniyeyi müdafaa
etmeye çalışacak, hakikaten Üstadımız, bin üç yüz yirmi altı
senesinde-Hürriyetin ikinci senesi-mücahede-i mâneviyeye atılmıştır.
Üçüncü vecih: Onun iki ismi var: Said, Bediüzzaman. Bu iki ismin mecmuunun
makam-ı ebcedîsi "ez-zaman"daki şedde sayılmazsa üç yüz yirmi dokuz
ediyor. İki dal bir sayılsa, üç yüz yirmi beş, aynen deki
muhatap o olmasına işaret ediyor, belki delâlet ediyor. Eğer ez-zaman'daki okunmayan elif-lâm
sayılsa, kaideten
ye dahi bir elif-lâm dahil olmak lâzım gelir.
Çünkü tarif için, muzafun ileyh kalktıktan sonra elif-lâm lâzım gelir, o
halde dahi müsavi olurlar.
Dördüncü vecih: Bu beş satırda Hazret-i Şeyh, istikbalde bir müridine
teminat veriyor, "Korkma, sözlerini söyle" diyor. Sen şark ve garba gideceksin;
çok fitnelere ve şerlere girip, umumunda esbab-ı âdiyenin fevkinde bir tarzla
kurtularak mahfuz kalacaksın. Evet, bu hizmet-i Kur'âniye içindeki zat, hakikaten
esaretle şarka gitti. Ve yine acip bir esaretle Asya'nın garbında on dokuz sene kaldı.
Hazret-i Şeyhin dediği gibi, çok şehirleri gezdi. Mücahedesi Sözlerledir.
hükmüyle,
çekinmeyerek, Hazret-i Şeyhin dediği gibi yapmış. Yirmi sene zarfında yirmi fitne ve
mehâlik-i azîmeye düştüğü halde, bir hıfz-ı gaybî ile Hazret-i Şeyhin dediği
gibi mahfuz kalmış. Hem fevkalme'mûl, bir gurbet diyarında fevkalâde inayete
mazhariyeti o dereceye gelmiş ki, bir risale sırf o inâyâtın tâdâdında
yazılmıştır. Hazret-i Gavs'ın dediği gibi, biz onun etrafında
fıkrasının meâlini gözümüzle görüyoruz.
Beşinci vecih: Üstadımız kendisi söylüyor ki: "Ben sekiz-dokuz yaşında iken, bütün nahiyemizde ve etrafında ahali Nakşî tarikatında, ve oraca meşhur Gavs-ı Hizan namıyla bir zattan istimdat ederken, ben akrabama ve umum ahaliye muhalif olarak "Yâ Gavs-ı Geylânî" derdim. Çocukluk itibarıyla elimden bir ceviz gibi ehemmiyetsiz birşey kaybolsa, "Yâ Şeyh! Sana bir Fatiha, sen benim bu şeyimi buldur." Acaiptir ve yemin ediyorum ki, bin defa böyle Hazret-i Şeyh, himmet ve duasıyla imdadıma yetişmiş. Onun için bütün hayatımda umumiyetle Fâtiha ve ezkâr ne kadar okumuşsam, zât-ı Risaletten (a.s.m.) sonra Şeyh-i Geylânî'ye hediye ediliyordu. Ben üç-dört cihetle Nakşî iken, Kadirî meşrebi ve muhabbeti bende ihtiyarsız hükmediyordu. Fakat tarikatla iştigale ilmin meşguliyeti mâni oluyordu.
Sonra bir inayet-i İlâhiye imdadıma yetişip gafleti dağıttığı bir zamanda,
Hazret-i Şeyhin Fütuhu'l-Gayb namındaki kitabı hüsn-ü tesadüfle elime
geçmiş. Yirmi Sekizinci Mektupta beyan edildiği gibi, Hazret-i Şeyhin himmet ve
irşadıyla eski Said (r.a.) yeni Said'e inkılâp etmiş. O Fütuhu'l-Gayb'ın
tefe'ülünde en evvel şu fıkra çıktı: Yani, "Ey biçare! Sen
Darü'l-Hikmeti'l-İslâmiyede bir âzâ olmak cihetiyle güya bir hekimsin, ehl-i
İslâmın mânevi hastalıklarını tedavi ediyorsun. Halbuki, en ziyade hasta sensin.
Sen, evvel kendine tabib ara, şifa bul; sonra başkasının şifasına çalış."
İşte o vakit, o tefe'ül sırrıyla, maddî hastalığım gibi mânevî hastalığımı
da kat'iyen anladım. O şeyhime dedim: "Sen tabibim ol." Elhak, o tabibim oldu.
Fakat pek şiddetli ameliyat-ı cerrahiye yaptı. Fütuhu'l-Gayb kitabında
"Yâ gulâm!" tâbir ettiği bir talebesine pek müthiş ameliyat-ı cerrahiye
yapıyor. Ben kendimi o gulâm yerine vaz ettim. Fakat pek şiddetli hitap ediyordu:
"Eyyühe'l-münafık," "Ey dinini dünyaya satan riyakâr" diye,
diye... Yarısını ancak okuyabildim. Sonra o risaleyi terk ettim. Bir hafta bakamadım.
Fakat ameliyat-ı cerrahiyenin arkasından bir lezzet geldi; iştiyakla o mübarek eseri
acı tiryak gibi veya sulfato gibi içtim. Elhamdü lillâh, kabahatlerimi anladım,
yaralarımı hissettim, gurur bir derece kırıldı." Hocamızın sözü bitti.
İşte hocamızın bu macera-yı hayatiyesi gösteriyor ki, Hazret-i Şeyhin müteveccih olduğu ve ehemmiyetle bahsettiği ve istikbalde gelecek müridi bu olmak için kuvvetli bir ihtimaldir. Hazret-i Şeyhin vefatından sonra hayatta oldukları gibi tasarrufu ehl-i velâyetçe kabul edilen