![]() ![]() ![]() |
Sikke-i Tasdik-i Gaybî - s.2088 |
Said'in başına parmağını basıyor. Beyitlerin mânâ-yı zâhirîsi ile maani-i cifriyesi birbirine çok yakın olmakla dokuz vecihteki işaretler birbirini teyid ettiğinden, sarahat derecesine çıkmış.
İlm-i cifirle mânâsı:
"On dördüncü asırda 'el-Kürdî' lakabıyla yâdedilen Molla Said, benim müridimdir. O fitne ve belâ asrının her şer ve fitnesinden, Allah'ın izniyle ve havl-i kuvvetiyle onun muhafızıyım." Evet, Hürriyetten yirmi-otuz sene sonraya kadar, yirmi fitne-i azîme içinde fevkalâde bir surette Gavsın o müridi mahfuz kalmıştır. Korktuğu şer ve mehâlikten bir hıfz-ı gaybî ile kurtulmuştur.
İlm-i cifirle mânâsı:
"O Gavs'ın müridi olan Said el-Kürdî, Rusya'da esaretle Asya'nın şark-ı şimalîsinde ve ehl-i bid'anın eliyle Asya'nın garbına nefyolunarak kaldığı miktarca ve Sibirya taraflarından firar edip fevkalâde çok bilâdı seyr ü seyahat etmeye mecbur olduğu zaman, Allah'ın izniyle, havl ve kuvvet-i Rabbânî ile ona imdat etmişim ve istimdadına yetişmişim." Evet, Hazret-i Gavs'ın müridi ünvanıyla irade ettiği Said (r.a.), üç sene esaretle Asya'nın şark-ı şimâlîsinde mehâlik içinde mahfuz kalıp, üç-dört aylık mesafeyi firar suretiyle kat ederek çok şehirleri gezip Gavs'ın dediği gibi mahfuz kalmıştır.
İlm-i cifirle mânâsı:
"Bediüzzaman Molla Said" namıyla yâd olunan ve evrad-ı muntazamasını okuyan müridine der ki: "Benim nazmımı, yani meslek ve meşrebimi ve mücahedatımı gösteren makalâtımı söyle. Yani, nazmımdan murad, senin risalelerin ve Sözlerin ve Mektubatındır."
"Bin üç yüz otuz ikide o Sözler ile mücahedeye başla. Sen inayet-i İlâhiyenin
hıfzındasın."
Evet, ilm-i cifirle "Molla Said"i gösterdiği gibi,
zı
ile Risaletü'n-Nur'u gösterir. Ve mî ile hem Mektubatı, hem
gösterir.
"Kelimat" Sözler demektir.
bin üç yüz otuz ikiyi gösterir.
O tarih, mebde-i cihadıdır. O tarihte İşârâtü'l-İ'câz tefsirinin neşriyle
mücahedeye başlamış.
Keramet-i Gaybiye-i Gavsiyenin işârâtını teyid eden üç remiz
Birinci remiz: ilm-i cifir itibarıyla, makam-ı ebcedî hesabıyla, bin üç yüz otuz
altıyı gösterir. Demek Hazret-i Gavs, "Bu tarihte, istikbalde gelecek müridini
emr-i İlâhî ile muhafaza ederek" diyor. Evet, bu biçare Said dahi diyor: Nev-i
beşere gelen en büyük bir musibet, Harb-i Umumî hengâmında, çok tehlikelere mâruz
kaldım. Hazret-i Gavs'ın gösterdiği Arabî tarihte veya az evvel harika bir surette
kurtuldum. Hattâ bir defa, bir dakikada üç gülle öldürecek yere mukabil bana isabet
ettiği halde tesir etmediler. Bitlis'in sukutunda, bir miktar talebelerimle Rus
askerlerinin bir taburu içine düştük. Bizi sardılar, her tarafta el ele ateş edildi.
Dört tanesi müstesna, bütün arkadaşlarım şehid olduktan sonra, taburun dört
sıralarını yardık; yine onların içinde bir yere girdik. Onlar, üstümüzde,
etrafımızda sesimizi, öksürüğümüzü işittikleri halde bizi görmüyordular. Otuz
saat, o halde çamur içinde, ben yaralı iken hıfz-ı İlâhî ile istirahat-i kalb
içinde muhafaza edildim.
Bunun gibi müteaddit tehlikede Hazret-i Gavs'ın gösterdiği tarih-i Arabî itibarıyla, hakikaten bir hıfz-ı İlâhî içinde bulunduğumu hissediyordum. Demek Cenab-ı Hak o kudsî üstadımı, bir melâike-i sıyanet gibi bana muhafız kılmış.
İşte bu fıkrası, bu fakirin mühim sergüzeştlerine işaret ettiği gibi, bu
fakirin etrafında hizmet-i Kur'âniye işinde toplanan arkadaşlarımdan dokuz talebesini
ismi
ile işaret ediyor.
fıkrasında iki hüküm var. Biri şerden, diğeri fitnedendir. Demek ikincisi
ve bu
cümle
şedde sayılmazsa bin üç yüz kırk dört eder. Evet, bu tarihten şimdiye
kadar çok fitne-i mühimmeden bir himayet-i gaybî ile mahfuz kaldığımı
ilân
ediyorum.
İkinci remiz:
fıkrasında bahsettiği ve konuştuğu müridi ise, şarka esareten gittiği tarihi gösterdiği gibi, garba nefyolduğu tarihi de gösterir. Şöyle ki:
Şu fıkranın hakikî tâbiri oluyor. Demek zaman-ı esaret
de
çıkıyor.
Sikke-i Tasdik-i Gaybî - s.2089
Ve bin üç yüz otuz yedi ediyor. İşte bu fakir, o tarih-i Arabîde Rus esaretinde, tek başımla Petroğra'dan bir ay şimal-i şark tarafından firar edip, çok enva-ı mehâlik varken, Rusça bilemediğim halde, bir muhafaza-i gaybiye altında pek çok bilâdı seyr ü seyahat ettim. Tâ Varşova, Avusturya tarikiyle İstanbul'a gelip uzun bir daire-i arzda seyahat ettim. Hazret-i Gavs'ın dediği gibi, o esaret-i şarkiye ve o seyr-i bilâd-ı kesîre içinde izn-i İlâhî ile istigaseme medet görüyordum. Demek izn-i İlâhî ile Hazret-i Gavs, melek gibi bu vazifeyi duasıyla yapmış.
Amma kaydı, tarih-i Arabî olarak bin üç yüz elli bir, meşhur Rumî tarihiyle
iki sene fark var. İşte, Hazret-i Gavs'ın dediği gibi, bu fakir, tarih-i Arabî ile
bin üç yüz elli birde, şeâir-i İslâm içinde mühim tahavvülât zamanında bütün
kuvvetimle şeairin muhafazasına hizmetle mükellef olduğum halde, o mânevî
hercümerçteki fırtınalar bizi sarsmadı.
Hem
kelimesi, âhirdeki tenvin ile beraber bin iki yüz doksan iki eder ki, bu fakirin
dünyaya gelmesinden bir sene evvel; veyahut rahm-ı maderdeki tarihe işaretle beraber,
bin üç
yüz on dört eder. Bin üç yüz on dört senelerinde mevzu-u bahis olan müridi, mühim
vartadan kurtulmasına Gavs (r.a.) işaret ediyor, onun imdadına yetiştim diyor. Hayatta
olan eski talebelerim biliyorlar ki, bin üç yüz on dört, bin üç yüz on beş-on
altı senelerinde, Van kalesi ki, iki minare yüksekliğinde sırf dağ gibi bir taştan
ibarettir, eskiden kalma oda gibi bir in kapısına gidiyorduk. Ayağımdan kunduralar
kaydı, iki ayağım birden kaydı. Tehlike yüzde yüz... Başkaca nokta-i istinad
kalmadığı halde, büyük bir istinada basmış gibi üç metrelik bir kavisle o
mağaranın kapısına atılmışım. Hem ben, hem beraberimdeki orada hazır
arkadaşlarım, ecel gelmediği için sırf bir hıfz-ı İlâhî, harika bir imdad-ı
gaybî telâkki ettik.
İşte Hazret-i Gavs, madem bu kasidesinde sergüzeşt-i hayatımın mühim noktalarına işaret ediyor; elbette bu acip ve en tehlikeli bir sergüzeşt-i hayatıma şu cümlesiyle işaret ediyor denilebilir.
Elhasıl: Hazret-i Gavs'ın mezkûr kelimatları, bu fakirin tarih-i hayatımda geçen en mühim noktaları mânâsıyla ifade ettikleri gibi, hesab-ı ebced makamıyla mühim noktaların tarih-i vukularına tevafukları, elbette tesadüfî ve tesadüf işi olamaz. Sair işârâtın kuvvet-i kat'iyeti, tesadüfü muhal derecesine getirmiştir. Madem bu beş satır kasidesi bir keramettir; keramet ise, mucize gibi, Cenab-ı Hak tarafındandır, intak-ı bilhak nev'indendir, daha beyan etmediğimiz çok esrarı hâvidir; ihtiyar-ı beşer yetişemez.
... ... ... ... ... ... ... ... ... ... ... ...
Said Nursî
Lâtif bir tefe'ül
Şeyh Sa'di-i Şirâzînin Bostan'ından Sözler hakkında ben, Hâfız Hâlid, Galib, Süleyman niyet edip açtık, tefe'ül bu çıktı:
Meâli: Yani, "Gel, bak, güller bağı şeklinde hakikat gülleri açılmış. Böyle hakikat bahçesinde hiçbir bülbül, böyle şirin, hoş nağme etmemiştir. Nasıl oluyor ki, böyle bir bülbül öldükten sonra onun kemiklerinden güller açılmasın."
Bu meal, maksadımıza o kadar yakındır ki tâbire lüzum yoktur. Yalnız gülistanımız, ebedî Kur'ân cennetindendir, ondan gelmiştir.
Mehmed, Tevfik, Galip, Süleyman, Hâfız Hâlid, Said (r.a.)
Gavs, meşhur kasidesinde, sarahat derecesinde bizlerden, yani hizbü'l-Kur'ân'dan haber verdiği gibi, daha birkaç yerde, yine işârî bir tarzda haber veriyor. Ezcümle, o kasidenin arkasında Mecmuatü'l-Ahzab'ın 563'üncü sayfasında, yine o mâlûm müridinden bahsediyor ve beytinde diyor ki:
"Garpta beni çağırdığı vakit onun imdadına yetişeceğim." Evet,
doğrudur. Arabî tarihle bin üç yüz otuz dokuzda, müthiş bir burhan-ı ruhî ve
dehşetli bir heyecan-ı kalbî ve dağdağalı bir teşevvüş-ü fikrî geçirdiğim
sıralarda, pek şiddetli bir surette Hazret-i Gavs'tan istimdat eyledim. Bir-iki yerde
bahsettiğim gibi, Fütuhü'l-Gayb kitabı ile ve dua ve himmetiyle imdadıma
yetişti ve o buhranı geçirdim. İşte o müridi ise, biçare Saidü'l-Kürdî olduğunu
meşhur kasidesinde kat'î gösterdiği gibi, bu kasidede de den murad
olur. Çünkü
ebced hesabıyla bin üç yüz otuz dokuz eder. O zaman memleketime nisbeten
garb sayılan İstanbul'da idim.
makam-ı ebcedîsi zaman-ı istimdadıma tevafuk ediyor.
Sikke-i Tasdik-i Gaybî - s.2090
Hesapta lâfzı dahil olmaz. Çünkü
zamanı gösteriyor
cümlesi o
müphem zamanı tayin ediyor.
Hem ezcümle, Mecmuatü'l-Ahzab'ın ikinci cildinin 379'uncu sayfasında Hazret-i Gavs'ın "Virdü'l-İşâ" namındaki münâcâtında şu fıkra var.
İşte Gavs'ın şu fıkrası, âyetinin bir nev'i tefsiridir. Şu
küllî âyetin bir kısım efradını, altıncı asır ve on dördüncü asırda âyetin
külliyetinde dahil bir kısım efrad-ı mahsusayı irae ettiğine müteaddit emareler
var. Âyetin külliyetindeHAŞİYE
3 tevafuk sırrıyla
kelimesinde bu zamanının en büyük şakîlerinden üçüne
cifirce tevafuk etmesi, o küllî âyette bunlar dahi kasten murad olduklarına emaredir,
belki işarettir. İşte Hazret-i Gavs, bu âyetteki bu emareden, bu zamana bakmış.
Mezkûr fıkrasını küllî âyete bir nevi hususî tefsir yaparak, kasidesinde
kerametkârane bahsettiği fitne-i âhirzaman içindeki şakirtlerini görüp, o zamanın
şakîlerinin şerrinden muhafaza edildiği ve burada münâcâtında dahi o kasidenin
meâline bakıyor.
Şu fıkra-i Gavsiyede bir ima var. Buradaki "Said" lâfzında, meşhur
kasidesindeki kelimesine hafî bir işaret olduğu gibi,
fıkrasıyla,
kendisinden sonra vuku bulan ve ulûm-u İslâmiyeyi mahvetmek niyetiyle kütüphaneleri
Dicle ve Fırat nehrine atan Hülâgû felâketini haber vermekle beraber, Hülâgû gibi
ulûm-u İslâmiyeye perde çeken şakîleri dahi mezkûr âyete istinaden haber veriyor.
Evet, fıkrasıyla Hizbü'l-Kur'ân'a işaret ettiği gibi,
fıkrasıyla
ulûm-u İslâmiyeyi imha niyetiyle Hülâgû ve vüzerası gibi davranan bazı malûm
insanların isimleri ilm-i cifirce dahi mezkûr âyetin işaretine istinaden tam tevafuk
ediyor, gösteriyor.
Malûmdur ki tevafuk, ilm-i cifrin anahtarlarından mühim bir anahtardır. Eğer bir tevafuk ise, delâlet denilmez; fakat hafî bir ima olur. Eğer, iki cihet ile aynı meseleyi tevafuk gelse, imâdan remiz derecesine çıkar. Eğer, iki-üç cihetle aynı meseleye gelse işaret olur. Eğer, meâni-i elfaz işârât-ı harfiyeye münasip gelse ve işaretle bahsedilen insanların ahvali o mânâya mutabık ve muvafık olsa, o işaret o vakit delâlet derecesine çıkar. Eğer altı-yedi vecihle tevafukla beraber, mânâ-yı kelimat, işaret-i harfiyeye muvafık gelse ve mukteza-yı hâle de mutabık olsa o delâlet o vakit sarahat derecesine çıkar. İşte bu düstura binaen, Şeyh-i Geylânî o meşhur kasidesinde sarahat derecesinde Hizbü'l-Kur'ân'dan bahsettiği gibi, Virdü'l-İşâ münâcâtında dahi mezkûr âyete istinaden hizbü'l-Kur'ân'ın bir hâdimini tasrihen ve arkadaşlarını da işaret derecesinde haber veriyor.
Gavs-ı Âzamın istikbalden haber verdiği nev'inden, meşhur Şeyhülislâm Ahmed Câmi dahi İmam-ı Rabbânî (r.a.) olan Ahmed-i Farukî'den haber verdiği gibi, Celâleddin-i Rumî Nakşibendîlerden haber vermiş. Daha bu neviden çok evliyalar, vâkıa mutabık haber vermişler; fakat onların bir kısmı sarahate yakın haber vermişler. Diğer bir kısmı haberleri çendan bir derece müphem mutlaktır; fakat bahsettikleri zatlar makam sahibi ve büyük olduklarından, büyüklükleri ve taayyünleri cihetiyle o müphem ihbar-ı gaybîyi, bil'istihkak kendilerine almışlar. Meselâ, Ahmed Câmi (k.s.) demiş ki: "Her dört yüz sene başında mühim bir Ahmed gelir. Bin tarihi başındaki Ahmed en mühimidir." Yani o elfin müceddididir. İşte böyle mutlak bir surette söylediği halde, İmam-ı Rabbânînin (k.s.) büyüklüğü ve taşahhusu, o haber-i gaybîyi kat'iyen kendine almış. Hazret-i Mevlâna Celâleddin-i Rumî de (k.s.) Nakşibendîden müphem bir surette bahsetmiş; fakat Nakşîlerin büyüklüğü ve yüksekliği ve teşahhusları o haberi de bil'istihkak kendilerine almışlar.
İşte bu kerametkârâne ihbar-ı gaybî nev'inden Gavs-ı Âzam (k.s.) dahi, Hizbü'l-Kur'ân'dan işârî bir surette haber verdiği gibi, hizbü'l-Kur'ân'ın bir hadimi olan bu biçare Said'i (r.a.) iki yerde sarahaten haber veriyor. Müphem ve mutlak bırakmadığının sırrı budur ki: