“Asra andolsun.”([1]) diye
yemin ediyor Âlemlerin Rabbi Allah!.. Yaratmış olduğu “Asr”a, yani bütün zamana
yemin eden Rabbimiz Allah Teâlâ, zaman içinde işlenen olaylara dikkat
çekmektedir…
“Ayette geçen, ‘Asr’
kelimesi, Abdullah b. Abbas (r. anhuma) tarafından:
- Gündüzün bir bölümü,
Hasan el-Basrî (rh.a.) tarafından:
- Günün son yarısı,
şeklinde izah edilmişse de Taberî (rh.a.)’in de tercih ettiği görüşe göre bu
kelimeden mak
- Mutlak zaman, demektir.
Allah Teâlâ burada, zamana
yemin etmektedir. Bu ifadenin içine gündüz de, gece de girmektedir.”([2])
Üzerine yemin ederek
yarattığı zamana dikkat çeken Rabbimiz Allah, zaman içinde imtihan olunan ve
yalnızca kendisine ibadet etsinler diye yarattığı insanın,([3]) imtihanda
başarısız olup ziyanda olduğunu beyan buyurur:
“Gerçekten
insan, ziyandadır.”([4])
İslâm Milleti’nin mutlak
müctehid ulemâsından İmam Hasan el-Basrî (rh.a.) şöyle diyor:
- Cenab-ı Hakk, pazar
zamanının sona ermesinin, ticaretin ve kazancın sona erdiklerine dikkat çekmek
için işte bu vakte yemin etmiştir. Şimdi sen, bir şey kazanmadan eve girersen,
çoluk-çocuğun da etrafını sarar da, herkes kendi payına düşeni senden isterse
(ve de bunları veremezsen), o anda mahcub olur, ziyan içinde olanlardan olmuş
olursun.
İşte aynen bunun gibi, biz
de diyoruz ki, “Ve’l-Asr” yani dünyanın ömrünün ikindi zamanına yemin olsun ki,
kıyametin kopması yakındır. Halbuki sen, henüz hazırlıklı değilsin. Ve sen,
yarın, bir gün, dünyada iken, içinde bulunduğun nimetlerden, halka karşı
yaptığın muamelelerden sorgulanıp hesaba çekileceğini biliyorsun. Ve zulme
uğramış herkesin, senden alacağının takibçisi olacağını da kesin olarak
biliyorsun. O hâlde bu demektir ki sen hâsirsin.([5])
İmam Fahruddin er-Râzî
(rh.a.) de, “Tefsir-i Kebir – Mefatihu’l–Gayb” adlı meşhur tefsirinde
şunları beyan eder:
“Husr, ana sermayeyi zayi
etmek, elden çıkarmak demektir. Kişinin ana sermayesi ise, ömrüdür.
Binaenaleyh kişinin, ömrü zayi etmekten uzak durabilmesi hemen hemen
imkânsızdır. Bu, böyledir! Zirâ her an ve her dakika, daima insanın üzerinden
geçmektedir. Şimdi bu anlar ve dakikalar, insan tarafından günah için
harcanmışsa, bu kimselerin bir hüsran içinde olduğunda şübhe yoktur. Eğer bu
anlar ve dakikalar, mübah olan işlere harcanmışsa, yine hüsran söz konusudur.
Çünkü o mübah olan şeyler bittiğinde, ondan geriye hiçbir eser kalmamıştır.
Halbuki insan, bu anlar ve dakikalar içinde, eseri devamlı olacak birtakım
işler yapabilirdi. Yok eğer, o an ve dakikalar, taatla geçmiş ise, hem yaptığı
o taatın, ya da başkası bir taatın en güzel bir biçimde yapılması da mümkün
idi. Çünkü, Allah için olan huşunun mertebesi sınırsızdır. Zirâ Cenab-ı
Hakk’ın, celâl ve kahrının mertebeleri de sınırsızdır. Binaenaleyh insanın bu
konudaki bilgisi çok ve ne kadar ileri olursa, o kimsenin, Allah’a saygısı da o
nisbette ileri olur. Dolayısıyla, bu kimsenin, o taatleri yaparken Allah’a
olan tazimi de, o nisbette tam ve en mükemmel olur. Şimdi en üstünü bırakıp da,
en düşük ibadet ile yetinmek de, bir çeşit hüsrandır. Böylece insanın, bir tür
hüsrandan asla uzak kalamayacağı sabit olmuş olur.
Bil ki bu ayet, insanda
temel olanın, onun bir hüsran ve pişmanlık içinde olduğuna bir dikkat çekmek
gibidir. Bunun izahı şöyle yapılabilir:
İnsanın mutluluğu, ahireti
sevmesinde, dünyaya iltifat etmeyişindedir. Çünkü ahirete götüren sebebler
gizli, dünyayı sevmeye götüren sebebler ise, zahir ve açıktır. Bunlar, beş
duyu organları, şehvet ve gazabtır. İşte bu yüzden, insanların ekserisi, dünya
sevgisiyle meşgul olmuş, dünyayı elde etmeye kendini vermiştir. Bu yüzden de,
hep bir hüsran ve bir helâk içinde olmuşlardır.”([6])
İki imamın
açıklamalarından anlaşıldığı gibi, insanlar bir hüsran içindedirler… Özellikle
bu çağda bu hüsran, yani zarar ve ziyan meselesi, ulaşabildiği en uç noktaya
ulaşmış görünmektedir… İnsanlık âlemi, insan olmak konusunda iflâs etmiş ve
korkunç bir bunalımın içine saplanmıştır… Kendi korkunç intihar sonunu
hazırlamış, darağacındaki urganın ilmiğini boynuna geçirmiştir… Yaratılış
gayesi olan “yalnızca Allah’a kul olup ibadet etmek” gerçeğine sırt çevirmiş,
her gün ölenleri gözleriyle görüp kendi elleriyle mezara gömdüğü hâlde hiç
ölmeyecekmiş gibi dünyaya sarılmıştır… Elde etmiş olduğu dünyalığı hiçbir insan
cinsiyle paylaşmak istemediği gibi, diğerlerinin ellerinde bulunana nasıl
sahip olabileceğinin şeytanî planlarını yapmakta ve diğerlerine hain tuzaklar
kurmaktadır…
Dünyanın ve insanlık
âleminin tek ağası, tek patronu, eşsiz ve benzersiz biricik sahibi olmak
isteyen yeryüzünün süper zalim tağutlarının yaptığı zulüm ve sömürü yüzünden,
bütün insanlık âlemi zarar içine atılıverilmiştir… Müslümanı da, gayr-ı müslimi
de ziyan içindedir… Özellikle cahiliyye kültürünün ve zalim tağutların egemen
olduğu işgal edilmiş İslâm topraklarındaki hayat, bir zillet, bir hüsran
hayatıdır!.. Sanki fetih öncesi Mekke’nin durumu gibi… Şirkin, küfrün ve cahiliyyenin
egemen olduğu, putçuların hevalarının ilâhlaştığı ve öylece yönetilen Mekke!..
Yönetimi, ekonomisi, ticareti, hukuku ve sosyal hayatı, şirk ideolojisinin
ilkeleriyle gerçekleştirilen Mek-ke’de, başta Rasulullah (s.a.s.) olması üzere
iman etmiş muvahhid mü’minler, müşrik ve zalim egemen tağutlar tarafından en
korkunç işkencelere tabi tutuluyorlardı!..
Hüsrana uğrayan bu
müstekbir zalimler, onlar gibi olmak istemeyenlere zulüm ediyor, hayatı
kendilerine zindan hâline getiriyorlardı… Şirk ve cahiliyye toplumlarının
içinde mü’min ve müslüman olup bütün pisliklerden temizlenmek isteyenlere
tahammül etmiyor ve razı olmu-yorlardı… Ya kendilerine döndürecek, ya
öldürecek, ya da terk-i diyâr edeceklerdi… Çünkü şirkle, küfürle, cahiliyye
adetleriyle ve her türlü isyan ile kirletmiş oldukları toplumlarında,
muvahhid, mü’min, müslüman, muttaki, ilim sahibi ve temiz–güzel
ahlâklı şahsiyetler istemiyorlardı… Lut (a.s.)’ın kâfir ve müşrik kavmi gibi…
“Hani Lut da, kavmine
şöyle demişti: ‘Sizden önce âlemlerden hiç kimsenin yapmadığı
hayasız–çirkinliği mi yapıyorsunuz?
Gerçekten siz, kadınları
bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Doğrusu siz, ölçüyü aşan (azgın)
bir kavim-siniz.’
Kavminin cevabı: ‘Yurdunuzdan sürüp
çıkarın bunları, çünkü bunlar, çokça temizlenen (fuhuştan arınan–eşcinsellikten
kaçınan) insanlarmış!’ demekten başka olmadı.”([7])
“Lut da, hani kavmine
demişti ki: 'Siz, açıkca gördüğünüz hâlde, yine de o çirkin utanmazlığı
yapacak mısınız?
Siz, gerçekten kadınları
bırakıp şehvetle erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Hayır, siz (yaptığı şeyi)
bilmeyen bir kavimsiniz.'
Kavminin cevabı: 'Lut
ailesini şehrimizden sürüp çıkarın, temiz kalmak isteyen insanlarmış.'
demekten başka olmadı."([8])
Tek başına bir ümmet olan([9]) ve İslâm Milleti'nin
atası([10])
İbrahim (a.s.)'ın müşrik, kâfir ve azgın kavmi gibi...
“(İbrahim, Kavmine)
dedi ki: 'O hâlde Allah'ı bırakıp da sizlere yararı olmayan ve zararı
dokunmayan şeylere mi tapıyorsunuz?
Yuh size ve Allah'dan
başka taptıklarınıza. Siz, yine de akıllanmayacak mısınız?'
Dediler ki: ‘Eğer (bir
şey) yapacaksanız, onu yakın ve ilâhlarınıza yardımda bulunun.”([11])
“Bunun üzerine kavminin
(İbrahim’e) cevabı yalnızca: ‘Onu öldürün, ya da yakın’ demek oldu. Böylece
Allah onu, ateşten kurtardı. Şübhesiz bunda, iman eden bir kavim için ayetler
vardır.”([12])
Kendilerinden birisi olanı
başlarına kral yaptıktan sonra onun şirk ve küfür olan yasalarına itaat etmekle
ona tapınıp ilâh ve rab kabul eden müşrik Mısır halkı ile başlarındaki
Fir’avn gibi, yani Musa (a.s.)’ın kâfir kavmi gibi...
“Fir’avn
dedi ki: ‘Âlemlerin Rabbi nedir?’
(Musa) dedi ki: ‘Göklerin,
yerin ve bu ikisi arasında olan her şeyin Rabbidir. Eğer kesin bilgiyle
inanıyorsanız (böyledir).’
Çevresindekilere dedi ki:
‘İşitiyor musunuz?’
(Musa) dedi ki: ‘O, sizin de Rabbiniz,
geçmişteki atalarınızın da Rabbidir.’
(Fir’avn) dedi ki:
‘Şübhesiz size gönderilmiş bulunan elçiniz, gerçekten bir delidir.’
(Musa): ‘Eğer aklınızı
kullanıyorsanız, O, doğunun da, batının da ve bunlar arasında olan her şeyin
de Rabbidir.’
dedi.
(Fir’avn) dedi ki: ‘Andolsun, benim
dışımda bir ilâh edinecek olursan, seni mutlaka hapse atacağım.”([13])
“Fir’avn
dedi ki: ‘Bırakın beni, Musa’ya öldüreyim de o (gitsin) Rabbine yalvarıp
yakarsın. Çünkü ben, sizin dininizi değiştirmesinden, ya da yeryüzünde fe
Musa dedi ki: ‘Gerçekten
ben, hesab gününe iman etmeyen her mütekebbirden, benim de Rabbim, sizin de
Rabbinize sığınırım.”([14])
İşte hüsrana uğramış
kavimlerin, kendilerini hüsrandan kurtulmaya davet eden ve onların kurtuluşu
için çalışan Allah’ın Rasul ve Nebîlerine karşı tavırları böyle idi... Bugün
işgal edilmiş İslâm topraklarında esaret altında yaşayan muvahhid mü’minler,
Rasullerin izi üzere yürümeye ve onlar gibi davranmaya çalışırken, işgalci
zalimler tarafından aynı tepki ile karşılaşıyorlar... Yine tehdid, yine zulüm,
yine zindan, yine işkence, yine sürgün ve yine ölüm!.. Ya ferd ferd, ya da
topluca öldürülmeler, yani şehadet!..
Küfür ve şirk cephesinde
değişen bir şey yok!.. Ve küfür, tek millettir!..
Küfür, şirk ve zulüm
cephesinde olanlar, tarih boyu ziyan içinde olmuşlardır, çağımızda bu
hüsranları devam etmektedir... Zararları, yalnızca kendilerine değil, hadlerini
aştıklarından dolayı bütün insanlık âlemine zarar vermektedirler... Madde
planında süper bir güce sahib oldukları ve dünya patronluğunda egemen
bulundukları için, esaretlerinde bulunan sömürdükleri ülkeleri ve halkları da
beraberlerinde hüsran içinde sürüklemektedirler!.. Kendilerini yaktıkları
gibi, başkalarını da yakmaktadırlar... Bundan dolayı yangının alanı çok geniş,
alevi çok yüksek ve ateşi çok yakıcıdır...
Yegâne Rabbimiz Allah,
hüsran içinde olanların içine düştükleri bu korkunç durumun sebeblerini şöyle
beyan buyurur:
“Kim Allah’ı bırakıp da
şeytanı dost (veli) edinirse, kuşkusuz o, apaçık bir hüsrana uğramıştır.”([15])
“Allah’a kavuşmayı
yalan sayanlar, doğrusu hüsrana uğramışlardır. Öyle ki, saat (kıyamet günü)
apansız onlara geliverince, günahlarını sırtlarına yüklenerek: ‘Onda (dünyada)
sorumsuzca yaptıklarımızdan dolayı yazıklar olsun bize.’ derler. Dikkat edin! O
işleyip yüklendikleri ne kötüdür.”([16])
“Ayetlerimizi
ve ahirete kavuşmayı yalanlayanlar, onların amelleri boşa çıkmıştır. Onlar,
yaptıklarından başkasıyla mı cezalandırılacaklardı?”([17])
“De ki: ‘Davranış
(ameller) bakımından en çok hüsrana uğrayacak olanları size haber vereyim mi?
Onların dünya hayatındaki
bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar.’
İşte onlar, Rabblerinin
ayetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr edenlerdir. Artık onların yapıp ettikleri
boşa çıkmıştır. Kıyamet gününde onlar için bir tartı tutmayacağız.
İşte, inkâr etmeleri,
ayetlerimi ve Rasullerimi alay konusu edinmelerinden dolayı onların cezası
cehennemdir.”([18])
“İnsanlardan
kimi, Allah’a bir ucundan ibadet eder. Eğer kendisine bir hayır dokunursa,
bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isabet edecek olursa, yüzü
üstü dönüverir. O, dünyayı kaybetmiştir, ahireti de. İşte bu, apaçık bir
kayıbtır.”([19])
İmam Kurtubî (rh.a.),
tefsirinde şunları beyan eder:
“Yüce Allah’ın: ‘Kim
Allah’ı bırakır da, şeytanı veli edinirse, yani, kim Allah’ın emrini
bırakıp şeytana itaat ederse, ‘şübhesiz o, apaçık bir zarara uğramış
demektir.’ Yani, şeytana, Allah’ın hakkı olan bir şeyi vermek ve şeytan dolayısıyla
Allah’a itaati terk etmek suretiyle kendisini zarara sokmuş ve aldatmış olur.”([20])
Şeytan, hem cinlerden
olur, hem de insanlardan...([21]) Allah’a
ait olan herhangi bir hakkı, cinlerden veya insanlardan şeytanlaşmış olanlara
vermek ve bundan dolayı Allah’a itaat etmeyi terk edip o şeytanlaşmış tağuta
itaat etmek, apaçık bir hüsrandır... Günümüz dünyasına bakıldığı zaman, bu
hüsran hâli apaçık görülecektir... Yeryüzüne ve insanlık âlemine egemen olan
güçlere dikkat edildiğinde Allah’ın insan kulları, Allah’ın hükümlerini bir
yana bırakmış ve kulları üzerinde yegâne hüküm koyucu Allah’ın bu
hakkını,([22])
insanlara vermişlerdir... Böylece Allah’a itaatı terk edip, onlara itaat etmiş,
gerek ferdî hayatı, gerekse sosyal hayatı
onların
hevalarına göre koydukları hükümlere tabi olarak düzenlemişlerdir...
Fir’avn’ın ve Nemrud’un egemen olduğu toplumlarda işlenen zulüm ve sömürü,
bundan başkası değildi... O toplumlar, cahilî olan bütün anlayışları
yükseltmiş ve hayata hakim kılmışlardı... Allah’ın Rasulleri olan İbrahim
(a.s.) ve Musa (a.s.)’ın, yegâne Rabbleri olan Allah’dan getirdikleri hükümleri
reddetmiş, hüküm koyma hakkını Fir’avn ve Nemrud’a vermiş ve onların ilâhlaştırdıkları
hevalarından ortaya koymuş oldukları hükümlere tabi olmuşlardı...
Cahilî toplumlarda insan,
ilâhlaştırılmış ve rableştiril-miştir... İnsan, insanın kulu ve insan, insanın
ilâhı olmuş-tur... İnsan, insanı rab edinmiştir... İnsan, insana tapınmış ve
insan, insanı kul etmiştir... İnsan, kendisini yaratan ve yegâne Rabbi olan
Allah’a kul olmayı, yani O’nun emirle-rine itaat edip hayatını Allah’ın
hükümlerine göre düzenle-meyi terk edib bir yana bırakınca, kendisi gibi bir
insanı ilâhlık ve rablik makamına oturtmuş, onun emirlerine itaat edip,
hayatını bu emirlere göre düzenlemiştir... Kula, kul olmuştur...
Yegâne hayat nizamı olan
İslâm, insanı, kula kul olmaktan kurtarıp, yegâne Rabbi Allah’a kul yapmak ve
böylece yaratılış gayesine uygun bir hâle getirmek üzere inzâl edilmiştir...
İslâm’ın gayesi, yeryüzünün halifesi olarak yaratılan insanı,([23]) içine
düştüğü bu “Esfeli’s-sâfilin” den kurtarıp yine fıtratına uygun olan
“Ahseni’t-takvim”e ulaştırmaktır([24])...
Bundan dolayı Rabbimiz
Allah şöyle buyurur:
“De ki: ‘Ey Kitab Ehli,
bizimle sizin aranızda müşterek (olan) bir kelimeye (Tevhid’e) gelin. Allah’dan
başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı
bırakıp bir kısmımız (diğer) bir kısmımızı rabler edinmeyelim.’ Eğer yine yüz
çevirirlerse, deyin ki: ‘Şahid olun, biz gerçekten müslümanlarız.”([25])
Şu tarihî olay da,
muvahhid mü’minlerin, yegâne Rabbleri Allah Teâlâ’nın bu emrini nasıl ciddî bir
şekilde uyguladığının apaçık bir delilidir:
“Sa’d (b. Ebi Vakkas),
Rüstem’in talebi üzerine ikinci elçi olarak Rib’i b. Amir’i gönderdi. Rib’i,
Rüstem’in makamına girdi. Meclisini, altın işlemeli halılar ve ipek minderlerle
döşeyip süslemişlerdi. Kıymetli yakut ve incileri, muazzam süsleri
sergilemişlerdi. Üzerinde tacı ve diğer kıymetli eşyaları vardı. Altından bir
taht üzerinde oturmuştu.
Rib’i ise, eski elbiseler
giymiş olarak makama girdi. Amma üzerinde kılıcı ve kalkanı vardı. Kısa boylu
bir ata binmişti. Makama yaklaşıp atının toynağı halının ucuna basıncaya kadar
at üzerinde durdu. Sonra indi. Atını, oradaki minderlerin dayalı olduğu
yerlerden birine bağladı. Üzerinde silahı, zırhı ve başında miğferi olduğu
hâlde Rüs-tem’e yöneldi.
Muhafızlar, ona:
- Silahını indir,
dedilerse de,
O:
- Ben, size gelmedim. Siz,
beni çağırdığınız için geldim. Bu şekilde içeri girmemi kabul ederseniz ne âlâ,
yoksa geri dönerim, dedi.
Rüstem:
- İçeri girmesine izin
verin, dedi.
Bunun üzerine o da,
mızrağına dayanarak Rüstem’in tahtına doğru yürüdü.
Ona:
- Sizi, buralara kadar
getiren sebeb nedir? diye sordular.
O da, şöyle cevab verdi:
- Cenab-ı Allah, bizi
gönderdi ki, O’nun dilediği kimseleri, kullara kulluk etmekten kurtarıp
Allah’a kul yapalım. O kimseleri, dünya sıkıntısından kurtarıp genişliğe kavuşturalım.
(Batıl) dinlerin zulüm ve baskısından kurtarıp İslâm’ın adaletine
kavuşturalım. Cenab-ı Allah bizi, kendisine imana davet edelim diye, dini ile
yaratıklarına gönderdi. Bu dini kabul
eden kimsenin durumunu kabulleniriz ve kendisine dokunmadan geri döneriz. Amma
bu dini kabul etmeyen kimselerle, Allah’ın va’dini gerçekleştirinceye kadar
savaşırız.
- Allah’ın size va’dettiği
şey nedir?
- Cennettir. İmana
gelmeyen kimselerle savaşarak ölen kimse için cennet vardır. Hayatta kalan
gaziler için ise, zafer vardır.”([26])
İşte, yegâne hayat nizamı
İslâm’ın gayesi ve işte, Allah’dan başka bütün ilâhlaştırılan tağutları
reddeden, yalnızca Allah’a kul olan muvahhid mü’minlerin vazifesi!.. Bu gaye
ve bu vazife, ilk gündeme geldiği günden kıyamete kadar aynı gaye ve aynı
vazifedir... Asırların geçmesi, çağların değişmesi, bu gaye ve bu vazifeden
hiçbir şeyi değiş-tirmez... Bu gaye ve bu vazife, gündeme geldiği an kadar
taze ve canlıdır... İlk günkü kadar güçlü, hareketli ve bereketlidir!..
Her biri, Hak Din olan
İslâm’ın yerine geçip Allah’ın kullarına egemen olmak isteyen batıl, beşerî ve
tağutî ideolojilerin zulüm ve baskılarından insanlık âleminin nasıl
kurtulacağının yolunu ve programını beyan buyurmuştur Allah Teâlâ... Cahiliyye
hükümleriyle düzenlenen hayatın, bu hüsrandan nasıl kurtulup İslâm’ın adalet
nizamına kavuşacağının yolu ve programı, yegâne Rabbimiz Allah Teâlâ’nın
emirlerine ve O’nun, insan kullarına hidayet rehberi olarak vazifeli kılıp
gönderdiği Rasulullah Muhammed (s.a.s.)’in Sünneti’ne sarılıp itaat etmektir!..
Asra yemin ederek,
insanların zarar ve ziyan içinde olduklarını beyan buyuran Rabbimiz Allah, bu
hüsrandan kurtulmuş olan kullarının vasıflarını şöyle beyan buyurur:
“Ancak iman edip salih
amellerde bulunanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı
tavsiye edenler başka.”([27])
Ayet-i Kerime’de beyan
edilen dört vasfı üzerlerinde bulunduranlar, yani muvahhid mü’minler,
hüsrandan, zarar ve ziyandan kurtulmuşlardır... Bu muvahhid mü’min-ler, bu
muttaki müslümanlar, Tevhid’in nuruyla ihya olmuş, İslâm’ın şerefli ve izzeti
ile şereflenip izzet bulmuşlar-dır... İhya olan bu mü’min müslümanların
herbiri birer in-san-ı kâmil olmuşlardır... İnsan-ı kâmil, mü’min-i kâmil
demektir...
İşte bu ihya olmuş
muvahhid şahsiyetlerin, diğer insanların hidayet bulmasına vesile olmaları
ve onları ihya etmeleri gerekir... Bu, onların kaçınılmaz ve ertelenmez a-nın
vacibi olan vazifeleridir...
Katıksız iman sahibi olan
muvahhid mü’minler, imanlarının gereği olan salih amelleri gereği gibi
işlerler... Birbirlerine hak olanı ve Hakk’dan geleni tavsiye eder, hak ola-nı
hayatında yaşamaya gayret ederken önüne çıkan bütün engelleri aşmak için
direnmeyi, çalışmayı, çabalamayı, yani sabrı tavsiye ederler... Bu konuda
birbirleriyle tavsiyeleş-tikleri gibi, bütün imkânlarınca yardımlaşmaya da gayret
ederler...
Ubeydullah b. Hıns (rh.a.)
diyor ki:
- Rasulullah (s.a.s.)’in
sahabîlerinden iki kişi karşılaşınca biri, diğerine Asr Sûresi’ni sonuna kadar
okumadan ayrılmazlardı. (Sûre bitince) biri, diğerine selâm verir ayrılırlardı.([28])
Yeryüzünün en hayırlı
nesli olan Ashab-ı Kiram’ın (Allah cümlesinden razı olsun) tavrı böyle idi...
Onlardan sonra gelen, ihya erleri olan muvahhid mü’minlerin de tav-rı böyle
olmalıdır!.. Birbirlerine vazifelerini hatırlatan ta-vır!..
[1]) Asr, 103/1.
[2]) Ebu
Cafer Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Taberî Tefsiri, Çev. Hasan Karakaya – Kerim
Aytekin, İst. 1996, C.9, Sh.217.
[3]) Bkz.
Zariyat, 51/56.
[4]) Asr, 103/2.
[5]) Fahruddin er-Râzî, Tefsir-i Kebir-Mefâtihu’l-Gayb, Çev. Prof.Dr.
Suat Yıldırım, Vdğ. Ank. 1995, C.23, Sh. 389.
[6]) Fahruddin er-Râzî, A.g.e. C.23, Sh. 393-394.
[7]) A’râf, 7/80-82.
[8]) Neml, 27/54-56.
[9]) Bkz.
Nahl, 16/120.
[10]) Bkz. Hacc, 22/78.
[11]) Enbiya, 21/66-68.
[12]) Ankebut, 29/24.
[13]) Şuara, 26/23-29.
[14]) Mü’min, 40/26-27.
[15]) Nisa, 4/119.
[16]) En’âm, 6/31.
[17]) A’râf, 7/147.
[18]) Kehf, 18/103-106.
[19]) Hacc, 22/11.
[20]) İmam Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’ân, Çev. M. Beşir Eryarsoy,
İst. 1998, C.5, Sh. 492.
[21]) Bkz. Nas, 114/6.
[22]) Bkz.
Yusuf, 12/40 ve 67. En’âm, 6/57 ve 62.
[23]) Bkz. Bakara, 2/30.
[24]) Bkz. Tin, 95/4-5.
[25]) Âl-i İmrân, 3/64.
[26]) İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye – Büyük İslâm Tarihi, Çev.
Mehmet Keskin, İst. 1994, C.7, Sh.
67-68.
İbnü’l-Esir,
el-Kâmil Fi’t-Tarih – İslâm Tarihi, Çev. M. Beşir Eryarsoy, İst. 1985, C.2, Sh.
425.
[27]) Asr, 103/3.
[28]) et-Taberî, A.g.e., C. 9, Sh. 217.
İbn
Kesir, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, Çev. Dr. Bekir Karlığa-Dr. Bedrettin
Çetiner, İst. 1993, C.15, Sh. 8589. Taberânî’den.
Elmalılı M. Hamdi Yazır,
Hak Dini Kur’ân Dili, İst. 1997 (Yenda Yayınları), C. 9, Sh. 266. Taberânî,
Mu’cemu’l-Evsat ve Beyhakî, Şuabu’l-İman’dan.