İnsanı ihya hareketi,
hangi çağda, hangi zamanda, hangi mekânda, hangi toplum ve hangi şartlarda
olursa olsun, Rabbimiz Allah ve önderimiz Rasulullah (s.a.s.) tarafından usûlü
belirlenmiş bir harekettir... Nasıl yapılacağı ve hangi şartlarda
gerçekleştirileceği beyan olunmuştur... Gerek mü’min müslümanların ihyası,
gerekse gayr-ı müslim-lerin İslâm’a davet olunarak ihya edilmesi, belli bir
usûl, yani metod ile gündeme gelmelidir... Meşru hedef için, meşru usûl
şarttır...
Rabbimiz Allah, gayr-ı
İslâmî ve şirkin egemen olduğu bir ortamda, gerek egemen tağutlara, gerekse
onlara kanmış olan insanlara, İslâm’ın nasıl tebliğ edilip davet edileceğine
dair, Rasulullah (s.a.s.) örneğini beyan buyurmuştur... İhya erleri olan
muvahhid mü’minler, yegâne önderleri Rasulullah (s.a.s.) ve örnek olarak beyan
edilen diğer Rasullerin kullandığı usûl ile hareket etmelidirler... İnsan
unsuru değişmediğine göre, onun ihya usûlü de değişmez... İnsan, aynı insan,
usûl, aynı usûldür... Dünyanın neresinde olursa olsun ve hangi toplumda
bulunursa bulunsun, insanı ihya usûlünün temel ilkeleri değişmez... Ancak bu
ilke-ler, ihya erleri tarafından zamana, mekâna ve bölge insanı-na göre takdim
ve tehir ile uygulama sahasına konulabilir... Bu, İslâmî ihya ilkelerinin
değiştirilmesi değil, değişmez il-kelerin zaman, mekân ve insan durumuna göre
uygulanı-şıdır...
Rabbimiz Allah, kendisi
için seçip risalet vazifesiyle vazifelendirdiği ve egemen olduğu bölgede
azgınlık yapan tağut Fir’avn’a gönderdiği Rasulü Musa (a.s.)’a şöyle buyurmaktadır:
“Seni,
kendim için seçtim.
Sen ve kardeşin
ayetlerimle gidin ve Beni zikretmede gevşek davranmayın.
İkiniz Fir’avn’a gidin,
çünkü o, azmış bulunmaktadır.
Ona, yumuşak söz söyleyin.
Umulur ki, o, öğüt alıp-düşünür, ya da içi titrer-korkar.”([1])
Bu emir, şöyle uygulanır
mü’minlerce:
1) Her biri Allah
Teâlâ’nın bir velisi olan ihya erleri muvahhid mü’minler,([2])
insanları Allah’a davet ederken, Allah’ın ayetleriyle hareket ederler ve Allah
ile rabıtaları sımsıkıdır... Devamlı Allah’ı anar, her an O’nun huzurunda
olduklarının farkına varır, her hâl ve hareketlerinin Allah tarafından
görüldüğünü unutmadan ona göre davranırlar... Bu konuda gevşek davranmaz ve
üzerlerine düşen va-zifelerini hakkıyla yapmaya çalışırlar...
2) Onlar, İslâm’ı
kendilerine tebliğ edip Allah’a davet ettikleri insanlara karşı emrolundukları
gibi yumuşak davranır ve onların seviyelerine göre kendilerine yumuşak söz
söylerler... Onların akıllarının erebildiği konuları örneklerle izah etmeye
gayret ederler... Böylece, inşallah, onların hidayetlerine vesile olmaya
çalışırlar...
3) Muttaki mü’minler,
şahıslarında ve ailelerinde İslâm’ı yaşayarak temsil ederken, bilerek
insanlara nasihat edip onları İslâm’a davet ederler... Hem hâlleriyle, hem de
dilleriyle insanları ihya etmeye ve onlara örnek olmaya çalışırlar...
Şöyle buyurur Rabbimiz
Allah:
“Artık
sen, öğüt verip hatırlat. Sen, ancak bir öğüt verici, bir hatırlatıcısın.
Onlara, zor ve baskı
kullanacak değilsin.”([3])
Özellikle cahiliyye
toplumlarında muhatabları olan insanlara yumuşak bir lisanla öğüt veren,
onlara doğruları anlatıp kurtuluş yolunu gösteren ve haliyle onlara örnek olan
mü’min müslümanlar, davet ettiği kişilerin akıllarının alabildiği şeyleri
söylemelidirler... Muhatab edindiği insanların sosyal konumlarını, zekâ
durumlarını ve bilgi seviyelerini iyi hesab etmelidirler... Eğer bunları iyi
hesab etmez ve dengeyi sağlayamazlarsa, büyük yanlışlıklara sebeb olur ve
davetleri karşılık bulmaz... Umduklarının tam tersine bir durumla karşı karşıya
kalır, tasdik beklerken reddolunur-lar...
Emirü’l-mü’minin İmam Ali
b. Ebi Talib (r.a.), bu konuda şunları söylemiştir:
- İnsanlara,
anlayabilecekleri şeyler söyleyin. Siz, Allah ve Rasulü’nün tekzib olunmasını
arzû eder misiniz?([4])
Abdullah İbn Mes’ud (r.a.)
ise, şöyle demiştir:
- Eğer bir kavme,
akıllarının eremeyeceği bir hadis riva-yet edersen, o hadis, onların bazısı
için ancak bir fitne o-lur.([5])
“Rasulullah (s.a.s.) bize,
insanlara derecelerine göre yer vermemizi emir buyurdu.”([6]) diyen
mü’minlerin annesi Aişe (r.anha), Rasulullah (s.a.s.)’in şöyle buyurduğunu rivayet
eder:
“İnsanlara, mevkiine göre
muamele edin!”([7])
İnsanlar, anlayış ve
kavrayış bakımından derece derecedirler... Toplum içinde, değer, yetki ve etki
yönüyle de derece derecedirler... Kendilerine muhatab olunurken bu derece
farkını da göz önünde bulundurmak gerekir...
Rabbimiz Allah şöyle
buyurur:
“Biz,
dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Ve her bilgi sahibinin üstünde daha iyi
bir bilen vardır.”([8])
İnsanı ihya vazifesini
yüklenen muvahhid şahsiyetin, içinde yaşadığı toplumun tarihini, sosyal yapısını,
yönetimini, ekonomisini, hukukunu, örf ve adetlerini iyi bilmesi lâzım...
Ayrıca muhatab edindiği kitleyi iyi tanıması gerek... Kişilerin, psikolojik ve
sosyolojik durumlarını çok iyi tesbit etmelidir... Onların inançlarını,
fikirlerini, hedeflerini ve metodlarını bilmeli, ona göre davranmalıdır...
Köylüsün-den şehirlisine, işçisinden işverenine, tahsil görmüş diplo-malısından
okuma-yazma bilmeyenine, yönetenden yöneti-lenine, zengininden fakirine,
üreticisinden tüketicisine ve yediden yetmişine toplumda yaşayan insanlarla
karşılaşacağı için, onları tanımadan, isteklerini bilmeden kendilerine
muhatab olamaz... Bundan dolayı toplumda yaşayanlar hakkında bilgi sahibi
olmalıdır... Onları tanıyarak kendileri-ne muhatab olursa, onların huyunu, suyunu
bilirse, davet işi çok daha kolay olur...
İhya erlerinin önderi
Rasulullah (s.a.s.), içinde yaşadığı toplumu ve muhatab olduğu insanları çok
iyi tanıdığı için bazı işlerin yapılmasını zamana bırakarak ertelemişti...
Za-man içinde insanlar olgunlaşırlar ve kabul etme konusunda zorlandıkları
bazı işleri kolayca kabullenir, onları yapmaya başlarlar... Bunun için çok
sabretmek ve acele etmemek gerekir...
Ümmü’l-mü’minin Aişe
(r.anha)’nın rivayetiyle Rasu-lullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Ya Aişe, senin kavmin,
cahiliyyet devrine zamanca yakın (küfürden ayrılması yeni) olmasaydı ben,
Beyt’in (Kâbe’nin) yıkılmasını emrederdim. O da yıkılırdı. Sonra Beyt’ten
dışarıda bırakılan Hicr’i Beyt’e katar ve kapısını da yere yapışık yapardım. Birde Beyt’e bir şark
tarafında, öbürü de garp tarafında olmak üzere iki tane kapı koydururdum. Bu
sûretle de Beyt’i, İbrahim Peygamber’in temeline ulaştırmış olurdum.”([9])
Ferde ve topluma beyan
edilecek şeyler, onların olgunluğu ölçüsünde olmalıdır... Hakikat ve ilim
asla gizlenmemelidir, fakat
Enes b. Malik (r.a.)
anlatıyor:
Muaz b. Cebel, deve
üstünde Rasulullah’ın terkisinde iken, Rasulullah (s.a.s.):
“Ya Muaz İbn Cebel!” diye
seslendi.
Muaz:
- Lebbeyk ya Rasulullah ve
sa’deyk, dedi.
Rasulullah (s.a.s.) yine:
“ Ya Muaz!” diye çağırdı.
Muaz:
- Lebbeyk ya
Rasulullah ve sa’deyk, dedi.
Bu, üç kere vaki oldu.
Üçüncüde Rasulullah:
“Hiç kimse yoktur ki,
kalbinden tasdik ederek Allah’dan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in
Rasulullah oldu-ğuna şahadet etsin de Allah onu, ateşe haram etmesin, bu-yurdu.
Muaz:
- Ya Rasulullah, bunu,
insanlara haber vereyim de sevinsinler mi? dedi.
Rasulullah (s.a.s.) :
“Haber verdiğin takdirde
buna güvenirler.” buyurdu.
Muaz İbn Cebel, bunu,
ölümüne yakın, günahtan kurtulmak için haber verdi.([10])
Abdullah İbn Abbas
(r.anhuma)’nın rivayet etmiş oldu-ğu hadiste Rasulullah (s.a.s.), Muaz İbn
Cebel (r.a.)’ı Ye-men’e valî gönderdiğinde, insanları İslâm’a davet ederken
önem sırasına göre nelerden başlayacağını beyan buyurmuştu...
Şöyle buyurdu Rasulullah
(s.a.s.):
“(Ya Muaz,) şimdi sen,
Kitab Ehli olan bir kavmin üzerine valî gidiyorsun. Oraya vardığında ilk
vazifen: Yemenlileri Yüce Allah’a birleyip Tevhid etmeye çağırmak, olsun.
Allah’ın birliğini
tanıdıkları zaman onlara, Allah’ın kendilerine gece ve gündüzleri içinde
üzerlerine beş vakit namaz farz kılmış olduğunu haber ver.
Namaz kılmaya başladıklarında
Allah’ın kendilerine mallarının zekatını farz kılmış olduğunu ve bu zekatlarının,
zenginlerinden alınıp fakirlerine verileceğini haber ver.”([11])
İslâm davetçisinin
muhatabları, önce Tevhid’e davet edilmelidirler... İman konusu, kendilerine
bütün yönleriyle izah edildikten ve onlar tarafından katıksız bir şekilde kabul
edildikten sonra amelî konular beyan edilmeye çalışılır... Her türlü şirk ve
küfürü reddedip terk ederek iman edenler, ibadet konusunda hiç zorlanmazlar...
Namaz kılmak, zekat vermek, oruç tutmak, hacca gitmek, Allah yolunda
Şöyle buyuruyor Rabbimiz
Allah:
“Onlar
da şirk koşsalardı, elbette bütün yapıp ettikleri onlar adına boşa çıkmış
olurdu.”([13])
“Andolsun,
sana ve senden öncekilere vahyolundu (ki): Eğer şirk koşacak olursan, şübhesiz
amellerin boşa çıkacak ve elbette sen, hüsrana uğrayanlardan olacaksın.”([14])
İslâm’ı, hayat nizamı
olarak reddeden ve onun yerine hayata egemen olmak isteyen bütün tağutî
ideolojiler, felsefeler ve düzenler, şirk ve küfür üzere kurulmuşlardır...
Onlara tabi olup benimsemek, destek olup ayakta kalmalarını sağlamak, onların
şirk ve küfürlerine ortak olmaktır...
İhya erleri olan muttaki
mü’minler, insanları ilk önce şirk ve küfürden kurtarıp uzaklaştıracak sonra
onlara salih amelleri izah edip, yapmalarına yardımcı olacaktır... Bunları
yapmaya çalışırken, ferdin ve toplumun durumunu göz önünde bulundurarak
kolaydan başlayacaklardır...
Helâl ve caiz olan iki
şeyin en kolayını öne alacak ve önce onun, insanlar tarafından kabul edilmesini
sağlayacaklar... Müjde verici olacak, baskı yaparak nefret ettirici
olmayacaklar... Ve İslâm davetçileri, kendi aralarında uzlaşacak, çok sıkı bir
uyum sağlayıp birlikte hareket edecekler... Onların, ihtilaf etmeleri,
birbirlerine aykırı davranmaları, ihya hareketini başarısızlığa uğratır...
Ebu Bürde (r.a.)
anlatıyor:
Rasulullah (s.a.s.), Ebu
Said’in dedesi Ebu Musa ile Muaz (b. Cebel)’i Yemen’e gönderip:
“Her ikiniz de
kolaylaştırın, zorlaştırmayın, müjdeleyin, nefret ettirmeyin ve ikiniz de
hükümde birbirinize uygun olun (uyuşun ve ihtilaf etmeyin).” buyurdu.([15])
Bu hadis-i şerif’in
şerhinde şunlar beyan edilmiştir:
“Hadis-i şerif, Cevamiu’l-kelimdendir. Rasulullah (s.a.s.)’in, sözü az,
mânâsı çok olan hadislerine “Cevamiu’l-kelim” denildiğini evvelce görmüştük. Bu
hâl, O’na mahsus bir lütfu ilâhîdir.
Bu hadisin
Cevamiu’l-kelimden sayılması, bütün dün-ya ve ahiret hayırlarına şâmil
olduğundandır. Zira dünya amel yeri, ahiret de ceza diyarıdır. İşte Peygamber
(s.a.s.) burada, dünyaya aid işlerde insanlara kolaylık gösterilme-sini,
ahiret umuru hususunda da hayırlı va’dler, sevindirici müjdeler verilmesini emir
buyurmuş, bu sûretle âlemlere rahmet olarak gönderildiğini isbât eylemiştir.
Mânâ şudur:
“İnsanlara, yahud
mü’minlere, Allah’ın fazl-u keremini, sevabını, ihsanının çokluğunu,
rahmetinin genişliğini müjdeleyin!..”
“Nefret ettirmeyin!”
cümlesinin mânâsı da öyledir. Yani, muhtelif vaid ve korkutucu emir ve
nehiyleri söyleyip şiddet göstermeyin ki, yeni müslüman olanlar, bülûğ çağına
yaklaşan çocuklar ve günahlarından tevbe etmiş bulunan âsîler, İslâm’a
yatışsınlar. Bunları, lütf-u mülâye-metle yavaş yavaş ibadetlere alıştırın!..
Nitekim, İslâmiyet’in ilk zamanlarında bu tedrice riayet olunuyordu. Çünkü
yeni müslüman olan bir kimseye gösterilen kolaylık, onun dine ısınmasına ve
neşatının artmasına sebeb oluyordu. Şiddet gösterilmiş olsa, ya dini kabul
etmez yahud dinde sebat göstermeyip dönebilirdi.”([16])
Önderimiz Rasulullah
(s.a.s.), müşrik ve kâfirlerle savaşmaya göndermiş olduğu İslâm ordusunu ve
ordu komutanlarını uğurlarken onlara, düşmanla savaşmadan önce kendilerini
Allah’a davet etmelerini emrediyordu... Önce hak din ve yegâne hayat nizamı
olan İslâm’a davet etmek gerekir... Onlara Allah’ı ve O’nun dinini tanıtmak,
anlatmak ve onların anlayacakları şekilde izah etmek lazımdır... İslâm, barış
ve huzur dinidir... İslâm, kardeşlik ve dostluk dinidir... İslâm, Allah’dan
uzaklaşmış ve kendi gibi kul olanlara
kul olmuş insanları, kula kulluktan kurtarıp hürriyetlerine kavuşturma
dinidir... Ve din, yalnızca İslâm’dır…([17])
Herhangi bir gayr-i
müslimin hidayetine vesile olmanın, üzerinde güneşin doğup battığı her şeyden
hayırlı olduğunu beyan buyuruyor Rasulullah (s.a.s.)... Günahkâr bir
müslümanın, işlediği günahından nasuh tevbesiyle tevbe edip kendisini
düzeltmesine vesile olan bir ihya eri, bundan dolayı Allah’ın rızasını kazanmıştır.
İnşaallah!.. Başkalarının hidayet bulmasına vesile olmak, iyi ve hayırlı bir
mü’min müslüman kul olmasına yardımcı olmak, iyiliğin en güzellerindendir...
“Şübhesiz
Allah, iyilik edenleri sever.”([18])
“Böylece
Allah, dünya ve ahiret sevabının güzelliğini onlara verdi. Allah iyilikte
bulunanları sever.”([19])
Sehl b. Sa’d (r.a.)
anlatıyor:
Hayber günü (fetih
uzayınca), Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Müslümanların bayrağını
artık öyle bir kimseye vereceğim ki, Allah, onun elleriyle fetih verecektir.”
Bunun üzerine orada
bulunan sahabîler, bayrağın kendilerinden hangisine verileceği meselesi için
umut eder oldular. Onların hepsi, bayrağın kendisine verilmesini umarak
ertesi güne erdiler. Fakat Rasulullah, ertesi gün:
“Ali nerede?” diye sordu.
Sahabîler tarafından:
- Ali, gözlerinden şikayet
ediyor, denildi.
Rasulullah (s.a.s.),
emretti de Ali çağrıldı. Rasulullah, Ali’nin gözlerine tükürdü, hemen orada
gözleri, onda hiçbir ağrı yokmuş gibi iyi oldu.
(Rasulullah sancağı ona
verdi.)
Bunun üzerine Ali:
-Hayber Yahudîleriyle,
onlar da bizim gibi (müslüman) oluncaya kadar harb ederiz! dedi.
Rasulullah (s.a.s.) :
“Ya Ali, yavaş ol!
Sükûnetle (yani savaşmadan) Hay-berlilerin sahasına ininceye kadar ilerle.
Sonra onları İslâm’a çağır ve üzerlerine vacip olan İslâm esaslarını onlara
haber ver.
(Ya Ali,) Allah’a yemin
ederim ki, senin irşadınla tek bir kişinin hidayete kavuşturulması, senin için
kırmızı develerin olmasından hayırlıdır.” buyurdu.([20])
Atâ b. Yesar (rh.a.)
anlatıyor:
Rasulullah (s.a.s.),
Ali’yi bir yere gönderdi ve ona şöyle söyledi:
“Haydi arkana bakmadan
git! (yani, sana ne emrettiysem hepsini yap!)”
Hz. Ali:
- Ya Rasulullah, onlara
nasıl davranayım? dedi.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle
buyurdu:
“Onların bulunduğu alana
vardığında, onlar seninle savaşmadan, onlarla savaşma! Şayet seninle savaşmaya
başlarlarsa, senin taraftan birini öldürünceye kadar sen, sa-vaşa başlama! Bir
de senin taraftan öldürdükleri kimseyi, onlara göstermedikçe de onlarla savaşa
girme! Onlara, o öldürüleni gösterdikten sonra onlara şöyle de:
- Hâlâ, “Lâ ilâhe
illallah” demeyecek misiniz?!
Şayet kabul ederlerse
onlara de ki:
- Namaz kılacak mısınız?
Şayet:
- Evet, derlerse, onlara
de ki:
- Mallarınızdan zekat
verecek misiniz?
Bunu da kabul ederlerse,
artık onlardan başka bir şey isteme.
Allah’a yemin ederim ki,
senin elin ile Allah’ın birini hidayete kavuşturması, senin için güneşin
üzerine doğup battığı her şeyden daha hayırlıdır.”([21])
Süleyman b. Büreyde
(rh.a.), babasından naklen şöyle demiştir:
Rasulullah (s.a.s.), bir
orduya veya müfrezeye kumandan tayin ettiği zaman kendisine, hasseten Allah’ın
takvasını, beraberindeki müslümanlara da hayır tavsiye eder, sonra şöyle
buyururdu:
“Allah yolunda besmele ile
gaza edin, amma ganimete hiyanette bulunmayın! Gadir etmeyin! Ölülerin burnunu,
kulağını kesmeyin! Çocuk öldürmeyin.
Müşriklerden olan düşmanla
karşılaştığın zaman onları, üç haslete (veya güzel huya) davet et! Bunların
hangisinde sana icabet ederlerse, onu kabul et ve kendilerini bırak!
Sonra:
Onları, İslâm’a davet et!
Şayet sana icabet ederlerse, onu kabul et ve kendilerini (serbest) bırak!
Sonra kendilerini,
yurtlarından muhacirler diyarına göçmeye davet et ve onlara haber ver ki, bunu
yaparlarsa, muhacirlerin lehine olan, onların da lehine, aleyhine olan onların
da aleyhine olacaktır. Yurtlarından göçmeyi kabul etmezlerse, onlara haber ver
ki, müslümanların bedevîleri gibi olacaklar. Kendilerine Allah’ın, mü’minler
üzerine cereyan eden hükmü uygulanacak, ganimet ve haracta hiçbir hakları
olmayacaktır. Meğer ki, müslümanlarla beraber mücadele ederler.
Eğer bunu, kabul
etmezlerse, onlardan cizyeyi iste! Şayet sana icabet ederlerse, onu kabul et
ve kendilerini (serbest) bırak! Kabul etmezlerse, artık Allah’dan yardım dileyerek
onlarla savaş!”([22])
“Rabbinin yoluna
hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et!”([23]) ayet-i
kerimesinin tefsirinde İmam Fahruddin er-Râzî (rh.a.) şunları beyan eder:
“Bil ki, Allah
Peygamberine, insanları üç yoldan, yani hikmet, güzel öğüt ve en güzel bir
biçimde mücadeleden biriyle davet etmesini emir buyurmuştur. O, bu mücadele-den,
başka bir ayette de bahsederek:
“Ehl-i Kitab ile ancak
en güzel bir yolla mücadele ediniz.” (Ankebut, 29/46) buyurmuştur.
Binaenaleyh, Cenab-ı Hak,
bu ayette, bu üç yoldan bahsedip onların bir kısmını da bir kısmına atfedince,
bunların birbirinden başka yollar ve metodlar olması gerekir. Ben,
müfessirlerin bu hususta mazbut ve özel bir görüşünü tesbit edemedim.
Bil ki, bir inanca, bir
görüşe davet etmenin, mutlaka bir hüccet ve bir beyyineye dayanması gerekir. Bu
hüccet ve beyyinenin getiriliş gayesi ise, ya o görüş ve inancı, dinleyenlerin
kalbine sokup yerleştirmek yahud da hasmı ilzam edip susturmaktır.
Birinci kısma gelince, bu
da ikiye ayrılır. Çünkü o delil, ya gerçek yakînî, katî ve bozulma ihtimalinden
uzak bir delil olur veyahud da böyle olmayıp tam aksine, kuvvetli bir zannı ve
mükemmel bir iknâyı te’min eden bir hüccet olur. Böylece bu taksimatla,
delillerin şu üç kısma inhisar ettiği ortaya çıkmış olur:
1) Kesin inancı ifade eden
katî delil. Ki, işte bu, ayet-i kerimede, “hikmet” adıyla adlandırılmıştır. Bu,
derecelerin en kıymetlisi ve makamların da en yücesidir. İşte bu, Allah’ın: “Kime
de hikmet verilirse, ona çok hayır verilmiştir.” (Bakara, 2/269) ayetinde
bahsettiği delildir.
2) Zannî ipuçları ve iknâî
delillerdir ki, bunlar da ayet-i kerimede, “güzel öğüt” olarak zikredilmiştir.
3) Getiriliş gayesi, hasmı
ilzam edip susturmak olan delillerdir ki, işte bu, cedel olup ayet-i kerimede:
“Onlarla mücadeleni en güzel hangisi ise, onunla yap!” ifadesiyle be-yan
edilmiştir.”([24])
İhya vazifesini yüklenen
sorumlu muvahhid şahsiyetler, muhatablarının maddî ve manevî problemlerini
bilmeli, ruhî durumunu anlamalı, tabiî ihtiyacından haberdar olmalıdır ki,
problemini ona göre çözsün ve tabiî ihtiyacını gidermesinde, bu konuda İslâm’a
göre davranmasında yardımcı olsun...
Bununla ilgili hayat
örneğimiz Rasulullah (s.a.s.)’in bir olayını Ebu Umâme (r.a.) anlatıyor:
Kureyş’ten bir delikanlı
dedi ki:
- Ya Rasulullah, bana,
zina yapmam için izin verir misin?
Cemaat, hemen onun başına
üşüşüp azarladılar. (Rasu-lullah,) bunun üzerine şöyle buyurdu:
“Onu, bana yaklaştırın!”
Hemen yaklaştırdılar.
(Rasulullah,) şöyle
buyurdu:
“Sen bunu, annen için
ister misin?”
- Hayır, vallahi, Allah,
beni sana fedâ eylesin, dedi.
“İşte senin gibi diğer
insanlar da bunu, anneleri için istemezler.” buyurdu.
Sonra kızı, kız kardeşi,
halası ve teyzesi hakkında da aynısını söyledi.
Her seferinde:
“Sen, onlar için bunu
ister misin?” diye sordu.
O da, her seferinde:
- Hayır, vallahi, Allah,
beni sana fedâ eylesin, diye cevap verdi.
Rasulullah (s.a.s.) her
defasında:
“İşte insanlar da bunu
istemez.” buyurdu.
Sonra mübarek elini onun
üstüne koyup şöyle dua etti:
“Allah’ım, onun günahını
bağışla, kalbini temizle, fercini koru!”
Ondan sonra o genç, böyle
(çirkin) şeylere iltifat etmedi.([25])
Kendisine davet etmiş
olduğu hayat nizamı İslâm’ı temsil eden ve hayatında yaşayan ihya eri muvahhid
şahsiyet, diğer insanların üzerinde çok daha tesirli olur... Onları davet ederken,
örneğini de apaçık ortaya koyar ve insanlara davet ettiği dinin ne kadar güzel,
iyi, hayırlı, huzur ve barış kaynağı olduğunu da gösterir... O zaman tamamıyla
inandırıcı olur ve insanlar, beyan edilen
İşte hayat örneğimiz
Rasulullah (s.a.s.)’in hayatı... O (s.a.s.), her ne söylemiş ise, nasıl
yapılacağını ve nasıl olacağını bizzat göstermiştir... Bundan dolayı insanlar
inanmış ve O’na tabi olmuşlardır...
Hudeybiye’deyiz... Meşhur
anlaşma yapılmış, görünüşte, mü’min müslümanların aleyhine olan ağır şartların
altına imza atılmıştı... Bu şartların kabulü, Ashab-ı Kiram’a çok ağır
geldi... Bu olay, onların çok zorlarına gitti...
Olayın bu bölümünü,
el-Mısver İbn Mahreme ile Mervan İbn Hakem’den dinleyelim:
Rasulullah (s.a.s.),
(Hudeybiye) barış anlaşmasının yazım ve imzasını bitirip ayrıldığı zaman
sahabîlere:
“Haydi artık kalkın,
kurbanlarınızı kesip, başlarınızı tıraş edin.” buyurdu.
Ravî dedi
ki:
-Vallahi,
sahabîlerden bir kişi olsun kalkmadı. Hatta Rasulullah
(s.a.s.) bu emri, üç kere söyledi. Sahabîlerden hiçbirisi kalkmayınca,
Rasulullah, zevcelerinden Ümmü Seleme’nin yanına girdi ve sahabîlerden gördüğü
kayıtsızlığı ona söyledi.
Ümmü Seleme:
- Ya Rasulullah (s.a.s.),
sen, bu emri yerine getirmek istiyor musun? O hâlde şimdi dışarı çık, sonra tâ
kurbanlık develerini kesinceye ve berberini çağırıp o, seni tıraş edinceye
kadar sahabîlerden hiçbirisine bir kelime bile söyleme, dedi.
Bunun üzerine Rasulullah
(s.a.s.) Ümmü Seleme’nin yanından çıktı ve sahabîlerden hiçbirisi ile konuşmayarak
umre ibadetlerini yerine getirdi. Kurbanlık develerini kesti ve berberi (Huzâlı
Hıraş İbn Umeyye’yi) çağırıp tıraş oldu.
Sahabîler, Rasulullah’ı bu
hâlde görünce, onlar da hemen kalkarak kurbanlarını kestiler, birbirlerini
tıraş etmeye başladılar. Hatta (icabet çabukluğunun meydana getirdiği
sıkışıklıktan) birbirlerini öldüreyazdılar.([26])
İslâm’ı tebliğ eden
muvahhid mü’min, tebliğ ettiği ha-kikatı yaşanır hâle getirdiğinde gerçek bir
davetçi ve ihya eri olabilir... O, üzerine düşen vazifesini bütün imkânlarını
harcayarak yerine getirdikten sonra, hayırlı bir sonucu halk etmek âlemlerin
yegâne Rabbi Allah Teâlâ’ya aiddir... İnsanı ihya vazifesini yerine getiren
muvahhid mü’mine, icabet olunmayınca kendini kahredercesine üzülmesi
gerekmez... O, kendisine düşeni yapınca, vazifesini yerine getirmiş olur...
İcabet etmeyenler, kendi paylarınca hüsrana uğramış, gerçek bir zararı
kendilerine kâr kabul etmişlerdir...
Rabbimiz Allah şöyle
buyurur:
“Şayet
onlar, sırt çevirecek olurlarsa, artık Biz, seni onların üzerine bir
gözetleyici olarak göndermiş değiliz. Sa-na düşen, yalnızca tebliğdir. Gerçek
şu ki, Biz, insanlara tarafımızdan bir rahmet taddırdığımız zaman, ona sevinç
duyar, eğer onlara kendi ellerinin takdim ettikleri dolayısıyla bir kötülük
isabet ederse, bu durumda da insan, bir nankör kesilir.”([27])
“Öyleyse
sen, emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve müşriklere aldırış etme.
Şübhesiz, o alay edenlere
karşı Biz, sana yeteriz.
Ki onlar, Allah ile
beraber başka ilâhları (ortak) kılmak-tadırlar. Onlar, yakında bilip
öğreneceklerdir.”([28])
Canını ve malını cennet
karşılığında Allah’a satan mu-vahhid mü’min,([29]) Allah’a
tam teslim olmuş Halilullah İbrahim (a.s.) gibi davranır:
“Rabbi,
O’na: ‘Teslim ol’ dediğinde (O:) ‘Âlemlerin Rab-bine
teslim oldum.’ demişti.”([30])
Şuurlu mü’min müslüman
şahsiyetin Allah’a olan teslimiyetini, önderimiz Rasulullah (s.a.s.) hadislerinde
beyan buyurmuşlardır... Allah’a teslim olmuş muvahhid Mü-min, Rasulullah
(s.a.s.)’in Sünneti ile amel ettiği müddetçe mahrum olmaz, Allah’ın izniyle
başarıya ulaşır...
Ebu Hüreyye (r.a.)’ın
rivayetiyle şöyle buyuruyor Rasulullah (s.a.s.):
“Kuvvetli mü’min Allah’a zayıf mü’minden daha hayırlı ve daha
makbuldür. Amma her birinde hayır vardır.
Sana fayda veren şeye çaba
göster. Allah’dan yardım dile ve aciz
olma. Başına bir şey gelirse, ‘şöyle yapsam, şöyle olurdu’ deme! Ve lâkin ‘(Bu,) Allah’ın kaderi, O, ne dilerse yapar’
de! Çünkü eğer (veya keşke kelimesi)
şeyta-nın amelini açar.”([31])
[1]) Tâhâ, 20/41-44.
[2]) Bkz. Yunus, 10/62-64.
Sahih-i Buhârî, Kitabu’r-Rikak, B.
38, Hds. 89.
Dr. Arif Aytekin, Ehl-i Sünnet
İnançları – Tahavî ve Akaid Risalesi, İst. T.Y. Sh. 58-59, Md. 63.
[3]) Ğaşiye, 88/21-22.
[4]) Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-İlm, B. 50. (Bab
başlığında).
İmam Suyutî, A.g.e., C. 2, Sh. 301,
Hds. 1957 (3693). Deylemî,
Müsnedü’l-Firdevs’den.
[5]) Sahih-i Müslim, Mukaddime, B. 3, Hbr. 5’in
devamında.
[6]) Sahih-i Müslim, Mukaddime.
[7]) Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Edeb, B. 23,
Hds. 4842.
[8]) Yusuf, 12/76.
[9]) Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Hacc, B. 42, Hds.
69.
Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Hacc, B. 69,
Hds. 401-404.
Sahih-i Tirmizî, Kitabu’l-Hacc, B.
47, Hds. 876.
Sünen-i Neseî, Kitabu Menasiki’l-Hacc, B. 125, Hds. 2890.
[10]) Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-İlm, B. 50, Hds. 68.
Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İman, B. 10,
Hds. 53.
Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-İman, B.
17, Hds. 2775.
[11]) Sahih-i Buhârî, Kitabu’t-Tevhid, B. 1, Hds.1
Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İman, B. 7,
Hds. 29.
Sünen-i Tirmizî, Kitabu’z-Zekat, B.
6, Hds. 621.
Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’z-Zekat, B.
5, Hds. 1584.
[12]) Bkz. Yusuf, 12/106.
[13]) En’âm, 6/88.
[14]) Zümer, 39/65. Ayrıca Bkz. Bakara, 2/217.
[15]) Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Mağazî, B. 62, Hds.
343 ve 341.
Kitabu’l-İlm, B. 12, Hds.11.
Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Cihad
ve’s-Siyer, B. 3, Hds. 6-8.
Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Edeb, B.
20, Hds. 4835.
[16]) Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve
Şerhi, İst. 1983, C. 8, Sh. 59-460.
[17]) Bkz. Âl-i İmrân, 3/19 ve 85.
[18]) Bakara, 2/195. Âl-i İmrân, 3/134.
[19]) Âl-i İmrân, 3/148.
[20]) Sahih-i Buharî, Kitabu’l-Cihad ve’s-siyer,
B. 10, Hds. 152.
Kitabu’l-Mağazî, B. 40, Hds. 231.
Kitabu Fedaili Ashabu’n-Nebî, B. 9, Hds.49.
Sahih-i Müslim, Kitabu
Fedaili’s-Sahabe, B. 4, Hds.34.
Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-İlm, B.
10, Hds. 3661.
[21]) İmam Muhammed, Siyer-i Kebir – İslâm
Devletler Hukuku, Çev. M. Said Şimşek
– İbrahim Sarmış, İst. 1980, C.1, Sh. 96.
İmam Suyutî, A.g.e., C.3, Sh. 192,
Hds. 3203 (7219). Taberânî,
Mu’ce-mu’l-Kebir’den. (Son Paragraf)
Münâvî, Feyzu’l-Kadir, C. 5, Sh. 259,
Hds. 7219.
[22]) Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Cihad ve’s-Siyer,
B. 2, Hds. 3
Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Cihad, B.
82, Hds. 2612.
Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Cihad, B.
38, Hds. 2858.
Sünen-i Tirmizî, Kitabu’s-Siyer, B.
47, Hds. 1666.
İmam-ı A’zam Ebu Hanife, Müsned, Çev.
Muhammed Selim Köse, İst. T.Y. Sh. 194, Hds. 316/2.
[23]) Nahl, 16/125.
[24]) Fahruddin er-Râzî, A.g.e., C. 14, Sh.
377-378.
[25]) İmam er-Rûdânî, A.g.e., C. 1, Sh. 58, Hds.
241. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C. 5, Sh. 256 ve Taberânî, Mu’cemu’l-Kebir’den.
İbn Kesir, A.g.e., C. 9, Sh. 4729.
İmam Gazalî, İhyâu Ulûmi’d-Din, Çev.
Ahmed Serdaroğlu, İst. 1987, C. 2, Sh. 819.
[26]) Sahih-i Buhârî, Kitabu’ş-Şurut, B. 15, Hds.
18.
İbn Kesir, El-Bidaye ve’n-Nihaye, C.
4, Sh. 302.
İbnü’l-Esir, A.g.e., C. 2, Sh. 191.
[27]) Şûrâ, 42/48.
[28]) Hicr, 15/94-96.
[29]) Bkz. Tevbe, 9/111.
[30]) Bakara,
2/131.
[31]) Sahih-i
Müslim, Kitabu’l-Kader, B. 8, Hds. 34.
Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, B. 10,
Hds. 79.