Yegane Rabbimiz,
İlâhımız ve Melikimiz Allah Teâ-lâ (Azze ve Celle), Mü'min muvahid kullarına,
Allah'dan nasıl korkulması gerekiyorsa, yani gerçek bir takva nasıl olunacaksa,
öyle olmasını emrederken; müslüman olarak yaşamalarını ve müslüman olarak
ölmelerini buyurmaktadır.
Hep birlikten,
dağılmadan, fırka fırka olmadan, bir bilek ve bir yürek olarak Allah'ın İpine
yani Kur'ân-ı Kerim'e sımsıkı sarılmayı emretmektedir.[1] Ve
böyle sımsıkı bir bağ ile Kur'ân'a ve Sünnet'e bağlanan mü'min muvahhid
kullarına şöyle buyurur Rabbimiz Allah:
"Ey iman edenler,
Allah'a itaat edin, Rasulü'ne itaat edin ve sizden olan emir sahihlerine de
(itaat edin). Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu, Allah'a ve
Rasulü'ne döndürün. Şayet Allah'a ve ahİret gününe iman ediyorsanız. Bu,
hayırlı ve sonuç bakımından daha güzeldir.[2]
Ayet-i kerimede
Rabbimiz Allah, biz mü'min muvahhid müslüman kullarına şunları buyurur:
1) Allah'a
itaat ediniz (Kur'ân'a)
2)
Rasulullah (s.a.s.)'e itaat ediniz (Sünnet'e)
3) Sizin
gibi Allah'a ve Rasulullah'a iman edip itaat eden birisi size emir olup Kur'ân
ve Sünnet ile yönettiği müddetçe ona da itaat edin.
4) Anlaşmazlığa
düşmeyin, amma eğer düşerseniz sakın kendi görüşünüzce hareket edip meseleyi
heva-u hevesinize göre çözmeye kalkışmayın. Eğer gerçekten de Allah'a ve ahiret
gününe iman ediyorsanız o meselenin çözümünü Allah ve Resullullah (s.a.s.)'in
hükmüne havale edin. Kitab'ta ve Sünnet'te bu konuda ne diyorsa hemen tabî olup
itaat edin. Böyle imandan kaynaklanan bir teslimiyet göstermeniz sizin için
çok daha hayırlı ve sonuç bakımından en iyi olan budur....
Hitab, gerçekten iman
edenleredir. Demek ki, iman bağıyla bir birine bağlananların olması, yani
cemaat olması esastır. Cemaat, sıradan bir topluluk değildir. İslâm üzere bir
araya gelmiş iman bağından dolayı kardeş o-lunmuş, kadın olsun, erkek olsun
mü'minler birbirilerinin velileri, durumuna gelinmiş, aynı hedefe doğru, meşru,
yani Şerîat'a uygun bir yolda yürümeye devam edilmiştir... Onlar, hep beraber
iman edip imanlarına şirk, küfür, bid'ât ve hurafe karıştırmadan, Allah'a ve
Rasülü (s.a.s)'e itaat etmişlerdir.
İslâm nizâmının gereği
şekilde tanzim edilmiş, yani Allah ve Rasulullah (s.a.s)'in emirlerince cemaatı
yönetecek, sevk ve idare edecek bir emir bir imam etrafında bir araya gelmiş
ve emir şurasıyla, gerekli olan diğer müesseseleriyle bu görevi devam
ettirmektedir!..
İslâm Dini, tek başına
yaşanacak bir din değildir!.. İslâm, hem ferd, hem de Cemaat dinidir... Ferd,
ferdî vazifelerini yerine getirmekle mükellef olduğu gibi, cemaatla da ilgili
olan ve kendisine Farz, Vacib ve Sünnet olan vazifeleri vardır. O, bunİan da
yerine getirmekle mükelleftir...
Emirlik, şura ve diğer
müesseselerin yanı başında en önemli müessese, mü'min muvahhidlerin arasında
ortaya çıkan anlaşmazlıkları Allah ve Rasulullah (s.a.s)'in emirlerince hal
edecek müessesenin de teşekkül etmesi lazımdır, yani Kaza müessesesi!..[3]
İslâm'ın, intizamlı
cemaat dini olduğu tekrar tekrar vurgulanmalıdır... Rabbimiz Alİah (c.c) ebedî
önderimiz Rasulullah (s.a.s)'i Mekke'de Nübüvvet ve Risâlet ile vazifeli
kıldığı ilk günden itibaren İslâm cemaatı oluşmuş, müesseseleri birer ferd ile
de olsa temsil ve şu şekilde tanzim edilmiştir.
1) Cemaatın
Önderi: Rasulullah (s.a.s)
2) Cemaatın
Şurası: İmam Ebu Bekir (r.a.)
3) Cemaatın
Finansı: Mü'minlerin annelerinden Hz. Hadice (r.anha)
4) Cemaatın
Timi: Hz. Zeyd b. Haris (r.a.)
5) Cemaatın İstihbaratı:
İmam Ali (r.a.)
İslâm Dini, cemaatsız
olmaz. Mü'min muvahhidler cemaatsız yaşayamazlar... Cemaatsız yaşamak, mü'min
müslümanların fıtratlarına aykırıdır... Görüldüğü gibi İslâm'ın Mekke
döneminin ilk günlerinde ve Mekke şirk devletinin bütün baskılarına rağmen
fıtrî olan cemaatleşme gündeme gelmiştir... Cemaatın fıtrî olduğunu söylüyor
ruz. Çünkü cemaat halinde yaşamak, insanoğlunun yaradılışında mevcuddur. Çünkü
insan, toplumsal bir varlıktır. Yalnız yaşaması, onun açısından büyük bir noksanlık
ve rahatsızlıktır...
Mü'min müslümanlar
açısından mesele ele alındığında iki yönden cemaatleşmenin zarurî olduğu
ortaya çıkar:
1)
Cemaatleşme fıtrî bir ihtiyaçtır.
2) Cemaatleşme,
yegane Rabbimiz Allah'ın mü'min müsİüman kullarına bir emri olup, yegane ve
ebedî önderimiz Rasulullah (s.a.s)'in Kaİî ve Fiilî Sünnetidir...
İnsanın fıtrî ihtiyacı
olan cemaatleşme mü'min mu-vahhidlerin açısından bakıldığında, kendine farz
kılınan imanî bir vazife olduğu da anlaşılmaktadır...
Yeryüzünde ilk insan
topluluğu da, bir Tevhid Cemaatı olduğu inkâr edilemez bir gerçektir... İlk
insan, ilk peygamber ve ilk medeniyet kurucusu Hz. Adem (a.s.), annemiz Hz.
Havva (r.anha) ve onların çocuklarından oluşan Allah'ın emirlerine göre tanzim
edilmiş ilk Tevhîd Cemaatı... yeryüzünde Allah'ın hükümleriyle hükmeden ve ilk
İslâm Devleti ile Şeriat Hükümeti...
Önderimiz Rasulullah
(s.a.s), mü'minlere devamlı cemaatı Önermiş ve cemaatleşmeyi emrederek, onları
yalnız yaşamaktan alıkoymaya çalışmıştır...
İbn Ömer
(r.anhuma)'nın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.), şöyle buyurur:
"Yalnızlık
hakkında benim bildilklerimi insanlar bilselerdi, hiç bir râkib (hayvan
üstünde seyahat eden kişi) geceleyin yürümezdi, yani tek başına!"[4]
Amr b. Şuayb'ın dedesi
(Abdullah b. Amr)'ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s) şöyle buyurur:
"Tek yolcu
şeytandır. İki yolcu iki şeytandır. Üç (yolcu) ise, cemaattir.[5]
Bu konuda Said b.
Müseyyeb (rh.a) der ki:
Şeytan bir ve iki yolcuya
musallat olur. Üç kişi olursa, onlara musallat olmaz. [6]
Ve Ebu Said el. Hudrî
(r.a)tn rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.s.):
"Üç kişi
yolculuğa çıktığı zaman, içlerinden birini emir seçsinler[7]
Yeryüzündeki kısa
yolculuklar da bile cemaatleşmeyi emreden Rasulullah (s.a.s), dünya
hayatındaki mü'minlere cemaatsiz yaşamamalarını emretmektedir... Nerede oİursa
olsun bir arada bulunan en küçük mü'min müslü-man topluluğunun mutlaka tanzim
edilmiş bir cemaat olmalarını buyuran Rasulullah (s.a.s), cemaat olunmadan
yaşamanın helâl olmadığını beyan ediyorlar:
"Dünyanın ücra
bir köşesinde bile olsa, üç kişinin içlerinden birini kendilerine emir tayin
etmeden yaşamalan helâl olmaz. [8]
Bundan dolayı,
müstekbir tağutların hakim, müs-taz'af mü'min müslümanların mahkum olduğu ve
Daru'l Harb'e dönüşmüş işgal altındaki İslâm topraklarında yaşayan mü'min
müslümanların bir saniyye bile ertelenmeyecek olan vazifeleri, cemaat
olmaktır!... Çünkü cemaat olunmadan yaşamak, helâl olmaz. Helâl olmayan bir hayat
ile iştigal edemez mü'min müslüman şahsiyetler... Çünkü mü'min muvahhidler,
hayatlarını ve ölümlerini Âlemlerin Rabbi Aîlah için kılmak zorundadırlar.. [9] Allah
için olan hayat, helâl üzere olan hayattır...
Bundan dolayı mü'min
müslümanların bulundukları yerlerde İslâm üzere, gerekli şartlara dikkat ederek
ihlas ve ihsan hassasiyetiyle cemaatleşmeleri hayatî bir zaruriyettir!...
Halifeli toplum olan
İslâm Devletinde, yani Daru'l-İslâm'da böyle bir cemaatleşmeden söz etmek
gereksizdir. Çünkü hakimiyet Allah'ın, iktidar mü'minlere aid olan ve Allah'ın
hükümleriyle hükmedilen Dam'l-İslâm'da mü'min müslümanlarm bütün emniyetleri
sağlanmıştır... İslâm'ın gereği olan cemiyet ve devİet teşekkül etmiştir...
Cemaatleşme, Allah'ın
hükümleriyle hükmedilen bir devlete, bir hükümete ulaşma gayretiyle
gerçekleşmesi gerekir... İslâm Devleti'nin emniyetinde yaşayan mü'min
müslümanlarm devletin başında bulunan müslumanlardan olan adil
"Halife'"ye bey'at etmeleri onlara vacib olduğu gibi, Daru'l-Harb'te
yaşayan mü'min müslümanlarm böyle bir bey'at merciî'nin oluşması için tüm
imkânlarını harcamaları, malları ve canlarıyla bu çalışmayı sonuçlandırmak
için çalışmaları gerekir.
Abdullah b. Amr
(r.a.)'ın rivayetiyle ebedî önderimiz Rasuİullah (s.a.s), şöyle buyurur:
"Her kim, bir eli
itaatten çıkarırsa, kıyamet gününde Allah'a hiç bir hücceti olmadığı halde
kavuşur.
Ve her kim, boynunda
bir bey'at olmadığı halde ölürse, Cahüiyyet ölümü gibi (bir ölümle) ölür.[10]
Cahiliyye ölümü üzere
ölmek!... Ne korkunç bir sonuç... sanki İslâm'la hiç tanışmamış gibi bir ölüm
... Bütün ilme ve İslâm cemiyetine veya cemaatine rağmen, sanki İslâm ile hiç
tanışmamış gibi can vermek !... Cidden korkunç bir sonuçtur bu!.. Mü'min
müslümanlar, tüm güç ve kuvvetlerini kullanarak kendilerini böyle korkunç bir
tehlikeden korumalıdırlar...
Adil Halife'nin
yönetimindeki İslâm Devleti bünyesinde yaşıyorsa, hemen imama bey'et etmeli,
eğer Daru'l-Harb'te yani tağutî ve gayr-i İslâmî bir düzende yaşıyorsaki
tağutİar hakim, mü'min müslümanlar mahkum edilmiş bir düzendir bu-vakit
veçirmeden cemaatleşmeye gayret edilmelidir...
İbn Ömer (r.anhuma)
anlatıyor:
Ömer (b.Hattab, r.a.)
Cabiye'de bize hutbe irad ederek, şöyle konuştu:
Ey insanlar,
Rasuİullah (s.a.s)'in bize irad buyurduğu hutbenin benzerini size irad etmek
için kalkmış bulunmaktayım. Rasul-i Ekrem, şöyle buyurmuştu:
"Size Ashabımı,
sonra onların peşinden gelenleri ve sonra bunların peşinden gelenleri tavsiye
ederim.
Daha sonra yalan
yayılacaktır. Hatta kişiye (yalan yere) yemin ettiği için yemin verdirilmeyecek
ve şehirde (yalan yere) şehadet ettiği için şahidlik yaptırılmayacaktır.
Dikkat! Bir erkek bir
kadınla başbaşa kalmasın, aksi halde üçüncüleri behemehal şeytandır.
Cemaat (İslâm
topluluğun) dan ayrılmayın! Tefrikadan önemle sakının! Çünkü şeytan, yalnız
kalanla beraberdir. Ve (birlik olan) iki kişiden daha uzaktır. Her kim,
cennetin mu'tena yerini istiyorsa, cemaatten ayrılmasın.
Her kimi iyiliği
sevindiriyor ve kötülüğü üzüyorsa, işte o kimse mü'mindir.[11]
İslâm cemaatının
gereği gibi teşekkülü ve cemaata devam etmek, cennete girme sebeblerindendir.
Çünkü Allah'ın emrettiği ve ihlasla edasından razı olduğu bir çok ibadetler,
cemaatle edâ edilir... Cemaat halinde İslâmî hayata devam ederken sabır, en
büyük silahımız olması gerekir... Çünkü şeytan ve şeytanîler, mü'min Müslümanları
tefrikaya düşürmek için birçok fitne tuzakları kurarlar... Bu tuzaklara
düşmemek, cemaatden kopmamak ve istikamet üzere olmak büyük bir sabır
işidir... Cemaatleşmiş mü'min müslümanlarla beraber sabredip görevimize devam
edişimiz, Allah'ın yardımının ziyadeleşmesi sebeblerindendir...
İbn Abbas
(r.anhuma)'nın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s), şöyle buyurur:
"Allah'ın
(yardım) eli cemaatle beraberdir.[12]
Cemaatleşme şuuruna
ulaşmış, iman noktasında hiç bir rahatsızlığı olmayan ve salih amel üzere
ibadet ve itaata devam eden mü'min müslümanlar, anın vacibinden olan cemaatleşmeyi
gerçekleştirdikten sonra "emir" konumunda bulunan, kendi aralarında
bu makama seçtikleri mü'min kardeşlerine ahid ederler... Kur'ân-ı Kerim'e ve
Sünnet-i Seniyye üzere bey'atleşen mü'minlerin yönetici olarak seçtikleri
emir'e, Allah'a ve Rasulullah (s.a.s)'e itaat ettiği müddetçe itaat etmeleri
onların üzerine vacîb o-lur... İster darlıkta olsun, ister bollukta olsun,
nefislerin hoşuna gitse de, gitmese de emir onlara ma'ruf ile emrettiği
müddetçe tabi olmalıdırlar...
Cunâde İbnu Ebi Umeyye
şöyle demiştir:
Bizler, hasta halinde
iken Ubade İbnu's-Samit (r.a.)'ın yanına girdik ve O'na:
Allah, seni
iyileştirsin! Sen, bize Peygamber (s.a.s) den işittiğin ve Allah'ın onunla seni
faydalandıracağı bir hadis tahdis et, dedik.
O, şöyle dedi:
Peygamber (s.a.s),
bizi (Ensar Cemaatını Akabe gecesi bey'at için) çağırdı. Biz de, kendisiyle
bey'at ettik.
Ubade dedi ki:
Peygambere, Ensar
üzerine bir borç olarak bizden aldığı ahid ve misakda şöyle söyleyip bey'at
ettik:
Allah'ın ve Rasulünün
emirlerini dinleyip onlara hem neşeli, hem kederli zamanımızda, hem zor, hem
kolay halimizde itaat etmek ve amirlerimiz kendi arzularını, nefislerimiz
üzerine tercih etseler dahi onlara itaat etmek ve niza (ve kıtal) etmemek üzere
bey'at ettik. Ancak emirin açık bir küfürünü görürseniz, onun küfrü hakkında
yanınızda Allah'ın Kitabı'ndan kuvvetli bir deliliniz olması hali müstesnadır.[13]
Ensar-ı Kiram (Allah
cümlesinden razı olsun), önderimiz Rasulullah (s.a.s)'e bu şekilde bey'at
etmiş ve İslâm cemaatına dahil olmuşlardı... Bey'at ederken verdikleri söze
ömür boyu bağlı kaldılar ve bu hal üzere sabır ettiler...
Rasulullah'a itaat,
Allah'a itaat O'na isyan, Allah'a isyandır... Aynı zamanda Rasulullah
(s.a.s)'in mü'min müslümanların başına emir olarak tayin ettiği kişiye itaat,
Rasulullah'a itaat, O'na isyan, Rasulullah'a isyandır...
Abdullah b. Ömer
(r.anhuma)'mn rivayetiyle Rasulullah (s.a.s), şöyle buyurur:
"Kim, bana itaat
ederse, Allah'a itaat etmiş olur. Kim, bana isyan ederse, Allah'a isyan etmiş
olur. Kim, benim emirime itaat ederse, bana itaat etmiş olur. Kim de, benim
emirime isyan ederse, bana isyan etmiş olur. [14]
Mü'min müslümanların
cemaatleşme süreçlerini Şer'î ölçülerde tamamlayıp başlarına kendilerinden
seçmiş oldukları emire, ma'rufu emrettiği müddetçe itaat etmeleri, Rasulullah
(s.a.s)'in emridir... Çünkü emir, o anda Rasu-lullah (s.a.s)in vekili konumunda
olup ümmetin seçimiyle o göreve getirilmiştir...
Mü'min müslümanların
üzerinde velayet hakkına sahib olan emire veya imama itaat, Rasulullah
(s.a.s)'e itaattir... Elbette emirin meşru emirlerine isyan, Rasulullah
(s.as.)'e isyandır...
Ebu Hüreyre (r.a.)'m
rivayetiyle Rasulullah (s.a.s) şöyle buyurur:
"Biz
(Müslümanlar, Kitab Ehli'ne göre dünya tarihinde, sonra gelmiş bulunuyoruz.
(Ahirette faziletçe) en ileride bulunacağız."
Ve yine Rasulullah
(s.a.s) şöyle buyurdular:
"Bana itaat eden
Allah'a itaat etmiştir. Bana isyan e-den Allah'a isyan etmiştir. Emrime isyan
eden, bana isyan etmiştir. Devlet Başkanı (Ulu'1-emr-i müslimin, millet i-çin)
bir kalkandır. Onun ardında, O'nun emrinde harb ya-pıİır. Onunla (düşmandan)
korunulur. Eğer O, millete Allah'a takva Üç emrederse ve adaletle hareket
ederse, bu emri ve adaleti sebebiyle onun için sevab vardır. Eğer takva ve
adaletten başkasıyla emir ve hükmederse, bundan meydana gelen günah, onun
üzerine döner (me'mur üzerine değildir)"[15]
Ulu'l-emr'in konumunu
bu şekilde açıklayan önderimiz Rasulullah (s.a.s), emir sahihlerine karşıki
itaati da şu şekilde beyan buyuruyor.
Abdullah b. Ömer
(b.anhuma)'nın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s) şöyle buyurdu:
"(İslâm
Devletinde) devlet amirlerinin, sevdiği veya sevmediği hususlarındaki
emirlerini dinlemek ve masiyetle emrolunmadıkça itaat ve icabet etmek, Müslim kişi
üzerine vacib bir haktır. Masiyetle emrolunduğu zaman da, onları dinlemek ve
boyun eğmek (itaat etmek) yoktur." [16]
Daru'l-îslâm'da, yani
halifeli îslâm toplumunda müs-lüman amirlerin, Şeriata aykırı olmayan her emri,
yetkililer tarafından dinlenilir ve yerine getirilir... Eğer masiyet, yani
Allah'a isyan, yani haram olan herhangi bir şey emredilirse, o emir veren de
dinlenilmez, verilen emir de!...
İmam Ali b. Ebi Talib
(r.a.) şöyle demiştir: Rasulullah (s.a.s.) bir seriyye gönderdi de başlarına
Ensar'dan bir adam (Abdullah b. Huzafe r.a.) Kumandan tayin etti. Ve askerlere,
kumandanlarına itaat etmelerini emretti. Yolda kumandan maiyyetine Öfkelendi
de:
Rasulullah (s.a.s),
bana itaat etmenizi emretmiş değil mi?, dedi. Askerler:
Evet, emretti,
dediler. Kumandan:
Kat'î olarak size
emrettim ki, muhakkak odun toplayacaksınız ve bir ateş yakacaksınız, sonra da
ateşin içine gireceksiniz! dedi.
Sahabîler, odun
topladılar, bir ateş yaktılar. (Bazısı, ateşin içine girmeye kastettikleri
zaman, bir kısmî, diğer bir kısmına bakmaya ve:
Bizler, Rasulullah'a
ancak ateşten kaçmak için tabi olmuşuzdur. Böyle iken şimdi biz, bu ateşe girer
miyiz? dedi.
46
260
KELİME-Î TEVHİD DÂVASI
Onlar, böyle konuşma
yaptığı sırada ateşin alevi söndü ve kumandanın da öfkesi sakinleşti. Sonra bu
vak'a Rasulullah (s.a.s)'e zikrolununca, Rasulullah (s.a.s):
"Eğer Mücahidier
bu ateşe girselerdi, ebediyen ondan dışarı çıkamazlardı. Çünkü amire itaat,
ancak makul ve meşru olan emirler hakkındadır." buyurdu.[17]
"Eğer Mücahidier
bu ateşe girselerdi, abediyen ondan dışarı çıkamazlardı." cümlesi
hakkında Davudi, şunları söylemiştir:
"Bundan Murad,
dünya ateşidir. Çünkü onun yakma-sıyla hepsi ölür, kimse sağ kalmazdı. Maksad:
Cehennem ateşi ve onda ebedî kalmak değildir.[18]
Yine İmam Ali
(r.a.)'ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s) şöyle buyurur:
"Allah'a isyan
hususunda (hiç kimseye) itaat yoktur. İtaat, ancak meşru (olan bir şey hususun)
dadır.[19]
Bütün bu hadislerden
net olarak anlaşılmıştır ki, İslâm Cematının kendi aralarında en takvah mü'min
mu-vahhidi emir olarak seçip kendisini yetkili kıldıktan sonra, emirin ancak
ve ancak İslâm'a uygun emirlerine tabi olurlar... Bu emri, dinlemek ve itaat
etmek, İslâm cemaatının her ferdinin üzerine vacibtir... Eğer emir, İslâm'a aykırı
olan bir şey emrederse, o emir hiç bir vakit dinlenilmez ve itaat edilmez,
edilmemelidir de...
Yalnız emir olan
şahsiyetin, kendi şahsını ilgilendi-, ren ve cemaata sirayet etmeyen
kusurlarından dolayı cemaat ferdlerine sabretmek ve cemaatı terk etmemek gerekir...
Bu arada hem sabredecek, hem de emire nasihat ederek, emirde bulunan bu
noksanlığı ve bu hatayı gidermeğe çalışacaktır...
İbn Abbas
(r.anhuma)'nın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
"Her kim,
emirinde kerih gördüğü (hoşlanmadığı) bir iş meydana geldiğini görürse, onun
fenalığına sabretsin (isyan etmesin)! Çünkü her kim, (İslâm) cemiasından bir
karış ayrılır da ölürse, muhakkak o, Cahiliyyet ölümüyle ölür.[20]
Yegane Rabbimiz Allah
(c.c.) tarafından yeryüzünün emareti ve imareti için halifeler kılınan mü'min
müslümanlar, yeryüzünde Allah'ın dini hakim oluncaya ve tüm beşerî ideolojilerin
suspus olmuş bir hale gelinceye kadar, Allah yolunda cihad etmekle
vazifelendirilmişlerdir...
Müstevli gayr-i
müslimler, müstekbir tağutlar ve yerli mürtedler tarafından işgal edilip
Allah'ın hükmünden başka hükümlerle idare edilen İslâm topraklan, Da-ru'1-Harb'e
dönüşmüştür...
Şehid İmamımız İmam
Azam Ebu Hanîfe Numan b. Sabit (rh.a)'in, bir Daru'l-İslâm'ın, Daru'l-Harb'e
dönüşmesi hakkında öne sürdüğü üç şart da, bugün tahakkuk etmiştir.
İşgal altındaki İslâm
topraklarında geçerli olan hüküm, gayr-i İslâmî hükümlerdir. Kur'ân-ı Kerim
rafa kaldırılmış, ona rağmen insanların heva-u heveslerinden kaynaklanan
anayasalar hazırlanıp geçerli kılınmıştır... Bununla beraber Kur'ân'ın
hükümlerine yasak konulmuş, devletin, hükümetin, ekonominin, hukukun ve sosyal
meselelerin hiç bir şeyine karıştınİmadığı gibi, bu konularda
Kur'ân'ın hiçbir hükmü
teklif dahi edilemez hale getirilmiştir... Ayrıca devlet yönetimini,
ekonomiyi, hukuku ve sosyal meseleleri, mevcud tağuti düzen anlayışına aykırı
olmak kaydıyla kısmen bile olsa Kur'ân'a tabi kılmak için yapılacak bütün
çalışmalar yasak edilmiş, yapmaya kalkışanlar, tağutî ve gayr-i İslâmî
devletin güvenlik güçleri tarafından yakalanıp cezalandırılmıştır...
İşgal altındaki İslâm
toprakları, bir Daru'l-İslâm'a, yani halifeli İslâm toplumuna bitişik değildir.
İşgal edilen İslâm topraklarını ve esaret altındaki mü'min müslüman-ları
kurtarmak için işgalci, müstekbir müşriklerle ordu gönderip savaş ilân edecek,
ümmetin kabul edip bey'at ettiği bir halife, bir imam bulunmamaktadır.
İşgal altındaki İslâm
topraklarında esaret altında ve zillet içinde hayatlarına devam eden mü'min
müslümanlar ile gayr-i müslimler, o bölgeler işgal edilmeden, yani o-ralara
İslâm Devleti hakim iken İslâm'dan kaynaklanan emniyetlerini kaybetmişlerdir...
Yani İslâm'ın verdiği haklar ve hürriyetler ellerinden alınmıştır... Tağutî
anayasalar, vatandaşlarına çeşitli haklar tanımışsa da, bu haklar İslâm'dan
kaynaklanmadığı için, Şehid İmam'ın içtihadını etkilemez...
İmameyn, yani İmam Ebu
Yûsuf ve İmam Muham-msd ile İmam Ahmed b. Hanbel ve İmam Malik b.Enes (Alİah,
cümlesinden razı olsun), tek şart ile Daru'l-îslâm, Daru'l-Harb'e dönüşür
diyorlar. O da: O ülkeye, İslâm'ın dışında beşerî bir ideoloji hakim olmasıdır.
İsterse halkın çoğunluğu müslüman olsun... O ülkenin geçerli düzeni İslâm'ın
dışında herhangi tağutî bir düzen olabilir... İster Komünizm, ister Kapitalizm,
ister Faşizm, ister Liberalizm ve ister diğer tağutî düzenler olsun
farketmez... Halkın üstünde otoriter olan kanunlar gayr-i İslâmî kanunlar
olması, o ülkenin Daru'1-Harb olmasına yeterli gelir...
İmam Şafiî Muhammed b.
İdris (rh.a.) ise, bir Daru'l-İslâm, müstevli kâfirler veya yerli mürtedler
tarafından işgal edildiği andan itibaren yediden yetmişe tüm mü'min
müslümanların, işgalci gayr-i müslimlerİe savaşmalı, görüşündedir. Hatta kadın
kocasından, köle efendisinden, borçlu alacaklısından ve çocuk velisinden izin
almadan bu savaşa iştirak etmeli ve Daru'l-İslâm'ı savunmalıdır...[21]
Hayat nizamı olarak
İslâm'ın devre dışı bırakıldığı, devlet işlerine, ekonomiye, hukuka ve sosyal
meselelere karıştırıl madiği, ayrıca yasak edildiği, müslümanların mahkum ve
İslâm'ı dünya düzeni, Kur'ân-ı Kerîm'i anayasa olarak kabul etmeyenlerin hakim
olduğu yerlerde, mü'min müslümanlar nasıl davranmalıdır? kendilerine a-nın
vacîbe nedir?..
Bu konuda son devrin
İslâm ulemasından Allame İbn Abîdin, meşhur "Reddu'l-Muhtar
Ale'd-Dürrü'l-Muhtar" adlı eserinde şöyle diyor:
"Fetih'de bu
konuda şöyle denmektedir:
Eğer görev verecek
sultan yoksa veya kendisinden görev alacak bir yetkili bulunmazsa -ki bazı
müslümanların yaşadığı bölgelerde olduğu gibi- O bölgelere gayr-i müslimler
hakim olmuşlar, müslümanlar bir bakıma a-zınlıkta kalmışlar ve müslümanlar
mahkum durumda, gayr-i müslimler hakim durumdadırlar. Kurtuba'da bugün olduğu
gibi, yani Endülüs'te bulunan durum!... Bu durumda ne yapılmalıdır?...
Gerekli olan,
müslümanlann kendi aralarından birine bu görevi vermeleridir. Onda ittifak
etmeleri vacibtir. Onu, kendilerine idareci olarak seçerler, o da, kadı tayin
eder. Böylece kendi aralarında vuku bulan hadiselerin yargı organlarına
aktarılması sağlanmış olur. Yine buralarda kendilerine Cuma namazı kıldıracak
bir imam da nesbederler.
İnsanın mutmain
olduğu, kabul edilebileceği görüş de bu olsa gerektir. Bu görüş istikametinde
âmel edilmelidir.[22]
Bu bölüm:
"Müslümanların azınlıkta olduğu ve gayr-i müslimlerin galib bulundukları
ülkede yargı ve kadı'nın tayini" başlığını taşıyor.
Müslümanların
azınlıkta bulunduğu veya çoğunlukta olup gayr-i müslimlerin hakimiyetinde
oldukları, yani İslâm'ın yerine beşerî ve tağutî bir ideolojinin hakim olduğu,
Kur'ân-i Kerim'in yerine insanların kendileri için yaptığı anayasanın geçerli
kılındığı yerlerde, mü'min müslü-manlar, Allame îbn Abidin (rh.a)'in beyan
buyurduğu gibi davranmalıdırlar... İslâm'ın ruhuna, yani gayesine ve mü'min
müslümanların maslahatına uygun olan, kalbleri mutmain Jcılan görüş de budur...
Bu görüş ile amel olduğunda, mümin müslümanlar cemaat olur ve İslâm'ın emirleri
çerçevesinde müesseselerini oluştururlar... Böylece müstevli kâfirlerin, hâkim
tağutî zalimlerin, iktidarı ele geçiren yerli mürtedlerin egemenliklerinden,
onların esaretlerinden kurtulup, hürriyetlerine ve İslâm'ın hükmedeceği
Daru'I-İslâm'a kavuşurlar...
Temim ed-Dârî der ki:
Ömer (r.a.) zamanında
halk bina yapımında (adeta) yarışa girmişti. Bunun üzerine Ömer, şöyle demişti:
Ey Küçük Arab
Topluluğu, dünyadan sakının, dünyadan sakının. Durum şu ki:
İslâm, İslâm olmaz,
cemaat olmayınca, cemaat, cemaat olmaz emiri (devleti) olmayınca, emir de emir
olmaz, kendisine itaat olmayınca.
Kim ki, topluma bilgi
sahibi (fakih) olanı başkan (emir) yaparsa bu, hem o, hem de onlar için dirlik
(vesilesi) olur. Kim ki, topluma bilgisiz olanı başkan (emir) yaparsa bu, hem
o, hem de onlar için helak (sebebi) olur.[23]
İmam Ömer b. Hattab
(r.a.), en isabetli görüşü ortaya koymuştur. Cemaatsiz İslâm olmaz. Çünkü
İslâm, cemaat dinidir... İslâm, fıtrat dinidir. [24]
İnsan fıtrat üzere yaratılmış ve fıtrat da cemaatleşmeyi gerektirir...
Cemaat, mükemmel
olmasa da, bütün noksanlıklanyla da, kâmil ferdden hayırlıdır... Ferdin,
noksanlıkları olan İslâm cemaatına iştirak etmesi, tam olup yalnız kalmaktan
hayırlıdır...
Allah, şöyle diyen
İmam Ali'den razı olsun:
Cemaatın bulanıklığı,
ferdin duruluğundan hayırlıdır. [25]
Numan b. Beşir
(r.a.)'dan rivayet olunduğuna göre Önderimiz Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
"Cemaatte
hoşunuza gitmeyen (tiksindiğiniz) bir hal, ayrılık halinde beğendiğiniz halden
daha iyidir. Cemaatte rahmet, ayrılıkta azab vardır." [26]
Görüldüğü gibi, ne
olursa olsun, İslâm'dan sapma-dıkça, itikadı bir sapma olmadıkça, kusurlarıyla
beraber Allah'a dost, tağutlara düşman olmaya devam ettiği müddetçe cemaatten
ayrılmamalı ve cemaate sıkı sıkı sarılmak lazımdır... Bir yanda cemaat emrine
yapılan ahidin gereği yerine getirilirken, diğer yanda cemaatın içindeki
rahatsızlıkları gidermek, mü'min müslümanların vazifele-rindendir... Mü'min
muvahhidler, birbirine nasihat etmeyi, hakkı ve sabrı tavsiye etmeyi ihmal
etmezler. Çünkü onlar, sağlam iman ve salih amel üzeredirler... Böyle sıhhatli
bir "Ehl-i Sünnet ve'1-Cemaat" akidesi çerçevesinde hüsrandan
kurtulabilirler...[27]
Mü'min müslüman
kardeşler, cemaat içinde birbirlerine tahammül etmeleri ve birbirlerinin
kusurlarını gidermeleri için birbirlerine merhamet etmeli ve hoş görmelidirler...
İbn Ömer
(r.anhuma)'dan rivayet edildiğine göre Ra-sulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
"Halk arasına
girip de eziyetlerine sabreden mü'mi-nin sevabı, halk arasına girmeyen ve
onların eziyetlerine sabretmeyen mü'minin sevabından daha fazladır.[28]
Mü'min müslümanlar,
cemaat halinde emirlerinin meşru emirlerine itaat ederek, Cuma ve Bayram
namazlarını kendi aralarından seçtikleri Cuma imamlarının peşinde kılarak ve
anlaşmazlıklarını İslâm Cemaatının Kadısına havale ederek, Allah yolunda
cihada devam üzere olurken, ortaya çıkan rahatsızlıklara karşı, önderimiz
Rasu-lullah (s.a.s.)'in emirleri gereği tavır sergilerler!...
Abdullah b. Mes'ud
(r.a.)'ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
"Benden sonra
yakın bir istikbalde bir takım meşru olmayan tercihler ve hoşlanmayacağınız bir
çok işler meydana gelecektir."
Sahabîler:
Ya Rasulullah, (bu,
vak'î olduğu zaman) bizlere ne yapmamızı emredersiniz? dediler.
Rasulullah:
"Kendi üzerinize
edası vacib olan hakları edâ eder, yerine getirirsiniz, lehinize olan (mahrum
bırakıldığınız) kendi haklarınızı da Allah'dan istersiniz," buyurdu.[29]
Mü'min muvahhid
ferdîer, Şer'î ölçülere dikkat ederek oluşturdukları İslâm Cemaatının hayatının
devam etmesi, müesseselerin tanzimi, ferdlerin eğitimi ve Alİah yolunda cihad
edip Allah'ın dinini yeryüzüne hakim kılma savaşı, elbette sıradan işler
değildir... Bütün bunları yapmak ve becerip arzu edilen hayırlı bir sonuca
ulaştırmak için büyük çaba ve sabır ister...
Enes b. Malik
(r.a.)'ın rivayetleriyle şöyle buyurur e-bedî önderimiz Rasulullah (s.a.s):
"İnsanların
üzerine bir zaman gelecek ki, onların i-çinde dini (nin icablarını yerine
getirme) üzerinde tahammül gösteren, avucunun içinde ateş parçası tutan gibidir. [30]
Önderimiz Rasulullah
(s.a.s.) her hâl-u kârda ümme-ti'nin içinde kıyamete kadar, sağlam, sapmayan
Kitab'a ve Sünnet'e bağlı, kınayıcıların kınanmasından korkmayan, kendisine
yardım etmeyenlerin hiç bir zarar veremediği bir cemaat bulunacağının müjdesini
veriyor...
Muğire b. Şu'be
(r.a.)'m rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
"Ümmetimden bir
taife, kendilerine Allah'ın emri gelinceye (yani kıyamet kopuncaya) kadar hak
üzerinde birbirine yardım edici olmakta devam edecek ve bunlar, (muhalefet
edenlerine) daima galib olacaklardır. [31]
Bu seçkin ve Allah
yolundan sapmayan İslâm Cemaatı için İmam Buhârî (rh.a), "bunlar,
âlimlerdir" derken,
İmam Tirmizî
(rh.a)'de, "bunlar, Muhaddislerdir" demektedir.
Rasulullah (s.a.s.),
Ümmetinin fırka fırka olup, hatta kendilerinden önce sapmış olan ümmetlerden
Yahudilerin başına gelenlerin, onların başlarına da geleceğini beyan buyuruyor.
Ve bu fırka haline gelen, yani parçalanmış ümmetinden yalnızca bir cemaat
kurtulanlardan olacaktır. O da: Rasulullah (s.a.s.) ve Ashabının üzerinde
bulunduğu itikadda olan ve imanın gereği olan salih ameli onlar gibi yapmaya
çalışanlardır!...
Abdullah b. Amr
(r.a.)'ın rivayetiyle yegane önderimiz Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
"İsrailoğullarına
gelen her şey, papuçun papuça (bir tekinin Öbür tekine) eşitliği gibi ümmetime
de gelecektir. Hatta onlardan aşikâr olarak annesine yaklaşan kimse bulunursa,
ümmetimden de bunu yapacak kimse bulunacaktır.
İsrailoğulları,
yetmişiki millete ayrılmışlardı. Ümmetin yetmişüç millete ayrılacaktır.
Bunların, bir milletten başka hepsi cehennemdedir."
Ashab:
Ya Rasulullah,
dediler, O (müstesna olan millet) kimdir?
RasuM Ekrem, buyurdu
ki:
"Ben ve Ashabım
hangi millet üzere isek (odur). [32]
İslâm Cemaatı,
Rasulullah (s.a.s.)'ın Sünnetine sıkı sıkıya bağlı olan bir cemaattir, yani
Ehl-i Sünnet Cemaatıdır...
Cemaat olmak ve
gereğini yerine getirmek konusunda Ashab'dan Hazeyfe İbnu'l-Yeman (r.a.)'ın
anlattıklarını dinleyelim!...
Şöyle anlatıyordu
Huzeyfe İbnu'l-Yeman (r.a.):
İnsanlar, Rasulullah
(s.a.s.)'e (geleceğe aid) hayırdan sorarlardı. Ben de (İslâm ümmetine gelecek)
şerr'den -o şerrin bana uğramasından korkarak- sorardım.
Bu endişe ile bir
kerresinde:
Ya Rasulullah biz,
vaktiyle Cahiliyyet devrinde şirk ve küfür içinde idik. Sonra Allah bize, şu
büyük İslâm hayinni getirdi. Bu hayır ve saadetten sonra gelecek bir şerr ve
fitne var mıdır? diye sordum.
Rasulullah:
"Evet,
vardır" buyurdu.
Ben:
O şerrden ve fitneden
sonra bir hayır ve salah var mıdır? dedim.
Rasulullah:
"Evet, bir hayır
ve salah vardır. Fakat onun içinde bazı şerr ve fesad bulunacak (hayrı
bulandıracak, duruluğunu bozacak) buyurdu.
Ben:
O hayrın (temizliğini
bulandıracak) kiri nedir? diye sordum.
Rasulullah:
"O devrin
âmirlerinden bir zümre, ümmeti benim Sünnetim ve yolumun hilafına idare
edecekler. Sen, o devrin âmir ve valilerinden bazılarının hareketlerini (doğru
bulup) tasvib, bazılarının hareketlerini de (çirkin bulup)
reddedeceksin." buyurdu.
Ben:
Ya Rasulullah, bu
karışık hayır devrinden sonra, yine bir şerr ve fesad devri gelecek mi? dedim.
Rasuiullah:
"Evet,
gelecektir. O devirde bir takım davetçiler (propagandacılar), halkı cehennem
kapıları üzerine çağıracaklar. Her kim, onların davetine icabet ederse, onu cehenneme
atacaklar." buyurdu.
Ben:
Ya Rasulullah, bu
davetçiler bize vasfetseniz? dedim.
Rasulullah:
"Onlar, bizim
ülkemizden insanlardır. Bizim dillerimizle konuşurlar. (Halbuki gönüllerinde
hayırdan eser yoktur.)" buyurdu.
Ya Rasulullah o devir
bana yetişirse (yani ben o devirde yaşarsam) nasıl hareket etmemi emredersiniz?
dedim.
Rasulullah:
"İslâm Cemaatine
muhabaat et ve onların devlet başkanına itaat eyle!" buyurdu.
Ben:
Ya Rasulullah, onların
bir cemaatı yoksa, başlarında devlet başkanları da yoksa? dedim.
Rasulullah:
"O takdirde sen,
bu fırkaların hepsinden ayrıl (evine çekil). Velek ki, bu ayrılman, bir ağaç
kökünü ısırman suretiyle (meşakatli) olsa bile. Artık ölüm sana erişinceye
kadar, sen bu ayrılık üzere bulun!" buyurdu.[33]
Dikkat edilecek
olursa, Rasulullah (s.a.s.)'in devamlı vurguladığı cemaatın varlığı, cemaate
iştirak ve cemaat emirine itaattir...
Mü'min müslümanların
üzerine vacib olan, cemaatı oluşturmaları, oluşmuş ise iştirak etmeleri
gerekir...
[1] Bk.ÂI-iîmrân, 3/102-103
[2] Nisa, 4/59
[3] Çünkü mü'min müslümanlar, anlaşmazlık dâvalarını
tağutun mahkemelerine havale edemezler. Tağutun hakemliğine başvurmak,
Rabbimiz Allah tarafından yasak kılınmıştır;
"Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten inandıklarım
öne sürenleri görmedin mi? Bunlar, tağutun önünde muhakeme olmayı istemektedirler.
Oysa onlar, onu reddetmekle enırolunmuşlardır. Şeytan da, onları uzak bir
sapıklıkla sapıtmak ister." (Nisa, 5/60)
[4] Sünen-i Tirmizî, Kitabu'l-Cihad, B.4, Hd. 1724.
[5] Sünen-i Ebu Davud, Kitabu'l-Cihad, B.79, Hds. 26Q7.
Sünen-i Tirmizî, Kitabu'l-Cihad, B.4, Hds. 1725. İmam Malik, Muvatta,
Kitabu'I-İstİzan,.Hds.35
[6] İmam Malik, Muvatta, Kitabu'l-îstizan, No 36.
[7] Sünen-i Ebu Davud, Kitabu'i-Cihad, B.80, Hds.
2608-2609.
[8] İmam Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.2 Sh.I77.
[9] Bkz. En'am, 6/162-163
[10] Sahih-i Müslim, Kitabu'l-İmare, B.I3. Hds. 58. Sahih-i
Buhârî, Kitabu'l-Ahkam, B.4, Hds.7. -Kitabu'l-Fiten, B.2, Hds. 5.
[11] Sünen-i Tirmizî, Kitabu'l-Fiten, B.7, Hds. 2254.
İmam Şafiî, Er-Risâle,
çev. Ubeydullah Dalar, Ank. ty. Sh. 276, M.1315
Yeni Tercemesi:
Muhammed b. İdris eş-Şafıî, Er-Risâte (İslâm Hukukunun Kaynakları) Çev.
Prof. Dr. Abduikadir Şener, Prof. Dr. İbrahim Çalışkan, Ank. 1992, Sh.256,
Md.1315.
[12] Sünen-i Tirmizî, Kitabu'l-Fiten, B.7, Hd. 2256. İmam
Suyutî, Camiu's-Sağir Muhtasarı; Tercüme ve Şerhi, çev. İsmail Mutlu vdğ. İst.
1996, C.2, Sh.459, Hds.2338.
[13] Sahih-i Buhârî, Kitabu'l-Fiten, B.2, Haber:?. Sahih-i
Müslim, Kitabu'l-İmare, B.8, Haber: 42. Sünen-i Nesei, Kitabu'l-Bey'at, B.9,
Haber:4144-4145. Sünen-i İbn Mace, Kitabu'l-Cihad, B.41, Haber:2866.
[14] Sahih-i Buhârî, Kitabu'l-Ahham, B. 1, Hds. 1 Sahih-i
Müslim, Kitabu'i-îmare, B.8. Hds. 32. Sünen-i İbn Mace. Kitabu'l-Cihad, B.39,
Hds. 2859. Sünen-i Neseî, Kitabu'l-Bey'at, B.27, Hds. 4175.
[15] Sahih-i Buhârî, Kitabu'l-Cihad. ve's-Siyer, B.108,
Hds, 164. Sünen-i Neseî, Kitabu'l-Bey'at, B.30, Hds.4178.
[16] Sahih-i Buhârî, Kitabu'l-Ahkam, B.4, Hds. 8. Sahih-i
Müslim, Kitabu'l-îmare, B.8, Hds. 38. Sünen-i Ebu Davud, Kitabu'l-Cihad, B.87,
Hds. 2626. Sünen-i İbn Mace, Kitabu'l-Cihad, B.40, Hds.2864 Sünen-i Tirmizî,
Kitabu'l-Cihad, B.29, Hds.1759. Sünen-i Neseî, Kitabu'l-Bey'at, B.34, Hds. 4188
[17] Sahih-i Buhârî, Kitabu'l-Ahkam, B.4, Hds.9. Sahih-i
Müslim, Kitabu'l-İmare, B.8, Hds. 39-40. Sünen-i Ebu Davud, Kitabu'l-Cihad,
B.87, Hds. 2625. Sünen-i Neseî, Kitabu'I-Bey'at, B.34, Hds. 4187. . Sünen-i İbn Mace, Kitabu'l-Cihad, B.40,
Hds. 2863.
[18] Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve şerhi, İst.
1983, C.8, Sh.716.
[19] Sahih-i Müslim, Kitabu'l-İmare, B.8, Hds. 39. SUnen-i
Ebu Davud, Kitabu'l-Cihad, B.87, Hds. 2625. Sünen-i Neseî, Kitabu'İ-Bey'at,
B.34, Hds. 4187.
[20] Sahih-i Buhârî, Kİtabu'l-Ahkam, B.4, Hds. 7.
Kitabu'l-Fiten, B.2, Hds. 6. Sahih-i Müslim, Kitabu'l-tmare, B.B, Hds.
55-56.
[21] Geniş bilgi için bkz. Mustafa Çelik, Daru'1-Harb
Fıkhı, İst. Ölçü yayınları. 4 cilt (Bu eserin okunmasını özellikle tavsiye
ederiz.)
[22] İbn Abidİn, Reddu'l-Muhtar Ale'd-Dürrü'l-Muhtar çev.
Mehmet Sa-,aş, (Şamil Yayınlan) İst. 1985, C.12, Sh. 145.
[23] Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B.26, Haber:257.
[24] Bkz. Rum, 30/30.
[25] Dr. Seyyİd Muhammed Nuh, Davet Yolunda Nebevi
Nurlar-Davetciye Öğütler, çev. Abdulkadir Kınar, İst. 1994, Sh. 113,
[26] Hüsameddin El-Hindî, Kenzu'l-Ummal, C.3 , Sh. 269.
Ahmed b. Hanbel,
Müsned, C.4, Sh.278 ve 375.
İmam Suyutî, Camiu's-Sağır, Hds. 3624. Camiu's-Sağir Muhtasarı Tercüme
ve Şerhi, çev. İsmail Mutlu, vdg. İst. 1996, C.2, Sh. 292, Hds. 1929
(Kudafden-Kısmen)
[27] Bkz. Asr Suresi'ne ve tefsirlerine
[28] Sünen-i İbn Mace, Kitabu'l-Fiten, B.23, Hds. 4032.
Sünen-i Tirmizî, Kitabu Sıfatu'l-Kıyame, B.20, Hds. 2625.
[29] Sahih-i Buhârî, Kitabu'l-Menakıb, B.25, Hds. 107.
Kitabu'l-fıten, B.2, Hds.4. Sahih-i Müslim, Kitabu'l-İmare, B.10, Hds.
45.
[30] Sünen-i Tirmizî, Kitabu'1-Fiten, B.61, Hds. 2361.
[31] Sahİh-i Buhârî, Kitabu'l-İ'tisâm, bi'I-Kİtabi
ve's-Sünneti, B.10, Hds. 42.
Kitabu't-Tevhîd, B.29,
Hds.85.
Kitabu'l-Menakib, B.28,
Hds.141. Sünen-i Tirmizî, Kitabu11-Fiten, B.25, Hds. 2287 Sünen-i İbn Mace,
Mukaddime, B. 1, Hds.7.
Sahih-i Müslim, Kitabu' 1-İman, B.71, Hds. 247 (Kısmen)
[32] Sünen-i Tirmizî, Kitabu'1-îman, B.18, Hds. 2779.
Sünen-i İbn Mace, Kitabu'l-Fiten, B. 17, Hds. 3992 (İlk kısım hariç)
[33] Sahih-i Buhârî, Kitabu'l-Fiten, B.l 1, Hds. 34.
- Kitabu'i-Menakıb, B.25, Hds.110. Sahih-i Müslim, Kitabu'l-İmare, B.13,
Hds. 51-52. Sünen-i Ebu Davud, Kitabu'l-Fiten, B. 1, Hds. 4244-4247.