Çoban Olmak

 

"Ey. iman edenler, kendinizi ve yakınlarınızı (ehlinizi) ateşten koruyun ki, onun yakıtı insanlar ve taşlardır.[1]

Böyle buyurdu âlemlerin yegane Rabbi Allah Teâlâ... Çünkü iman edenlerin her birileri, kendi nefsini korumada, ehlini ve malını korumada birer çoban idiler... Muvahhid mü'min çobanlar, imanlarını, dinlerini, canlarını, mallarım, akıllarını ve nesillerini korumakla mükelleftirler... Vazifesi­nin şuurunda olan ve sorumluluğunu idrak eden imanlı bir çoban, sürüsünü ve kendisini nasıl ki, her türlü saldırıdan koruyorsa, muvahhid mü'minler de başlarında çoban olduk­ları yakınlarını öylece, hatta daha titizlikle korumalıdırlar!... İmana, dine, ırza, mala, nesle ve cana saldıran her türlü ide­olojilerden, kültürlerden ve vahşetten bu ulvî değerleri ko­rumak, mü'min müsîümanlann üzerinde anın vacibi olan bir vazifedir... Kendilerini ve sorumluluklarını yüklenmiş ol­dukları diğer mü'minleri, bu din, can, mal, nesil ve akıl düşmanlarına karşı cihadı hazırlamalı ve cihada kuşanmah-dırlar.

Yegane örneğimiz ve Önderimiz Rasulullah (s.a.s.), ümmetinden olan mü'minleri çobana benzetiyor ve vazifele­rini hatırlatıyor...

Abdullah b. Ömer (r.anhuma)'ın rivayetiyle dünyada da, ahirette de önderimiz Rasulullah (s.a.s.), şöyle buyurur:

"Her birerleriniz çoban ve herbirerleriniz sorumludur, "nam (Devlet başkanı) bir çobandır, o da (yönettiklerinden) sorumludur. Erkek, kendi aile ferdleri üzerinde bir çobandır, o da, bunlardan sorumludur. Kadın da, kocasının evi üzerin­de bir çobandır. O da, eli altındakilerden sorumludur. Köle de, efendisinin malı üzerinde bir çobandır. O da, sorumlu­dur. Dikkat edin! Her birerleriniz çoban ve herb irerlerin iz sorumlusunuz.[2]

Muvahhid ailenin kurucuları ve ailenin huzurunu te'min etmekle vazifeli olanlar, çoban olduklarını ve so­rumlu bulunduklarını hiç hatırdan çıkarmayacak, kulaklar kirşte, parmak tetikte hazır kıta şuuruyla hareket edecektir!.. Hele hele gayr-ı müslimlerin hakim, mü'min müslümanların mahkûm ve İslâm topraklan işgal altında bulunan bu devri­mizde, bu şuurlu harekete her zamankinden daha çok ihtiyaç vardır!...

Bu, böyledir!...

Baba, anne ve dünyanın çekici süsü olan çocuklarının arasındaki ilişki, ayetlerde şöyle beyan buyrulmuştur... Rab-bimiz Allah, insandaki bu ruhî yapı için şöyle buyuruyor:

"Mal ve çocuklar, dünya hayatının çekici süsüdür. Sü­rekli olan salih davranışlar ise, Rabbinin katında sevab ba­kımından daha hayırlıdır. Umud etmek bakımından da daha hayırlıdır. [3]

"İnsanlara, kadınlar, oğullar, yüklerle altın ve gümüş yığınları, salma ve güzel atlar, duvarlar ve ekinler, aşırı sevgi ile bağlanılan bu gibi şeyler çok ziynetli (güze I /gösterişi i) gösterilmiştir. Halbuki bunlar, dünya hayatının bir metaıdır. Varılacak yerin bütün güzelliği Allah'ın yanındadır.[4]

Dikkat edilecek olunursa, ayet-i kerimelerde zikredi­len, mal, çocuklar, kadınlar, oğullar, altınlar, gümüşler, atlar, davarlar ve ekinler, geçici olan bu dünya hayatının gerekle­rindendir... Nasıl ki, yaşamak için, suya, havaya ve ekmeğe ihtiyaç varsa, gerek ferdî, gerekse toplumsal hayat için bu dünya hayatı için ayetlerde sayılan nesnelere de ihtiyaç var­dır. Bu ihtiyaçyarın vasat Ölçüde giderilmesi, zaten Rabbimiz Allah'ın emridir... Rabbimizin bize yasak ettiği şey, geçici dünya süsü olan bunlara, sanki onlardan hiç ay-nlmayacakmış gibi aşırı bağlılıktır... Bunlara böyle aşırı bağlılığın getirdiği, Rabbimizin yanındaki en hayırlı nimet­leri unutturma felaketidir.

Bu dünya süslerine eğilim, onlarla kalınacak ve ihti­yaç derecesinde olup o konudaki İslâmî ölçü aşılmadıkça takdir edilecek bir durumdur... Eğer Allah'ın indindeki daha hayırlı nimetler unutulur da, büsbütün geçici dünya süslerine gönül verilir ve tamamen onlar için çalışılır, ahiret için bir hazırlık yapılmaz ise, işte zarar noktası burasıdır...Yoksa ka­zanmak ve Alİah yolunda harcamak, niyet ve ameli her za­man için emredilmiştir... Allah'ın emrettiği şekilde helâl yoldan kazanan, israf etmeyen,cimri de olmayan ve ahiret hazırlığı için Allah yolunda harcayan muvahhid mü'mine baha mı biçilir?.. Helâl mal ile salih mü'min insan kadar bir­birine yakışan daha ne vardır ki, bu geçici dünyada?!..

Bir muvahhid mü'min ve muttaki erkek ile yine mu­vahhid mü'min ve muttaki olan kadın kadar birbirine ihtiyach ve birbirine yakışıp da birbirini tamamlayan daha ne var ki?.. Böyle bir anne ve babaya salih evlad yakışmaz mı?.. Böyle bir aileye helâlinden kazanılmış, altınlar, gü­müşler, atlar, davarlar, ekinler yakışmaz mı?.. Bu malları helâlinden kazanan bu aile, bunları, Allah'ın ve Rasulullah (s.a.s.)'ın emrettiği şekilde değerlendirip Allah yolunda sarfetmeleri övülmez mi? Ve Rabbimiz Allah'ın razı olduğu durum, bu durum değil mi?..

Geçici dünya süsü olan, evler, arabalar, şirketler, fab­rikalar, yazlıklar, kışlıklar, süslü elbiseler ve yığın yığın ser­vetler, sadece dünya için elde edilir ve dünya zevk-u safâsı için harcanır, haramdan kazanılır, israf yoluyla dağıtılır, binlerce mazlumunu alın terleri sömürülürse, elbette bu hâl, felaketin tâ kendisi olur!... İşte böyle bir durum, Rabbimiz Allah'ın , mü'min kullarına yasak ettiği durumdur... Şöyle buyurur Rabbimiz Allah:

"Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun (eğlence türün­den), tutkulu bir oyalama, bir süs, kendi aranızda bir övün­me (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir çoğalma tutku­sudur. Bir yağmur örneği gibi, onun bitirdiği ekin, ekincile­rin (veya kâfirlerin) hoşuna gitmiştir. Sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki, sapsarı kesilmiş sonra o, bir çer-çöp oluver­miştir. Ahirette ise, şiddetli bir azab, Allah'dan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rıza) da vardır. Dünya hayatı, aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir.[5]

Dünya hayatı, dünya malı elde etmek ve yine dünya i-çin harcamak yolunda sarf edilirse, zarar üzere zarar edilmiş olur... İşte bu hâl, bir oyalanma, bir oyun ve bir eğlencedir... Ayet-i kerimede beyan edilen yağmur örneği gibi!... elbette muvahhid mü'minler, bu olayın farkındadır ve geçici dünya hayatını, ebedî olan ahireti kazanmak için sarf ederler... O zaman fanı olanı, bakîye çevirirler, yani geçici dünya hayatı, ebedî ahirete dönüşmüş olur...

Kişiyi, dünya hayatına bağlayan ve hata etmesine ve­sile olan şeylerden birisi de, yine ayetlerde beyan edilen ço­cuklardır... Çocukların geleceği korkusu, insanı hatalara dü­şürür... Onlar için çalışıp çırpınmak, onları besleyip büyütmek ve koruyup kollamak adma hareket, ölçülü ve dengeli olmazsa insanı dünyalık yapar... Yalnız onlar düşünülür, böylece dünyevîleşecek olursa, ahiret geri plana itilmiş o-lur... Allah'ın rızası bir yana bırakılıp, ne olursa olsun "aman çocuklarım" denilecek olursa, elbette kişiyi dünyaya bağlar, böylece eii-kolu bağlanmış olur... Kazanç onİar için, masraf onlar için!... Bu konuda ifrata düşülmüş olunursa, kişiyi bir çok hatalara sürükler... Allah'ın rızasını kaybeder, ahireti pe­rişan olur...

Bunun için Rabbimiz Alİah (c.c.) şöyle buyurur:

"Ey iman edenler, Allah'a ve Rasulü'ne ihanet etme­yin, bile bile emanetlerinize de ihanet etmeyin.

Bilin ki, mallarınız ve çocuklarınız ancak bir fitnedir (imtihan konusu/aracıdır). Allah yanında ise, büyük bir mü­kafat vardır.

Ey iman edenler, AHah'dan korkup sakınırsanız, size doğruyu yanlıştan ayıran bir nur ve anlayış (furkan) verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah, büyük fazî sahi­bidir.[6]

Bu ayetleri daha iyi anlamak için esbâb-ı nüzulüne bakmak faydalı olur... İman edenlerin, Alİah ve Rasulü (s.a.s.)'e ihaneti nasıl olur? Ya emanetlerine bile bile ihanet etmek ne demektir?..

Bunları anlayabilmek için esbâb-ı nüzulüne bakmak gerek... Yani ayet, hangi sebebten dolayı inmiştir... Bu sebe­bin kavranması, ayetin anlaşılmasını kolaylaştırır... Bundan dolayı ayetlerin yorumlanmasından Önce esbâb-ı nüzulü var­sa gündeme gelmelidir... O konuda dünyada ve ahirette Ön­derimiz Rasulullah (s.a.s.)'in herhangi bir beyanı varsa, ayet ona göre anlaşılmalıdır... Aynca bu konuda uzman, işin ehli ulemânın görüşlerine de baş vurulmalıdır... Böyle bir çalış­ma, Kur'ân-ı Kerim'i daha iyi anlamaya vesile olacaktır... E-ğer bunlar göz önünde bulundurulmaz ise, Kur'ân-ı Kerim anlaşılmaz hâle getirilir... Her okuyan, anladığını, kendi kanaatini sergileyecek ve ayette anlatılan işte budur diyecek olursa, bu kargaşanın içinden nasıl çıkılacaktır?.. Kur'ân-ı Kerim'e, Kur'ân ilimlerinden habersiz bir şekilde yaklaşmak ve üstelik böyle gafil bir hâl ile ayetleri yorumlamak, fela­ketten başka ne olabilir?..

Şimdi ayetin esbâb-ı nüzulüne bakalım. Bu ayet,  Ensar'dan Ebu Lübabe b. Abdu'l-Munzir hakkında nazil olmuştur.

Rasulullah (s.a.s.), Beni Kurayza Yahudîlerini yirmi bir gece Kuşatma altında tuttu. Bunun üzerine onlar, Beni Nadir Yahudîleri'nden olan kardeşlerinin yaptığı bir sulh ü-zerinde anlaşma talebinde bulundular. Bu anlaşmaya göre onlar, Şam diyarından olan Esriat ve Eriha'da bulunan kar­deşlerinin yanına gideceklerdi. Fakat Rasulullah (s.a.s.) on­ların bu isteklerine kabule yanaşmadı. Ancak Ensar'dan Sa'd b. Muaz'ın kendileri hakkında hüküm vermesi için kalelerin­den inmelerini şart koştu. Fakat onlar, buna yanaşmadılar ve:

Bize, Ebu Lübabe'yi gönder, dediler.

Zira bu Ebu Lübabe, onlara nasihatta bulunan hoş ge-çimli, samimi bir hayırhahlarıydı. Çünkü Ebu Lübabe'nin malı ve çoluk-çocuğu onların yanında bulunuyordu.

Rasulullah (s.a.s.) de, O'nu gönderdi. Ebu Lübabe, Dnlara gelince kendisine dediler ki:

Ey Ebu Lübabe, senin görüşün nedir? Sa'd b. Muaz'ın hakemliğine razı olup kalemizden inelim mi?

Ebu Lübabe, eliyle boğazını işaret ederek, "O Sa'd'ın vereceği hüküm, boğazlanma demektir, bunu yapmayın" demeye getirdi.

Ebu Lübabe, şunu demiştir:

Vallahi, ayaklarım bulundukları yerden henüz ay­rılmamıştı ki, ben, gerçekten Allah'a ve Rasulü'ne hainlik ettiğimin farkına vardım.

işte bu ayet, Ebu Lübabe hakkında inmiştir.

Bu ayet inince Ebu Lübabe, kendisini mescidin di­reklerinden bir direğe bağladı ve:

Ölünceye, ya da Alİah tevbemi kabul edinceye ka­dar vallahi, ne bir lokma yiyecek, ne de içecek ağzıma koymayacağım, diye yemin etti.

Böylece hiç bir şey yemeden yedi gün bu hâl üzere bekledi. Hatta baygın bir vaziyette yere yıkıldı.

Sonra Allah Teâlâ, O'nun tevbesini kabul buyurdu.

Kendisine:

Ey Ebu Lübabe, tevben gerçekten kabul buyruldu, denmesi üzerine:

Hayır, Vallahi, iplerimi çözen Rasulullah'ın kendisi olmadıkça ben, kendi iplerimi çözmeyeceğim, dedi.

Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s.), kendisi gelip eliyle Ebu Lübabe'nin ipini çözdü. Sonra Ebu Lübabe, dedi ki:

Tevbemin tam kabul olması için, günaha bulaştığım kavmimin yurdunu terk edeceğim, malımdan, mülkümden de sıyrılıp çıkacağım.

Bu söz üzerine Rasulullah (s.a.s.):

"Malının üçtebirini tasadduk etmen, senin için kâfi­dir." Buyurdu.[7]

Ebu Lübabe (r.a.)'ın, malı, çoluk ve çocuğu, Alİah düşmanları, Rasulullah (s.a.s.) ve mü'min müslümanların düşmanları olan Beni Kurayza Yahudîleri'nin yanında bu­lunması, malının, çoluk-çocuğunun geleceği, bir an O'nu gaflete daldırıyor ve kendisini büyük bir hatanın içine düşü­rüyor...

Rasulullah (s.a.s.) ve mü'minlerin sırrını, bir anlık gaflet sonucu, küçük bir hareketle bile olsa düşmanlara açiklamış oldu...

Katıksız iman sahibi Ebu Lübabe (r.a.)!... Çünkü Rabbimiz Alİah, olayı beyan buyurduğu ayet-i kerime de:

"Ey iman edenler..." diye hitab buyurmuştur...

Evet, imanı sapasağlam idi Ebu Lübabe (r.a.)'m... Böyle bir hata ettiğini anlayınca, kendi kendisini cezalandı­rıyor ve can-u gönülden tevbe ediyor... O'nun bu samimiyeti, bu ihlası ve bu tavrı tevbesinin kabulüne vesile oluyor... Ebu Lübabe (r.a.)'m bu samimi ve ciddî tavrı, kıyamete kadar bütün mü'min müslümanlar için ders ve ibret olmuştur... Düştüğü hatadan ve ihlas ile yaptığı tevbeden alınacak çok dersler ve ibaretler vardır...

Mal ve evlad geçici dünya süsü olduğu beyan edildi... Eğer onları, Allah yolunda ve İslâmî ölçülerde değerlendire­cek olur isek, ahiretimiz için faydalı olur... Allah yolunda, Allah'ın rızasını kazanmak için değerlendirilen her şey, mü'min kulu Allah'a yaklaştırır... Aksi hâlde kul, Allah'dan uzaklaşmış olur!..

Bunun için şöyle buyurur Rabbimiz Allah:

"Bizim katımızda sizi (Bize) yaklaştıracak olan, ne mallarınız, ne de evladlarmızdır. Ancak iman edip salih a-mellerde bulunanlar başka. İşte onlar, onlar için yaptıklarına karşılık olmak üzere, kat kat mükafat vardır ve onlar, yüksek köşklerinde güven içindedirler.[8]

İman etmenin ve salih amel işlemenin gereği, dünya süsü olan mal ve evlada ifrat derecesinde bağlanmamak, onları birer emanet kabul edip ona göre değer vermektir... Bu şekilde değerlendirilirse, yani malı helâl kazanıp Allah yolunda harcamak, evladı İslâm terbiyesi üzere yetiştirip salih mü'minlerden olmasına vesile olmak, iman ve salih a-melin gereğidir!..

Muvahhid mü'minler, aile ortamını İslâm üzere ve dengeli bir hâle getirmelidirler... Ailede gerek erkek, gerek kadın ve gerekse çocuklar, öyle yetiştirilmelidirler ki, Al­lah'ın rızası, ümmetin maslahatı, her şeyden önce gelmeli­dir... Karşılaştıkları her hangi bir olayı, bu bakış açısıyla de­ğerlendirmelidirler... îşte böyle bir değerlendirme ve itaat, aile ferdlerini birbirine yardımcılar kılacak, ailede İslâm ü-zere birliğin oluşmasını sağlayacaktır... Aksi takdirde aile ferdleri birbirilerine düşer ve birbirilerine ayakbağı olurlar... O zaman ailede düşmanlık başlar...

Bu olayı beyan buyuran Rabbimiz Allah, şöyle buyurur:

"Ey iman edenler, gerçek şu ki, sizin eşlerinizden ve çocuklarınızdan bir kısmı sizler için (birer) düşmandırlar. Şu hâlde onlardan sakının. Yine de affeder, hoş görür (kusurla­rını yüzlerine vurmaz) ve bağışlarsanız, artık elbette Alİah, bağışlayandır, esirgeyendir.[9]

Ayet-i kerime'nin esbâb-ı nüzulüne baktığımızda şu olayla karşılaşıyoruz.

İbn Abbas (r.a.), rivayet eder ki, adamın biri İbn Abbas'a:

"Ey iman edenler, gerçek şu ki, sizin eşlerinizden ve çocuklarınızdan bir kısmı sizler için (birer) düşmandırlar. Şu hâlde onlardan sakının..." ayetinin tefsirini sordu. Ve bunun üzerine İbn Abbas, şöyle dedi:

Bunlar, Mekkelilerden müslüman olan ve (Muhacir olarak) Rasulullah (s.a.s.)'e gelmek isteyen kişilerdir ki, ka­rıları ve çocukları, onları Rasulullah (s.a.s.)'e gelmeye bı­rakmak istememişlerdir. Bilâhire Rasulullah'a geldikleri va­kit, müslümanları dinde Fıkıh (ilim) sahibleri olduklarını gördüler ve bu yüzden onları (eşlerini ve çocuklarını), ceza­landırmaya kalkıştılar.

Bunun üzerine Allah:

"Ey iman edenler, gerçek şu ki, sizin eşlerinizden ve çocuklarınızdan bir kısmı sizler için (birer) düşmandırlar. Şu hâlde onlardan sakının..." ayetini indirdi.[10]

Bu konuda, bir diğer haber de şöyledir: Atâ b. Yesar, rivayet ederek şöyle demiştir: "Ey iman edenler, gerçek şu ki, eşlerinizden ve ço­cuklarınızdan...." ayet-i kerimesinden, sûrenin sonuna kadar olan ayetler hariç Tagabûn Sûresinin tamamı Mekke'de nazil olmuştur. "Ey iman edenler...." ayet-i kerimesi, Afv b. Malik el-Eşcaî hakkında nazil olmuştur.

Bu zat, çoluk-çocuk sahibi idi. Gazveye (savaşa) çık­mak istediği zaman, eşi ve çocukları, onu yumuşatıp geri çevirmek için:

Bizi, kimlere bırakacaksın?, diyerek etrafında ağlaşirlardı.

O da, onların bu ağlayıp sızlamalarına dayanamayarak, yanlarında kalıp gazveye gitmezdi. Bu ayetten itibaren sûrenin sonuna kadar olan ayetler, Medine'de nazil olmuştur. [11]

Havle bintu Hakem (r.anha) şöyle anlatır:

Rasulullah (s.a.s.), bir gün evinden çıktı. Kızının iki oğlundan (Hasan ve Hüseyin, r. anhuma'dan) birini kucağında taşımakta ve şöyle konuşmakta idi:

"Sİz, muhakkak ki, (insanı) cimri, korkak ve bilgisiz kılarsınız. Ve hiç şübhe yok ki, siz, Allah'ın en güzel lûtufla-rından (biri)sınız. [12]

Çocukların geleceği düşüncesiyle ifrat derecesinde mal yığıp Allah yolunda sarfetmemek ve cömert davranma­mak, insanı cimri yapar... İslâm topraklarını işgal eden, şirk ideoloilerini devletleştiren tağutlara karşı cihad ederken şehid olmak, ya da zindanlara atılmak, veyahud sürgün o-lunmak kaçınılmaz görünmektedir... Böyle bir durum başa geldiğinde çoluk-çocuk ne olacak? Bu yetimlere, bu dula, ya da bu kimsesizlere kim bakacak? Düşüncesi, insanı korkak yapar... Dolayısıyla müstevli kâfir, müşrik ve mürtedîere karşı cihada kuşanmaz!.. Ayrıca Onların rızıklarını te'min etme konusundaki gayret, çalışma ve koşturmalar, ilim elde etme, bilgi sahibi olma konusunda insanı çok geri bırakır, yani bilgisiz eder...

Bütün bu olumsuzlukların giderilebilmesi için en ha­yırlı asır ve en hayırlı nesil gibi olmak gerekir...Derece ba­kımından onlara ulaşmak mümkün değilse de, onlardan ör­nek alıp onlar gibi davranmak lazımdır... Çünkü Asr-ı Saadet'te yaşayan Ashab-ı Kiram,Ümmetin içinde en yüce dereceye sahibtir... Onlar Rasulullah (s.a.s.) Sahabîİeri, on­lar, Bedir ehli, onlar, Uhud ehli ve onlar, Rıdvan Bey'atı'na katılanlar idiler... Sahabî olma hasebiyle onların derecelerin ulaşılmaz, fakat onlar, Ümmet için örnek tavırlar sergile­mişlerdir... Rasulallah (s.a.s.), canlı bir Kur'ân, Onlar da, canlı bir Sünnet olmuşlardı... Allah Teâlâ, cümlesinden razı olsun. Onları rahmetle ve hayırla anarız...

İslam'ın ilk devrinde, gerek işkence altında mahkûm durumunda olunan Mekke dönemi, gerekse devlet ve hükü­met olumdan Medine dönemi, Kıyamete kadar Ümmet için örnek, ders ve ibrettir. Mekke'de Cemaat, Medine'de Devlet olmuşlar, birisi hepisi, hepisi birisi şuuruyla birbirine ke­netlenmişlerdi!.. Bu yapılanma, bu iman ve bu şuur ile hare­ket eden muvahhid mü'minler, korkaklıktan, cimrilikten ve bilgisizlikten kurtulmuşlardı... Çünkü Öyle sağlam yapı meydana getirmişlerdi ki, Allah yolunda cihada gidenlerden hiç. birinin gözü arkada kalmıyordu... Çünkü gidenler, geri bıraktıklarına Ümmetin sahibleneceğini ve yokluklarını fark ettirmeyecek bir hâlde olduklarını biliyorlardı... Mekke'de bulundukları dönemlerde cemaatları vardı ve tüm imkanları kullanıyor, birbirilerine sahib çıkıyorlardı... Hicret yurdu ve ilk İslam Devleti'nin kurulup güçlendiği Medine'de ise, devlet ve hükümet olmuşlardı... Bu sahiblenme, devlet bo­yutunda gerçekleşiyordu... Bundan dolayı Asr-ı Saadet'teki en hayırlı nesil, Allah'dan başka hiç bir şeyden korkmuyor­du... Korkaklığı ve cimriliği yenmişlerdi... İslâm Devleti'nin Kur'ân ve Sünnet kaynaklı eğitiminden geçiyorlardı. Rasu-lullah (s.a.s.yın Mektebinin talebeleri olan bu değerli şahsi­yetlerin her biri bir ilim deryası hâline geliyordu...

Kıyamete kadar, Ümmet içinde bu hâl ve bu tavır de­vam etmelidir... Ya Cemaat veya Devlet hâli, konumuna göre gündeme gelmelidir!..

Korkaklığı ve cimriliği aşan en hayırlı nesilden örnek bir tavrı, Emiru'l-Mü'minin İmam Ömer b. Hattab (r.a.)'dan dinleyelim:                                                                 

İmam Ömer b. Hattab (r.a.), diyor ki:

Rasulullah (s.a.s.), bize malî yardımda bulunmamızı emretmiş ve Rasul-ı Ekrem'in bu emri, varlıklı olduğum bir zamana denk gelmişti.

Ben de:

Ebu Bekir'i bir gün geçebilirsem, işte bu gün geçe-rimîdedim ve malımın yarısını getirdim.

Rasulullah (s.a.s.)

"Ailene ne bıraktın?" diye sordu".

O (getirdiğim) kadar, dedim.

Sonra Ebu Bekir, elindekinin hepsini getirdi.

Rasul-ı Ekrem (s.a.s.):

"Ya Ebu Bekir, "buyurdu, "ailene ne bıraktın ?"

Ebu Bekir:

Onlara, Allah'ı ve Rasulü'nü bıraktım, diye cevab verdi.

Bunun üzerine:

Hiç bir şey (fazilet) de O'nu asla geçemem, dedim.[13]

Bu, böyledir!..

Böyle bir iman, böyle bir itaat, böyle bir hareket, böyle bir cemiyet ve böyle bir devlet!.. İşte Asr-ı Saadet ve işte Ümmet için en iyi Örnek, ders ve ibret!..

Ve şöyle buyurun yegane Rabbimiz Allah Teâlâ:

"Elbette mallarınız ve çocuklarınız birer fitnedir (imtahan aracıdır). Büyük ecir ise, Allah'ın yanındadır. [14]

"Ey iman edenler, ne mallarınız, ne çocuklarınız sizi Allah'ı zikretmekten tutkuya kaptırıp alıkoymasın. Kim böyle yaparsa, artık onlar, hüsrana uğrayanların tâ kendileridir. [15]

Elbette Rabbimiz Alİah Teâlâ'nın bizlere bahşettiği helâl mallar ve çocuklar, geçici dünya süsü ve dünyadaki bir imtihan aracıdır... Onları, Rabbimiz Allah'ın emrettiği ve yegane önderimiz Rasulullah (s.a.s.)'ın gösterdiği şekilde değerlendirmek, imtihanı kazanmak demek olduğu gibi, ölçüyü aşıp aşırı bir tutkuyla onlara bağlanmak da, imtihanı kaybetmenin sebebi olur...

Rabbimiz Allah, neslimizi korurken nasıl davranaca­ğımızın yolunu gösteriyor ve çocuklarımızın bizler için bir yük, sırtımızda bir kanbur olmadığını beyan buyuruyor:

"Bir de, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onlara da, size de rızkı Biz veriyoruz. Onları öldürmek, el­bette büyük bir günahtır.[16]

Muvahhid mü'minler, iman etmek, Tevhid akidesini kavramak ve salih amel işlemekle, cahiliyyetten tamamen kurtulmuş, cahilî değerleri, daha doğrusu değersizlikleri bü­tünüyle atmış, İslamî değerleri benimsemiş, böylece kendi­sinde büyük bir inkılâb gerçekleştirmişlerdir...

Gerek o günün, gerekse bugünün cahiliyye anlayışı, bir aile için çocukları istenmez görüyor, bir yük, bir kanbur kabul ediyor... O günün cahiliyyesi, çocuk düşürme veya kız çocuklarını diri diri gömme yoluyla Öldürürken, bu günün cahiliyyesi aynı mantıkla, yani fakirlik veya bakamayız kor-kusuyla,çok çeşitli hamilelik önlemleri ve bir katliâm olan Kürtaj yoluyla çocukları öldürüyorlar!.. Dünün cahiliyyesi, çocuk doğduktan sonra, ya hemen, ya da bir kaç yıl sonra bîr çukura gömerek, bir susuz kuyuya atarak öldürüyordu... Bu günün cahiliyyesi, çocuk daha anne rahminde iken, daha doğmadan diri diri Öldürüyor... Acaba hangi cahiliyye daha vahşî va acaba hangi cahiliyye daha korkunç bir katü?.. A-, caba hangi cahiliyye daha çok gerici?.. Çünkü bütün cahiliy­ye ideolojileri ve düzenleri gericidirler!.. Çünkü İslâm'ın ha­kim olmadığı, gayr-ı İslâmî tağutî rejimlerin devlet olarak hakim olduğu bütün toplumlar Cahiüyye toplumlardır... Asr-i Saadet'ten, yani İslâm'ın hakim olduğu, mü'min müs-lümanlann iktidarda bulunduğu, insanların huzur ve saadet içinde bulunduğu dönemden önceki Arab Cahiliyyesi, sade­ce bir örnektir... Yoksa cahiliyye devri denilince, sadece yeryüzünde bir tek Arab cahiliyyesinin olduğu, o da, gelip geçmiş bir devirdi diye anlaşılmamalıdır... Cahiliyyet devri, bir inançtır, bir anlayıştır, bir hayat tarzı ve bir bakış açısı­dır!.. Bu inanç, bu anlayış, bu hayat tarzı ve bu bakış açısı, hangi asırda ve hangi toplumda ortaya çıkarsa, o asır cahiliyyet asrı, o toplum cahiliyyet toplumudur...

Modern teknoloji, ileri düşünce ve Medeniyet çağı olarak nitelenen 20. Asra hakim olan ve damgasını vuran dü­şünce, cahiliyyet düşüncesidir... Çünkü büyük şeytan Ame­rika ve onun yandaşlarının, inançları, anlayışları, hayat tarz­ları ve bakış açıları, Asr-ı Saadet'ten, yani İslâm'ın haki­miyetinden önceki Arab cahiliyyeti'nin aynısının tıpkısıdır... Hâ büyük şeytan Amerika ve onun yandaşlarının hayat tarzı ve tavırları, hâ Arab cahiliyyetinin hayat tarzı ve tavırları... Bu iki anlayışın tamıtamına uyuştuğu ve örtüştüğü İnkâr e-dilemez bir hakikattir... Aralarında bir fark varsa, o da, Za­man ve mekân farkıdır... Hepsi o kadar!...

Bu, böyledir!..

Arab cahiliyyetindeki, Allah'a şirk koşmak ve Allah'ın nizamı İslâm'ı reddetip ona karşı savaş açma ile fakirlik kor­kusuyla çocuklarını öldürmek, bu modern asır dedikleri asırda da tüm vahşetiyle gündemdedir...

Daha önce de zikredilen bir hadisi hatırlatmakta fayda vardır...

Abdullah b. Mes'ud (r.a.), anlatıyor.

Ben, Rasulullah (s.a.s.)'e:

Allah indinde hangi günah en büyüktür?, diye sor­dum.

Rasulullah (s.a.s.)

"Allah, seni yarattığı hâlde Allah'a benzer bir eş uy-durmandır." buyurdu.

Ben:

Hakikaten bu, elbette büyük günahtır, dedim.

Sonra hangi günah (büyüktür)?, diye sordum.

Rasulullah:

"Seninle beraber yemek yemesinden korkarak çocu­ğunu öldürmendir." buyurdu.[17]

Mülkünde ve milkinde yegane hakim olan Allah'a şirk koşmak ve fakirlik korkusuyla çocuklarını öldürmek, cahi-liyyetin iki büyük Özelliği idi... Hakimiyet konusunda Al­lah'a şirk koşuyorlardı... Allah, bizim devletimize, hüküme­timize, ekonomimize, hukukumuza ve sosyal meselelerimize karışmaz, karışamaz. Biz, buna asla ve kafa müsaade etme­yiz, edemeyiz... Allah'ın kanunlarını, hiç bir yönetim işimize karıştırmayız... Hakimiyet, kayıtsız şartsız milletindir, diğer bir tabirle egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur... Bu hakimi­yetten başka hiç bir hakimiyeti tanımayız, diyorlardı.

Yegane Rabbimiz Allah (c.c.) şöyle buyuruyordu. "...Hüküm (hakimiyet), yalnızca Allah'ındır. O, Ken­disinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğ­ru din, işte budur. Ancak insanların çoğu bilmezler. [18]

Hakikat bu iken, İslâm topraklarını işgal etmiş olan devleştirilen cüceler ve onların yerli mürted uşakları, tuğutî egemenlikleriyle çağdaş birer fır'avn olmuş, Allah'ın ka­nunlarını yönetimin her biriminden uzaklaştırrmş ve yönettikleri müstaz'af mazlumlara şöyle seslenivermişlerdir... Dü­nün Fir'avn'ı, "bugünün Fir'avnların atası ve örneği idi...

"Fir'avn, dedi ki: Ey önde gelenler, sizin için benden başka bir ilâh olduğunu bilmiyorum.. [19]

Fir'avn, kendi kavmi içinde bağırdı, dedi ki: "Ey Kav­mim, Mısır'ın mülkü ve şu altımda akmakta olan ırmaklar benim değil mi? Yine de görmiyecek misiniz? [20]

"Böylelikle kendi kavmini küçümsedi, onlar da, ona boyun eğdiler. Gerçekten onlar, fâsık olan bir kavimdi. [21]

Bu ifadeleri alın, günün fir'avnların egemen olduğu tağutî sistemlere uygulayın... Göreceksiniz ki, tıpkısının aynisi!..

Bir de, Hz. Musa (a.s.) gibi bu tağutî ve Fir'avnî dü­zenlere karşı çıkan, onları reddeden, onların zulmünün gide-rilip yerine Allah'ın adaletinin ve İslâm nizamının hakim ol­ması için cihad eden muvahhid mü'minlere karşı takındık­ları tavra bakın!..

Çağdaşların ataları olan Fir'avn'm tavrı şu idi:

"(Fir'avn) Dedi ki: Andolsun, benim dışımda bir ilâh edinecek olursan, seni mutlaka hapse atacağım. [22]

Şirk yönetiminde ona yardımcı olan meclisine şöyle sesleniyordu:

"Fir'avn dedi ki: Bırakın beni, Musa'yı öldüreyim de (gitsin) Rabbine yalvarıp yakarsın. Çünkü ben, sizin dininizi (yönetim şeklinizi) değiştirmesinden, ya da yeryüzünde fe-sad (anarşi/terör) çıkarmasından korkuyorum. [23]

Ve "Hak Dâvâ"mn, yani İslam'ın temsilcisi Hz. Musa (a.s.) ve O'nun Allah'dan alıp getirdiklerine inanan mü'min­lere karşı girişilecek katliâm planı şöyle açıklanıyordu:

"Fir'avn kavminin önde gelenleri, dediler ki: Musa ve kavmini bu toprakta (Mısır'da) bozgunculuk çıkarmaları, se­ni ve ilâhlarını terk etmeleri için mi (serbest) bırakacaksın? (Fir'avn) Dedi ki: Erkek çocuklarını öldüreceğiz ve kadınla­rını sağ bırakacağız; Hiç şübhesiz biz, onlara karşı kahir bir üstünlüğü sahibiz. [24]

Bu günün gayr-ı müslim tüm tağutî düzenler, ideo­lojisi ve yönetimiyle, yönetimi destekleyen veya yönetici olanlarıyla aynı şeyleri yapmıyorlar mı? Muvahhid mü'minlere karşı aynı şeytanî plan ve tuzakları sergilemiyorlar mı?.. İşgal altındaki İslâm topraklarında egemen olan mürted tağutlar, muvahhid mü'minlere aynı zulmü uygulamıyorlar mı?..

Bütün bunlara karşı "Hak Dâvâsı"mn temsilcisi Musa (a.s.)'ın Vahy kaynaklı tavrı şu olmuştur:

"Musa, Kavmine: Allah'dan yardım dileyin ve sabre­din. Gerçek şu ki, arz (bütün yeryüzü) Allah'ındır, ona kullarından dilediğini mirasçı kılar. En güzel sonuç, müttakiler içindir, dedi.[25]

Bu, böyledir!..

Dikkat edilecek olursa cahiliyyet düşüncesinin tavrın­da bir değişme yok, ister geçmiş, isterse el-an olan modern cahiliyyet olsun, hep katliâma dönük bir yok etme planları var... Bu katliâm planı da, özellikle çocuklara yöneltilmiş­tir... Fir'avn, erkek çocukları öldürtürken, Asr-ı Saadet önce­si Arab cahiliyyesi de kız çocuklarını öldürüyorlardı. Bugü­nün modern denilen çağdaş cahiliyye ise, hem kız, hem er­kek çocuklarını öldürüyor!..

Rabbimiz Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"O diri diri gömülen küçük kıza sorulduğu vakit:

Hangi suçtan dolayı Öldürüldü? [26]

Yaratan'dan ve yaratılış gayesinden habersiz, şirk, gaflet ve cehalet için, olanlar, böyle bir katliâm gerçekleşti­ren vahşîler oluvermişlerdi...

"Onlardın Dirine dişi (çocuk) müjdelendiği zaman, içi öfkeyle taşarak, yüzü simsiyah kesilir..

Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı topluluktan gizlenir. Onu, aşağılayarak tutacak mı, yoksa toprağa gömecek mi? Bak, verdikleri hüküm ne kötü­dür!. [27]

Rabbimiz Alİah, o müşrik cahillerin tutumunu böyle beyan ediyor ve şöyle buyuruyordu:

"Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Dilediğini ya­ratır. Dilediğine dişiler (kızlar) armağan eder, dilediğine de erkek armağan eder.

Veya onları erkekler ve dişiler olarak çift (ikiz) verir. Dilediğini de kısır bırakır. Gerçekten O, bilendir, güç yetirendir.[28]

Allah'ı bilmedikleri, tanımadıkları, inanmadıkları bir yana, O'na şirk koşuyor, oğullar, kızlar isnâd etmek süretiyie iftiralar ediyorlardı. Böyle koyu bir cehaletin içinde oldukla-n için tamamiyle sapmış ve onulmaz bir şaşkınlığın buhra­nını yaşıyorlardı.,. Hangi çağda olursa olsun cahiliyyet ta­raftarları, yani İslâm'sız bir hayatın taliblileri ve sahihlerinin ruh ve düşünce yapıları bundan başka bir şey değildir... On­lar, bu yapılarıyla insanlıktan, insan olmaktan çıkmış bir va­ziyet sergiler, hayvaiî'ardan daha da aşağı bir duruma serler...

O müşrik cahillerin durumlarını beyan için şöyle bu­yurur Rabbimiz Alİah:

"Andolsun, cehennem için cinlerden ve insanlardan çok sayıda kişiler yarattık (hazırladık). Kalbleri vardır, bu­nunla kavrayıp anlamazlar, gözleri vardır, bununla görmez­ler, kulakları vardır, bununla işitmezler. Bunlar, hayvan gi­bidir, hatta daha aşağılıktırlar, İşte bunlar, gâfıl olanlar­dır. [29]

Allah'ın hakimiyetini, gerek göklerde, gerekse yerdeki hakimiyetini idrak etmeyen, kabullenmeyen, baş gözleriyle O'nun milyonlarca işaretini, delilini görmeyen, var gibi gö­rülen kulaklarıyla hakkı duymayanlar, hayvanlardan daha a-şağıhk tavırlar sergiledikleri, idrak eden, gören ve işitenler tarafından apaçık görülmektedir...

Ne garibtir ki, bütün bu olumsuzlukları sergileyenler, çağın süper güçleri ve medenî varlıkları olarak bilinmektedir...

İslâm'ın hakim olmadığı her kalbe, her beyine, her kültüre ve her topluma cahiliyyet, bütün aşağılık kurum ve kuruluşlarıyla hakim olur... Yaşadığımız çağa egemenlik mührünü vuran modern cahiliyyet, Ay'a da gitse, Merihe de çıksa, bir çok harika buluşlar da gerçekleştirse, yine en geri­ci cahiüyyetin tâ kendisidir...

Arab cahiliyyetinin vahşîliklerinde birisi de, kız ço­cuklarını diri diri gömmek olduğu bilinmektedir... Bu olayın bir örneğini El-Vadin vasıtasıyla öğreniyoruz. El-Vadin, şöyle naklediyor...

Bir adam, Rasulullah (s.a.s.)'e gelip şöyle dedi: Ya Rasulullah, bizler, Cahiliyye insanları ve putlara tapan kişüer idik. Bu sebeble çocukları öldürüyorduk. Ya­nımda bir kızım vardı. Büyüyüp kendisini çağırdığımda, çağırmamdan dolayı sevinecek (bir yaşa geldiği) zaman bir gün onu çağırdım, o da, peşimden geldi.

Ben de, ailemin uzak olmayan bir kuyusuna kadar gittim. (Kuyunun yanına varınca) elini tutup onu kuyunun içine attım. Ondan hatırımdan kalan son şey:

Babacığım, babacığım, demesidir.

Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s.), gözyaşları boşalm-caya kadar ağladı. Rasulullah (s.a.s.)'in yanında oturanlardan bunu gören bir adam, olayı anlatana:

Rasulullah'ı hüzünlendirdin, dedi.

Rasulullah (s.a.s.), bu adama:

"Bırak onu" buyurdu, "çünkü o, kendisini ilgilendi­ren, endişeye sevk eden bir şeyi sormaktadır."

Sonra olayı anlatan zata:

"Haberini bana tekrar anlat!"buyurdu.

O da, tekarar anlattı. (Rasulullah da) gözyaşları saKa-Itna ininceye kadar ağladı. Müteakiben şöyle buyurdu:

"Allah, Cahiliyye (dönemi insanların) dan, yapm, dukları şeyleri kaldırmıştır. Binaenaleyh ameline başla.[30]                                                                yeniden

Cahiliyyetten, onun tüm inanış ve düşüncelerinden tamamen tevbe edip iman eden, imamına hiç bir şirk zulm" karıştırmayan kişinin, geçmişinden hesaba çekilmeyeceğini önderimiz Rasulullah (s.a.s.) haber veriyor... O (s.a.s.) doğ­ruların en doğrusu ve haberi de, doğru haberlerin en doğru­sudur...

Abdullah b. Mes'ud (r.a.) şu olayı naklediyor:

Bir adam, Rasulullah (s.a.s.)'e:

Ya Rasulullah, cahiliyyet zamanında (müslüman olmadan önce) işlediğimiz günahlardan dolayı ceza görecek miyiz?, diye sordu.

Rasulullah (s.a.s.), şöyle cevab verdi:

"Her kim, müslümanlıkta güzel hareket ederse, cahi­liyyet hayatında işlediği günah ile muaheze olunmaz (hesaba çekilmez). Fakat her kim müslümanlıkta (sebat etmeyip irti-dad etmek) fenalığında bulunursa (ve küfür üzere ölürse)o, hem evvelce cahiliyyetteki ameliyle, hem de sonra müslü-manhktaki küfür ve irtidadıyla muaheze olunur (ebedî ce­hennemde kalır). [31]

Aynı konuda diğer bir hadisi Amr b. Âs (r.a.) anlatıyor:

Allah, îslâm'ı kalbime yerleştirdiği zaman Rasulul­lah (s.a.s.)'e gelerek:

Uzat sağ elini de sana bey'at edeyim, dedim.

Hemen sağ elini uzattı. Ben, elimi çektim.

Rasulullah (s.a.s.):

"Ne oldu sana ey Amr"dedi.

Şart koşmak istedim, dedim.

"Neyi şart koşuyorsun?" buyurdular.

Af olunmamı, dedim.

"Bilmuz misin ki, İslâm kendinden önceki günahları yok eder, Hicret de, ondan önceki günahları yok ede£, Hacc da, ondan önceki günahları yok eder." buyurdu.[32]

Cahiliyyet devrini, tüm açıklığıyla izah eden şu haberi de kaydedelim.                                

Mü'minlerin annesi Ümmü Seleme (r.anha) anlatıyor, Habeşistan'a hicret eden Habeş Muhacirlerinin durumunu. Allah, cümlesinden razı olsun. Onların kıssalarının bir bö­lümü şöyledir:

Kralın yanına girdikleri zaman, en-Necaşî ile Cafer b. Ebi Talib konuştu.

En-Necaşî, kendisine:

Sizin bu dininiz nedir? Kavminizin dininden ayrıl­dınız. Yahudiliğe de, Hristanlığa da girmediniz. Nasıl bir dindir bu?, diye sordu.

Cafer, şöyle cevab verdi:

Ey kral, biz, müşrik bir kavimdik, putlara tapardık, ölmüş et yer, komşuya kötülük eder, haramları helâl sayar, birbirimizin ve başkaların kanını dökerdik. Helâl, haram bilmezdik.

Allah, bize, içimizden bir peygamber gönderdi. O'nun vefasını, doğruluğunu ve güvenirliğini biliyoruz. O, bizi, bir olan, ortağı bulunmayan Allah'a ibadet etmeye, akraba ile ilgi kurmaya, komşuya iyilik etmeye, namaz kılıp oruç tut­maya, Allah'dan başkasına ibadet etmemeye çağırdı, dedi. [33]

Cafer b. Ebi Talib ile Necaşî'nin (Allah her ikisinden de razı olsun) bu konuşması, cahiliyyeti ve onu yer ile yeksan edip yok eden İslâm'ı net bir şekilde izah etmektedir... Her devrin cahiiiyyetini yok etmek için, yeniden İslâm'a gelinmeli ve İslâm'a sanlıp cihada kuşanmah!..

Allah'ın Dini, yegana hayat nizamı olan İslâm, çocuk­ları diri diri gömen, vahşet ve cehalet içinde bulunan insan­ları, yeryüzünün en hayırlı ve örnek nesli hâline getirdi... Cahiliyyete aid olan bütün şirk, küfür ve hurafe olan değer­lerini yıktı, onun yerine ilâhî, fıtrî ve insanî değerler yerleş­tirdi... İslâm, büyük bir inkılâb gerçekleştirdi... Bu inkılab, değerler inkılabı idi... Cahiliyye aid olan tüm değerler ayak altına alınmış, onların yerine İslâmî değerler yerleştirilmiş­tir...

Cahiliyye'den kız çocukları bir utanç vesilesi, bir yüz karası olarak kabul edilip diri diri gömülüyordu... İslâm, bu gayr-ı insanî değersizliği kaldırdı ve kız çocuğunun değerini öyle yüceltti ki, o, insanlığın biricik önderi Rasulullah (s.a.s.)'ın omuzu üzerinde toplumun içine çıkar oldu...

Ebu Katade (El-Haris İbn Rıb'i el-Ensari (r.a.), şöyle demiştir:

Rasulullah (s.a.s.), bizim yanımıza çıktı. Omuzu ü-zerinde damadı Ebu'l-Âs ibnu'r-Rabi ibn Abdi'ş-Şems ile kızı Zeyneb'den olma kız tornu Umame vardı. Rasulullah, bu Ebu'l-Âs kızı Umame'yi taşıyarak namaz kıldırdı. Rükûa vardığı zaman O'nu yere kor, rükû'dan başını kaldırdığı za­man O'nu yerden tekrar kaldırır idi.[34]

"Âlimlerden bazıları şöyle demişlerdir:

Umame'nin namazda iken omuzda taşınmasındaki in­celik, kızları sevmemek, taşınmalarından çekinmek gibi, Arab'ın cahiliyyetten kalma çirkin adetlerini hükmen ibtâl etmektir. Bu münasebetsiz çekinme ve büyüklenmeyi red­detmekte mübalağa olsun diye omuza alınabileceklerini bi'l-fiil göstermiş oldu ki, fiil ile beyan, söz ile beyandan elbette daha kuvvetlidir.[35]

Cabir b. Abdullah (r.anhuma)'nm rivayetiyle yegane önderimiz Rasulullah (s.a.s.), şöyle buyuruyor:

"Dikkat edin! Cahiliyyet Umuruna (işlerine) aid her şey ayaklarımın altına konmuştur. [36]

Dünyada ve ahirette yegane Önderimiz ve şefaatçimiz Rasulullah (s.a.s.), böyle buyuruyor...

Bu, böyledir!..

O, (s.a.s.)'in ümmeti olan muvahhid mü'minler, O'nun varisleridirler. Onlar da, önderleri Rasulullah (s.a.s.) gibi, çağdaş cahiliyye'yi tüm ideolojileri, kültürleri, ayaklarının altına almalıdırlar... Cahiliyyenin hak ettiği budur!.. Yegane hayat nizâmı ve Allah'ın dini olan İslâm, insanı, hayvanlar­dan daha aşağı bir hâlden kurtararak insanlık mertebesine ulaştırmıştır... Cahiliyyenin alçak anlayışından dolayı ha-kirleştirdiği değerlere, gerçek değerini vermiş ve her şeyi a-dilâne yerine oturtmuştur...

El-Berâ (r.a.) anlatıyor:

Rasulullah (s.a.s.), (Umretu'l-Kaza'dan sonra Asha-bıyla birlikte) Mekke'den çıktı.

Bu sırada Hamza'mn kızı, RasuluIIah'a:

Ya ammî, ya ammî!, diye feryad ederek arkalarına -akıtmıştı.

Ali, O'na uzandı ve eliyle tuttu da (mahfede bulunan) Fatıma'ya hitaben:

Amcanın kızını al, deyip O'nu mahfeye yükledi.

Medine'ye geldikten sonra Hamza'mn kızının misafir­liği hakkında Ali, Zeyd ibn Harise ve Cafer çekiştiler.

Ali:

O, benim amcamın kızıdır. O'nun terbiyesine ben, herkesten fazla hakk sahibiyim, dedi.

Cafer de:

O, benim amcamın kızıdır. Teyzesi de benim nikâ­hım altındadır (terbiyesi bana düşer), demişti.

Zeyd b. Harise de:

O, benim (ahdî) kardeşimin kızıdır, diyordu.

(Bu dâva kendisine arzedilince) Rasulullah (s.a.s.), Hamza'nın kızının teyzesine aid olduğuna hükmetti ve:

"Teyze, terbiye hususunda anne menzilesindedir." buyurdu.[37]

Allahü Ekber!

Şu yüceliğe bakın!..

Yegane hayat dini olan İslâm'ın yüceliğine bakın!

Bu hadiseden 20-25 yıl önce diri diri toprağa gömü­len, bir yüz karası olarak görülen kız çocuğu, İslâm'ın gelişi ve hayata hakim oluşundan sonra, bakımını üstüne almak ü-zere akrabaları olan erkekler arasında paylaşılamıyor... Her biri, bu değerli insana, kendi imkânlarınca hizmet etmek is­tiyorlar... İşte İslâm'ın değeri ve insanlığa verdiği değer... İs­lâm aynı canlılığı, aynı tazeliği, aynı değeri ve aynı güzelli­ğiyle, 20. veya 21. Asrın cahiliyyetinden kurtulmak isteyen­leri kurtarmaya hazırdır... Kurtulmak isteyenler nerede?!..

Bu, böyledir!..

Rasulullah (s.a.s.yin zevcesi Aişe (r.anha) anlatıyor:

Bir kerre yanında, kendisine aid iki kız çocuğu bulu­nan bir kadm bana geldi, benden bir şey vermemi istiyordu.

Fakat o sırada benim yanımda bir tek hurmadan başka bir şey bulamadı. Ben, o tek hurmayı kadına verdim. Kadın, onu iki kızı arasında taksim etti. Sonra kalktı ve çıkıp gitti.

Akabinde Rasulullah, içeri girdi. Ben, kendisine kadı­nın yaptığını söyledim.

Rasulullah (s.a.s.):

"Her kim, bu kız çocuklarından herhangi bîr şeye (bakıma, terbiyeye) velayet eder ve onlara iyilik edip güzel muamelede bulunursa, o kız çocukları kendisi için cehen-nem ateşinden koruyan bir perde olur.[38]

Ukbe İbn Amir (r.a.), şöyle dedi:

Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

"Kim, üç kızı olur da bunlara sabrederse ve varlığın­dan onlara giydirirse, ona ateşten koruyucu bir perde olur. [39]

İbn Abbas (r.a.) şu hadisi rivayet ediyor.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

"Her hangi bir müslüman ki, ona buluğ çağı ile iki kız yetişir de onları korumayı güzel yaparsa, onu cennete koyarlar. [40]

İslâm Ulemâsı da, bu konunun üzerinde hassasiyetle durmuş, kadına hürmetin vacib, hafife almanın ve hakir gör­menin haram olduğunu beyan etmişler ve şöyle denilmiştir:

"Mushaf-ı Şerif, fıkıh kitabları, Hadis kitablan ve ka­dın gibi kendilerine tazim etmek vacib, hafif ve hakir görmek haram olan şeylerle cihada çıkmak yasak edilmiştir.

Esah olan kavle göre, yaralıları tedavi için olsa bile yaşlı kadınların ve cariyelerin de çıkarılması yasaktır.[41]

Ebu Hüreyre (r.a.)'ın rivayetiyle Rasulullah (s a x şöyle buyurur:  

"Her çocuk ancak fıtrat üzere dünyaya getirilir Bun dan sonra annesi-babası (Yahudî ise,) Onu Yahudî yaparlar' (Nasranî ise,) O'nu Nasranî yaparlar, (Mecusî ise) onu Mecusî yaparlar. Nitekim kusursuz doğan bir hayvan yavrusu i-çinde siz, kulağı, dudağı, burnu ve ayağı kesik olanı hiç gö­rüyor musunuz?"

Bundan sonra Ebu Hüreyre (r.a.), şu ayeti söyledi:

"O hâlde sen, yüzünü bir muvahhid olarak dine, Al­lah'ın o fıtratına çevir ki, O, insanları bunun üzerine yarat­mıştır. Allah'ın yaratışı için hiç bir değiştirme yoktur. Bu, dimdik ayakta duran bir dindir. Fakat insanların çoğu bil­mezler. [42]

İmam Buhârî (rh.a.), şu açıklamada bulunur:

"El Fıtratu, El-İslâmu manasınadır. [43]İmam Buhârî (rh.a)'in de beyanıyla fıtrat üzere yara­tılmak, İslâm üzere yaratılmak demektir... İnsanın eğitilme­sinde beş temel etken vardır:

l) Anne

2) Baba

3) Yakın Çevre

4) Eğitim ve öğretim sistemi.

5) Egemen siyasî rejim.

İslâm üzere yeryüzünde gelmiş insanın kişiliğinin e-ğitiminde bu beş temel unsur, fıtrak gereği beraberce çalışır ve birbirini tamamlar hâlde elele verirlerse, kişilik olgun­laşması gündeme gelir.... Aksi takdirde kişilik çatışması, dış ve iç kavga ortaya çıkar,...

Bundan dolayı Rasulullah (s.a.s.), insanı ilk eğiten anne ve babayı sözkonusu etmiştir... Fıtrat üzere, yani İslâm olmaya hazır bir vaziyette yaratılıp yeryüzüne gönderilen in-sanlarm annesi, babası, yakın çevresi, eğitim ve öğretim sistemi ile siyasî nizam İslâm olduktan sonra, onun, İslâm'ı kabul etmesinde hiç bir zorlukla karşılaşmadığı malum... Çünkü İslâm, onun fıtratıdır... Onun dumura uğratılmamış, değiştirilmemiş fıtratına İslâm takdim edildiği zaman hemen kabul eder... Susuzun, kaynak suya veya suyun kaynağına ulaştığında suyu reddetmediği, büyük bir istekle kabullendi­ği gibi... Su, susuz için yaratıldığı gibi, susuz da suya has­rettir... Birbirine muhtaç, birbiri için olanlar, birbirine ka­vuştukları zaman birbirini reddedebilirler mi?

Zikredilen hadiste, Önderimiz Rasulullah (s.a.s.)'in beyanına dikkat edilecek olursa, olay daha net bir şekilde kavranır... Fıtrat üzere yaratılan çocuğun, annesi ve babası Yahudi, Hristiyân veya Mecusî ise, çocuğu kendileri gibi yaparlar... Yani aslında fıtrat üzere yaratılan çocuk, yine fıt­ratına uygun bir şekilde hayatına devam etmek ister, yalnız annesi ve babası ve diğer etkenlerin zoruyla fıtratına aykırı bir kişilik kazanıyor... O, fıtratı olan İslâm'ın dışında bir ya­pıya zorla sürüklenmiş oluyor...

İmam Müslim (rh.a)'in rivayetindeki hadiste görüldü­ğü gibi, annesi-babası müslüman iseler, yani fıtrat üzere i-seler, çocuk da fıtratına uygun olduğu için müslüman olur... O'nun müslüman olması için herhangi zorlamaya, onu müs­lüman yapmaya veya ikna etmeye ihtiyaç duyulmaz.... Ter­temiz fıtrat, fıtrat dini olan İslâm ile buluşmuştur...

Hadisi rivayet eden Ebu Hüreyre (r.a.)'ın bu hakikati daha iyi izah etmek ve pekiştirmek için delil olarak getirdiği suresi'nin otuzuncu ayetinde de mesele apaçık beyan buyrulmuştur...

İşgal altındaki İslâm topraklarında müstevli kâfirlere ve yerli mürted egemen güçlere karşı cihada kuşanmış müs-taz'af mü'min müslümanlar, muvahhid aileyi kurarken ço­cuklarının eğitimi konusunda çok dikkatli olmak durumun­dadırlar... Muvahhid ailenin, muvahhid mü'min ferdlerini yetiştirirken, gerek eğitimlerinde, gerek öğretimlerinde ve gerekse hayata bakış açılarında kişilik çatışmasına uğrama­mak gereklidir.

İnsanın eğitimi için gerekli olan beş unsurun paralel ve birbiriyle çatışmayıp birbirini tamamlayıcısı olmasına gayret edilmelidir... Mü'min müslüman anne ve babadan gördüğünü, çevreden eğitim kurumlarından ve egemen siya­sî sistemden görürse, sıhhatli bir şahsiyet kazanır... Yoksa muvahhid mü'min aile ortamı ile diğerleri birbirine zıd ta­vırlar sergileyecek, bir doğuya, diğer batıya çeker gibi dav­ranacak olursa, elbette yetişen nesil, sıhhatsiz olacaktır....

İslâm üzere, yani fıtrat üzere doğan çocuk, fıtratının gereği olan bir ortamda yetişmelidir... Müstevli kâfirlerin ve yerli mürtedlerin işgali altında bulunan İslâm topraklarında­ki mü'min müslümanlar, mahkûm ve müstaz'af bir durumda­dırlar... Bu, inkâr edilemez bir gerçektir... Bu durumda iken, böyle bir eğitim nasıl verilir? sorusunu "İslâm'ın Mekke dö­nemi en iyi örnektir" cevabı verilir.... Muvahhid mü'minler, bir ümmet, bir millet ve bir cemaatttirler... Onlar, bir vücud gibidirler... Her birerleri bir vücudun organlarıdırlar.... Kalb merkezli ve beyin komutanh bir vücudun organları gibi ha­reket ederler:.. Mekke döneminde, bu vücud oluşmuş, tek millet ve ümmet şuuruyla cemaat meydana gelmiş, Rasulul­lah (s.a.s.) komutan ve Daru'l-Erkam merkez karargâhı idi... Muvahhid mü'minler, egemen şirk yönetiminin eğitim ve öğretim sisteminin dışında, birbirlerini Kur'ân-ı Kerim ve Rasulullah (s.a.s.)'ın talimatları, yani Sünneti doğrultusunda egitiyor ve öğretiyorlardı... Emiru'l-Mü'minin İmam Ömer b. Hattab (r.a.)'ın müs-lüman olmasına vesile olan olay bunun en güzel bir örneği­dir....

İmam Ömer (r.a.)'ın eniştesi Said b. Zeyd b. Amr b. Nüfeyl (r.a.) ile İmam Ömer (r.a.)'ın kızkardeşi olan Fatıma bintu  ei-Hattab  (r.anha)  müslüman  olmuşlardı.   Onların Kur'ân ile eğitilmelerine Habbab b. el-Eret (r.a.) vazifeli kı­lınmıştı... Habbab b. Eret (r.a.), onların evine gelir, kendile­rine Kur'ân öğretir ve İslâmî eğitimle eğitmeye gayret eder­di. Hatta İmam Ömer (r.a.) daha müslüman olmadan önce aldığı haber üzerine bu muvahhid aileye bir baskın düzen­lemiş ve onları eğitim anında yakalamıştı. O sırada ailenin eğitimi ve öğretimiyle görevli muallim Habbab b. Eret (r.a.), muvahhid aileden talebeleri olan Said b. Zeyd (r.a.) ve,ha­nımı Fatıma bintu el-Hattab (r.anha)'ya Kur'ân öğretiyor, "TÂHÂ Sûresini" okuyorlardı.[44]İslâm'ın Mekke dönemin­de müslüman olan Ashab, mevcud egemen şirk yönetiminin resmî eğitim kurumlarının dışında böyle eğitiliyorlardı... Onları, Kur'ân eğitimiyle eğiten Rasulullah (s.a.s.), ayrıca e-ğitilmeleri için Ashab'tan (Allah cümlesinden razı olsun) ehil olanları bu iş için eğitimci olarak görevlendiriyordu. Ni­tekim "Akabe Bey'ati" sonucu Medine'deki müslümanları egitmek ve İslâm'ı tebliğ edip ve İslâm'a davet etmek üzere Mus'ab b. Umeyr (r.a.) vazifelendirilip gönderilmişti. Hz. Mus'ab (r.a.)'ın ve diğer mü'minlerin gayretiyle, Allah'ın iz­ni ve keremiyle kısa zamanda İslâm'ın girmediği Medineli hiç bir ev kalmamıştı. [45] Bu, böyledir!...

Mesele, çağımızı idrak eden, katıksız iman ve salih amel sahibi, tağutî rejimlerden ve halktan müstağni İslâm ulemâsına havele edilmeli ve bu meselenin çözümü zaman, mekân ve imkân dahilinde, gündeme getirilmelidir...

Muvahhid ailede çocuğun eğitimi için Rasulullah (s.a.s.)'m Sünneti'ne tabi olmak gerek... Her konuda Kitab ve Sünnet'e tabi olmak mü'min müsiümanlann en tabiî göre­vidir...

Amr b. Şuayb, babası vasıtasıyla dedesinden nakletti­ği bir hadiste, önderimiz Rasulullah (s.a.s.), çocuk eğitiminin ilk merhalesi için şöyle buyurur:

"Çocuklarınıza yedi yaşma geldiklerinde namaz kıl­malarını emrediniz. On yaşına geldiklerinde kılmazlarsa dövünüz ve yataklarını ayırınız.[46]

Muvahhid mü'mine anne, çocuğun dünyaya gelmesin­den itibaren onun eğitimi ve öğretimiyle gereği şekilde ilgi­lenmelidir... Ona, İslâm adabını ve onun seviyesinde imanî konularını anlatırken, evde ve toplumda bir müslüman çocu­ğu olarak nasıl davranacağının usûlünü öğretmelidir... Mü'mine annenin küçük yavrusuna söyleyeceği ninniler, "danalar girdi bostana" ninnileri olmamalı... Mü'mine anne­nin yavrusu için söylediği ninniler, Tevhidi anlatan, İslâm'ın yüce değerlerini dile getiren, dünyadaki müstaz'af, mazlum ve mahkûm muvahhid müsiümanlann dertlerini dile getiren ninniller olmalıdır... Bu ninniler, birer cihad türküsüne dö­nüşmelidir...

Fıtrat üzere, yani İslâm üzere doğan müslüman çocu­ğunun, konuşmasından yürümesine, yemek yemesinden yatmasına, tuvaletinden, banyosuna kadar her hâl ve hare­keti İslâm terbiyesine tabi kılınmalıdır... Bu hâl üzere büyü­yen müslüman çocuğu, muvahhid aile içinde yedi yaşma geldiği   zaman,   abdest   için  taharetlenmeyi,   usûlü   üzere abdest almayı ve namaz kılmayı öğrenmeli, anne ve babası ona bunları Öğretmeli... Tevhidi konular kavratılmaya çalı­şılırken, namaz kılması emredilmeli ve namazla beraber di­ğer ibadetler sevdirilmelidir... On yaşından itibaren devamlı namaz kılması sağlanmalıdır... Olabilir ki, bazan gevşek davranır ve hevasına uyar da namazı kılmazlık yaparsa, yü­züne ve hassas bölgelerine vurmamak şartıyla, terbiye etmek niyetiyle hafifçe dövülür... Bu dövmek, dayak atmak değil­dir... Onu uslandırmak ve terbiye etmektir... On yaşından i-tibaren kız ve erkek çocukların yatakları ayrılır... Eğer ço­cukların gelişmeleri erken olursa bu, daha önce de uygulan­malıdır!...

Özellikle akide konusunda katıksız bir iman şuuruna ermeleri sağlanmalı ve namaza devam üzere olmalarına has­sasiyet gösterilmelidir...

Rabbimiz Allah Teâlâ, şöyle buyurur:

"Sana Kitab'tan vahyedileni oku ve namazı dosdoğru kıl. Gerçekten namaz, çirkin-utanmazlıklar (fahşa) dan ve kötülüklerden vazgeçilir. Allah'ı zikretmek ise, muhakkak en büyük (ibadet) dür. Allah, yapmakta olduklarını bilmektedir.[47]

Said b. el-As (r.a.)'m rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

"Hiç bir baba, çocuğuna iyi terbiyeden daha üstün bir bağışda (hediyede) bulunmamıştır. [48]

Cabir b. Semure (r.a.)'ın rivayetiyle şöyle buyurur Ra­sulullah (s.a.s.)

"Kişinin çocuğunu terbiye etmesi (o'na bir terbiye vermesi) bir Sa' sadaka vermesinden daha hayırlıdır. [49]

Muvahhid ailenin müslüman çocukları, ailenin kuru­cuları olan mü'min müslüman anne ve babanın öpüp kokladıkları reyhanlarıdır... Ailenin hem gülü, hem bülbülleridir­ler... Ayrıca her birerleri, birer kırmızı lâledirler!..

İbn Ebu Nu'm, şöyle demiştir:

Ben, İbn Ömer'in yanında hazır bulunuyordum. Bir a-dam, O'na, sivrisineğin kanının hükmünü sordu.

İbn Ömer, Ona:

Sen, hangi beldedensin? dedi.

Adam:

Ben Irak ehlindenim, dedi.

İbn Ömer (hazır bulunanlara):

Şu adama bakın! Bana, sivrisineğin kanından soru­yor. Halbuki bu Iraklılar, vaktiyle Rasulullah'ın torununu öl­dürmüşlerdi. Ben, Rasuİullah (s.a.s.)'den işittim ki, O:

"Bu iki tornum (imam Hasan ve İmam Hüseyin, r.anhuma), benim dünyadan öpüp kokladığım iki reyhanım-dır." buyuruyordu, dedi.[50]

Ebu Hüreyre (r.a.), bize şu hadisi rivayet ediyor:

Rasulullah (s.a.s.), tornu Hasan b. Ali'yi öptü. O sıra­da yanında El-Akra îbn Habis et-Temimî oturmakta idi.

Benim on tane çocuğum vardır. Onlardan hiç birini öpmedim, dedi.

Rasulullah (s.a.s.), ona doğru baktı, sonra da:

"Merhamet etmeyen, Merhamet olunmaz." buyurdu. [51]

Bu konuda Ümmü'1-Mü'minin Aişe (r.anha) da şu ha­disi rivayet eder:

Rasulullah (s.a.s.)'e bedevî bir Arab geldi de:

Ya Rasulullah, sizler çocukları öper (sever) misi­niz? Biz, çocuklarımızı öpüp okşamayız, dedi.

RasuIuİlah (s.a.s.):

"Alİah, senin gönlünden merhamet ve şefkati çekip çıkarmıştır. Ben, senin için neye malik olabilirim? (Yani ne yapabilirim?) " diye cevab verdi.[52]

Muvahhid mü'min müslümanlar için hayatın her yö­nüyle Örnek ve önder olan RasuIuİlah (s.a.s.), bir baba olarak en mükemmel ve en ideal önder örnek tavrını beyan buyur­muştur...

Enes b. Malik (r.a.) anlatmıştır:

RasuIuİlah ile demirci bir sanatkâr olan Ebu Seyf in yanma girdik. Ebu Seyf, (Rasulullah'ın çocuğu) İbrahim'in sütbabası idi.

RasuIuİlah, İbrahim'i aldı, onu öptü ve kokladı. Bun­dan sonra bir kerre daha Ebu Seyf in evine gittik. Bu defa İbrahim, can veriyordu. Rasulullah'ın iki gözü yaş dökmeye başladı.

Bunun üzerine Abdurrahman b. Avf:

Ya RasuIuİlah, halk musibet zamanında sabr etme­yebilir, fakat sen de mi? diye taaccüb ifade etti.

Rasululllah (s.a.s.):

"Ey Avf oğlu, bu halet, bir rahmet ve şefkattir." bu­yurdu.

Sonra bu gözyaşını, diğer bir gözyaşı takib etti. Bu defa da RasuIuİlah (s.a.s.):

"Şübhesiz göz ağlar, Kalb de mahzun olur. Biz ise, Rabbimizin razı olacağı sözden başka söz söylemeyiz.

Ya İbrahim, bizler senin ayrılığınla pek mahzun ve kederliyiz." buyurdu.[53]

Yarının büyükleri ve İslâm'ın birer cihad eri olan bu­günün müslüman çocuklarına karşı mü'min müslüman an­nelerin, babaların sevgisi, şefkati ve merhameti için bu ka­dar örnek olayı zikretmek yeterli gelir herhalde!.. Mü'min müslüman anneler ve babalar, İslâmî vazifelerinin şuurunda oldukları için işgal altında İslâm topraklarında müstaz'af, mazlum ve mahkûm mü'min müslümanların nasıl bir tavır sergilemeleri gerekeceğinin farkındadırlar... Çocuk eğiti­minden, cihad eğitimine îslâmî eğitim nasıl olacak ise, Kitab ve Sünnet çerçevesinde gündeme getirirler.. Katıksız iman ve salih amelden taviz vermemek şartıyla zaman, mekân ve imkân dahilinde gerekeni gerçekleştirmeye çalışırlar...

Yegane Önderimiz Rasululİah (s.a.s.), ailesinin yani çoluk-çocuğunun nafakasını teminle vazifeli ve helâlinden kazanç elde etmesi gereken mümin babaya şu nasihatta bu­lunur.

Hadisi bize, El-Mikdam İbn Ma'dıkerib (r.a.) rivayet ediyor. Rasululİah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

"Kendi nefsine yedirdiğin sana bir sadakadır. Çocu­ğuna yedirdiğin senin için bir sadakadır. Zevcene yedirdiğin, senin için bir sadakadır. Hizmetçine yedirdiğin, senin için bir sadakadır.[54]

Sevban (r.a.) da, bize şu hadisi naklediyor.

Rasululİah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

"Bir kimsenin infak edeceği en faziletli dinar, çolu-ğuna-çocuğuna infâk ettiği dinar ile Allah yolunda infak ettiği dinar, bir de yine Alİah yolunda arkadaşlarına sarf ettiği dinardır."

Ebu Kilabe:

Rasululİah (s.a.s.) (infak işine) çoluk-çocuktan baş­lamıştır, demiş, sonra sözüne şöyle devam etmiştir:

Küçük çocuklarının namuslu yetişmesini sağlayan, yahud onları Allah'ın menfaatlendirip kendisi ile zengin kılacağı nafakayı, çoluğuna-çocuğuna infak eden bir adamdan daha sevablı kim olabilir?[55]

Önderimiz Rasulullah (s.a.s.), küçük Müslümanlara şefkat etmeyen, yani çocuklara merhamet ve sevgide bulunt mayanlara, "Bizden değildir" diye uyarıyor...  Rasulullah (s.a.s.)'den olmak, O'nun gibi davranmakla, yani Sünneti'ne tabi olmakla gerçekleşir...

İbn Abbas (r.a.)'ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

"Küçüğümüze şefkat ve büyüğümüze saygı gösterme­yen, iyiyi emretmeyen, kötüden sakındırmayan, bizden değildir. [56]

Mü'minlerin annesi Aişe (r.anha)'dan rivayetle önde­rimiz Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur;

"Mü'minlerin iman bakımından en kâmili, ahlâk ba­kımından en güzel ve çoluk-çocuğuna karşı en lütûfkâr olanlarıdır. [57]

Daha önce de beyan edildiği gibi, yine vurgulayarak beyan edelim ki, muvahhid ailenin rızkım teminle vazifeli mü'min erkekler, çoluk-çocuklarının rızkını helâlinden temin etmeye en son gayretini gösterecek ve bu konuda da şübheli olanlardan kaçınacaktır...

Ebu Hüreyre (r.a.) şöyle anlatır:

Hurmaların kesilip devrilmesi sırasında Rasulullah'a, zekat hurması getirildi. Şu biri hurmasıyla gelir, öbürü de hurmasını gönderirdi. Nihayet bu hurmalar, Rasulullah'm yanında bir harman, bir tmas olurdu.

Bir kerre Hasan ile Hüseyin (r.anhuma), bu hurma­larla oynarken çocuklardan biri (Hasan b. Ali), ansızın bu sadaka hurmasından bir tane alıp ağzına koydu.

Rasulullah (s.a.s.), çocuğa (şöyle bir) baktı, (zeki) ço­cuk, hemen hurmayı ağzından dışarı çıkardı.

Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s.):

"Sen, Muhammed Ailesinin sadaka malı yemedikleri­ni bilmedin mi?" buyurdu.[58]

Mü'min müslüman aile reisleri, Rasulullah (s.a.s.), helâl rızık konusundaki bu hassas ölçüsüne sadık varisler olmalıdırlar...

Rabbimiz Allah (c.c), mü'min kullarının vasfım şöyle beyan buyurur:

"Onlar (Mü'minler), kendilerine Rabblerinin ayetleri hatırlatıldığı zaman, onun üstünde sağır ve körler olarak ka­panıp kalmayanlardır.

Ve onlar: Rabbimiz, bize eşlerimizden ve soyumuz­dan, gözün aydınlığı olacak (çocuklar) armağan et ve bizi takva sahihlerine önderler (imamlar) kıl, diyenlerdir. [59]

Bütün çalışmamız, bütün zaman ve imkânımızın har­canması, bu vasıfta mü'minler olmak için olmalı...

İslâm topraklarını işgal eden büyük şeytan Amerika ve onun yandaşları olan Avrupa emperyalist devletleri ile komünist Rusya, mazlum, müstaz'af, mahkûm müslümanlan kanlarının ve terlerinin son damlasına kadar sömürdükten sonra, onları fakirlikle korkutuyorlar. .. Onları meta zoruyla mahkûmlaştırıyor ve başlarına mürted bir hükümet tayin e-diyor, fakirleştirdikten sonra da korkutuyorki, doğum kont­rolü yapsınlar... İslâm topraklarındaki mü'min müslümanlar çoğalmasın, yeterli bir sayıda bulunsunlar. Onlar yemesin ki, büyük şeytan Amerika ve yandaşları, köle olarak onları ça­lıştırsın, sömürsün ve bu modern kölelere yedirmedikleri nimetleri kendileri yesinler...

İnsanlardan olan bu azgın şeytanlara[60] karşı Rabbimiz Allah bizleri uyarıyor ve dikkatli olmamızı emrediyor:

"Şeytan, sizi fakirlikle korkutuyor ve size çirkin ha­yasızlıkları emrediyor. Allah ise, size kendisinden bağışlama ve bol ihsan (fazl) va'dediyor. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir. [61]

Muvahhid ailenin ferdleri olan mü'min müslümanlar, bu insan şeytanlarına karşı çok uyanık olmalıdırlar... Büyük şeytan Amerika ve onun işgal altındaki İslâm topraklarında­ki karakolları olan yerli mürted devletler, hükümetler, müs-taz'af müslümanları sömürmeye devam ederken, çok çeşitli kuruntu veriyorlar. [62] Önce dost görünüyor, sömürdükten sonra yapayalnız bırakıyorlar..[63] Önce söz veriyor, umud-İandırıyor, işini bitirdikten sonra terk edip gidiyorlar...

Muvahhid mü'mİnier, gerek kendilerini, gerek çoluk-çocuklarını gerekse mü'min ve mü'minelerden oluşmuş müstaz'af İslâm Milleti'ni bu şeytanlardan kurtarmak, onia-rın sömürü kanlı pençelerini İslâm topraklarından çektirmek ve yeryüzüne Allah'ın dinini hakim kılmak için Allah yolun­da cihada kuşanmatıdırlar... Apaçık düşman olan şeytanlarla cihad ederken, Allah'ın ordusu mutlaka galib gelir. [64] Çünkü şeytanın ve şeytanîlerin, salih kullar üzerinde bir hakimiyeti olamaz.. [65]

 

 



[1] Tahrim, 66/6.

[2] Sahih-i Buhârî, Kitabu'n-Nikâh, B.82, Hds. 118.

Kitabu'1-Cuma, BM, Hds. 18. Buradaki kayıdda şu ziyade var: Rabî şöyle demiştir:

Ben zannederim ki, Rasulullah, muhakkak şunu da söyledi:

"Ve kişi, babasının malında bir çobandır ve elinin altındakinden so­rumludur."

Sahih-i Müslim, Kitabu'l-îmare, B.5, Hds. 20.

Sünen-İ Ebu Davud, Kİtabu'l-Harac ve'l-Fey ve'S-İmare, B.l, Hds. 2928.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu'l-Cihad, B.27, Hds. 1757.

İmam Buhârî, EdebÜ'l-Müfred, B.1Û8, Hds. 212.

[3] Kehf, 18/46.

[4] AMİmrân, 3/14.

[5] Hadİd, 57/20.

[6] Enffll, 8/27-28-29.

[7] İmam El-Vahidî, Esbâb-ı Nüzul, çev. Dr. Necati Tetik, vdğ. Erzu­rum, T.Y. sh. 253-254.

Abduifettah El-Kadî, Esbâb-ı Nüzul, çev. Doç. Dr. Salih Akdemir, Ank. 1986, Sh. 188.

İbn Kesir, Hadislerle Kur'ân-i Kerim Tefsiri, çev. Dr. Bekir .'arlığa, vdğ. İst 1985, C.7, Sh. 3277.

îbn Hişam, İslâm Tarihi-Siret-i îbn Hişam Tercemesi, çev. Hasuı fi­ğe, İst. 1985, C.3, Sh. 325-327.

[8] Sebe' 34/37.

[9] Tegabûn, 64/14.

[10] Sünen-i Tirmizî, Kitabu't-Tefsir, B.64, Hbr. 3535. İmam El-Vahidî, A.g.e: Sh. 508.

Abdulfettah El-Kadî, A.g.e. Sh.397. ' İbn Kesir, A.g.e. C.14, Sh. 7932.

[11] Abdulfettah El-Kadî, A.g.e., Sh. 397. (İbn Cerir'den) İmam El-Vahidî, A.g.e., sh. 507.

[12] Sünen-i Tirmizî, Kitabu'l-Birri ve's-Sıla, B.ll, Hds. 1975. Sünen-i İbn Mâce, Kitabu'1-Edeb, B.3, Hds. 3666.

İmam   Suyutî,   Camiu's-Sağîr   Muhtasarı,   Tercüme   ve   Şerhi, İst.19^6, C.l, Sh.567-568, Hds.1229 (2151) Hakim, Müstedrek'den.

[13] Sünen-i Tirmizî, Kitabu'l-Menakıb, B.41, Hds. 3919. (Bu Hadis, Hasen-Sahihdir,)

[14] Teğabûn, 64/15. Enfâl, 8/28.

Abdullah b. Büreyde babası (Büreyde)'nin şöyle dediğini nakiet-miştir;

Rasulullah (s.a.s.) bize hutbe irâd ederken, Hasan ve Hüseyin (r.anhuma) üzerlerinde kırmızı birer gömlek olduğu hâlde düşe-kalka (mescide) geliverdiler. Bunun Üzerine Rasuluilah (s.a.s.), hemen İnip onla­rı aldı ve onlarla birlikte minbere geri çıktı. Sonra da:

"Allah, doğru söyledi:

"Elbette mallarınız ve çocuklarınız, birer fitnedir (imtihan aracıdır)." (Teğabün 64/15.)

Bunları gördüm, sabredemedim." Buyurdu ve hutbeye başladı Sünen-i Ebu Davud, Kitabu's-Salat, B.225-227, Hds. 1109. Sünen-i Tirmizi, Kitabu'l-Menakıb, B.89, Hds.4025. Sünen-i Neseî, Kitabu Salatu'l-İydeyn, B.27, Hds.1585

Kitabu'I-Cuma, B.30, Hds.1413. Sünen-i İbni Mâce, Kitabu'1-Libas, B.20, Hds.3600.

[15] Münafikûn, 63/9.

[16] tsrâ, 17/31-En'âm, 6/151.

[17] Sahih-i Buhârî, Kitabu't-Tevhid, B.41, Hds. 146. Sahih-i Müslim, Kitabu'1-İman, B.37, Hds. 141-142. Sünen-i Tirmizî, Kitabu't-Tefsîr, B.26, Hds. 3394-3396. Sünen-i Neseî, Kitabu Tahrimu'd-Dem, B.4, Hds.4000-4002.

[18] Yusuf, 12/40 ve 67, Ayrıca bkz. En'am, 6/62 ve 57, Kasas, 28/88.

[19] Kasas, 28/38.

Yeri gelmişken şu ayetleri de kaydedelim;

"(Firavn) sonunda (yardımcı güçlerini) topladı, seslendi!

Dedi ki: Sizin en yüce rabbiniz, benim." Naziât 79/23-24.

[20] Zuhruf, 43/51.

[21] Zuhruf, 43/54.

[22] Şuara, 26/29.

[23] Mü'min, 40/26.

[24] A'raf, 7/127.

[25] A'raf, 7/128.

[26] Tekvir, 81/8-9.

[27] Nahl, 16/58-59.

[28] Şûra, 42/49-50.

[29] A'raf, 7/179.

[30] Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B.l Hds. 2.

[31] Sahih-i Buhârî, Kitabu İstitabeti'l-M.rtedin, Hds.4 Sahih-i Müsiim, Kitabu'1-Iman, B.53, Hds. 189-190., Süncn-i İbn Mâce, Kitabu'z-Zühd, B.l9, Hds. 4242. Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B.l, Hds. 1.

[32] Sahİh-i Müslim, Kİtabu'1-İman, B.S4, Hds. 192.

"O küfre sapanlara de ki: "Eğer vaz geçerlerse geçmişte (yaptıkları) şeyler bağışlanacaktır. Amma yine dönecek olurlarsa, önceki (toplumlara uy­gulanan) Sünnet, muhakkak (başlarından da) geçmiş olacaktır," Enfâ], 8/38.

[33] Muhammed îbn îshak, Siyer, çev. Sezai Özel İst, 1991, sn. 275.

İbn Hişâm, A.g.e. C.l, Sh. 448-449.

İbnü'1-Esir, El-Kamil Fi't-Tarih Tercümesi, İslâm Tarihi, çev. M.Beşir Eryarsoy, İst. 1985, C.2, Sh. 81.

[34] Sahih-i Buhârî, Kitabu'1-Edeb, B.18, Hbr. 25. Sahih-i Müslim, Kitabu'l-Mesacid ve Mevaziî's-Salat, B.9, Hbr.41. Sünen-i Ebu Davud, Kitabu's-Salat, B. 164-165, Hbr. 917-918-919. Sünen-i Neseî, Kitabu'l-îmame, B.37, Hbr. 827.

[35] Zeynü'd-Din Ahmed b. Ahmed b. Abdi'l-Lâtifi'z-Zebîdî, Sahih-i Buhârî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve şerhi, şerh: Ahmed Naİm, (D.İ.B. yayınları) Ank. 1980, 6. Baskı, C.2, Sh. 458. (Sadeleştirilmiştir.)

Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim, Terceme ve Şerhi, İst. T.Y, 2. Baskı, C.3, Sh. 415 (Fakihanînin beyanı)

[36] Sahih-i Müslim, Kitabu'1-Hacc, B.19, Hds. 147. Sünen-i Ebu Davud, Kitabu'l-Menasık, B.56, Hds. 1905.

Sünen-i İbn Mâce, Kitabu'l-Menasık, B.84, Hds. 3075. Sünen-i Dârimî, Kitabu'1-Menasıku'I-Hacc, B.34, Hds. 1837.

[37] Sahih-i Buhârî, Kitabu's-Sulh, B.6, Hds. 9.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu'l-Birri ve's-Sıla, B.6, Hds. 1967.

[38] Sahih-i Buhârî, Kitabu'1-Edeb, B.18, Hds. 24. Sünen-i Tirmizî, Kitabu'l-Birri ve's-Sıla, B.13, Hds. 1980. SUnen-i İbn Mâce, Kitabu'1-Edeb, B.3, Hds. 3668.

[39] İmam Buhârî, Edebu'l-Müfred, B.41, Hds. 76. Sünen-İ İbn Mâce, Kitabu'1-Edeb, B.3, Hds. 3669. Sünen-i Tirmizî, Kitabu'l-Birri ve's-Sıla, B.13, Hds. 1979.

[40] İmam Buhârî, Edebu'l-Müfred, B.41, Hds. 77 ve 78. Sünen-i İbn Mâce, Kitabu'1-Edeb, B.3 Hds. 3670.

[41] İbn Abidin, Reddü'l-Muhtar Ale'd-Dürri'l-Muhtar, cev   Ahmed Davudoğlu, İst. 1983, C.8, Sh. 384.

[42] Sahih-i Buhârî, Kitabu'l-Cenaiz, B.79, Hds. 113 ve 112.

Kitabu't-Tefsir, B.236, Hds. 295.

Sahih-i Müslim, Kitabu'l-Kader, B.6, Hds. 22 ve 25. Hadiste ise şu ziyade var: "Eğer annesi-babası müslüman iseler, çocuk da müslüman o-lur."

Sünen-i Tirmizî, Kitabu'l-Kader, B.5, Hds. 2223-2224. Sünen-i Ebu Davud, Kitabu's-Sünnet, B.17, Hds. 4714. İmam Malik, Muvatta, Kitabu'l-Cenaiz, Hds. 52.

[43] Sahih-i Buhârî, Kitabu't-Tefsir, B.236 (Bab başlığında)

[44] Bk. Muhammed İbn İshak, A.g.e. sh. 239, vd. îbn Hişam, A.g.e. C,l, Sh. 458, vd. İbnu'l-Esir, A.g.e. C.2, Sh. 85, vd.

İbn Kesir, El-Bidaye ve'n-Nİhaye, Büyük İslâm Tarihi, çev. Mehmet Keskin, İst. 1994, C.3, Sh. 118, vd.

[45] Bkz. İbn Hişam, A.g.e., C.2, Sh. 94, vd. îbn Kesir, A.g.e. C.3, Sh. 234, vd. Îbnu'1-Esir, A.g.e. C.2, Sh. 97-98.

[46] Sünen-i Ebu Davud, Kitabu's-Salat, B.26, Hds. 495. Sünen-i Timıizî, Kitabu's-Salat, B.297, Hds. 403. Sünen-i Dârimî, Kitabu's-Salat, B.İ41, Hds. 1438.

[47] Ankebut, 29/45.

[48] Sünen-i Tirmizî, Kitabu'l-Birri ve's-Süa, B.33, Hds. 2018.

[49] Sünen-i Tirmizî, Kitabu'l-Berri, ve's-Sıla, B.33, Hds. 2017 Not: Bir Sa', bin dirhemlik hububat fllcegidir.

[50] Sahih-i Buhârî, Kitabu'1-Edeb, B.18, Hds. 23. Sünen-i Tirmizî, Kitabu'l-Menakib, B.87, Hds.4021.

[51] Sahih-i Buhârî, Kitabu'1-Edeb, B.18, Hds. 26. Sahih-i Müslim, Kitabu'l-Fedail, B.15, Hds. 65. Sünen-i Tirmizî, Kitabu'l-Birri ve's-Sıla, B.12, Hds.  I976-B.16, Hds. 1987.

İmam Buhârî, Edebu'l-Müfred, B. 50, Hds 91

[52] Sahih-i Buhârî, Kitabu'1-Edeb, B.18, Hds. 27. Sahih-i Müslim, Kitabu'l-Fedail, B.I5, Hds. 64. Sünen-i İbn Mâce, Kitabu'1-Edeb, B.3, Hds. 3665. İmam Buhârî, Edebu'l-Müfred, B. 50, Hds. 90.

[53] Sahih-i Buhârî, Kitabu'1-Edeb, B.43, Hds. 62. Sahih-i Müslim, Kitabu'l-Fedail, B.15, Hds.62. Hds.63'de Enes b. Malik (r.a.) şöyle demiş: "Küçüklere Rasulullah (s.a.s)'den daha fazla acı­yan bir kimse görmedim."

[54] İmam Buhârî, Edebu'l-Müfred, B.43, Hds. 82.

[55] Sahih-i Müslim, Kitabu'z-Zekat, B.12, Hds. 38.

[56] Sünen-i Tirmizî, Kitabu'l-Birri ve's-Sıla, B.15, Hds. 1986. ve bkz. Hds. 1984-1985.

Not: Bazı ilim adamları şöyle demektedirler: Rasulullah (s.a.s.)'m, "Bizden değildir" sözünün mânâsı, bizim Sünnetimizden değildir, (yani) bizim edebimizden değildir, buyuruyor.

Sünen-i Ebu Davud, Kitabu'1-Edeb, B.66, Hds. 4943.

İmam Buhârî, Edebu'l-Müfred, B.163, Hds.353-358.

[57] Sünen-i Tirmizî, Kitabu'1-îman, B.6, Hds. 2743. Sünen-i tbn Mâce, Kitabu'n-Nikâh, B.50, Hds. 1977-

[58] Sahih-i Buhârî, Kitabu'z-Zekat, B.58, Hds. 85. Sahih-i Müslim, Kitabu'z-Zekat, B.50, Hds. 161. İmam Müslim (rh.a)'in kaydında:

Rasulullah (s.a.s.):

"Kaka kaka at onu! Bizim sadakadan bir şey yemezliğimizi bilmi­yor musun?" Bir de: "Bize sadaka helâl olmadığını bilmiyor musun?" iba­releri var.

[59] Furkan, 25/73-74.

[60] De ki: İnsanların Rabbine sığınırım, İnsanların Melikine,

İnsanların (gerçek) İlâhına.

Sinsice kalblere vesvese veren ve kuşku düşürüp duran, vesvesecinin şerrinden.

Ki o, insanların göğüslerine vesvese verir (içlerine kuşku, kuruntu fısıldar.)

Gerek cinlerden, gerekse  insanlardan (olan her hannas'tan Allah'a sığınırım.)" Nas, 114/1-6.

[61] Bakara, 2/268.

[62] (Şeytan) onlara vaadler ediyor, onları en olmadık kuruntulara düşürüyor. Oysa şeytan, onlara bir aldanıştan başka bir şey va'detmez." Nisa, 4/120.

[63] Şeytan da insanı, yapayalnız ve yardımsız bırakır-" Furkan. 25/29.

[64] Andolsun (Peygamber olarak) gönderilen kullarımıza (şu) sözü­müz geçmiştir:

Hiç tartışmasız onlar, muhakkak nusret (yardım ve zafer) tıılacak-lardir.

Ve hiç şübhesiz. Bizim ordularımız, üstün gelecek olanlar da onlar­dır." Sâffitt, 37/171-172-173.

[65] Benim kullarım, senin onlar üzerinde hiç bir zorlayic gücün (hakimiyetin) yoktur. Vekil olarak Rabbİn yeter." İsrâ. 17/65.