Rabbimiz Allah şöyle
buyurur:
“Burçları olan (burçların sahibi) göğe andolsun,
O va’dedilen güne,
Şahid olana ve şahid olunana.”([1])
Âlemlerin yegâne Rabbi ve
yaratanı Allah Teâlâ, burçlar sahibi göğe yemin ederek, insan kullarının
dikkatini göğün yaratılışına çekmiştir... İnsanlar, göğün yaratılışına baksın-lar,
incelesinler ve derin derin düşünsünler de Rabbleri Al-lah’ın kudretini idrak
etsinler!.. O’nun, eşsizliğini ve mül-künün ortağı olmayışını iyice bilip
kavransınlar... Böylece iman edip Rabbleri Allah’a hiçbir ortak koşmasınlar...
Şirkten ve küfürden tamamen arınıp Tevhid’e gelerek katık-sız iman etsinler...
Ayette geçen “Burçlar”’dan
mak
Rabbimiz Allah, kendisine
yemin ettiği göğü nasıl ya-rattığını ve insan kullarının yaratılıştaki kudreti
düşünüp, gerek dünya hayatındaki yaratılmalarını, gerekse ahirette yeniden
diriltilmelerinde hiçbir şüpheye düşmeden iman etsinler...
Şöyle buyurur Rabbimiz
Allah:
“Biz, göğü büyük bir kudretle bina ettik ve şüphesiz Biz, (onu)
genişletici olanlarız.”([3])
“Yaratma bakımından acaba sizce, yeniden sizi diriltmek mi daha güç,
yoksa (uçsuz-bucaksız) gökyüzünü ya-ratmak mı? (Allah,) onu bina etmiştir.
Onun boyunu yükseltti, ona belli bir düzen verdi.
Gecesini kararttı, kuşluğunu açığa çıkardı.
Bundan sonra yeryüzünü serip döşedi.
Ondan da, suyunu ve otlağını çıkardı.
Dağlarını dikip-oturttu.
Size ve hayvanlarınıza bir yarar (meta) olmak üze-re.”([4])
“Gerçekten sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra da
Arş’a istiva eden Allah’dır. Gündüzü, durmaksızın kendisini kovalayan geceyle
örten, güneşe, aya ve yıldızlara kendi buyruğuyla baş eğdirendir. Haberiniz olsun,
yaratmak da emir de (yalnızca) O’nundur. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir.”([5])
“Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Allah her şeye güç yetirendir.
Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün
ardarda gelişinde temiz akıl sahibleri için gerçek-ten ayetler vardır.
Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı
zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler
ki:)
‘Rabbimiz, Sen, bunu boşuna yaratmadın. Sen, pek yücesin,
bizi ateşin azabından koru.”([6])
Allah
Teâlâ’nın kendilerine verdiği akıl nimetini kullanabilen insanların Allah’ın
varlığına, birliğine, eşi ve ortağının olmayışına, göğün ve yerin yaratılışı,
gecenin gündü-zün ardarda gelişi apaçık birer delildir... Bunları idrak eden
insan, Rabbi Allah’ın kendisine gönderdiği
Rasulü’ne, Rasu-le indirilen vahye katıksız iman eder... Ve hiçbir şüpheye
düşmeden yakînen inanır ki, yaratmak da, emretmek de yalnızca Allah’a aiddir...
Çünkü âlemlerin yegâne sahibi O’dur... Sahibi olduğu mülkünde, yaratma
konusunda bir ortağı olmadığı gibi, onlara emretmede ve nehyetmede de hiçbir
ortağı olamaz... O, insan kullarının yegâne Rabbi ve onların üzerinde hüküm
sahibidir... Yalnız ve ancak O, on-lar için helâl ve haram sınırını tayin
eder... Yalnızca O, bir şeyin yapılmasını serbest bırakabilir veya yasaklayabilir... Helâl ve haram sınırlarını tayin etmede, yani insanlar için bir şeyin
serbest edilmesi ve yasaklanması konusunda, Al-lah Teâlâ’nın hükmüne aykırı
olmak üzere egemenlerin hü-küm koyup uygulatması, kendilerini Allah Teâlâ’ya
ortak etmeleri demektir... Dolayısıyla en büyük zulüm olan şirk ortaya çıkmış
olur([7])...
Hevalarını
ilâhlaştıranların, Allah’ın emir ve nehiylerin-den başka, onların yerine
kendileri emir ve nehiy koyup uygulatmalarına rıza göstererek onların
arzularına tabi olup hayatlarını tanzim edenler, Allah’dan başka Rabbler’e tabi
olmuşlardır...
Rabbimiz
Allah şöyle buyurur:
“Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte
onlar, kâfirlerin ta kendisidir.”([8])
“Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve
rahiplerini Rabblar (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de. Oysa onlar,
tek olan bir ilâh’a ibadet etmekten başka bir şeyle emrolun-madılar. O’ndan
başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koş-tukları şeylerden yücedir.”([9])
Adiyy
b. Hatim (r.a.) anlatıyor:
Boynumda
altında bir haç olduğu hâlde Rasulullah (s.a.s.)’a geldim.
Rasulullah:
“Ya
Adiyy, bu putu üstünden at!” buyurdu.
Kendisinin
Beraat (Tevbe) sûresi’nden:
“Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve
rahiblerini rablar (ilâhlar) edindiler.” (Tevbe,9/31) ayetini okuduğunu işittim.
Buyurdu
ki:
“Gerçi onlar, bunlara ibadet etmiyorlardı.
Fakat bunlar, herhangi bir şeyi onlara helâl kıldığı vakit onu helâl kabul
ediyorlar ve herhangi bir şeyi de onlara haram kıldıkları va-kit onu haram
kabul ediyorlardı.”([10])
Rabi’
b. Enes diyor ki:
Ben,
Ebu Aliye’den:
“Yahudîler
ve Hristiyanlar, hahamlarını ve papazlarını rabler edindiler.” ayetinin
mânâsını sordum ve dedim ki:
-
İsrailoğullarında bu rab edinme olayı nasıldı?
O
dedi ki:
-
Hahamlar, bize ne emrettiyse ona uyduk. Neyi de yasakladıysa, sözlerini
dinledik. Halbuki bunların emrettikleri ve yasakladıkları şeyin hükmü, Allah’ın
Kitabı’nda mev-cuddu.
İnsanlar,
din adamlarının telkinlerini nasihat kabul edip aldılar ve Allah’ın Kitabı’nı
arkalarına attılar. Böylece Al-lah’ı bırakıp din adamlarını rabler edinmiş
oldular.([11])
Ebu
Aliyye (rh.a.)’in apaçık izah ettiği gibi, kim olursa olsun ve hangi ülkede,
hangi çağda bulunursa bulunsun her kim, Allah’ın kitabı’ndaki hükümleri bir
yana atan, kendi heva-u hevesini ilâh edinerek hüküm koyanların hükümlerini
kabul edip, gönül rızasıyla onunla amel ederse, bu hüküm koyucuları rablar
edinmiş olur... Bu rab edinme, ya Allah ile beraber veya Allah’ı tamamen terk
etmekle ger-çekleşir... İşte apaçık küfür ve şirk budur!..
İnsanlık
tarihi boyunca, katıksız iman eden ve imanlarının gereği gibi yaşamaya gayret
içinde olan muvahhid mü'minler, bu apaçık küfür ve şirki reddetmişlerdir... Böylece
kâfir ve müşrikleri terk etmiş, onların, Allah’a şirk koş-tuklarından tamamen
arınmışlardır...
Muvahhid
mü'minler yegâne rabbleri Allah’ın, Rasulleri vasıtasıyla kendilerine göndermiş
olduğu hükümleriyle amel ederken, şirk toplumun müşrik zalim egemen tağut-ları
tarafından dışlanmış ve en vahşî zulümler yapılmıştır...
En
korkunç işkencelere uğratılmış, zindanlara tıkanmış ve alevli ateşlere
atılmışlardır... Şirk ve küfür cephesinin zulmü ve ihaneti, dün böyle olduğu
gibi bugün de böyledir... Çünkü küfür tek millettir ve küfür cephesinde
değişen bir şey yok!..
Âlemlerin
yegâne Rabbi Allah Teâlâ’yı ya tamamen reddederek, ya da O’nunla birlikte başka
Rabblere ve ilâhlara inanan, böylece en büyük zulüm olan şirk suçunu işleyen
müşrik egemenler, muvahhid mü’minleri, imandan, Tevhid’den ve İslâm’dan
ayırmak, onları dinlerinden vazgeçirmek için kendilerine akla-hayale
gelmeyecek işkenceler yapmışlardır... Bu işkenceler her an devam etmektedir...
Muvahhid
mü’minleri, imandan ve İslâm’dan vazgeçir-mek, tekrar küfür ve şirke döndürmek
için kendilerine, hendeklere de yaktıkları alevli ateşe atarak işkence eden
şirk cephesinin bir kısmı, “Ashab-ı Uhdud”dur!.. Rabbimiz Al-lah, şöyle beyan
buyurur:
Onların,
muvahhid mü’minlere yaptıkları zulüm ve işkencelerini:
“Kahrolsun (canı çıksın/gebersin) Ashab-ı
Uhdud(a la-net olsun/öldürüldü).
Tutuşturucu yakıt dolu o
ateş,
Hani kendileri (ateş
hendeğinin) çevresinde oturmuşlardı.
Ve mü’minlere yaptıklarını
seyrediyorlardı.
Kendileri onlardan,
yalnızca üstün ve güçlü olan, övülen Allah’a iman ettiklerinden dolayı intikam
alıyorlardı.”([12])
İmam
Fahruddin er-Râzî (r.a.), meşhur tefsirinde şun-ları beyan eder:
“el-Uhdud:
Yerde, uzunlamasına açılan yarıklar mânâsına gelip, çoğulu, "ehâdîd"
olup mastarı ise, yarmak demek olan "hadd" kelimesidir.
Ashabu’l-Uhdud
ifadesiyle, öldürenler kasdedildiği
(gi-bi) öldürülenler de kasdedilmiş olabilir. Meşhur olan rivaye-te
göre,öldürülenler mü’min olan kimselerdir. Yine bu öl-dürülenlerin zorbalar,
zalimler olduğu da rivayet edilmiştir. Çünkü bu zorba krallar, mü’minleri o
ateşin içine atınca, o ateş, kâfirlerin üzerine dönmüş, onları yakmış, derken
Al-lah Teâlâ mü’minleri, o ateşten sapasağlam kurtarmış-tır.([13])
İmam
İbn Kesir (r.a.) ise, tefsirinde konuyla ilgili şunla-rı kaydeder :
“Bu,
kâfirlerden bir topluluğun haberidir. Onlar, yanlarında bulunan mü’minlere
yönelerek, onları ezmek iste-miş ve dinlerinden vazgeçip kendilerinin tarafına
gelmeye zorlamışlardır. Bu sebeble toprağa bir çukur kazıp ateşi alevlemişler ve onu yakmak üzere yakıtlar
hazırlamışlardı. Sonra mü’minlere yönelip kendi dinlerine dönmelerini iste-mişler,
kabul etmeyince de onları ateşe fırlatmışlardı.”([14])
“Ashabu’l-Uhdud”
kıssası ile ilgili, yegâne önderimiz ve hayat örneğimiz Rasulullah (s.a.s.)’den
şu hadis-i şerif nak-ledilir...
Suhayb
er-Rumî, (r.a.)’dan:
Rasulullah
(s.a.s.) şöyle buyurur:
“Sizden
öncekiler arasında bir hükümdar vardı. Bu hükümdarın bir sihirbazı vardı.
Sihirbaz, ihtiyarlayınca hükümdara.
-
Ben, ihtiyarladım. Bundan dolayı bana bir çocuk gön-der de sihri ona öğreteyim,
dedi.
O
da, ona sihri öğretmek için kendisine bir çocuk gönderdi. Çocuk, yola
koyulduğu vakit bir rahibe rast geldi. Hemen yanına oturarak, konuşmasını
dinledi ve beğendi.
Artık
sihirbazın yanına giderken rahibe uğrar, yanında otururdu. Sihirbaza geldiğinde
ise, sihirbaz kendisini döver-di. Çocuk bunu, rahibe şikayet ederdi.
Rahib,
şunu söyledi:
-
Sihirbazdan korktuğun vakit “beni, ailem salmadı.” de! Ailenden korktugun
vakit, "beni, sihirbaz salmadı" deyi ver!
Çocuk,
bu minval üzere devam ederken, büyük bir hayvanın üzerine geldi. Bu canavar,
insanları hapsetmişti.
(Çocuk,
kendi kendine:)
- Sihirbaz mı efdal, yoksa rahib mi bugün anlayaca-ğım, dedi.
Ve bir taş alarak:
- Allah’ım, eğer rahibin işi, senin indinde sihirbazın işinden daha makbul ise, bu hayvanı öldür de
insanlar işle-rine gitsinler, dedi.
Ve taşı attı, hayvanı öldürdü. Insanlar işlerine gittiler. Bu
olaydan hemen sonra rahibe gelerek (olayı) ona haber verdi.
Rahib, ona.
- Ey oğulcuğum, bugün sen, benden daha faziletlisin! Senin
hâlin, gördüğüm raddeye ulaşmış. Sen, muhakkak imtihan olunacaksın. Şayet
imtihan olunursan, benim nerede olduğumu söyleme, dedi.
Çocuk, körlerle, abraşları düzeltiyor, sair ilaçlardan
insanları tedavi ediyordu. Derken hükümdarın maiyyetinde bulunanlardan kör
olmuş birisi, bunu işitti. Ve kendisine birçok hediyeler getirerek:
- Eğer beni düzeltebilirsen, şuradaki şeylerin hepsi senin
olsun! dedi.
Çocuk:
- Ben, hiçbir kimseyi düzeltemem. Şifayı ancak Allah verir!
Eğer sen, Allah’a iman ediyorsan, ben Allah’a dua ederim. O da, şifa verir,
dedi.
Adam Allah’a iman etti. Allah da, şifasını verdi. Daha sonra
hükümdarın yanına gelerek, eskiden oturduğu gibi oturdu.
Hükümdar, ona:
- Senin gözünü kim iade etti? diye sordu.
Adam:
- Rabbim! cevabını verdi.
(Hükümdar:)
- Senin, benden başka Rabbin var mı? dedi.
(Adam:)
- Benim Rabbim de, senin Rabbin de Allah’dır, cevabını verdi.
Bunun üzerine hükümdar, onu tevfik etti. Kendisine işkence
yapmaya başladı. Nihayet o adam, çocuğun yerini söyledi. Çocuğu da getirdiler.
Hükümdar, ona:
- Ey oğlum, sihrin, körleri ve abraşları düzeltecek ve şöyle
şöyle yapacağın dereceyi bulmuş, dedi.
Çocuk:
- Ben, hiç kimseyi düzeltemem. Şifayı veren ancak Al-lah’dır!
dedi.
Bunun üzerine hükümdar, onu da tevkif etti. Ona, iş-kence
yapmaya başladı. Nihayet çocuk, rahibin yerini söy-ledi. Rahibi de getirdiler.
Kendisine:
- Dininden dön! denildi.
O, razı olmadı. Derken hükümdar, bir testere istedi ve onu,
başının ortasına koyarak yardı. Hatta iki parçası yere düştü.
Sonra çocuk getirildi.
Ona da:
- Dininden dön!
denildi.
- Fakat o da, kabul etmedi. Bunun
üzerine çocuğu, maiyyetinden bazı kimselere vererek:
- Bunu, falan dağa götürün. Dağın
üzerine çıkarın. Zirvesine ulaştığınızda, dininden dönerse ne ala! Dönmezse,
aşağıya atın, dedi.
Çocuğu götürdüler ve dağa
çıkardılar.
Çocuk:
- Allah’ım, bunlar hakkında bana
dilediğin şeyle kifâ-yet et! dedi.
Bunun üzerine dağ, onları salladı ve (aşağıya) düştü-ler. Derken
(çocuk,) yürüyerek hükümdara geldi.
Hükümdar, ona:
- Arkadaşların sana ne yaptı? diye
sordu.
Çocuk:
- Onlar hakkında Allah, bana kâfi
geldi, dedi.
Hükümdar onu, yine mahiyetinde
birkaç kişiye vere-rek:
- Bunu, götürün! Bir gemiye
yükleyerek denizin orta-sına varın. Eğer dininden dönerse ne âlâ! Aksi takdirde
de-nize atın! dedi.
Çocuğu, (emrolundukları gibi)
götürdüler.
(O, yine:)
- Allah’ım, bunlar hakkında bana,
dilediğin şeyle kifâ-yet et! diye dua etti.
Hemen gemileri alabora olarak
boğuldular. Çocuk, yine yürüyerek hükümdara geldi. Hükümdar, ona:
- Arkadaşların sana ne yaptı?
diye sordu.
Çocuk:
- Onlar hakkında Allah, bana kâfi
geldi, dedi.
Ve hükümdara şunu söyledi:
- Sana emredeceğim şeyi
yapmadıkça, sen beni öldüre-mezsin!
Hükümdar:
- Nedir o? diye sordu.
(Çocuk:)
Halkı bir yere topla ve beni bir
ağaca as. Sonra tor-bamdan bir ok al! Bu oku, yayın ortasına koy! Sonra: “Bu
çocuğun Rabbi olan Allah’ın ismiyle” diyerek bana at! Bu-nu yaparsan, beni
öldürürsün, dedi.
Hükümdar, hemen halkı bir yere
topladı ve onu, bir ağaca astı. Sonra torbasından bir ok aldı ve oku, yayın
ortasına koydu. Sonra:
- Bu çocuğun Rabbi olan Allah’ın
ismiyle, diyerek ço-cuğu attı.
Ok, çocuğun şakağına isabet etti.
Çocuk, elini şakağı-na, okun vurduğu yere koydu ve öldü.
Bunun üzerine halk:
- Çocuğun Rabbine iman ettik!
Çocuğun Rabbine iman ettik! Çocuğun Rabbine iman ettik! dediler.
Hemen hükümdara gidilerek:
- Ne buyurursun?! Vallahi,
korktuğun başına geldi. Halk iman etti, denildi.
Bunun üzerine hükümdar, yolların
başlarına hendekler kazılmasını emretti. Hendekler kazıldı ve içlerinde ateşler
de yakıldı.
- Kim dininden dönmezse, onu
buraya atın! dedi.
Yahud hükümdara:
- Sen at! denildi.
Bunu da, yaptılar. Nihayet
beraberinde çocuğu olan bir kadın geldi. Kadın, oraya düşmekten çekindi.
Bunun üzerine çocuğu, ona:
- Ey anneciğim, sabret! Çünkü sen, hak üzeresin! De-di.”([15])
İmam Tirmizî (rh.a.)’in
rivayetinde şu ziyade yer al-maktadır:
“Delikanlıya gelince o, toprağa
gömülmüştü. Ömer b. el-Hattab’ın zamanında bu delikanlının, öldürüldüğü za-man
koyduğu gibi parmağı şakağında olarak çıkarıldığı söylenmiştir.”([16])
İbn İshak (rh.a.) dedi ki:
Bana, Abdullah b. Ebibekir b.
Muhammed b. Amr b. Hazm haber verdi ki:
Ona, şu haber verilmiştir:
Necran halkından bir adam, Ömer
b. el-Hattab (r.a.)’ın zamanında bir hacetinden dolayı Necran’ın harabelerinden
bir harebeyi kazdıydı.
Bunun üzerine (hükümdarın
öldürdüğü çocuk) Abdul-lah b. Samir’i, örtülü bir çukurda oturup elini,
başındaki bir darbe üzerine koymuş ve eliyle yarayı tutar olduğu halde
buldular. Eli, başından geri çekildiği zaman kan aktı. Serbest bırakıldığında o
darbenin üzerine geri çevrildi ve ka-nın, durdurdu. Onun elinde ise, içinde:
“Rabbim Allah’dır.” yazılı bir
yüzük vardı.
Bunun üzerine onun hakkında, Ömer b.
el-Hattab’a mektub yazıldı ki, onun durumundan haber alınsın.
Ömer (r.a.) da, onlara şöyle
yazdı:
- Onu, hâli üzere
bıraksınlar ve onun üzerine defn o-lunduğu şeyi geri koysunlar.
Onlar da, aynen öyle
yaptılar.”([17])
Yegâne önderimiz
Rasulullah (s.a.s)’in beyan buyurdu-ğu bu olayda, küfür cephesinin tarih boyu
değişmeyen cahilî karakteri net olarak görülmekdedir… Muvahhid mü'-minler,
şirki, küfrü, tağutu yani insanın insana egemen ol-masını, insanların
birbirini kul veya Rab edinmelerini red-dettikleri ve katıksız olarak Allah’a
iman ettikleri için, ege-men müşrikler tarafından işkence edilip, şehid edilerek
öldü-rülmüşlerdir…
Ashabu’l-Uhdud, muvahhid
mü'minlere iman etmelerinden dolayı düşman kesilmiş ve onları kazdıkları hendeklerde
yaktıkları alevli ateşlerin içine atarak, onlardan intikam alıyorlardı… O
zalim kâfirlerin, o müstekbir müşrikle-rin ve o egemen tağutların kini,
düşmanlığı, muvahhid mü'minlerin imanına, dinine, yani Tevhid akîdesine idi!..
Bundan dolayı Rabbimiz
Allah şöyle buyurmuştu:
“Kendileri onlardan, yalnızca üstün ve güçlü olan, övü-len Allah’a iman
ettiklerinden dolayı intikâm alıyorlardı.”
Müşrik kâfirlerin, mü’min
müslümanlardan hoşlanmayıp düşman oldukları tek sebeb, onların şirk ve küfrü
terk ederek iman edip İslâm olmalarıdır…
Rabbimiz Allah şöyle
buyurur:
“De ki: ‘Ey Kitab Ehli, yalnızca Allah’a, bize indirilene ve önceden
indirilene inanmamız ve sizin çoğunuzun fasık-lar olmanız nedeniyle mi bizden
hoşlanmıyorsunuz?”([18])
Evet, müşrik kâfirler,
mü’min müslümanlardan onların imanlarından ve yalnızca Allah’a ibadet
etmelerinden dolayı hoşlanmıyorlardı!..
Bu Allah düşmanları,
yalnızca Allah'a kul olmak iste-diklerinden dolayı muvahhid mü'minleri, egemen
oldukları bölgelerde yok etmek istiyorlardı… Ya öldürerek veya zindanlarda
çürümeye terk ederek ya da ezici baskılarla sindirip seslerini kesmek ile yok
olmalarına çalışıyorlardı…
Bu idraksizlerin, katıksız
iman ederek kendilerini kurtarmış ve onların da iman ederek hidayet bulup
kurtulmalarını isteyen muvahhid mü'minlere işkence etmeleri, şirk koşarak
hayvanlardan daha aşağı bir duruma düşmelerinden kaynaklanmaktadır… Onların bu
vahşi hâlleri, imansızlıklarından dolayı ortaya çıkmıştır…
Vahşi müşriklerin bu
değişmez karakterlerini şöyle beyan buyurur Rabbimiz Allah:
“Andolsun, cehennem için cinlerden ve insanlardan çok sayıda kişi
yarattık (hazırladık). Kalbleri vardır, bununla kavrayıp anlayamazlar. Gözleri
vardır, bununla göremezler. Kulakları vardır, bununla işitemezler. Bunlar,
hayvan gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar, gafil olanlardır.”([19])
“Allah katında canlıların en kötüsü, şüphesiz küfre sapmış olanlardır.
Onlar, artık inanmazlar.”([20])
“Küfre sapanların örneği, çağırma ve bağırmadan başka bir şeyi duymadan
(duyduğu şeyin anlamını bilmeyen hay-vana haykıranın örneği gibidir. Onlar,
sağırdırlar, dilsizler-dir, kördürler. Bundan dolayı akıl erdiremezler.”([21])
Ashabu’l-Uhdud kıssası,
her çağda ve her yerde Allah’a davet eden muvahhid mü'minlerin, iyice okuyup,
anlayıp ve üzerinde derin derin düşünmeleri gerekli olan çok ibretli bir kıs
Yegâne Rabbleri Allah’a
iman etmiş ve yegâne kurtuluş yolunun bu iman olduğu
Zalim egemen tağutlar,
Allah katında en kıymetli varlık olan mü'min kullara,[22]
en vahşî işkenceler yapmış, onların çektikleri acıları, kendileri için bir
oyun ve eğlence aracı kılmışlardı…
Sinelerdeki kalbleri ihata
eden katıksız ve kâmil iman, bütün bu işkencelere dayanmış ve onlardan üstün
gelmiştir… Her zaman olduğu gibi Tevhid, şirki yenmiş ve iman, küfre karşı
zafer kazanmıştır… Muvahhid mü'minler, imanlarından ve dinlerinden vazgeçmemiş,
ateşe atılmaları-na rağmen hiçbir taviz vermemişlerdir…
Şöyle buyuruyor Allah
Teâlâ:
“Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer (gerçekten) iman etmişseniz en üstün olan
sizleriniz.”([23])
Ebu’d-Derda (r.a.)’ın
rivayetleriyle şöyle buyurdu Ra-sulullah (s.a.s):
“Paramparça edilsen ve
(ateşte) yakılsan bile Allah’a hiçbir şeyi ortak etme!”([24])
Ashabu’l-Uhdud olayındaki
muvahhid mü'minler, öyle kalblere sahiblerdi ki, asla dünyaya meyletmemiş, ahiret hayatını, zillet
içinde geçecek dünya hayatına tercih edip izzeti seçmişlerdi… Dünyanın bütün
zevk ve sefası kayıtlarından kurtulmuş, Allah’ın rızasını tercih ederek gerçek
kurtuluşa ermişlerdi…
Muvahhid mü'minlerin bu
izzetli tercihleri, çağın egemen vahşî müstekbir tağutlarını çıldırtmıştı…
Allah düşmanları, dolayısıyla mü'min müslümanların düşmanları olan tağutîler,
hendeklerde yaktıkları alevli ateşlerin içine attıkları muvahhid mü'minlerin
çektikleri acıları zevkle sey-rediyorlardı… Bu kâfir, kötü, günahkâr, alçak ve
vahşî var-lıklar, bu hâlleriyle en vahşî hayvanlardan daha vahşî ol-duklarını
ortaya koyuyorlardı… Çünkü bunların yaptığı vahşeti, vahşî hayvanlar yapmaz… Vahşî hayvanlar, ihti-yaç duydukları zaman avına
saldırıp parçalar, karnını do-yurduğunda bir yana çekilir… O, karnı acıktığı
zaman avı-na saldırır, yoksa avının çektiği acılardan zevk almak için
saldırmaz…
Genç olsun, ihtiyar olsun,
kadın, erkek ve çocuk olsun, ateşin içine attıkları her mü'min müslümanın
çığlığıyla a-lay ediyor, onların ateş tarafından yakılıp küle dönmeleri,
kendileri için zevkli bir manzaraya dönüşüyordu… Bu korkunç manzarayı
seyretmekle mutlu oluyorlardı… Bu alçaklık, hiçbir vahşî hayvan tarafından
gerçekleştirilemez… Zaten müşrik kâfirlerin “Onlar, hayvanlardan aşağılıktırlar.”
diye beyan olunması, onların bu adî karakterini apaçık anlatıyordu…
Onların, bu aşağılık ve
vahşi tavırlarının karşısında sabreden ve akîdelerinden hiçbir taviz vermeyen
muvahhid mü'minlerin bedenleri ateş tarafından yenildikçe, ruhları yüceliyor,
Rabbleri Allah indinde ölümsüzlüğe, yani ebedî diriliğe kavuşuyorlardı…
Şöyle buyurur Rabbimiz
Allah Teâlâ:
“Sakın, Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin. Hayır, onlar
diridirler. Fakat siz, bunun şuurunda değilsiniz.”([25])
Allah indinde diri olan bu
yüce şahsiyetler, kendilerinden sonra bütün nesillere örnek olmuş, bütün
çağlara rehberlik etmişlerdir… Beşerî hesaplara göre tağutlar, zalim
müstekbirler, muvahhid mü'minlere ve mazlumlara galip gelmiş gibi görünseler
de, asıl zafere ulaşan mazlum mü'-minlerdir… Çünkü mü'min müslümanlar, şehid
edilmele-rinden dolayı yüce mertebelere ulaşmış ve insanlık âlemi içinde
hayırla anılan örnek şahsiyetler olmuşlardır…
Âlemlerin Rabbi Allah’ın
en çok değer verdiği nesne Tevhid akîdesi, yani katıksız imandır… Bu imanı elde
eden muvahhid mü'min şahsiyet, yeryüzünün en güçlüsü olarak görülen bütün
tağutlara karşı meydan okur!.. Onun bu sarsılmaz akîdesi ve yenilmez direnci sayesinde
Allah’ın izni ve yardımıyla acıya, işkenceye ve maddî güce karşı zafere ulaşır…
Böylece ruh, maddeye ve iman, işkencelerin her türlüsüne galip gelir, muzaffer
olur…
Bu zafer, bütün
zamana ve bütün mekâna şamil olan bir
zaferdir… Bunun elde edilişi, gerçek hürriyete ulaşmanın tek yolu: Katıksız
iman ve salih ameldir… Bu yolun ihlâslı yolcuları, önlerine çıkarılan her
engelleri aşar, her tuzağı bozar ve her türlü zorluğu yenerler… Bu akîdenin
sahibi olan mü'min müslümanlar, dinlerinden asla taviz vermedikleri için dünya
hayatlarına son verilmiş olur, am-ma ebedî ahiret hayatında en güzel mükafat
olan cenneti kazanırlar… Ayrıca Allah yolunda Allah’ın rızasını kazan-mak
için nasıl can ve malın fedâ edileceğinin en güzel örne-ğini gözler önüne
sererler… Mallarını ve canlarını cennet karşılığı Rabbleri Allah’a
satmışlardır muvahhid mü'min-ler… Yegâne Rabbleri Allah onlardan, cenneti vererek
malla-rını ve canlarını satın almıştır…
Şöyle buyuruyor Rabbimiz
Allah:
“Hiç şüphesiz Allah, mü'minlerden -karşılığında onlara cenneti vermek
üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar, Allah yolunda savaşırlar,
öldürürler ve öldürülürler. (Bu,) Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da O’nun
üzerine gerçek olan bir va’ddır. Allah’dan daha çok ahdine vefa gösterecek olan
kimdir? Şu hâlde yaptığınız bu alış-verişten dolayı sevinip müjdeleşiniz. İşte
büyük kurtuluş ve mutluluk budur.”([26])
Bu, kendisinden başka eşi
olmayan bir ticarettir… Â-lemlerin Rabbi Allah, kullarına vermiş olduğu helâl
malı, ondan çok, hem de pek çok, hiç kıyaslanamaz değerde olan cenneti vererek
satın alıyor… Katıksız iman ile arındırıp yücelttikleri ruhlarını, çok aşağı
bir seviye olan dünya hayatından, çok yüce olan cennete davet ediyor ve icabet
edenlerin canlarını, cennet karşılığında satın alıyor…
Şöyle buyuruyor Rabbimiz
Allah:
“Ey iman edenler, sizi acı bir azabdan kurtaracak bir ticareti haber
vereyim mi?
Allah’a ve O’nun Rasulü’ne iman ederseniz, mallarınız-la ve
canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır,
eğer bilirseniz.
O da, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi, altlarından ırmaklar
akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel konak-lara yerleştirir. İşte büyük
mutluluk ve kurtuluş budur.
Ve seveceğiniz bir başka (nimet) daha var: Allah’dan yardım ve
zafer (nusret) ve yakın bir fetih, mü'minleri müjdele.”([27])
Cennet, muvahhid
mü'minlerin canlarını ve mallarını verip Rabbleri Allah’dan satın aldıkları en
büyük ve ebedî kazanç!..
Muhammed b. Ka’b el-Kurâzî
(rh.a.) anlatıyor:
Abdullah b. Revâha,
Rasulullah (s.a.s)’e:
-Ya Rasulullah, Rabbin ve
kendin için dilediğin şartı koş! demişti.
O zaman Rasulullah
(s.a.s):
“Rabbim için,
Ensar:
- Peki, bütün bunları
yaptığımız takdirde bize, karşılık olarak ne verilecek? diye sordu.
Rasulullah (s.a.s):
“Cennet” buyurdu.
O zaman Ensar:
- Bu kârlı bir
alış-veriştir. O hâlde ne bozar, ne bozulmasını isteriz, diye sevinçle
haykırdılar.
Bunun üzerine bu ayet-i
kerime (Tevbe, 9/111) nâzil oldu.
Bu konuşmalar, “Büyük
Akabe Biatı” denilen ikinci biat esnasında cereyan etmiştir. Bu, Ensar’dan,
yetmişin üze-rinde kimsenin katıldığı
bir biattır.([28])
Yegâne Rabb ve ilâh olan
Allah Teâlâ, ile canını ve malı-nı O’na satan muvahhid mü'min kulu arasındaki
alış-veriş, kulların arasındaki alış-verişe benzemez!..
İmam Kurtubî (rh.a.)
beyanıyla:
“İnsanların arasındaki
alış-verişin esas şekli, kendi ellerinden çıkardıkları şeye karşılık, ya
kendileri için daha faydalı olan şeyleri, yahud fayda itibariyle ellerinden çıkardık-ları
şeye denk olan şeyleri almaktır. Yüce Allah ise, kulla-rından canlarını ve
mallarını, kendi itaati uğrunda fedâ et-melerini, rızası yolunda bunları
tüketmelerini istemek ve karşılığında da bunu yerine getirdikleri takdirde onlara cenneti vermek
suretiyle satın almıştır. Bu ise, kullar tarafından verilenlerle kıyas
edilemeyecek, boy ölçüşemeyecek kadar büyük bir bedeldir.
Şanı yüce Allah bu
buyruğu, onların alış-veriş işlemlerinde örflerinden bildikleri bir mecazî
üslubla dile getirmektedir. Kula düşen, canını ve malını teslim etmektir.
Bu-na karşılık Allah da onlara, mükafat verecek, nimetlere nâil kılacaktır.
İşte yüce Allah buna, “satın alma” adını vermiş-tir.”([29])
Muvahhid mü'minler,
imanlarından vazgeçip canlarını ve mallarını zalim müstekbir tağutlarının
ellerinden kurtarabilme yetkisine de sahib idiler… Onlar, asla ve asla böy-le
bir tercihi yapmadılar… İmanlarından, dinlerinden vaz-geçmektense, canlarından
ve mallarından vazgeçmeyi, zin-danlarda çürümeyi, her türlü vahşî işkenceye
tabi tutul-mayı ve zalimlerin onları yakmak istediği ateşte yanmayı tercih
etmişlerdi…
Gerçek imanın tadını tadan
ve kalbleri mutmain olan muvahhid mü'minlerin değişmez karakteri budur!..
Enes (r.a.)’ın rivayetiyle
Rasulullah (s.a.s) şöyle buyurur:
“Kimde üç şey bulunursa,
imanın lezzetini tatmış olur:
Allah ve Rasulü, kendisine
başkasından daha sevgili olan kimse,
Bir kulu seven, fakat
yalnız Allah için seven kimse,
Allah, kendisini
kâfirlikten kurtardıktan sonra yine kâ-firliğe dönmekten ateşe
atılacakmışcasına hoşlanmayan kimse.”([30])
“Bunlar, iman edenler ve
kalbleri Allah’ın zikriyle mut-main olanlardır. Haberiniz olsun, kalbler yalnızca
Allah’ın zikriyle mutmain olur.”([31])
Katıksız iman eden ve
imanın gereği olan salih amelleri işleyerek imanını besleyip geliştirerek
kâmilleştiren muvah-hid mü'min kul, yegâne Rabbimiz, Rahman ve Rahim olan Allah
Teâlâ'nın yakınlığıyla sevgisini kazanır...
“İman edenler ve salih amellerde bulunanlar ise, Rahmân (olan Allah),
onlar için bir sevgi kılacaktır.”([32])
Ebu Hureyre (r.a.)’dan.
Rasulullah (s.a.s) şöyle
buyurdu:
“Allah şöyle buyurdu:
“Kulum Bana, kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevgili olan bir
şeyle yaklaşmaz. Kulum Bana, nafile ibadetlerle de yaklaşmaya devam eder.
Nihayet Ben, onu severim. Ben, kulumu sevince de, artık onun işitir kulağı,
görür gözü, tutar eli, yürür ayağı (mesabesinde) olurum.”([33])
Ebu Hureyre (r.a.)’ın rivayetiyle
şöyle buyurur Rasu-lullah (s.a.s):
“Allah Tebâreke ve Teâlâ,
bir kulu sevdiği zaman Cibril’e:
- Allah, filan kulu
sevmiştir, onu sen de sev! diye nidâ eder.
Cibril de, o kulu sever.
Sonra Cibril, gök halkına:
- Allah, filan kulu
sevmiştir, sizler de onu sevin! diye nidâ eder.
Gök ahalisi de, o kulu
severler. Ve yer ahalisi arasında da o
kimse için (gönüllerine) bir kabul konulur.”([34])
Herim b. Hayan (rh.a.)
şöyle der:
- Bir kimse, kalbiyle yüce
Allah’a yönelecek olursa, mutlaka yüce Allah da, iman ehlinin kalblerini ona
yöneltir ve sonunda Allah, onlar tarafından sevilmeyi ve ona rahmet etmeyi, ona rızıklandırır.
Yüce Allah,
kıyamet gününde mü'minlerin ve meleklerin kalblerinde onlar için bir sevgi var
edecektir.([35])
Katıksız iman ettikten sonra imanları üzere ayak direyerek
sabreden mü'min müslüman kullar, bilir ve inanırlar ki, mü'minlere imanlarından
dolayı zulmeden ve işkence yapan müstekbir tağutlar asla cezasız
bırakılmayacaklardır… Yegâne Rabbimiz Allah, onlara biraz mühlet verir ve
ansızın yakalar…
Şöyle buyurur Rabbimiz
Allah Teâlâ:
“İnkâr edenlerin, ülke ülke dönüp dolaşmaları seni aldatmasın.
(Bu,) az bir yarar(lanma)dır. Sonra bunların barınma yerleri
cehennemdir. Ne kötü bir yataktır o.”([36])
“Allah’ı, sakın zulmedenlerin yapmakta olduklarından habersiz sanma!
Onları, yalnızca gözlerin dehşetle belireceği bir güne ertelemektedir.
Başlarını dikerek koşarlar. Gözleri, kendilerine dönüp
çevrilmez. Kalbleri (sanki) bomboştur.”([37])
“Onlar, zulüm işlemektelerken, ülkeleri (veya nesilleri) yakaladığı
zaman… Rabbi’nin yakalaması, işte böyledir.
Gerçekten O’nun yakalaması, pek acı, pek şiddetlidir.”([38])
İman eden erkekleri ve
iman eden kadınları, hendeklerde
yaktıkları ateşlere atan ve onlar yanarken haz duyarak seyreden, bundan dolayı
mutlu olan Ashabu’l-Uhdud, Allah tarafından kahroldu gitti… Onlar, muvahhid
mü'-minlerin
“O (Allah) göklerin ve yerin mülkü O’nundur. Allah, her şeyin üzerinde
şahid olandır.”([39])
Rabbimiz Allah, yalnızca
kendisine katıksız iman ve yalnızca kendisine ibadet ettiği için muvahhid
kullarına zulüm ve işkence eden zalim ve vahşî tağutları, eğer pişman olup
tevbe edecek olurlarsa kendilerini affedeceklerini beyan buyurur… Onların tevbe
etmeleri, şirkten, küfürden ve mü'min müslümanlara zulmetmekten vazgeçmeleri
ile ger-çekleşir… Eğer tevbe etmezlerse onların cezası, cehenneme düşmek ve
yakıcı azabı haketmek ile yerine gelmiş olur…
Şöyle buyurur Rabbimiz
Allah:
“Gerçek şu ki, mü'min erkeklerle, mü'min kadınlara işkence (fitne)
uygulayanlar sonra da tevbe etmeyenler (yok mu), işte onlar için
cehennem azabı vardır ve yakıcı azab onlar içindir.”([40])
İmam Hasan el-Basrî (rh.a.)
şöyle diyor:
- Şu lütuf ve kereme bakın
ki, onlar, Allah’ın dostlarını öldürmüşler. Allah ise, onları tevbe ve
bağışlanmaya çağır-maktadır.([41])
Rahmân, Rahîm olan
Rabbimiz Allah, lâneti haketmiş, kötülük işleyip günahkâr olanların pişman olup
tevbe etmeleriyle beraber kendilerini düzeltecek olurlarsa, onların
tevbelerini kabul edip kendilerini bağışlayacağını beyan buyurur:
“Gerçekten apaçık belgelerden indirdiğimizi ve insanlar için kitabda
açıkladığımız hidayeti gizlemekte olanlar, işte onlara, hem Allah lânet eder,
hem de lânet ediciler lânet eder.
Ancak tevbe edenler,(kendilerini) düzeltenler ve (indirileni)
açıklayanlar(a gelince), artık onların tevbelerini kabul ederim. Ben, tevbeleri
kabul ederim, esirgeyenim.”([42])
Abdullah İbn Mes’ud
(r.a.)’dan.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle
buyurur:
“Günahtan tevbe eden
kimse, hiç günahı olmayan kimse gibidir.”([43])
“Allah, iki kişiyi rızası
ile karşılar. Bunlar, birbirini öldürüp cennete giren iki kimsedir. Şu
(müslüman), Allah yolunda çarpışır. Şehid düşer (de cennete girer). Sonra Allah,
onu öldürene hidayet eder ve sonunda o
da şehid edilir.”([44])
Ashabu’l-Uhdud olayı,
bizlerden önce iman etmiş olan mü'min müslüman kardeşlerimizin başına gelen
belâları ve ağır imtihanı anlatmaktadır… Onlardan ders ve ibret alıp mücadele
ve mücahede konusunda çok dirençli olmak gerekir…
İman ve İslâm üzere
sabredip sebat göstererek ve asla taviz vermeden emrolunduğu gibi yaşamak, her
muvahhid mü'minin kulluk vazifesidir…
Rabbimiz Allah şöyle
buyurur:
“Şübhesiz iman edip de salih amellerde bulunanlara ge-lince, onlar için
de, altından ırmaklar akan cennetler var-dır. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk
budur.” ([45])
[1]) Buruc, 85/1-3.
Ayet-i kerimelerde geçen, “va’dedilen gün”,
“şahid olan” ve “şahid o-lunan”
beyanları konusunda, yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.)’in açıklamaları
hadiste gündeme getirilmiştir…
Ebu
Hüreyre (r.a.)’dan.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Yevm-i mev’ud, kıyamet günü; yevm-i meşhud,
Arefe günü; şahid, cuma günüdür.
Güneş, cuma gününden daha üstün bir günün
üzerine ne doğmuş, ne de batmıştır. Cuma
gününde bir saat (zaman parçası) vardır ki, mü'min kul, bu saati denk getirir
de Allah’a hayır duada bulunursa, mutlaka Allah, ona icabet (duasını kabul)
eder. Ve herhangi bir şeyde de Allah’a sığınırsa, muhakkak Allah onu, o
sığındığı şeyden korur.”
Sünen-i Tirmizî, Kitabu Tefsiru’l-Kur’ân, B.
75, Hds. 3558.
İbn Kesir, A.g.e., C.15, Sh. 8376. İbn Ebu
Hatim ve Ahmed b. Han-bel’den.
et-Taberî, A.g.e., C.9, Sh. 63.
[2]) et-Taberî, A.g.e., C.9, Sh. 60.
[3]) Zariyat, 51/47.
[4]) Naziat, 79/27-33.
[5]) A’raf, 7/54.
[6]) Âl-i İmrân, 3/189-191.
[7]) Bkz. Lokman, 31/13.
[8]) Mâide, 5/44.
[9]) Tevbe, 9/31.
[10]) Sünen-i Tirmizî, Kitabu Tefsiri’l-Kur’ân,
B.10, Hds.3292.
et-Taberî, A.g.e., C.4, Sh. 283.
İbn Kesir, A.g.e., C.7, Sh. 3456. Ahmed
b. Hanbel’den.
[11]) et-Taberî, A.g.e., C.4, Sh. 284.
[12]) Buruc, 85/4-8.
[13]) Fahruddin er-Râzî, A.g.e. C. 23, Sh. 37.
[14]) İbn Kesir, A.g.e., C. 15, Sh. 8378.
[15]) Sahih-i Müslim, Kitabu’z-Zühd, B. 17, Hds.73.
Sünen-i Tirmizî, Kitabu Tefsiri’l-Kur’ân, B.
75, Hds. 3560.
Ahmed b. Hanbel, Müsned, C. 6, Sh. 17.
İbn
Hişam, A.g.e., C. 1, Sh. 68/71.
İbn
Kesir, A.g.e., C. 15, Sh. 8381. Neseî’den.
et-
Taberî, A.g.e., C. 9, Sh. 66-70.
İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye –Büyük- İslâm
Tarihi, Çev. Mehmet Keskin, İst. 1994,
C.2, Sh. 215-220.
İbnü’l-Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih – İslâm
Tarihi, Çev. Dr. Ahmet Ağırak-ça, Vdğ. İst. 1985. C. 1, Sh. 384-388.
[16]) Sünen-i Tirmizî, Kitabu Tefsiri’l-Kur’ân, B.
75, Hds. 3560.
[17]) İbn Hişam, A.g.e., C.1, Sh. 71.
Muhammed İbn İshak, Siyer, Çev. Sezaî
Özel, İst. 1991, Sh. 117.
[18]) Mâide, 5/59.
[19]) A’raf, 7/179.
[20]) Enfal, 8/55.
[21]) Bakara, 2/171.
[22]) Abdullah b. Amr (r.a.)’dan
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Allah katında, mü'minden daha değerli hiçbir
şey yoktur.”
Taberânî, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi,
Çev. İsmail Mutlu, İst. 1997, C.2, Sh. 313, Hds. 615.
[23]) Âl-i İmrân, 3/139.
[24]) Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Fiten, B. 23, Hds.
4034.
İmam
Buhârî, Edebü’l-Müfred, B. 9, Hds. 18.
İmam Hafız el-Munzirî, Hadislerle
İslâm-Terğib ve Terhib, Çev. A. Muhtar
Büyükçınar, Vdğ. İst. T.Y. C.1, Sh. 526, Hds. 13. Ahmed b. Hanbel ve Taberânî,
Mu’cemu’l-Kebir’den.
[25]) Bakara, 2/154.
[26]) Tevbe, 9/111.
[27]) Saff, 61/10-13.
[28]) Abdulfettah el-Kadî, A.g.e., Sh. 216.
İmam
el-Vahidî, A.g.e., Sh. 284.
et-Taberî, A.g.e., C. 4, Sh. 365.
İmam Muhammed b. Muhammed b. Süleyman
er-Rûdânî, Cemu’l- Fevaid – Büyük Hadis Külliyatı, Çev. Naim Erdoğan, İst. T.Y.
C. 3, Sh. 269, Hds. 6414. Ahmed b.
Hanbel, Müsned, C. 4, Sh. 119’dan.
İbn
Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, C. 3, Sh. 251. Beyhakî’den.
[29]) İmam Kurtubî, A.g.e., C. 8, Sh. 414.
[30]) Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-İman, B.13, Hds. 14.
Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İman, B.15, Hds.
67-68.
Sünen-i Neseî, Kitabu’l-İman, B.2, Hds.
4954-4956.
Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-İman, B.10, Hds.
2759.
Abdullah İbnü’l-Mübarek, Kitabu’z-Zühd
ve’r-Rekaik, Çev. M. Adil Teymur, İst. 1992, Sh. 210, Hds. 827.
[31]) Ra’d, 13/28.
[32]) Meryem, 19/96.
[33]) Sahih-i Buhârî, Kitabu’r-Rikak, B.38, Hds.
89.
Ebu Nuaym el-Isfahânî, Hilyetü’l-Evliya –
Sahabe’den Günümüze Allah Dostları, Çev. Said Aykut, Vdğ. İst. 1995, C.1, Sh.
56.
Beyhâkî, Kitabu’z-Zühd, Çev. Enbiya
Yıldırım, İst. 2000, Sh. 228, Hds.798-800.
[34]) Sahih-i Buhârî, Kitabu’t-Tevhid, B. 34, Hds.
111.
Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Birri ve’s-Sıla,
B.48, Hds. 157.
Sünen-i Tirmizî, Kitabu Tefsiri’l-Kur’ân, B.
20, Hds. 3370.
İmam
Malik, Muvatta’, Kitabu’ş-Şa’r, Hds. 15.
[35]) İmam Kurtubî, A.g.e., C.11, Sh. 285.
[36]) Âl-i İmrân, 3/196-197.
[37]) İbrahim, 14/42-43.
[38]) Hud, 11/102. Ayrıca bkz. Buruc, 85/12.
[39]) Buruc, 85/9.
[40]) Buruc, 85/10.
[41]) İbn Kesir, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri,
C. 15, Sh. 8386.
[42]) Bakara, 2/159-160.
[43]) Sünen-i İbn Mace, Kitabu’z-Zühd, B.30, Hds.
4250.
[44]) Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Cihad ve’s-Siyer, B.
28, Hds. 42.
Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İmare, B. 35, Hds.
128-129.
Sünen-i Neseî, Kitabu’l-Cihad, B.37, Hds.
3151-3152.
[45]) Buruc, 85/11.