Değişmez toplumsal
Sünnetullah’ı şöyle beyan buyuruyor Rabbimiz Allah Teâlâ (Azze ve Celle):
“Biz, yaşama biçimleriyle refah içinde şımarıp azmış nice şehri yıkıma
uğrattık. İşte meskenleri, çok az (bir zaman) dışında (onlarda) kendilerinden
sonra oturabilmiş değildir. (Onlara) varis olanlar Biziz.
Senin Rabbin, ana yerleşim merkezlerine, onlara ayetlerimizi
okuyan bir Rasul göndermedikçe şehirleri yıkıma uğratıcı değildir. Ve Biz,
halkı zulmeden şehirlerden başkasını da yıkıma uğratıcı değiliz.”([1])
Yegâne Rezzak olan
Rabbimiz Allah’ın şükretsinler diye onlara vermiş olduğu nimetlere nankörlük
yapıp şımaran ve bununla mütekkebir olup azanlar, yıkıma uğramışlardır…
Rabbleri Allah’ın kendilerine verdiği bunca nimetlere karşı nankör davranmış,
Allah’a kul olmak konusunda vazifelerini ihmâl etmiş, hevalarını ilâhlaştırmış
ve müstekbir zalim olma yolunda yarışmışlardı… Allah’a karşı tuğyan edip
azgınlaşan kavimlerin sonu, korkunç bir felâkettir… Çünkü Allah Teâlâ, onlara,
kendilerini uyaran, onları dosdoğru yola çağırıp rehberlik eden, onlara adaleti
ve iyiliği emredip, zulmü ve kötülüğü yasaklayan bir Ra-sul göndermişti… Onlar,
Rasullerini dinlememiş, Allah’ın emirleriyle amel etmemiş, aksine Rasullerine
karşı düşmanca davranmış, Allah’ın emirlerinin yerine nefsanî hükümlerle amel
etmişlerdi…
Rabbimiz Allah şöyle
buyurur:
“Andolsun, Biz her ümmete: ‘Allah’a kulluk edin, ta-ğuttan kaçının’
(diye tebliğ etmesi için) bir Rasul gönderdik.”([2])
Rabbimiz Allah, insan
kullarını azgınlıklarından ve tuğyanlarından vazgeçsinler, nankörlüğü
bıraksınlar, şirki ve küfrü terk edip iman ederek, nimete şükretsinler diye, onlardan
öncekilerin hâllerini örnek olarak beyan buyurmaktadır:
“Allah, bir şehri örnek verdi: (Halkı) güvenlik ve huzur içindeydi.
Rızkı da her yerden bol bol gelmekteydi. Fakat Allah’ın nimetlerine nankörlük
etti. Böylece Allah, yaptıklarına karşılık olarak ona, açlık ve korku
elbisesini (giydirip acıyı) tattırdı.
Andolsun, onlara, kendi içlerinden bir Rasul gelmişti, fakat
onlar yalanladılar. Böylece onlar, zulümlerine devam etmektelerken azab onları
yakalayıverdi.”([3])
“Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı? Böylece kendilerinden öncekilerin
nasıl bir sona uğradıklarını görsünler. Onlar, güç bakımından kendilerinden
daha üstün idiler. Toprağı altüst etmişler (ekmişler, madenler, sular arayıp
çıkarmışlar) ve onu, kendilerinin imar ettiğinden daha çok imar etmişlerdi.
Rasulleri de, onlara açık delillerle gelmişti. Demek ki Allah, onlara
zulmetmiyordu, ancak onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı.
Sonra kötülük yapanların uğradıkları son, Allah’ın ayetlerini
yalanlamaları ve alay konusu edinmeleri dolayısıyla çok kötü oldu.”([4])
“Bu, ellerinizin önden sunduklarıdır. Allah, gerçekten kullara zulmedici
değildir.”([5])
“Kim salih bir amelde bulunursa, kendi lehinedir. Kim de kötülük ederse,
o da kendi aleyhinedir. Senin Rabbin, kullara zulmedici değildir.”([6])
Rabbimiz Allah, insan
kullarının sonu yakıcı ateş olan bir azaba uğramamaları için kendilerini apaçık
delillerle uyaran Rasullerini vazifeli kılmıştır… Rasuller, insanların eğitim ve öğretiminde başarılı
olsunlar diye çok gayret etmişlerdir… Onlara, doğruları öğretmiş, kendilerini
eğri olanlardan alıkoymuşlardır… Nankörlük yapmamayı, Al-lah’a karşı isyan
etmemeyi, böylece salih kul olmayı öğret-mişlerdir… Allah’ın nimetlerine
şükrettikçe ve hükümle-riyle amel ettikçe nimetin, sağlığın ve mutluluğun artaca-ğını
beyan etmişlerdir…
“Öyleyse Allah’ın sizi rızıklandırdığı şeylerden helâl (ve) temiz
olanlarını yiyin, eğer O’na kulluk ediyorsanız, Allah’ın nimetine şükredin.”([7])
Rabbimiz Allah, ana
yerleşim merkezlerine Rasullerini gönderir ve insan kullarına hükümlerini
bildirir… Rabbi-miz Allah, insan kullarını uyarmadıkça, onları bilgilendir-medikçe
ve nasıl inanıp davranacaklarını öğretmedikçe mes’ul tutmaz… Kendilerine hak
apaçık beyan edilen ve İslâm’a davet edilmiş olanlar, hakkı inkâr eder, İslâm’ı
reddeder ve Allah’a karşı baş kaldırıp azgınlık ettikleri tak-dirde çok acıklı
bir azab ile cezalandırılırlar…
Kullarına karşı çok
merhametli olan Rabbimiz Allah şöyle buyurur:
“Kendisi için bir uyarıcı olmaksızın, Biz, hiçbir ülkeyi yıkıma uğratmış
değiliz.
(Onlara) hatırlatma (yapılmıştır). Biz, zulmedici değiliz.”([8])
“Kim hidayete ererse, kendi nefsi için hidayete erer. Kim de saparsa,
kendi aleyhine sapar. Hiçbir günahkâr, bir başkasının günah yükünü yüklenmez.
Bir bir Rasul gön-derinceye kadar (hiçbir topluma) azab edecek değiliz.”([9])
Kendisinden sonra hiçbir
Rasul ve hiçbir Nebî’nin gelmeyeceği, Rasullerin ve Nebîlerin sonuncusu,
yegâne önderimiz ve hayat örneğimiz Rasulullah Muhammed (s.a.s.), ahir zaman
Nebîsi ve Rasulüdür… O, dünya ana yerleşim merkezi olan Mekke şehrinde,
Rabbimiz Allah tarafından vazifeli kılınmıştır… Rasulullah Muhammed (s.a.s.),
kıyamete kadar bütün insanlık âleminin yegâne Peygamberidir… O (s.a.s.),
hangi ülkeden, hangi kavimden, hangi ırktan, hangi renkten ve hangi dilden
olursa olsun kadın-erkek bütün insanların Peygamberidir…
Önderimiz Rasulullah
(s.a.s.)’in, bütün insanlık için gönderildiğine dair kendisini gönderen
Rabbimiz Allah şöy-le buyurur:
“De ki: ‘Şahidlik bakımından hangi şey daha büyüktür?’ De ki: ‘Allah,
benimle sizin aranızda şahiddir. Sizi –ve kime ulaşırsa– kendisiyle uyarmam
için bana şu Kur’ân vahyedildi. Gerçekten Allah’la beraber başka ilâhların da
bulunduğuna siz mi şahidlik ediyorsunuz?’ De ki: ‘Ben, şe-hadet etmem.” De ki: ‘O, ancak bir tek olan ilâhtır ve
ger-çekten ben, sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım.”([10])
“De ki: ‘Ey insanlar, ben, Allah’ın sizin hepinize gönderdiği
Rasulüyüm.”([11])
Cabir (r.a.)’ın
rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.s.):
“Benden önce hiçbir
kimseye (peygamberlere) verilmeyen beş şey bana verildi:
(Eskiden) her peygamber,
hasseten kendi kavmine gönderiliyordu. Ben ise, kızıl ve siyah bütün insanlara
gönderildim…"([12])
Hangi kavim, hangi renk ve
hangi dil ile hangi ülkeden olursa olsun kıyamete kadar bütün insan kullarına
Rasul olarak gönderdiği kulu ve Rasulü Muhammed (s.a.s.)’e şöyle seslenir
Rabbimiz Allah:
“İşte Biz sana, böyle Arabça bir Kur’ân vahyettik. Şehirlerin anası
(olan Mekke halkı)nı ve çevresinde olanları uyarman için ve kendisinde şübhe
olmayan toplanma gününü (haber verip onları) uyarman için de. (O gün onların)
bir bölümü cennette bir bölümü çılgınca yanan ateşin içerisindedir.”([13])
Yegâne önderimiz
Rasulullah (s.a.s.)’den önce kendi kavimlerine gönderilen bütün Nebî ve
Rasuller (Allah’ın salat ve selâmı üzerlerine olsun), ana yerleşim merkezlerinden
“Hak Dini” tebliğ etmiş ve insanları yegâne din olan İslâm’a davet
eylemişlerdi!..
Rasulullah (s.a.s.)’in
ümmetinden önce yaşamış olan ümmetlerin ve Peygamberlerin kıssaları hak ve
gerçek olarak, Rabbimiz Allah tarafından Kur’ân-ı Kerim’de beyan olunmuştur…
Onların kıssalarında, yani yaşadıklarında ve başlarına gelenlerde, hikmet,
ibret ve dersler vardır…
Rabbimiz Allah tarafından
beyan edilen hak ve gerçek olan kıssalardan birisi de, Yâsîn Sûresi’ndeki,
kendilerini Allah’a davet etmek üzere gelen üç ihya erinin ve şehir halkının
kıssasıdır…
Şöyle beyan buyuruyor
Rabbimiz Allah:
“Sen onlara, o şehir halkının örneğini ver. Hani oraya elçiler gelmişti.
Hani Biz, onlara iki (elçi) göndermiştik, fakat onlar, ikisini
yalanlamışlardı. Biz de, (iki elçiyi) bir üçüncüsüyle güçlendirdik. Böylece
dediler ki: ‘Şübhesiz biz, size gönderilmiş elçileriz.’
Dediler ki: ‘Siz, bizim benzerimiz olan bir beşerden başkası
değilsiniz. Rahmân (olan Allah) da, herhangi bir şey indirmiş değildir. Siz,
yalnızca yalan söylemektesiniz.”([14])
Rabbimiz Allah,
şehirlerden bir şehre veya kasabalardan bir kasabaya birbirini destekleyen iki
elçisini göndermiştir... Rabbimizin Hak Dinini, yani İslâm’ı, Tevhid akîdesi
ve salih ameliyle insanlara anlatmak, onların hidayet bulmasına vesile olmak,
onları dosdoğru yola davet etmek üzere kasaba halkına tebliğe başlayan elçiler,
kasabanın müşrik ve kâfir halkı tarafından yalanlanmışlardı…
Allah’ın, davet ve tebliğ
ile vazifeli kıldığı iki elçi, Ulu’l-Azm Peygamberlerden kelimullah[15] Musa (a.s.) ve kardeşi Harun
(a.s.) gibi birbirlerine yardımcı olup insanları, şirk ve küfürden kurtulup
Tevhid’e gelmeleri için Allah’ın vah-yettiği hükümleri apaçık beyan
ediyorlardı… Hakkı an-latmada ve hakka çağırmada birbirlerini destekliyor, güç
kazanıyorlardı… Gerek kelimullah Musa (a.s.) ve kardeşi Harun (a.s.), gerekse
bu kasabaya gönderilen iki elçinin hâl ve tavrı, kıyamete kadar bütün mü'min
müslümanlara çok güzel bir örnektir… Onlar da, dosdoğru yol üzere hayatlarını
devam ettirirken, Hak Din İslâm’ı yaşamada ve yaşatmada birbirlerine yardımcı
olmalıdırlar… Bu yardımlaşma, onların katıksız imanlarının bir gereğidir…
Kelimullah Musa (a.s.)
şöyle diyordu:
“Rabbim, gerçekten ben, beni yalanlarlar diye korkarım.
Ve (bundan dolayı) göğsüm daralır, dilim çözülmez. Bunun için
Harun’a da elçilik ver.”([16])
Rabbimiz Allah, muvahhid
mü'min kullarının vasıflarını şöyle beyan buyurur:
“Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar, birbirlerinin velileridirler. İyiliği
emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve
Allah’a ve Rasulü’ne itaat ederler. İşte Allah’ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır.
Şübhesiz Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.”([17])
“Rablerine icabet edenler, namazı dosdoğru kılanlar, işleri kendi
aralarında şura ile olanlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak
edenler, ve haklarına tecavüz edildiği zaman, birlik olup karşı koyanlardır.”([18])
Ebu Musa el-Eş’arî
(r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.s.):
“Mü'minin, mü'mine
bağlılığı, taşları birbirini kenetleyen duvar gibidir.”
Sonra iki elinin
parmaklarını birbirine geçirip sımsıkı kilitledi.([19])
Mü'min müslümanlar,
Rasullerinin ve Nebîlerin peşisı-ra dosdoğru yolda yürümeye gayret eden izzet
sahibi şahsiyetlerdir…
Şirk ve küfür içinde olan
kasaba halkı, kendilerini Tev-hid’e ve imana davet eden iki elçiyi yalanlayınca
Allah, gönderdiği diğer bir vazifeli elçi ile o ikisini güçlendirmiş-ti…
Allah’a davet eden üç elçi, kasaba halkına kendilerini ve vazifelerini
açıklamışlardı:
“Şübhesiz biz, size gönderilmiş elçileriz.”
Cahiliyyetin değişmez
karakterine sahib olan kasaba-nın müşrik ve kâfir halkı, selefleri gibi
davranmış, aynı in-kârı ve aynı yalanlamayı gündeme getirmişlerdi…
“Dediler ki: ‘Siz, bizim benzerimiz olan bir beşerden başkası
değilsiniz. Rahmân (olan Allah) da, herhangi bir şey indirmiş değildir. Siz,
yalnızca yalan söylemektesiniz.”
Allah Teâlâ’nın,
kendilerine Tevhid’i anlatsın ve dosdoğru yolu göstersin diye göndermiş olduğu
Rasul ve Nebîlere karşı, her şirk toplumu halkının tepkisi aynı olmuştur…
Onlar, Allah Teâlâ’dan kendilerine meleklerin elçi ola-rak gelmesini
beklemektedirler… Kendileri gibi bir insanı, Allah’ın elçi olarak
vazifelendirip kendisine vahyederek onlara göndereceğini bir türlü kabul
etmemekteler… Halbuki Âlemlerin Rabbi Allah, risaletini kime ve nasıl
vereceğini yalnız bilendir:
“O (Allah): ‘Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin’ diye
dinden Nuh’a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve
İsa’ya vasiyet ettiğimizi sizin için de teşri’ etti (bir şeriat kıldı). Senin
kendilerini çağırdığın şey, müşriklere ağır geldi. Allah, dilediğini buna
seçer ve içten kendisine yöneleni hidayete erdirir.” ([20])
“Onlara ne zaman bir ayet gelse, derler ki: ‘Allah’ın elçilerine
verilenin bir benzeri bize de verilene kadar biz, kesin olarak inanmayacağız.’
Allah, elçiliğini nereye vereceğini daha iyi bilir. Bu, suçlu-günahkârlara,
kurdukları hileli düzenleri nedeniyle şiddetli bir azab ve Allah katında bir
küçüklük isabet edecektir.” ([21])
Egemen zalim tağutlar
tarafından işgal edilmiş İslâm topraklarında, esaret altındaki müslümanlar
arasında şuurlanıp zulme ve tağutlara karşı ortaya çıkan muvahhid mü'minlere karşı,
şuursuzlaştırılmış ve köle ruhlu hâline getirilmiş halktan aynı tepkiler
gösterilmektedir…
Peygamberin varisleri olan
muttakî muvahhid mü'-minlerin, cahiliyye düzenlerine karşı çıkışları, tağutları
reddedişleri ve sapıttırılan din anlayışını düzeltmeye çalışmaları,
birilerinin keyfini kaçırmakta, işlerini bozmakta, uyutma tuzaklarını alt-üst
etmekte, sömürü planlarını iflas ettirmekte ve menfaatlarına zarar vermektedir…
Bundan dolayı bu muvahhid mü'minlere karşı, hem egemen zalim tağutlar, hem de
tağutların aldattığı, kendilerine itaat ettirdiği kişiler tavır koymaktadır…
Aldatılmış ve sömürülmeye devam edilen şuursuz kitleler, bu muvahhid
mü'minlere karşı, dinden hareket ederek tepkilerini ortaya koymaktadırlar…
“Bunlar da nereden
çıktı?.. Falanca hocalar veya şeyh-ler bilmiyorlar da, bunlar mı biliyor?..
Bunlar, fitne çıkarı-yorlar?... Olur mu öyle şey?... Eğer bunların
söyledikleri doğru olsaydı, her hâlde hocalarımız, üstadlarımız, efendi-lerimiz
ve mürşidlerimiz bize söylerlerdi!..” Buna benzer itirazlarla hak ve
Herhangi muttakî muvahhid
bir mü'min, bu deliller-den hareketle bir doğruyu, bir hakkı ortaya koymuş ise,
onun toplumsal mevkiine bakmadan kabul etmek gere-kir… Mü’min müslümanlar,
hakkı insanlarla değil, insan-ları hak ile bilirler… Hakkı olaylarla değil,
olayları hak ile değerlendirirler… Ölçü olarak, hak esastır!..
Herhangi bir haklı ve
haksız sebebten dolayı, hocalarımız, efendilerimiz, üstadlarımız,
mürşidlerimiz, şeyhlerimiz ve ağabeylerimiz, herhangi bir şeyden çekinerek doğruları,
İnsan, değişebilir,
yanılabilir ve şaşırabilir… Hatta top-lumsal baskılardan ve tağutların zulmü
korkusundan do-layı, ikrah altında doğrular gizlenebilir… Ya da doğrular,
idraksizlik ve bilgisizlik sonucu kavranmayabilir… Veya-hud çeşitli
menfaatlardan dolayı bilindiği hâlde, bilinmiyor gibi davranılabilinir!..
Evet, bütün bunlar
olabilir… Fakat değişmeyen yanılmayan, şaşırmayan bir
Rasulullah (s.a.s.) şöyle
buyurdu:
“Size iki şey bırakıyorum.
Bunlara sımsıkı bağlandığınız müddetçe asla doğru yoldan sapmayacaksınız.
Bunlar: Allah’ın kitabı ve Nebîsinin Sünnetidir.”([22])
Her kim katıksız iman eder
ve salih amele devam etmek kaydıyla bu iki sapasağlam delile sarılacak olursa
o, şaşmaz, değişmez ve dosdoğru yoldan sapmaz!..
Her kim ki, dinde olmadığı
hâlde dinden kabul edip, kendisiyle amel edildiği takdirde ibadet ettiğini
zannederek sevab beklediği bir şeyi yaparsa bid’at işlemiş olur… Bid’at-ler,
Rasulullah (s.a.s.) tarafından reddolunmuş ve yasak-lanmıştır…
Ümmü’l-mü’minin Aişe
(r.anha)’dan.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle
buyurur:
“Her kim, bizim şu din
işimizin içinde ondan olmayan bir bid’at icad ederse, o (icad) reddedilmiştir,
batıldır.”([23])
İrbad b. Sâriye
(r.a.)’dan.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle
buyurdu:
“Dinde, sonradan çıkarılan
işlerden sakının! Gerçekten her sonradan çıkarılan şey, bid’attır. Ve her
bid’at sapıklıktır.”([24])
Huzeyfe (r.a.)’dan.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle
buyurdu:
“Allah Teâlâ, bid’at
sahibinden oruç, namaz,
Cabir b. Abdullah
(r.a.)’dan.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle
buyurdu:
“Sözlerin en doğrusu
Allah’ın Kitabı, yolların en güzeli Muhammed’in yolu, amellerin en şerlisi ise,
sonradan uydurulanlardır. Her sonradan uydurulan bid’attır, her bid’at
sapıklıktır, her sapıklık da cehennemdedir.”
([26])
Gerek egemen tağutların
egemenlik menfaatlerine yaradığından, gerekse onların işgal ettiği İslâm
topraklarında şirk kültürüyle eğitmeye çalıştıkları ve cahil bıraktırdıkları
halk kitleleri tarafından bid’at ve hurafeler din hâline getirilmeye
başlanmıştır… Gerek akîde konusunda, gerekse a-mel konusunda bid’at ve
hurafeler, bir çok farz ve Sünnet’in yerine geçirilmiş, onlarla ibadet
edilmeye hassasiyet gösterilmiştir… Dosdoğru yoldan bir sapma olan bu inanç ve
amel ile, Hak din olan İslâm'dan sapılmış, doğrular yan-lış, yanlışlar doğru
görülüp kabul edilmiştir… Batıl, hak ile karıştırılmış, hakkı batıl, batılı da
hak olarak kabul etmiş toplumlar ortaya çıkmıştır…
Ebu Ümâme (r.a.)’dan.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle
buyurdu:
“Hiçbir kavim hidayete
erdikten sonra, batılı hak ve hakkı batıl göstermek sûretiyle mücadele ve
çekişmelerde bulunmadıkça dalâlete gitmemiştir.”
Sonra Rasulullah (s.a.s.)
şu ayeti okudu:
“Dediler ki: ‘Bizim ilâhımız mı daha hayırlı,
yoksa O mu?’ Onu, yalnızca bir tartışma konusu olsun diye (örnek) verdiler. Hayır, onlar, tartışmacı ve düşman
bir kavimdir.”(Zuhruf, 43/58)([27])
Bid’at ve hurafelerin,
dinden kabul edilip ibadet kas-dıyla işlendiği bir cahiliyye toplumunda,
Rasulullah (s.a.s.)’in uygulaması olan Sünnet ortadan kaldırılır… Çünkü Hak Din
olan İslâm, Rabbimiz Allah’ın tamamlanmış olan bir nimetidir...[28] Rasulullah
(s.a.s.) de, dinden hiçbir noksanlık bırakmadan emrolunduğu gibi dosdoğru
davranarak,[29]
emredilenleri uygulamıştır… Kitab ve Sünnet, hiçbir noksanlık bırakmadan bütün
hayatı kuşatmış, insanların bütün ihtiyaçlarına cevab vermiş ve problemlerini
çözmüştür… İnsanlar, hayatı kuşatıcı Kitab ve Sün-net'i bırakırsa, bıraktıkları
kadar bir boşluk kalır… Bu ha-yatî boşluğu, Kitab ve Sünnet’in gereğiyle
doldurmaz da, kendi zevklerine, zanlarına ve hevalarına göre dolduracak olurlarsa,
Sünnet'i kaldırmış, onun yerine bir bid’at koy-muşlardır… Dolayısıyla Sünneti
ortadan kaldırmışlardır…
Gudeyf b. Haris (r.a.)’ın
rivayetiyle şöyle buyuruyor Rasulullah (s.a.s.):
“Bir topluluk, bir bid’at
icad ederse, mutlaka onun karşılığı bir Sünnet ortadan kaldırılmış olur.” ([30])
İşgal edilmiş İslâm
topraklarında egemen cahilî anlayıştan ileri gelen bu korkunç olayın farkına
varan, uya-nan, şuurlanan, katıksız iman edip, Hak Din olan İslâm’ı gerçeğiyle
kavrayan muvahhid mü'minler,
Rasulullah (s.a.s.)’in
kendilerini müjdeledikleri, peygamberlerin varisleri olan “Garibler”, bu
muvahhid ve muttaki mü'minlerdir…
Amr b. Avf (r.a.)’dan.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle
buyurdu:
“Din, garib (bir nizam)
olarak başlamıştır ve ileride tekrar garib olacaktır. Benden sonra, insanların
Sünnetimden (yolum ve şeriatımdan) bozmuş olduklarını düzeltmeye çalışan
gariblere müjdeler olsun!” ([31])
Amr b. Avf el-Müzenî
(r.a.)’dan.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle
buyurur:
“Kim benim Sünnetimi ihya
ederek, insanların onunla amel etmelerine vesile olursa, o insanların
kazanacağı se-vablardan hiçbir şey eksiltmeden onların sevablarının bir katını
almış olacaktır. Kim de bir bid’at icad ederek, onunla amel edilmesine vesile
olursa, o bid’at ile amel edenlerin yüklenecekleri günahlardan hiçbir şey
eksiltmeden onların günahlarının bir katını yüklenmiş olacaktır.”([32])
Görüldüğü gibi, şirk ve
küfür toplumlarında Rasuller ve Nebîler, nasıl ters karşılanıyorlarsa,
İslâm’dan uzaklaştırılmış, küfür ve şirkin karıştırıldığı bir iman ile bid’at
ve hurafelerin hakim olduğu işgal edilmiş İslâm topraklarında Peygamberlerin varisleri
olan muvahhid mü'minler de ters karşılanıyorlar… Gerek egemen zalim tağutî
güçlerin, gerekse din adına cahil bıraktırılmış halkın tepkisiyle karşı
karşıya kalıyorlar… Elbette zafer, sabır ile beraberdir!..
Küfür ve şirk toplumları;
Âlemlerin Rabbi Allah’ın kendilerine göndermiş olduğu Rasulleri ve Nebîleri,
onların beşer oluşlarını bahane ederek reddetmişlerdi…
Rabbimiz Allah, o müşrik
ve kâfirlerin, Allah’ın Rasul ve Nebîlerini inkâr edip reddedişlerini şöyle
beyan buyurur:
“Bundan önce küfre sapmış bulunanların haberi size gelmedi mi? İşte
onlar, işlerinin vebâlini taddılar. Onlar için acı bir azab vardır.
Bu, kendilerine apaçık belgelerle Peygamberler geldiği hâlde
onların: ‘Bizi, bir beşer mi hidayete ulaştıracak?’ demeleri ve bu yüzden küfre
saparak yüz çevirmeleri nedeniyledir. Allah da (onlara karşı) müstağnî olduğunu (hiçbir şeye ihtiyacı olmadığını)
gösterdi. Allah, Ğanîy’dir, Ha-mid’dir.”([33])
“Dediler ki: ‘Bu Peygambere ne oluyor ki, yemek yemekte ve pazarlarda
dolaşmaktadır? Ona, kendisiyle birlik-te uyarıp korkutucu olarak bir melek de
indirilmesi gerek-mez miydi?”([34])
“Andolsun,Biz, Nuh’u kendi kavmine (Peygamber ola-rak) gönderdik.
Böylece kavmine dedi ki: ‘Ey kavmim, Al-lah’a kulluk edin. O’nun dışında sizin
başka ilâhınız yok-tur. Yine de korkup sakınmayacak mısınız?’
Bunun üzerine kavminden küfre sapmış önde gelenler dediler ki:
‘Bu, sizin benzeriniz olan bir beşerden başkası değildir. Size karşı üstünlük
elde etmek istiyor. Eğer Allah, (öne sürdüklerini) dilemiş olsaydı, muhakkak
melekler gönderirdi. Hem biz, geçmiş atalarımızdan da bunu işitmiş değiliz.
O, kendisinde delilik bulunan bir adamdan başkası değildir.
Onu, belli bir süre gözetleyin.”([35])
“Peygamberleri dedi ki: ‘Allah hakkında mı şübhe (etmektesiniz)? O,
gökleri ve yeri yaratandır. O, sizi, günahlarınızı bağışlamak için davet
etmekte ve sizi, adı konul-muş bir süreye kadar ertelemektedir.’ Dediler ki:
‘Siz, bizim benzerimiz olan birer beşerden başkası değilsiniz. Siz bizi, babalarımızın
tapmakta olduklarından çevirip engellemek istemektesiniz. Öyleyse bize, apaçık
olan isbatlayıcı bir delil getirin.”([36])
“Kendilerine hidayet geldiği zaman, insanları inanmak-tan alıkoyan şey,
onların: ‘Allah, elçi olarak bir beşer mi gönderdi?’ demelerinden başkası
değildir.
De ki: ‘Eğer yeryüzünde (insan değil de) tatmin bul-muş
yürüyen melekler olsaydı, Biz de, onlara gökten elçi olarak elbette melek
gönderirdik.”([37])
İnsanlık tarihi boyunca
tek karakterli millet olan küfür cephesinin, Allah’ın Rasullerini inkâr ederken
öne sürmüş oldukları boş bahâneleri böyle idi…
Allah davet etmek üzere
birbirini destekleyen ve kasaba halkına İslâm’ı tebliğ eden üç elçi, o
cahillerin ve o inkâr edenlerin kendilerini yalanlamalarına karşılık:
“Dediler ki: ‘Rabbimiz, gerçekten sizin için gönderilmiş elçiler
olduğumuzu bilmektedir.
Bizim üzerimizde de (sorumluluk ve görev olarak) apaçık bir
tebliğden başkası yoktur.’
Onlar dediler ki: ‘Herhâlde biz, sizlerden dolayı uğursuzluğa
uğradık. Eğer (bu söylediklerinize) bir son vermeyecek olursanız, andolsun,
sizi taşa tutacağız ve mutlaka bizden yana size acıklı bir azab dokunacaktır.” ([38])
İmam Fahruddin er-Râzî
(rh.a.) bu ayetlerin tefsirinde şunları beyan eder:
“Bu ifade, o elçilerin,
sırf yalanlama ile bu işi bırakmadıklarına, bıkıp usanmadıklarına, aksine
“Allah, peygamberliği kime vereceğini bilir.” (En’am, 6/124) ayeti
gibi olur. Yani, ‘O, her şeyi bilen ve her şeye kadir olan bir Zât’tır.
Binaenaleyh ilmi ile, bu göreve bizi seçti’ demektir.
Daha sonra onlar,
kendilerini teselli için:
- Üzerimize düşen iş,
apaçık bir tebliğden başkası değil, demişlerdir.
Bu, ‘Biz üzerimize düşeni, elimizden geleni yapıp
mes’uliyetten kurtulduk’ demektir. Onlar böylece, o kavmi düşünmeye teşvik
etmişlerdi. Çünkü onlar, ‘bizim görevimiz,
Şu bir gerçektir ki,
Rasuller ve onların varisleri olan muvahhid mü'minlerin, Allah’a davet
konusunda vazifeleri, apaçık bir tebliğdir… Onların herhangi bir zorlayıcı
güçleri yoktur… Gerek şirk
toplumlarında, gerekse fısk ve fucurun istilâ ettiği bir toplumda ihya
erlerinin vazifesi, hakkı, iyiliği, hayrı ve doğruluğu apaçık beyan edip insanları
onlara davet etmektir… Kabul edenlerin, yani katıksız iman edip salih amel
işleyenlerin arasında velayetin gerçekleşmesini ve kardeşliğin pekişmesini
sağlamak, onları yönlendirmek ve hak üzere sebat etmelerine yardımcı olmak,
ihya erlerinin diğer bir vazifesidir… Tevhid akîdesini kabul edip iman kardeşi
olanlar, tek millet olan küfür milletini terk edip İslâm Milleti’ni
oluşturmuşlardır… İslâm Milleti’ni oluşturan iman kardeşlerinin nasıl
yaşayacaklarına dair hükmünü beyan buyuran
Rabbimiz Allah, onlara şu emri vermiştir:
“Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, Rasulü'ne itaat edin ve sizden
olan emir sahiblerine de (itaat edin). Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz,
artık onu, Allah’a ve Rasu-lüne döndürün. Şayet Allah’a ve ahiret gününe iman
ediyorsanız. Bu, hayırlı ve sonuç bakımından daha güzeldir.”([40])
“Hüküm, yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk
etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur, ancak insanların çoğu
bilmezler.”([41])
“Hakkında ihtilafa düştüğünüz herhangi bir şey, artık onun hükmü
Allah’ındır.”([42])
İslâm Milleti, iman
kardeşliği üzere oluştuğunda tâbi olacakları ilkeler bunlardır… Fakat Allah’a
davet eden ihya erleri, bu ilkeleri kabul etmeyenlere
Şöyle buyuruyor Rabbimiz
Allah:
“Şu hâlde Rasullere düşen, apaçık bir tebliğden başkası mı?”([43])
“(Nuh) dedi ki: ‘Ey kavmim, görüşünüz nedir söyleyin? Eğer ben,
Rabbimden apaçık bir belge üzerinde isem ve Rabbim bana kendi katından bir
rahmet vermiş de (bu,) sizin gözlerinizden saklı tutulmuşsa? Siz, bunu
istemiyor-ken biz sizi, buna zorlayacak mıyız?
Ey kavmim, ben, sizden buna karşılık bir mal istemi-yorum.
Benim ecrim yalnızca Allah’a aiddir.”([44])
“Buna karşılık ben, sizden bir ücret istemiyorum. Ücretim yalnızca
Âlemlerin Rabbine aiddir.”([45])
İnsanlara karşı çok
merhametli davranan, onların kendisine yaptığı eziyetlere rağmen yine
kendilerini sabırla Allah’a davet edip, onlara doğruları anlatmaktan geri kalmayan
ihya erlerinden vazifeli elçilere karşı, şirk toplumunun en açık örneği olan
kasaba halkı, kendileri gibi kâfir ve müşriklerin değişmez karakteri ile net
tavırlarını ortaya koyuyorlar: Ölüm ile tehdid!..
Şirkin egemen, müşriklerin
iktidarda bulunduğu o ülkede vazifeli elçiler, insanları Tevhid’e ve hiçbir
şeyle şirk koşmadan, katıksız bir şekilde Allah’a davet edince, egemen
tağutların huzuru kaçtı... Çünkü eğer kasaba halkı, yegâne hüküm koyucu olarak
Âlemlerin Rabbi Allah’a inanır ve O’nun hükmünden başka bütün hükümleri
reddedecek olursa, egemen müstekbir tağutların iktidarı sarsılacaktır... Şirke
dayalı, zulüm üzere bina edilmiş ve halkı sömürmek-le devam eden tağutî iktidar
sarsılacak olursa, yıkılacak demektir... Taşlar, bir kere yerinden oynadı mı
bu, taşların yerinden sökülmesi ve yapının yıkılmasını peşi sıra günde-me
getirir... Bunun için, iktidarda bulunan zalim tağutlar, aldatılmış olan halkı,
kendilerini aldatan ve sömüren za-limlere karşı uyaran ve onları mutlak adalet
sahibi, insan-ların yegâne Rabbi Allah’a davet edenlere karşı, her zalim
tağutun yaptığı gibi davranmışlardı:
“Eğer (bu söylediklerinize) bir son vermeyecek olursanız, andolsun,
sizi taşa tutacağız ve mutlaka bizden yana size acıklı bir azab dokunacaktır.”
Müşrik egemen zalimlerin,
Allah’a davet eden elçileri:
“Andolsun, sizi taşa
tutacağız” tehdidini, Katâde (rh.a.):
- Taşla taşlayacağız, diye
beyan ederken,
Mücahid (rh.a.):
- Hakaretle taşlayacağız,
anlamını vermiştir.([46])
Şirkin egemen olduğu ve
müşrik tağut Firavn’ın yandaşlarıyla iktidarda bulunduğu Mısır’da, Allah’a
davet eden Kelimullah Musa (a.s.)'a karşı aynı tavrı sergilemişlerdi...
Şöyle diyordu kendisini
bölgenin rabbi ve ilâhı gören müşrik tağut Fir’avn:
“Ey önde gelenler, sizin için benden başka ilâh olduğu-nu bilmiyorum.”([47])
“(Fir’avn) sonunda (yardımcı güçlerini) topladı, seslen-di:
Dedi ki: ‘Sizin, en yüce
Rabbiniz benim.”([48])
Aldattığı, zulmedip sömürdüğü halkına karşı böyle davranan
Mısır’ın zalim tağutu Fir’avn, insanları Allah’a davet edip onların hidayet
bulması ve iman etmesine vesile olan Kelimullah Musa (a.s.)’a karşı şu
tehditlerde bulunmuştu:
“(Fir’avn) dedi ki: ‘Andolsun, benim dışımda bir ilâh edinecek olursan,
seni mutlaka hapse atacağım.”([49])
“Fir’avn) dedi ki: ‘Bırakın beni, Musa’yı öldüreyim de o (gitsin),
Rabbine yalvarıp yakarsın. Çünkü ben, sizin dini-nizi değiştirmesinden, ya da
yeryüzünde fe
Dünden bugüne şirk
karakterinden hiçbir şey değişmeyen küfür cephesinin egemen müstekbir
tağutları hep aynı şeyi gündeme getirmişlerdir... Onlar, gerek Rasullere karşı,
gerekse Rasullerin ve yeryüzünün varisleri olan muvahhid mü’minlere karşı aynı
vahşî tavrı sergilemişlerdir... Önce tehditlerle korkutup yıldırmak, sonra
yakalayıp zindana atıp işkenceler yapmak... Eğer hak dâvâsından, yani İslâm’dan
vazgeçip küfre dönmezse öldürüp şehid etmek!..
Kendilerini, Fir’avn gibi
egemen oldukları bölgelerde ilâh ve rab görüp kabul eden zalim tağutlar,
Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ’nın yegâne Rabb ve ilâh olduğunu asla kabul
etmediler... Egemenlikleri altındaki bölgelerde işgal ettikleri rablik ve
ilâhlık makamını, onun yegâne sahibi Allah’a bırakmak istemediler... Kendi
bölgelerinde, yalnız Allah’ın Rabb ve ilâh olduğunu, kendilerinin buna asla
haklarının olmadığını söyleyen katıksız iman sahibi mü’min müslümanlara en
vahşî katliâmları uyguladılar... Dünkü zalim tağutlar böyle idi!..
İşgal ettikleri İslâm
topraklarında egemen olan günün zalim tağutları, dünkü tağutların şaşmaz
takibçileridirler!.. Kadın, çocuk, bebek, ihtiyar ve genç demeden, binlerce
mustaz’af mazlum müslümanlara aynı vahşî zulümler yapıyor, aynı katliâmları
gerçekleştiriyorlar... İşgal edilmiş İslâm topraklarında egemen zalim
tağutların yaptığı katliâmlardan dolayı, İslâm toprakları mazlum müslümanların
kanıyla sulanmaktadır... İslâm toprakları, süper tağutî güçler tarafından karış
karış bombalanmakta, bu topraklarda taş ve çakıllar yerini, füze ve bomba
parçalarına bırakmaktadır!..
Kendilerini hakka,
iyiliğe, hayra ve doğruluğa çağıran, yegâne Rabb Allah’ın hükümleriyle
hayatlarını düzenleme-ye davet eden elçilere karşı kasaba halkının, onları reddediş-leri
ve onları uğursuz sayıp başlarına gelen musibetlerin sebebi kabul edişleri de,
yine şirk ve küfür cephesinin ortak tavrından dolayı idi...
Tarih boyunca şirk
cephesinin, Rasullere ve onların izini takip eden varisleri muvahhid mü’minlere
karşı aynı mantıksız ve akılsız tavrı sergilediği gözlenmiştir... Bu günde,
İslâm topraklarını işgal eden egemen tağutî güçler aynı şeyi beyan ediyorlar...
Geri kalmışlıklarının, ilerlemeyişlerinin, işlerinin bir türlü rayına
girmeyişinin sebebi, aralarında Allah’a gereği gibi iman eden ve emroludukları
şekilde ibadet eden muvahhid mü’minlerin varlığına bağlı-yorlar... Aralarında,
yalnız Allah’a iman eden, O’nu yegâ-ne Rabb ve ilâh kabul edip yalnızca O’na
itaat eden ve Rasulü Muhammed (s.a.s.)’in yolunu takib eden mü’min müslümanlar
olmasa imiş, onlar dünyanın süper güçleriy-le yarışacak bir hâle
gelirlermiş...vs...vs.. vs!..
Rabbimiz Allah, küfür ve
şirk cephesinin birbirinin aynısının tıpkısı olan, bütün zaman ve mekânda
değişmeyen yapısını şöyle beyan buyurun:
“Onlara bir iyilik geldiği zaman: ‘Bu, bizim için’ dediler. Onlara bir
kötülük isabet ettiğinde (bunu da,) Musa ve beraberindekilerin bir uğursuzluğu
olarak yorumlarlardı. Haberiniz olsun, Allah katında uğursuz olanlar, kendileridir,
amma çoğu bilmezler.”([51])
“Dediler ki: ‘Senin ve seninle birlikte olanlar yüzünden uğursuzluğa
uğradık.’ Dedi ki: ‘Sizin uğursuzluğunuz (başınıza gelenler) Allah katında
(yazılı)dır. Hayır, siz, denenmekte olan bir kavimsiniz.”([52])
“Her nerede olursanız, ölüm sizi bulur. Yüksekçe yerlerde tahkim
edilmiş şatolarda (kalelerde) olsanız bile. Onlara bir iyilik dokunursa: ‘Bu
Allah’dandır’ derler. Onlara kötülük dokunsa: ‘Bu, sendendir’ derler. De ki:
'Hepsi Allah’dandır.’ Fakat ne oluyor ki bu topluluğa, hiçbir sözü anlamaya
çalışmıyorlar.”([53])
Kendilerini, üzerinde
yaratılmış oldukları fıtrat dinine[54]
davet ettikleri için şehrin müşrik egemen tağutları tarafından dışlanan
elçiler:
“Dediler ki: ‘Uğursuzluğunuz, sizinle birliktedir. Size öğüt verildi
diye mi (uğursuzluğa uğradınız)? Hayır, siz, ölçüyü kaçıran bir kavimsiniz.”([55])
İmam Fahruddin er-Râzî
(rh.a.) şöyle der:
“Bu, ‘Sizin
uğursuzluğunuza sebeb olan küfrünüz, sizin kendinizdedir’ demektir. Daha sonra
bu elçiler, onların, ‘Sizi recmederiz’ sözlerine:
- Size nasihat edilip
Yahud da bu ifade:
- Sizler, kâfir olduğunuz,
mucize ve burhanlarla hak ortaya çıkmasına rağmen, haksızlıkta ısrara ettiğiniz
için haddi aşmışsınız, demektir.
Çünkü kâfir, günahkârdır.
Kendilerine deliller tamamen anlatılıp, her şey izah edilip buna rağmen
küfürde ıs-rar edince, müsrif olmuş olurlar.
Çünkü müsrif, hakkın zıddı olan şeyde ileri gitmiş olduğu için haddi
aşan kimse demektir. O kâfirler de, pek çok hususta böyle idiler. Bir şeyden
uğur veya uğursuzluk kapmaları hususundaki israflar anlaşıldı.
Küfürdeki israflarına
gelince, onlara düşen delile tabi olmalarıydı. Bu olmazsa, en azından onun
zıddı hakkında kesin konuşmamaktı. Amma bunlar, iman hakkında apaçık deliller
ortaya çıktıktan sonra bile küfre çakılıp kalmışlardı.”([56])
İmam İbn Kesir (r.a.) de,
şunları kaydeder:
“Biz, size öğüt verip
Allah’ın birliğine çağırdığımız ve O’na samimiyetle kulluğu emrettiğimiz için
mi bizi bu sözlerle karşılıyor, tehdidle mukabele ediyorsunuz?
Katâde (r.a.), bu ayete
şöyle mânâ vermiştir:
- Bizim, size Allah adına
öğüt verdiğimiz için mi siz, bizde uğursuzluk olduğunu söylüyorsunuz? Hayır,
siz, çok aşırı giden bir kavimsiniz!”([57])
Bir şirk toplumu olan
cahiliyyet ülkesinin müşrik ve kâfir halkı, kendilerini Allah’a davet eden
elçilerle mücadeleyi inadla sürdürüyorlardı... Onlar, bile bile inkâr ediyor
ve inkârlarında kararlı davranıyorlardı... Onlar, şirk ve kü-für üzere yaşamaya
kesin karar verip de, iman etmeyi kesinlikle kabul etmeyince ve Allah
düşmanlığını ısrarlı ta-vırlarıyla sürdürünce, onların asla iman
etmeyeceklerini bilen Rabbimiz Allah, kendilerini cezalandırmıştı...
Şöyle buyuruyor Rabbimiz
Allah:
“Şüphesiz, inkâr edenleri, uyarsan da, uyarmasan da onlar için
farketmez, inanmazlar.
Allah, onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinin
üzerinde perdeler vardır. Ve büyük azab onlarındır.”([58])
“Gerçek şu ki, Rabbinin kelimesi üzerlerinde hak olanlar, onlar
inanmazlar.
Onlara her ayet getirilse bile. Acı azabı görünceye kadar.”([59])
“Hani, Musa, kavmine demişti ki: “Ey kavmim, gerçekten benim, sizin için Allah’dan gönderilmiş bir Rasul
ol-duğumu bildiğiniz hâlde, niçin bana eziyet ediyorsunuz?” İşte onlar, eğrilip sapınca Allah da,
onların kalblerini eğriltip saptırmış oldu. Allah, fasık bir kavmi hidayete
erdir-mez.”([60])
“Onların kendi sözlerini bozmaları, Allah’ın ayetlerine karşı inkâra
sapmaları, Peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve: “Kalblerimiz örtülüdür”
demeleri nedeniyle (onları lânetledik). Hayır, Allah, inkârları dolayısıyla
ona (kalplerine) damga vurmuştur. Onların azı dışında, inanmazlar.”([61])
“Biz, onların kalblerini ve gözlerini, ilkin inanmadıkları gibi tersine
çeviririz ve onları tuğyanları içinde şaşkınca dolaşır bir durumda terkederiz.”([62])
Küfrü imana, şirki
Tevhid’e, batılı hakka, tağutî düzeni İslâm’a ve yanlışı doğruya tercih edip,
bu tercihlerinde bile bile inad ederek kesin tavırlı olan müşrik kâfirlerin
kalbleri mühürlenmiştir... Bu, onlara Allah’ın verdiği ve kendilerinin hak
ettikleri bir cezadır...
Onların, hevalarını
ilâhlaştırıp[63]
kendi hükümlerini, Allah’ın hükümlerine tercih edince ve birbirlerinin
rabliğine inanıp birbirlerine kul olup, bu kulluğu, Allah’a kul olmaktan daha
iyi görünce, Allah, onları cezalandırmıştır!..
“Kendilerini uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir, inanmazlar.”([64])
Rasuller ve Rasullerin
varisleri olan muvahhid mü’-minler, ancak hidayeti arzulayan ve şuurlu olarak
iman etmeyi isteyenleri uyarabilirler... Onların uyarmalarına, ancak Allah’dan
gelen vahyi kabul edenler ve İslâm’a ina-nanlar tabi olurlar...
Rabbimiz Allah şöyle
buyurur:
“Sen ancak, zikre (Kur’ân’a) uyan ve gayb ile Rahmân olan (Allah)’a
(karşı) İçi titreyerek korku duyan kimseyi uyarırsın. İşte böylesini, bir
bağışlanma ve üstün bir ecirle müjdele.”([65])
Allah, hidayeti isteyen
kullarına hidayet nasib eder... Hidayet isteyen, kendi lehine davranmış olur...
Allah, ima-nı küfre, Tevhid’i şirke, hakkı batıla ve Hak Din İslâm’ı tağutî
düzenlere tercih eden, bu tercihinde samimi ve kararlı olan kullarına hidayeti verip, onların
hidayetlerini arttırır...
Şöyle buyurur Rabbimiz
Allah :
“De ki: Ey insanlar, şübhesiz size Rabbinizden hak gelmiştir. Kim
hidayete ulaşırsa, o, ancak kendi nefsi için hidayete ulaşmıştır. Kim de
saparsa, o da, kendi aleyhine sapmıştır. Ben, sizin üzeriniz de bir vekil
değilim.
Sana vahy olunana uy ve Allah, hükmünü verinceye kadar sabret.
O, hükmedenlerin en hayırlısıdır.([66])
“Allah, hidayet bulanlara hidayeti arttırır. Sürekli olan salih
davranışlar, Rabbinin katında sevab bakımından daha hayırlı, varılacak sonuç
bakımından da daha hayırlıdır.”([67])
Kendilerini batılı
bırakarak hakka gelmeye, küfrü reddedip iman etmeye, şirki terk edip Tevhid’i
kabul etmeye davet eden üç elçiyi yalanlayan ve kendilerini tehdit ederek
eziyet eden kasaba halkının içinde şuurlu bir şekilde hidayete koşan ve idrak
ederek iman eden bir muvahhid mü’-min ortaya çıkıyor... Hakka ve hayra davet
eden elçilerin davetini kabul ediyor ve onların yandaşı olarak kavmini uyarıp
iman ederek elçilere uymaya davet ediyor...
Kasaba halkından imanı ve
İslâm’ı bile bile reddedenlere karşı, kâlbini hidayete açmış, isteyerek iman
etmiş bir mu-vahhid mü’minin ortaya çıkışı, her zaman ve her mekânda şirk
üzere direnenlerin olacağı gibi, iman üzere sabredenle-rin varlığı da bir
gerçektir... İnsanların hidayetlerinden ko-lay kolay ümit kesmemek gerek...
Muvahhid mü’minlerin vazifesi, insanların hidayetlerine vesile olmaya çalışan
birer ihya eri olmaktır!.. Tebliğ ve
davet çalışması durmamalı-dır!..
Ebu Rafi (r.a.)’ın
rivayetiyle şöyle buyuruyor Resulul-lah (s.a.s): “Senin vasıtanla Allah’ın bir kişiye hidayet ver-mesi, senin için
üzerine güneşin doğup battığı her şeyden daha hayırlıdır.”([68])
Şirkin egemen, müşriklerin iktidarda
bulunduğu cahiliye toplumunun merkezi olan o kasabanın en uzak ye-rinden,
yani kenar semtlerinin birinden hidayet
bulup i-man etmiş bir muvahhid mü’min, koşarak gelip halkı ima-na davet eden
elçilerle tartışan kavmine, elçilere uymayı tavsiye ediyordu...
Gerçeğin tâ kendisi
olduğundan hiçbir şübhemiz olmayan bu olayı şöyle beyan buyuruyor Rabbimiz
Allah:
“Şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi:’ Ey kavmim, elçilere
uyun, dedi.
‘Sizden ücret istemeyenlere uyun. Onlar, hidayet bulmuş
kimselerdir.”([69])
Şehrin kenar mahallesinden
koşarak gelen bu muvah-hid mü’min, kimsesiz, fakir ve garip olanların arasından
gelen mütevazi bir şahsiyettir... Onun,
dünya menfaatı, mal, servet ve şöhret derdi yoktur... O, elindeki imkânları,
dünyadaki payını unutmamak kaydıyla ahiret yurdunu aramak için sarf edenlerden
birisiydi...[70]
O, Kendisine veri-len dünya nimetlerinden dolayı haddini aşan ve azgınlık
yapan bir mütekebbir değildi... Zaten öteden beri, Allah Teâlâ’nın gönderdiği
Rasul ve Nebîlere, cahiliyye şirk top-lumların içinde zayıf, yani mustaz’af
insanlar iman edip tabi olmuşlardır... Rasullerin etrafında ilk iman halkasını
oluşturan muvahhid mü’minler, halkın zayıf tabakası mensubları idiler...
Rasulullah (s.a.s.) ile
Hudeybiye barışını imzalayan Mekke şirk devletinin reisi Ebu Süfyan, daha sonra
ticaret mak
Ebu Süfyan anlatıyor:
Hırakliyus, bana:
- O’na tabi olan halkın
eşref takımından mı, yoksa zayıfları mıdır? diye sordu.
Ben:
- Halkın zayıf
olanlarıdır, dedim.
(................)
Bunun üzerine tercümana
dedi ki:
- Ona söyle:
O’na (Rasulullah’a) tabi
olanlar, halkın eşrafı mı, yoksa zayıfları mı? diye sordum. O’na tabi
olanların, insanların zayıfları olduğunu söyledin.
Rasullerin tabileri de
(zaten) onlardır.([71])
Cahiliyye şirk
toplumlarının egemen müstekbir tağut-larının, kendilerine gönderilmiş olan
Allah’ın Rasullerine itirazları da bu yönden idi... Rasullere, halkın mustaz’af
tabakasının tabi oluşları ve Rasulün etrafında ilk iman hal-kasını meydana
getirişleri, müstekbir egemenlerin asla ka-bul etmediği bir şeydir...
Rabbimiz Allah şöyle
buyurur:
“Hani onlara kardeşleri Nuh: ‘Sakınmaz mısınız?’ demişti. ‘Gerçek şu ki
ben, size gönderilmiş güvenilir bir Ra-sulüm.
Artık Allah’dan korkup sakının ve bana itaat edin.
Buna karşılık ben, sizden bir ücret istemiyorum. Ücretim,
yalnızca Âlemlerin Rabbine aiddir.
Artık Allah’dan korkup
sakının ve bana itaat edin.’
Dediler ki: ‘Sana, sıradan aşağılık insanlar uymuşken, inanır
mıyız?”([72])
“Onlara: ‘İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin, denildiğinde:
‘Düşük akıllıların iman ettiği gibi mi iman edelim.’ derler. Bilin ki,
gerçekten asıl kendileri düşük akıl-lılardır, amma bilmezler.”([73])
“Sabah akşam -O’nun yüzünü (rızasını) dileyerek- Rablerine dua edenleri
kovma. Onların hesabından senin üzerinde bir şey (yükümlülük) yoktur ki, onları
kovman gereksin. Yoksa zalimlerden olursun.
Böylece: ‘Allah, içimizde bunlara mı lütufta bulundu?’
demeleri için onlardan bazısını bazısıyla denedik. Allah, şükredenleri daha iyi
bilen değil mi?”([74])
Bu ayetlerin esbâb-ı
nüzûlü için şu olay beyan ediliyor:
Sa’d b. Ebi Vakkas (r.a.) anlatıyor:
- Bu ayet, biz şu altı
kişi hakkında inmiştir: Ben, İbn Mes’ud, Suheyb, Ammar, Mikdad, ve Bilâl.
Bunun üzerine Kureyşliler
Rasulullah (s.a.s.)'e:
- Biz, şu fakir kimselerle
tek bir cemaat hâlinde bira-rada bulunmaktan elbette hoşlanmayız. O hâlde onları
kovup yanından uzaklaştır ki, seninle oturalım, dediler.
Rasulullah (s.a.s.)’in
kalbine, Allah’ın dilediği kadar dahil oldu da, Allah Teâlâ, bu ayeti indirdi.([75])
Şehrin uzak yerinden
koşarak gelen muvahhid mü’-min şahsiyet, Rasullere ilk iman eden halkın
mustaz’af-larından birisiydi... Bundan dolayı müstekbir müşrikler, ona itibar
etmediler... Çünkü onlar, mânâyı değil maddeyi görüyorlardı... Onların değer
ölçüsü iman değil, içi şişkin cüzdan idi... Onlar hikmete değil, servete
bakıyorlardı... Onlar, dünyalarını ahirete değişmişlerdi... Bunun için iman ve
hikmetle dopdolu olarak şehrin kenar semtlerinin biri-sinden koşarak gelen o
izzet sahibi muvahhid mü’min kişi-ye değer vermediler... Ölçüsü madde olanlar,
mânâyı göre-cek gözü kaybeder, imanı değerlendirecek kalbi idraksız
bırakırlar!..
Yegâne önderimiz
Rasulullah (s.a.s.), Rabbimiz Al-lah’ın değer verdiği kullarının vasıflarını
hadislerinde beyan buyurmakta ve bu değerin onlardaki katıksız-kuvvetli imandan
bir de işledikleri salih amellerden ileri geldiğini anlatmaktadır...
Ebu Hüreyre (r.a.)’ın
rivayetiyle şöyle buyuruyor Rasulullah (s.a.s.):
“Nice kapılardan kovulmuş
peşmürde insan vardır ki, Allah’a yemin etse Allah, onu yemininde
Muaz b. Cebel (r.a.)
anlatıyor:
Rasulullah (s.a.s.),
(bana):
“Sana, cennetin
padişahların(ın sıfatların)dan haber ve-reyim mi?” buyurdu.
Ben:
- Belâ (haber ver), dedim.
(Bunun üzerine) O:
“Zayıf olup (toplum
nazarında) zayıf görülen, eski iki parça elbiseye bürünen, kendisine hiç değer
verilmeyip iltifat gösterilmeyen ve (bir şeyin olması veya olmaması için)
Allah’a yemin (veya dua) ederse Allah, onun duasını (veya yemini)nin gereğini
(keremiyle) yapacak (derecede Allah katında kıymetli mü’min) olan her adamdır.”
buyurdu.([77])
İşte böyle bir şahsiyetti
o muvahhid mü’min kişi... O-nun koşup gelmesinde iman var, ihlâs var, doğruluk
ve sa-delik var!.. Bu izzet sahibi muvahhid şahsiyet, elçilerin yaptığı hakka
davetin, hakîkatin tâ kendisi olduğunu delilleriyle yakîn bir anlayışla
kavramış ve iman ederek onların safına katılmıştı... Kalbi, imanın gerçeğini
kabul edince vicdanı, hareket hâline gelmiş ve bütün varlığıyla iman safına
katılıp Tevhid hareketinin bir eri olmuştu... Katıksız imanı, Allah’dan başka
hiç kimseden korkmama tavrı onu, imanını açıklamaya ve insanları bu
Şehrin en uzak yerinden
kalkıp gelir, şirk ve küfürde direnen kavmini imana davet eder, onları en büyük
zulüm olan şirkten[78] ve insanların birbirine
zulmetmesinden alıkoymaya çalışır, müşriklerin, üç elçiye karşı düşmanca
tavırlarının doğru olmadığını onlara anlatır ve böyle davranmaya devam
ederlerse, başlarına gelecek korkunç belâdan dolayı kendilerini uyarır...
Kavmine, kendilerinden
hiçbir ücret istemeyenlere uymalarını tavsiye eder... Bu şahsiyetler doğru
yoldadırlar... Allah’ın rızasından başka hiçbir şeyi istemiyorlar... İnsanlardan
herhangi bir karşılık beklemiyor ve ücret istemiyor-lar... Onlar, hidayeti
bulmuş yüce şahsiyetlerdir...
Bu muvahhid mü’min, şirk
üzere olan kavmine, niçin iman ettiğinin
“Bana ne oluyor ki, beni yaratana kulluk etmeyecekmişim? Siz, O’na
döndürüleceksiniz.”([79])
Bu muvahhid şahsiyet,
Rabbi Allah’ın onu, nasıl ve niçin yarattığının farkında, kendini bilmiş,
dolayısıyla Rab-bini tanımış birisidir...
Şöyle buyuruyor Rabbimiz
Allah:
“Ey insanlar, sizi tek bir nefisten yaratan, ondan eşini yaratan ve her
ikisinden birçok erkek ve kadın türetip yayan Rabbinizden korkup sakının. Ve
(yine) kendisiyle birbirinizle dilekleştiğiniz Allah’dan ve akrabalık
(bağlarını koparmak)tan sakının. Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde gö-zeticidir.”([80])
“Ben cinleri ve insanları yalnızca bana ibadet etsin diye yarattım.”([81])
Ve devam ediyor imanı
tebliğ etmeye muvahhid şahsiyet:
“Ben, O’ndan başka ilâh edinir miyim ki, Rahmân (olan Allah) bana bir
zarar dileyecek olsa, ne onların şefaatı bana bir şeyler sağlar, ne de onlar
beni kurtarabilirler.”([82])
Allah’dan başka ilâh
olmadığını, göklerde de ilâh, yerde de ilâh yalnızca Allah olduğunu kavmine
beyan eden mu-vahhid mü’min, ibadette Allah’a asla şirk koşulmamasını da
hatırlatıyor...
Rabbimiz Allah,
ayetlerinde, bu
“Şu hâlde bil, gerçekten Allah’dan başka ilâh yoktur.”([83])
“Göklerde ilâh ve yerde ilâh O’dur. O, hüküm ve hikmet sahibidir,
bilendir.”([84])
“Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, artık salih bir a-melde bulunsun ve
Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak tut-masın.”([85])
“Allah, sana zarar dokunduracak olursa, O’ndan başka bunu senden
kaldıracak yoktur. Ve eğer sana bir hayır isterse, O’nun bol fazlını geri
çevirecek de yoktur. Kullarından dilediğine bunu isabet ettirir. O,
bağışlayandır, esirgeyendir.”([86])
“Eğer Allah size yardım ederse, artık sizi yenilgiye uğratacak yoktur
ve eğer sizi yapayalnız ve yardımsız bıra-kacak olursa, O'ndan sonra size
yardım edecek kimdir? Öyleyse mü’minler, yalnızca Allah’a tevekkül etsinler.”([87])
Bütün bu
O
muvahhid mü’min şahsiyet, bu şuurla şunları be-yan ediyor:
“O
durumda ise, gerçekten ben, apaçık bir sapıklık içinde olmuş olurum.
Şübhesiz ben, sizin Rabbinize
iman ettim, işte beni işitin.”([88])
Şirkin
egemen, müşriklerin iktidarda bulunduğu cahi-liyye toplumunun zalim müstekbir
tağutlarına karşı ima-nını haykıran, doğruları, hiçbir noksanlık bırakmadan
a-paçık anlatan o muvahhid şahsiyete karşı bütün müşrikler elbirliği edip
üzerine hücum ederler... O muvahhid mü’mi-ni, çok korkunç ve vahşî bir saldırı
ile şehid ederler...
Tarih
boyu egemen zalim tağutların,
Abdullah
İbn Mes’ud (r.a.), o, muvahhid mü’mini vahşî saldırılar ile şehid eden katil,
zalim tağutların yaptık-larını şöyle anlatıyor:
-
Bağırsakları dübüründen çıkıncaya kadar onu, ayaklarıyla çiğnediler. Daha
sonra onu, kuyuya attılar. İşte “er-Ress” diye bilinen kuyu budur. Ashab-ı Ress
de, onlardır.([89])
Rabbimiz
Allah şöyle buyurur:
“Allah yolunda ölenleri sakın ölüler
saymayın. Hayır, onlar, Rabbleri katında diridirler, rızıklanmaktadırlar.
Allah’ın kendi fazlından onlara
verdikleriyle sevinç içindedirler. Onlara arkalarından henüz ulaşmayanlara
müjdelemeyi isterler ki, onlara hiçbir korku yoktur, mahzun da olacak
değillerdir.
Onlar, Allah’dan bir nimeti, bir
fazlı (bolluğu) ve gerçekten Allah’ın mü’minlerin ecrini boşa çıkarmadığını müjdelemektedirler.”([90])
O
muvahhid mü’min, insanlık katili zalim müstekbir-ler tarafından şehid
olunduktan sonra cennete girmiş ve yegâne Rabbi Allah’ın kendisine ikramını görmüştür...
Al-lah, ondan razı olsun...
“Ona: ‘Cennete gir” denildi. O da: ‘Keşke
benim kavmim de, bir bilseydi’ dedi. ‘Rabbimin beni bağışladığını ve beni
ağırlananlardan kıldığını.”([91])
İbn
Abbas (r.anhuma) der ki:
-
Hayatında kavmine:
“Ey
kavmim, gönderilmiş bulunan elçilere uyun!” diye öğüt vermişti.
Öldükten
sonra da:
“Keşke
kavmim bilir olsaydı, Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikram edilenlerden
kıldığını.” diyerek nasihat etmiştir.([92])
Rabbimiz
Allah şöyle buyurdular:
“İman edip salih amellerde bulunanlar, onlar
için bağışlanma (mağfiret) ve üstün bir rızık vardır.”([93])
Rabbimiz
Allah, o muvahhid kulunun şehid edilmesinden sonra, kâfir müşriklerin, zalim
tağutların bulunduğu ve küfürlerinde kesin kararlı oldukları o kasabayı, ya da
şehri tamamıyla helâk etmiştir...
Şöyle
buyuruyor Rabbimiz Allah:
“Kendisinden sonra ise, kavminin üzerine
gökten bir ordu indirmedik, indirecek de değildik.
(Ancak onlara) yalnızca bir tek çığlık (sayha) (yetti). Anında
sönüverdiler.”([94])
[1]) Kasas, 28/58-59.
[2])
Nahl, 16/36.
[3])
Nahl, 16/112-113.
[4]) Rum, 30/9.
[5]) Âl-i İmrân, 3/182.
[6]) Fussilet, 41/46.
[7]) Nahl, 16/114.
[8]) Şuara, 26/208-209.
[9]) İsra, 17/15.
[10]) En’âm, 6/19.
[11]) A’raf, 7/158.
[12]) Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Mesacid, Hds. 3.
Sahih-i Buhârî, Kitabu’s-Salat, B.56, Hds.84.
Sünen-i Tirmizî, Kitabu’s-Siyer, B.5,
Hds.1594.
Sünen-i Neseî, Kitabu’l-Gusl, B.26, Hds. 431.
Sünen-i Dârimî, Kitabu’s-Siyer, B.29, Hds.
2470.
[13]) Şura, 42/7.
[14]) Yasin, 36/13-15,
[15]) Bkz. Meryem, 19/52. A’râf, 7/143.
[16]) Şuara, 26/12-13. Kasas, 28/34.
[17]) Tevbe, 9/71.
[18]) Şura, 42/38-39.
[19]) Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Edeb, B.36, Hds.56.
Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Birri ve’s-Sıla,
B.17, Hds.65.
Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Birri ve’s-Sıla,
B.18, Hds.1993.
Sünen-i Neseî, Kitabu’z-Zekat, B.67, Hds.2550.
[20]) Şura, 42/13.
[21]) En’âm, 6/124.
[22]) İmam Malik, Muvatta’, Kitabu’l-Kader, Hds.3.
İmam Hafız el-Munzirî, A.g.e., C.1,
Sh.99, Hds.6. Hakim, İbn Abbas (r.anhuma)’dan rivayet eder.
el-Hafız Şihabu’d-Din Ahmed b. Ali
İbnu Hacer el-Askalânî, Terğib ve Terhib, Çev. Abdulvehhab Öztürk, İst. 1982,
Sh. 27, Hds. 16.
[23]) Sahih-i Buhârî, Kitabu’s-Sulh, B.5, Hds.7.
Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Akdiye, B.8, Hds.17-18.
Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, B. 2, Hds.4.
Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’s-Sünnet, B.6, Hds. 4606.
[24]) Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’s-Sünnet, B.6, Hds.
4607.
Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B.16, Hds. 96.
Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Cuma, B.13, Hds.43.
[25]) Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, B.7, Hds.49.
[26]) Sünen-i Neseî, Kitabu Salati’l-Iydeyn, B.22,
Hds. 1578.
[27]) Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, B.7, Hds.48.
Sünen-i Tirmizî, Kitabu Tefsiri’l-Kur’ân, B.44, Hds. 3468.
et- Taberî, A.g.e., C.7, Sh. 336.
İbn Kesir, A.g.e., C.13, Sh. 7161. Ahmed b. Hanbel’den.
[28])
“Bugün size dininizi kemâle erdirdim,
üzerinizdeki nimetimi ta-mamladım ve
size din olarak İslâm’ı seçip beğendim.” Mâide, 5/3.
[29]) Bkz. Hud, 11/112.
[30]) İmam Suyutî, Camiu’s-Sağir Muhtasarı Tercüme
ve Şerhi, Çev. İsmail Mutlu, Vdğ. İst.
1996, C.3, Sh. 257, Hds. 3356. (7790). Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.4, Sh.
105’den.
[31]) Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-İman, B.13,
Hds.2765.
[32]) Sünen-i İbn M ace, Mukaddime, B.15, Hds.209-210.
[33]) Teğabûn, 64/5-6.
[34]) Furkan, 25/7.
[35]) Mü'minun, 23/23-25. Ayrıca bkz. Mü'minun,
23/33-34, Kamer, 54/24-25. İbrahim, 14/11.
[36]) İbrahim, 14/10.
[37]) İsra, 17/94-95.
[38]) Yasin, 36/16-18.
[39]) Fahruddin er-Râzî, A.g.e., C.18, Sh.460.
[40]) Nisa, 4/59.
[41]) Yusuf, 12/40.
[42]) Şura, 42/10.
[43]) Nahl, 16/35.
[44]) Hud, 11/28-29.
[45]) Şuara, 26/109, 127, 145, 164, 180.
[46]) İbn Kesir, A.g.e., C.12, Sh. 6728. Ayrıca bkz.
Fahruddin er-Razî, A.g.e., C. 18, Sh. 461.
[47]) Kasas, 28/38.
[48]) Naziat, 79/23-24.
[49]) Şuara, 26/29.
[50]) Mü'min, 40/26.
[51]) A’raf, 7/131.
[52]) Neml, 27/47.
[53]) Nisa, 4/78.
[54]) “Öyleyse sen yüzünü, Allah’ı birleyen (bir
hanif) olarak dine, Allah’ın fıtratına çevir ki, insanları bunun üzerine
yaratmıştır. Allah’ın yaratışı için hiçbir değiştirme yoktur. İşte dimdik
ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler.” Rum, 30/30.
[55]) Yasin, 36/19.
[56]) Fahruddin er-Râzî, A.g.e. C.18, Sh. 462.
[57]) İbn Kesir, A.g.e., C. 12, Sh. 6728.
[58]) Bakara, 2/6-7.
[59]) Yunus, 10/96-97.
[60]) Saff, 61/5.
[61]) Nisa, 4/155.
[62]) En’âm, 6/110.
[63]) Bkz. Furkan, 25/43. Casiye, 45/23.
[64]) Yasin, 36/10.
[65]) Yasin, 36/11.
[66]) Yunus, 10/108-109. İsra, 17/15.
[67]) Meryem, 19/76.
[68]) İmam Suyutî, A.g.e., C. 3, Sh. 192, Hds. 3203
(7219). Taberânî, Mu’cemu’l-Kebir’den.
Münâvî, Feyzu’l-Kadir, C. 5, Sh. 259,
Hds. 7219.
[69]) Yasin, 36/20-21.
[70]) Bkz. Kasas, 28/77.
[71]) Sahih-i Buhârî, Bed’i’l-Vahy, B.1, Hbr. 6.
Kitabu’t-Tefsir, B. 56, Hds. 74.
İbn Kesir, El-Bidaye ve’n-Nihaye, C.
4, sh. 442-443.
[72]) Şuara, 26/106-111.
[73]) Bakara, 2/13.
[74]) En’âm, 6/52-53.
[75]) İmam el-Vahidî, A.g.e., Sh.229-231.
Abdulfettah el-Kadî, A.g.e., Sh.
173-174.
Sahih-i Müslim, Kitabu
Fedaili’s-Sahabe, B. 5, Hbr.46.
Sünen-i İbn Mace, Kitabu’z- Zühd, B.
7, Hbr.4128.
[76]) Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Birri ve’s-Sıla, B.
40, Hds.138.
Ahmed İbn Hanbel, Kitabu’z-Zühd, Çev.
Mehmed Emin İhsanoğlu, İst.1993, C.1,
Sh.47, Hds. 134.
Ebu Nuaym el-Isfahânî,
Hilyetü’l-Evliya – Sahabe’den Günümüze
Allah Dostları, Çev. Said Aykut, Vdğ. İst. 1995, C.1, Sh. 58.
[77]) Sünen-i İbn Mace, Kitabu’z-Zühd, B.4, Hds.
4115.
Ahmed İbn Hanbel, A.g.e., C.1, Sh.28,
Hds.68.
[78]) Bkz. Lokman, 31/13.
[79]) Yasin, 36/22.
[80]) Nisa, 4/1.
[81]) Zariyat, 51/56.
[82]) Yasin, 36/23.
[83]) Muhammed, 47/19.
[84]) Zuhruf, 43/84.
[85]) Kehf, 18/110.
[86])
Yunus, 10/107.
[87]) Âl-i İmrân, 3/160.
[88]) Yasin, 36/24-25.
[89]) İmam Kurtubî, A.g.e., C.14, Sh. 396.
et-Taberî, A.g.e., C.7, Sh. 43.
[90]) Âl-i İmrân, 3/169-171.
[91]) Yasin, 36/26-27.
[92]) İbn Kesir, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim
Tefsiri, C. 12, Sh. 6731.
İmam Kurtubî, A.g.e., C.14, Sh. 397.
[93]) Hacc, 22/50.
[94]) Yasin, 36/28-29.
Bu muvahhid mü'min kıssası için
ayrıca bkz.
Taberî, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, Çev. Zakir Kadiri Ugan- Ahmet
Temir, İst.1991, C.3, Sh.936-940.
İbnü’l-Esir, A.g.e., C.1, sh.
331-333.
Ve tefsirlerde, Yasin Sûresi’nin
ilgili ayetlerinin tefsirlerine.