ŞERİAT: UYULACAK TEK HAKİKAT
Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ, en son Nebî’si ve en son Rasulü Muhammed (s.a.v)’e hitaben şöyle buyurur:
“Sonra seni de bu emir (din)den bir şeriat üzerine kıldık. Öyleyse sen, ona uy ve bilmeyenlerin heva (istek ve tutku)larına uyma.” [1]
İmam Kurtubî (rh.a), Meşhur tefsirinde bu ayet-i Kerimeyi tefsir ederken şunları beyan eder:
“Sonra Biz seni din(emir) den bir şeriata sahib kıldık.” Buyruğunda geçen şeriat, sözlükte Mezheb (gidilen yol) ve din demektir. Su içmek isteyenlerin gittikleri yola da şeriat denilir. Şer’î (cadde) de buradan gelmektedir. Çünkü maksada götüren yol odur. O hâlde şeriat, Allah’ın, kulları için din olarak teşrî’ buyurduğu şeyler (koyduğu yol) dur. Çoğulu şefai’ gelir. Dinde şeriatler ise, yüce Allah’ın kulları için açtığı yollardır.
O hâlde: “Biz seni dinde bir şeriata sahib kıldık” buyruğu, Biz seni hakka götüren, din emrinden apaçık bir yol üzere kıldık demektir.
İbn Abbas (r. Anhuma) dedi ki:
-“Bir şeriate sahib kıldık” , din işinde apaçık bir hidayet üzere kıldık, demektir.
Katâde (rh.a) şöyle der:
-Şeriat: Emir, yasak, haddler ve farzlardır.
Mukatil (rh.a.)
-Şeriat, apaçık delil demektir. Çünkü o, hakka götüren yoldur, der.
el-Kelbî ise:
-Şeriatten Kasıd Sünnettir, demiştir.
Çünkü Peygamber (s.a.s.) Efendimiz de kendisinden önceki Peygamberlerin yolunu izlemiştir.
İbn Zeyd:
-Şeriat dindir. Çünkü din, kurtuluşun yoludur, demiştir.
İbnu’l-Arabî şöyle der:
-Emr (din), lugatte iki anlamda kullanılır.
1- Durum anlamında: Yüce Allah’ın:
“Onlar, yine Fir’avn’ın emrine uydular. Fir’avn’ın emri hiç de doğru değildi.”[2] buyruğunda olduğu gibi.
2-Nehyin zıddı olan sözün kısımlarından olan birisi anlamında.
Burada, her ikisinin de kasdedilmiş olması mümkündür. Buna göre ifadenin taksiri şöyle olur. Biz seni, dinden bir yol üzere kıldık. Bu yol da, İslâm Milleti (İslâm Dini)dir.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“Sonra Biz sana: “Hanif olarak İbrahim’in dinine uy! O, Müşriklerden olmadı” diye vahyettik.”[3]
Yüce Allah’ın, indirmiş olduğu şeriatlerde Tevhid, üstün ahlâkî değerler ve maslahatlarda bir değişiklik yapmadığı, fakat her türlü noksanlıktan münezzeh olan ilmine uygun olarak fer’i hususlarda aralarında farklılıklar indirmiş olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur.”[4]
Hayat Kitabımız Kur’ân-ı Kerim’in meşhur müfessirlerinden Elmalılı M. Hamdi Yazır (rh.), İmam Kurtubî (rh.a.) beyan ettiğine yakın ifadelerle “Şeriat” kavramını açıkladıktan sonra şöyle der:
“Emir, din işi veya Allah’ın emri demektir. Yani, bu Kur'ân'da açıklandığı üzere Allah’ın sana vahyettiği emir ve yasaktan bir büyük ve geniş yol, koskoca bir şeriat üzere seni görevlendirdik. Onun için o şeriate uy! Kendini ona uydur da, bilmeyenlerin heva ve heveslerine uyma!
Allah’ın hükümlerine ilmi bulunmayan veya ilmin gereğine uymayan kimseler, yalnız kendi zevk ve heveslerinin arkasında koşarlar. Heva ve hevesler ise, kişiye göre değişir. İsrailoğulları gibi ihtilafa düşürür, Allah’ın gazabına götürür. Şeriat ise toplar, Tevhid ile (Allah’ın) rızasına götürür. Şeriate uy da, cahillerin hevalarına uyma!”[5]
“Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” akîdesinin temel ilkelerini beyan eden akîde âlimlerimizden İmam Ebu Yusr Muhammed Pezdevî (rh.a), “Usûlü’d-Dîn” adlı meşhur eserinde “şeriatın hakikat olduğu ve hakikatın şeriatten başka bir şey olmadığını” beyanla şöyle der:
“Şeriat-Hakikat:
Sünnet ve Cemaat ehlinin bu konudaki görüşü genel olarak şudur: Şeriat hakikattır. Hakikat, Şeriatten başka değildir.
Bazı sofiler ve zikir ehlinin görüşü:
Hakikat, Şeriaten ayrı ve başkadır. Bu görüşü benimseyenler, evliyâyı Enbîyâya üstün kabul edenlerdir.
Bunlar:
-Peygamberler şeriatle, velîler hakikatle amel ederler, diyenlerdir.
-Şeriat, elli dirhemden sadaka vermeyi icabettirir. Hakikat ise, hepsinin tasadduk edilmesini gerektirir, derler.
Bunlara, “Evliyâcılar” adı verilmiştir.
Sapık bid’atçidirler. Bunlar, Allah’ın Kitabı’na, Hz. Rasulü Ekrem (s.a.s)’in Sünneti’ne muhalefet ederler. Batın, gizli ilim iddiasında bulunurlar. Bu kişiler, “Karâmıta Mezhebi’,, ne mensubturlar ve bunlar, Allah’ın yarattığı fenâ kişilerdir.
Gerçek şudur:
Bütün hakikatlerin aslı şeriattır. Eğer şeriat, hakikatten başka ve ayrı ise bu, mecaz olarak böyledir. Mecaz ise, sübûtu, kararlaşmışlığı ve yerleşmişliği olmayan şeydir. “Falanı, mecazî olarak seviyorum, dendiğinde söz konusu olan bunun, aslının, yerleşmişliğinin ve kararlaşmışlığının olmadığıdır.
Hakikatın şeriatten başka ve ayrı olduğunu söyleyen kişinin küfründen ve tam bir sapıklığa düşmesinden korkulur.”[6]
İslam topraklarını işgal eden egemen tağutlar ve onların işbirlikçi yerli uşakları, “Şeriat” kavramına onda olmayan bir anlam yükleyerek kendi kendilerini korkutup ürküten bir şey ortaya koymuşlardır...
Diğer yanda birileri de, şeriatın aşılmasının gerektiğini ve böylece hakikate ulaşılacağını iddia etmektedirler... Bu batıl iddilalarını beyan ederken, kendilerini tarihte ünlü olmuş isimlere dayandırıyor ve bu görüşün onlara aid olduğunu savunuyorlar... Onların bu iddialarının ve savunmalarının bomboş ve batıl olduğunu kendilerine delil olarak beyan ettikleri zatların eserlerinden hareketle gündeme getirmek yerinde olacağına inanıyoruz...
Önce Şeyh Abdulkâdir Geylânî’ye müracaat edelim... İmam İbn Teymiye tarafından şerhedilen “Fütûhu’l-Gayb” adlı eserinde şöyle diyor şeyh Abdulkâdir Geylânî:
“Sana, Allah’dan korkmayı ve O’na itaati tavsiye ediyorum. Şeriatın zahirine bağlı kalmayı temiz kalbli olmayı, nefsin cömertliğini, güler yüzlü olmayı, pişmanlığı terk etmeyi, eziyet etmemeyi ve fakat eziyete ve fakirliğe tahammül etmeyi, meşâyihe hürmete devam etmeyi ve ihvanla güzel geçinmeyi, küçüklere ve büyüklere nasihati, düşmanlık ve eziyeti bırakmayı, dostluğu ve yardımlaşmayı, hep mütevazi kalmayı, kendi tabakandan olmayan kimselerle sohbeti kesmeyi din ve dünya işlerinde yardımlaşmayı ve fakirliğin hakikatini tavsiye ediyorum ki, O, senin gibi olana muhtaç olmamandır. Ve tabii ki, zenginliğin hakikatini! Çünkü o da, senin gibi olandan müstağni olmandır.”[7]
“Allah’dan korkmayı ve O’na itaati tavsiye” eden Şeyh Abdulkâdir Geylânî, “Şeriatin zahirine bağlı kalmayı” da tavsiye etmektedir, şeriatı aşmayı, onu geçmeyi değil!..
“Canım bedenimde oldukça Kur’an’ın kuluyum.
Seçilmiş Muhammed’in yolunun toprağıyım.
Birisi, sözlerimden, bundan başka bir söz naklederse,
O nakledenler de bezmişim ben, bu sözden de bezmişim.”[8] Diyen ve:
“Vehimle akıl, mihenk olmadıkça meydana çıkmaz. Her ikisini de hemen mihenk taşına vur!
Bu mihenk, Kur’ân’dır, Peygamberlerin halleridir. Onlar da, mihenk gibi kalpa “gel” derler.
Gel de benim yüzümden ne hâle geldiğini gör! Çünkü sen, ne çıkışımın ehlisin, ne inişimin.”[9] Hakikatini şiir diliyle beyan eden Mevlânâ Celâleddin Muhammed Rûmî, “Şeriat” gerçeğini şöyle anlatır:
“Şeriat, şerri gidermek için bir güzelce okuyup üflemeseydi herkes, iş arkadaşını paramparça ederdi.
Şeriat, şerri gidermek için bir karar verir de, şeytanı, reddedilemez delil şişesine sokar.
Tanıkla, andla, andı bozuşla neyler, eyler, boşboğaz şeytanı şişeye tıkar.
İki zıddı da hoşnud eden bir terazidir şeriat. Böylece aslı olmayanı da, olanı da bir araya getirir.
Gerçekten de bil ki şeriat, kileye, teraziye benzer. Onun yüzünden iki düşman de savaştan, kinden kurtulur.
Terazi olmasa o düşman, aldatılmak vehminden nasıl kurtulur, çekişmekten nasıl vazgeçer.”[10]
Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin şiir diliyle beyan ettiğine göre Şeriat, hakikatın terazisidir... Hakikat, Şeriat, terazisiyle tartılır ve değeri ortaya çıkar.... Şeriat terazisine, yani şeriat ölçüsüne uymayan şey hakikat değildir... Hakikat, ancak şeriate uyarsa doğrudur... Şeriate uymayan hakikat değildir... Şeriat, hakikatın tâ kendisidir!..
Ahmed er-Rifâî, “el-Burhanu’l-Müeyyed” adlı eserinde, Şeriat, fukaha, dinin zahir ve batını için söyledikleri değerli tesbitler anmak yerinde olur... Uzun bir alıntı da olsa bu konuda önemli olduğu için aktarmakta fayda görüyoruz...
Şöyle diyor Ahmed er-Rifâî:
“Efendiler!
Evliyâ ve âriflere hürmet ettiğiniz gibi, fukaha ve Ulemâya da hürmet ediniz. Çünkü yol birdir. Fukaha ve Ulemâ, şeriatın zahirinin varisi ve insanlara Hakk’a vasıl olmanın yolu olan ahkâm-ı şer’iyyeyi öğreten hamele-i Kur’ân’dır. Şeriate Muğayir olan bir yolla amel ve mücahede bir fayda sağlamaz. Bir adam, şeriate uygun olmayan tarzda velev beşyüz sene ibadetler meşgul olsa, ibadeti kendine racidir, yani merdûddur. Sevab kazanmadığı gibi, günahı mûcib olur. Kıyamet gününde Allah ona, hiçbir sevab vermez. Dinini-diyanetini bilen fakihin kıldığı iki rek’at namaz, dinini-diyanetini bilmeyen dervişin kıldığı iki bin rek’attan daha efdaldir.
Siz, ulemânın hakları ihmalden sakının. Onlar hakkında hüsn-i zann sahibi olmaya bakın. Ancak âlimlerden takva sahibi olan ve Allah’ın kendilerine öğrettikleriyle amel edenler gerçek velîlerdir. Onlara hürmeti muhafaza ediniz.
Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Bildiğiyle amel edene Allah, bilmediğini de öğretir.”[11]
Yine Peygamberimiz (s.a.s):
“Âlimler, Nebîlerin varisleridir.” buyurmuştur.[12]
Varis-i Nebi olan bu zevat, insanların efendileridir, mahlukatın eşrafıdır, hak yola delâlet eden rehberlerdir. Bazı sufilerin dediği gibi, “biz ehl-i bâtınız, onlar, yani ulemâ ehl-i zâhirdir” deme!
Bu din, zâhir ve bâtını câmidir. Bâtın, zâhirin özü ve içi, zâhir de özün ve bâtının zarfıdır. Zâhir olmazsa, bâtın olmaz. Zâhir olmayınca, bâtın sıhhat bulmaz. Kalb, cesedsiz kaim olamaz. Cesed olmayınca da kalb sâlim olmaz. Kalb, cesedin nûrudur. Bazılarının ilm-i bâtın dediği bu ilim, aslında ıslah-ı kalbdir. Evvelâ, amel bi’l-erkân yani rükünlerle amel ve kalb ile tasdik lazımdır.
Adam öldürme, hırsızlık, zinâ, ribâ (faiz) içki, yalan, kibir gibi günahlarla beraber kalbteki iyi niyetin ve gönüldeki temizliğin ne faydası vardır? Kalb temizliğinin rükûn ve fiillerde de görünmesi lazımdır.
Allah’a ibadet ediyorsun, iffet sahibisin lisanına sahibsin, sadaka veriyorsun, tevazu ehlisin, fakat kalbinde fesad ve riyâ gizli... Böyle bir amelin sana ne faydası var?
Şimdi iyice anlaşılmıştır ki bâtın, zahirin özüdür. Zâhir, Bâtının zarfı olup aralarında farklılık yoktur. Ve hiçbiri diğerinden müstağnî değildir. “Ben, ehl-i zâhirim” dediğin zaman âdeta ehl-i bâtın olduğunu da ikrar etmiş olursun. Yine kezâ “şeriatın zâhirine bağlıyım” dediğin zaman da, bâtın-ı hakikatı zikretmiş olursun.
Sufîlerin hangi hâli vardır ki şeriat, onun yapılmasını emretmemiş olsun. Yine ehl-i zâhirin hangi hâli vardır ki onun, ıslah-ı bâtınını zâhir-i şer’ emretmemiş bulunsun! Öyleyse siz, zâhir ile bâtının arasını ayırmaya çalışmayınız. Çünkü zâhir ile bâtını birbirinden ayırmak, sapıklık ve bid’attır.
Âlimlerin ve fukahanın hukukunu ihmal etmeyiniz. Zira bu durum, cahalet ve ahmaklıktır. İlmin lezzeti sizi, amelin acılığında, zorluğundan alıkoymasın! Çünkü ilmin lezzeti, amelin acılığı olmadıkça hiçbir şeye yaramaz. Amelin acılığı ve zorluğu ise, ebedî tatlılığı doğurur.
Nitekim Kur’ân’daki:
“Şübhesiz Biz, güzel bir amel işeyenin mükafatını zayi etmeyiz.”[13] Ayet-i Kerimesi, amellerin bu ebedî mükafatına delildir.
İhlâs, amellerin dünya ve ahiret için değil, mahza Allah için olmasıdır. Kul, Allah’a iman, emrine imtisâl ve rızasına talîb olarak her hâl iş ve sözünde, O’na karşı hüsn-i zann üzere olmalıdır.
Efendiler!
Devamlı sûrette:
-Hâris Muhâsîbî şöyle dedi, Ebu Yezid böyle söyledi, Hallac bunu söyledi deyip duruyorsunuz. Bu ne hâldir böyle?!
Hâlbuki siz, bunlardan önce İmam Şâfiî ne dedi, İmam Malik ne buyurdu, İmam Ahmed ve İmam Numan ne buyurdu? Bunları araştırarak Muâmelatı bunların görüşleriyle tashih etmelisiniz.
Ondan sonra da diğer sözler üzerine düşünmelisiniz!
Ebu Yezid ve Hâris böyle dedi, demek hiç bir şeyi arttırmaz da, eksiltmez de. İmam Malik ve İmam Şâfiî’nin söyledikleri ise, en başarılı yol ve en kestirme usûldur.
Şeriat binasının sütunlarını ilim ve amel ile yükseltiniz. Sonra da ilim ve amel ahkâmının inceliklerini himmetinizle yüceltiniz. İlim meclisi, yetmiş yıl ibadetten daha efdaldır. Tabîi burada ibadettten maksad, farzlarının dışında ilimsiz olarak yapılan nâfile ibadetlerdir.
“Hiç bilenle, bilmeyenler bir olur mu?”[14]
“Hiç karanlıkla, aydınlık eşit olur mu?”[15]
Tarikat şeyhleri ve hakikat meydanının Sûvarîleri size:
-Ulemânın eteklerine yapışın! derler.
Ben de size, felsefeyle meşgul olun, demem. Fakat fıkıh ile uğraşın derim!”[16]
Ahmed er-Rifâî’nin hakikatın en güzel ifadesi olan bu tesbitlerinden sonra İmam Rabbânî diye şöhret bulmuş olan Ahmed Faruk es-Serhendî’nin meşhur eseri olan “Mektubât” ta yer alan kırksekizinci mektubuna!....
İmam Rabbânî Ahmed Faruk es-Serhendî, “Mektubât” eserindeki kırk sekizinci mektubunda şunları beyan ediyor:
“İlim talebesinin öncelenmesi, şeriatın yüceltilmesi demektir. Çünkü onlar, Peygamberî şeriatın ve Mustafa (s.a.s) ümmetinin taşıyıcılarıdır.
Kıyamet günü insanlar şeriatten sorulacaktır, tasavvuftan sorulmayacak!
Cennete girmek ve cehennemden uzaklaşmak, şeriatın emirlerini yerine getirmeye bağlıdır.
Kâinatın en üstünleri olan Peygamberler, -Onlara salât ve selân olsun- bütün insanları şeriatlarına dave etmiş ve kurtuluşun kaynağı olarak şeriatı göstermişlerdir. Bu büyüklerin gönderilmiş amacı, şeriatlarını tebliğ etmek, duyurmaktır.
Bu nedenle hayırların en büyüğü, şeriatın yücelmesine çalışmak, O’nun hükümlerinin her birini ihyâ etmeye ve uygulamaya gayret etmektir. Özellikle İslâmî değer ve öğretilerin yok edildiği günümüzde bunun önemi çok büyüktür. Öyle ki, Allah yolunda harcanan binlerce altın, şeriatın bir meselesini yüceltmek sevabına denk olmaz. Çünkü bu davranış, yaratılmışların en büyükleri olan Peygamberlere tabi olmak ve onlarla ortaklık kurmaktır. (Yani, onların yolundan gitmektir. Onlara Salât ve Selâm olsun.
İyiliklerin en mükemmelini, Peygamberlerin yaptığı herkesçe kabul edilen bir gerçektir. Bununla birlikte binlerce altın infâk etmek, Peygamberlerin dışında bir takım kimselere de nasib olmuştur.
Şeriatı ayakta tutma, onun hükümleri ile amel etmekte nefsin muhalefeti vardır. Zira şeriat, nefsin arzusu hilâfına gelmiştir. Ancak mal infâkında bulunmak, bazan nefsin hoşuna gider. Evet, eğer yapılan infâk, şeriatın kuvvetlenmesi ve ümmetin yücelmesi için ise, o kimse, pek yüksek derece kazanır. Bu niyetle verilen bir kuruş, başka işler için diğer zamanlarda harcanan binlerce sadakaya denktir.
Nefsin esaretinden kurtulmamış bir ilim talebesi, nefsin esaretinden kurtulmuş bir Sufî’den nasıl öncelikli olur? Denirse, bunu söyleyen kişiü henüz sözün hakikatını anlamamıştır. Asıl meramımızı kavrayamamıştır. İlim talebesi, kendi nefsinin elinde esir olsa bile, hiç şübhesiz ilim talebesi, mahlukatın kurtuluşuna vesile olur. Çünkü şeriatın hükümlerinin tebliği ona bağlıdır. Kendisi bundan faydalanamasa da bu böyledir. Sufî, nefsinin elinden kurtulmuş olsa dahi, sonuçta sadece kendisini kurtarmış olur. Onun, mahlukata bir ilgisi yoktur. Kurtuluşu yalnız kendisine özgün olan ile başkalarının ve büyük bir topluluğun kurtluluşu kendisiyle olanın üstünlüğü, herkesin kabul ettiği bir gerçektir.”[17]
İslâm Milleti içinde meslekleri ve fikirleriyle meşhur olmuş bu dört şahsiyetin beyanları tekrar tekrar okunmalıdır... Gündeme getirdikleri, hakikatın tâ kendisi olan şaşmaz bir ölçüdür... Bu ölçü, hem şahısları, hem söyledikleri, hem geride bıraktıkları eserleri, hem de onları takib edenler için her asırda ve her çağda geçerli olan bir ölçüdür. .. Bu ölçüye göre tartılıp değerlendirilmelidir. .. Bu ölçüye uyuyorsa kabul, uymuyorsa reddedilmelidir... Bu ölçü, malum zâtların da beyan ettikleri üzere, Kur’ân ve Sünnet, yani İslâm ve Şeriat ölçüsüdür... Dinin zâhiri de, bâtını da budur!...
Şeriatın İslâm demek olduğu hakikatı iyice kavranmalıdır... Şeriat, zâhiriyle ve bâtıniyle İslâm’dır ve İslâm, yeğane hakikat olup hayat nizamıdır.... Birileri, bu hakikatı. “Manevî âlem” adına, onda olmayan ve Ona yapılan iftiralarla eğip bükmemeli, “bâtınî” anlayışlarla gayesinden saptırmamalı... Ayrıca birileri de, İslâm olan, İslâm’dan başka birşey olmayan Şeriat kelimesini duyunca tüyleri diken diken olmamalı, içi kinle dolmamalı ve İslâm Dini’ne düşman kesilmemelidir.[18]
Yeğane Rabbimiz Allah Teâlâ’nın, başta Önderimiz Rasulullah (s.a.s)’e, O’nun şahsında O’nun ümmetine emrini bir kez daha hatırlayalım:
“Sonra seni de bu emir(din)den bir şeriat üzerine kıldık. Öyleyse sen, ona uy ve bilmeyenlerin heva (istek ve tutku)larına uyma!”
[1] Casiye, 45/18.
[2] Hud, 11/97.
[3] Nahl, 16/123.
[4] İmam Kurtubî, el-Câmiu Li Ahkâmi’l-Kur’ân, çev. M. Beşir Eryarsoy, İst. 2002, C.16, Sh.18-19.
[5] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, İst. 1996, C.7, Sh. 75-76. (Yenda yayınları)
Not: Metin sadeleştirilmiştir. Bkz. Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur’ân Dili, Sdlş. Doç. Dr. İsmail Karaçam, vdğ. İst. T.Y.C. 7, Sh. 88-89. (Azim yayınları)
[6] İmam Ebu Yusr Muhammed Pezdevî, Ehl-i Sünnet Akaidi, çev. Doç.Dr. Şerafeddin Gölcük, İst. 1980, Sh. 335.
[7] Abdulkâdir Geylânî, Fütuhu’l-Gayb-Âlemlerin kapısı, şerh: İbn Teymiye, çev. İlyas Aslan-Derya Çakır, İst. 2003, Sh.163.
[8] Mevlânâ Celâleddin, Rubâîler, çev. Abdulbaki Gölpınarlı, Ank. 1982, Sh. 152, Rb. 112.
Farsça Metni için bkz. Mevlânâ Celâleddin Muhammed Meşhur be Mevlevî, Külliyat-ı Şems ya Divân-i Kebir, Hzr. Bedîu’zzaman Fîrûzan-fer, Tehran, 1343 (1963), C.8, Sh.198, Rb.1173.
[9] Mevlânâ, Mesnevî, C.4, By.2303-2305.
[10] Mevlânâ, Mesnevî, C.5, By.1210-1215.
[11] İmam Şevkânî, El-Fevaid el-Mecmua Fi’l-Ehâdis el-Mevdua-Mevzu Hadisler, çev. Mehmet Emin Akın, Ank. 2006, Sh.404, Nö 43. Ebu Nuaym, bunu rivayet edip “zayıf”tır dedi.
Aclûnî, Keşfu’l-Hafa, C.2, Sh.347, No.2542. Ebu Nuaym, Enes’den.
Not: İmam Şevkânî (rh.a) ve İmam Aclûnî (rh.a), “Ebu Nuaym, Enes’den” diye zayıf hadis olarak naklettikleri bu sözün, Rasulullah (s.a.s)’in hadisi olmayıp Allah’ın Rasulü İsa (a.s)’a aid bir söz olduğunu, senedini tenkid ederek beyan eden bizzat Ebu Nuaym el-İsfahânî (rh.a)’ın kendisidir.
Şöyle diyor Ebu Nuaym (rh.a):
“Ahmed b. Hanbel bu sözü, bazı tabiilerden onlar da İsa (a.s)’dan nakletmişlerdir. Ancak bazı raviler, Ahmed b. Hanbel’in bu sözü Nebî (s.a.s)’den rivayet ettiğini vehmederek, kolay olduğu v e Rasulullah (s.a.s)’e yakın olduğu için, Ahmed b. Hanbel-Yezid b. Harun-Humeyd et-Tavil-Enes b.Malik senedini uydurmuşlardır. Fakat bu hadisin, bu isnadla Ahmed b. Hanbel’den rivayet edilmesi ihtimali yoktur.”
Sünen-i İsfahânî, Hzr. Abdullah Abdu’s-Selâm b. Muhammed b. Ömer Allaşî, Mektebetu’r-Raşid, 1.Baskı, 2004, C.1, Sh.125-126, Kitabu’l-İlm, No 306.
Diğer değerlendirmeler için bkz.
Doç.Dr. Yusuf Ziya Keskin, Ebû Nuaym el-İsfahânî, İst. 2003, Sh.148.
Muhittin Uysal, Tasavvuf Kültüründe Hadis, Konya, 2001, Sh.376-377.
Yard. Doç. Dr. Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, Ank. 2000, Sh. 310-311.
İmam el-Haris b. Esed el-Muhasibî, Selefî Tasavvuf, çev. Faruk Beşer, İst. 1990, Sh. 68, Not: 41. Abdulfettah Ebu Gudde’nin tahkiki.
[12] Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-İlm, B.11. (Bab başlığında)
Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-İlm, B.1, Hds.3641 (Ebu’d-Derdâ’dan)
Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-İlm, B.19, Hds.2822.
Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, B.17, Hds.223.
[13] Kehf, 18/30.
[14] Zümer, 39/9.
[15] Ra’d, 13/16.
[16] Ahmed er-Rifâî, Delillerle Mârifet yolu-el-Burhânu’l-Müeyyed, çev. H.Kâmil Yılmaz, İst. 1985, Sh.90-93.
[17] İmam Rabbânî, Mektubâtü çev. M. Metin Zirek, İst. 2006, Sh. 151-152 (yeni Şafak Gazetesi Kültür Armağanı)
Ayrıca bkz. İmam-ı Rabbânî, Mektûbat-ı Rabbânî, çev. Abdulkadir Akçiçek, İst.1998, C. 1, Sh.172-173. (Akit Gazetesi’nin okurlarına hediyesi)
İmam-ı Rabbânî, Mektûbat-ı Rabbânî, çev. Abdulkadir Akçiçek, İst. 1979, C. 1, Sh. 166-167. (Çile yayınları)
Prof. Dr. Hayreddin Karaman, İmam-ı Rabbânî ve İslâm Tasavvufu, İst. 2003, Sh. 134-135.
[18] Laik, Demokratik ve gayr-ı İslâmî olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin iki resmî kurumu olan “Milli Eğitim Bakanlığı” ve “Türk Dil Kurumu”’nun yayınladığı sözlüklerde “Şeriat” kelimesi şöyle açıklanmıştır:
“Şeriat, is.(Şeri: at) Ar. Şeri’at Kur’ân’daki ayetlerden, peygamberin sözlerinden çıkarılan, dinî temellere dayanan müslümanlık kanunları, İslâm hukuku.”
Türkçe Sözlük, Hzr. Prof. Dr. Hasan Eren, vdğ. Ank. 1988. Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu-Türk Dil Kurumu, C. 2, Sh. 1381 (Yeni Baskı)
“Şerîat (Şeri’at) İ.A.1. Din: Allah’ın (c.c) insanlara, dünya ve âhiret saâdetini elde etmeleri için gönderdiği ilâhi kanunlar, Allah’ın emirleri.
2.İslâm dininin îtikat, amel, ahlâk ve davranışlarla ilgili: âyet, hadis, kıyas ve icmâ-i ümmet esaslarına dayanan dînî hükümleri.
Şeriat tarikat yoldur varana
Hakikat meyvesi andan içerü.
Yunus Emre
3- İslâmiyet’in kitap hâlindeki kanunu, Kur’ân-ı Kerîm.
Çalış dedikçe şeriat, çalışmadın durdun
Onun hesâbına bir çok hurâfe uydurdun.
M. Â. Ersoy, Safâhat, 268
4-İslâm hukuku, âyet ve hadislere dayanan İslâmî kanunlar.
5-Yol, doğru yol.”
Örnekleriyle Türkçe Sözlük, Hzr. Ahmed Fidan, Vdğ. Ank. 1996, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, C.4, Sh.2681-2682.
Not: Alıntıların imlâsına hiç dokunmadan aynen aktardık.